5 Aralık 2024 Perşembe
1 Aralık 2024 Pazar
30 Kasım 2024 Cumartesi
27 Kasım 2024 Çarşamba
TÜRK HIRİSTİYAN TOPLULUKLAR-4
GÜNÜMÜZ TÜRK HIRİSTİYANLIĞI GÖKOĞUZLAR (Gagauzlar)
Gökoğuz Türkleri, kökenleri Orta Asya'ya dayanan Türk Hıristiyanlığının günümüz gözde ardılları ve Hıristiyan Türk topluluğu kavramının baş tacıdırlar.
Büyük göçler sonunda ve yüzyıllar süresi içinde türlü adlarla büyük devletler kurmuş olan ve Karadeniz'in kuzeyiyle Anadolu'da uzun süre kalan Uz (Oğuz), Peçenek ve Kuman Türklerinin günümüzdeki artakalanlarıdır onlar.
Fahrettin Öztoprak, Gökoğuz Türklerini şu üç dörtlüğüyle övmektedir:
"Ölüp alkanlara dahi boyandık Üçyüz yıl rüyadan sonra uyandık Galya'ya o yarım milyon dayandık, Peçenek, Kumanla Gök Oğuzlarız.
Buda'nın yuğu da yedi yıl önce Ondan da sekiz yıl sonrası nice? Po ovası şaşkın Hunlar gelince, Peçenek, Kumanla Gök Oğuzlarız.
Leke süren bile; o ki, akseder Kurtuba zamanı oyun rakseder Abdal kulu olup ozan iks'eder, Peçenek, Kumanla Gökoğuzlarız.
Peçenek ve Kuman Türkleri'nin ardılları olarak, özellikle Doğu Avrupa'da toplu olarak günümüzde varlıklarını sürdüren Gökoğuz Türkleri'nin yaşadıkları yerleri şöyle sıralayabiliriz: Romanya, Kuzey-Doğu Bulgaristan, Moldavya Ukrayna.
Yaşadıkları yerlere ilişkin daha kapsamlı açıklamayı, Doç. Harun Güngör ve Yrd . Doç. Mustafa Argunşah yapmakta ve Gökoğuzların, Moldavya'nın Güneyinde Komrat, Çadırlunga, Kongaz, Taraklıya ve Vulkaneşti kasabalarıyla, Ukrayna'nın güneyinde yer alan Zaporaje, Odessa bölgesinde, Rusya'nın Rostov bölgesinde, ayrıca Orta Asya'da Kokpekti, Zarma, Carsly, Urtzor kasabalarıyla, Kazakistan'ın Pavlador çevresinde, ayrıca Kırgizistanı'ın Frunze ve Özbekistan'ın Taşkent şehrinde yaşamakla olduklarını söylemektedirler.
Aynı Türk Hıristiyan topluluğunun, Bulgaristan'ın Provadya yakınında, Varna bölgesindeki köylerde, Dobruca ve Kavarna ile Bulgaristan'ın güneyinde yer alan Yanbol ve Topolovgrad çevresinde, ayrıca Romanya'nın bazı köylerinde yaşadıkları da sözü geçen kişilerce kaydedilmiştir. Gökoğuzların kendilerini Türk olarak hissettikleri ve herkesin de onları Türk soylu olarak bilmelerine rağmen, Karamanlıların benzerliğinde onlara da "Rum" (Hellen) damgasını vuranlar eksik olmamışlardır.
Gökoğuzların kökeninin Rum (Hellen) olduğunu savunanlar Yunanlı Amatos ve B. Lisof'turlar. Aynı görüşe katılanlar arasında St. Georgescu, F. Kanitz ve Romen asıllı N. Lorga'yı da koyabiliriz.
Ancak Gökoğuzların, bu konuda olumlu ve onurlu bir yanları vardır. Onlar Karamanlılar gibi kendilerine "Rum" (Hellen) sözcüğünü yakıştırmayıp hiç kullanmamışlardır. Kendilerinin soyca Türk olduklarını ve Oğuz soyundan olduklarını da açıkça belirtmektedirler.
Moldavya, Komrat Devlet Üniversitesi öğretim üyelerinden Maria Maruneviç, kendi topluluğunun kökenine ilişkin olarak şunları söylemektedir:
"Gagauzlar, bize öğretilenlere göre, sanki daha önceleri yokmuş gibi, sadece 18. yüzyılda tarih kaynaklarında anıldılar... Şimdi biliniyor ki gerçekten, milletimizin kendi topluluğu tarihi köken itibariyle çok daha ileriden, eskilerden alınmakta... Tarihi kaynaklara baktığımız zaman görülmektedir ki, 13. yüzyılda Gagauzların bulunduğu Mera topraklarına Uzların ili derlermiş. Bu ad bizim, kendimizin şimdiye kadar olan varlığımıza dair bir delil olarak değerlendirilebilir."
Gökoğuzların etnik tarihiyle ilgili olarak da aynı bilimsel kişi şu görüşlere yer vermektedir:
"Gagauz etnik tarihinin çözüme ulaşacak birtakım problemleri var... Gagauzların evvelki etnik kaynaklarıyla daha çok Türk ulusuna mensup olanlar ilgilenmelidir. Türk Ordu hayatının bir parçası olan Peçenekler, Uzlar ve Kumanlar, Gagauzların dağıldığı bölgeler ve Tuna yörelerinde çok bulunmuşlardır. Zaten hepsi de aynı soya mensuptur ve tarih onlardan bahsetmektedir. Bir irtibat rahatlıkla kurulabilir. M.S. bin yıllarına doğru gereken bilgiler var... O orduların içinde Gagauzların etnik tarihinde bir önem teşkil eden Oğuzlar bulunmaktaydı. İşte biz onların nesilleriyiz."
Bu açıklamalar ışığında Gökoğuzların, Türk-Oğuz ırkından geldikleri, etnik tümlüklerinin İ.S. onuncu yüzyıla dayandığını, Peçenek, Uz ve Kumanlar'la soydaş olduklarını apaçık görüyoruz.
Gökoğuzların 1064 yılından sonra Balkanlar'a göç eden bir Oğuz grubu kalıntısı olduğu, bunlardan bir bölümünün çok sonraları Tuna ötesine, Rusya'ya varıp, başka Türk unsurları ile kaynaşarak "Karakalpak" adıyla bir küme oluşturduklarını ve Ortodoks Hıristiyanlığı benimsediklerini Türkolog V. A. Moşkov ileri sürmektedir.
Yine bir Türkolog olan K. Jireck Gökoğuzları, Moğol akınından sonra Bulgaristan'a yerleşen Kumanların soyundan sayarken, Baskakov da onların Karadeniz'in kuzeyinden gelen bir Oğuz kümesi oldukları görüşünü ileri sürmektedir. Polonya asıllı Türkolog T. Kowalski'ye göre Gökoğuzlar, salt Karadeniz'in kuzeyinden gelerek Balkanlar'a yerleşen Peçenek, Oğuz, Kuman ve Karakalpaklar'ın torunları olmayıp bunlarla birlikte Anadolu Selçuklularının toplam sen-tezinden oluşan bir Türk topluluğudurlar .
Onların, Anadolu Selçuklu Türkleri'nin ardılları olduğu görüşünü savunan O. Turan, H. İnalcık, K. Karpat, W. Zajaczkowski ve İstoyan Cansızof'a karşın, Z.V. Togan, A . N . Kurat, A. Manof, M. Ülküsal, H.N. Arkun , İ. Kafesoğlu, H. Tanyu, M. Ciachir, Kara Şemsi, T. Menzel ve B. Cami de Gökoğuzların, Oğuz Türklerinin Balkanlardaki ardılları olduğu görüşü üstünde duruyorlar. Karamanlılara olsun Gökoğuzlar'a olsun "Hellen" damgasını vurma eğiliminde olan bazı Hellen kökenli tarihçilere koşut olarak, bazı Bulgar asıllı tarihçiler de Gökoğuzlar için düşüncelerini belirtirlerken, onların Bulgar asıllı olup, Osmanlıların baskısı ve zulmü karşısında dillerini değiştirmek zorunda kalıp, dinlerini koruyan Bulgarlar savını da belirtmekten geri kalmıyorlar.
Oysa Müstecip Ülküsal'a göre ve yerinde bir gerçek olarak "Gagauzlar temiz ve halis Türktürler. İddia olunduğu gibi ne dilini yitirmiş Rum, (Hellen) ne de Bulgardırlar".
Gökoğuz Türklerine genelde "Gagauz" ya da "Gagavuz" denildiği bilinmektedir. Bu adın çıkışı ve anlamı üstünde de etimolojik ve tarihsel görüşler sunulmaktadır. Tarihsel görüşe göre "Gagauz" sözcüğü, Selçuklu Sultanı İzzettin Keykavus'a dayanmaktadır. Bulgar tarihçi G.D. Balasçev'e göre "Gagauz" terimi, "Keykavus"dan gelmektedir. Bu görüşü Wittek, Zajaczkowski, Karpat, İnalcık, Turan da desteklemektedirler.
Tarihsel olmayan etimolojik görüşler içinde, Togan'ın "Gagauz" adının "Kaka-uz" ya da "Aga-uz" olabileceği görüşü yanında Orkun, Cami, Barkan, Nayır, Mladenov'sa bunun "Gök-uz"dan kaynaklandığı görüşündeler.
V. Hatiboğlu'na göre "Gagauz" sözcüğünün sonundaki "uz" eki, "Oğuz" sözcüğünden değil, "Guz" sözcüğünden gelmiştir. Sözcüğün başındaki bölümse, "Kara/Gara" olabilir. Bu durumda Gagauz sözcüğü "Gara-Guz"dan gelmektedir.
Bir başka açıklama da şu sıralama ve bileşimle yapılmaktadır: ,"Gaga" sözcüğü Kıpçak-Kuman Türklerine verilen bir ad olup, Gagauz sözcüğü de Gaga+Uz=Kıpçak+Oğuz bileşiminden oluşmuştur. Buna göre sözcük "Kıpçak ülkesinden gelen Oğuzlar" anlamına gelmektedir. Bu durumda Uzlarla Kıpçakların karışması sonucu "Ga-ga+Uz" sözcüğü de ortaya çıkmış olmaktadır.
Bu sözcüğün çıkışı üstüne birçok görüş ileri sürülmüştür. Ancak tümünün üstünde uzunca durmayıp, Gökoğuzların tarihçeleri üstüne olan düşüncelere yer vereceğiz.
Her şeyden önce kendilerinin tarihine ilişkin yeterli tarihsel çalışmanın bulunmadığını söylemekte yarar vardır.
Kendi tarihlerine ilişkin şu gerçekleri bilmekteyiz:
Oğuz (Uz) Türkleri, Gagauz adıyla 1036 yılından başlayarak Dobruca'da yaşamaya başlamışlar. Onların bir aralık Kavarna ve Balçık yörelerinde yaşadıkları da görülüyor. Ayrıca 120 yıl süren (1263-1383) bağımsız bir devlet kurduklarını da tarihsel kayıtlardan anlıyoruz.
Onların XII. yüzyılda Hıristiyanlığı benimsediklerini, 18. yüzyılın sonuna dek Varna, Silistre, Rusçuk, Kavarna, Mangalya ve Balçık'ta kümeler durumunda yaşadıklarını, 1768-1774 yıllarındaki Türk-Rus savaşları sonunda çok dağıldıklarını ve rahatlarının kaçtığını da tarih sahnesi içinde görüyoruz. Dobruca'da Osmanlı Yönetiminin egemen olduğu zamanlarda iki olumsuz etken arasında kalarak çok ezilmişlerdir. Bu olumsuz etkenlerden biri olan Osmanlılardan gelen savsaklamaların (ihmal) kökünde kendi hıristiyanlıkları yattığı gibi, öbür yandan da Türk oldukları için Hellen ve Bulgar Ortodoks dinsel orunlarca baskı görmüşlerdir.
18.yüzyılın sonlarıyla 19. yüzyılın başlarında Dobruca'dan Basarabya'ya göç eden Gökoğuzların bugün yaşadıkları yerler şunlardır:
Tigina Sancağı: Avdarma, Bavurcu, Beşalma, Beşgöz, Gaydar, Çal-Tay, Düzgünce, Kaz-Ayak, Kiryetlung, Başköy, Komrat, Kongaz, Tüm-Ay, Uzun-çadır, Çok-Meydan.
İsmail Sancağı: Balibeki, Volkan - Eşti, Kurçi Tabak, Çeşme-köy, Tuğlu, Yeniköy, Kara-Kurt, Taş-Pınar, Satar-Otroyan, Tabaki.
Ak-Kerman Sancağı: Satlık-Haci, Kubey, Dimitrovka, Bolgarlı, Tatar-Kıpçak. Yer adlarının pek çoğunun Türkçe olması Gökoğuzların Türklüklerinin bir başka kanıtı olarak gösterilmektedir Mütecip Ülküsal'ca.
Tarihsel akış içinde 1878'de Bulgar Devletinin kurulması ve Gökoğuzların askere alınmalarının başlamasıyla kendilerinin İran, Yunanistan ve Osmanlı Devletine sığındıkları ve yine ülkelerine döndüklerini görüyoruz.
Daha sonra onların, Bulgarların ve Rusların da baskıları sonucunda büyük kütleler halinde Moldavya'ya göç edip yerleştiklerine tanık oluyoruz. Anayurt (Orta Asya) topraklarına göç eden Gökoğuzlar da pek çokdur. Şöyle ki onların bir bölümü 1909-1910 yıllarında Aktyubinsk (Turgay) bölgesine, 1925'te de Taşkent'e yerleşmişlerdir.
2. Dünya savaşı sonrasında da belli bir bölümünün Arjantin ve Brezilya'ya giderek orada birkaç Gökoğuz köyü kurduklarını da biliyoruz.
Gökoğuzların toplum olarak ve özyapıları (karakter) yönünden doğru, içtenli, açık ve temiz yürekli insanlar olduklarını, zaten ırkları olan "Uz" teriminin de "Doğru" anlamına geldiğini, onların dinsel önderi olmuş olan Mihail Çakır'dan anlıyoruz. Bu dinsel kişiye göre Gökoğuz topluluğunun aktöresel (ahlaki) şu yönleri vardır:
1- Dine saygı ve bağlılık.
2- Amire, hükümdara, memur ve komutanlara itaat.
3- Aile ocağında namus ve temizlik.
Kendileri için "Sorguç" ya da "Surguç" deyimini kullanan Gökoğuzlar, Türkçe konuşup yazdıkları halde, yazı türü olarak içinde bulundukları kültürlerin alfabesini kullanmak zorunda kalmışlardır. Bunun sonucu olarak Romanyadakiler Romen, Rusya ve Bulgaristandakiler Kirili, Yunanistandakiler Grek alfabesini kullanagelmişlerdir. Ancak günümüzde, öbür Türk Cumhuriyetlerde görüldüğü gibi, latin alfabesine dönmek için çaba vermekteler. Ayrıca Gözoğuzların bugüne dek Türkçe eğitim ve öğretim sunan bir okulları da olmamıştır.
Kullandıkları diller yönünden Gökoğuzlar, Bizans Yönetimi altında yaşadıklarında Grekçe, Bulgar Yönetimi altında Bulgarca, Romen Yönetimi altında Romence, Basarabya'nın Rus Yönetimine geçmesinden sonra da Rusça öğrenmek ve kullanmak zorunda bırakılmışlardır.
Dinsel yönden çoğunluğu Ortodoks Bizans Riti Hıristiyanı olan Gökoğuzlar, ne yazık ki topraklarında, Ortodoksluğun ana ilke ve görünümü olan ulusal kiliselerine hiçbir zaman sahip olamamışlar, kendi tapınış sundukları kiliselerinde bile Bulgar, Romen, Rus asıllı dinsel kişilerin kendilerine özgü ve klasik (anlaşılmayan) dillerince sundukları dinsel tapınışlara katılmak zorunda kalmışlardır.
Anadolu Hıristiyan Türklerinin Türkçe olarak tapınış sergiledikleri ve "Türk Ortodoks" adı altında dinsel oruna sahip oldukları gibi, Gökoğuzların da böyle bir Türk özyapılı dinsel oruna sahip olabilmeleri istenmesi ve gerçekleşmesi gereken en doğal şeydir. Zaten kendilerince başlatılan ve son zamanlarda Türk Ortodoks Patrikliği ile ilişkili bazı çalışmalar sezinlenmektedir.
Gökoğuzların yazını (edebiyat) ve yazılı yapıtlarına gelince onların ilk yayınladıkları yapıtın bir dua kitabı olan "Psalterie" olduğunu biliyoruz. Bundan başka daha birçok dinsel içerikli kitapçığın da yayınlandığını öğreniyoruz.
Günümüzde "Ana Sözü" adlı gazetenin yayınlandığı ve latin alfabesine geçmek için büyük çaba harcandığı da ayrıca biliniyor.
Gökoğuzların kullandıkları Türkçenin, Türkiyemiz Türkçesiyle çok yakınlık gösterdiğini, okuduğumuz yazınsal öğelerden anlıyoruz. Gökoğuzların yazınıyla ilgili bazı örnekler, ayrıca ekte sunulmuştur.
GÜNÜMÜZDE GÖKOĞUZLAR
Sovyet İmparatorluğunun çökmesi sonucu onun içinde yer alan toplulukların da özgürlük çabaları güncelleşti. Her üye devletin, bu arada Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinin de bağımsızlıklarını kazanarak günümüz dünyasında onurlu yerlerini almaları Gökoğuzlar için de kaçınılmazdı. Bunun sonucu olarak onlarda ulusal mücadeleye girdiler.
Daha sonraki gelişmeler içinde Komrat yöresi milletvekillerinin "Gagauz Cumhuriyeti"nin kurulduğuna ilişkin haberler de yer aldı basınımızda.
Bu arada Gökoğuzların tek Türkçe gazetesi olan "Ana Sözü"nün yazı işleri müdürü olan Todor Zanyet bir açıklama yaparak, ülkenin resmi dilinin Türkçe ve Rusça olduğunu, "Ana Sözü" gazetesinden başka çocuklar için de "Kırlangıç" adlı bir ek çıkarılacağını bildiriyordu . Ayrıca Gökoğuz parlamentosunun devletin kalkınması için bir Gökoğuz Devlet Bankası kurulmasına yönelik karar aldığı da ayrıca bildiriliyordu.
Gökoğuz Türkleri, büyük atılımlar içine girmişlerdi. 1990 yılının Ekiminde seçimleri gerçekleştirerek ulusal meclislerine 50 milletvekili kazandıran Gökoğuzlar 1991'in Aralığında yaptıkları seçimde de yöneticilerini belirlemiş oldular.
Seçim sonucu Stefan Topal Mihailoğlu'nu Cumhurbaşkanlığına, Mihail Kendigelen'i Meclis Başkanlığına, Fodor Monolov'u da başbakanlığa getirdiler.
Hıristiyan Türk topluluğu olan Gökoğuzlar, gerçekte tam bir Türklük bilinci içinde olduklarını, Kırım'da düzenlenen İsmail Gaspıralı'nın 140. doğum yıldönümünü anma konferansına temsilcileri, Stefan Stepanloviç Kuraoğlu ile katılmakla gösterdiler.
Özel konuşmaları sırasında gazetecilere Gök Mavisi renkli ve üstünde kurt başı olan bayraklarını armağan olarak vermeleri, gazetecilerin dikkatlerinden kaçmadı. Gazetecilerin Kurt'a ilişkin soruları üstüne, kurdun Gökoğuz folklorunda şu adlarla anıldığını söylüyor Kuroğlu:
Canavar, Yabani, Kurt, Börü, Boz, Kaskır, Kudurca, Ağızkilitlice, Yıldız Canavar.
Ancak kurt başlı mavi bayrağın geçici bir Gökoğuz bayrağı olduğunu da ekliyor Kuroğlu . Çünkü Gökoğuzlar gerçekte yeni bir bayrak arayışı içindeler. Kuroğlu'na göre bu yeni bayrak üç renkli olmalı ve Gökoğuzların öncül soydaşları olan Peçenek, Kıpçak (Kuman) ve Karadeniz Oğuzlarını simgelemelidir. Doğal koşul olarak kurt ve doğan resimlerinin de bayrağın içine işlenmesi düşünülüyor.
Özgürlük mücadelesi verdikleri günlerde Bozkurtlu bayraklarının kendileri için güç kaynağı oluşturduğunu söyleyen Hıristiyan Gökoğuz Türklerinin gözde bilim adamlarından olan Maria Maruneviç, bu gerçeği şu sözleriyle dile getiriyor:
"Bozkurtlu bayraklarımızı binalarımızın tepelerinde kahpe rüzgârlara karşı dalgalandırdık."
Buna ek olarak aynı bilim adamının tüm dünyaya yönelik haklı ve olağan dileği de şöyledir:
"Gün gelecek, işte o gün Gagauz Cumhuriyetini dünyada tanıyacaklardır".
Türk Gökoğuz topluluğunun tüm dünyaya dağılmış Türk topluluklarınca daha yakından tanınıp, ilgi odakları olmalarının, kendileri için takdir ve sevinç nedeni olacağı konusuna söylediği aşağıda sunulan "Mustafa Kemal", "Din" ve "Laiklik" ağırlıklı sözleri, gerçekten ilgi çekicidirler:
"O zaman neler olacak, şimdilik pek fazla bir fikir ileri sürülemez. Çünkü gaibi bilmek gibidir. Orasını da Tengri Tek, Tengride bolmuş Türk Bilge Kağan'dan başka kimse bilmez. Bilse bile ancak Mustafa Kemal Atatürk bilir. O'nun hatırası biz Gagauzlar için mukaddes addedilmiş, kendisi gönüllerimizde bir nevi taht kurmuş bir halde, Türkiye Cumhuriyeti'nin geleceğine ışık tutmaktadır.
Yalnız bir isteğimi Gagauz kültüründen sorumlu bir makam olarak belirtmekten, daha doğrusu tekrar etmekten geçemeyeceğim: Lütfen Türkiye ve diğer Türk dünyası ülkelerinden gelenler bizim dini inancımıza karışmasınlar... dediklerim Laiklik icaplarındandır."
Gökoğuz Türklerinin tüm Türk Dünyasıyla dayanışma içinde oldukları, son zamanlarda görülen etkinlikler zincirinden anlaşılmakta ve bizlere kıvanç vermektedir.
Cumhurbaşkanları Stefan Topal Mihailoğlunun 1993 yılının Şubat ayı içinde Türk Dünyası araştırmaları Vakfı'nın çağrılısı olarak Türkiye'mize gelip, Süleymaniye Kültür Merkezinde gerçekleştirilen ortak alfabe ve başka konulardaki konferansa katılması, ayrıca yine Şubat ayı içinde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinde düzenlenen Kutyay seminerine de katkısını getirmesi buna iki örnektir. Sayın Cumhurbaşkanı ile birlikte Gökoğuz Cumhuriyeti Dış Ekonomik İlişkiler bakanı Sayın Pietra Bozacı'nın da Cumhurbaşkanına eşlik ettiğini kayıtlardan anlıyoruz.
Kendilerinin tanınmış dinsel önderleri olan Mihail Çakır'ın deyimiyle "Eyi Hıristiyan" ve "Ortodoks religiyeyi tutan" olarak tanımlanan Gökoğuzların tümünün de Ortodoks inançta olmadıkları, aralarında protestanlığın da etkili olduğunu anlıyoruz.
Kendileriyle iletişim içinde olduğumuz Adventist İncil öğütçeni Sayın Türker Ölçer'den aldığımız belge fotokopilerinden, Protestanlığın tanınmış bir kolu olan "Yedinci Gün Gelişçileri" (Seventh day adventists) kilisesine üye olduklarını öğreniyoruz.
Aynı kayıtlardan, Moldavya'nın Dizgince kasabasında bir Gökoğuz - Adventist kilisesinin olduğunu, ayrıca Komrat'taki kilisede de Pastör Stefan Bayraktarca hıristiyan tapınışları sunulduğunu anlıyoruz.
Yine bize gelen belge fotokopilerinden, 1845-1868 yılları arasında yaşamış olan Vaiz İbrahim Halil'in büyük hizmetlerde bulunduğuna da tanık oluyoruz.
Boy ve toplum adı belirtmeksizin, tüm Türk Hıristiyan topluluklar içinde tarihsel protestan kiliselerinin pek etkin ve egemen olmadıklarını görüyoruz.
Tanınmış Vatan şairlerimizden Tevfik Fikret'in oğlu Haluk Fikret'in, bir protestan prezbiteryan pastörü olarak görev yaptığını da ayrıca biliyoruz.
Genelde Protestan Türkler, çeşitli dua kümeleri ve "Özgür Kiliseler" (free church) durumunda varlıklarını sürdürdüklerinden, onlara ilişkin tam bir istatistik elde etmek de güçtür.
Bu resmi olmayan kümeleşmelerden dışarı çıkarak "organizm" niteliği yanında "organizasyon" niteliğini de alan toplulukların başında "Tünel Türk Protestan Kilisesi", Türkiye ve dünya hıristiyan kiliseleri yanında onur yerini almış bulunmaktadır.
Türk Hıristiyanlık kavramının günümüz canlı kalıntıları olan Gökoğuz Türklerinin yazınsal (edebi) öz yapılarını da kısaca ele almakta yarar vardır.
Onların lehçeleri üstündeki çalışmaların 1930'larda başladığını, İkinci dünya savaşından sonra S.S.C.B. Bilimler Akademisinde de bir "Gagauz Bilimi Komisyonü'nun kurulduğunu kayıtlardan anlıyoruz.
Daha sonra Kişinev'de Moldovya Milli Eğitim Bakanlığına bağlı Nİİ okullarında araştırmacılarca Gagauz alfabesi ve dil kurallarını belirleme çalışmaları yürütülmüştür . Yazı dilinin uygulanmaya konulmasıyla şu yapıtların sırayla yayınlandıklarını görüyoruz:
Bucaktan Sesler-Edebi folklorik dergi, 1959
İlk Laf - Dimitri Karaçoban (şiir) 1963
Yanıklık " " "1968
Bayılmak " " " 1969
Persengeler" 1970
Alçak Saçak Altında - Dimitri Karaçoban (öykü) 1966
Çal Türküm - D . N . Tanasoğlu (şiir) 1966
Adamın İşleri- 1969
Hoşluk 1970
Bir Kucak Güneş-Stefan Kıvıoğlu (şiir) 1969
Gagauz Folkloru-N.J. Babaoğlu (öykü) 1969
Bucak Bucak-N. Tanasoğlu-(öykü) 1970
Doktora tezi niteliğinde yapılan çalışmalar da şöyle sıralanabilir:
Gagauz dilinin çekim sistemi-B..G. Gafarov, 1951
Gagauzların Şiir Sanatı-L.A. Pokrovskaya, 1953
Gagauz Dialektindeki basit cümlelerde
söz dizini - TG . Kalyakina 1955 v.b.
Bunlara ek olarak şu yayınların da çıktığını görüyoruz:
Gagauz dilinin grameri, fonetik ve morfoloji L,A. Pokrovskaya, 1964
Kazakistan ve Orta Asya Gagauz Lehçeleri A. Amanjolov, R. Bigaev, P. Danilov, M. Umarov Gagauz dilinin incelenmesine yönelik sözlük ağırlıklı çalışmalar içinde "Basarabya Gagauzlarının Sözlüğü" adlı yapıtın özel yeri bulunduğunu, ayrıca dinsel önder Mihail Çakır'ın yazdığı "Gagauzca-Romence Sözlük'ün değerini de ayrıca biliyoruz.
Yakın geçmişte Türk okuruna kazandırılan, Prof. Kaynak ve Prof. Doğru'ca Rusçadan dilimize aktarılan "Gagauz Türkçesinin Sözlüğü" adlı yapıt da bu konuda araştırmacılar için büyük ve değerli bir kaynaktır.
Aynı çalışmalar zinciri içinde Dr. Nasrattınoğlu'nun "Gagauz Şiir Antolojisi"nin de yayınlanması sevinç vericidir.
YAKUP AYGİL
HIRISTİYAN TÜRKLERİN KISA TARİHİ
Geçmişte ve Günümüzde
Dünyaya Yön Veren Müslüman Bilim Adamları-28
İbn Bacce (ö. 1138)
İbn Bacce tam adı Ebû Bekr Muhammed bin Yahya bin es-Saig olan Endülüs’lü, Arap filozof ve bilim adamı. Batıda Avempace olarak da anılır.
Hayatı
Doğum tarihi tam olarak bilinmeyen İbn Bacce’nin Endülüs’teki Zaragoza (Saragosta) kentinde doğduğu bilinmektedir. Asıl adı Ebû Bekr Muhammed b. es-Saig`dir. 1138 yılında Fas’ta vefat etmiştir. Hayatının ilk dönemlerine dair pek bir bilgi yoktur fakat sonraki dönemlerde yazdığı eserler sayesinde düşüncesi ve bilimsel araştırmaları bilinmektedir.
Akılcı (rasyonalist) bir filozof olan İbn Bacce, Meşşailik takımının önemli ismi Farâbi’den fazlasıyla etkilenmiştir. Felsefe dışında astronomi, matematik ve musiki ile ilgilenmiştir. Bunların dışında tıpta döneminin uzmanlarından olmuştur. Metafizik ve felsefedeki çeşitli düşünceleri nedeniyle gelenekçi dini otoriteler tarafından dinsizlikle suçlanmıştır.
Düşüncesi
Gazzali ve Eş’ariliğin gerici ve ezici baskısı yüzünden Batı’ya göç eden İslam felsefesi Meşaiyye Endülüs Arapları arasında özellikle İbni Bacce taraflarından sürdürülmüştür. Diğer filozoflarla karşılaştırıldığında kendi düşüncesini anlatan pek az eser kaleme almıştır. Kaleme aldığı eserlerin çoğunluğu kendinden önceki Batılı ve Doğulu filozofların sistemlerine şerhdir. Özellikle Aristo’nun felsefi sistemine dair şerh niteliğinde birçok eseri vardır.
İbn Bacce düşüncesinde varlıkları sayılar olarak nitelemiştir. Sayılar da ikiye ayrılır: buut (boyut) sahibi olanlar ve buut sahibi olmayanlar. İbn Bacce düşüncesinde hareketler de ikiye ayrılır: canlıların belirli olaylarla alakalı belirli hareketleri (insanın yürümesi gibi) ve mutlak hareketler (yıldızların dönüşü gibi). İbn Bacce’ye göre mutlak hareketler ezelidir ve ikiye ayrılırlar; dairevi olanlar ve düz olanlar.
İbn Bacce’nin Tanrı düşüncesi tasavvufi bir görüştür. Ayrıca ilahi bilgiye akıl ile ulaşabileceğini savunarak Gazzali düşüncesine karşı çıkmıştır. İbn Bacce’ye göre ilim elde etmenin tek aracı akıldır. Deney ile elde edilen bilginin, ilmin bir değeri yoktur. Bunlardan da anlaşılabileceği gibi filozof akla büyük önem verir ve felsefesi fazlasıyla akılcı bir karaktere sahiptir.
İbn Bacce’nin akılcı düşüncesi kendisinden sonra gelen iki büyük Endülüs’lü filozofu, İbn Tufeyl ve İbn Rüşd’ü, büyük oranda etkilemiştir.
Siyasi Felsefesi
İbn Bacce siyasi felsefe ile de ilgilenmiş, siyasi felsefeye sisteminde yer vermiştir. Siyasi düşüncesindeki ütopya bir seçkinler topluluğudur. Ütopik toplumunda her fert sağlıklı bir yaşam sürmekte etrafındakilere güçlü sevgi bağlarıyla bağlanmıştır. Bu noktadan yola çıkarak İbn Bacce düşündüğü bu toplumda hekimlere ve hakimlere ihtiyaç olmayacağını belirtmiştir.
Başlıca Eserleri
Risâlet’ül-Veda
Kitab İttisal’el-Akl bi’l-İnsan
Kitab’un-Nefs
Kitab Tedbir’ül-Mütevahhid
Kelâm fi’l-Gayet’el-İnsaniyye
Kelâm fi’l-Burhan
Kelâm fi’l-ism ve’l-Müsemma
Dünyaya Yön Veren Müslüman Bilim Adamları
Yazar: Hacı Mahmut Hatun
25 Kasım 2024 Pazartesi
Tatarların Kökeni Meselesi
Günümüzde Sibirya’nın güney bölgesini ve Moğolistan’ı teşkil eden, Çin ile Doğu Türkistan’ın kuzeyindeki sahalarda XII. yüzyılda göçebe ve avcı birtakım kabileler ikamet ediyordu. Bu kabilelerin çoğu Moğoldu. Fakat o sıralar kendilerine henüz Moğol adını vermiyorlardı. İleride açıklayacağımız üzere, sonraları bunların hepsi bu adı benimsediler. Bunların bugüne erişen torunları da kendilerine halen Moğol adını vermektedirler.
Moğollar Gobi Çölü’nün kuzeyine düşen Onan ve Kelüren nehirleri ile Baykal Gölü kıyılarında yaşıyorlardı. Dolayısıyla bu yöreler aşağı yukarı bütün araştırmacıların ittifakıyla Moğolların esas yurdu sayılmaktadır.
Cüveynî’ye göre Moğolların ülkesinin eni ve boyu 7-8 aylık bir yoldan fazla idi. Doğusunda Hıtay (Kuzey Çin), batısında Uygur, kuzeyinde Kırgız ve Selengay, güneyinde ise Tangut (Tangiut) ve Tibet bulunmaktaydı.
Moğollar bu yörelerde gerçekten çok sert iklim şartlarında yaşıyorlardı. Sıcaklık farklılıkları sadece kış ve yaz mevsimlerinde değil gece ve gündüz de korkunç boyutlara ulaşıyordu. Kışları sert ve soğuk, yaz ayları ise gayet sıcak geçiyordu. Cüveynî iklimin soğukluğundan dolayı yaban fıstığından başka bir meyve ağacı yetişmediğini söyler.
Moğollar aman vermez bir iklimde hayat sürdürüyorlardı. Çünkü yüksek rakımlı bu ülke, aynı coğrafi enlemde yer alan diğer ülkelerden daha soğuktur. Baykal Gölü senenin dört-beş ayında donar. Isının sıfırın altında 25’leri bulması olağan bir hâdisedir. Bora eser, fırtına çıkar, üstelik sık sık da deprem olur. Diğer taraftan Moğollar, bu iklime eşlik eder bir coğrafi çevreye sahiptirler. Etrafta yüksek dağlar bulunmaktadır. Bu dağlar çok yüksek olup sivri kayaları bulutlara değmektedir. Bu kayaların yarıklarında tek tük ağaçlar yeşermiştir. Dağların zirveleri buz ve karlarla kaplıdır. Vadiler kumluktur. Ancak ırmakların kenarları çayırlarla, çam ve kayın ağaçlarıyla süslüdür.
Çinli Ç’ang-Çu’n ise, Gobi Çölü’nü ve Moğol kabilelerini manzum olarak şöylece tasvir eder: ".yerde ağaçlar bitmez, biten şey yalnız yabani otlardır: Tanrı burada dağlar değil, yalnız tepecikler yaratmıştır; burada ekin yetişmez; sütle beslenirler; deriden dikilmiş elbise giyerler; keçe çadırlarda yaşarlar, bununla beraber şen ve neşelidirler.”
Eserinin bir başka yerinde ise şöyle der: "Ve onlar bütün ömürlerini kaygusuz geçirirler. Kendi kendilerinden memnun olarak yaşarlar.” Sonra sorar: "Halik-kader, hikmet-i rabbaniye-alemi yaratırken niçin bu yerdeki insanlara at ve sığır sürülerine çobanlık etmeyi emretmiş?”
Bu coğrafi çevrenin, acımasız iklimin ve zor hayat şartlarının psikolojik bakımdan Moğolları ne derece olumsuz etkileyeceği izahtan varestedir. Nitekim bazı araştırmacılar Moğolların kendilerine acımayan tabiat şartları kadar acımasız olduğuna dikkat çekerler.
Moğollar bu vasatta tam bir göçebe hayatı yaşamaktaydılar. Her kabile, diğerlerinden bağımsız bir hayat sürdürürdü. Reşidüddin et-Tabib’in değerli eseri Cami’t-tevarih’ten edindiğimiz bilgiler bizlere Moğol kabilelerini, birbiriyle yakınlıklarını, uzaklıklarını, ilişkilerini ve kabilelerin soylarını tam bir açıklıkla, yer yer destansı özellikleri de katarak aktarmaktadır.
Otlak ve su yetersizliği, yiyecek azlığı; kabileleri âdeta birbiriyle yarışır hale getirmekteydi. Neticede bu yarış kızışarak iç mücadele ve savaşa kadar varmaktaydı. İşte Moğollar, büyük imparatorluklarını kurmadan önce böyle bir hayat sürdürüyorlardı.
Gerek Moğol istîlâsını yaşayan çağdaş Müslüman tarihçiler, gerek daha sonraki çağlarda gelen tarihçiler ve birtakım araştırmacılar, Moğollardan sürekli "Tatar” şeklinde söz ederler. Hattâ günümüz Arap tarihçileri halen aynı tutumu izlemektedirler diyebiliriz. Fakat söz konusu yanlışlık sadece Müslüman ve Arap tarihçilere has değildir. Eski Batılı seyyah ve tarihçiler de aynı yanlışa düşmüşlerdir, dahası bu konuda Batılılar da yalnız değildir. Meselâ Ünlü Süryani tarihçi Ebü’l-Ferec veya nam-ı diğer Bar Hebraeus da Moğollardan Tatarlar şeklinde bahsetmektedir. Yani söz konusu yanlış hayli yaygındır. Bu yanılgının tarihi ise çok eskilere gitmektedir, hattâ ülkelerini ziyaret eden Batılı seyyah Rubrouck’a bizzat Moğollar Tatar olarak adlandırılmaktan duydukları rahatsızlığı iletmişlerdir. Çünkü Moğollarla Tatarlar arasında bir tür kan davası vardır ve Mukali, Cengiz’i babası Yesügey’i zehirledikleri için devamlı Tatarlardan intikam almaya teşvik etmektedir. Yine aynı Mukali, Gizli Tarih’in naklettiğine göre Moğolların Tatarlara karşı duyduğu eski intikam hissini ileri sürerek Cengiz’i han yapmıştır.
Aslında Moğollarla Tatarlar arasındaki ihtilaf daha gerilere gitmektedir. Bütün Moğolları yöneten Ambakay (Ambahai, Hambahai) -Kağan’ın ölümünden sonra yönetimi Kutula (Hutula)- Kağan olmuştu. Ambakay (veya Hambakay) döneminde Moğollarla Tatarlar arasında dostluk münasebetleri başlamış, hattâ Ambakay, kızını Tatar boylarından Ayri’ut ve Buyru’utlara vermişti. Kızını düğüne götürürken Tatarlardan Cuyin halkından bir grup tarafından yakalanıp Kitanların reisi Altan Kağan’a teslim edilmişti. Bu esaret, Ambakay’ın ölümüyle neticelenmişti. Böylece Moğol- Tatar münasebetleri bir daha düzelmeyecek şekilde bozulmuştu. Moğollarla Tatarlar arasındaki savaş, Köpek Yılı’nın (1202) baharında Dalan Nemürges savaşında Tatarların Cengiz tarafından yenilerek parçalanmalarına kadar da sürmüştür.
Moğolların Tatar olarak adlandırılmasına dair söz konusu tarihi yanlış, daha sonra araştırmacılar tarafından fark edilmiş ve Barthold, Spuler, Boyle gibi önde gelen Batılı müsteşrikler Moğol-Tatar ayrımına dikkat çekmişlerdir. Batılı müsteşriklerin durumu fark etmesinde Çin kaynaklarının, Reşidüddin et-Tabib’in Cami’u’t-tevarih’inin ve belki de en önemlisi Moğolların Gizli Tarihi adlı eserin etkisi büyüktür. Araştırmalar sonucunda Moğol ve Tatar kelimelerinin bir anlamda-yanlış kullanımı da mazur gösterecek tarzda-aynı, ama gerçekte farklı şeyleri ifade etmekte olduğu anlaşılmıştır. Kısaca söylemek gerekirse bütün Tatarlar Moğoldurlar, fakat bütün Moğollar Tatar değildirler.
Meselenin aslı şudur: Tatar klanı kalabalık bir klandı ve XII. yüzyılda büyük bir önem kazanmıştı. Bunun üzerine birçok Moğol kabile, hattâ klan mümessilleri yabancılarla münasebetlerinde ancak dar bir çerçevede bilinen kendi kabile ve klan adlarını kullanmayarak, kendilerine meşhur Tatar adını vermekteydiler. Etnograflar bu gibi hâdiselerde, yani küçük bir kabilenin, -aralarında düşmanlık bile bulunsa- kuvvetli bir akraba komşunun adını benimsemesi hâdisesiyle dünyanın muhtelif yerlerinde, Kafkasya’da, Altaylar’da, şimdiki Moğolistan’da sık sık karşılaşmaktadırlar. Reşidüddin bu meselede çok açık olarak şunları söylemektedir:
"Bunlar (yani Tatarlar), ululuk ve hürmete nail ve gayetle yücelik ve yüksekliğe sahip bulundukları cihetle diğer Türk sınıfları, başka boylara mensup olup ayrı ayrı adları olduğu halde, kendilerini onların adıyla şöhretlendirdiler ve hepsine Tatar dendi. Bu muhtelif sınıflar, kendilerini onlardan saymak ve onların adıyla şöhret bulmakla rütbe ve mansıba erişeceklerini anlamışlardı. Nitekim bu zamanda da Cengiz Han ve uruğu Moğol olmakla diğer Türk kavimleri; Calayır, Tatar, Oyrat, Onkut, Kereyit, Nayman, Tangkut vesaire gibi her birinin muayyen bir adı ve hususi lakabı olduğu halde hepsi de tefahür yüzünden kendilerine Moğol diyorlar.”
Reşidüddin’in bu meseleye dair açıklamaları bu kadarla kalmıyor. O, aynı yörede yaşayan göçebe kavimlerin, birbirlerinin adını nasıl iktibas ve istihdam ettiklerini aydınlatan bilgiler vermeye devam ediyor. O günlerde övünmek için kendilerini Moğol olarak adlandırıp tanıtan kavimlerin, eskiden bu addan istinkaf ettiklerini belirtiyor ve artık bu işin o kavimlere mensup yeni nesillerin kendilerini ezelden beri Moğol sanmaya başlamasına kadar vardığını ekliyor: "Onların şimdi mevcud olan oğulları, eskiden de Moğol adına mensup ve bu isimle mevsum bulunduklarını tasavvur ederler. Halbuki böyle değildir.” Ardından Moğolların Cengiz Han’ın mensup olduğu bir boy olduğunu, daha sonra hemen her boyun kendini Moğollara nispet etmeye başladığını açıkça söylüyor: "Diğer kavimlere o zaman Moğol demezlerdi. Çünkü şekil, heyet, lakab, lehçe, adet ve şiveleri birbirlerine yakın olmakla beraber eskiden lehçe ve adet hususunda farklı idiler.” Ve sözü can alıcı noktaya getiriyor: "Bu zamanda ise iş bir raddeye geldi. Hıtay, Gürcü, Nikyas, Uygur, Kıpçak, Türkmen, Karluk, Kalaç kavimleriyle esirlere ve Moğollar arasında yetişen Acem boylarına (Tâcik) bile Moğol diyorlar. O cemaat da ikbal ve mansıba erişebilmek için kendilerine Moğol demeyi maslahata muvafık buluyorlar.” Görüldüğü gibi Reşidüddin’in verdiği bilgiler, konuyu yeterince, hattâ fazlasıyla aydınlatıyor. İş, o dereceye varmıştır ki, Moğolların savaşıp esir aldığı başka kavimlere mensup insanlar bile artık kendilerine Moğol adını vermektedirler. Bu durumun eskiden beri çok yaygın bir uygulama olduğunu da, hem de Moğol-Tatar ayrımını kolaylıkla netleştirecek tarzda şöyle özetliyor: "Bundan evvel de Tatarın kuvvet ve şevketi yüzünden kazıyye böyle idi ve bu sebeple hâlâ Hıtay, Hind, Sind ve Maçin şehirleriyle Kırgız, Kılar, Başkırt, Deşt-i Kıpçak memleketlerinde, şimal vilayetleriyle Arap boylarına ait memleketlerde, Şam, Mısır ve Mağrib’de bulunan bütün Türk boylarına Tatar diyorlar.”
İşte bundan ötürüdür ki Tatarların adı dünyanın dört bir yanına yayıldı. Bizzat Moğollar da önceleri Asya’da, sonraları da Avrupa’da Tatar adı altında tanındılar. Daha sonraları Avrupalılar, bu tabiri Moğollar tarafından zapt edilen ve Moğolların maiyetinde istîlâ seferlerine iştirak eden milletlere vermeye başladılar. Bazı Türk kabilelerinin bugüne kadar Batılılarca Tatar adıyla tanınması buna bağlanmaktadır. Halbuki bunların hakiki Tatarlarla hiçbir ilgisi yoktur.
XII. yüzyılda Tatarlarla Kereitler arasında Onan ve Kelüren ırmakları boyunca birçok göçebe ve avcı kabilelerle klanlar yaşıyordu. O sıralarda bunların arasında bulunan bir Moğol kabilesinin ehemmiyet ve nüfuzu o kadar artmıştı ki, bu kabilenin reisi Kabul, kağan unvanını aldı. O zamanlar Kin, yani Altan adıyla meşhur olan Cürcen adlı yabancı bir sülalenin hüküm sürdüğü Çin’e, uzak seferler ve akınlar yapmaktan geri kalmadı. Kabul Han’ın oğlu Katula da Kağan unvanını taşımaktaydı. O da Kinlerle harb etti ve bir kahraman olarak şöhret buldu. Anlaşıldığına göre, Kabul Han’ın bu aristokrat kabilesi Börciğin adını taşıyordu. Bu kabile, birkaç komşu kabile ve klanı kendisine tabi kılarak birleştikten sonra Moğol adını aldı. Bu ulusa, eski masallarda bilinen kadim ve kudretli bir halkın veya kabilenin şanlı adının bir hatırası olarak Moğol ismi verilmişti.
XII. asrın ortasında Moğol ulusunun kudreti, büyümekte olan göçebe halkın rahatsız edici akınlarından bir an önce kurtulmak düşüncesiyle Kinlerin kendi maksatları için ustaca kullandıkları Tatarlar tarafından kırıldı.
İşte Tatarların Moğollara bir süre hakimiyet kurmasında ve yine o süre içinde Moğol isminin âdeta unutulmasında Çinlilerin de böylesi önemli bir rolü vardır.
Sadece Moğollar değil, hemen hemen Orta Asya’da göçebe halinde yaşayan bütün kavimler, Çin’e hiç rahat vermiyordu. Çin asker toplayıp müdafaa vaziyeti alıncaya kadar onlar işlerini bitiriyorlardı. Çin bunların hücumlarına asla mani olamadı. Onlar daima bir geçit buldular. Çin imparatorları bu göçebe kavimlerle olan sınırlar üstünde diğer Tatar kavimlerinden asker tedarik ederek müdafaaya uğraştı iseler de bu siyaset Çin açısından genellikle olumsuz oldu. Bunun üzerine Çin, bunların hücumundan kurtulmak için en iyi çarenin bu göçebe kavim arasına ihtilaf sokmak olacağını akıl etti. Bu sayede kabile reislerini kendine bağlıyordu. Bağlılarına unvanlar, teveccühler, beratlar, mühürler, hükümdar elbiseleri, davul ve alem vermek adettendi. Zengin Çin’in Türk olsun, Moğol olsun bütün göçebelere karşı daima bu taktiği uyguladığı bilinmektedir. Herhangi bir grup Çin için tehlikeli olmaya başlarsa bir başka grubu onun aleyhine kışkırtmak, mücadele bittikten sonra bu defa aynı taktiği eski müttefiklerine karşı kullanmak Çin’in vazgeçilmez temel politikasıydı. Ancak zaman zaman mahir birinin idaresi altında toplanan kabileler, tabi durumunda da olsalar Çin imparatoruna istedikleri kanunları yaptırıyorlardı. Bunlarla sulh yapabilmek için Çin imparatorları paralar, ipekli kumaşlar hediye etmek, Tatar prenslerin doymak bilmeyen hırslarını doyurmak, hattâ kendi kızlarını gelin vermek mecburiyetinde kalıyorlardı. Nitekim bu durum yukarıda da değindiğimiz üzere XII. yüzyılda aynen tahakkuk etmiştir. Çin İmparatorluğu’nun 1147 yılında Moğollarla akdettiği bir ittifak antlaşması 1161 yılına kadar devam etmiş ve o yıl o zamanki Çin İmparatoru Mongku-Tatarlara karşı harekete geçtiğine dair bir beyanname neşretmiştir. Büyük bir ihtimalle kısa bir zaman sonra Buir-Nor Tatarları Moğolları perişan etmişlerdir. Ancak hemen aynı yüzyılın sonunda Çin, Kereitler ile Moğolları bu Tatarların aleyhine kışkırtma ihtiyacı duydu. İşte Cengiz Han’ın ortaya çıkması bu devreye rastlar.
Moğolların Gizli Tarihi’nde yer alan bilgilere göre Cengiz’in (562-624/1167-1227) ceddi Tanrı’nın takdiriyle yaratılmış bir bozkurt idi, eşi ise beyaz bir maral idi. Bu bozkurttan itibaren Cengiz’in babası Yesügey-Bahadır’a kadar 20 isim sayılmaktadır. Ancak Cengiz’in büyük büyükannesi olan bir kadından özellikle bahsetmemiz gerekecek. Adı Alan-Ko’a olan bu kadın, kocasının ölümünden sonra yeniden evlenmediği halde doğum yapmaya devam etmiştir. Bu durum etrafta dedikoduya sebep olunca, o, beş çocuğunu etrafına toplayarak bacadan sızan ışık vasıtasıyla eve giren sarışın bir adamın karnını okşadığını ve onun nurunun kendi vücuduna geçtiğini, çıkarken de güneş veya ayın nurları üzerinden sarı bir köpek gibi sürünerek çıktığını söyler. İşte Temücin’in dedesi Bartan Bahadır, Alan Ko’a’dan tabiatüstü doğan bu üç çocuktan en küçüğünün dokuzuncu göbek torunudur. Cengiz’in babası Yesügey-Bahadır da bu Bartan-Bahadır’ın üçüncü oğludur.
Yesügey-Bahadır’ın Moğollarla Tatarlar arasında süregelen yukarıda söz ettiğimiz savaşların uzantısı biçiminde değerlendirilebilecek bir suikasta kurban gidip Tatarlar tarafından zehirlenmesinden sonra yetim kalan Temücin’in -çünkü o henüz kağan seçilmemiş ve Cengiz adını ya da unvanını almamıştı- başından çileli bir hayat geçmiştir.
Moğolların Gizli Tarihi, bu zor ve çetin günleri olanca açıklığıyla kaydeder. Ailenin dostları ve akrabaları Yesügey’in eşini ve çocuklarını bozkırın ortasında yalnız bırakıp göç etmekte bir sakınca görmemişlerdir. Bunun üzerine maharetli bir kadın olan anneleri Hö’elin-Ücin çocuklarını yabani meyvelerle, yabani soğanlarla, topraktan kazdığı bitki köklerini süte katarak beslemiş; servi ağacından bir değnek alarak eğitmiş, onlar da büyüyünce Onan Nehri’nden önce olta ve iğnelerle, daha sonra da ağlarla balıklar avlayarak annelerinin yükünü hafifletmeye çalışmışlardır.
Yesügey’in ölümü 1165 olarak belirlenmektedir. Büyük oğlu Temücin babası öldüğünde 9-10 yaşlarında olduğuna göre, ailenin bu ağır mücadele ve savaş dolu hayatı, Temücin’in yavaş yavaş başarı kazanarak 1196’da etrafında toplanan boylar tarafından Han seçilmesine kadar 30-31 yıl, bütün boyların birleştirilmesiyle "Büyük Han” ilan edilişine kadar da 40-41 yıl sürmüş olmalıdır.
Bu zaman diliminde, Temücin Tatarlar tarafından esir edilip kurtulmayı başarmış, atları yağmalanmış ama Temücin onları kardeşlerinin yardımını dahi reddederek tek başına geri almış, nişanlısı Börte’yi bulup evlenmiş, Kereitlerin reisi To’oril (Tuğrul) ile baba ittifakını tazelemiş, karargahı Merkitler tarafından basılarak karısı Börte kaçırılmış, Tuğrul, Camuka ve Temücin arasında Merkitlere karşı üçlü bir ittifak yapılmış, Merkitlere baskın düzenlenerek Börte kurtarılmış ve nihayet Moğol boylarından birçoğu Temücin’in etrafında toplanmış ve ilk defa "Çinggis-Kağan” unvanı ile Han seçilmiştir (1196).
Ancak Cengiz’in Han seçilmesi hem Camuka’nın, hem de Tuğrul’un kıskançlık krizlerine tutulmalarına sebep olmuştur. Bunun üzerine önce Camuka, sonra da Tuğrul bertaraf edilmiş, güçlü Moğol boyu Kereitler devre dışı bırakılmıştır. Daha önce Temücin’in 1196’da "Çinggis Kağan” unvanı ile hükümdar seçildiğinden bahsetmiştik. Fakat bu henüz kati bir zafer sayılmazdı. Çünkü o zaman Cengiz, Moğolistan’ın ancak küçük bir kısmına hâkimdi ve bu yolda ilerlemek isteyen başkaları da vardı. Cengiz’in en büyük rakipleri, eskiden ona dostluk bağlarıyla bağlanmış olan Kereyit Hükümdarı Tuğrul ile Cadaranlardan Camuka idi. Sonuçta Tuğrul da, Camuka da Cengiz’i terk ederek onu ortadan kaldırmak maksadıyla birleşmişlerdi. Rakiplerine göre her bakımdan üstün olan Cengiz, bu savaşlardan galip çıkmış ve bu ölüm kalım mücadelesi Tuğrul ve Camuka’nın ölümüyle Cengiz’in lehine sonuçlanmıştır.
Cengiz, işte esas bundan sonra bütün Moğolistan’ın hakimi olmuş ve 1196’da yapılan seçim muamelesi 1206’da tekrarlanarak yeniden Han ilan edilmiştir.
Moğolların bizim anladığımız manada tarih sahnesine çıkışı da işte bu 1206 Kurultayı’ndan sonra olmuştur.
Kurultay’dan hemen sonra Moğollar, nasıl kabına sığmaz bir millet olduklarını göstererek Moğolistan dışına ilk hücumlarını ve dünyaya ilk açılma hamlelerini yaptılar. 1206 yaz mevsiminin sonunda, güzün, Moğolistan dışına ilk saldırı düzenlendi. Cengiz ordusu Naymanları ansızın bastırmıştı. Baskın semeresini vermiş ve Moğollar durmadan başlarını ağrıtan bir düşmandan artık ebediyen kurtulmuşlardı. Bu hamleleri hemen iki yıl sonra 1204’te Hsi-hsy’lara ve Tangi’utlara (veya Tayciyut) düzenlenen ilk hamle, ardından 1206 yılındaki ikinci hamle ve 1209 yılındaki üçüncü ve nihai hamle izlemişti. Tangi’utlar Moğollara her yıl belli miktarda vergi vermek üzere boyun eğmişlerdi.
Bu hamleleri başka hamlelerin izlemesi kaçınılmaz gibi bir şeydi. Öyle de oldu. Daha sonraki hedef Çin ve Mançurya idi. Bu hamleler de 1215 yılında Pekin’in düşmesi ile son bulmuştu. Nizami Çin orduları, sayıca ve teçhizatça Moğollardan kat kat üstünlüklerine rağmen âdeta tuzla buz olmuştu.
Çin ve Mançurya’nın alınmasından sonra artık bir dünya gücü haline gelmekte olan Moğol ordusunun önünde iki komşu güç durmaktaydı: Uygurlar ve Karahıtaylar. Bu iki ülkenin bizim açımızdan önemi, sadece Moğollara komşu olmaları ve Moğol istîlâsının seyrindeki sıraları değil, Moğollarla İslâm alemi arasında bir anlamda engel ve set oluşturuyor olmalarıdır.
Uygurlar bir Türk boyu olup Orta Asya tarihinde çok önemli roller oynamış bir milletti. Ancak Moğolların Cengiz öncülüğünde etrafı kasıp kavurmaya başladığı dönemde artık eski güçlerini kaybetmiş, sağa sola dağılmış ve zayıflamış bir durumdaydılar. Başlarında İdi-kut isminde bir hükümdar vardı. Uygurlar Moğollara kendiliklerinden baş eğdiler. Ama o yörenin en medeni milleti olan Uygurlar, cahil efendilerine otoritelerini kabul ettirerek onları kısa zamanda kültürel açıdan kontrolleri altına aldılar. Bu cümleden olarak, henüz bir yazıya sahip olmayan Moğollara kendi alfabelerini kabul ettirmelerini örnek verebiliriz.
Uygurlardan sonra sıra Karahıtaylara gelmişti. Çünkü Karahıtaylar o dönemde Maveraünnehir ve Türkistan arazisine yakın yerleri ele geçirmiş ve Uygurları yıllık vergiye bağlamışlardı. Ancak Moğollar Karahıtaylara doğrudan istîlâ amacıyla saldırmadılar. Moğolların Karahıtay ülkesine saldırmasına Hârezmşâhlarla aralarında çıkan Otrar faciası sebep olmuştur. Başka bir ifadeyle söylemek gerekirse, Hârezmşâhlarla Moğollar arasında oluşan fiili durum üzerine, Cengiz, Sultan Muhammed’le uğraşırken Karahıtay tahtını gasp etmiş olan ve Moğollarla sürekli düşmanlık halinde bulunan Naymanlı Güçlük tarafından arkadan vurulma riskini bertaraf etmek için Hârezmşâhlardan önce Güçlük’ün işini bitirmiştir.
Moğol tarihi açısından bundan sonrası Hârezm ülkesinin istîlâsı anlamına gelmektedir.
Tatarların Kökeni Meselesi / Yrd. Doç. Dr. H. Ahmet Özdemir
Karadeniz Teknik Üniversitesi Rize İlahiyat Fakültesi / Türkiye
Prof.Dr. M. Taner Tarhan’ın Ön Asya Dünyasında İlk Türkler Kimmerler ve İskitler Kitabından Alıntılanmıştır.
-
Fırtınanın Savurduğu Bir Halkın Mücadelesi AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ'NİN KURULUŞU (1783) AMERİKA'DA KOLONİLERİN KURULMASI Amerik...
-
PROTESTANLIĞIN DOĞUŞU Reform; kelime anlamıyla; «bir şeyin aslını bozmadan onda yapılan değişiklikler» şeklinde tarif edilirse de ıstılahi...
-
Şu altı şey zararlıdır: 1- Amirlerin sefih olması. 2- Kan dökülmesi. 3- Hükmün satılması. 4- Akrabadan uzak...