25 Kasım 2024 Pazartesi

RUSYA TARİHİ -21

 



İKİNCİ  KATERİNA ZAMANI (1762-1796)


Rusya'da Dvoryanlar monarşisi'nin tesisi, Katerina zamanında iç ıslahat teşebbüsleri 


Fransız  rasyonalist felsefe tesiri altında kalan Katerina, 1762 de tahta çıkınca, Rusya'yı en iyi kanunlara göre idare etmeği tasarlıyor ve böylelikle Rusya'da mükemmel bir rejim kurabileceğini umuyordu. Memleketi iyi idare edebilmek için evvelâ onu tanımak lâzımdı. Bu maksatla, İmparatoriçe Rusya içinde seyahatler yaptı, Moskova'yı, Kazan'ı ve Baltık eyaletlerini ziyaret etti. İdare başına güvendiği ve yakından tanıdığı kimseleri getirdi. Elizaveta zamanında ehemmiyet kazanmış olan Senato'nun salâhiyetlerini azalttı ve bu müesseseyi ancak idarî  bir  organ haline koydu. Katerina'nın tahtta sağlamca yerleşebilmesi için birkaç yıl geçmesi icap etti. 1764  de vukubulan,  küçük  rütbeli  Miroviç  adlı bir  zabitin,  Schlüsselburg kalesinde  hapsedilen  sabık  imparator  VI.  İvan Antonoviç'i kurtarıp tahta çıkarmak teşebbüsü, Katerina'nın mevkiinin henüz pek sağlam olmadığını  göstermeğe  kâfi idi. Fakat tedricen  alınan  tedbirler  ve  iş  başına  yeni  ve sadık adamların getirilmesiyle İmparatoriçe mevkiini tamamiyle sağlamlaştırmağa muvaffak oldu.  Bu sıralarda,  Katerina'yı tahta çıkarmakta en mühim rol oynayan Orlov biraderlerin İmparatoriçenin gözdeleri sıfatiyle mühim rol oynadıkları görülüyor.

Katerina Rusya'da yeni  kanunların tatbikini tasarlıyor ve bunlar sayesinde  Rusya'da en  mükemmel bir  sistem kurabileceğini zannediyordu. 1649  da tanzim edilen  "Aleksey Michayloviç kanunnâmesi,,  (Ulojenye) nin  artık  eskidiği ve mevcut hayat  şartlarına  uymadığı  görülmüştü.  Yeni kanunları hazırlamak maksadiyle Rusya'nın her tarafından ve muhtelif zümrelerden seçilen murahhaslar toplanmasına karar verildi. Kanunları tanzim edecek meclis toplanıncaya kadar, Katerina, yeni kanunlara esas olmak üzere, kendisi bir taslak hazırladı. "Nakaz,, adiyle şöhret bulan bu eser, devrin en yeni felsefî görüşlerine dayanmakta idi ve en insanî ve ileri fikirleri ihtiva etmekte idi. Katerina'nın 20 bölümden ve 500 maddeden teşekkül eden bu kanun taslağı, Montesquieu'nın UEsprit des lois (kanunların ruhu), Bielfeld'in Instituüons politigues gibi o devrin en yeni görüşlerini ihtiva eden eserlerin bir hülâsası idi; ceza hükümlerinde, o sıralarda henüz çıkmış olan italyan hukukçularından Beccaria'nın "Cünim ve Ceza hakkında,, ki eseri esas tutulmuştu. Katerina'nın "Nakaz„ı (düstur) rusca, fransızca ve lâtince olarak bastırıldı ve Avrupa memleketlerine de gönderildi (1767).

1766 sonunda murahhaslar toplandılar; 565 kişiden teşekkül eden murahhaslar hey'etinin Moskova'da, Granovita'ya sarayında ilk toplantısı açıldı (1767 yazında) ve kanunların tanzimi işine başlandı. Hey'etin çalışmasında muayyen bir plân yoktu. Katerinanın "Nakaz„ı iki defa okundu; birçok küçük komisyonlar teşkil edildi. Fakat çalışmalar esnasında, İmparatoriçe tarafından sunulan proje ile Rusya'daki hakikî durum arasında geçilmez bir ayrılık olduğu görüldü. Katerina da, en mütekâmil kanunlar vazetmek hevesini kaybetti ve toplantının çalışmalarına karşı soğudu; ve nihayet 1778 sonunda, bu çalışmalardan bir şey çıkmayacağını görünce, murahhasları geri gönderdi. Katerina Rusya'ya en iyi ve insanî kanunları tatbik fikrinden vazgeçti ve Rusya gibi geniş bir ülkede her şeyden önce merkeziyetçi ve çok kuvvetli bir monarşi idaresinin bulunması lâzım geldiğine kanaat getirerek, rejimini kuvvetlendirmek yolunda yeni yeni tedbirler almağa başladı. Bu tedbirler arasında, "dvoryan,, (küçük asîlzade) lerin mevkiini yükseltmek ve tahtı bu zümre sayesinde sağlamlaştırmak prensibi başta geliyordu.

1762 de çıkarılan bir kanunla, "dvoryan,, ler devlet hizmetine girip girmemek hususunda serbest bırakılmışlardı. Halbuki çiftlik sahibi "dvoryan,, lere bağlı köylülerin durumu büsbütün fenalaştı. Çiftlik sahipleri 'pomeşçik'ler, köylülerin tam manasıyle efendileri mevkiine çıkartıldılar; onları istedikleri gibi istismar etmek ve küçük bir suç yüzünden Sibir'e sürmek hakkını haizdiler. Bunun üzerine köylüler arasında ayaklanmalar oldu; ve bunları yatıştırmak için hükümet tarafından asker kullanılması icap etti. Bu gibi olaylar ise, Katerina'nın rasyonalist felsefî görüşleri tesirini gün geçtikçe azalttı ve İmparatoriçe istibdat rejiminin şampiyonu olmak yolunu tuttu.


Puaev (Pugaçof isyanı) (1773-1775)


Katerina zamanının en mühim  iç olaylarından biri  Pugaçev  (Pugaçof)  isyanıdır.  Bu hareket, Aleksey Michayloviç zamanındaki  Stenka Razin  ayaklanmasına  benziyordu,  ve birçok bakımdan  aynı sosyal şartlar  ve âmiller ile meydana  gelmişti.

Rusya'nın 1757 de, Prusya'ya karşı açtığı harbi, 1768 denberi Türkiye'ye karşı yaptığı harb takip etmişti. Harbler dolayısıyle vergiler artmış, dvoryan'lere verilen hizmet serbestliği neticesinde köylülerin durumu büsbütün fenalaşmıştı; bunun üzerine aşağı tabaka arasında hükümete karşı memnuniyetsizlik çoğaldı. 1771 de İç Rusya'da müthiş bir taun hastalığı başgöstermişti; yalnız Moskova'da günde 1.000 kişi ölüyordu. Hastalığa karşı devlet tarafından alınan tedbirler ahaliyi büsbütün kızdırdı; öyle ki halk kitlesi Moskova başpiskopusunu öldürdü ve paytahtta kargaşalıklar başgösterdi; halkı yatıştırmak için silâh kullanmak mecburiyeti hasıl oldu. iki yıl sonra da Yayık nehri boyunda bir ayaklanma patlak verdi. Bunun başında, aslen Don kazağı olan Yemel'yan Pugaçev adlı bir kazak bulunuyordu. Prusya seferine iştirak eden, Türklere karşı dövüşen, sonra "kaçak,, vaziyetine düşen Pugaçev, bu defa Yayık Kazakları arasına gitmiş ve kendine çar III. Petro (yani Katerina'nın kocası) adını vererek, 1773 te isyan bayrağını kaldırdı. Pugaçev, meşru bir hükümdar olan ve Petersburg'daki beyler tarafından tahtından indirildiğini iddia eden III. Petro olarak, "zalimler rejimine karşı harekete geçtiğini ilân etmekle, hükümetten memnun olmayan Yayık Kazaklarını, köylü tabakasını, Başkurtları ve umumiyetle bütün gayrı rus unsurunu kolaylıkla elde etti. Bundan dolayı Pugaçev hareketi, çiftlik sahiplerine, devlet rejimine karşı sosyal bir ayaklanma mahiyetini aldı. Yayık nehri üzerindeki birçok kale (Orenburg şehrinden başka) Pugaçev'in eline düştü. Toplar ve tüfeklerle silâhlı olan ve sayıları 25 bin kişiyi geçen Pugaçev'in adamları, Volga istikametinde ilerleyerek, birçok kasaba ve şehiri ele geçirdiler; alınan yerlerdeki "dvoryan,, malikâneleri yağma edilmekte, çiftlik sahipleri, zabitler ve hükümet memurları öldürülmekte, köylülerin serbest oldukları ve her nevi mükellefiyetten kurtulmuş oldukları ilân edilmekte idi. Ural-îdil sahasındaki Başkurtlar ve Kazan Türkleri kitle halinde Pugaçev'a katılarak, ayaklanmaların kuvvetini artırmakta idiler. Hareket sahası Kazan şehrine kadar yayıldı. Hükümet kuvvetleri Türkiye'ye karşı harpte ve Lehistan'daki ayaklanmayı yatıştırmada meşgul olduklarından, isyanı bastırmak için kâfi miktarda asker yoktu. Durum çok ciddîleşince, Katerina, general Bilikov'u isyan sahasına gönderdi. Moskova'da bile asayişin bozulduğu ve havanın çok gerginleştiği nazarı itibara alınırsa, hükümetin telâş etmeğe haklı olduğu anlaşılmaktadır. Bilikov, toplayabildiği muntazam kuvvetlerle Pugaçev'a karşı yürüdü ve Kazan yakınından başlayarak, temizleme hareketine girişti. Pugaçev, Ural sahasına çekildi ve hareket yatışır gibi oldu. Fakat Bilikov'un ölmesi üzerine, 1774 ilkbaharında ayaklanma yeniden alevlendi. Salavat Yulay'ın idaresindeki Başkurtlar ve Pugaçev'in Kazakları yeniden vaziyete hâkim oldular. Kazan yeniden tehlikeye maruz kaldı. Hükümet kuvvetlerinin oraya yetişmesi üzerine, Pugaçev, Volga'nın sağ (batı) tarafına geçti ve Sura ırmağına kadar ilerleyerek, Penza ve Saratov şehirlerini ele geçirdi. Moskova civarında bile telâş başgösterdi. Pugaveç'in kuvvetleri bu defa Tsarıtsm (Stalingrad) şehrine hücum ettilerse de, ele geçiremediler. General Michelsohn ve Suvorov'un kıtaları Pugaçev'i kovalayarak, Yayık nehrine doğru ilerlediler. Hükümet kuvvetleri her tarafta vaziyete hâkim olunca, Pugaçev, en yakın arkadaşları tarafından ele verildi ve Moskova'ya getirilerek, 1775 te, idam edildi. İsyana katılanlar da şiddetli cezalara çarptırıldılar. Bu suretle, Katerina'nın rejimine karşı yapılan bir "halk hareketi,,, kana boğularak yatıştırıldı. Pugaçev'in yardım isteyerek, Osmanlı padişahına bile müracaat ettiği anlaşılıyor; o, bu hususta Don Kazakları ve Başkurtları taklid etmişti. Fakat, Türkiye'yi idare edenler Rusya'nın içinde patlak veren bu büyük ayaklanmadan faydalanmak imkânını bulamadılar. İsyan bastırılınca, köylü tabakasının ve bilhassa başkurt ve tatar ahalinin durumları eskisine nisbetle bir kat daha ağırlaştı. Mamafih bu kıyamın bazı tesirleri de görüldü; 

Katerina hükümeti, Rusya'ya tabi Müslüman ahaliyi kazanmak maksadiyle, evvelki devirlerde tatbik edilen şiddetli tedbirlerin bazılarını yumuşattı ve hatta evvelce yasak edilen, cami ve medreselerin binasına izin verdi.


Rusya Müslümanları Müftülüğünün kurulması (1789)     


Pugaçev isyanında Ural-idil sahasındaki Müslüman-Türk (Kazan Türkleri Başkurt, Kazak) ahalinin Katerina hükümetine karşı ayaklananlara kitle halinde  katıldıkları  görülmüştü.  Bunun başlıca sebebi, daha evvelki hükümdarlar zamanında Müslüman tabanın maruz kaldığı şiddetli tazyikler olduğu aşikardı. Katerina bunu nazarı itibara alarak, 1788 yılında Rusya Müslümanlarının din işlerine bakacak bir müessese kurulmasını uyguladı. Merkezi Ufa şehrinde olan, fakat, "Orenburg Müslüman Ruhani Meclisi,, adını taşıyan bu müessesenin vazifesi "mollalar (hocalar) ve başka Müslüman ruhanilerini tayin etmek ve Rusya'da Müslüman ruhani mansabı sahiplerini idare etmek „ idi. Rusya'daki bütün Müslümanlar için müftü tayin edilmesi hususunda Senatoya bir ferman verildi. Ufa'daki "Müslüman Ruhaniler Meclisi,, 1789 yılında tesis edildi, ve ilk müftü olarak da, Muhammedcan Hüseyin adlı, rus hükümetinin itimadını kazanan biri tayin edildi. Bazı şehirlerde büyük camilerin inşasına izin verildi. Katerina bu hareketleriyle islâm ahaliyi kazanmak siyasetini güdüyordu. Nitekim rus hükümetinin bu gibi tedbirleri bazı müsbet semereler verdi.


Devlet İdaresinde bazı değişiklikler,  1775 ve 1785  reformları


Büyük  Petro zamanında Rusya'nın " guberniya » (gouvernement) lere bölündüğünü ve buna göre bir teşkilât kurulmak istendiğini görmüştük.  Fakat bu sahada fazla bir gelişme olmamıştı.    Katerina  tahta  çıktığı  zaman  Rusya idarî bakımdan  20 vilâyetten  (guberniya)  ibaretti.  Bu  defa, 1775 yılında  çıkan bir kanunla yeni taksimat yapıldı, ve 300-400.000 nüfusun yaşadığı saha  bir "guberniya,,  olarak tesbit edildi;  her guberniya'da  20-30.000  ahali ihtiva eden "uyezd, (kaza) ler teşkil edildi. Böylelikle bütün  Rusya 50 guberniyaya bölündü. Vilâyetlerin başındaki  vali (gubernator - gouverneur) lere geniş salâhiyetler verildi,  ve idare mekanizması iyileştirildi, mahkeme işleri de daha iyi bir düzene kondu. 1785 te çıkarılan bir kanunla da, her vilâyet dahilindeki "dvoryan,,lerin bir cemiyet (korporasyon) halinde faaliyetleri hakkı tanındı ; buna göre, her üç yılda bir defa vilâyet merkezinde toplanan dvoryan'ler kendi reislerini seçiyorlar ve kendilerini ilgilendiren işleri takib edebiliyorlardı; dvoryan'ler, devlet hizmetinden, vergilerden ve her nevi mükellefiyetten serbest tutuluyorlardı. 1785 kanunu ile, bu suretle, " dvoryan „ ler zümresi en yüksek imtiyazlı bir sınıf haline getirilmiş, ve Katerina rejiminin ana direği derecesine çıkarılmışlardı. Aynı yılda şehir ahalisi ve şehir teşkilâtına bazı imtiyazlar verilmiş ve şehir idaresine daha çok muhtariyet bahşedilmişti. Memurların 14 dereceye, ve tüccarların "gilda,, idari bölümleri muhafaza edildi.

"Dvoryan,, ve şehirler için imtiyazlar verilirken, köylülerin durumunda iyiliğe doğru bir değişiklik yapılmadı. Katerina felsefi görüşlerinin tesiriyle köylüleri serflikten serbest bırakmayı düşünecek kadar ileri gitmiş olmakla beraber, pratik sahada hiç bir tedbir alınmadı. Bilâkis, pomeşçik ( çiftlik sahibi ) dvoryan.' lere geniş imtiyazlar verilmekle köylülerin toprak serflikleri nizamı çok daha şiddetlendi. Vergilerin, mükellefiyetlerin ağırlığı büsbütün aşağı tabaka üzerine yükletilerek, " Krepostnoye pravo,, (serflik) en yüksek derecesini buldu. Pugaçev isyanı ve fransız ihtilâli tesirleriyle Katerina "köylü meselesi„nde büsbütün evvelki görüşlerinden vazgeçmiş ve tam bir "dvoryan,, zümresinin hâkimiyetini prensip ittihaz etmişti. Rusya'daki köylü durumunun fecaatini tasvir eden Radişçev'in (Petesburg'dan Moskova ya seyahat, 1790), Katerina tarafından takibata uğratılarak Sibir'e sürülmesi, bu hususta bir fikir vermeğe kâfidir.



Katerina zamanında dış siyaset ve fütuhat


Lehistan meselesi (1363-1773) ve  Lehistan'ın bölünmesi (1772, 1793, 1795)


III. Petro zamanında rus hükümeti Prusya kralı Büyük Friedrich'e karşı tam bir dostluk siyaseti takip etmiş ve böylelikle Prusya'nın "Yedi sene harbi„nden muzaffer olarak çıkmasını sağlamıştı. Katerina tahta çıkınca, Friedrich'e karşı dostluğa nihayet verildi ise de, Prusya'ya karşı düşmanca bir durum da alınmadı. Rusya, Avrupadaki harb karşısında tam bir bitaraflık siyasetini takibe başladı. Katerina'yı Rusya'dan ziyade Lehistan'daki durum ilgilendiriyordu. Leh kralı III. August son günlerini yaşamakta idi. "Kralsızlık,, zamanı yaklaşmıştı. Büyük Petro'danberi, Rusya Lehistan'da nüfuz kazanmış olduğundan, tahta Rusya'nın işine gelecek birinin çıkarılması gerekiyordu. Tam bu sıralarda Litvanya'daki ortodoks ahalinin başı olan Belorus piskopusu himaye isteyerek Katerina'ya müracaat etti. Lehistan'daki nizama, "Altın hürriyete, göre, leh asilzadelerinin geniş hürriyet hakları vardı. Kral seçilirken, Seym'e (Diyet meclisi) iştirak eden asilzadelerden ancak biri "liberum veto,, (mümanaat serbestisi) hakkını kullandı mı, seçim yapılamazdı. Bundan ötürü, leh siyasi durumu çok karışık bir manzara arzetmekte ve dışardan siyasi nüfuzlara kolayca maruz kalmakta idi. Seym kararlarından memnun kalmayan zümreler haklarını müdafaa ve başkalarına kabul ettirmek maksadiyle "konfederasyonlar teşkil ediyorlar ve mücadeleye başlıyorlardı.

Bu durumlar, Lehistan'ın siyaseten büsbütün zâfa uğramasını mucip oluyordu. 1763 de kral III. August öldü. Katerina'nın arzusu üzerine leh tahtına, Stanislav Poniatowski seçildi ve IV. August adiyle tahta çıktı. Poniatowski, Katerina'nın gözdelerinden (aşıklarından) olup, Rus imparatoriçesinin nüfuzu ve tesiri altında idi. Lehistan tahtına çıkması üzerine, Varşova'daki ruş elçisi Lehistan'ın iç işlerine büyük bir salâhiyetle karışmağa başladı. Lehistan'ın ortodoks ahalisi bu defa katoliklerle aynı hakları istediler. Katerina, Prusya kralı büyük Friedrich ile anlaşarak "Dissident,, lere ( katolik olmayanlar ) katoliklerle aynı hakların tanınması esasını kabul ettiler. Fa-kat leh Diyet meclisi (Seym) buna red cevabı verdi. Katerina bu silâh kuvvetine müracaatla, Varşova'yı rus kuvvetleri tarafından işgal ettirdi; bunun üzerine Seym "Dissident» lerin hakkını tanıdı (1767). Rusya ile Lehistan hükümeti arasında 1768 de yapılan bir anlaşma gereğince, Katerina, Lehistan ve Litvanya'nın devlet idaresindeki sistemi değişmeksizin devam ettirileceğini garanti ediyordu; bununla Lehistan'da adeta rus himayesi kaim olmuş gibiydi. Bu durum ise Lehistan'da Rusya'ya karşı bir reaksiyon uyanmasını mucip oldu; yer yer "Konfederatsiya„lar teşekkül etmeğe başladı; bunlardan en mühimi Bar şehrindeki idi. Bu harekete karşı ortodoks ahaliden teşekkül eden serseri çeteleri, "haydamak,, lar, harekete geçtiler; Lehistan bir iç harbe sahne oldu. Bunun üzerine Katerina Lehistan'a rus kuvvetleri sevketti. Ruslar, "haydamakları yatıştırdılar ve "Konfederat„lara yardıma başladılar; Avusturya da bunları himaye etmekte idi. Karıkşılık uzayınca, Rusya ve Avusturya da Lehistan'a askerî kuvvet gönder-diler. Bununla Lehistan meselesi, üç devlet meselesi halini aldı. Bir müddettenberi Katerina ve Prusya kralı Büyük Friedrich arasında Lehista'nın bir kısmını paylaşmak için konuşmalar yapılmıştı. Katerina Lehistan'ı tamamiyle Rusya'ya katmağı düşündüğünden, Prusyalıların işe karışmasını arzu etmiyordu. Bu defa üç devlet Lehistan'da yaptıkları askerî hareketlerin masraf karşılığı olarak, bazı mıntakaları kendilerine almağa karar verdiler. Buna göre, Rusya - Belorusya (Beyaz Rusya) yı; Prusya - Büyük Lehista'nın bir kısmını (Brandenburg ile Doğu Prusyayı ayıran sahayı);; Avusturya da —Galiçyayı aldı. Bu suretle 1772 de Lehistan'ın ilk bölümü vukubuldu. Bu karar leh Seym'i tarafından tasdik edildi.

Lehistan arazisinden mühim bir kısmının yabancı devletlere bırakılması, leh vatan severleri arasında bir "uyanış,, hareketini mucip oldu. 3 mayıs 1791 kararıyle Seym (Diyet Meclisi) Lehistan'ın anayasasını değiştiren, veraset yolu ile babadan oğula geçen bir krallık sistemini kabulden başka Fransa'daki inkılabının tesiriyle bazı diğer değişiklikleri de onayladı. Buna karşı leh muhafazakâr çevreleri ayaklandılar ve müdahale ricasiyle Katerina'ya müracaat ettiler. Rusya imparatoriçesi hemen büyük bir ordu göndererek Varşova'yı işgal ettirdi (1792). Prusya kralı da, Lehistan'ın batı mıntakalarına asker sevketti. Yapılan müzakereler neticesinde, Rusya ile Prusya Lehistan'dan yeniden birçok yer aldılar. Rusya'ya — Volıynya, Podolya ve Minsk bölgesi düştü. Danzig ve büyük Lehistan sahası Prusya'ya katıldı. Bu suretle, 1793 te Lehista'nın ikinci bölümü yapıldı.

Lehistan'ın ikinci taksimi Leh milliyetperverleri arasında büyük bir heyecanı mucip oldu. Gizli komiteler teşekkül etti.

Fransa'ya ve diğer Avrupa memleketlerine sığınan leh milliyetçileri, "3 Mayıs Anayasası,, namına Lehistan’ın hürriyeti ve bütünlüğü için mücadeleye giriştiler. 1794 te Lehistan'ın muhtelif bölgelerinde ayaklanmalar oldu. Hareketin başında Tadeusz Kosciuszko (Tadeyuş Kostüşko) adlı büyük bir vatanperver ve kumandan bulunuyordu. Lehli'ler. Varşova'daki rus askerlerine hücumla, paytahtlarını kurtardılar; millî bir leh hükümeti teşekkül etti ve müstevlilere karşı çetin bir mücadele başladı. Katerina, Rumyantsev ve Suvorov adlı en tanınmış rus generallerinin kumandasında, Lehistan'a büyük bir ordu gönderdi. Çetin ve çok kanlı savaşlardan sonra leh mücahitleri yenildiler. Varşova yeniden Rusların eline düştü ve Lehistan'ın istiklâl savaşı kanla boğuldu. Rus kuvvetleri Lehistan'ın bir kısmında harekette bulunurlarken, Prusya ordusu batı mıntakalarını işgal etmişti. Ruslar ve Almanlar vaziyete hâkim olunca leh kralı IV. August tahtından vazgeçti ve ikamet yeri olarak Petersburg'u seçti. Prusya, Rusya, ve Avusturya hükümetleri bu defa Lehistan devletini büsbütün ortadan kaldırmağa ve leh arazisini aralarında paylaşmağa karar verdiler. Üç devlet arasında yapılan uzlaşma gereğince: Rusya - Litvanya ve Kurlandiya sahasını; Varşova dahil olmak üzere Lehistan'ın merkez kısmını, Prusya ; Krakovya ve Lublin şehirleri ve bölgelerini de Avusturya aldı. Bununla Lehistan'ın üçüncü taksimi yapıldı (1795). Katerina'nın Lehistan işlerine karışma siyaseti, nihayet Lehistan'ın büsbütün ortadan kalkmasını mucib oldu. Rusya bu suretle daha Korkunç İvan zamanından beri siyasî bir program olarak takibine başlanan siyasî amacına ulaşmış oldu; Rusların başında bulunan bir "alman karısı,, bu suretle Rusya'nın uzun zamandan beri düşmanı olan Lehistan'ın büsbütün ortadan kalkmasını ve Rusların batı istikametinde geniş ülkeleri ele geçirmesini tahakkuk ettirmişti.


Rus - Türk Savaşları (1768 -1772); Küçük Kaynarca (1774) ve Yaş Barışı  (1791)



Rusya'nın Lehistan'da nüfuz kazanması, Türk devlet adamlarını telâşa düşürmüştü. Lehistanda, Türkiye'ye düşman bir devletin yerleşmesinden doğacak neticeler çoktanberi anlaşılmıştı. gar konfederat'larından bazılarının rus askerlerinden kaçarak Osmanlı topraklarına sığınmaları, rus hükümetinin hiddetini  mucip oldu. Ruslar âni bir baskınla Osmanlı arazisine girdiler, mülteci Lehlilerle birlikte birçok islâm ahaliyi de öldürdüler. Bunun üzerine, 1768 de Türkiye Rusya'ya harb ilân etti. Rusların Lehistan'da meşgul olmaları, Türkler tarafından bir fırsat telâkki edildiği anlaşılmaktadır. Fakat Osmanlı ordusunun hazırlığı fena idi ve iyi kumandanları yoktu. Bundan ötürü, bir Türk ordusu 1769 da Hotin kalesi yanında Ruslara yenildi. Bunun üzerine, Ruslar Tuna boyuna doğru ilerlemeğe başladılar. 1770 te, rus başkumandanı Rumyantsev'in 30 bin kişilik bir kuvveti, Kartal'ın biraz kuzeyinde, 180 bin kişilik bir Türk ordusu tarafından kuşatıldı. Fakat Ruslar karşı hücuma geçerek, disiplinleri ve hazırlıkları zayıf olan Türk kuvvetlerini perişan ettiler: bununla harbin gidişatı tamamıyla Rusların lehine döndü. Bütün rus ordusunun Balkanlara inmelerine ancak Tuna nehri mani oldu, hatta Rumyantsev'in kıtaları bazı noktalarda Tuna'yı geçip Balkanlara girdiler; mamafih Ruslar burada tutunamadılar ve Tuna'nın kuzey sahiline çekildiler. Buğdan ve Eflak, Ruslar tarafından işgal edildiği zaman ikinci bir rus ordusu Kırım'a girdi ve orada sağlamca yerleşti.

Türkler için daha büyük felâket, hiç beklenmedik bir yerden geldi. Kont Aleksey Orlov'un idare ettiği bir rus donanması Baltık denizinden hareketle Akdenize  geçti, ve Orlov'un teşvikiyle Mora'da Rumlar isyan çıkardılar. Rus donanması Sakız adası açıklarına geldi ve Çeşme'de vukubulan deniz muharebesinde Türk donanmasını imha etti. Ruslar bu suretle Adalar denizinde de hâkim oldular. Bu durum üzerine Babıâli telâşa düştü ve barış müzakerelerine başlanmasını istedi. Tuna'nın güney sahilindeki rus karargâhının bulunduğu Küçük Kaynarca mahallinde, 1774 te imzalanan barışla Türkiye, Rusya tarafından ileri sürülen ağır şartları kabul etti. 28 maddeden ibaret olan bu barışın en mühim maddeleri şunlardı: Karadeniz'in kuzey sahilinde (Kırım dahil) ve Azak denizi çevresinde yaşayan bütün Tatarlar, Osmanlı padişahının hâkimiyetinden çıkıp, müstakil olacaklar; Azak, Kerç ve Kılburun kaleleri Rusya'ya bırakılacak; Rusya, Osmanlı Devleti dahilindeki ortodoks tebanın kiliselerini himayesi altında bulunduracak; Türkiye'de rus teb'ası ve tüccarları ayrıca himaye görecekler; Türkiye harb tazminatı olarak yüksek bir meblağ ödeyecekti. 1774 te akdedilen Küçük Kaynarca barışı ile Rusya kat'î şekilde Karadeniz sahillerine ulaşmış, ve çok mümbit ve geniş arazi elde etmişti; Kırım Hanlığının Rusya'ya katılması için ilk adım atılmıştı; en ehemmiyetli nokta da: Rusya, ortodoks teb'ayı himaye bahanesiyle, Türkiye'nin iç işlerine karışmak imkânını elde etmişti. Bu itibarla Küçük Kaynarca barışı, Rus Türk münasebetlerinde bir dönüm noktası olup, Rusya'nın Osmanlı İmparatorluğunu yıkmak yolunda en büyük muvaffakiyeti teşkil etmekte idi. Katerina, bununla da iktifa etmiyerek, Türkiye'yi büsbütün ortadan kaldırmayı düşünüyordu; İstanbul merkez olmak üzere Rusya'nın himayesi altında bir "Rum İmparatorluğu,, kurmayı tasarlıyordu. Fakat Katerina bu tasarısını gerçekleştiremedi; Türkiye, henüz tasfiye edilecek kadar zayıf bir devlet değildi.

Kırım'ın elden gitmesi, Türkiye'de büyük bir reaksiyon uyandırdı. Fransa ve İngiltere hükümetleri de el altından Rusya'ya karşı Babıâli'yi harbe teşvik etmekte idiler. Osmanlı devletiyle İsveç arasında askerî bir ittifak akdedilmişti. Bu durum karşısında Türkiye. 1787 de Rusya'ya karşı harb ilân etti. Harbin başlangıcında durum Rusya'nın aleyhine döndü; büyük bir rus donanması Karadeniz'de fırtına yüzünden battı, rus kuvvetleri Özü (Oçakov) kalesi yanında saplanıp kaldılar. Ancak Özü kalesinin düşmesi rus kuvvetlerinin ilerlemesine yol açtı. Rus başkumandanı Suvorov, 1789 da Fokşani yanında büyük bir zafer kazandıktan sonra, Tuna üzerindeki kuvvetli bir kale olan İsmail, Ruslar tarafından hücumla alındı (1790). Suvorov, bazı ehemmiyetsiz hadiseleri bahane ederek, İsmail şehrindeki Türk ahalisini kamilen katlettirdi. Harp durumu tamamiyle Rusların lehine dönmüş olduğundan, Babıâli barış müzakerelerine başlamak zorunda kaldı. 1791 de Yaş şehrinde akdedilen barış şartları gereğince: Türkiye, Kırım'ın Rusya'ya ilhakını tanıdı, Özü kalesi Ruslar'a bırakıldı; Dnestr (Turla) nehri Rusya ile Osmanlı devleti arasında "ebediyen,, sınır olarak tesbit edildi; Kafkaslar'da da Kuban nehri sınır teşkil edecekti. Bu suretle Küçük Kaynarca'da Türkiye'ye kabul ettirilen şartlar, Yaş barışı ile bir daha ağırlaştırıldı; Rusya'nın Türkiye'ye karşı askerî üstünlüğü, artık su götürmez bir hakikat olmuştu.

1768-1772, 1787-1790 yılları Türk savaşları neticesinde elde edilen geniş ve münbit saha, yeni Rusya (Novorossiya) ve Tavrida (Kırım Hanlığı), Ruslara yeni bir kolonizasyon faaliyetine yol açtı. Katerina tarafından bu işe memur edilen Potemkin, çok az bir zamanda büyük işler yaptı. Nikolayef ve Cherson şehirlerinde tersaneler tesis edildiği gibi, Karadeniz rus donanmasına üs olacak Sivastopol kalesinin temelleri de atıldı; Orta Dnepr boyunda da Yekaterinoslav (bugünkü Dneprostroy) şehri kuruldu; Rusya'nın birçok yerinden muhacirler celbedilerek, yeni zaptedilen mmtakalarda rus hâkimiyetinin sağlamlaştırılmasına çalışıldı.

Katerina'nın "Türk siyaseti,, sayesinde, Rusya, daha Kiyef Rusyası devrinde ulaşmak istediği Karadeniz'e inmek amacı gerçekleşmiş olduğu gibi, yüzyıllar boyunca Rusya'nın güney mıntakaları için daimî bir tehlike teşkil eden Kırım Hanlığı da ortadan kaldırılmış oldu. Katerina Osmanlı İmparatorluğunu tasfiye etmek, Boğazları ele geçirmek politikasını prensip ittihaz etmekle ilerideki rus fütuhat emellerine bir istikamet vermiş oldu.

Türk harbi devam ederken, İsveçliler de Rusya'ya harp açtılar. İsveç donanması 1788 ve 1789 da Petersburg'a hücum etmek teşebbüsünde bulundu ise de, geri püskürtüldü. Finlandiya'daki İsveç kara ordusu da fazla bir gayret gösteremedi. Ruslar da, kuvvetlerinin azlığı yüzünden harekete geçemediler. Bu durum karşısında 1790 da Rusya ile İsveç arasında, harbten evvelki durum muhafaza edilmek şartıyle, barış akdedildi.



Katerina  zamanında edebiyat ve ilim 


Petronun    Rusya'yı  "ilim   yayma,,  siyasetinin  ilk  semereleri  Eiizaveta zamanında görülmeğe başlamıştı. Archangelsk  bölgesi köylülerinden  olan  Lomonosov,  yaşı geçmiş olduğu  halde  Moskova'ya  gelmiş,  tahsile başlamış ve nihayet Almanya'da müsbet ilimleri öğrenmiş ve Rusya'ya döndükten sonra, İlimler Akademisine tayin edilmiş ve profesörlüğe yükseltilmişti. Lomonosov, yalnız kimya, fizik ve tabii ilimlerle uğraşan ilk rus âlimi değil, aynı zamanda rus grameri ve rus tarihiyle de meşgul olan ilk Ruslardan biridir. Yine Elizaveta zamanında ilk rus edibleri de belirmişlerdi: Tred'yakovski ve Sumarokov. İlimler Akademisinin daha iyi bir duruma getirilmesi (1747), ve Moskova'da bir Üniversitenin açılması (1755) bu devrin en mühim ilmî hareketleri oldu.

Katerina gibi çok okumuş ve devrin fikir hareketleriyle yakından ilgisi olan bir hükümdarın tahtı işgal etmesi, Rusya'da edebiyat ve ilim hareketinin inkişafına imkânlar verdi. İmparatoriçe bizzat kendisi edebî eserler yazar ve hatta mecmualar çıkarırdı. Derjavin ve Fonvizin gibi, klâsik rus edebiyatının ilk mümessilleri bu zamanda sahneye çıktılar. Bu sıralarda Rusya'da "farmasonluk» yayılmağa başlamıştı; bu hareket önceleri Katerina tarafından müsamaha ile karşılandı ise de, sonraları şüphe uyandırdı ve takibata uğradı. Bu devrin en faal ve mümtaz şahsiyetlerden biri de edib Novikov'tur. 20 cilt tutarında eski rus tarih vesikalarını yayınlayan Novikov, Rusyada kitap ve mecmua neşri işinde büyük bir rol oynadı ve ilk kitap mağazalarını açtı. Novikov, sonraları Katerina'nın takibatına uğradı ve Katerina'nın ölümüne kadar hapishanede kaldı. İlk ilmî rus tarihi (Tatişçev'in eseri) de bu zamanda basılmıştır. Knez Şçerbatov tarafından da mufassal bir "Rusya tarihi,, hazırlandı. Bu suretle Katerina'nın zamanı rus kültür hayatında büyük bir inkişafa ve ilerlemeye yol açmış oldu.



Katerina'nın karakteri ve ölümü


 Küçük bir alman prensinin kızı iken, tesadüf eseri olarak, Rusya gibi büyük ve geniş bir devletin başına  geçen  Katerina,  pek kısa  bir zamanda kendisini  halis  bir rus gibi göstermiş ve  rus ahalisinin sempatisini kazanarak hakikî bir rus çariçesi gibi hareket edebilmişti. Gayet enerjik ve çok zeki olan Katerina, devlet idaresini eline almış ve istediği gibi çevirmeğe başlamıştı. Kendisine Panin ve Bezborodko gibi mümtaz politikacılar, Potemkin gibi çok enerjik idareci ve Rumyantsev ile Suvorov gibi sivrilmiş generaller yardım etmişlerse de, daima kendi çizdiği yoldan yürümesini bilmişti. Katerina bilhassa fütuhat siyasetini takib bakımından Büyük Petro'yu andırmaktadır. Başta fransız filozoflarının tesiriyle insanî idareye meyli olduğu halde, az sonra tam bir müstebit rejim kurmuş ve her türlü yeni fikir ve hareketlerin düşmanı kesilmişti. Katerina çok genç denecek kadar bir yaşta dul kalmıştı. Kendisinin ahlâkça çok zayıf olduğu, Orlov kardeşlerden başlayarak birçok aşığı bulunduğu ve erkeklerle düşüp kalkmaktan fazlasıyla hoşlandığı biliniyor. Fakat, Katerina devlet işlerinde hiçbir "aşığının tesiri altında kalmazdı.

III.Petro'dan, Pavel adında bir oğlu vardı. Fakat oğlundan kat'iyyen hoşlanmaz ve daimî nezaret altında bulundururdu; hatta kendisinden sonra, Pavel'in oğlu Aleksandr'ı tahta çıkarmayı tasarlıyordu; mamafih bunu gerçekleştirmeden 1796 yılında öldü. Katerina'ya, Rusya'nın büyütülmesi işinde yaptığı hizmetlerden ötürü "Büyük,, lâkabı verilmişse de, bu lâkab tutunamamıştır. Mamafih II. Katerina'nın, I. Petro'dan sonra, rus tarihinin en büyük hükümdarlarından biri olduğunda şüphe yoktur.



Pavel Petroviç zamanı (1796-1801 ) Pavel zamanında iç olaylar  


42 yaşına kadar daimî bir nezaret  altında tutulan Pavel, tahta çıkınca  Katerina tarafından konulan birçok  nizamı değiştirmek maksadiyle yeni yeni tedbirler  almak  istedi.  Gayet kaba, katı tabiatlı ve gabi bir adam olan yeni imparator, devlet idaresinde hiçbir tecrübesi olmadığı gibi, anlayış sahibi de değildi; bundan ötürü, annesi tarafından tatbik olunan sistemi bozmak isterken, ancak küçük meselelerle meşgul olabiliyordu. Bütün devlet idaresinde askerî bir nizam tatbikini arzu ediyordu. Yaptığı "yenilikler» den en mühimi, askerî üniformayı ve talimi Prusyalılarınkine benzetmek oldu; askerlere çok şiddetli muamele yapılır ve arkası kesilmeyen resmî geçitler tertib edilirdi. Pavel, Büyük Petro tarafından çıkarılan "taht veraseti,, kanununu (hükümdarın aynı sülâleden olmak üzere istediği kimseye tahtı bırakmak hakkı) değiştirdi, ve 1797 de yeni bir kanunla tahtın babadan büyük oğluna, eğer oğlu yoksa en yaşlı biradere geçmesi esasını kabul etti; hükümdar ailesinden her birine malikâneler tayinini de tesbit etti. Bu kanunlar, Rusya İmparatorluğunun sonuna kadar mer'iyette kaldı.

İmparator Pavel'in emri üzerine idarede birtakım yeni usullerin tatbike başlaması karışıklıklara sebebiyet verdi. Pavel, annesini fazlasıyle "liberal,, telâkki ettiğinden, Rusya'da istibdat rejimini kuvvetlendirmek ve Fransa'dan yeni fikirlerin Rusya'ya girmesine mani olmak istiyordu. Köylülerin durumunu hafifleştirmek yolunda bazı kanunlar çıkarmakla beraber, bizzat kendisi 600.000 köylü nüfusunu dvoryanlere hediye etmekle, serflerin adedini çoğaltmış ve "toprak köleliğini,, büsbütün yaymış oldu. Pavel, Avrupa'dan Rusya'ya yeni fikirlerin girmesine mani olmak için Rusya'nın hudutlarını kapattı; Ruslar'dan kimseye Avrupa'ya gitmeğe izin verilmiyordu; yabancılar da çok büyük müşküllerle Rusya'ya gelebiliyorlardı. En ufak bir şüphe üzerine binlerce kişi Sibir'e sürüldü veya hapise atıldı; bu suretle Pavel'in idaresi tam bir "dehşet rejimi,, mahiyetini aldı. Gittikçe sert ve keyfî hareketlere başvuran Pavel, karısına ve oğulları Aleksandr ile Kostantin'e fena muamele yapmakta, en yakın muhitini daimî bir korku içinde tutmakta idi. Bunun neticesi: Pavel'e karşı gizliden gizliye hareket başgösterdi. Petersburg askerî kumandanı Palen tarafından idare edilen bu hareket, artık delirmeğe başlayan İmparator'un yerine oğlu Aleksandr'ı tahta çıkarmayı istihdaf ediyordu. 11 mart 1801 günü, Pavel suikastçılar tarafından öldürüldü ve hemen oğlu Aleksandr tahta çıkarıldı.



Suvorov'un Avrupa seferleri 


Fransız inkılâbını müteakip, Fransa'nın bütün Avrupa devletlerini telâşa düşürmesi üzerine, (1799) 1798 de  Fransa'ya karşı  teşekkül  eden  devletler  koalisyonuna  Rusya da  dahildi. Hatta bir aralık rus  Karadeniz  donanması, Türk donanmasıyla birleşerek, İyon denizindeki adaları Fransızlardan temizledi. Avusturya'nın arzusu üzerine, meşhur rus generali Suvorov'un kumandasında bir rus ordusu, Fransızlara karşı savaşmak üzere, Kuzey İtalya'ya gönderildi (1799). Suvorov Kuzey İtalya'da birkaç defa Fransızları yendi, fakat tasarladığı gibi Fransa'ya giremedi. Bu sıralarda Avusturya'daki durum Fransızların lehine döndüğünden, Suvorov gayet usta manevralar yaparak, en tehlikeli dağ geçitlerinden yol almak üzere, rus ordusunu Fransızların eline esir düşmekten kurtardı ve bundan ötürü imparator Pavel tarafından "generalissimus,, derecesine çıkarıldı.

Pavel, Hollanda'da İngilizlerle birlikte Fransızlarla çarpışan rus kıtalarının fena duruma düşürülmeleri üzerine İngiltere'ye harb ilân etmek istedi. Rus çarı, denizden hücum hazırlıklarında bulunurken, Orenburg yolu ile Türkistan'a ve İrana girmeyi v e bu zengin ülkeyi İngilizlerden almayı bile tasarlamıştı, Fakat böyle bir fantastik seferin başlanmasına Pavel'in ölümü mani oldu. Pavel'in son yılında Rusya ile Fransa’nın arası, iyileşmişti. 1800 de iki devlet arasında barış akdedildi; İngiliz düşmanlığı Rusları Fransa ile anlaşmağa sevketmişti.




RUSYA TARİHİ BAŞLANGIÇTAN 1917'YE KADAR

Prof. Dr. AKDES NİMET KURAT

22 Kasım 2024 Cuma

AKDENİZ MİTOLOJİSİNDE AŞK KAHRAMANLARI ve MÜZİSYENLER-28

 TANRILARI YORAN İNATÇI SİSİFOS


Ölümlü biri olarak zaten sınırlı olan gücüne karşın Sisifos (Sisyphos); aklı ve ondan kaynaklanan kurnazlığıyla tanrılara hep kafa tuttu. Yeni yeni buluşlarıyla, inatçılığıyla sürekli kök söktürdü onlara...

Sisifos; Korintos kentinin hem kurucusu, hem de ilk kralıydı. Zaten daha kral olur olmaz yaptırdığı iki limanla, kısa sürede oluşturduğu gemi filolarıyla, Akdeniz coğrafyasında zengin bir alışveriş merkezine dönüştürdü krallığını. Bu yüzden halk bolluk ve huzur içinde yaşamaya başladı. Haliyle bu yönüyle de çok ün kazandı... Ne var ki rahat ve bolluğa ulaştırdığı halkının mutluluğu, hem tanrıların hem komşu kralların kıskançlığını şahlandırmakta da gecikmedi!

O yüzden olacak onun akıllılığı ve kurnazlığı konusunda birçok öykü dolaşıyordu dilden dile... Bunların en ünlüsü, Autolikos (Autolykos) adındaki bir sığır hırsızıyla ilgili olanıydı. Damadı olacak kral Laertes'in bile sürülerini kimselere göstermeden alıp götüren Autolikos, bir gün kral Sisifos'un da sığırlarını çalmaya kalktı!.. Ne var ki Sisifos; başına gelecekleri çok öncelerden sezinlediği için, sığırlarının ayak tırnaklarına kızgın demirle kendi adını yazmıştı! Sığırları çalınınca da haliyle hemen onların izini sürdü ve ta Attika krallığında, o ele avuca sığmayan hırsızı ve sürüsünü arayıp buldu... Ama aynı gün hırsız Autolikos'un kızı, Attika kralı Laertes'le düğün dernek içindeydi... Autolikos bütün pişkinliğiyle Sisifos'u konuk olarak alıkoydu evinde. Sisifos da, damat olacak kraldan bir gece önce, alla oyunla gelinin gönlünü çeldi; kendisi girdi gerdeğe! Bu kaçamak birleşmeden doğan çocuğa da Odisseus adı verildi. Bu Odisseus daha sonraları zoraki olarak katıldığı Troya savaşları sırasındaki kurnazlıklarıyla tarihe geçti; onun için düzülen destanlar, kuşaklardan kuşaklara, dillerden dillere dolaştı! Örneğin hileli Troya Atı'nı o tasarlamış, yapımını da o üstlenmişti... İçine asker doldurup surların dışında bıraktıkları bu tahta atın bir tanrı armağanı diye surlardan içeri alınmasıyla, on yıldır direnen Troya krallığı, bir gecede düşmüştü! Gene Odisseus'un Troya savaşları sonrası ülkesine dönerken denizlerde yaşadığı serüvenlerden sağ salim çıkması; aklını kullanıp yazgıya ve tanrılara karşı verdiği savaşımlar, hep babası Sisifos'a tıpatıp çektiğinin delilleriydi!


Sisifos'un bir başka ünlü serüveni de, çapkınlığı dillere destan Baştanrı Zeus'la ilgili olanıydı. Hep âdeti olduğu üzere gene bir gün Zeus, ırmak tanrısı Asopos'un güzel kızı Aygina'ya (Aigina) kaptırdı gönlünü... Onu kandırabilmek ve karısı Hera'nın gözlerinden kaçırabilmek için bir kartala dönüştü. Sonra da bu kartala dönüşmüş haliyle bir punduna getirip kızı kanatları arasına alıp kaçırdı... Sisifos açık seçik görmüştü bu olayı gözleriyle! Irmak tanrısı Asopos da coşup coşup taşarak, öfkeden köpürerek her yerde aramaya başladı kızı Aygina'yı... Sisifos da bu acılı ırmak tanrısına, kızı Aygina'yı kimin kaçırdığını açıklayacağını söyledi. Ama bir koşulu vardı: Tanrı Asopos, alacağı bilgi karşılığında Sisofos'un kral olduğu Korintos ülkesinin surları üstüne bir kaynak koyacak, oradan tatlı sular akıtacaktı! Irmak tanrısı seve seve yerine getirdi bu isteği. Sisifos da kartal kılığına giren Baştanrı Zeus'un kızını kaçırdığını söyledi... Duyduklarından şaşkına dönen ırmak tanrısı, haliyle Zeus'a çok öfkelendi. Aktığı her yerde köpürdü; kabarıp kabarıp taştı. Ovaları bayırları sular altında bıraktı. Bütün bu yıkımlara neden olan Sisifos'un boşboğazlığına çok içerleyen Zeus, hemen ölüm tanrısı Tanatos'u (Thanatos) çağırdı yanına. Sisifos'u zincirleyip bir mağaraya kapatması buyruğunu verdi... Kurnaz Sisifos, bu kez bir yolunu bulup ölüm tanrısı Tanatos'u kendisi zincirleyip derin bir mağaradaki kayalıklara bağladı. Bundan sonra da ölüm tanrısından kurtulan insanlar artık ölmez oldular... Bu yüzden de Ölüler Ülkesi'nin tanrısı Hades işsiz kaldı; canı sıkıldı... Durumu Baştanrı Zeus'a yana yakıla iletti. Zeus olup bitenleri zaten biliyordu. Ölümsüzleşen insanların ölümsüz tanrılara kafa tutmaya başladıklarını gördükçe de öfkeden saçını başını yolacak gibi oluyordu... Hele hele buna neden olan kral Sisifos'un karısıyla çok mutlu bir yaşam sürmesine; krallığında halkın barış ve bolluk içinde yaşamasına baktıkça kahroluyordu. Zeus, ölüm tanrısı Tanatos'u hemen zincirlerinden kurtardı. Sonra da Sisifos'un Ölüler Ülkesi'nde en ağır şekilde cezalandırılması buyruğunu verdi...

Baştanrı Zeus'un yardımıyla zincirlerinden kurtulan ölüm tanrısı; inatçı ve kurnaz Sisifos'un canını almak üzere apar topar sarayının kapısına dayandı. Sisifos, onu görür görmez başına gelecekleri hemen anladı. Doğruca karısına gidip ölümünden sonra cenaze töreni düzenlenmemesini söyleyip döndü. Sonra da kapıya dayanan ölüm tanrısı Tanatos'la birlikte, çırılçıplak Ölüler Ülkesi'ne gitti. Ölüler Ülkesi'nin karı-koca tanrıları Hades'le Persefone'ye; karısının kendini bu şekilde, törensiz duasız göndermesinden yakındı günlerce. Karısına haddini bildirmek üzere kendisini birkaç günlüğüne izinli olarak yeryüzüne göndermelerini diledi. Uzun uzun diller döktü... Sonunda Ölüler Ülkesi'nin o acımasız tanrılarından yeryüzüne birkaç günlüğüne dönme iznini kopardı... Ne var ki güzelim dünyaya yeniden gelince de haliyle aklının ucundan bile geçmez oldu öteki dünyaya geri dönmek!.. Bu yüzden Baştanrı Zeus'un en acımasız gazabına uğradı. Yeniden gönderildiği Ölüler Ülkesi'nde, ağır mı ağır bir kayayı yuvarlayaraktan, oradaki bir dağın doruğuna çıkarması ve ondan sonra da kayayı, dağın öte tarafına aşırması istendi ondan!..

Sisifos'un oğlu Odisseus, Troya savaşından sonra çok sevdiği karısı ve oğlunun yanına dönerken, bir ara Ölüler Ülkesi'nin kapısından babası Sisifos'u gözetledi. Sonra da içi yana yana dillendirdi onun halini:

Babam Sisifos'u gördüm işkenceler çekerken, Habire itiyordu önündeki kayayı bir tepeye doğru. İşte kaya tepeye vardı varacak, işte tamam... Ama tam tepeye varmasına bir parmak kala, Bir güç itiyordu onu tepeden gerisin geri, Aşağılara yuvarlanıyordu kaya. 

Toz toprak içinde yeniden iniyordu ovaya, Gene durmadan itiyordu kayayı, kan ter içinde.

Ne var ki Sisifos, tanrııların dayattığı bu yazgıyı kıracağını biliyordu, çünkü dağın öte tarafına er geç aşıracaktı kayayı; buna kesinlikle inanıyordu.


O yüzden de hep mutluydu...




Akdeniz Mitologyasından Efsaneler

Yaşar Atan

19 Kasım 2024 Salı

Amerika Söylenceleri - Bolivya

 


Yaratılış: Sunuş


Tarihsel Arkaplan


Aşağıdaki yaratılış söylencesi, İnkalar tarafından işgal edilmesinden önce Titikaka gölünün bulunduğu bölgede gelişmiş önemli bir dağ uygarlığı olan Tiyahuanako kültürüne aittir. Arkeologlar, 1960'lardan bu yana ünlü Tiyahuanako harabelerinin bulunduğu bölgedeki sitelerde araştırmalarını sürdürmektedirler. Bolivya'nın And Dağları bölgesindeki Titikaka gölünün güney kıyısında, yaklaşık MS 500 yılında inşa edilmiş olan ve Tiyahuanako uygarlığının önemini kanıtlayan anıtsal taş figürler vardır.

Arkeologlar Tiyahuanako'nun, yaklaşık MÖ 1000 yılında bir köy olduğunu ve MS yaklaşık 500'den 1200'e kadar And kültürünün yaygınlaşması için yeterince önem kazanmış olarak iki bin yıldan fazla bir süre işgal edilmiş olduğunu saptamışlardır. 1200 yılında Tiyahuanako, muhtemelen bugünkü Şili ve Peru'nun büyük bölümünün yanı sıra, Bolivya ve Arjantin'in And dağlık bölgelerini kapsayan büyük Tiyahuanako İmparatorluğu'nun başkenti olur, imparatorluğun yıkılış nedeni hâlâ bilinmemektedir; ancak hâkim olduğu bölgede, 14. yüzyılın sonuyla 15. yüzyılın başı arasındaki bir dönemde İnkalar tarafından fethedilinceye kadar bir daha siyasi birlik kurulamamıştır.

Araştırmacılar, İspanyolların, bölgede yaşamış olan Aymaralar hakkında hiçbir şey öğrenememiş olmaları gerçeği karşısında şaşkınlığa düşmüşlerdir. Yerli halk da, dev heykelleri diken halkın kimliği hakkında bir bilgiye sahip değildir. Varsayımlardan biri, İnkaların insanları bir bölgeden ötekine sürdüğü, dolayısıyla kendileri için henüz yeni sayılabilecek bölgelerde bazı kabilelerin yaşamış olabileceğidir. Bir başka varsayım, bölge sakinlerinin ki o dönem için Aymaralardır, İspanyolları, ataları hakkında bilgi vermeyi reddetmiş olmasıdır.

Aşağıdaki söylence, 1550'lerin başında, Peru'daki Ispanyol valisinin resmi çevirmeni Juan de Betanzos tarafından kaydedilmiştir. Betanzos, öyküyü bir öyküsel Peru şarkısından almıştır. Bu tür şarkılar, İnka tarihçileri için, kendi ulusal tarihlerini saklayıp korumanın geleneksel bir aracıdır.

Peru ile Bolivya arasında uzanan Titikaka Gölü, hem Peru-İnka hem de Bolivya-Aymara söylencelerinde önemli bir role sahiptir. İnkalar, egemenliklerini Titikaka Gölü'nün Bolivya kıyılarına dek genişletince, yerli Aymara halkının efsanelerini benimsemişler ve kendi ulusal bakış açılarını yansıtmak için Tiyahuanako kültürüyle değiştirmişlerdir. İnkaların siyasi değerleri de onları, o dönemde Aymara dili en yaygın biçimde konuşulan yerli dil olmasına rağmen, kendi dilleri olan Keçua'yı (Quec-hua) imparatorluklarının resmi dili olarak kullanmaya yöneltmiştir. Ancak İnka imparatorları, Aymara halkının inka otoritesini ve dinini kabul etmesini istemişlerse de Aymaralar, kendi eski dinlerinden vazgeçmek gereğini duymamışlar, dolayısıyla iki din birlikte yaşamıştır.

Bugün, beş milyondan fazla İnsan, hâlâ Keçua dilini konuşmaya devam etmektedir. Ama Aymara dini de yaşayan bir dindir. Aymaraların çoğu bugün de And Dağları'nın Bolivya bölümünde yaşamaya devam etmekte ve hâlâ çobanlık ve tarımla geçinmekledirler.


Çekiciliği ve Değeri


İnka mitolojisi ve güneşe tapma geleneğiyle Tiyahuanako kültürünün dinsel inancı arasında doğrudan ilişki vardır, takaların, daha önceki uygarlıkların efsaneleri üzerine kendilerininkilerini nasıl kurduklarını görmek açısından bu yaratılış öyküsünü, onu izleyen İnka yaratılış öyküsüyle karşılaştırmak özellikle ilgi çekicidir. İnkalar, Kon Tiki Virakoça'yı (gökgürültüsü olarak görünen yaratıcı) kendi yaratıcı tanrıları olarak sahiplenmişlerdir.


İnkaların koruyucusu ve öğreticisi olan yaratıcı tanrı kavramı, Aztek ve Haide/Trimşian/Tlingit gibi Amerikan topluluklarında oldukça yaygındır. Diğer kültürlerde de ahlak değerlerini öğreten ve bu değerlere uymayan ya da aldırmayanları cezalandıran tanrısal yaratıcı vardır. Diğer birçok yaratıcı gibi Virakoça da ahlak değerlerine aykırı davranan insan ırkını yok etmek için tufan göndermiştir.


Bu yaratılış efsanesinde taşın oynadığı rol, bölgede kayaların çok oluşunu ve kayalardan biçimlendirilmiş çok eski figürlerin varlığını yansıtır. Bir dinsel uygulama olarak doğa olaylarına tapma ise insanların mağaralardan, nehirden, dağlardan ve kayalardan doğmasında yansıtılır.


Yaratılış


Başlangıçta her şeyin prensi ve yaratıcısı olan Efendi Kon Tiki Virakoça hiçlikten çıktı ve dünyayı ve gökyüzünü yarattı. Sonra hayvanları ve henüz herhangi bir ışık biçimi yaratmadığı için sonsuz bir gecenin karanlığı içinde, dünya üzerinde yaşayan dev insan ırkını yarattı. Bu ırkın davranışı Virakoça'yı kızdırınca, bu kez Titikaka Gölü'nde yeniden ortaya çıktı ve bu ilk insanları taşa çevirerek cezalandırdı. Daha sonra büyük bir tufan yarattı. Kısa zamanda en yüksek dağların dorukları bile sular altında kaldı.

Virakoça selin tüm canlıları yok ettiğinden emin olunca, yeryüzü tekrar açığa çıkana kadar suların çekilmesini sağladı.

Yaratıcı gücü o kadar büyüktü ki, güneşin Titikaka adasında doğup göklere yükselmesini sağlayarak gündüzü yarattı. Aynı biçimde ay ve yıldızlan yarattı ve her parlak ışığı kendi yolunda yerleştirdi. Elinin bir işareti ve ağzından çıkan bir emirle bazı tepe ve dağlar çökerek vadi oldu. Bazı vadiler de tepe ve dağ oldu. Bir başka el işareti ve emirle, kayalıklardan tatlı sulu dere ve nehirler fışkırdı, dağların kenarından dökülerek vadilerin içinden aktı.

Bundan sonra Virakoça dikkatini yeni hayvanlar ve yeni bir insan ırkı yaratmaya çevirdi, ilkin gökyüzünde uçmaları ve sessizliği şarkılarıyla doldurmaları için kuşları yarattı. Her tür kuşa söylemesi için ayrı bir melodi verdi. Bazılarını ağaçlı vadiler içinde, diğerlerini yüksek ovalarda ve dağlarda yaşamaya gönderdi. Sonra yeryüzünde dört ayak üstünde yürüyen hayvanları ve karınları üzerinde sürünen canlıları yarattı. Bunları da alçak ve yüksek yerler arasında paylaştırdı.

Tüm hayvanları yarattığında, Virakoça artık insanları yaratmaya hazırdı. Onları taştan şekillendirmeye karar verdi; taştan adamlar, taştan kadınlar ve taştan çocuklar biçimlendirdi ve boyadı.

Kadınların bazılarını hamile olarak yarattı. Bazılarını ise, çocuklarına bakan kadınlar olarak yarattı; beşikteki küçük çocuklara yaşam verdiğinde onlara bakacaklardı. Bazılarına uzun saçlar, diğerlerine de kısa saçlar çizdi. Her heykelin üzerine o kişinin giymeye devam edeceği giysileri çizdi. Böylece Virakoça, her insana yaşarken sahip olacağı görünümü verdi. Sonra Tiyahuanako'da bu taştan halkın bir kısmı için taştan bir yerleşim yeri biçimlendirdi.

Son olarak Virakoça, taştan heykellerini gruplara ayırdı. Her bir gruba yetiştireceği yiyeceği, konuşacağı dili ve söyleyeceği şarkıları verdi. Sonra taştan heykellerin hepsine, yeryüzünün altına gömülmelerini ve kendisi ya da yardımcılarından biri onları çağırana kadar orada kalmalarını emretti.

Virakoça kendisiyle birlikte Titikaka Gölü'nden çıkan dostlarına görevlerini açıkladı. "Bir kısmınızın kuzeye, bir kısmınızın güneye ve geri kalanınızın da erkenden doğan sabah güneşine doğru yürümenizi istiyorum. İnsanları yerleştirmeyi düşündüğüm bölgeleri aranızda paylaştırın. Bölgenize vardığınızda su kaynaklarına, mağaralara, nehirlere ya da yüksek dağların yaylalarına gidin. Bu yerlerden bölgeniz için ayırdığım taştan grupları çağırın."

Böylece, Virakoça'nın dostlarının her biri yaratma işleminde yardımcı oldu ve ülkeye pek çok insan grubu yerleştirildi. Her bir "Virakoça" kendi taştan grubunu çağırdığında, Virakoça "evreni yaratan Kon Tiki Virakoça, insanlarına yarattığı taş heykellerden dışarı çıkmayı ve bu bölgeye yerleşmeyi emrediyor! Bölgenizde yaşayın ve sayınızı arttırın" diye seslendi.

Virakoça da, And Dağları'nı aşan Kraliyet yolundan, daha sonra Cuzco kenti olacak yere doğru yürüdü. Yolculuğu boyunca grup grup insanları çağırdı ve her gruba topraktan nasıl geçineceklerini öğretti. Onlara her ağacın, her bitkinin, her meyvenin, her çiçeğin adını söyledi. Onlara hangilerinin iyi birer yiyecek kaynağı olduğunu, hangilerinin hastalık ve yaraları iyileştireceğini ve hangilerinin kesinlikle ölüm getireceğini gösterdi. İnsanlara, birlikte barış içinde yaşayabilmeleri için birbirlerine iyilik ve saygıyla davranmalarını da öğretti. Bu arada Virakoça'nın yardımcıları da aynı bilgiyi kendi bölgelerinde ortaya çıkan insan topluluklarına öğretiyorlardı.

Virakoça bu İşlemi, karşısına taşlarla silahlanmış bir insan topluluğu çıkana kadar sürdürdü. Onlar Virakoça'yı tanımadılar ve ona saldırdılar. Virakoça göklerden ateş yağdırarak onları cezalandırdı. İnsanlar taşlarını yere attılar ve Virakoça'nın ayaklarına kapanarak ona teslim oldular. Virakoça sopasının üç vuruşuyla alevleri söndürdü ve onlara yaratıcıları olduğunu açıkladı.

Bu insanlar Virakoça'nın büyük bir taş heykelini yaptılar. Virakoça'nın göklerden ateş indirdiği yerde bir tapınma yeri oluşturdular ve heykeli içine yerleştirdiler. Onların torunları bu kutsal yerde altın ve gümüş sunmaya devam etmektedirler.

Sonunda Virakoça, Cuzco olarak adlandırdığı yere vardı. Bu bölge için bir yönetici yarattı ve deniz kıyısına döndü. Yardımcıları da ona katıldılar ve batan güneşe doğru okyanusa açıldılar. Onları son görenler, sanki deniz sağlam bir karaymış gibi dalgaların üzerinde yürüyüşlerini hayranlıkla izlediler. İnsanlar bu olayın anısına, yaratıcılarına, "denizin köpüğü" anlamına gelen Virakoça adını verdiler.

Virakoça ve dostlarını bir daha asla gören olmadı. 



Donna Rosenberg'in Dünya Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.

18 Kasım 2024 Pazartesi

TÜRK HIRİSTİYAN TOPLULUKLAR-3

 



ANADOLU TÜRK HIRİSTİYANLIĞI



Anadolu topraklarının yüzyıllardan bu yana pek çok uygarlığa beşiklik ettiği tarihsel bir gerçektir.

Kendilerine özgü uygarlıklar kurmuş olan Sümer, Hitit, Asur, Urartu, Med, Part, Karduk, Luwi, Aka, Frig, Grek, Lidya, Roma, Bizans, Selçuklu, Osmanlı gibi uygarlıkların yanında, günümüzde Genç Türkiye Cumhuriyeti'miz de kendine özgü görkemiyle uygarlık yolunda ilerleme çabası içindedir. Anadolu toprakları aynı zamanda Hıristiyanlık inancının da yayılma alanıdır.

Kutsal Kitabın inanç temeline dayalı olan Hıristiyanlık, Yeruşalem (Kudüs) kökenli olmasına rağmen Anadolu topraklarından yeryüzüne yayılmıştır. Yerinde bir anlatımla Hıristiyanlık, bir Yahudi topluluğu inancı olarak Yeruşalem'de çıkmış ancak baskılar sonucu Antakya kenti merkez seçilerek ve bir uluslararası inanç olarak tüm yeryüzüne Anadolu'dan yayılmıştır.

Bugün yurdumuzun güneyinde yer alan ve Atatürk'ün "Kırk asırlık Türk Yurdu" olarak betimlediği ve 1939'da Anavatanımıza bağlanan Antakya, gerçekte dünyadaki tüm hıristiyanların ana kenti durumundadır. Bu gerçek, İncil'deki şu bölümde açıklanmaktadır:

"Stefanos'a çektirilen acı sonucunda darmadağın olanlar Finike'ye, Kıbrıs'a ve Antakya'ya kadar gittiler. Tanrı sözünü Yahudilerden başka hiç kimseye bildirmiyorlardı. Ama onlardan Kıbrıslı ve Kirineli bazı kişiler Antakya'ya gelip Yunanlılara da Rab İsa'nın sevindirici haberini bildirdiler. Rab'bin eli onları destekliyordu.

Çok sayıda insan inanarak Rab'be döndü.

Bu olaylara ilişkin haber Yeruşalem'deki kilise topluluğunun kulağına gitti. Barnabası Antakya'ya gönderdiler. O da varıp Rab'bin kayrasını görünce sevinç duydu. Tümüne yüreklerinde Rab'be bağlı kalmayı kararlaştırmaları için öğüt verdi. Çünkü kendisi iyi bir insandı, Kutsal Ruh'la ve inançla dolu biriydi. Böylece büyük bir topluluk Rab'ba katıldı.

Barnabas Saul'u aramak için Tarsus'a gitti. Onu bulunca Antakya'ya getirdi. İkisi bir yıl süreyle bir araya gelerek o büyük topluluğa öğrettiler. Öğrencilere İLK KEZ ANTAKYA'DA HIRİSTİYAN ADI VERİLDİ"

İNCİL, Elçilerin İşleri II:19-25

Ana inançları Kutsal Kitabın Eski Antlaşma bölümünden kaynaklanan ancak İsa Mesih aracılığıyla yeni bir inanç olarak ortaya çıkan Hıristiyanlık, evrensel bir inanç niteliğiyle Anadolu topraklarından yayılarak şu yörelere yerleşmiştir: Galatya (Ankara-Konya'yı içeren alan), Kilikya (Adana-Mersin'i içeren alan), Kapadokya (Kayseri-Nevşehir'i içeren alan), Pontus (Sivas-Trabzonu içeren alan), Bitinya (Kadıköy-Sinopu içeren alan), Pisidia (Antalya-Alanya'yı içeren alan), Asya (Truva - İzmir - Kütahya - Bodrumu içeren alan).



Anadolu'nun bu yörelerine yayılan ve yerleşen Hıristi¬ yanlık kendine özgü göksel kitabı olan Yeni Antlaşmayla (İncil), yine çok yönlü bağlantı içindedir Anadolu toprağıyla. Şöyle ki İncil'i oluşturan kitaplardan Galatyalılar Mektubu; Galatya bölgesinde oturan, Efesliler Mektubu; Efes kentinde oturan, Koloseliler ve Filimon Mektupları; Denizli-Honaz'da oturan, Petrus I Mektubu da Pontus, Galatya, Kapadokya, Asya, Bitinya'da oturan hıristiyanlara gönderilmiş olup, göksel açınlanmanın kapanışı ve tümlenişi durumunda olan "Yuhanna'nın Açınlaması" da, Batı Anadolu'da yer alan sırasıyla Efes (Efesos-Selçuk), İzmir (Smirna), Bergama (Pergamon), Tiyatira (Akhisar), Sardis (Sart Mustafa), Filadelfia (Alaşehir), Laodikya (Eskihisar) kilise topluluklarına yöneltilen yazılar durumundadırlar


Uluslararası ve evrensel nitelikli Hıristiyanlık inancının yayılış yerinin Anadolu toprakları ve yayılış merkezinin de Antakya kenti olması sonucu, Hıristiyan Kilise Tarihi içinde, Hıristiyanlığın erken çağlarında oluşan birçok tarihsel kilise topluluklarının ana kürsüleri de bu yönden adlandırılıp ünvanlandırılmışlar ve bugüne dek bu ünvanlarla çağırıl-maktadırlar. Örneğin: Meliki (Arap) Ortodoks Antakya Patrikliği, Meliki Katolik Antakya, Yeruşalem ve Yakın Doğu patrikliği, Süryani Kadim Antakya Patrikliği, Süryani Katolik Antakya Patrikliği, Maronit Katolik Antakya Patrikliği.


Antakya kentinin tüm hıristiyanlar için birinci aşamada önem taşıdığı, Kalkedonya (Kadıköy) Kilise konsilinin kararları içinde de yer almıştır. İ.S. 451'de Kadıköy'de toplanan Genel Hıristiyanlık Konsili önderleri Roma İmparatorluğu toprakları üstünde özel yere sahip olan ve gözde Hıristiyanlık merkezleri görünümü veren şu beş kenti "Patriklik Kürsüleri" olarak saptamışlar ve adlandırmışlardı: Roma, İstanbul, Yeruşalem, İskenderiye, Antakya.


Antakya başta olmak üzere tüm Anadolu toprakları üstünde ilk hıristiyanlığı yayanlar, İsa'nın irdemen (şakirt) ve elçilerinden (havari) olan Petrus ve Pavlus olmuşlardır.


Bunlardan Petrus'un, ilk Antakya gözetmeni (episkopos) olduğu tarihsel kiliselerin çoğunca benimsenirken, en gözde Hıristiyanlık yayıcısı olan "Ulusların elçisi Pavlus'un" da Tarsus doğumlu; Anadolu kökenli olması, Anadolu'nun Hıristiyanlık açısından önemini daha da arttırmaktadır.


Antakya kentimizde yer alan "Sen Piyer Mağara Kilisesinde her yıl yapılan "Sen Piyer Bayramı" kutlamaları yurt içi ve yurt dışından binlerce turist tarafından izlendiği gibi 1992 yılında ilki yapılan "Tarsus Sen Pol Sempozyumu" etkinlikleri de Antakya'nın ve Tarsus'un önemini Yurt içinde ve Yurt dışında kamuoyuna yansıtmakta ve bu türdeki tarihsel gerçeklerin kamuoyunda güncel değerini korumalarını sağlamaktadır.


Birinci yüzyılda Hıristiyanlığın ilk yayıldığı ve ilk kilise topluluklarının kurulduğu toprak olan Anadolu'da Kilise topluluklarının belirli bir etnik topluluk olmayıp, genel ve yöresel oldukları gözleniyor. Daha mezheplerin ortaya çıkmadığı değişik ulusal kilise topluluklarının daha tarih sahnesinde görülmediği Anadolu Hıristiyanlığı, üçüncü yüzyıldan başlayarak Milan buyrultusuyla (İ.S. 313) resmi devlet dini olarak imparatorluğun dini kimliğine bürününce, pagan ve yersel ögeler hıristiyanlığa giriyor ve imparatorluğun başkentinde bulunan İstanbul Patriklik orunu da tek egemen tinsel (ruhani) kürsü oluyor.



"Roma" teriminin Osmanlıca karşılığı olarak uzun süre ve birçok kaynaklarda geçen "Rum" sözcüğünün gerçekte "Romalı" anlamına geldiğini bunun bir imparatorluk adı olduğu, bir ulusun ya da bir ırkın adı olmadığını belirtmekte yarar vardır. Çünkü Grek-Helen dil ve kültürünün egemen olduğu Anadolu topraklarında birçok etnik topluluk olduğu gibi, her zaman için Turanlı-Türk boyları da var olmuşlardır: Özellikle bunlardan çok yaygın birer Türk-Hıristiyan toplulukları oluşturdukları da Anadolu tarihinin bir başka gerçek yanıdır ki, birazdan üstünde özellikle durulacaktır.

Helen-Grek kültürünün egemen olduğu Anadolu'ya Türkler Malazgirt yengisinden (1071) çok önce gelmişlerdir.

Mükrimin Halil Yınanç'a göre Bulgar Türkleri İ.S. 530'da Fırat-Trabzon bölgesine, Avar Türkleri İ.S. 577'de Doğu Anadolu'ya yerleştirilirken, ayrıca Hazar, Fergana ve Peçenek Türkleri de Anadolu'da yerlerini almışlardır.

Ayrıca Bizans ordusunda bulunan Türk askerlerinin Rumeli'ye yerleştirildikleri de bir başka gerçek.

Gökoğuz Hıristiyan Türklerinin de Anadolu kökenli oldukları ileri sürülen savlar arasındadır. 

Doğu Roma  (Bizans)  İmparatorluğu toprakları üstünde ve özellikle Anadolu’da yerlerini almış olan pek çok etnik küme, her ne kadar kendi dillerini ve kültürlerini kullanmışlarsa da, bunlar zamanla unutulduğundan özellikle Batı Anadolu'da Grek dili egemen olmuştur.

Grek dilinin Tüm Anadolu'ya özellikle Batı Anadolu'ya egemen olması sonucu dil-imparatorluk ikili gerçeğinden bir terim ortaya çıkmıştır ki bu da "Rum" sözcüğüdür.

"Rum" terimi genelde Haçlılar, İslam coğrafyacıları ve doğulularca kullanılır olup. Bunun sonucu "Rumeli", "Mevlanâ Celaleddin-i Rumi", "Rumi Takvim", "Karamanlı Rum", "Bacıyan-ı Rum" gibi türevleri ortaya çıkmıştır.

Anadolu'ya I. yüzyılda giren ve gelişen Hıristiyanlık, I.S. 4. yüzyılda çok yaygın durum gösterirken Anadolu'nun batı bölümü "Hellenize olmuş hıristiyan bir Anadolu görünümü" sergiler. Bunun da yanlış ve gerçek dışı toplumsal düşün ve kavram bütünlüğü sonucunda,  Turanlı-Türk Hıristiyan topluluklar,  Helen-Grek kökenli gibi gösterilmeye çalışılır. Bunun için de "Rum" sözcüğü paravan olarak kullanılır olur. Bu kavramın kökeni gerçekte  "Hellenistik Anadolu Uygarlığı"na kadar gitmektedir. Çünkü "Hellenistik" denen Anadolu Uygarlığı, Küçük Asyalılarla (Batı Anadolu), sömürgeci Yunanlıların birleşimi sonucu oluşur. Anadolu'da, Hellen kültürü içinde bütünleşen etnik toplumların ve tarih süreci içinde yerleşen Turanlı Türk Hıristiyan topluluklarının, genelde Orta Anadolu ve Pontus bölgelerinde yer aldıklarını görüyoruz.

Orta Anadolu Türk Hıristiyanlarına geçmeden önce, Pontus bölgesi ve Doğu Anadolu Türk Hıristiyanlığını ele alalım.

Fransız Akademisi üyelerinden Lebeau'ya göre, Pontus bölgesindeki halklar İranlılar, Yunanlılar ve Turanlılardır.

Aynı tarihçi, Pontus'ta oturan "Halibler"in de Turanlı olduklarını söylerken bu görüşü Dechelette ve Şemseddin Günaltay da destekler. Yine Pontus bölgesindeki önemli halklardan olan "Kolhlar"ın kökeni de Turanlı-Türk'tür! "Amasya Tarihi" kitabının yazarı Hüseyin Hüsameddin'e göre Kolh'lar, bir Kuman (Türk) oymağıdırlar.

İslamların "Kıpçaklar" dedikleri "Kuman" Türklerinden 220.000'in, Hıristiyanlığı benimsedikleri bilinmektedir.

Bu Hıristiyan Kuman Türklerinden bir bölümü, Müslüman Türklerin Anadolu'ya gelişlerinde onlara karışarak islamlaşmışlar, ancak birçokları da hıristiyan olarak kalmışlar, Ancak hıristiyan-ortodoks olmaları, ayrıca Yunanca da konuştukları için "Rum" olarak bilinmişler. Erzurum, Sivas ve Trabzon'un köylerinde oturan bu kişiler, gerçekten Kuman Türkleridirler.

Kolh-Kumanların Türk soyundan olduklarına ilişkin, Türk tarihçilerinden Rıza Nur da şunları söylüyor: "Kumanlar Oğuz içindeki öz Türk uyruklarındandırlar... Kumanlar, daha Asurlular zamanında, İ.Ö. 1183-1093 yıllarında Anadolu'nun Karadeniz kıyılarına kadar uzanan bölümünde oturmaktaydılar."

İşte Anadolu toprakları üstünde yaygın bir durum gösteren "Hıristiyan Anadolu Ortodoks Türkleri", yaygın ve egemen olan Hellen kültürü içinde aynı soydanmış gibi gösterilip ve "Rum" deyimiyle betimlenmeye çalışılmıştır her zaman için.

İlginçtir ki çoğu zaman Hıristiyan Türkler, Müslüman Arapların baskısı sonucu İslamlaşmışlar öbür yandan da "Rum" terimiyle Hellenmiş gibi gösterilmeye çalışılmışlardır.

Oysa Orta Anadolu ve Karaman bölgesi Türkleri gibi, Doğu Karadeniz Türkleri de hıristiyan olmuşlar ve İslamlık daha yokken, buralarını anayurt edinmişlerdir. Ancak Müslümanlığın bu bölgelere girmesi sonucu bir kısmı müslüman olmuş, diğer kısmı da hıristiyanlıklarını sürdürmüşlerdir.Ancak bu hıristiyan-ortodoks Türkleri de bir başka yıkım bekliyordu, o da Yunanlılık sonucunda alacakları paydı.

Zaten Bizans İmparatorluğunun tarihe karışmasıyla, birbirlerinden bağımsız Ortodoks ulusal patrikler de ortaya çıkmaya başlamış olduğundan, birinci dünya savaşının gerilimi içinde olan Anadolu Hıristiyan Ortodoks kiliseleri için de "Hellen" ve "Türk" yanlı çalkantılar başlamıştı.

Anadolu kökenli hıristiyanlar, dinsel inançları yönünden Hıristiyan Ortodoks olduklarını, ancak soyları yönünden hellen olmayıp Türk olduklarını, bundan dolayı kendileri için ayrı bir tinsel orun (ruhani makam) kurulmasının gerekli olduğunu ileri sürerek başvuruda bulundular.

11 Nisan 1921 tarihinde Vali S. Sami imzasıyla Kastamonu'dan Ankara'ya çekilen telgrafta:

"... öteki ilçelere ek olarak, Anadolu'da bir Türk Ortodoksluluğunun kurulmasını isteyen Taşköprü Rumlarının dilekçeleri de sunuldu" denmekteydi.

Yine bu konu kapsamı içinde "Kozmos" gazetesinin "Anadolu'daki Hıristiyanlar" başlıklı yazısıyla, Anadolu'da "Türk Hıristiyanları"nın bulunduğunu ileri süren "İkdam" gazetesinin sahibi Ahmed Cevdet Bey'in yazısına karşı tepki gösterdiğini ve yine o günlerde Anadolu Ajansının verdiği habere göre Trabzon Ortodoks Cemaatinin, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetine bir telgraf çekerek Ankara'da bir Türk Ortodoks Patrikhanesinin kurulmasından yana olduğunu belirten haberlerini de Doç. Zeki Arıkan'ın kayıtlarından anlıyoruz.

Ayrıca Dr. Sabahattin Özel'in araştırma sonuçlarına göre Ocak 1922'de Maçka Rumları adına Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına Hariciye, Dahiliye ve Adliye Vekaletlerine gönderilen yazıda şu ifadeler yer almaktaydı:

"... Anadolu'da tarihen dahi müspet olduğu üzre Rum Elenik namıyla hiçbir millet yoktur. Mevcut olan Rumlar yalnız asırlarca Türk Müslümanlarca birlikte yaşayan Türk Ortodoks Rumlardır".

Türk Hıristiyanlar için ayrı kilise çalışmaları, aynı zamanda ve özellikle Orta Anadolu'da da başlamıştı. Bu çalışmalara önderlik eden kişi de "Romalıların hıristiyanlaştırdığı Turani-Türk boylarından olan", Türk asıllı dinsel önder Baba Eftim'di.

Kendisinin Keskin kazası metropolit vekili olduğunu, Türk asıllı olduğunu, Anadolu'nun türlü yerlerinde barınan Türk Hıristiyanlarla iletişim içinde olduğunu, kendisinin her zaman için bir "Türk Ortodoks“ Patrikhanesinin kurulmasından yana görüş ve çalışmalar içinde olduğunu da tarihsel kayıtlardan anlıyoruz.

Bu konuyla ilgili çalışmalar içinde Kayseri'de, Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Adliye Bakanlığından izin alınarak kongrenin toplanmasına karar verilir. Kongre, Konya Metropoliti Prokobios, Gümüşhane episkoposu Yervasyos, ve Antalya episkoposu Meletiosün başkanlığında ayrıca Anadolu ve Trakya'daki 72 tinsel orunların katılımlarıyla, 21 Eylül 1922'de toplanır ve "Türk Ortodoks Patrikliği"nin temeli atılmış olur. Alınan kararların tutanağının altına da önderlik eden üç episkoposun ve Baba Eftim'in imzaları yer alır.

Zübeyir Kars'ın saptamalarına göre bu toplantıda Mutasarrıf Muammer Bey, Mevki Kumandanı ve Kalem Reisi Miralay Abdullah Bey, ayrıca bazı daire başkanlarıyla, daha sonraları mecliste Türk Ortodoks asıllı ve Eskişehir milletvekili olacak olan, Türk Ortodoks Kongresi azasından Umumi kâtip Bodrumi İstimad Zihni Özdamar Efendi de hazır olmuşlardır.

Dinsel etkinliğe başlayan "Kayseri Türk Ortodoks Patrikliği", dinsel özyapılı etkinlikleri yanında ulusal etkinliğini de her zaman göstermiştir. Bunu doğal ve olanaklı kılan etkenlerden biri de Hıristiyanlığın laik bir inanç olduğudur.

Hıristiyanlık inancı göksel kökenli olup, ona adını veren İsa'nın göksel kökeniyle açıklanır. İsa, yeryüzünde yaşadığı süre içinde salt Göksel Baba olarak tanımladığı varlığın, ölümsüz canlar amacına yönelik planını uyguladı ve hiçbir siyasal amaca önderlik etmedi. Çünkü kendi egemenliğinin göksel olduğunu bildiriyordu.

Bu nedenle kendisi laikliğin temeli olan "Sezarın hakkını Sezara, Tanrının hakkını da Tanrıya verin" tümcesini vermişti izleyenlerine. Bu kurala uyarlıkla davranan erken çağ Hıristiyanlık önderleri de, İncil'i oluşturan kitaplar içine buna koşut (paralel) bölümleri koymakta gecikmediler. Örneğin Tarsuslu Eren Pavlus İncil'de yer alan Romalılara yazdığı mektubunda, şu göksel esinli sözlere yer veriyor:

"Herkes başta bulunan yetkelere bağımlı olsun. Çünkü Tanrı'dan olmayan yetke yoktur. Var olanları da Tanrı atamıştır. Bu nedenle yetkeye karşı direnen, Tanrı'nın düzenine karşı direnmiş olur. Direnenler de kendilerine yaraşan yargıyı giyeceklerdir. Çünkü iyi iş yapanların, yöneticilerden korkusu yoktur, kötü iş yapanlar korkarlar. Yetkeden korkmamak ister misin? Öyleyse iyi iş yap, onun övgüsünü kazanırsın. Çünkü o senin yararına Tanrı'ya hizmet etmektedir. Ama kötü iş yaparsan kork, çünkü yetke kılıcı boş yere kuşanmamıştır. Kötü iş yapana gerekli yargıyı saptamak için Tanrı'ya hizmet etmektedir. Bu nedenle, baştaki yetkelere bağımlı olmak zorunludur, salt yargılanma korkusundan değil, bulunç (vicdan) bakımından da. Vergi ödemenizin nedeni de budur. Çünkü yöneticiler, atandıkları işi yerine getirirken, Tanrı'nın görevlileri olarak çalışırlar.

Herkese ne gerekiyorsa onu verin: Vergi toplayana vergi, gümrük kesene gümrük, saygı gösterilmesi gerekene saygı, onur yaraşana da onur." İncil, Romalılar 13:1-7

Yine aynı elçi, İncil'in Titus mektubunda şunları söylüyor:

"Başkanlara ve yetkelere bağımlı olmalarını, onları dinlemelerini, her iyi işe hazır olmalarını topluluğa anımsat". İncil, Titus  3:1

Ve yine aynı elçinin bu kez, öğrencisi Timoteos'a doğrulttuğu ve İncil'in I. Timoteos mektubunda yer alan şu sözleri de çok önem taşımaktadır:

"Öyleyse, her şeyden önce şunu öğütlerim: Tanrı'ya tüm insanları içeren dilekler, dualar, içten istekler, teşekkürler sunulsun. Bunlar, hükümranları ve tüm başta bulunanları da içersin. Böylece tanrısayarlığa ve saygınlığa yaraşır gürültüsüz, patırtısız, sessiz sedasız bir yaşam sürelim. Kurtarıcımız Tanrı'nın önünde erdemli davranış, beğenilir tutum budur". İncil, 2. Timoteos 2:1-3

Hıristiyanlık kilise tarihi içinde bir erken çağ önderi olarak görünen Pavlus'un yanında, yine aynı düzeydeki önderlerden olan ve İlk Antakya gözetmeni olarak bilinen Elçi Petrus da, İncil'de yer alan birinci mektubunun içine şunları yazmıştı geçmişte:

"Rab saygısı adına: insanlarca kurulan her düzene bağımlı olun. Başta bulunan kişi olması nedeniyle devlet yöneticisine, suçluları tüze (adalet) karşısına çıkarmak ve iyilik yapanları övmek için onun tarafından görevlendirilen kişiler olmaları nedeniyle valilere.

Tanrı'nın istemi şudur: İyilik yaparak akılsız kişilerin bilgisizliğini susturun. Özgür kişiler olarak yaşayın. Özgürlüğü kötülük örtüsüne dönüştürmeyin. Bunun yerine Tanrı uşakları gibi davranın. Herkese değer verin. Kardeşlik birliğini sevin. Tanrı'dan korkun. Devlet Yöneticisine saygı gösterin". İncil, I.Petrus 2:13-17 

İşte hıristiyanlığın temel inançlarının bir bölümü olan ve her hıristiyana uygulama zorunluluğu getiren bu laik kurallar, her zaman için Hıristiyan Ortodoks Türklerce yerine getirilmiş, tümü de Ulusal Mücadeleye katılarak, dinsel önderleri, ve sonradan İstiklal Madalyası hamili olan Baba Eftimle birlikte Büyük kurtarıcı Mustafa Kemal Atatürk'ün yanında mücadele etmişlerdir.

Büyük Taarruzdan önce ilk Büyük Millet Meclisi yapısının bahçesinde ve halk önünde yapılan ulusal miting sırasında Mustafa Kemal'in önünde ve Meclis yapısının duvarı üstünde duran Türk-Ortodoks önder Baba Eftim, Kutsal Kitabın içinde yer alan "Davut ve Golyat" konusunu ele alarak ve:

"Düşmanlarımızın herşeyi var, ancak bizim silah ve cephanemiz yok. Fakat göğsümüzde imanımız var, mutlaka kazanacağız. Yaşasın muzaffer Türk Ordusu ve asil Türk Milleti" 

diye haykırarak, Ulusal mücadeleyi desteklemiştir. Bu sözleri haykırdığı zaman sesi kısılan Baba Eftim için Atatürk şöyle bağırmıştı çevredekilere:

"Baba Eftim Efendiye su verin".

Ancak bu iyi ilişkiler böyle sürmemiş, bir süre sonra Anadolu Türk Ortodoks Hıristiyanlığı için kara bulutlar görünmeye başlamıştır.

Ulusal mücadele kazanılmış, saltanat yıkılmış, Yüce Türk ulusu için ışıklı günler gözükmüştür artık.

Bu arada Lozan Antlaşması görüşmeleri sonunda varılan, 30 Ocak 1923 günlü sözleşme ve protokol hükümleri çerçevesi içindeki anlaşmaya göre Anadolu'daki Hıristiyan Ortodokslar, ırklarına ve kişisel isteklerine bakılmaksızın karşılıklı değişime tabi tutularak Yunanistan'a gönderildiler. Türk soyundan gelen bu hıristiyan topluluğun, kendi öz toprağından koparılıp, yabancı ülke toprağına gönderilmelerinin kökeninde, sözleşmelerde ölçüt olarak "din" konusunun yer alması ve "ırk"tan söz edilmemesi yatıyordu.

Hamdullah Suphi Tanrıöver'in yorumuna göre, Anadolu Türk Hıristiyanlarının Yunanistan'a sürülmesi, "Atatürk'ün bir yanlışı ve tarihle gereği kadar uğraşamamasıdır".

Prof. Eröz, Hamdullah Suphi'nin, bu gerçeği Büyük Millet Meclisinde yaptığı bir konuşmasında dile getirdiği ve Atatürk'ün de "hata işledik" dediğini söylenti olarak, yapıtının son sözünde kaydeder.

Mahmut R. Kösemihal'sa, Anadolu Hıristiyan Türklerinin zorunlu göçüne değinerek şunları söyler:

"Biz Anadolu'nun bir miktar Hıristiyan Türk'ü ile Hıristiyan Elen'ini ayıran farkları incelemeye vakit bulamadan, önce umumi harpten evvelki menfi. Yunanistan'dan gelen Elenizm propagandaları, sonra da mübadele, bir miktar Türk unsurunu (Ortodoksturlar diye) Yunanistan'a göçtürdü."

Bu acıklı konuyla ilgili olarak Tanrıöver, üçüncü Cumhurbaşkanımız Celal Bayar'la aralarında geçen şu konuşmaya, anılarında yer veriyor:

CELAL BAYAR-Bilir misin Hamdullah, Atatürk'ün son yıllarda en büyük üzüntüsü ne idi?

TANRIÖVER-Ne idi?, biliyorsunuz ben burada yoktum, lütfen anlatın, dinliyorum.

CELAL BAYAR-Anadolu'dan binlerce Hıristiyan Türk'ü göndermiş olmasıydı.

Tanrıöver, bu anısını, Bayar,'ın şu sözleriyle bitiriyor:

"Paşam yapmayın, yollamayın, bunlar Özbeöz Türktür dedim, kendisine kitaplar gösterdim, fakat dinlemedi."

Sonuç hiç de iç açıcı değildi Hıristiyan Anadolu Türkleri için. Ulusal mücadeleye canla başla katılan bu vatanın çocukları başka bir ülke toprakları üstünde yaşamlarını sürdürürken, kendilerine "Turko Sporos" yani "Türk tohumu" denilecekti.

Anadolu Türk Ortodoks Patrikliği, bu birinci darbe sonucunda binlerce üyesini yitirdi. Türk Ortodokslar Anadolu'da değildiler artık. Yalnız Baba Eftim ve aile bireyleri zorunlu göçten ayrı tutuldular, ancak Anadolu'da- Hıristiyan Türk Topluluğu kalmadığı ve bunun sonucunda da dinsel görev alanı kapandığı için İstanbul'a gelip yerleştiler.

İstanbul'daki Grek Ortodoks Patrikliğiyle olan olumlu ya da olumsuz girişim, ilişki ve gelişmeler, konumuzun dışında olduğundan Baba Eftim ve çevresinin "Türk Hıristiyan" bileşimli gelişme ve oluşumlarına vereceğiz dikkatimizi . O ana dek prezbiterlik dinsel aşamasına sahip olan Baba Eftim'in, 18 Mart 1926'da, Karaköy'deki Merkez Meryem Ana kilisesinde yapılan bir törenle, episkoposluk aşamasına eriştiğini görüyoruz. Baba Eftim'e el koyarak kutsayan ve aşamasını yükselten episkoposlar sırasıyla: Kayseri Metropoliti Arnarsiyos, Erdek Metropoliti Kirillos, ve Adalar Metropoliti Agatangelos'turlar.

Kayseri'den İstanbul'a taşınan Türk Ortodoks Patrikliği, kendisine bağlı olan Baba Eftim aile çevresi ve Galata Merkez Grek Ortodoks topluluğunun katılımlarıyla kendisini toparlarken, bir başka dinamik Türk Ortodoks topluluğu da kilise bütünlüğü içinde yerini almakta gecikmedi. Bunu da gerçekleştiren kişi, tanınmış devlet adamlarımızdan ve Türk Ocakları'nın tanınmış hatibi Hamdullah Suphi Tanrıöver olacaktı.

Uzun yıllar (1931-1944) Romanya'da büyükelçilik görevini yürütmüş olan Hamdullah Suphi, bu görevi sırasında Romanya'nın birçok yerini gezerek, oradaki Türklerle yakından ilgilenmişti. Kendisi bir şair arkadaşına şu sözleri aynen söylemişti: 

"İşte şu gördüğün dere bu kasabayı ikiye bölüyor. Bunlardan biri Müslüman, diğeri Hıristiyan Söğütçesidir. Her ikisinde aynı iklim, aynı coğrafya, aynı ırk, aynı tabii imkânlar mevcuttur. Ayrıldıkları tek nokta dindir. Biri Müslüman, diğeri Hıristiyandır."

Hamdullah Suphi'nin isteklerinden biri de Romanya'daki Hıristiyan Türkleri, Marmara, yöresine yerleştirmekti, İkinci dünya savaşının çıkması sonucunda Basarabya'nın 1940'da, Dobruca'nın da 1944'de işgal edilmeleriyle bu istek gerçekleştirilemedi.

Ancak Hamdullah Suphi 1935 yılında onu kız toplam yetmiş genci Romanya'dan getirip, çeşitli okullara yerleştiriyor. Öğrenimlerini başarıyla sürdüren bu Türk Hıristiyan gençleri için o zamanın Bakanlar Kurulu da Nüfus kayıtları yönünden 16 Eylül 1943'te karar alarak, bu konuyla ilgili İç İşleri Bakanlığının önerisini onaylıyor.

Buna göre Romanya'dan gelerek Türkiye vatandaşlığına geçmiş olan Hıristiyan Türklerin nüfus cüzdanlarındaki din ve mezhep bölümlerine yazılan "Hıristiyan Ortodoks" kaydının yerine kendilerinin Türk ırkından olduklarını ve öbür ırklardan olan Ortodoks vatandaşlardan ayrı olduklarını belirtmek için öncekinin yerine "Türk Ortodoks sözcüklerinin yazılması kararlaştırılıyor.

Bu olumlu gelişmeler ışığında okul ve kilise yaşamlarını sürdüren gençler her pazar günü kilise korosuna katılıp hıristiyan tapınışlarını sürdürüp Türkçe tinsel ezgiler seslendiriyorlar. Baba Eftim'se onlara tinsel (ruhani) babalık görevini uygulamaktan geri kalmıyor.

Bunların tümü de okullarını bitirip iş aramaya koyulduklarında karşılarına onur kırıcı bir engel çıkıyor. O da hıristiyan olmaları. Yaşam sorunuyla karşı karşıya kalan Türk Hıristiyan gençlerini bekleyen acıklı durumda en kısa zamanda gerçekleşiyor. Yani yaşamlarını sürdürebilmek için İslamlığa yönelip, İslam kızlarla evlenmek... 

Lozan Antlaşması gereği Türk Hıristiyan binlerce Anadolulu'yu yitiren Baba Eftim, bu ikinci darbeyi de yetmiş çocuğunun zorunlu islamlaşmasıyla yemiş oluyor.

Bunun sonucu Baba Eftim, Hamdullah Suphi'yi arıyor ve şu sözleri söylüyor ona:

"Hamdullah Bey, hani ya benim yetmiş kişilik cemaatim. Müslümanlığın defterinde yetmiş kişi mi eksikti?."

Tüm topluluğunu yitirerek bir tinsel  anıtı  andıran Türk Ortodoks Patrikliği için, tarihçi Barker:

"Bugün Türkiye'deki Türk Ortodoksların sayısı çeşitli nedenlerle sıfıra yaklaşmıştır".

Anlatımını kullanmaktadır.

Anadolu Hıristiyan Türklüğü içinde özel bir yer tutan "Karamanlılar'a ilişkin ayrıca durulması gerektiğine inandığımızdan, şimdi bu konuya geçiyoruz.


KARAMANLILAR


Şimdiye dek ele aldığımız Orta Asya, Kuzey Karadeniz, Doğu Avrupa ve bundan sonra ele alacağımız Gökoğuz, Türklerinin, Turanlı Türk kökenlilikleri ve Türk özyapısına ilişkin olumlu ve kuşku götürmeyen sonuçlar ayrıca Macar, Bulgar, Fin Ogor gibi Türk kökenli olup da, Türklük özyapılarını yitirmiş olan toplulukların yanında Karamanlılar özel bir yere sahiptirler. Şöyle ki Türklük ve Hellenlik kavramları arasında yerlerini bulabilmiş değillerdir. Bu nedenle bunları Anadolu Türk Hıristiyanlığı gerçeği içinde ayrı olarak incelemek gerekiyor.

Bu incelemeyi yapmadan önce bulundukları yerleri görmeliyiz. Lozan Antlaşmasının yürürlüğe girdiği,1922 yılında dek Karamanlılar Anadolunun şu kentlerinde çoğunluktaydılar: Konya, Niğde, Nevşehir, Kayseri, Ankara, Trabzon, İzmir, İstanbul.

Tarih araştırmacısı Şoysü ise, onların 1924 yılına dek kendi öz topraklarında kaldıklarını ve önceki yerlere ek olarak Aksaray, Ihlara Koyağı, Peristrama, Ürgüp, Göreme, Derinkuyu, Akşehir, Ereğli, Ermenek, İçel, Antalya, Fethiye'de yaşadıklarını yazmaktadır.

Ünlü Türk gezgincisi Evliya Çelebi de bu tür hıristiyanlara Alanya ve Antalya'da rastladığını yazmaktadır. Onun bu konudaki anlatımı şöyledir:

"Alanya-Kadim eyyamdan beru Urum(Rum) keferesi bir mahalledir... amma asla urum lisanı bilmeyub, batıl Türk lisanı bilirler.

"Antalya... ve dördü Urum Keferesi mahallesidir, amma keferesi asla urumca bilmezler. Batıl Türk lisanı üzre kelâmet ederler."

Karamanlı olarak bilinen bu Hıristiyan Ortodoks toplumun ırksal kökenleri üstündeki düşüncelere geçmeden önce, tümünün de yalnız Türkçe okuyup yazdıklarını görüyoruz . Kullandıkları alfabenin de Grekçe olmasıysa, bu konuda belirtilecek salt (mutlak) görüşlere set çekiyor.

Gerçekten Türkçeden başka dil bilmeyen Karamanlılara ilişkin veriler her zaman bulunmuştur. Evliya Çelebi'nin yanında şu önemli tarih yazarlarımız da, bu yönde tanıklıkta bulunmaktadırlar.

Avram Galanti, kendi yazdığı "Ankara Tarihi" yapıtında şunları söylüyor: "Antalya Rum halkı bundan seksen yıl önce (yani 1870'lerde) Yunanca bilmezdi. Bunu bundan elli yıl önce (yani 1900'lerde Rodos'ta bana Yunanca ders veren Nicolaidis söyledi. Nicolaidis, Antalya'da en evvel Yunanca okutan öğretmen oldu. Bu öğretmen bana: 'Antalya'ya geldiğim zaman Rumlar yunanca bir harf bilmezlerdi' dedi". "

Karamanlıların çok iyi Türkçe konuştukları bilinen bir gerçek. Bu konuda Hamdullah Suphi Tanrıöver anılarında, Antalya ve yöresinde bulunan ve "Hıristiyan Türkler" olarak tanımladığı bu topluluktan bir çok sözcük öğrendiğini yazar. Kendisinin 1920'li yıllarda Antalya'da oturduğu evinin karşı evinde bulunan bir annenin, çocuğunu şu sözlerle uyuttuğunu yazar:

"Uyusun yavrucak ninni,

Uyusun has tomurcuk ninni".

Hamdullah Suphi bu temiz Türkçeyi över ve anısını şu tümceyle bitirir:

"İtiraf ederim ki, ben Antalya'nın bu ortodoks kadınlarından yüzlerce eski Türk kelimesi öğrendim".

Karamanlıların Türkçesiyle ilgili olarak, Cumhuriyet dönemi tanınmış devlet adamı ve tarihçilerimizden olan Abdülkadir Baykurt Cami de, yazılarında geniş yer ayırır. Onun kanısına göre İstanbulluların "Karamanlı Rum" diye öbürlerinden ayırt ettikleri bu Hıristiyan topluluk, Yunan dilini hiç bilmediği gibi, katıksız, üstelik Müslüman Türklerden daha temiz bir. Türkçe konuşmakta, kendilerine özgü kiliselerinde Türkçe dille tapmış sunmakta, kendilerine özgü dinsel kişilerin Türkçe dinsel tapınışlarını izlemektedirler.

Ana dilleri Türkçe olan, Türkçe konuşup (üstelik Müslüman Türklerden daha temiz) yazan, Türkçe Hıristiyanlık tapınışı sergileyen Karamanlıların ırksal kökeni üstündeki tartışmalar ve görüşlerse günümüze dek sürüp gitmektedir.

Bu düşünceler içinde Türk yanlısı ve Hellen yanlısı iki ayrı görüş çarpışmaktadır. Hellenist görüşe göre Karamanlılar "Türkleşmiş Rumlar" , "Türkçe konuşmak zorun da bırakılanlar" dır . Kısacası bu topluluk Hellen ırkındandır ve Türkçe konuşmak zorunda bırakılmışlardır.

Yirmialtı yıllık araştırmalarımızda, Hellen kökenli dostlarımıza yönelttiğimiz soruların tümüne de yanıt olarak Karamanlıların Hellen kökenli oldukları doğrultusunda yanıt aldık.

Bu konunun aydınlatılmasına yönelik düşünceleri sıralamadan önce Yorgi adında bir Karamanlı Ortodoksun, Türk Kurtuluş Savaşı sırasında, kendi oğluna yazdığı vasiyetnamesinden bazı kısa bölümleri burada sunuyoruz:

"...Ben Karamanlı öyle bir Rum idim ki, dünyada müslümanlar kadar kimseyi sevmezdim... O sırada köye bir Yunanlı geldi, gizli gizli Rum halka, ömrümüzde duymadığımız, bilmediğimiz şeyler söylüyordu. Bunlar bizim eski atalarımızın adlarıymış.

...Ah kör olsun beni başdan çıkaran o Yunanlı hınzır..."

Bu tarihsel kayda bakarak Karamanlı bir Rum'un, Yunanlıyı, yani kendi ırkını kötülediğini görüyoruz. Oysa bugüne dek ne görülmüş, ne duyulmuş ne de geçerli bir tarihsel kayıt bulunmuştur ki , Hellen kökenli biri Hellenliği kötülesin. Eğer bu kaydın doğruluğunu benimsersek, bu durumda Karamanlıların, en azından Hellen ırkından olmadıkları sonucu çıkmaktadır.

Karamanlıların Hellen ırkından olmadıkları görüşünü savunan bir belgeler topluluğu da, "Anadolu'da Ortodoksluk Sadası" adlı gazetedir.

1922-1923 yılları arasında ve yalnız 16 sayıyla yayın yaşamını sürdüren gazetenin" Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetine bağlı "Tüm Anadolu Türk Ortodoksları Kilise Kongresi"nin organı niteliğinde olduğu, Anadolu Rumlarının Yunanlılıkla ilgilerinin bulunmayıp, soyca (ırken) Türk oldukları görüşünü savunduğu da, içeriklerinden anlaşılmaktadır. Bu durum ışığında Karamanlıların, Türk soylu oldukları görüşü de, daha çok Türk asıllı düşünürlerce ileri sürülmektedir. "Daha çok" deyimini kullanıyoruz, çünkü Türk asıllı olmayan bazı düşünürler de, onların Türk kökenli olduklarında görüş birliği içindeler. Örneğin Prof. J. Eckmann'a Karamanlılar, Hıristiyanlığı benimsemiş Selçuklu Türkleridir.

Yine bu konuda bir yetke sayılan Atanas Manof,:

"Gagauzların Türk-Oğuz kavminden hıristiyanlar oldukları gibi, Karamanlıların da Türk kökenli ve Türkçe konuşan hıristiyanlar oldukları” görüşünü ileri sürmektedir.

Bu ikinci görüşe göre Karamanlıların, Anadolu'ya ilk gelen Türk boylarından oldukları sonucu çıkmaktadır. Bu sonuca destek verici nitelikli kayıtlar arasında "Şeriye sicilleri" ve "Tahrir defterleri"nde görülen öz Türkçe özel adlar da katkı verir nitelikli birer döküman sayılabilirler.

Türk yanlı görüş kapsamında olarak yine Karamanlıların, Selçukluların Anadolu'yu ele geçirmelerinden önce, Bizans İmparatorluğu içinde yerlerini almış olan Peçenek Türkleri'nin ayrıca Selçuklularla birlikte Anadolu'ya gelen ve Şaman inanışını koruyarak yerli unsurlarla ilişkileri sonucunda, hıristiyanlığı benimseyen Türk boylarının soyundan oldukları görüşü de bir sonuç yorumu olarak söz konusu edilebilmektedir.

Anadolu Türk Hıristiyanlığı üstünde en iyi araştırmayı yapıp, bir kitap olarak sunan Baykurt Cami'yse Karamanlıları ele aldığında, bunlara ilişkin antropolojik eksiksiz bir araştırmanın daha yapılmadığını söylemektedir.

Onun "dil" ağırlıklı savlara bağlı kalarak Hellen yanlı görüşler sunmak isteyenlere karşı şöyle bir sonuç çıkardığını görüyoruz yapıtında:

"Dil birliği tanıtını geçersiz kılmak isteyenler: 'Bu topluluk katıksız Yunanlıdırlar ve Türk egemenliğinin baskısı altında, ulusal dillerini unutmuşlardır' diyorlar. Oysa gerçek Hellad ülkesi de içinde olarak, tüm eski rumluk yüzyıllarca, aynı egemenlik altında ve aynı hükümet elinde kaldı. Böyle olduğu halde Anadolu'nun kıyı yörelerinde ve adalarda bir sözcük bile Türkçe bilmeyen başka rum topluluklarının var olması, bu savı kökünden yıkmaktadır."

Yine Cami'ye göre Karamanlılar, Selçuk Türkleri'nin Anadolu'ya girmelerinden çok önce var olup Rum (yani Bizanslı) idiler, fakat Hellen değillerdi... Bir Osmanlı İmparatorluğu vardı, fakat etnografya bilimine göre bir Osmanlı ırkı yoktu... Bir Bizans (Doğu Roma) İmparatorluğu vardı, fakat bir Bizans (Rum) ırkı yoktu.

Bu düşünceler ışığında Karamanlılara "Hellen" diyebilmenin ne denli doğru ve yerinde olabileceği, bu konuda yetke olan kişilere bırakılmalıdır. Bu türdeki kişilerin görüşlerini, kendi beş ciltlik yapıtının bir yerinde bir geniş dipnot şeklinde eleştiren Avcıoğlu, şu türde bir açıklama getirir:

"Bazı tarihçilerimiz, konuştukları Türkçenin saflığını ileri sürerek bunların (Karamanlıların) Türk Hıristiyanlar olduğunu, hatta Anadolu'nun en az dörtbin yıllık Turan halklarını barındırdığını yazmışlarsa da, bu konuda sağlam bir kanıt yoktur. Dilleri Türkçe, dinleri hıristiyan olan bu grup, Cumhuriyetten sonra Rum sayılıp Yunanistan'a göçtürülmüşlerdir. Yalnızca hıristiyan oldukları için Türklüğü kabul edilmeyen, fakat kendilerini de Yunanlı saymayanların değişimi tartışılmıştır."

Dido Sotiriyu'dan Attila Tokatlı'nın çevirdiği "Benden Selam Söyle Anadolu'ya" romanı, bu dramı yansıtır.

Bernard Lewis, 1924-1930 karşılıklı değişimini, Türk-Grek değişimi değil, Grek Ortodoks-Osmanlı İslam değişimi sayar, "vatana kavuşma değil, gurbete sürgün" der. Kemal Karpat'sa, milliyetçiliğe yönelmiş laik Türkiye'de, dinin ölçü alınmasındaki çelişkiyi belirtir. Karpat'a göre, Slav kökenli ve Türkçe konuşmayan Pomak, Bosnalı, Hersekli, İslam olduğu için Türk kabul edilmiş; Hıristiyan, fakat Türk kökenli Türkçe konuşan Gagauzlar Türk kabul edilmemiştir. Türkçe konuşan Anadolu Hıristiyanlarıysa, Yunanistan'a gönderilmişlerdir.

Yukarıdaki sonuçlara göre "Karamanlı Rum" olarak betimlenen toplum ve kişilerin üstündeki etnik tartışmaların sürmesi kaçınılmaz görülüyor. Öbür yandan "Karamanlı Rum" topluluğu bireyleri, etnik kökenleri sorulduğunda, ne "Türk" ne de "Hellen" karşılığını verirler.

Kendilerini betimleyen şu dörtlük bile onların ne kökenli olduklarını açıklamaya yeterli değildir:

"Gerçi Rum isek de, Rumca bilmez, Türkçe söyleriz. Ne Türkçe yazar okuruz, ne de Rumca söyleriz, Öyle bir mahludi hattı tarikatımız vardır, Hurufumuz Yunanice, Türkçe meram eyleriz".

Karamanlılar, Grek alfabesiyle yazılmış birçok yazınsal yapıtlar da bırakmışlardır. Bunlardan bazılarının adlarını ve yıllarını burada" veriyoruz:

"Gülzar-ı iman-ı Mesihi", Katekizm, İstanbul 1718 "Antalya'lı Serâfim'in Pazar Vaazları", İstanbul 1756 "Aziz Apostolların Amelleri", İstanbul 1811 "Türkçe-Yunanca Sözlük", İstanbul 1805 "Tarih-i Osmani/N. Th. Sullides, 1874

"Seyreyle Dünyayı" Evangelinos Missailidis, 1871-1872 ve 1986

Ayrıca birçok gömüt (mezar) taşları ve kilise yazıtları  Karamanlıların ayrıca 1851-1914 yılları arasında "Gazetayı Anatoli" (Anadolu Gazetesi)'yi de, önce haftada iki, sonraları da üç gün yayınladıklarını biliyoruz. 




YAKUP AYGİL

HIRISTİYAN TÜRKLERİN KISA TARİHİ 

Geçmişte ve Günümüzde

17 Kasım 2024 Pazar

İLMİHAL-22 / ORUÇ-3

 


ORUCUN ÇEŞİTLERİ


Hanefîler'e göre diğer ibadetler gibi oruç da farz, vâcip ve nâfile çeşitlerine ayrılır. Bu üçlü ayırım Hanefîler'in, dinen yapılması gerekli olan şeyleri farz ve vâcip şeklinde iki kademeli bir ayırıma tâbi tutmuş olması sebebiyledir. Diğer mezheplerde "vâcib" terimi ise her iki kategoriyi de içine alır. Nâfile ise farz ve vâcip dışında kalan dinî ödevlerin genel adıdır.


A) FARZ ORUÇ


Farz olan oruç denince, ramazan orucu kastedilir ve zaten tayin edilmiş, önceden belirlenmiş (muayyen) olan oruç da budur. Mazeretli veya mazeretsiz olarak tutulamadığı zaman, başka bir zaman kazâ edilmesi de aynı şekilde farzdır.

Bunun dışında bir de kefâret olmak üzere tutulan oruç vardır. Ramazan orucunun bozulması sebebiyle tutulması gereken kefâret orucu yanında ayrıca, zıhâr, yanlışlıkla ve kaza ile adam öldürme, hacda ihramlı iken vaktinden önce tıraş olma (halk) ve yemin için tutulacak olan kefâret oruçları da farz oruç kapsamında değerlendirilmiştir. Kefâret orucu, yapılan bir hatanın cezası veya telâfisi anlamını taşıdığından kişi için baştan belirlenmiş bir yükümlülük olmayıp, buna sebebiyet vermesi halinde gündeme gelebilen ârızî bir yükümlülük niteliğindedir. Bu bakımdan ramazan orucu "muayyen farz", diğerleri ise "gayr-i muayyen farz" olarak nitelendirilir. Ramazan orucu sadece belirli bir vakitte, yani ramazan ayında tutulabilirken, diğerleri oruç tutmanın mubah olduğu her zaman tutulabilir.

Ramazan orucunun kazası da istenilen mubah günlerde tutabilir. Fakat İmam Şâfiî'nin kazâya kalan orucun aynı yıl içerisinde kazâ edilmesi gerektiğine ilişkin görüşü de dikkate alınarak, herhangi bir sebeple kazâya kalan orucu mümkün olan en kısa zamanda tutmaya çalışmak uygun olur.


B) VÂCİP ORUÇ


Nezir (adak), kişinin dinen yükümlü olmadığı bir ibadeti yapmayı kendisi için bir yükümlülük haline getirmesidir. Kişi, oruç tutmayı adamışsa, bu adak orucunu tutması vâciptir. Adak adanırken, orucun tutulacağı gün belirlenmişse, meselâ falan ayın falan günü gibi, bu muayyen bir vâcip olur ve orucun belirlenen günde tutulması gerekir. Nezredilen itikâf orucu da belirli günde tutulacağı için muayyen vâcip sayılır. Orucun tutulacağı gün belirlenmemişse gayr-i muayyen vâcip olur ve dilediği mubah bir günde tutabilir.

Başlanmış nâfile bir orucun bozulması durumunda bunun kazâ edilmesi Hanefîler'e göre vâciptir. Mâlikîler ise kazânın farz olduğunu söylemişlerdir. Şâfiî'ye ve Mâlik'ten başka bir rivayete göre ise, nâfile orucun kazâsı gerekmez.


C) NÂFİLE ORUÇ


Farz ve vâcip olan oruçların dışında tutulan oruçlar nâfile oruç olarak isimlendirilir. Nâfile, gereksiz anlamına değil, farz ve vâcip olanın dışında, kısaca gerekenin dışında yapılan anlamına gelir. Daha fazla sevap kazanmak maksadıyla yapıldığı için tabir câizse nâfile ibadet, bir bakıma fazla mesai yapmaktır. Nâfile oruçların sünnet, müstehap, mendup veya tatavvu olarak adlandırıldıkları da olur.

Nâfile oruç, mubah olan tüm günlerde tutulabilir. Ancak bazı günlerde oruç tutmak daha faziletli görülerek bugünlerde oruç tutmak sünnet veya mendup kabul edilmiştir. Peygamberimiz'in sıklıkla oruç tuttuğu veya oruç tutulmasını tavsiye ettiği günler, kısaca oruç tutmanın mendup kabul edildiği belli başlı günleri görelim.


Oruç Tutmanın Mendup Olduğu Günler 


1. Şevval Orucu.


Ay takviminde ramazan ayından sonraki ay, şevval ayıdır. Şevval ayında altı gün oruç tutmak müstehaptır. Bu oruçların bayramın hemen arkasından peş peşe tutulması daha faziletli olmakla birlikte ay içerisinde aralıklı olarak tutmak da mümkündür. Kazâ veya adak oruçlarının bugünlerde tutulmasıyla da aynı sevap elde edilir. Peygamberimiz'in, ramazanı oruçla geçirip buna şevvalden altı gün ilâve eden kişinin bütün yılı oruçlu geçirmiş olacağı yönündeki ifadesini (Müslim, "Sıyâm", 204), "Kim iyi bir amel işlerse, kendisine bunun on katı ecir vardır" (el-En`âm 6/160) âyetiyle birlikte değerlendiren kimi âlimler, bire on hesabıyla, ramazan orucunun on aya, altı gün şevval orucunun da altmış güne karşılık olduğunu ve bu suretle bütün yılın oruçlu geçirilmiş sayılacağını söylemişlerdir.


2. Aşure Orucu.


Muharrem ayının onuncu gününe "âşûrâ" denilir. Hz. Peygamber'in bugünde devamlı olarak oruç tuttuğu rivayet edilmiştir. Fakat sadece o günde oruç tutulması doğru görülmemiş, bunun yanında bir önceki veya bir sonraki günün de oruçlu geçirilmesi tavsiye edilmiştir. Bir rivayete göre Peygamberimiz Medine'ye geldiğinde yahudilerin aşure gününde oruç tuttuklarını görünce, bu orucun anlamını yani ne için tutulduğunu sormuştu. Yahudiler, bugünün büyük bir gün olduğunu; Allah'ın Mûsâ'yı ve İsrâiloğulları'nı düşmanlarından bugünde kurtardığını ve Mûsâ'nın bu sebeple bugünde oruç tuttuğunu, kendilerinin bugünde oruç tutmalarının da bundan kaynaklandığını söyleyince, Peygamberimiz "Ben Mûsâ'ya sizden daha yakınım" demiş ve bugünlerde oruç tutulmasını emretmiştir (İbn Mâce, "Sıyâm", 41). Aşure orucunu Câhiliye döneminde Araplar'ın tuttuğu ve Hz. Peygamber'in de ramazan orucunun farz kılınmasına kadar bu orucu tutmayı emrettiği rivayetleri de vardır (Müslim, "Sıyâm", 116). Daha sonra ramazan orucu farz kılınınca aşure orucu bir yükümlülük olmaktan çıkarılmış, fakat aşure günü oruç tutulması tavsiye edilmiş ve bugün oruç tutmak sünnet olarak devam etmiştir.


3. Her Ay Üç Gün Oruç.


Her aydan üç gün oruç tutmak, bunu özellikle her ayın 13, 14 ve 15. günlerinde yapmak müstehap kabul edilmiştir. Kamerî takvim (ay takvimi) hesabına göre bugünlere "eyyam-ı bîd" denir. Peygamberimiz'in özellikle ayın 13, 14 ve 15. günlerinde olmak üzere her ay üç gün oruç tutmayı tavsiye ettiği rivayeti (Müslim, "Sıyâm", 181-182) yanında Hz. Âişe'nin, Peygamberimiz'in her ay üç gün oruç tuttuğuna dair rivayeti de bulunmaktadır.


4. Pazartesi-Perşembe Orucu.


Her hafta pazartesi ve perşembe günleri oruç tutmak da teşvik edilmiş bir nâfiledir. Peygamberimiz'in pazartesi ve perşembe günleri oruç tuttuğu ve soruya cevaben de "İnsanların amelleri Allah Teâlâ'ya pazartesi ve perşembe günleri arzolunur; ben amelimin arzı sırasında oruçlu olmayı tercih ediyorum" (Ebû Dâvûd, "Savm", 60; İbn Mâce, "Sıyâm", 42) dediği rivayet edilmektedir.


5. Zilhicce Orucu.


Zilhicce ayının ilk dokuz gününde oruç tutmak tavsiye edilmiştir. Zilhicce ayının 10. günü kurban bayramının ilk günüdür. Peygamberimiz'in zilhiccenin ilk dokuz günü oruç tutmayı sürdürdüğü rivayet edildiği için zilhiccenin ilk dokuz gününün, yani kurban bayramından önceki dokuz günün oruçlu geçirilmesi müstehaptır. Fakat sıkıntıya ve halsizliğe sebep olacağı gerekçesiyle, hacda olanların 9. günü (arefe günü) oruç tutması mekruh görülmüştür. Peygamberimiz arefe gününün faziletine ilişkin olarak "Arefe gününden daha çok Allah'ın cehennem ateşinden insanları âzat ettiği bir gün yoktur" buyurmuş, yine "Arefe günü tutulan orucun bundan önce ve sonra birer yıllık günahları örteceği Allah'tan umulur" dediği (Müslim, "Sıyâm", 196-197) nakledilmiştir.


6. Haram Aylarda Oruç.


Haram aylar olarak anılan zilkade, zilhicce, muharrem ve receb aylarında, perşembe, cuma ve cumartesi günleri oruç tutmak müstehaptır.


7. Şâban Orucu.


Şâban ayında oruç tutmak müstehap sayılmıştır. Âişe vâlidemizin belirttiğine göre Peygamberimiz en çok orucu şâban ayında tutmuş, şâban ayının tamamını oruçla geçirdiği olmuştur. Fakat, pazartesi-perşembe veya her ay üç gün ve benzeri gibi tutulagelen mûtat oruç dışında şâban ayının ikinci yarısında oruç tutmak bazı âlimlerce mekruh kabul edildiği gibi, Şâfiî mezhebine göre haram sayılmıştır.


8. Dâvûd Orucu:


Gün aşırı oruç tutmak yani bir gün oruç tutup ertesi gün tutmamak, Peygamberimiz tarafından "savm-ı Dâvûd" olarak nitelenmiş ve bu şekilde oruç tutmanın faziletli olduğu ifade edilmiştir. Peygamberimiz bu şekildeki oruç hakkında "En faziletli oruç Dâvûd'un tuttuğu oruçtur; o bir gün oruç tutar, bir gün tutmazdı" demiştir. Sahâbeden Abdullah b. Amr, "Ben daha fazlasını tutabilirim" deyince, Peygamberimiz bunun faziletli bir şekil olduğunu ve daha fazlasını tutmaya çalışmamayı tavsiye etmiştir (Müslim, "Sıyâm", 187-192). Bu bakımdan gün aşırı oruç tutmak, en faziletli nâfile oruç olarak değerlendirilmiştir.

Yukarıda belirtilen günlerde oruç tutmanın fazileti ve kişiye kazandıracağı sevaplar konusunda birçok hadis rivayet edilmiştir. Oruç tutmanın tavsiye edildiği günler incelendiğinde bunların belirlenmesinin gelişigüzel olmayıp, belli bir periyoda göre düzenlendiği görülür. Bu bakımdan oruç tutmanın ruhî ve bedenî yararları göz önüne alındığında yılın belli zamanlarında oruç tutmak oldukça yararlı, tutulacak oruçları Peygamberimiz'in önerdiği günlerde tutmak ise oldukça sevaplıdır. Bununla birlikte, oruç tutulması haram ve mekruh olmayan günlerde kişi kendi durumuna ve tercihine göre istediği zaman nâfile oruç tutabilir.


D) ORUÇ TUTMANIN YASAK OLDUĞU GÜNLER


Dinimizde, oruç tutmanın emredildiği, tavsiye edildiği günler olduğu gibi, oruç tutmanın yasaklandığı veya hoş karşılanmadığı günler de vardır. Bazı belli günlerde oruç tutmanın hoş karşılanmayışının çeşitli sebepleri bulunmaktadır. Yasağın mahiyetine ve ağırlık derecesine göre, bugünlerin bir kısmında oruç tutmak haram veya tahrîmen mekruh sayılırken, diğer bir kısmında ise tenzîhen mekruh sayılmıştır.

Oruç tutmanın yasak olduğu günlerin başında bayram günleri gelir. Peygamberimiz iki vakitte oruç tutulmayacağını bildirmiştir ki birisi ramazan bayramının birinci günü, diğeri kurban bayramı günleridir (Buhârî, "Savm", 67). Ramazan bayramının sadece birinci gününde ve kurban bayramının dört gününde oruç tutmak haramdır (bir görüşe göre tahrîmen mekruh). Bugünlerde oruç tutmanın hoş karşılanmayıp yasaklanmasının anlamı açıktır. Bayram günlerinin yeme, içme ve sevinç günleri olması yanında, her birinin ayrı bir anlamı da bulunmaktadır. Ramazan bayramı, bir ay boyunca Allah için tutulan orucun arkasından verilen bir "genel iftar ziyafeti" hükmündedir ve bu anlamından ötürü ona "fıtır bayramı (iftar bayramı)" denilmiştir. Ramazan bayramının ilk günü bu yönüyle bir aylık ramazan orucunun iftarı olmaktadır. Böyle toplu iftar gününde oruçlu olmak, Allah'ın sembolik ziyafetine katılmamak anlamına gelir ki bunun en azından edep dışı olduğu ortadadır. Allah için kurbanların kesildiği kurban bayramı günleri de ziyafet günleridir. Peygamberimiz teşrik günlerinin yeme, içme ve Allah'ı anma günleri olduğunu belirtmiştir (Ebû Dâvûd, "Savm", 50).

Hayız veya nifas halinde kadınların oruç tutmaları haramdır; oruç tutmaları halinde tuttukları oruç geçerli olmayacağı gibi günah işlemiş olurlar. Onlar bugünlere denk gelen ramazan oruçlarını daha sonra kazâ ederler. Esasen şevval ayından altı gün oruç tutmanın tavsiye edilmesinin altında, kadınların ay hali nedeniyle tutamadıkları oruçları derhal kazâ etmelerine bir fırsat hazırlama düşüncesi bulunmaktadır. Şevval orucunun erkekleri de içine alacak şekilde genelleştirilmesi ise, hem kadınların bu durumlarının dikkatten kaçırılması hem de orucun herkesle birlikte tutulmasının kolay oluşuna mâtuf olmalıdır.

Bazı günlerde oruç tutmak ise çeşitli sebeplerle mekruh sayılmıştır. Meselâ; sadece aşure gününde oruç tutmak yahudilere benzemek ve onları taklit etmek anlamını içerdiği için mekruh sayılmıştır. Kimi âlimlere göre sadece cuma gününde veya sadece cumartesi gününde oruç tutmak, nevruz ve mihrican günlerinde oruç tutmak tenzîhen mekruhtur. Ancak kişinin öteden beri alışkanlık haline getirdiği oruç bugünlere rastlarsa, özel olarak bugünlerde oruç tutma kastı bulunmadığı için, bunun bir sakıncası yoktur. Oruç tutmak için özellikle cuma gününü seçmenin mekruh oluşu, bugünün müslümanların haftalık bayram günü kabul edilmesidir. Peygamberimiz, mûtat orucun denk gelmesi dışında, özellikle cuma günü oruç tutmamayı tavsiye etmiştir.

Şek günü oruç tutmak mekruhtur. Havanın bulutlu olması gibi sebepler yüzünden şâban ayının yirmi dokuzundan sonraki günün şâban ayına mı yoksa ramazan ayına mı ait olduğu konusunda şüphe meydana gelirse, bugüne "şek günü" denilir. Bugünün ramazan ayına ait olup olmadığında kuşku bulunduğu anlamına gelir. Bugün herhangi bir oruç tutmak mekruhtur. Şâban ayını oruçla geçiren kimsenin şek gününde orucu bırakmaması daha faziletli olduğu gibi, mûtadı şek gününe denk gelen kimsenin bugünde oruç tutmasında da bir sakınca yoktur. Peygamberimiz ramazanı bir veya iki gün önceden oruç tutarak karşılamayı yasaklamıştır (Buhârî, "Savm", 11, 14; Müslim, "Sıyâm", 21; Ebû Dâvûd, "Savm", 10). Âlimler bu yasaklamaya sebep olarak ramazan orucuna ilâve yapılması endişesini göstermişlerdir. Bu bakımdan şek günü ramazan orucuna niyetle oruç tutmak tahrîmen mekruhtur. Fakat bugünde oruç tutmak genel olarak mekruh olmakla birlikte nâfile niyetiyle tutulan orucun geçerli olacağı, hatta bugünün ramazanın birinci günü olduğunun anlaşılması halinde farz olan oruç yerine geçeceği söylenmiştir.

Ancak ramazanın başlama ve bitiş günlerinde müslümanlar arasında fitne ve uyumsuzluk sokacak tutum ve davranışlardan şiddetle kaçınmak gerekir. Gerekirse bir gün oruç sonradan kazâ edilebilir ama sebep olunan fitneyi ve huzursuzluğu telâfi etmek, ortadan kaldırmak kolay olmaz.

İki veya daha fazla günü, arada iftar etmeksizin birbirine ekleyerek oruç tutmak mekruhtur. Buna visâl orucu (savm-i visâl) denir. Âişe vâlidemizin belirttiğine göre Peygamberimiz müslümanlara acıdığı için visâl orucu tutmalarını yasaklamış; kendisinin bu şekilde oruç tuttuğu hatırlatılınca da "Siz benim gibi değilsiniz; beni Rabbim yedirir, içirir" (Müslim, "Sıyâm", 55-58) diye cevap vermiştir.

Kadınların aile ve toplum içerisindeki statülerine ilişkin olarak oluşan anlayış doğrultusunda, kadının kocasından izinsiz olarak nâfile oruç tutmasının hoş olmayacağı yönünde görüşler ileri sürülmüştür. Bu gibi anlayışların günümüz sosyal ve aile ilişkileri açısından yerinde olmadığı açıktır.

Maaş veya ücret karşılığı çalışan kimseler, iş veriminin düşmesine yol açması durumunda nâfile oruç tutmamalıdır. Buna mukabil işverenlerin ramazan ayında, oruç ibadetinin kolay ve rahat biçimde yerine getirilebilmesi için birtakım önlemler almaları ve düzenlemeler yapmaları gerekir.

Hacılar, oruç tuttukları takdirde güçsüz ve yorgun düşme ihtimalleri bulunduğu takdirde, zilhiccenin 8 ve 9. günleri olan "terviye" ve "arefe" günlerinde oruç tutmamalıdır. Çünkü hac ibadetini yaparken daha zinde ve canlı olmaları, öncesinde nâfile oruç tutmuş olmalarından hayırlıdır. 



Diyanet Vakfı Yayınlarının İlmihal Kitabından alıntılanmıştır.

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak