Hristiyanlık, tarihi iki yönden ele alır: ilk önce, gerçek ya da yalnızca hayal mahsulü olan olayları esas olarak kabul eder; sonra da tarihin genel anlamı itibarıyla bunlardan sonuçlar çıkarır. Geleneksel hristiyanlık -diğer tanımla ortodoks hristiyanlık- bu iki tarzı içiçe yürütür. Hristiyanlığı özgül olaylar gerçekleştirmiştir. Hristiyanlık, tarihi bir anlamda dramatik bir oyun içinde ifade etmektedir. İlk bölüm, Adem'in cennetten kovuluşu ve onunla başlayan günahın devam edişidir. İkinci bölüm, İsa 'nın 'beşeri' görünüşü içinde Tanrı'nın tarihte 'zuhur' etmesidir. Üçüncü bölüm, hristiyan Kilisesinin kurulma devrinin hikayesidir. Hristiyanlar gözünde bu devir bugün de devam etmektedir. Dördüncü ve son bölüm ise, İsa 'nın “Son Yargı” ile birlikte tekrar yeryüzüne gelişi ve yetkinlikle af kavramlarının en mutlak şekliyle hakim olacağı bir Tanrı hükümranlığının kuruluşu olacaktır.
Hristiyanlara göre Tanrı, Kutsal Ruh olarak hristiyan dünyasını ve hristiyanların hayatını yönetir. Bu çerçeve içinde Tanrı, Biri oluşturan -teslis-dir (üçlü sıfat) : Baba, Oğul ve Kutsal Ruh. Ortodoks hristiyan kavramda temel inanç, Adem'in günahı ile kötülüğe bulanan insanlığın kurtuluşu için, Tanrı'nın insan şeklinde tarihte 'zuhur' etmesidir.
“Tanrı'nın insan şeklinde meydana çıkması” öğretisi, diğer tanrıcı tarih kavramları (Zerdüşt dini, Yahudilik, İslamiyet) ile hristiyanlığı kesinlikle ayıran temel noktadır.
Bilimsel tarih metodları, hristlyanlığın önem verdiği olayların gerçekliğini şüpheye düşürür, Bu olaylar için, felsefi bir temelden hareket ederek gerçek ya da gerçek değildir de denilemez. Bunları ancak, hristiyan inancı ve imanı bütün olarak kabul eder.
Hristiyanlıkta esas, İsa’dır. Fakat bu temel kavram, hristiyanlığı tanrıcı olmaktan uzaklaştırmaz: İsa, aynı zamanda Tanrı'dır. İsa'nın tarih konusundaki öğretilerine ve tarih karşısındaki tutumuna çok önem verilir. Tanrısal özelliği; Bakire Meryem'den doğmasında, gerçekleştirdiği mucizelerde ve öldükten sonra tekrar dirilmesindedir. ilk zamanlar Mesih diye adlandırılan İsa, daha sonra “ Tanrı'nın Oğlu” olarak bilindi. İsa, Çarmıh acılarını kabul ediyordu. Bunlar, Baba'nın iradesinden doğuyordu. İsa'nın kendini feda ettiği acılar, insanlığı, günahtan arındırıyordu. İsa, Cennette mutlu ve yetkin bir hayat vaadediyordu. Isa, çok sade bir yaşantı sürüyordu, fakat bazı kişilerin verdikleri düğün şölenlerine iştirak ederdi. İsa’da, manastır hayatına karşı bir eğilim vardı, fakat dünya hayatından çekilmeyi, 'beşeri' hayatı 'ebedi' hayat adına feda etmeyi öğütlemiyordu. Tanrı'nın günahlarını bağışlayacağını bilen insanlar, ölülerinin kusurlarını bağışlamalıydılar.'
İncil üzerinde uzun süre inceleme yapan araştırıcılar, genel olarak. İsa'nın bir zaman için de olsa çağdaşları arasında çok yaygın olan -tarihin sona ereceği ve yeryüzünde bir Mesih hükümranlığı kurulacağı inancına iştirak etmiş olduğu konusunda birleşirler. Düşüncesi, zaman içinde değişmiş olabilir. İsa, bu inançtaki siyasal niteliği özellikle reddetmiştir. Taraftarlarının Mesih'in ne zaman geleceği anlamını taşıyan bütün sorularını geri çevirirdi: .Gününü ve saatini hiç kimse bilmez, ne melekler, ne gökler, ne de Oğul! Bunu yalnızca Baba bilir. İsa’nın çarmıha gerilişinden sonra pek çokları onun Mesih hükümranlığını kurmak için tekrar yeryüzüne döneceğine inanıyordu. Hristiyanlar için tarihin amacı, İsa’nın ikinci defa yeryüzüne dönüşü değil, gelecekteki hayattır. Bu kavrama, _ Son Yargı_ ile bütün insanlığın tekrar dirileceği fikri de katılmaktadır.
Hristiyanlığın bütün şekilleri. Tanrı'nın tarih ile çok yakından ilgilendiği inancına bağlıdır. Hepsi, dünyadaki yaşantının ötesinde ruhsal bir yaşantının varlığına inanır.
Hristiyanlar insan kaderi konusunda üç teori kabul ederler: aL Evrenselcilik (üniversalizm): Bütün insanlar sonunda yetkinliğe erişecektir: bL Şartçılık (kondisyonalizm): Yalnızca Iayık görülenler ruhun ölümsüz hayatını yaşayabilecektir: cl Yüce mutluluk ya da ebedi kayboluş: İyi ruhlar yüce mutluluğa katılacaklar, kötüler ise, Cehennemde, Tanrı'dan ebediyen ayrı kalacaklardır. Dünya tarihi dünya yaşantısı, süresince anlamının bütününe erişmez.
İlk hristiyanlar gözünde İsa, Yahudi inancının en yüce noktası anlamını taşıyordu, beklenen Mesih idi.
Saint Paul İsa’yı, Yunan bilgelerinin aradığı tanrısal varlık olarak ilan ediyordu. Saint Paul'dan sonra gelen bütün din düşünürleri geçmişi, İsa’nın gelişi ve hristiyan kilisesinin kuruluşu için bir hazırlık devresi olarak tasvir ettiler. Romalıların. Yunanlıların. Yahudilerin tarihi İsa'ya yönelmekteydi. Geleceğin tarihi de. İsa’nın yeryüzüne geliş nedeninin gerçekleşmesine yönelmiş olarak kabul edilmeliydi.
Hristiyanlığın kavramı esasıyla dinidir; Tanrı ile birleşme noktasına dayanır. Toplumsal birlik olarak insanlığın huzurunu ve kişisel davranışın doğruluğunu öğütlediği için de ahlaki düzendedir. Hristiyanların tarihe verdikleri değerlerin özelliği ve uygulanması kişiye göre büyük değişiklik göstermiştir. Modern devrin hristiyanları için bu değerler doğruluk, iyilik ve güzellik kavramlarını kapsar.
SAiNT Augustine hristiyan aleminin en önemli düşünürüdür. Tarihin özelliğini ele alış tarzı çok değişikti. Augustine'in tutumu, düşüncesinin geçirdiği aşamalar ölçüsünde değişikliklere uğramıştır. Yetkin bir bilge olan Augustine, hristiyan dinini benimsemiş olmasını felsefeye bağlamak çabasında değildi. Hristiyan Tanrı kavramına dayanarak, panteizmin (çok tanrıcılık) ve Tanrı'nın yarattığı ile bir tutulması inancını reddediyordu. Tanrı, gerçeğin bütünü olarak kabul edildiğinde -bundan doğacak çeşitli dinsiz ve dine aykırı sonucu kestirmemek imkansız_; -Üzerinde yürünen herşey Tanrı'dan bir parça olacak, yaşayan herhangi bir şey öldürüldüğünde bu Tanrı'nın bir parçasını öldürmek olacaktır._ Öte yandan _günahkarlar da Tanrı'dan bir parça ise ... Tanrı dinin icaplarına uymayanı niçin cezalandırsın?_
Augustine, Tanrı'nın dünyanın ruhu olduğu fikrini reddediyordu. Gerçek Tanrı bir ruh değil, _ruhu yaratan ve ona can verendir... Tanrı fikirdir: insanda öz olan fikirdir ve ruhun bilincine vardıran da fikirdir. Tanrı, gerekliliğin hiç bir çeşidine bağlı değildir: Tabiatı o yaratmıştır, onu yine isterse kendisi değiştirebilir. Tanrı herşeyi bilir. Augustine, -Hem Tanrı'nın varlığını ikrar etmek, hem de O'nun gelecekteki şeyleri bildiğini kabul etmemek açıkça deliliktir- der. Kısacası Tanrı, tarihin geleceğini yönetir.
Saint Augustine'e göre; tarih geçici olanı da, ebedi olanı da kapsar. Sonsuz, geçicinin görüş açısıyla ne anlaşılabilir, ne de anlatılabilir. Tanrı, geçici ve sonsuz kavramlarının bütününü kapsar. Tanrı zihnin anlayış yeteneklerine sığmaz, fakat O'nu bu yeteneklerle tümüyle hissetmek mümkündür. Augustine şöyle diyordu: "Zaman denen şey nedir? ... Konuşma ve tartışmalarımızda konu olarak ele alınan bu kavramdan daha olağan ve daha iyi bilinen bir kavram yoktur." Fakat, .. bana bunun ne olduğu sorulmazsa, ben bunun ne olduğunu çok iyi bilirim; ama birisi sorduğunda, açıklamaya girişince hiç birşey bilip söyleyemem.
Augustine, geçici ile sonsuz arasındaki ilişkinin, din için gerçek ve anlamlı olduğunu söylüyordu, fakat bu ilişkiyi kişi hissetmek yeteneğinde değildir. Tanrı, insanlık tarihinde Koruyucu olarak bulunmaktadır. Yeryüzündeki tarih. Tanrı tarafından .düzenlenmiştir ve yönetilmektedir., Tanrı'nın yeryüzünde inayetinde yoksun bıraktığı yerler olabileceğine inanmak imkansızdır. Tanrı, beşeri hükümranlıklar yaratmıştır; bunlar ne bir rastlantı sonucu, ne de bir zorunluluk eseridir. Bir .. son yargı» olacaktır. Biz bunu daima açıkça göremesek de, Tanrı'nın yargısı, insanların yeryüzündeki davranışlarını ele alacaktır. İyilerin görünüşteki sıkıntılarıyla kötülerin yine görünüşte kalan refahı yüzünden Tanrı'yı haksızlıkla suçlayamayız. Augustine'in özellikle insanın· irade özgürlüğünün Tanrı tarafından belirlenmiş kaderi karşısındaki durumunu eleştiren görüşü, çeşitli tartışma ve yazışmalara yol açmıştır.
Augustine'in bu konudaki düşüncesi değişik görünümler ve ifadeler içinde dile gelmiştir ve Augustine bunları birbirleri ile bağdaştıramamıştır. Tanrı'nın yüce kudretine olan derin inancı, insanın özgürlüğü ve sorumluluğu fikirlerine olan bağlılığından çok üstündü.
Augustine bu iki yön arasındaki ilişkiyi tatmin edici bir ifade içinde açıklayamamıştır; tarih kavramında, kişinin özgürlüğü ve sorumluluğu önemli bir yer tutar. Bu açıdan bakıldığında temel sorun şu oluyordu: Kişinin, tarihine yüce anlamı veren ruhsal değerlere, huzura ve mutluluğa kendi iradesiyle erişebilme gücü nedir? insan iradesi', bedeni kontrol edebilir. fakat ruhu bütünüyle kontrol etme yeteneğine sahip değildir. İnsanın ruhsal hayatının beşeri ve tanrısal iki yönü vardır. tanrısal yön daha ağır basar.
Saint Augustine itiraflar'ında. hristiyanlığı bütünüyle kabul etmeden önce, kötülük sorununun zihnini çok meşgul etmiş olduğunu yazmaktadır. Sonuç olarak da kötülüğün yoksunluk bildiren (privatif) bir nitelikte olduğu düşüncesine vardığını söylüyordu: Kötülük, iyiliğin yokluğudur. Tabiat, hiç bir yönüyle kötü değildir; iyilik arzusu olmayan herşeye kötü denmiştir. Kötülüğün iki çeşidi vardır: İnsanın yaptığı kötülük, insanın acısını çektiği kötülük insanın yaptığı kötülük günahtır; acısını çektiği kötülük ise, cezadır. Tanrı'nın düzenleyip yönettiği alemde, insan istediği kötülüğü yapıp, istemediği kötülüğü çekiyor.
İnsanın Tanrı'ya karşı olan inanç ve saygıda kusur etmesi kadar, Tanrı'nın buyurduğu gibi dünyadaki hayatın nimetlerinden yararlanmaması, hemcinsini sevmemesi ve onunla ilgilenmemesi de günahtır.
Saint Augustine, Cehennemi «sonsuz» diye nitelerken, bununla ebedi yoksunluğu anlatmak istiyordu. Tanrı, insanın fayda sağlaması için şeytanın kışkırtmalarını yaratmıştır. Augustine -Tanrı bizi, ya kusursuzluğumuzun tam anlamıyla belirmesi ya da kusurlarımızın düzelmesi için böylesine bir rekabetle karşı karşıya bırakmıştır. Zamanın acılarına sabırla tahammül edişimizin mükâfatı ebedi olacaktır der. Ve “en büyük sevinçler en büyük acıların ardından gelir” diye ekler.
Saint Augustine düşüncesinde, kötülükten kurtulabilme teması çok önemli bir yer tutar. Hristiyanlığın anlamı bu kurtuluş ile sıkı sıkıya bağlıdır. İyiliğe adanmış bir varoluşun sonu olan ölüm, kötü olarak nitelendirilemez.
Saint Augustine tarihteki “sürekli devir” teorisini kabul etmiyor. Tanrı'nın insan şeklindeki «zuhurunu “bir kereye mahsus” olarak niteliyordu, Saint Augustine tarih içinde iki çeşit yaşama tarzını karşı karşıya getiriyordu. Kutsal Metinlerin Tarzına uygun olarak Saint Augustine, insan toplumunun birbiri içine girmiş, karışmış iki Siteliye ayrılmış, çift yönü olduğunu ileri sürer, Bu Site'lerden biri nefislerine uygun olarak yaşamak isteyenlerden, diğeri ise fikirlerine uygun olarak yaşamak isteyenlerden kurulmuştur. “Nefse göre yaşamak” sözü, nefsin, kötü olduğu anlamını doğuracağı için Saint Augustine'in, dünyadaki Site'yi “insana uygun olarak yaşamak isteyenlerden kurulu site” diye tasvir eden diğer ifadesini kullanalım.
Buna göre, göklerin Sitesi de "Tanrı'ya uygun olarak yaşayanlardan kurulu bir site” dir. Bu iki Site tasviri tarih içinde insanları ayıran temel karşıtlığı göstermek bakımından önemlidir. Dünya Site'sinin "prensleri. tebalarını yönetmek hırsı ile doludur.. , burada iktidar açlığı herşeyin üstündedir. Bu Site kendisini mutlu kılan bir mülke sahiptir. Bu mülk, onu sevenlerin arasını açar, bu Site kendisi içinde kendisine karşı sık sık bölünür. .. Her grup baş olmak ve baş kalmak ister; oysa yalnızca kendi kusurlarının esiridir ve Tanrı'nın lütfu olan huzur gelecektir,. fakat line acılar pahasına Site sonsuz değildir. Göklerin Site'si, Tanrı aşkı üstüne kurulmuştur.
Saint Augustine'in “kötü” bir dünyevi Site ile iyi bir tanrısal Site ayırımı yapmış olduğunu düşünmek büyük hata olur. Saint Augustine'in çizdiği dünyadaki hayat içinde her ne kadar manastır hayatına yer veriliyorsa da, düşüncesi tam anlamı ile iletizm taraflısı değildi. Mani öğretisinin düalizm karşısındaki tutumu, bir dünya fikri üzerine kurulmuş bir tarih görüşünü reddeden düşünceden oluşuyordu. İtiraflarının bazı bölümleri Saint Augustine'in dünya zenginliklerine bir ölçüde ilgi gösterdiğini anlatmaktadır. Fakat bu zenginlikler geçicidir. Bunlar hayatta ön planda kabul edilemiyeceği gibi, ruhsal değerler bakımından da “hiç” olarak nitelendirilemez, Hayatı “iman" ile dolu olan kişi, Tanrı'nın maddi dünyayı yaratırken insanlara bağışlamış olduğu herşeyin zevkine varabilir, Saint Augustine'e göre, güzellik Tanrı'nın eseridir. İyinin geçici ve düşük bir şeklidir: Tanrı aşkından daha üstün değildir. Tanrı aşkı, ruhsal ve sonsuz iyiliktir. Saint Augustine düşüncesini şöyle ifade etmeye devam ediyordu: .İnsan ruhu, senden başka nereye dönerse, acıyla karşılaşıyor. Güzellik için de öyle. Gerçekten senin dışında ve ruhun dışında, senden gelmeyen ne bir acı, ne de bir güzellik var. Herşey doğar ve büyür; büyüdükçe de yetkinliğe yaklaşır, yetkin olur, yaşlanır ve yokolur: herşey yaşlanmasa bile, muhakkak yokolur.
Herşey geçicidir. Herşeyi yaratan Tanrı kelamıdır, bizi “kendisi için” yaratan O'dur, Son uykuya kadar yüreğimiz huzuru bilmeyecek.. Hayatın yüce kaynağı olarak Tanrı aşkı, hiç birşeyin sağlayamayacağı tatminlerin kaynağıdır. Bu aşk, insanların yeryüzündeki ve onun ötesindeki tarihinin anlamını vermelidir. Saint Augustine'deki “sonsuz” teriminin anlamı, felsefi olmaktan çok dinidir. Tanrı, insanların “her zaman O'nun varlığına ulaşıp dinlenebilecekleri” kavramı içinde sonsuzdur.
ORTA ÇAĞ, dinsel inanışın akılla hiç bir ilişkisi olmadığında ısrar ediyordu. Tanrı, tarihte İsa’nın kişiliğinde 'zuhur' etmiş ve İsa çektiği acılar ve ölümüyle insanların günahının kefaretini ödemişti. Tekrar dirilerek göğe yükselişi, gelecekteki hayatın garantisiydi. Tarih, bir deneyler devresi ve ölümden sonraki hayata hazırlanış olarak görülüyordu. Manastır ve çile hayatını öğütleyen sayısız tarikat, bu fikre özgül bir ifade veriyordu. Rahip ve rahibeler, mümkün olduğu kadar tarihin olaylarına katılmaktan kaçmak istiyorlardı. Bunlardan Peter Damiani (1007 - 1072) "dünya öylesine adiliklerle dolu ki, bir kutsal ruh bile bunların düşüncesiyle lekelenir diyordu. Dante'nin (1265 - 1321) ilahi Komedi'si Orta Çağ'da çok yaygın olan bir hristiyan görüşünü dile getiriyordu. İnsanın tarihi yeryüzü ile sınırlanmamıştır; gelecekteki cehennemin, arafın ve cennetin şartlarını da kapsamına almaktadır. İnsanlar iyilik ya da kötülüğü yapmak için, birlikte hareket ederler. Fakat ruhsal tutumlar ve davranış tarzları, kişiseldir ve kişinin iradesinden doğar. Adalet ilkesi ilahi Komedinin temel konusudur. Dante, cehenneme gidenleri Tanrı'ya kesinlikle karşı gelmiş olanlar şeklinde tasvir eder. Arafta, günahkar olmakla beraber, Tanrı'ya yönelmiş ve kusurlarından arınmaya çabalayanlar bulunmaktadır. Fakat Dante'nin insanlık tarihi açımlaması bütünüyle başka bir dünya fikrine dayanmıyor ve Dante, sonuçta, bir dünya cennetinin gerçekleşeceği fikrini besliyordu.
Rönesansın hümanizma hareketinin etkisi altında italyan Katolik Kilisesi dünya nimetlerine daha fazla ilgi duymaya başladı. Fakat buna rağmen, geleneksel hristiyanlığın tarih görüşü bu davranıştan zarar görmedi. Bossuet 1681'de yayınladığı Evrensel Tarih Üstüne Konuşma adlı eseriyle, geleneksel tarih görüşüne klasik ifadesini kazandırdı. Bossuet, tarihin 'illi' bir zincir niteliğinde olduğunu, şu ya da bu yüzyılın olaylarının bir önceki yüzyılın olaylarından doğduğunu savunuyordu. Bossuet, imparatorlukların tanrısal bir plan gereğince yükselip düştüğünü söylüyordu. Tarih içinde insanlar kendilerinden çok üstün bir kudrete boyun eğerlerdi. İnsanlığın kaderi, sonuç olarak, dinsel nitelikteydi. Bossuet, tarihi bu görüş açısından değerlendiriyor ve musevilikle hristiyanlık dışındaki bütün dinleri reddediyordu: İbranilerin ve hristiyanların Tanrı'nın diğer dinlerin yeteneksiz ve değersiz tanrılarıyla hiç bir ilgisi yoktur. Bossuet'ye göre, İsa’nın ölümünden sonra, Kilise, tarihin temel unsuru olmuştur. Gördüğü eğitim ve içinde bulunduğu ortam dolayısıyla Bossuet, Kiliseninkinden başka bir dini kabul etmiyordu. İnsanlık, Kilise için değil, sonsuz hayat için yaratılmıştır. Bossuet, sonsuz hayata yalnızca Kilise'nin ulaştırabileceğine inanıyordu.
XVI. XVII. yüzyıldaki Protestan Reformu da hristiyanlığın tarih karşısındaki tutumunda büyük bir değişiklik yapmamıştı. Reformlarda dünyadaki hayatın, gelecekteki bir hayata hazırlık olduğu düşüncesini devam ettiriyordu. Protestanlık, Rönesansın kavramlarının etkisiyle doğmuş değildi. Reform taraflıları manastır hayatı öğütleyen tarikatlara karşıydı. Papazların evlenmelerini normal hayata katkıda bulunmalarını istiyordu. Fakat protestanlar dünya olaylarıyla ilgilenmelerine rağmen tarihin anlamını olayların geçici dünyadaki akışı içinde aramıyorlardı. Tanrı, insanların huzurunu sağlamak için insanlığın tarihi içindeydi. Calvin, herkesin kendine düşen görevi tam olarak yapmasını, sade bir yaşantı sürdürmesini ve lüksten kaçınmasını öğütlüyordu. Dünya başarıları Tanrı'ya bağlıydı. Tanrı'nın lütfu olmaksızın kimse işinde bir ilerlemeye, bir gelişmeye erişemezdi.
Calvin ve luther “her biri kendi anlayışı içinde” tüm özgürlüğü kabul etmiyordu. luther, geçici işler için kişiye bir ölçüde özgürlük tanıyordu. Calvin, özgür düşünürler için şöyle diyordu: “Bunlar insanı taştan sanıyorlar, hiç bir özgürlük tanımıyorlar; onların gözünde herşeyi yapan Tanrı olduğu için iyilik ile kötülük arasındaki farkı da ortadan kaldırıyorlar.” Calvin, kişinin sorumluluğu konusunda ısrarlıydı. Sonuçta o da Luther gibi, insanın ruhsal kurtuluşunun kişiden çok Tanrı'ya bağlı olduğunu kabul ediyordu.
Reformun bu iki önemli düşünürü, hristiyanlığın Tanrının kişiden çok, kişinin maddi ve manevi hayatı ve huzuru ile ilgilendiği temel görüşünde birleşiyorlar.
Çokluk, protestanlığın tarih karşısındaki tutumunun katolikliği" tutumundan farklı olduğu söylenmiştir. Protestanlık, kişiyi birey olarak ele almaktadır. Katolik Kilisesi ise kişiyi özellikle dinsel ve ahlaki alanda birey olarak kabul etmektedir. Reform, bir yönde, katolik Kilisesi'nin bazı kuralları ile öğretilerine karşı bir başkaldırmadır. Ayrıca, katolik hiyerarşisinin baskısı da Reformu yaratan sebeplerden biridir. Reform, özgürlüğü savunuyordu. Kişisel özgürlük konusundaki ısrarlı tutum, bilimin, felsefenin ve siyasal hayatın ilerlemesine yol açmıştır. Tarihin temel unsuru olarak birleşmiş bir Kilise fikri üzerinde durulmuştur. Kişisel özgürlük ilkesi, modern tarihin esaslı unsuru olmuş ve çağdaş uygarlığın kaydettiği büyük ilerlemelere amil olmuştur.
xıx. Yüzyılda, klasik idealizmin ileri sürdüğü görüşlerde bir hristiyanlık kavramına ulaşabilme çabası görülmektedir. Hristiyanlık, dinden çok panteist bir felsefe olarak ele alınmaktaydı Bu akımın aksine, Friedrich Von Schlegel'in Tarih Felsefesi kitabı geleneksel görüşün bir savunmasıdır. Bu eser zamanında büyük ün yapmış, dile getirdiği bazı temel fikirler ortodoks hristiyanlar tarafından içtenlikle kabul edilmiştir.
Schlegel, tarih felsefesinin ancak gerçek tarih konusundaki görüşlerden çıkabileceğini kabul ediyordu. Fakat ona göre hristiyan inancının bazı temel unsurları, profesyonel tarihçinin inceleme açısına sığamazdı. Tarihin akışı da bu olaylara uygundu ve uygun olmaya devam ediyordu. Schlegel, “tarih fikri ya da tarih düşüncesi olarak tarih felsefesi gerçek tarih olaylarından, tarihin bütününden doğmalıdır,” diyordu, Ancak böylece «bütüne nüfuz edilebilir, bütüne genel plan içinde açıkça girilebilirdi.
Schlegel, iki çeşit tarih kavramı kabul ediyordu, Birincisine göre, “insan, aklın dehaya kadar varan yola yönelttiği ve yücelttiği bir hayvandı.” Bu kavram açısından insan uygarlığının tarihi, adım adım ilerleyen, gelişen ve sonu olmayan bir yetkinleşmenin tarihiydi. Diğer kavrama göre: «insanın gerçek özelliği ve kaderi, Tanrı'yla benzeşmesine dayanıyordu,. Bu nedenle insanın tarihi Tanrı'yla benzeşmenin gerçekleşmesi ya da bu gerçekleşme yolunda ilerlemeydi..
Birinci kavram insanın yetkinliği inancına dayanıyor, Schlegel. bunun bazı yönlerden akla çok yatkın olduğunu söylüyordu:, İnsanın ahlak bozukluğu da yetkinliği kadar büyüktü.,. Yaşanan tarih, insanın yetkinliği fikrini tam olarak doğrulamamaktaydı.
Schlegel'e göre ilk tarihi olay, insanın “Tabiatın boyunduruğu altına girişidir.” “ Tabiat'ın kör kudreti,” insanın yüreğindedir. İnsanın içindeki anlaşmazlık buradan doğmaktadır ve devirler boyu nesilden nesile akarak sürüp gitmiştir. Bu anlaşmazlık her kişilikte görülür, Evrensel olan bu çatışmayı psikoloJik bir olay olarak kabul etmelidir. Bu düşüşün sonuçları tarihte kendini belli etmektedir. İnsanın düşüşünün sınırı yoktur. İnsanın gerilemesi ya da İlerlemesi bir ölçüde kendisine bağlıdır, İnsan irade özgürlüğüne sahiptir. Genellikle insanlığın en büyük sorumluluğu tabii irade ile tanrısal irade arasındaki uyumu sağlamaktır.
XIX, yüzyılın ortalarında din bilginleri daha çok İsa 'nın tarihsel kişiliği üzerinde durdular. Ritschl isa 'nın, bir değer hükmü temelinden gidilerek tanrısal olduğu inancına varıldığını söylüyordu, İngiliz J. R, Seeley İsa’yı insanlığa heyecan getiren. bir kişi olarak tasvir eder. Matthew Arnold Eski Ahitin sembolik ve şiirsel özelliği üzerinde durmuştu,. Ünlü Fransız tarihçisi Guizot büyük Fransız Devrimi'ni izleyen ilk yarım yüzyılda yaşamıştı. Düşüncesine özgürlük fikri egemendi. Guizot her insanda tanrı'ya karşı gelme eğiliminin olduğunu söyler, Tanrı bu nedenle, kurtarıcı olarak tarih içinde insanları affıyla Lütuflandırmıştır. İsa, insan şekline girmiş Tanrı'dır. Bu, tarihsel bir olaydır, Bu olay olmasaydı, hristiyanlık şimdiye kadar gerçekleştirdiklerinin hiç birini gerçekleştiremezdi.» isa'nın eylemleri Buddha, Konfüçyüs, Zerdüşt ve Sokrat gibi diğer büyük düşünürlerinkinden farksızdır. Guizot -bu kişilerin adı ne kadar ünlü, etkileri ne kadar güçlü, bıraktıkları iz ne kadar derin olursa olsun, onlar gerçekten çok, görünüşte kudretliydiler, Temelden çok, yüzeydeydiler, Kendi toplumlarını yanlışlığını gördükleri köklerden söküp alamadılar, Ruhlarda hiç bir değişiklik yapmadılar diyordu.
Çağdaş hristiyanlığın değerli temsilcilerinden biri olan Niebuhr, Tarih'de hristiyan olmayan eski ve yeni tarih kavramlarını eleştiriyor ve onları çok «basit» bulduğunu ifade ediyordu. Zaman bir sırdı Niebuhr'un temel fikri, geçici niteliği içinde tarihin kendi kendisinin anlamını veremeyeceğiydi. Tarih, tarihin sırrını çözemezdi, bu bakımdan tarihin anlamı zamanı aşmalıydı.
Yüzyıllar ötesinde hristiyan düşüncesine yüklenen karanlıkları açıp çözmek için, ciltler dolduran olağanüstü bir eser gerekir. H. Sutterfield Hristiyanlık ve Tarih adlı eserinde şöyle diyordu: Hayatın amacı ne uzak, ne de çoğunlukla düşünüldüğü gibi çok yıkın bir gelecektedir. Bu amaç hem burada hem de bu andadır, yeryüzündedir. Bu amaç, sonsuzlukla doğrudan doğruya ilişkisi olan yaşanandır. Geçerli olan, o andaki hayat deneyidir. Sutterfield genellikle, hristiyanlıkla sınırlandırılmamış evrensel fikirler ileri sürmüştür.
Sonuç olarak eserini şu sözler ile bağlar: İsa’nın tanrılığını tarihin bilimsel olarak kabul ettiğini ya da reddettiğini söyleyen, kendi gücünü aşarak başka bir kudrete el atan bilimlerin fikri gurura kapılarak düştüğü suçluluğa benzer bir suç işlemiş olur. İsa’ya sadık ol ve O'ndan başka hiç kimseye ve hiç birşeye bağlanma!.
ALBAN G. WIDGERY
Tarih Boyunca BÜYÜK ÖĞRETİLER
Türkçesi : Gülçiçek SOYTÜRK