12 Mart 2025 Çarşamba

RUSYA TARİHİ -22

 AVRUPA POLİTİKASINDA RUSYA'NIN EHEMMİYET KAZANMASI


I.Aleksadr zamanı (1801-1825). İç idarede değişiklikler tasavvuru ve I. Aleksandr'ın hâkimiyetinin başlangıcı  


II- Katerina'nın torunu ve Pavel'in  oğlu Aleksandr,  babasının  öldürülmesi  üzerine   tahta  geçince,  Rusya'da devlet idaresi yeniden Katerina'nın koyduğu prensipler ve kurduğu teşkilâta uygun olarak yürümeğe  başladı.  Genç İmparator henüz 24 yaşında idi. Katerina'nın nezareti altında isviçreli Lagarpe tarafından rasyonalist ve hümanist felsefî görüş ruhunda terbiye ve tahsil gören Aleksandr, tahta çıktığı zaman adeta bir cumhuriyetçi gibi düşünüyordu. Çok güzel yüzlü ve yumuşak tabiatlı bir kimse olan genç hükümdar, Katerina île Pavel arasındaki geçimsizlik havası içinde büyüdüğünden, pek erkenden "iki yüzlü» olabilmek, düşündüklerini gizlemek ve zahiren her zaman sevimli olmak sanatını öğrenmiş ve bu karakterinden ötürü "teshir edici Sfenks,, adını almıştı. Aleksandr ile temasa gelen herkes onun nezaketi karşısında tesir altında kalmakta, fakat Çar'ın hakikî düşüncelerinin ne olduğunu anlayamamakta idi. Saray dairesinde, en yakın muhitte Aleksandr'a " bizim melek „ adı verilmişti.

Aleksandr hâkimiyetinin ilk yıllarında, kendisi gibi hür görüşlü bazı genç aristokratlarla birlikte Rusya'da liberal sistem kurulması hususunda plânlar yaptı. Kont Koçubey, Novosiltsev, kont Stroganov ve knez Adam Czartoryski'den teşekkül eden ve her zaman Çar'la temasta bulunan dört kişilik bir grup'a, Aleksandr şaka kabilinden "Comite de salut public,, (Fransa inkılâbı zamanındaki müesseselerden birinin adı) diye ad vermişti. Bu komitenin tesiriyle idarede bazı yenilikler kabul edildi; Katerina zamanında ehemmiyeti azalan Senato, yeniden birçok hak kazandı. Petro tarafından ihdas edilen "Kollegya,, lar yerine, Avrupa usulü "nazırlık,, lar (Ministerstvo) teşkil edildi (1802 de). Başta yedi "nezaret,, kabul edildi ve devlet işleri "nazırlar toplantısı» nda konuşulur oldu. Komitenin tesiriyle Aleksandr, Rusya'da köleliği ilga etmeyi, yani köylü serfliğini kaldırmayı bile düşünüyordu. Fakat bu sahada ileri gidemedi, ancak "serbest çiftçilere dair kanun,, çıkarılmakla iktifa edildi (1803); buna göre, çiftlik sahipleri kendi köylülerini serbest bırakmak ve muayyen şartlar içinde onlara mülk olarak toprak vermek hakkını kazandılar. Fakat bu kanunun amelî neticesi pek az oldu. Genç çar, liberal görüşlü dostları ile iki yıl düşüp kalktıktan sonra, bunlardan soğumaya başladı ve "komite,, nin toplantılarına nihayet verildi. Aleksandr, Rusya'da yapılması lâzım gelen değişiklikler ve teşkilât işini, bu defa, halk arasından yetişen biri vasıtasiyle gerçekleştirmeyi düşünmeğe başladı; bu zat, Speranski adlı bir devlet memuru idi.


Speranski'nin faaliyeti 


Köylü bir papasın oğlu olan Speranski, zekâsı ve gayreti sayesinde mükemmel bir tahsil (1808-1812)    görmüş ve  "nazırlık» lar teşkil edildiği zaman içişleri nezaretinde mühim bir memuriyet almıştı; 1806  danberi  Aleksandr  ile  sıkı bir temas tesis eden Speranski, az sonra Çar'ın, adeta başnazırı olmuştu. Aleksandrın emriyle Speranski Rusya'da yapılması gereken idarî değişikliklerin bir plânını hazırlamağa memur edildi; aynı zamanda yeni bir kanunlar külliyatı tertibiyle meşgul olan hey'etin de faaliyetine nezaret etmek, Çar'a pek muhtelif işler hakkında rapor vermek gibi mühim vazifeleri de aldı. Speranski, 1808-1812 yılları içinde, yapılacak değişiklikler hakkında geniş bir proje hazırladı. Buna göre, Rusya ahalisi serbest bir kitle olacak, serflik kaldırılacak ve eski "kast» usulü yerine "dvoryan„lar, "orta halliler» ve "işçi zümre» olmak üzere üç sınıfa ayrılacaktı. Speranski'nin tasarladığı sistem, Rusya'da monarşinin esaslı kanunlara dayanmasını iltizam edecekti. İmparator Aleksandr, bu görüşleri tasvib ve Speranski'nin faaliyetini teşvik ediyordu. Speranski, yeni idare sisteminde, tatbik olunacak kanunlarda, Napoleon'nun "Code Civil„i tesirinde kalmış ve böylelikle devrin en ileri görüşlü bir idare şeklinin Rusya'da tatbikini tasarlamıştı. Fakat, bu tasarısı gerçekleşmedi. Speranski'nin yükselmesini çekemiyenler pek çoktu. Aleksandr ile Napoleon'un arası gittikçe açılması, nihayet Speranski'nin de gözden düşmesine sebeb oldu. Aleksandr, gözdesinden soğudu ; Speranski "Rusya'ya inkılâpçı Fransa usullerini tatbik etmek isteğiyle,, suçlandırıldı ; ve "devlet sekreteri» vazifesinden azledildi ; az sonra, kendisine karşı çevrilen entrikaların tesiriyle sürgüne gönderildi. Çar'ın kafasında hasıl olan değişiklik, Speranski'nin Rusya'da yenilikler yapmak projesini suya düşürdü. Aleksandr, artık liberal görüşlerini tamamiyle atmış ve gittikçe kendini mistisizme kaptırmış, Rusya'da tam bir müstebit rejimini tatbik ve hür fikirlere karşı şiddetle mücadele etmek yoluna sapmış bulunuyordu. O sıralarda cereyan eden büyük vak'alar, Çar'ın her bakımdan değişmesinde mühim rol oynamıştı.



Aleksandr zamanında dış olaylar


Gürcistan’ın Rusya'ya ilhakı


Daha XV. yüzyıldanberi Gürcü beyleriyle Moskova arasında münasebetin tesis edildiğini, ve Fedor İvanoviç zamanında Gürcistan’ın rus himayesini kabul ettiğini görmüştük. Fakat, bir taraftan iran'ın ve diğer yandan Osmanlı Devletinin müdahalesi üzerine, Rusların Gürcistan’a kadar ilerlemeleri önlenmişti. Büyük Petro zamanında, Azerbaycan'ın Rusya'ya katılmasıyle, rus hâkimiyeti Gürcistan sınırlarına kadar dayanmıştı. XVII. yüzyıl içinde Osmanlı İmparatorluğunun büsbütün zâfa uğraması ve Küçük Kaynarca barışından sonra, Rusya'nın kesin olarak Türkiye'ye galebe çalması üzerine, Rusların Kafkas'taki nüfuzları da çok yükselmişti. II. Katerina 1783 te çıkardığı bir fermanla Rusya'nın, Gürcistan’ı himayesi altına aldığını resmen ilân etmişti.

XIX. yüzyıl başından Gürcistan, birbirleriyle savaşan birkaç küçük beylikten ibaretti. Bu durum karşısında, gürcü beylerinden XII. Gorg, rus çar'ı I. Pavel'e, Gürcistan’ı tamamiyle Rusya'ya ilhak etmesini dileyerek bir müracaatta bulundu. Rus çar'ı bunu kabul etti ve bir rus generalinin riyasetinde Gürcülerden bir "hükümet,, kurularak 1801 de Gürcistan’ın Rusya'ya ilhakına başlandı. Bazı gürcü beylerinin rus hâkimiyetine karşı gelmek istemeleri üzerine, çar I. Aleksandr, Gürcistan’ın bir rus eyaleti haline getirilmesi için daha esaslı tedbirler aldı. Gürcü menşeli olan Tsitsianov, Gürcistan’ın idaresine memur edildi. "Rus çar'ının sadık bir uşağı olan,, Tsitsianov, az sonra Doğu Gürcistan’ı da rus idaresine koydu; Azerbaycan ve Dağıstan'ın da Rusya'ya ilhakına girişti. Mingrelya ve İmeretya da, az sonra rus hâkimiyetini tanıdılar; İmeretya beyi Solomon ise Türkiye'ye sığındı. 1804 - 1805 yıllarında Erivan ve Bakü Hanlıkları da, Tsitsianov tarafından rus hâkimiyeti altına alındılar; Tsitsianovun Bakü'da öldürülmesi üzerine, Ruslar Kafkaslara asker sevkederek Azerbaycan'ı tamamiyle ve Dağıstan'ın mühim bir kısmını işgal ettiler. 1810 yıllarına doğru bu suretle Kafkasların büyük bir kısmı (Dağıstan ve Kuzey Kafkasların bazı mıntıkaları müstesna) tamamiyle Rusların eline geçmişti. Rusya'nın sınırları, bu suretle Doğu Anadolu'ya dayanmış, Anadolu için rus tehlikesi başlamış bulunuyordu.



1812 yılına kadar Rusya'nın Avrupa siyaseti 


Napoleon'un 1804 de kendini imparator ilân etmesi  ve   Avrupa'da  fransız  hegemonyasını kurması üzerine, Fransa'ya karşı teşekkül eden devletler  blokuna  Rusya da girmişti. 1805 te Rusya, Avusturya'nın müttefiki sıfatiyle Napoleon'a karşı harbe karıştı. Kutuzov'un kumandasında bir rus ordusu Avusturya'ya girdi ve Austerlitz yanında vukubulan meydan muharebesini Ruslar kaybedince Ruslar kendi sınırlarına çekilmek zorunda kaldılar. Aleksandr, bu defa, Avusturya'nın müttefiki sıfatiyle, ertesi sene tekrar Fransızlara karşı savaş açtı. Napoleon'un Berlin'i zaptı üzerine, 1806-1807 de Königsberg dolaylarında kanlı savaşlar cereyan etti. 1807 yazında, Napoleon, Friedland meydan muharebesinde Rusları ağır bir yenilgiye uğrattıktan sonra, rus kuvvetleri Niemen ırmağının doğusuna atıldılar. Bu durum karşısında Aleksandr, fransız imparatoru ile boy ölçüşmenin mümkün olamayacağını anladı ve 1807 de Tilzit şehri yanında, Niemen üzerinde yapılan sallar üzerinde Napoleon ile Aleksandr arasında bir görüşme yapıldı; bu mülâkat sonunda iki imparator birbirlerinden dost olarak ayrıldılar; Tilzit görüşmesinde Napoleon ile Aleksandr arasında bir ittifak bile akdolundu. Buna göre, Fransa Batı Avrupa'da; Rusya da, Doğu Avrupa'da hâkim olacaklardı. Napoleon, Rusya'nın Türkiye ve İsveç zararına genişlemesi hakkını tanıdı; Fransa ve Rusya bundan böyle İngiltere'ye karşı müşterek bir hareket takip edeceklerdi. Napoleon tarafından tatbik edilen "kıta ablukası,, (İngiliz mallarının Avrupa'ya sokulmaması) politikasını Aleksandr da tasvib etti ve Rusya'ya ingiliz mallarının getirilmesini yasak etti. Lehistan'a ait olup, Prusya'ya ilhak edilen Belostok bölgesi Rusya'ya katıldı. Bu suretle, 1807 de Rusya ile Fransa arasında İngiltere'ye karşı bir cephe birliği teşkil edilmişti.

Aleksandr, Napoleon ile dostluğundan faydalanarak, 1808 de İsveç'e harp ilân etti. Çetin savaşlardan sonra rus kuvvetleri, 1808 ve 1809 da Finlandiya'yı işgal ettiler ve İsveç'i barış akdine zorladılar. Buna göre: Finlandiya arazisi Torneo nehrine kadar, Rusya'ya bırakıldı. Rus hükümeti hiçbir sebeb olmadığı halde, 1806 yılındanberi, Türkiye ile harb halinde idi. Napoleon başta Türkleri iltizam etmişti; halbuki Tilzit mülâkatından sonra Rusları tutmağa başladı. Rus kuvvetleri Buğdan ve Eflak'ı işgal ettiler; ve birkaç defa Tuna'yı geçerek Balkanlara kadar ilerlediler. 1811 de Kutuzov'un kumandasındaki bir rus ordusu, Tuna'nın kuzey tarafında büyük bir zafer kazandıktan sonra Türkleri barış akdine mecbur etti. 1812 de akdolunan Bükreş barışıyle Ruslar Basarabya'yı ilhak ettiler.

Rusların, verdikleri söze bakmaksızın, İngiltere ile ticaret münasebetlerini devam ettirmeleri ve Fransa ile mevcut ittifak şartlarını gereği gibi yerine getirmemeleri Napoleon'u kızdırmıştı. İngiliz ticaretinin azalması ise rus yüksek tabakası ve tüccarları arasında da memnuniyetsizliği mucib olmuştu. 1. Aleksandr, bu suretle takip ettiği siyasetiyle ne Fransa'yı ve ne de Rusları tatmin edebildi. Bir taraftan Fransa'nın boyuna kuvvetlenerek Avrupa'da hegemonya tesis etmesi, diğer yandan Rusların bu durumu çekemeyerek askerî hazırlıklara başlamaları, Rusya ile Fransa arasında harbin çıkmasına yol açtı. Napoleon'un, ergeç Rusya'ya karşı harekete geçeceği aşikârdı: nitekim 1812 de harp patlak verdi.


Napoleon'un Rusya'yı istilâsı ve Rusya'nın «vatan  savaşı»  


  1811’de artık Napoleon'un harekete geçeceği anlaşılmıştı.  Ruslar  da  askerî  hazırlıklarını hızlatmışlardı;  1812  başında  220 bin kişilik rus  kuvvetleri,  üç  ordu  halinde,  Rusya'nın (1812) batı sınırlarında, Niemen nehri boyunca mevki almışlardı. Birinci rus ordusuna, rus harbiye nazırı olan Livonyalı Almanlardan, Barklay de Tolly (Barclay de Tolly) kumanda ediyordu; ikinci rus ordusu, aslen gürcü olan knez Bagration kumandasında, üçüncü ordu da, ihtiyat olarak Volınya'da bulunuyordu. Petersburg'un müdafaasına küçük bir ordu ile general Witgenstein memur edilmişti. Rus ordusunun mecmuu 480 bin kişiden ibaret olup, 1600 topu vardı. Napoleon'un kuvvetleri 685 bin kişiden ibaretti ve 1350 topu vardı. Bu kuvvetten 420 bini rus seferine iştirak edecek, kalan kısmı Lehistan'da ve Batı Almanya'da ihtiyat olarak bırakılacaktı. "Büyük ordu,, adı verilen bu fransız ordusu, Fransızlardan başka Prusyalı, Bavyeralı, İtalyan, İspanyol, Lehli ve İsviçrelilerden teşekkül ediyordu; ordu "millî bir fransız,, ordusu değildi, fransız olmayan askerlerin, sefere fazla bir istekle iştirak etmedikleri muhakkaktı. Rus generalleri, tedafüi bir harb yapmayı düşünüyorlardı. Fakat harbin muayyen bir plânı yoktu, Napoleon'un hareketine göre vaziyet alınacaktı.

Napoleon'un öncüleri, Lehli kıtalar, 12 haziran (1812) gecesi Niemen nehrini Kaunas (Kovno) şehri yanında geçmeğe başlayınca, Ruslar fransız kıtalarının hareketini durduramadılar; Barklay de Tolly ordusuna hemen çekilmek emrini verdi. Napoleon 16 haziranda Vilno şehrini işgal etti. Aleksandr, harp başlarken burada bulunuyordu; düşman Vilno'ya girmeden iki gün önce burayı terketmişti.

Rus generalleri, hattı hareketlerinde serbest olabilmek için, Çar Aleksandr'ın ordudan ayrılması hususunda ısrar ettiler; Çar da, evvelâ Moskova'ya, sonra Petersburg'a gitti; bunun üzerine Barklay başkumandan sıfatiyle, bütün askerî kuvvetleri idareye başladı.

Napoleon, rus ordularının dağınık bir halde oluşundan faydalanarak, Barklay de Tolly ve Bagration kuvvetlerine birleşmek imkânı vermeden imha etmek istiyordu; fransız kıtaları, iki rus ordusu arasında sür'atle ilerlemeğe başladılar.

Barklay ve erkân-ı harbiyesi, XII. Karl'ın Rusya'yı istilâsı teşebbüsünde, Büyük Petro'nun ihtiyar ettiği "Rusya'nın içlerine doğru çekiliş hareketini,, örnek aldılar; zaten Ruslar için yapılacak başka bir çare de yoktu; Barklay ve Bagration ordularının ancak Smolensk yanında birleşmeleri mümkün olduğundan, Rusya'nın, batı mıntakasını Fransızlara bırakmak mecburiyeti hasıl olmuştu. Gerek Barklay de Tolly ve gerek Bagration, Napoleon'un ilerlemesini durduracak durumda değillerdi. Her iki general, Fransızların baskısı ve takibi altında Smolensk istikametinde çekildiler; her ikisi de düşmanla büyük bir savaşa tutuşmaktan sakındılar. Bagration, ancak çok büyük güçlüklerle ordusunu Fransızlara kaptırmaktan kurtarabildi. Napoleon'un, rus ordularını birleşmeden imha etmek plânı tahakkuk ettirilemedi; Bagration, Smolensk yanında Barklay de Tolly ile birleşmeğe muvaffak oldu. Napoleon ise, bir an evvel kat'î neticeli bir meydan muharebesinin yapılmasını arzu ediyordu; rus askerleri de mütemadi ric'attan usanmışlar, Fransızlarla boy ölçüşmek istiyorlardı. 4 ağustos (1812) günü Smolensk için yapılan savaşı Fransızlar kazandılar ve bir harabe haline gelen ve gayet mühim stratejik ehemmiyeti olân Smolensk'i işgal ettiler. Fakat, Napoleon'un esas maksadı olan, rus ordusunu imha etmek tahakkuk ettirelemedi. Barklay de Tolly, rus kuvvetlerini yine Moskova istikametinde ricat ettirdi. Mevsimin geç oluşu ve Rusya'nın içlerine ilerledikçe fransız ordusunun mühimmat ve iaşe celbinin zorlaşması nazarı itibara alınarak, fransız generallerinden bazıları, Napoleon'a 1812/1813 kışını Smolensk'te geçirmeyi ve 1813 ilkbaharında Moskova üzerine yürümeyi tavsiye ettilerse de, fransız imparatoru bu tavsiyeye ehemmiyet vermedi.

Smolensk'te Napoleon'un durdurulamaması ise rus askerleri arasında umumî bir endişe ve memnuniyetsizliği mucip olmuştu. Askerler ve generaller arasında, ricatın bilhassa Barklay de Tolly emri ve isteğiyle yapılmakta olduğuna dair söylentiler başladı; Barklay'ın menşe itibariyle bir alman oluşu da bu gibi şayialara yol açıyordu. Başkumandanlık makamına bir rus generali getirildiği takdirde harbin seyri değişecek zannediliyordu. Çar Aleksandr, bu söylentileri nazarı itibara almak mecburiyetinde kaldı ve Barklay de Tolly'yi azlederek, yerine 1812 rus-Türk savaşında nam kazanan ve rus menşeli ve artık epey yaşlı olan general M. Y. Golenişçev-Kutuzov'u başkumandan tayin etti. Umumî arzuya uyarak, Çar, rus ordusunun çekilişini durdurmasını emretti; hatta Bagration, Vitebsk üzerine bir taarruz teşebbüsünde bile bulundu; fakat az daha Fransızlar tarafından sarılmak tehlikesine maruz kaldı; ancak acele çekilmek suretiyle esas rus kuvvetleriyle birleşebildi. Bagration ordusunun bu muvaffakiyetsizliği, Rusların, Napoleon ordusu ve fransız imparatorunun askerlikteki ustalığı karşısında ne kadar zayıf olduğunu açıkça göstermişti. Başkumandanlığa Kutuzov getirildikten sonra da Fransızların ilerleyişini durdurmak mümkün olamıyacağı aşikârdı; Kutuzov ( 16/28 ağustosta ordugâha gelmişti), ricat hareketini devam ettirdi ve nihayet, Moskova'nın batısında 112 km. bir mesafede olan Borodino köyü yakınında Napoleon'la bir meydan muharebesini kabule karar verdi.

26 ağustos ( yeni takvime göre 7 eylül ) günü Borodino yakınında cereyan eden meydan muharebesi, rus tarihinin en kanlı ve en mühim savaşlarından biridir. Napoleon'un kuvvetleri, 130 bin nefer, 587 top, Ruslarınki 126 bin nefer olup, 640 topla mücehhezdi. Sabahın erken saatlerinde başlayan savaş, Fransızların arka arkaya tekrarladıkları hücumlar ve Rusların kahramanca müdafaalarıyle temayüz etti. Napoleon'un kıtaları Bagration'un kumanda ettiği rus sol kanadına şiddetli darbeler indirerek, buradaki rus tahkimli mevkileri işgal ettiler; bu sırada Bagration bir mermi parçasıyle öldü ; fransız hücumları bu defa Rayevski tabyelerine yöneltildi ; çetin çarpışmalar sonunda Rayevski tabyesi de Fransızların eline geçti. Akşam karanlığına kadar devam eden müthiş savaşlar sonunda, Fransızlar bir miktar arazi kazandılar ve Ruslar da ikinci müdafaa hattına çekilmek zorunda kaldılar. Gece olunca, savaş sona erdi. Rus başkumandanı Kutuzov ertesi gün meydan muharebesini devam ettirmek istemişti. Fakat Rusların ölü ve yaralı olarak 58 bin kişi kaybettikleri (fransız kaybı 54 bin kişiydi) anlaşılınca, Kutuzov rus ordusuna Moskova istikametinde çekilmek emrini verdi. Napoleon'un ordusu da, Borodino savaşından sonra, çok çetin bir duruma düşmüştü; rus ordusunun külliyen imhası gerçekleştirilememiş, fransız ordusu ise çok kayıb vermiş ve mesafenin uzaklığı dolayısıyle bu kayıpları dolduracak bir durumda olmadığı gibi, iaşe vaziyeti de günden güne fenalaşmakta idi. Mevsimin de geç olması, sonbaharın başlaması, Napoleon kuvvetleri için durumun zorlaşmasına sebeb oldu. Napoleon bir an evvel Moskova'ya girerek harbi sona erdirmeyi tasarlamağa başladı. Borodino meydan muharebesinde üstünlük Fransızlarda kaldıysa da, rus yenilgisi pek bariz değildi; fakat, Rusların Moskova istikametinde çekilmeleriyle, Fransızlar için Moskova yolu açılmış oldu.

Rus başkumandanlığı, Moskova yakınındaki "Fili,, köyünde yapılan askerî meclisinin kararı üzerine, ricatı devam ettirerek, Moskova'yı Fransızlara bırakmak kararını verdi. 2/14 eylül günü rus kıtaları Moskova'yı geçip gittiler; şehir ahalisinden büyük bir kısmı, düşman hareketi karşısında emniyetli gördükleri şehir, kasaba ve köylere gitmişlerdi. Rus ordusunun Moskova'dan çıktığı gün, Fransızlar da şehire girdiler ve Napoleon Kremlin sarayına indi. Bu suretle Fransızların imparatoru, eski rus paytahtına girmeğe muvaffak oldu. Napoleon'un nazarında harbin sona ermesi icabediyordu; fakat imparator bu görüşünde tamamiyle yanıldı.

Napoleon'un Moskova'ya girdiği ilk gece (yani 14/15 eylül gecesi) Moskova'da yangınlar başladı. Şehrin muhtelif semtlerinde birden yangın aldı-yürüdü; Moskova'yı terkeden ahali kendi evlerini yaktığı gibi, şehirde kalan birtakım serseri gürühu da evleri tutuşturuyorlardı; Moskova'nın askeri valisi general Rastopçin'in de Moskova'yı yakmak için önceden tedbirler aldığı anlaşılıyor. 6/18 eylüle kadar devam eden yangınlar neticesinde şehrin dörtte üçü yandı, kül oldu. Halbuki Napoleon askerleri Moskova'da kışı geçirmeyi düşünüyorlardı. Şehir baştan başa yanınca, askerler için barınacak yer bile kalmamıştı. Fransız ordusunun, rus payitahtı olan Petersburg'a yürümesine de imkân yoktu. Rus generali Witgenstein'in küçük bir ordusu, fransız kuvvetlerini durduracak bir durumda idi. Rus ana kuvvetleri ise, Kutuzov'un kumandasında, Moskova'nın güney-doğusunda (Ryazan yolu üzerinde) şehirden 20 km. lik bir yerde durmuş, Fransızların hareketine mani olmak için tertibat almıştı; Moskova'nın güneyindeki Kaluga yolu da Ruslar tarafından tutulmuştu. Napoleon, çok müşkül bir duruma düşmüş bulunuyordu. Yakılan Moskova'da ordu için yiyecek sıkıntısı başgösterdi. Etraftaki rus köylerinden bir şey getirmek imkânsızdı; rus çeteleri, Fransızları köylere bırakmıyorlardı; mesafe uzaklığından ötürü Lehistandan ve Almanya'dan yardım gelmesine de imkân yoktu. Napoleon, Çar Aleksandr'a iki defa mektup yazarak, barış teklifinde bulundu ise de, cevap bile alamadı. Moskova'da bulunan fransız ordusunun disiplini bozulmuş, askerler, evleri yağma etmekle, sarhoşluk ve zorbalıkla meşguldüler; ancak hassa alayları eski intizamlarını muhafaza etmişlerdi. Bu durum karşısında ne yapacağını bilmeyen Napoleon, şaşkın bir halde idi. Kutuzov'a "barış,, akdi maksadiyle bir elçi bile gönderdiyse de, rus başkumandanı, "sulh müzakerelerine,, başlamağa salâhiyeti olmadığını bildirmekle iktifa etti.

6/18 ekim günü, bir fransız öncü kıtası, Moskova güneyindeki Tarutin mevkiinde, Ruslar tarafından hırpalandı. Bu çarpışma, Rusların teşebbüsü ele aldıklarını gösteriyordu. Napoleon bu haber üzerine, Moskova'yı terk ile, Vilno'ya çekilmek kararını verdi. Fransızlar 8/20 ekim de eski rus paytahtını boşalttılar; fakat Kaluga yolu Ruslar tarafından tutulmuş olduğundan, tahrip edilen Smolensk yolundan gitmek zorunda kaldılar. Napoleon ordusunun Rusya'dan çekilişi böylelikle başlamış oldu. Rus kuvvetlerinin mevcudu fazla ve yiyecek-içecek stoklan da iyi olmakla beraber, rus generalleri Napoleon'u büyük bir meydan muharebesini kabule zorlayamadılar; Fransızlarla müvazi olarak yürümekle, operativ bir hareket hattını tercih ettiler. Napoleon ordusuna, muntazam rus kıtalarından ziyade, daha Fransızların Moskova'yı işgallerinden önce başlayan "rus çeteci,, leri - "partizan,, larının büyük zararı dokunmakta idi; ekserisi köylülerden veya cephe arkasında kalan asker ve Kazaklardan teşekkül eden bu çeteler, fransız kıtalarının erzak ve yem toplamalarına mani oluyorlardı. Napoleon'u ve ordusunu yakalamak maksadiyle, kuzeyden ve güneyden rus kuvvetleri Berezina nehrine doğru harekete geçtiler. Fakat fransız imparatoru gayet usta bir manevra yaparak Rusları aldattı; ve ordusunun esas kısmını Berezina'nın batı tarafından geçirebildi. Fakat âni olarak başlayan soğuklar (henüz kasım ayı olmasına rağmen sıfırın altında 25-30 dereceye düşmüştü) fransız kıtaları için asıl felâketin başlamasına sebeb oldu ; aç, giyimsiz bir halde olan fransız askerleri artık muntazam bir ordu olmaktan çıkmışlardı. Soğuktan, kardan hergün binlerce kişi donarak ölmekte, "Büyük Ordu,, süratle erimekte idi. Napoleon, Fransa'da yeni bir ordu toplamak maksadiyle, aralık başında, ordudan ayrıldı ve acele Paris'e döndü. Fransız ordusunun ancak küçük bir kısmı Kaunas'a (Kovno) gelebildi. 1812 haziranında rus hududunu geçen 420 bin kişilik "Büyük Ordu,, dan, yalnız iki bin silâhlı ve 30 bin silâhsız fransız askeri Rusya'dan çıkabildi. Mamafih Rusların kaybı da çok büyüktü; Moskova yanından hareket eden 97 bin rus askerinden Prusya sınırına ancak 27 bin kişi varabilmişti.

Bu suretle Napoleon'un 1812 de Rusya'yı istilâ etmek ve Çar Aleksandr'ı bir barışa zorlamak teşebbüsü tam bir muvaffakiyetsizlikle sona ermiş oldu. Bunun başlıca sebebleri şunlardı: Sefere geç başlanması, Smolensk işgal edildikten sonra sonbaharın gelmesi ve iaşe temininin zorlaşması üzerine ilkbahara kadar bir durak yapılmaması, Rusya'daki iklim şartları, mesafe ve yolların durumu nazarı itibara alınmaması; Napoleon ordusu çekilirken, soğukların vaktinden çok evvel başlaması. Napoleon'un, Rusya'yı istilâsı, Rusların bütün kuvvetlerini, maddî ve manevî kaynaklarını toplamalarına ve harbin bir "vatan harbi,, mahiyeti almasına sebeb oldu; rus ahalisinin vatanseverlik hislerini kamçılayarak, bütün rus halkının yabancı müstevlilere karşı ayaklanması, halk heyecanını büsbütün arttırdı. Napoleon'a karşı hiçbir meydan muharebesi kazanamadıkları halde, Ruslar, Rusya'nın tabiî ve coğrafî şartlarından faydalanarak, nihaî zaferi elde etmiş ve Rusya'yı düşman istilâsından kurtarmış oldular. 1812 de Napoleon'un Rusya'yı boşaltmağa mecbur kalması ve rus seferi neticesinde Napoleon ordusunun tamamiyle erimesiyle, Rusya'nın durumu birdenbire değişti; o zamana kadar hemen hemen bütün Avrupa'yı hâkimiyeti altında tutan fransız imparatoruna karşı galebe çalmış bir devlet sıfatiyle dünyanın en ehemmiyetli ve kuvvetli bir devleti derecesine çıkmış oldu. Çar Aleksandr'ın bu durumdan faydalanmağa çalışacağı muhakkaktı.



Avrupa'nın-«kurtarılması» İçin  savaşlar  -(1813-1814)   


Rus orduları  başkumandanı Kutuzov, Çar Aleksandr'a   Vilno'dan   gönderdiği    bir   mektupta "Fransızların  rus topraklarından çıkarılmalarıyle harbin sona  ermesi  lâzım  geldiğini,, bildirmişti. Fakat I. Aleksandr bu fikirde  değildi.  O,  Napoleon'un  Rusya'da  yenilgisinden  faydalanarak, fıransız imparatorunun son kuvvetleri imha edilinceye kadar harbin devam ettirilmesini arzu ediyordu; rus Çar'ı, Napoleon'un ezilmesinden faydalanarak, bütün Lehistan'ı Rusya'ya katmak, Balkanları ve Güney Kafkasları işgal ederek, Rusya'ya Avrupa'da hâkim bir durum sağlamak plânını kurmuştu. Fakat Çar, bu niyetlerini açıkça söylemiyor, maksadını "Avrupa milletlerini Napoleon zulmünden kurtarmak,, maskesiyle örtüyordu. Aleksandr'ın emriyle rus kuvvetleri 1/13 ocak 1813 tarihinde Prusya'ya girdiler. Almanya'nın her tarafında başgösteren "millî hareket,, Fransızlara karşı silahlı ayaklanma, Rusların işini kolaylaştırdı. Prusya kralının kıtaları da Ruslarla birleştiler. Birleşmiş orduların başkumandanlığına Kutuzov getirildiyse de, 1813 nisanında ölmesi yüzünden, bu defa rus generali Witgenstein başkumandan nasbedildi. Rus askerleri, bu suretle Batı Avrupa'da Fransızlara karşı savaşa başlamış oldular.

Mamafih harp birdenbire bitmedi; Napoleon sür'atle hareket ederek, Rusları, Prusyalıları, Saksonya'da ve Silezya'da olmak üzere iki defa yendi; Ruslar, Vistül nehrine kadar çekilmek zorunda kaldılar. Ancak, Avusturya'nın Napoleon'a karşı savaşa başlaması Rusları tam bir yenilgiden kurtardı. Avusturya'nın harbe katılması üzerinedir ki müttefikler, Napoleon'a karşı üstün bir duruma geldiler; müttefikler 1.000.000, Napoleon ise ancak 550.000 kişiyle, Leipzig yanında karşılaştılar. 16-18 ekim (1813) tarihinde yapılan ve "Kavimler Meydan Savaşı,, adiyle tanınan bu büyük meydan muharebesinde Napoleon yenildi ve Ren nehri istikametinde çekildi. Müttefikler, Fransızları takip ederek, 1814 yılı ocağında Fransa sınırını geçtiler. Fransa'da Napoleon'a karşı yer yer ayaklanmalar oldu; fransız nazırlarından Talieyrand müttefiklerle anlaşarak, Fransa'da Bourbon'lar sülâlesinin canlandırılması üzerinde mutabık kaldı, ve fransız kralcılarının davetiyle müttefik kuvvetleri Paris üzerine yürüdüler. Rus Çar'ı I. Aleksandr, müttefik ordunun başında, 31 mart 1814 tarihinde merasimle Paris'e girdi. Fransız Senato'sunun kararıyle tahtından indirilen Napoleon ise Elbe adasına sürgüne gönderildi. Napoleon'a karşı savaş bu suretle bitmiş oldu. Bu savaşta, rus kuvvetleri ekseriyetle ikinci ve hatta üçüncü rolü oynadıkları halde, Çar Aleksandr'ın bizzat orduda bulunması, Aleksandr'ın "Avrupa'nın kurtarıcısı,, rolünü oynamasına imkân verdi.


Kongre ve Varşova Dukalığının Rusya'ya ilhakı (1814 - 1815)   


Napoleon harblerinden sonra, müttefikler Avrupa'ya  yeniden  bir  düzen  vermek  maksadıyle, 1814  eylülünde  Viyana'da  toplandılar; ayrı komisyonlar halinde  çalışan ve  Osmanlı imparatorluğu  murahhaslarından başka bütün devletlerin  iştirak ettikleri  bu  toplantılara  "Viyana  Kongresi,, adı  verilmektedir. Kongrenin çalışmalarına 1815 te devam ettirildi.  Daha toplantıların başında  Rusya  ile  müttefikler  arasında  büyük  anlaşmazlıklar   olduğu   görüldü.  Çar  Aleksandr,  Lehistan'ın tamamiyle  Rusya'ya  bırakılmasını  talep etti.  Avusturya,  İngiltere  ve  Fransa  buna  karşı  geldiler; Prusya   da   buna   muvafakat   etmedi.  Rusya  ile   Prusya arasındaki  ihtilâf,  iki  devlet   arasında   bir  harb  çıkmak tehlikesini  bile  gösterdi.  Tam  bu  sırada  Napoleon'un  Elbe adasından  Fransa'ya  geldiği  haberi  alındı.  Bunun  üzerine müttefikler, aralarındaki anlaşmazlığı bir tarafa  bırakarak, Napoleon'a karşı  savaşa  giriştiler.  Waterloo meydan muharebesinden sonra  Napoleon'un  Sent  Helene  adasına  nefyedilmesini müteakip, Viyana  Kongresi çalışmalarına yeniden  devam etti ve  Avrupa  haritasını  yeni  baştan  tanzim  etti. Rusya  Lehistan'ın büyük bir kısmını, Varşova'yı aldı ve "Lehistan Krallığı,,, Çar  Aleksandr  "Leh  kralı,,  olmak  üzere,  Rusya'ya  katıldı; Pozen (Poznan') çevresi, Prusya'ya; Galiçya, Avusturya'ya verildi ; Krakovya şehri ise, "serbest şehir,, olarak tesbit edildi. Bu sınırlar (Krakovya birkaç yıl sonra Avusturya'ya katılmak suretiyle) 1914 e, yani Birinci Dünya savaşına kadar devam etmiştir. Rusya, bu suretle, Avrupa'daki ihtilâf ve savaşlardan faydalanarak, Lehista'nın en büyük kısmını  kendine ilhak  etmiş oldu. Avrupa  Devletlerinin  elinde  büyük  kuvvetler  bulunması  ve enerjik davranmalar karşısında Ruslar umumi arzuya boyun eğmek mecburiyetinde kalmışlardı.


Mukaddes İttifak (1815)    


Çar  Aleksandr,  1815 te  Paris'te iken,  Avusturya imparatoru  ve Prusya kralının "Kardeş Hıristiyan İttifakı Uzlaşması,, adiyle, üç hükümdar arasında bir uzlaşma akdi teklifinde bulundu.  Aleksandr'ın bu teklifi üzerine "Mukaddes İttifak,, adiyle bilinen ve Viyana Kongresinden sonra, uzun zaman Avrupa politikasında mühim rol oynayan bir ittifak akdedildi. Bu ittifak metnine imzalarını koyan üç hükümdar (Rusya, Avusturya, Prusya) "Mukaddes İncilin emirlerine göre,, hareket etmeyi prensip olarak aldıklarını bildiriyorlar; her memlekette meşru sülâle azalarının hâkimiyetlerini muhafaza yolunda birbirlerine yardımı taahhüt ediyorlar, her nevi ihtilâl hareketlerini bastırmak üzere birbirlerine askerî kuvvet göndermek suretiyle işbirliği yapmayı kabul ediyorlardı. I. Aleksandr, " Mukaddes İttifak „ vasıtasiyle, yalnız Avusturya'da ve Prusya'da değil, hatta bütün Avrupa'da uzun bir zaman için rus hâkimiyetini sağlamak plânını kurmuştu. " Mukaddes ittifak „ a, Avrupa'nın bütün devletleri, hatta İsviçre Cumhuriyeti bile, katıldılar; Rusya, Avusturya, İngiltere ve Prusya, bu "ittifak,, vasıtasiyle Fransa'yı daimî bir kontrol altında bulundurmakta idiler. Bu ittifaka giren devlet murahhaslarının 1818 — 1822 yıllarında dört kongresi yapıldı ve Avrupanın muhtelif yerlerinde başgösteren ihtilâlci ve "millî,, hareketlerin önü alındı. "Mukaddes İttifak „ ın önderliği, Çar Aleksandr'dan, Avusturya başvekili Metternich'e geçince rus Çar'ı ittifak'ın ruhuna karşı hareket etmeğe başladı ve, gayrı resmî olarak, Osmanlı padişahına karşı isyan eden Yunanlılara yardım etti. Ancak Avusturya ve İngiltere'nin resmen müdahaleleri, Rusların Yunanlılara yardımlarını durdurmalarını mucip oldu. Aleksandr, Avusturya ve İngiltere'nin Balkanlarda nüfuz kazanmalarını önlemek için, 1825 te Türkiye'ye karşı bir sefer açmayı kararlaştırmıştı; Çar'ın aynı senede ölümü, bu seferin gerçekleşmesine mani oldu.



I. Aleksandr zamanında reaksiyon rejimi I. Aleksandr'ın mistisizme kapılması  


Napoleon'a karşı yapılan savaşlar ve Rusyanın muzaffer bir devlet olarak Avrupa'da en yüksek bir mevkie çıkması neticesi olarak Çar I. Aleksandr'ın  görüşlerinde  büyük  değişiklikler hasıl oldu. Kendisinin bir görüşten öbürüne nasıl kolaylıkla atladığını, tahta geçtiği zaman, hatta devrin en ileri giden liberal fikirleri benimsediğini görmüştük. Fakat rus Çar'ının bu telâkkileri samimî değildi; o, karakteri itibariyle "sahtekârdı„ ve ancak geçici bir zaman için bazı parlak fikirleri benimser gibi görünür, yanındakileri aldatır, sonra büsbütün başka görüşlerin peşine takılırdı. Speranski vasıtasiyle Rusya'da "en ileri bir devlet rejimi,, kurmak isteyişinin de samimî olmadığını görmüştük. Aynı veçhile, 1815 ten sonra "Lehistan Krallığı,, Rusya'ya ilhak edilince, Çar Aleksandr'ın bir müddet Lehistan'da çok ileri giden hürriyet esaslarına dayanan "Meşrutî bir Krallık,, rejimi kurmak arzusu da, ancak bir gösterişten ibaret kaldı. Çar verdiği sözün hiçbirini tutmadı ve Lehistan'da tam bir şiddet rejimi kurmağa çalıştı. Aleksandr, 1812 yılı savaşları sırasında kendini tamamiyle dinî mistisizme kaptırmış bulunuyordu. Hele Almanya'da bulunduğu zaman, çok egzantrik bir bayan olan Barones Von Krüdener'ın tesiriyle Aleksandr büsbütün mistisizme saplandı. Çar, kendinin "Napoleon'u imha etmek ve Avrupa milletlerini Napoleon zulmünden kurtarmak,, için Tanrı tarafından seçilmiş "bir kimse olduğuna kanaat getirmişti. Birtakım din adamları, mürailer ve kendisi gibi mistisizme kapılmış görünen kimselerle temas, Aleksandr üzerinde derin tesir yapmakta ve Çarın mutaassıb bir " sofu „ olmasına hizmet etmekte idi. Aleksandr günün büyük bir kısmını ibadet, mistisizm üzerinde konuşmalarla geçiriyordu; devlet işleri ile ilgisi azalmıştı. Dinî telâkkilerin tesiriyle, Çar, tam bir müstebit rejim taraftarı olmuş, her nevi ileri görüşlerin, hürriyet fikirlerinin amansız bir düşmanı kesilmişti. Rus arhimandriti Fotius gibi cahil ve mutaassıb bir papas ve Arakçeyev gibi çok kaba ve cahil bir general, en yakın müşavirleri ve itimat edilen adamları sıfatiyle, Aleksandr'ın yaşayış ve idare tarzında en mühim rol oynamağa başlamışlardı.


Arakçeyev idare sistemi   


Aleksandr'ın  hâkimiyetinin  son  yıllarında Arakçeyev, devlet idaresinde hudutsuz bir salâhiyet sahibi oldu. Gayet kaba, cahil ve aynı zamanda fevkalâde zalim tabiatlı bir kimse  olan  bu  general, Çarlığa "sadakati,, ve doğruluğu ile Aleksandr'ın itimadını kazanmıştı. Aleksandr, devlet idaresinin her hususunda onunla, ve onun arzusuna göre hareket etmekte idi. Arakçeyev hakkında yapılan bütün şikâyetler, Çar tarafından nazarı itibara alınmamakta idi. Bu general ise Rusya'yı bir "kışla,, zannediyor ve rus ahalisini de "asker,, telâkki ediyordu. Tatbik etmek istediği idare sistemi de bir "kışla,, rejimi idi. Rus ahalisini küçük yaşta "askerliğe,, alıştırmak maksadiyle, Arakçeyev, "asker! köyler,, kurdu ve buralarda yerleştirilen köylüleri, tam bir askerî disipline tâbi tutmak sistemini tatbik etti; köylüler muayyen saatlerde ekin ekecekler, muayyen saatlerde askerlik talimi göreceklerdi. Arakçeyev'in bu teşebbüsü devlete çok pahalıya mal oldu; fakat bundan bir netice çıkmadı: askerî köylerdeki köylüler, ne iyi çiftçi, ne de iyi asker oluyorlardı. Bu sistemin Rusya için hiçbir fayda sağlamadığı anlaşılmasına rağmen, Arakçeyev'in inadı ile, sistem devam ettirildi; ve ancak I. Aleksandr'dan sonra kaldırıldı.



Rus münevver tabakalarında fikir hareketleri ve «gizli  cemiyetler»     


    

 Rus askerlerinin  1813-1815  yıllarında   Batı  Avrupa  seferlerine  iştirakleri, rus  zabitlerinden büyük bir  kısmının  görüş telâkkilerinde ehemmiyetli  değişiklikler  hasıl  olmasına  yol açtı    Ruslardan  birçoğu,   Rusya'daki  hayat şartlarının, devlet teşkilâtı ve sosyal müesseselerinin Avrupa'dakilerine nisbetle çok geride olduğunu görmek imkânını  buldular; hele rus Çarlık rejiminin istibdadı, rus ahalisinin  çoğunluğunu teşkil eden köylülerin bir  nevi  "kölelik,,  olan  "toprak serfliği,, nde kalmaları, aydın rus zabitleri ve ediblerin  hoşuna gitmemeğe başladı. XVIII. yüzyıl hürriyet fikirleri altında meydana gelen Avrupa sosyal müsseseleri,  hele  alman  milliyetçiliği  ve  alman  idealist  felsefe  görüşleri,  açık  fikirli  Ruslar tarafından da  benimsenmeğe  başlanmıştı.   Çar  Aleksandr'ın gittikçe şiddetlenen istibdat rejimi, bir irtica eseri  olan  "mistisizm,,!,  general Arakçeyev'in  "kışla  rejimi,,  karşısında yeni fikirleri benimseyenler açıkça hareket edecek durumda değillerdi; bundan ötürü "gizli cemiyetler,, kurulmağa ve ileri görüşleri benimseyenleri bir araya toplayan bazı hareketler yapılmağa başlandı. Rus zabitleri ve münevverlerinin Batı Avrupa ile yakından temasları neticesinde iki cereyan hasıl olmuştu. Biri felsefî, diğeri siyasî olan bu cereyanların her ikisi de rus cemiyeti üzerinde müessir olmağa başladı. Felsefî cereyan taraftarları, o sıralarda moda olan alman felsefe mekteplerinin tesiri altında bulunuyor, bu felsefî görüşleri Rusya'da da yayarak rus tarihini ona göre izah etmek ve rus hayatını bu prensipler üzerinde kurmayı tavsiye ediyorlardı.

Daha mühim olan siyasî cereyana gelince, bu hareketin mensupları: Avrupa'da gördükleri devlet sistemi ve sosyal müesseselerinin Rusya'ya tatbikini tasarlıyorlardı. Rus kıtaları Batı Avrupa seferinden dönünce, birçok zabit, alaylarda kendi cemiyetlerini kurmuşlar ve Avrupa'da iken edindikleri görüşlerini tatbik için hazırlık yapmaya başlamışlardı. Bu cemiyetlerin ekserisi, o sıralarda Rusya'da çok yayılmış olan " farmason loncalarını,, andırıyordu. Fakat nihaî gayeleri "farmason,, lardan büsbütün başka idi. Bu gibi cemiyetlerden en mühimi, 1816 da kurulan "Kurtuluş Birliği,, adını taşıyanı oldu. Bu cemiyetin azaları, yalnız kendilerinin "şahsî tekemmül,, kaideleriyle iktifa etmeyecekler, Rusya'da bir "meşrutî,, sistem kurulmasına da çalışacaklardı. İki yıl sonra, "Kurtuluş Birliği,, nin azaları, Almanya'da Napoleon zamanında Fransızlara karşı mücadele için kurulan "Tugendbund„u taklid ederek, gizli bir cemiyet kurdular. "Refah Birliği,, adını taşıyan bu cemiyet az sonra iki şubeye bölündü : "Kuzey,, ve "Güney,, şubeleri. Bu gizli cemiyetler artık tamamiyle ihtilâlci mahiyetle olup, Rusya'daki Çarlık rejimini, zor kullanarak devirmeyi amaç biliyorlardı. "Kuzey Birliği,, nin başında, zabitlerden Muravyev Apostol kardeşler ve şair Rıleyev bulunuyorlardı; merkezi Petersburg'da idi. "Güney Birliği„nin başında da, Albay Pestel vardı; bu şubenin faaliyet sahası, Kiyef ve Podolya vilâyetlerinde bulunan "ikinci rus ordusu,, idi. Bu gizli cemiyetler azalarının çoğu zabitlerdi, fakat sivillerden de azalar vardı; her iki "birlik,, birbirleriyle muhaberede bulunuyor ve faaliyetleri, gayeleri hakkında birbirlerini haberdar ediyorlardı.

Mevcut rejim devrildikten sonra, Rusya'da kurulacak rejim hakkında, "Birlik,, azaları arasında görüş ayrılıkları vardı: Bazıları "Meşrutî bir Monarşi,, kurmayı, bazıları ise federasyon esaslarına dayanan bir "Cumhuriyet,, tesisini tasarlıyorlardı. "Güney Birliği,, nin başı olan Albay Pestel tarafından kaleme alınan ve "Rus kanunu,, (Russkaya Pravda) adını taşıyan broşür Rusya'da kurulması düşünülen "Cumhuriyet,, hakkında en enteresan bir taslak mahiyetindedir. "Birlikler„in faaliyeti çok gizli tutulmakla beraber, az sonra bunların mevcudiyetinden, plânlarından hükümet haberdar edildi. Aleksandr'a bu hususta rapor sunuldu ise de, bunlara ehemmiyet vermedi ve vaktiyle kendisinin de kapılmış olduğu "hayalperest gençliğin hülyaları,, telâkki etti. Gizli hareketin faaliyeti artması ve aralarından birinin bütün sırları ele vermesi üzerine, general Arakçeyev bu "Birlik„ler hakkında, faaliyetlerinin amaçları, cemiyete girenlerin adları hakkında mufassal rapor hazırladı ve bu sırada Taganrog'da hastalanan I. Aleksandr'a gönderdi. Bu rapor yerine ulaşmadan, I. Aleksandr öldü. Raporun incelenmesi ve gereken tedbirlerin alınması işiyle I. Aleksandr'in halefi Çar I. Nikola (Nikolay) meşgul oldu.



I. Aleksandr'ın  ölümü   (1 aralık 1825


I. Aleksandr 1825 başında vereme tutulan karısı Yelizaveta  Alekseyevna'yı tedavi  ettirmek, hem de Türkiye'ye karşı başlanması düşünülen  sefer  hazırlıklarına  yakın   bulunmak maksadiyle, Azak  denizi sahilindeki Taganrog şehrine gitmişti,

Karısının hastalığı iyileşmediği gibi, bir de Çar kendisi de Kırım'a yaptığı seyahati esnasında dizanteriye tutuldu. Hasta olarak Taganrog'a döndükten sonra, Aleksandr, 19 kasım (1 aralık) 1825 tarihinde öldü. Çar I. Aleksandr'ın hayatının ikinci devrinde "mistisizme,, kapılışı ve bunun icabı olarak hayattan "bıkkınlığı,,, dinî telâkkiler zahitlik düsturlerine göre yaşayış tarzını ayarlamak isteyişinin icabı olarak, I. Aleksandr'ın Taganrog gibi Petersburg'tan uzak bir yerde ölmesi, kendisinin hakikatte ölmediği, başka bir isim alarak (zahit Dem'yan Kuzmiç) Rusya'da dolaşmakta olduğu şayiasına sebeb oldu. I. Aleksandr, hiçbir meydan muharebesi kazanmadığı, gerek askerlik ve gerek devlet idaresinde herhangi bir yararlık göstermediği halde, "Vatan savaşı,, zamanında Rusya'nın başında bulunmasından ötürü, büyük bir şöhret kazanmıştı. Bundan dolayı kendisine rus tarihinde "Takdis edilmiş Aleksandr,, adı verilmektedir.



I. Aleksandr'ın iki kız çocuğu vardı; fakat her ikisi de küçükken öldüklerinden, 1797 yılında imparator Pavel tarafından çıkarılan veraset kanunu gereğince tahta, I. Aleksandr'ın büyük kardeşi Konstantin'in geçmesi icabediyordu. Halbuki Konstantin daha 1819 da taht üzerindeki hakkından vazgeçmiş ve bu cihet I. Aleksandr tarafından tasdik edilmiş ve tahta, Pavel'in üçüncü oğlu Nikola'nın geçmesi lâzım gelmişti. Aleksandr, tarafından tanzim edilen, Konstantin'in tahttan vazgeçtiği ve Nikola Pavloviç'in tahta geçmesi gerektiği hakkındaki resmî ilân (manifesto), bilinmeyen sebeplerle, açıklanmamış, mühürlü bir zarf içinde saklanmıştı. Aleksandr'ın, Taganrog'da öldüğü haberi gelince Petersburg'taki devlet erkânı, Konstantin'in imparator olacağına hükmetmiş, ve paytahtaki kıtalar ona biat ettirilmeğe başlanmıştı; Petersburg'da bulunan büyük knez (grandük) Nikola Pavloviç, ister istemez, kendisi de Konstantin'e biat etmişti. Konstantin Pavloviç ise, Lehistan'ın umumî valisi sıfatiyle o sıralarda Varşova'da bulunuyordu; tahttan vazgeçmiş olduğundan o, Varşova'daki rus kıtalarını Nikola Pavloviç adına biat ettirdi. Bu suretle Rusya'da birden iki "lmparator„a biat ettirilmişti; bunun üzerine Petersburg'daki Nikola Pavloviç ile Varşova'daki Konstantin Pavloviç arasında muhabere başladı. I. Aleksandr'ın "manifesto„su açılması, Konstantin'in kat'î olarak tahttan vazgeçtiğini bildirmesi üzerine, nihayet Nikola, tahta çıktığını bir "manifesto,, (ferman) ile resmen ilân ederek, 14/26 aralık 1825 tarihinde hâkimiyeti ele aldı. 




RUSYA TARİHİ BAŞLANGIÇTAN 1917'YE KADAR

Prof. Dr. AKDES NİMET KURAT

5 Mart 2025 Çarşamba

Amerika Söylenceleri - Surinam-Brezilya

 


Paraparava ve Varaku: Sunuş


Tarihsel Arkaplan


Bu bereket söylencesi, Surinam ve Brezilya'nın tropikal yağmur ormanlarında yaşayan Trio kızılderililerine aittir. O bölgede yaşayan pek çok diğer kabile gibi büyük, yarı yerleşik köylerde sazdan evlerde yaşarlar. Esas olarak avcı-toplayıcıdırlar. Evcil hayvanları yoktur, bu nedenle de yünü bilmezler. Ancak ilkel dokuma tezgâhlarında ağaç kabuklarından kumaş dokurlar. Sepet örerler ve kilden çömlek yaparlar. Metal ya da taş kullanmayı da bilmediklerinden, bütün aletleri bitkilerin çeşitli kısımlarından yapılmıştır.

Bu orman kabilelerinin pek azının koruyucu bir tanrısı ya da ona tapmak için bir binaları vardır. Güneş, ay, yıldızlar, gök gürültüsü ve yağmur gibi doğanın çeşitli öğelerini kişileştiren doğa ruhlarına inanırlar. Bu doğa ruhları ve hayvanlar, sanki her ruhun çift kişiliği varmışçasına sık sık birbirine karışır. Bu kabilelerin söylenceleri evrende bulunan şeyleri ve bunların, örneğin çiftçilik gibi nasıl ortaya çıktığını açıklamaya yöneliktir.


Paraparava ve Varaku


Paraparava, nehrin kıyısında balık tutarken, elleriyle Varaku adı verilen küçük bir balık yakaladı. Balık elinden kurtuldu, yere zıpladı ve kayboldu. Paraparava ne kadar aradıysa da bulamadı. Bulamayacağını kabullenip omuzlarını silkti ve yeni bir balık yakalamak için hazırlanmaya başladı.

Ansızın, arkasından bir kadın sesinin "İşte buradayım" dediğini duydu.

Paraparava arkasına döndü ve garip bir kadının kendisiyle konuştuğunu gördü. "Sen de kimsin?" diye sordu.

"Ben Varaku'yum. Yakaladığın balığın ruhuyum" diye yanıtladı kadın. "Lütfen beni köyüne götür. Nerede yaşadığını görmek istiyorum."

"Orası sazlıkların derinliklerinde basit bir köy" dedi Paraparava. "Hiçbir özelliği yoktur."

"Sen beni götür yine de" dedi Varaku.

Paraparava'nın köyüne vardıklarında Varaku, "Bana şimdi evini göster. Bana ne yiyip ne içtiğini göster. Senin tam olarak nasıl yaşadığını görmek istiyorum" dedi.

"Benim yaşamım çok basittir" diye yanıtladı Paraparava. "Sana burasının hiçbir özelliği olmadığını söylemiştim. Benim bir evim yok. Dışarıda sazların arasında uyuyorum. Yiyecek olarak çevrende gördüğün sazların yumuşak kısımlarını yiyorum. Etli kısımları sulu olur. Benim basit gereksinimlerim için bunlar yeterli."

"Peki o zaman. Merakımı giderdin" dedi Varaku.

Nehre döndüklerinde, "Beni hemen bırakma" dedi Varaku. "Babam yiyeceklerle gelecek. Yerelması, tatlı patates, yuca ve muz getirecek. Getirdiklerini görmeni istiyorum."

Paraparava nehrin kıyısında dururken, birden dev bir timsahın bir ağız dolusu bitkiyle kafasını suyun üstüne çıkardığını gördü. Yaratık onlara doğru süzülürken ateş kırmızısı gözleri Paraparava'nın yüreğini korkuyla doldurdu ve oradan kaçtı.



Çekiciliği ve Değeri


"Paraparava ve Varaku", Orta ve Güney Amerika söylenceleri arasında yaygın olan bir örüntüyü izler. Balıkçı Paraparava, yediği yiyecekleri toplayarak yaşar. Yedikleri genelde otlar, yabani yemişler, yabani meyveler ve kökleri içerir. Ayrıca balık yakalarlar ve küçük hayvanlar avlarlar. Çevrede bu basit yiyeceklerden, oldukça küçük olan topluluğunun gereksinimini karşılayacak oranda bulunduğu sürece çok seyrek yer değiştirir. Ancak yaşamını sürdürebilmesi, hava koşullarındaki değişiklikler ve diğer kabilelerin onun avlanma ve yiyecek toplama alanlarını ele geçirmesi sonucu kolaylıkla tehlikeye düşer.

Doğaüstü bir varlık, Paraparava'ya yaşamının niteliğini nasıl iyileştireceğini öğretmek için gelir. Yiyecek toplamadan yiyecek yetiştirmeye geçiş, uygarlaşma sürecinde önemli bir adımdır ve kabile yaşantısına çok önemli değişiklikler getirir. Ekin eken kabile, ektiğini yetiştirmek ve hasat etmek için o yerde kalacağını bilir. Bunun sonucunda insanlar daha rahat, kalıcı evler kurabilirler. Ekinin verimi bilindiğinde, topluluk gereksiniminden fazlasını oluşturacak kadar yiyecek yetiştirebilir. Tüm kabilenin zamanını yiyecek toplamaya ayırmasına gerek kalmayınca bazıları yeni binalar yapmak ya da onarmak, kumaş dokumak, silah, araç gereç ve çömlek yapmak ve sanat yeteneklerini geliştirmek gibi başka işlerde uzmanlaşma olanağını bulurlar.

Trio benzeri kültürlerin söylencelerinde bir ortak nokta da, kadının, orijinal olarak bir balık biçiminde sudan çıkan farklı bir yaratık türü olarak düşünülmesidir. Erkek balıkçı, kadını bazı söylencelerde derin bir kuyudan veya havuzdan, bazı söylencelerde de nehirden yakalayıp çıkarır. Bu tür söylencelerde kadınlar erkeklerden daha bilgilidirler. Bir tarım toplumu haline gelerek yaşamın nasıl daha iyileştirileceğini erkeklere öğreten onlardır.

Aşağıdaki söylence, Peter Riviere tarafından, Marriage Among the Trio: A Principle of Social Organization (Trio'da Evlilik: Toplumsal Örgütlenmenin Temeli) adıyla kayda geçirilmiş ve eser 1969'da yayımlanmıştır.

Güvenli bir uzaklıkta, Paraparava tekrar nehre doğru döndü. Timsahın sürünerek kıyıya çıkıp Varaku'nun ayakları dibine bir yığın bitki bıraktıktan sonra nehrin derinliklerine dönüşünü izledi.

"Bu dev canavar Varaku'nun babası olmalı!" diye kendi kendine heyecanla söylendi Paraparava. "İyi ki balık tutarken onu yakalamamışım!"

"Artık geri gel!'' diye seslendi Varaku, bir yandan kollarıyla işaret ederek. "Babam sözünü ettiğim yiyecekleri getirdi."

Paraparava nehrin kıyısına döndüğünde, Varaku, "Bu bitkiler senin için. Bundan sonra senin yiyeceğin bunlar olacak. Onların sazların içinden daha tatlı olduğunu göreceksin. İşte yerelmaları ve tatlı patatesler. Bunlar muzlar ve bu tatlı, yenilebilir kök de yuca. Sana hem yiyecek hem de içecek sağlayacak."

"Teşekkür ederim" diye karşılık verdi Paraparava. "Fakat ben bu bitkileri nasıl yiyeceğim ve hepsini yedikten sonra ne yapacağım?"

"Yo, bunlar senin yemen için değil!" diye heyecanla bağırdı Varaku. "En azından hemen şimdi değil. Onları toprağa ekmelisin ki, büyüsünler ve kendileri gibi bitkiler üretsinler. O zaman onları yiyebilirsin ve yine de yemen için aynı bitkilerden daha bulunur. Unutma, asla elindeki yiyeceğin tümünü yeme. Daima her bitkiden biraz sakla ki toprağa ekip yeni bitkiler yetiştirebilesin. Şimdi sana bir tarlayı nasıl hazırlayacağını ve nasıl ekin ekeceğini göstereyim."

Paraparava, Varaku'yu sazların arasında izledi ve bir tarlayı nasıl açacağını ve verdiği bitkilerin her birini nasıl ekeceğini öğrendi. Bir sıraya yerelmalarını, ikinci sıraya tatlı patatesleri ekti. Yucaları üçüncü sıraya ve muzları dördüncüye ekti.

İşi bitirdiklerinde Varaku, Paraparava'ya, "Bütün yapman gereken, sazların bu tarlada büyümelerini önlemek. Bu yeni bitkiler hızla büyümelerine yetecek gün ışığı ve yağmur alacaklar. Olgunlaştıklarında, yine gelip sana nasıl yiyeceğini göstereceğim. Bu arada her sabah bu tarlada çalış; bir gün seni burada bulacağım" dedi.

Paraparava, Varaku'ya nehre kadar eşlik etti. Suya dalıp yine küçük bir balığa dönüşmesini izledi. Onu artık suda göremeyinceye kadar bekleyip tarlasına döndü; yere oturup başına gelenleri düşündü.

Paraparava'nın bitkileri hızla büyüdü. Her sabah tarlasına bakmaya geldiğinde biraz daha büyüdüklerini görüyordu. Yüreğinde bir gülümsemeyle diğer tüm bitkileri tarlasından koparıp attı. Tam Varaku'nun dediği gibi yapmak için dikkatle çalışıyordu.

Haftalar geçti. Paraparava'nın bitkilerinin artık büyük yaprakları vardı. "Muz ağaçlarında büyüyen yeşil muzlar görüyorum" dedi kendi kendine, "fakat yerelmaları ve tatlı patatesler nerede? Varaku acaba yaprakları mı yememi bekliyor? Onu bekleyip görmem gerekecek."

Her sabah tarlasına geldiğinde Varaku'yu orada görmeyi umuyordu. Her sabah hayal kırıklığına uğruyordu. Fakat sonunda Varaku'yu orada bulacağı gün geldi.

Varaku şimdi de Paraparava'ya, yetiştirdiği yiyecekleri hazırlaması ve pişirmesi için gerekli kap kacağı yapmayı öğretti. Sonra yuca bitkisinden ekmek yapmayı gösterdi.

Paraparava bütün yeni yiyecekleri nasıl yiyeceğini ve nasıl tadına varacağını öğrenmeliydi. İlk başta yeni yiyecekler alışkın olduklarından o kadar farklı geliyordu ki yutması çok güç oluyordu. Fakat Varaku, ona zaman içinde yeni yiyecekleri tercih edeceğine inandırdığı için denemeye devam etti. Varaku haklıydı. Yeni tat ve türlere alıştıkça, sazların etli kısmı giderek Paraparava'ya daha az çekici gelmeye başladı. Sonunda Paraparava artık saz yememeye başladı.

İşte halkımız yediğimiz yiyecekleri yemeye böyle başladı. 




Donna Rosenberg'in Dünya Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.

4 Mart 2025 Salı

Dünyaya Yön Veren Müslüman Bilim Adamları-30

 Molla Lütfi

(d.? - ö.1495)



15.yüzyılda, Fatih Sultan Mehmet ve II. Beyazıd dönemlerinde yaşamış meşhur matematikçilerdendir. Sinan Paşa’nın ve Ali Kuşçu’nun talebesi olmuş, Ali Kuşçu’dan öğrendiği matematik bilgilerini Sinan Paşa’ya aktarmıştır. Böylece Sinan Paşa, onun vasıtasıyla matematik öğrenmiştir. Sinan Paşa’nın tavsiyesiyle, Fatih, Molla Lütfi’yi, özel kütüphanesinin müdürlüğüne getirmiştir. Molla Lütfi, bu sayede pek çok değerli kitaptan değişik bilimleri öğrenme fırsatına sahip olmuştur. Sinan Paşa, Fatih tarafından Sivrihisar’a sürülünce, Molla Lütfi de hocası ile birlikte gitmiş, Sultan II. Beyazıd’ın tahta çıkmasının ardından hocasıyla birlikte İstanbul’a dönmüştür. Önce Bursa’daki Yıldırım Beyazıd Medresesi’nde, sonra Filibe’de ve Edirne’de medrese hocalığı yapmıştır.

Molla Lütfi, çevresindeki devlet erkanına ve bilginlere latife yaparak onları eleştirdiğinden, çoğu kimse tarafından sevilmezdi. Fatih Sultan Mehmet’le bile iki arkadaş gibi şakalaşırdı. Kendisini çekemeyen bazı 


kimselerin, dinsizlik suçlamaları nedeniyle kovuşturmaya uğradı ve Sultan Beyazıd döneminde idam edildi.

Ölümü üzerine pek çok kimse yas tutmuş, tarihler düşmüş ve şehit sayılmıştı.

Molla Lütfi’nin, çoğu Arapça olan eserleri 17. yüzyıla kadar elden düşmemiştir. 

Taz’ifü’l-Mezbah (Sunak Taşının İki Katının Bulunması Hakkında) adlı kitabı iki bölümden oluşur. Birinci bölümde kare ve küp tarifleri, çizgilerin ve yüzeylerin çarpımı ve iki kat yapılması gibi geometri konuları ele alınmıştır. İkinci bölümde ise meşhur Delos problemi incelenmiştir. Molla Lütfi’nin, bu problemi, İzmir’li Theon’un eserinden öğrendiği anlaşılmaktadır. İzmir’li Theon, İskenderiye kütüphanesinin müdürü Eratosthenes’e atıfla, Delos adasında büyük bir veba salgını çıkınca, ahalinin, Apollon rahibine müracaat ederek bu salgının geçmesi için ne yapmak gerektiğini sorduklarında, rahibin tapınaktaki sunak taşını iki katına çıkarmalarını tavsiye ettiğini, böylece kolaylıkla çözülemeyecek bir matematik problemi ortaya çıkmış olduğunu yazar. Mimarlar bu işi başaramayınca, Platon’un yardımını isterler. Platon, rahibin sunak taşına ihtiyacı olduğundan değil, Yunanlılara matematiği ihmal ettiklerini ve küçümsediklerini söyleme maksadında olduğunu bildirdikten sonra, problemlerin orta orantı ile çözüleceğini ifade etmiştir. Molla Lütfi, işte bu hikayeye dayanarak eserini yazmıştır. Kitabında, küpün iki kat yapılmasının, yanına başka bir küp ilave etmek demek olmayıp, onu sekiz defa büyütmek demek olduğunu açıklar. Molla Lütfi Mevzuatü’l Ulüm (Bilimlerin Konuları) adlı eserinde de yüz kadar bilimi tasnif etmiştir.




Dünyaya Yön Veren Müslüman Bilim Adamları

Yazar: Hacı Mahmut Hatun

12 Şubat 2025 Çarşamba

DÎNİ SÖZLÜK “M”

 

 

 

 

MANTIK:

 

1. Konuşma, düşünce, söz.

 

Bir adamın mantığı düzgün olursa, diğer amelleri de düzgün olur. Fakat bir kimsenin mantığı bozuk olursa, diğer amelleri de bozuk olur. (Yahyâ bin Ebî Kesir)

 

Müslüman mantıklı hareket eder. Çünkü o kendi fikrine göre değil, büyük İslâm âlimlerinin bildirdiklerine göre hareketlerini ayarlar. (M. Sıddîk Gümüş)

 

2. Doğru muhâkeme ve doğru düşünmeyi öğreten ilim.

 

Mantık üzerine yazılan kıymetli kitaplardan biri Îsâgûcî olup, yüzyıllar boyu medreselerde okutuldu ve üzerine birçok şerhler, açıklamalar yazıldı. (Taşköprüzâde)

 

MARAZ:

 

Hastalık.

 

Taâmın (yemeğin) evvelinde, Besmele-i şerîfeyi söylemeyen kimse için üç zarar vardır: Şeytan, kendisiyle birlikte taâm yer. Yediği taâm, bedenine maraz olur. Taâmda bereket olmaz. (Kudûrî)

 

Maraz-ı Kalbî:

 

Kalb hastalığı, bozuk îtikâd; kibir, hased (kıskançlık), kin ve riyâ (gösteriş) gibi kalb hastalıkları. Kalbin Allahü teâlâdan başka şeylere tutulması.

 

Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:

 

Onların kalblerinde maraz vardır. Cenâb-ı Hak (Kur'ân-ı kerîm âyetlerini indirmekle onların şüphe, kin ve nifak) marazlarını artırmıştır. Yalan söylemeleri sebebiyle onlar için şiddetli bir azâb vardır. (Bekara sûresi: 10)

 

Maraz-ı kalbîye tutulmuş olanların hiçbir ibâdet ve tâati faydalı olmaz. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Maraz-ı Mevt:

 

Ölüm hastalığı, insanı iş görmekten men eden ve başladığı târihten îtibâren en az bir yıl içinde ölüme götüren hastalık.

 

Ömer bin Abdülazîz, maraz-ı mevtinde; "Allah'ım, ben o kimseyim ki, bana emirlik verdin. Ben kusûr ettim. Yanlış işleri yapmaktan beni nehyettin (sakındırdın). Ben ise isyân ettim" diye üç defâ söyledi ve sonra da; "Lâ ilâhe illallah, ibâdete lâyık olan ancak Allahü teâlâdır" dedi ve başını göklere çevirip; "Ben öyle kimseleri görüyorum ki, onlar ne insan ne de cindir" buyurdu ve bir müddet sonra rûhunu teslîm etti. (İbn-ül-Cevzî)

 

MA'RİFET (Mârifet):

 

Bilme, tanıma, gönülle bilme. Allahü teâlânın sıfatlarını ve isimlerini hakkıyla bilme, tanıma. Ma'rifetullah.

 

Mârifetin hakîkati, Allahü teâlâyı kalb ile sevmek, dil ile anmak, O'ndan başka her şeyden ümidini kesmektir. (Ahmed bin Hadreveyh)

 

Ma'rifet sâhibi dünyâya değer vermez; nefse âit düşünceleri kesilir, yok olur. Ma'rifetin alâmetlerinden biri, ma'rifet sâhibinde Allahü teâlâ tarafından bir heybetin meydana gelmesidir. Ma'rifeti artanın heybeti de artar. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

 

Mârifet, her durumda kulun, Allahü teâlânın verdiği nîmetlere şükretmede, âciz kaldığını, genç ve kuvvetli zamanlarında zayıf olduğunu bilmesiyle ele geçer. (Ebû Hasan bin Saî)

 

Ma'rifet ve Allahü teâlâya yakın olma hâli, farzları edâ etmekle ve sünnet-i seniyyeye tâbi olmakla ele geçer. (Ebü'l-Kâsım Nasrâbâdî)

 

İnsanın izzeti, îmân ve ma'rifet iledir. Mal ve mevki ile değildir. (Muhammed Ma'sûm)

 

MA'RİFETULLAH:

 

Allahü teâlâyı tanıma, bilme.

 

İlimlerden öyleleri vardır ki, onları ancak ma'rifetullaha sâhip olanlar bilirler. Onlar bu ilimlerden haber verdikleri zaman, ma'rifetullaha sâhib olmayanlardan başkası onları inkâr etmez. (Hadîs-i şerîf-Sülûk-ül-Ulemâ)

 

Ma'rifetullah, keşfle, kalb gözünün açık olmasıyle, ilhâm ve kalbe gelen mânevî bilgilerle hâsıl olur. Hocadan öğrenilmez. İbâdetlerin yapılması ve bütün şerîat (İslâm) bilgileri ise, üstâddan öğrenmekle elde edilir. İlhâm ile elde edilemez. Şerîat bilgileri, ilhâm ile hâsıl olsaydı, Allahü teâlânın peygamberler ve kitâblar göndermesine lüzum olmazdı. (Hâdimî)

 

Bu dünyâda en kıymetli şey ma'rifetullaha kavuşmaktır. (Muhammed Ma'sûm)

 

Kalbinde hardal tânesi kadar dünyâ sevgisi bulunan kimse ma'rifetullaha kavuşamaz. (İmâm-ı Rabbânî)

 

MA'RÛF (Mârûf):

 

Dînin ve aklın beğendiği şey.

 

Allahü teâlâ, âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruyor ki:

İçinizden, insanları hayra çağıracak, ma'rûfu emredecek, kötülükten alıkoyacak bir topluluk bulunsun. İşte onlar, kurtuluşa erenlerdir. (Âl-i İmrân sûresi: 104)

 

Mü'minler, ma'rûf olan şeyleri emr eder. (Âl-i İmrân sûresi: 114)

 

Ma'rûfu ve (o ma'rûfu) yapanı sevin. Nefsim yed-i kudretinde olan Allah'a yemin ederim ki, bereket ve âfiyet onlarla berâberdir. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)

 

Zâlim kimselere, söz ile ma'rûfu emretmek, cihâdın en kıymetlisidir. (Muhammed Hâdimî)

 

MÂSİVÂ:

 

Allahü teâlâdan başka her şey. Âlem, tabîat, mahluklar. Allahü teâlâyı tanıyan, mâsivâdan yüz çevirir. (Ca'fer-i Sâdık)

Akla hayâle gelen, düşünülen, görülen her şey mâsivâdır. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Dervişlik, yalnız bir yere çekilip oturmak, gökte uçmak, dağda ve mağarada bulunmak değildir. Dervişlik; gönlü, mâsivâdan çevirmektir. Kalb bir ayna gibidir. Karşısına gelen her şeyi gösterir. Kalbden mâsivâ silinip atıldığı zaman, kalbde Allah sevgisinden başka hiçbir şey kalmaz. (Kâdı Muhammed Semerkandî)

 

Bize ve size her şeyden önce lâzım olan şey, kalbi Allahü teâlâdan başka şeylerin hepsinden kurtarmaktır. Kalbin bu selâmete erebilmesi için, Hak teâlâdan başka hiçbir şeyin kalbden geçmemesi lâzımdır. Kalbden hiçbir şeyin geçmemesi için de mâsivâyı unutmak lâzımdır. Bunları unutmağa fenâ denir. (İmâm-ı Rabbânî)

 

MA'SİYYET (Mâsiyet):

 

İtâatsizlik, isyân. Günâh olan işler, Allahü teâlânın beğenmediği şeyler; Allahü teâlânın emrettiği şeyi yapmamak veya yasak ettiğini yapmak, haramlar. Allahü teâlânın yasak ettiği şeyler, günahlar.

 

Ma'siyet, insanı küfre sürükler. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Ma'sûmiyye)

 

Nefse sükûnet ve kalbe ferahlık veren iş, iyi iştir. Nefsi azdıran, kalbe heyecan veren iş ma'siyettir. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Ma'sûmiyye)

 

İyiler de, kötüler de, iyilik yapar. Fakat yalnız sıddîklar (iyiler), ma'siyetten sakınır. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Ma'siyet yapınca, hemen tövbe etmelidir. Gizli işlenen günâhın tövbesi gizli, açık işlenen günâhın tövbesi de açık olur. Tövbeyi geciktirmemelidir. (Ma'sûm-i Fârûkî)

 

Ma'siyete tövbe etmemek, bu günâhı yapmaktan daha kötüdür. (Ca'fer bin Sinân)

 

Her izzet ve her nîmet, Allahü teâlâya itâat ve ibâdet etmekten; her kötülük ve sıkıntı da, ma'siyetten hâsıl olur. Herkese dert ve belâ, günâh yolundan gelir. Râhat ve huzûr da, itâat yolundan gelmektedir. (Ahmed bin Yahyâ Münîrî)

 

İnsanın günâhından korkması, tâat; korkmaması ise, ma'siyettir. En büyük günâh, bir ma'siyetin ma'siyet olduğunu bilmemektir. Bundan daha kötüsü, ma'siyet olan bir şeyi, tâat, Allahü teâlânın beğendiği şey olarak bilmektir. Onun için dînî bilgileri lâzım olduğu kadar mutlaka öğrenmelidir. (Ahmed bin Âsım Antâkî)

 

MASLAHAT:

 

Bir işin hayırlı, iyi olmasına vesîle olan şey. Çoğulu, mesâlih'tir. Maslahatın zıddı mefsedet yâni bozukluktur.

 

İslâm hukûku, maslahatları nazar-ı îtibâra almış, hükümleri bunların üzerine koymuştur. Bir maslahatın dînen makbûl olabilmesi için şu şartların bulunması lâzımdır: 1- Bir şeyin maslahat olduğu kat'î (kesin) olarak bilinmelidir. 2- Umûmî (genel) olmalı, husûsî ve şahsî menfaatler maslahat olamaz. 3- Maslahatta mefsedet (bozukluk) olan bir şey bulunmamalı veya mefsedet bulunsa bile maslahat tarafı ağırlıkta olması lâzımdır. 4- Nasslara (âyet-i kerîme ve hadîs-i ş erîflere) ve icma'a aykırı olmamalı. Nasslarda, umûmî veya husûsî sûrette de olsa, maslahat olduğu anlaşılan şeyle hüküm edilebileceğine dâir bir delâlet, işâret olmalıdır. (Şâtıbî)

 

Şarabın haram kılınmasındaki maslahat; aklın, malın, insanın şerefinin korunmasıdır. Aynı maslahat diğer müskirâtın (sarhoş edici şeylerin) haram kılınmasında da mevcuttur. (Serahsî)

 

MA'SÛM:

 

Suçsuz, günahsız. Günâh işlemekten korunmuş kimse. (İsmet)

 

Peygamberler hakkında bilip inanmamız gereken sıfatlardan birisi de İsmet'tir. Yâni Peygamberler büyük ve küçük günâhlardan ma'sûmdurlar. Hiç günâh işlemezler. İnsanlardan ma'sûm olan yalnız peygamberlerdir. (Kutbüddîn-i İznikî)

 

İnsanlar içinde ruhları en yüksek ve en olgun olanlar peygamberlerdir. Bunlar hatâ etmekten, şaşırmaktan, gafletten, hıyânet etmekten, taassup ve inattan, nefse uymaktan, garaz, kin bağlamaktan, ma'sûmdurlar. Peygamberler Allahü teâlânın kendilerine bildirdiği şeyleri söylerler ve açıklarlar. (Muhammed Bahît-ül-Mutî)

 

MÂŞÂALLAH:

 

Beğenilen şeyler görüldüğünde söylenilen; "Bu, Allahü teâlânın dilediği ve ihsân ettiği şeydir" mânâsına mübârek bir söz.

 

Nazarı değen kimse, hattâ herkes, beğendiği bir şeyi görünce, mâşâallah demeli, ondan sonra söylemelidir. Önce mâşâallah denirse nazar değmez. Nazar değmesi haktır. Yâni göz değmesi doğrudur. Bâzı kimseler bir şeye bakıp, beğendiği zaman gözlerinden çıkan şuâ zararlı olup, canlı ve cansız her şeyin bozulmasına sebeb oluyor. Bunun misâlleri çoktur. Fen, belki bir gün bu şuâları ve tesirleri anlıyabilecektir. (Mevlânâ Muhammed Osman)

 

MÂTEM:

 

Ölünün arkasından ağlama; yas tutma.

 

Mâtem tutan kimse, ölmeden tövbe etmezse, kıyâmet günü şiddetli azâb görecektir. (Hadîs-i şerîf-Müslim)

 

İnsanı küfre sürükleyen iki şey vardır. Birisi, bir kimsenin soyuna sövmek, ikincisi, ölü için mâtem tutmaktır. (Hadîs-i şerîf-Müslim)

 

İslâmiyet'te mâtem tutmak yoktur. Peygamber efendimiz mâtem tutmayı yasak etti. Eğer mâtem tutmak olsaydı, Resûlullah efendimizin Tâif'de mübârek ayaklarının kana boyandığı ve Uhud'da mübârek dişinin kırılıp, mübârek yüzünün kanadığı ve vefât ettiği gün mâtem tutulurdu. Sonra hazret-i Ömer, hazret-i Ali ve hazret-i Hüseyn şehîd edildikleri için mâtem tutardık. Bunların hepsini çok seviyoruz. Şehîd edildikleri için çok üzülüyoruz. Fakat mâtem yapmıyoruz. (Abdülhakîm bin Mustafâ)

 

MATERYALİZM:

 

Allahü teâlâyı inkâr ve maddeyi her şeyin esâsı kabûl eden görüş, düşünce; toplum hayâtını ve fertler arasındaki münâsebetleri ve davranışları belirleyen tek faktörün madde olduğunu savunan felsefe akımı; maddecilik.

 

Materyalizm, beşerî değer ölçülerini yoketmek için ne mümkünse yapmaktadır. İnsanın değerini, sahib olduğu madde ile tâyin etmektedir. İslâm'ın; "Yüksek bir izzete, şerefe sâhib olarak" yaratıldığını haber verdiği insanı, yıkmak peşindedir. Mânevî ve ulvî (yüksek) değerlerin hor görüldüğü ve gözden düşürüldüğü cemiyetler, madde karşısında daha hırslı duruma gelmekte, birer dünyâperest kesilen insan yığınları, mânevî ve mukaddes değerlerin yerine maddeyi, parayı, lüksü, isrâfı, maddî zevk ve eğlenceleri koymaktadırlar. Yâni materyalizm, insanın idealist karakterini çökertmeye çalıştıkça, ondaki rûhî boşluğu büyültmektedir. Böylece madde karşısında derin bir mânevî açlık duygusuna itilen kişi ve kitleler, mâbedlerin yerine batakhânelere ilgi duymaktadır. (S. Ahmed Arvâsî)

 

İslâm âlimleri, binlerce yazdıkları kitaplarda tabiiyyecilerin, materyalizmi savunanların sözlerini ve müslüman olmıyanların İslâmiyet'e sokmak istedikleri uydurmaları deliller ve tartışmalar ile reddederek hepsini susturmuşlar, din düşmanlarının fitne ve fesâd ateşlerini söndürmüşlerdir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

 

MATLÛB:

 

Kavuşmak istenilen, aranılan şey, maksat.

 

Tâlib (isteyen, arayan), matlûba tam bağlanınca, rehber aradan büsbütün kalkar. Böylece tâlibi matlûba aracı olmadan kavuşturur. (İmâm-ı Rabbânî)

 

"Lâ ilâhe illallah" kelimesinin iki makâmı vardır. Birinci bakımdan bâtıl tanrıların ibâdete hakları yok edilmekte ve hak olan ma'bûdun ibâdete hakkı var olduğu bildirilmektedir. İkinci bakımdan ise, maksûd olmayan ve matlûb olmayan maksadlara (gâyelere) olan bağlantıları yok edilmekte ve hakîkî matlûba olan bağlılığın varlığı bildirilmektedir. (Muhammed Bâkibillah)

 

Matlûb-ı Hakîkî:

 

Gerçekte taleb olunacak, kavuşmak istenilecek ve gönül bağlanacak olan Allahü teâlâ.

 

Hakîkî Matlûb.

 

Hakîkî matlûbdan başka hiçbir şeye gönül bağlamamalı, faydası olmayan şeylerle uğraşmamalıdır. (Muhammed Ma'sûm Fârûkî)

 

MÂTÜRÎDÎ:

 

1. Ehl-i sünnetin (Peygamber efendimiz ve Eshâbının yolunda olanların) îmânla ilgili bilgilerde tâbi olduğu iki imâmından biri. Ebû Mansur-ı Mâtürîdî.

 

İmâm-ı Mâtüridî'nin kendisinin ve babasının ismi Muhammed'dir. Ebû Mansûr künyesiyle bilinir. Semerkand'ın Mâturîd kasabasında doğduğu için Mâtürîdî diye meşhûr oldu. Doğum târihi kesin olarak bilinmemekte olup, 852 (H.238)'de doğduğu tahmin edilmektedir. 944 (H.333)te Semerkand'da vefât etti. (Kefevî Taşköprüzâde)

 

İmâm -ı a'zam Ebû Hanîfe fıkıh bilgilerini toplayarak kısımlara kollara ayırdığı ve usûller, metodlar koyduğu gibi, Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem ve Eshâb-ı kirâmın (Peygamberimizin arkadaşlarının) bildirdiği îtikâd, îmân bilgilerini de topladı ve yüzlerce talebesine bildirdi. Bu talebelerinden İmâm-ı Muhammed Şeybânî'nin yetiştirdiklerinden Ebû Süleymân Cürcânî ve bunun talebelerinden Ebû Bekr-i Cürcânî meşhûr oldu. Bunun talebesinden de Ebû Nasr-ı İyâd kelâm ilminde (îmân bilgilerini anlatan ilimde) Ebû Mansûr Mâtürîdî'yi yetiştirdi. Ebû Mensûr Mâtürîdî, İmâm-ı a'zam'dan gelen îmân bilgilerini kitaplara yazdı. Yoldan sapmış olanlarla mücâdele ederek, Ehl-i sünnet îtikâdını kuvvetlendirdi, her tarafa yaydı (Ahmed Zühdü Paşa, Taşköprüzâde, Seyyid Abdülhakîm)

 

Îtikâdda imâm olan İmâm-ı Eş'arî ve İmâm-ı Mâtürîdî; hocalarının îtikâddaki müşterek olan mezheblerinden dışarı çıkmamış, mezheb kurmamıştır. Bu ikisinin, hocalarının ve dört mezheb îmâmının tek bir îtikâdı (îmânı) vardır. Bu da Ehl-i sünnet vel cemâat ismi ile meşhûr olan îtikâddır. (Taşköprüzâde, Seyyid Abdülhakîm)

 

Her müslümanın, îtikâdda (îmânla ilgili bilgilerde) Ehl-i sünnetin iki imâmından birine yâni Mâtürîdî veya Eş'arî'ye tâbi olması lâzımdır. Bu iki imâmdan birine tâbi olmak insanı bid'at (bozuk) îtikâddan (inanıştan) korur. (Muhammed Hâdimî)

 

2. Îmân bilgilerinde Ebû Mansûr Mâtürîdî'nin bildirdiği gibi inanan kimse.

Dünyaya Yön Veren Müslüman Bilim Adamları-29

 Ali Kuşçu (d.1474-ö.1525)


İslam dünyasının büyük astronomi ve kelam alimi olan Ali Kuşçu, XV. yüzyıl başlarında Semerkant’ta doğdu. Babası Muhammed, ünlü Türk Sultanı ve astronomu Uluğ Bey’in kuşçusu olduğu için, ailesi ‘Kuşçu’ lakabıyla meşhur oldu. Küçük yaştan itibaren matematik ve astronomiye ilgi duyan Ali Kuşçu, devrin en büyük alimleri olan Bursalı Kadızâde Rumi, Gıyâseddin Cemşid ve Muinuddin Kâşi’den matematik ve astronomi dersi aldı.

Daha sonra bilgisini artırmak için Kirman’a gitti. Burada Hall-ü Eşkâl-i Kamer (Ay Safhalarının Açıklanması) adlı risale ile Şerh-i Tecrid adlı eserini yazdı. Ali Kuşçu, Semerkant ve Kirman’da eğitimini tamamladıktan sonra Uluğ Bey’e yardımcı ve rasathanesine müdür olmuştu. 1449’da hacca gitmek istedi. Tebriz’de Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan kendisine büyük saygı gösterdi ve Fatih’le barış görüşmelerinde yardımını istedi. Ali Kuşçu, Uzun Hasan’ın sözcülüğünü yaptıktan sonra Fatih’in davetiyle İstanbul’a geldi. XV. yüzyılın ilk yarısında, Semerkant, dünyanın en önemli bilim merkeziydi.

Uluğ Bey Rasathanesi, gök bilgisi araştırmaları için en doğru sonuçları alıyordu. Ali Kuşçu rasathaneye müdür olarak atanmıştı.

Gökyüzü bilgisi (astronomi), hem değişmez kuralların, kanunların tespit edilmesine yarıyor, hem de gözlemlerle kontrol edilebiliyordu. Otuz yıla yakın bu işte çalışan Ali Kuşçu, bir gün ansızın her şeyi yüzüstü bırakarak hacca gitmeye karar vermişti. Buna da sebep, en olmayacak bir zamanda, sevgili hükümdarı Uluğ Bey’in 1449 yılında öldürülmesiydi. Gürgân tahtının bu bilgin ve kudretli hûkümdarı, kendi öz oğlu Abdüllâtif’in ihânetine uğramıştı.

Ali Kuşçu 1474’te İstanbul’da vefat etti. 


Eserleri


Ali Kuşcu’nun özellikle, matematik ve astronomi ile ilgili eserleri, gerçek ilmi kişiliğini ortaya koymaktadır. Bu eserlerinin adları şunlardır;

Risale-i fi’l Hey’e (Astronomi Risalesi) 

Risale-i fi’l Fehiye (Fetih Risalesi) 

Risale-i Hisap (Aritmetik Risalesi) 

Risale-i Muhammediye (Cebir ve Hesap konularından bahseder)

Tecrid’ül Kelam (Sözün Tecridi) 

Risale-i Adudiye Unkud-üz zvehir fi Man-ül Cevahir (Mücevherlerin Dizilmesinde Görülen Salkım) 

Vaaz İstiarad.



Dünyaya Yön Veren Müslüman Bilim Adamları

Yazar: Hacı Mahmut Hatun

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak