15 Ekim 2024 Salı

Geçmişte ve Günümüzde TÜRK HIRİSTİYAN TOPLULUKLAR-1

 


ORTA ASYA TÜRK HIRİSTİYANLIĞI



Orta Asya'da hıristiyanlığın varlığının incelenmesi, 19. yüzyılın sonlarına doğru bazı Avrupalı araştırmacıların atılımlarıyla olmuştur. Bu araştırmacıların en önemlileri Von Harnack ve Sachan'dırlar.

Birincisinin yapıtı "Die Entwicklung des Christiadums", ikincisininse "Die Gesichte des Manichoer"dir.

Elimizde bulunan tarihsel verilere göre Hıristiyanlık inancı Orta Asya'da İsa'nın 2. yüzyılının sonunda yayılmaya başlamıştır. Hıristiyanlığın Batı Kilisesinin babalarından olan ve Kutsal Kitabı Latinceye çeviren Eren Jerom (4. yüzyıl), kendisinin kaleme aldığı "Latin Patrolojisi"nin 12. cilt, 870, sayfasında yer alan 107. mektubunda şöyle demektedir.

"Hunlar (Türkler) Zeburu öğrenerek, Schythiade'nin kargılarını, inancın sıcaklığıyla eritiyorlar".

Dünyaca ünlü bu kilise düşünürünün bu sözleri Schytiade'de, yani günümüz Azerbaycan yöresindeki Türkler arasında hıristiyanlığın yaygın olduğunu göstermektedir. Yazar bu sözlerini, Kuzey doğusu Asya havasının sertliğine karşı, inanan sıcaklığını göstermek için söylemektedir. Bu arada şu ek bilgiyi de göz önünde tutarak tarih akışı içindeki ilerlemeleri ele almalıyız, şöyle ki Orta Asya'daki hıristiyanlığın ekolü Nestoryen olup, genellikle Nestor inancı doğrultusundaki hıristiyanlık yaygın bir durum göstermiştir burada.

Buna bağlı olarak Orta Asya Türklerinin bağlı oldukları Bağdat Nestoryen Patrikhanesi evrakları da bu konuda bizlere ışık tutar niteliktedirler. Bu Patrikhanedeki evraklar özel olarak, Manchester John Rylands kitaplığı el yazmaları koruyucusu ve aynı kent üniversitesi Arapça öğretmeni Alphonse Mingana'ca ele alınıp araştırılmış ve kitap halinde yayınlanmıştır.

Kitabında şöyle bir bölüm dikkat çekicidir.

"Yazgının bir alayı olarak "Türk" sözcüğü, "Müslüman" sözcüğünün anlamdaşı olarak tanınmıştır Avrupa'nın çağdaş dillerinin sözlüklerinde: Oysa Anadolu, üstelik İstanbul Türklerinin ataları, Hz. Muhammed'in doğumundan önce etkin hıristiyanlardılar".

Nestoryen bu verilerin dışında Süryani kökenli verilerin de Orta Asya Türk hıristiyanlığı konusunda ışık tutar nitelikli olduklarını çekinmeden söyleyebiliriz. Söz konusu kişi, Edessa (Urfa) doğumlu Bardesane olup, İ.S. 210 yıllarında yaşamış Süryani asıllı bir tarihçidir. Bu kişinin İ.S. 196 yıllarında Hazar denizinin güney batısında bulunan Gılani, Bactrian ve Oksus yörelerinde ve daha kuzeydeki Hindikuş Hıristiyanlarına yönelik şöyle bir önerisi vardır.

"Gılanilerle Bactrianlar yanında bulunan hıristiyan kız kardeşlerimiz, yabancılarla ilişkide bulunmasınlar".

Bardesan'ın bu önerisi İ.S. 196 yıllarında olduğuna ve İslamlığın çıkmasına daha 500 kadar yıl varken, putataparlığın egemen olduğu Türk topraklarındaki hıristiyan genç kızlara yönelik bu önerinin, o yörede hıristiyanlığın bulunduğunun bir başka kanıtıdır.

Yine Süryani yazını kökenli bir başka bulgu da bizlerin dikkatini Orta Asya hıristiyanlığına" çevirmektedir. Bu belge de Londra British Museum'da bulunan ve Süryani yazınının bir el yazmasından alıntılar içeren, ek olarak da İ.S. 5-6 yüzyıl tarihli "Havariler Felsefesi" adlı belgedir. Bu belge ilk kez 1864 yılında M. Cureton'ca yayınlanmış olup, bunun 34-35. yapraklarında Addai adlı hıristiyan tinsel önderin öğrencilerinden Haggay adlı misyonerce atanan dinsel önderlerin, İsa'nın 2. yüzyılı başlarında ve ortalama 120-140 yıllarında, Gılanilerle, Gog ve Magog ülkesinde hıristiyanlık etkinliklerinde bulunduklarını ortaya koymaktadır.

"Gog ve Magog" sözcükleri Tevrat ve İncil'de geçmekte, ayrıca Kuran'da da "Yecüc ve Mecüc" şekliyle yer almaktadır.

12.yüzyılda yaşamış olan Antakya'lı Süryani rahip Yakubi, kendi yazdığı Vakayinamesinde bu konuya değinir ve Türk ırkı konusunda şöyle bir yorumda bulunur.

"Turkaye milleti Yasef soyuna dayanır, çünkü bunların soyları Magog'dan gelmektedir."

İ.S. 644 yıllarında Merv metropoliti Elizah Türklerin pek çoğunu hıristiyanlığa çevirmiştir, Süryani belgelerinde şu öykü aktarılmaktadır.

"Oksus yöresinin padişahı, düşmanına karşı savaşmak için yola çıktığında kar fırtınasına yakalanarak yolunu yitiriyor.

Yolda Episkopos Elizah'a raslıyor. Bu sonuncusuysa bir çarmıh simgesi yaparak fırtınayı durduruyor. Böylece padişah kolaylıkla düşmanını yeniyor. Çok etkilenen padişah hıristiyanlığı benimseyip yanındakilerle birlikte vaftiz oluyor".

Bu metin İ.S. 680 yıllarında yazılmış olup, bundan çok sonraları yani 781 yılında Nasturi Patriği Timothe, bir başka Türk Hanının da tüm halkıyla birlikte hıristiyanlığı benimsediğini Marunilere yazarak şöyle diyor.

"Türklerin padişahı, ülkesinin tüm halkıyla putataparlığı bırakarak hıristiyan oldu".

Aynı patrik Rabban Serge'ye yazdığı mektubunda Türkler için bir episkopos kutsadığını, Tibetliler için de kutsayacağını belirterek şöyle diyor:

Üç günde, Kutsal Ruh Türkler için bir metropolit kutsadı, Tibetliler için de bir başkasını hazırlamaktayız".

Sözü geçen patrik yine Rabban Serge'ye yazdığı bir başka mektubunda da, pek çok rahibin İncil'i yaymak için Hindistan, Çin ve Türkeli'ye gittiklerini kaydediyor. Bu konuyla bağıntılı olarak Thomas da Marga da mektuplarının birinde şu sözlere yer veriyor:

"Bize verilen bilgiye göre Patrik Timothe, iletişimde bulunduğu Türk ve öbür kağanları hıristiyanlığa çevirmiştir".

Thomas da Marga İ.S. ortalama 840 yıllarında yaşamış, Patrik Timothe'yse 823'de ölmüştür, yani çağdaştırlar. İslamın hicret çağındaki bu gelişmeler içinde islam dininin Orta Asya'ya daha girmemiş olduğu da gerçeğin bir başka yanıdır.

Bundan iki yüzyıl sonraysa Merv metropoliti Addiş-ho, Bağdat patriği Yuhanna'ya, Orhun ırmağı ve Baykal gölü yörelerinde yaşayan Keraits'ler padişahının 200.000 nüfusla birlikte hıristiyanlığı benimsediğini bildiriyordu.

Ab'ul-Farac olarak da bilinen Bar Hebraeus yazılarında, Türk ırkından olan Samarkant metropolitinden sözetmişti.

Aynı tarihçi, kitabının bir başka yerinde de, İ.S. 1281 yılında Katolikos Mar Denha'nın Bağdat'a giderken hastalandığını ve aynı yılın 24 Şubatında öldüğünü yazar. Ölmeden önce Kubilay Han'ın buyruğuyla Çin'den iki Uygur (Türk) rahibinin Yeruşalem'e tapınmak için geldiklerini, ileriye gitmek için araç bulamadıklarından Mar Denha'nın yanında konukladıklarını, Mar Denha'nın düşmanı olan Bar Kaligh'in Çin'e gitmesine engel olmak için de, yanında konuk kalan bu iki Türk hıristiyan rahibinden birini Çin'e metropolit olarak atadığını ve ona "Yahbh-Allaha" adını verdiğini, bu iki Türk rahibinin Çin'e dönecekleri sırada Mar Denha'nın öldüğünü, Emir Asmut'un Hanlar Hanı'na Yahbh-Allaha'dan sözederken şunları söylediğini kaydediyor:

"Hıristiyanlar onu katolikos olarak getirmek istiyorlar. Bağdat halkı da ırk ve dil bakımından Moğollara yakınlığı nedeniyle onu istemektedirler. Çünkü ondan yardım göreceklerdir".

Bundan sonra Uygur - Türk hıristiyanı olan Yahbh Allaha'yı Katolikos atamak ve kutsamak için gerekenler yapılmış ve 24 episkoposla birlikte yola çıkılmıştır.

İ.S. 2. yüzyılın sonlarında başlayan Orta Asya Türk Hıristiyanlığı, bu başlangıç çağından bir süre sonra, yani 3. yüzyıldan başlayarak, Maniheizm inancıyla koşut (paralel) olarak Türkler arasında yayılmaya başlamıştır. Bu arada Zerdüşt inancı da egemen olmaya yüz tutmuştu. Bunun doğal sonucu olarak Türkler arasında Maniheizm inancını Hıristiyanlık ve Zerdüşt manayla uyuşturmak düşüncesi de ortaya çıkmıştır. Şunu da bilmekte yarar vardır ki Maniheizm Orta Asya'da Hıristiyanlıktan çok önceleri yayılmıştı. Dinlerin bu çokluğu sonucu Türkler arasında inanç ve dil farklılıkları da kendisini gösteriyordu. Maniheistler kendi alfabelerini kullanırken, Hıristiyan Türkler de Süryani yazısını kullanmaktaydılar. Bunların yanısıra Soğd yazısıyla yazılmış bazı Mani ve Hıristiyan metinlerine de raslamak olasıdır.

Bunun dışında bazı Türk maniheist metinlerin her iki dil ile yazılanlara da raslanıyor, bu dillerden biri "Mani" öbürü de "Ulusal Soğdca"dırlar. Bu iki yazıların dışında maniheistler, tapınış kitaplarının bazısında Uygur yazısını da kullanagelmişlerdir.

Uygur Türkleri arasındaysa, sırasıyla Maniheizm, Budizm ve Hıristiyanlık 10. yüzyılda güçlenmeye başlamıştır.

İslam dininin yayılışının başlangıcına dek,  Hıristiyanlık inancının Orta Asya Türk'leri arasında yandaşları çoktu. Hıristiyanlık inancı Orta Asya'da salt Uygur Türkleri arasında değil, Peçenek ve Oğuz'ların arasında da yayıldığına ilişkin pek çok tarihsel belirtiler vardır. Peçenek Türklerine daha sonra değineceğimizden, kısaca Oğuz Türklerine değinelim.



OĞUZLAR (Uzlar)


İ.S. II. yüzyıla doğru Musevi-Türk devleti olan HAZAR DEVLETİ'nin çöküşünden sonra, İdil ırmağı üstünden geçen Oğuzlar, soydaşları olan Peçeneklerle mücadele etmişler, onları kovalayarak Balkanlara dek varmışlardır. Bunun sonucu Bizans da Türk akınları karşısında payına düşeni almıştır. Ancak burada bizleri ilgilendiren göç ve kovalama davranışı içinde bulunan Oğuz Türklerinin, İslam din ve uygarlığıyla hiç ilişki içinde olmadıklarıdır. Buna göre 13. yüzyılda yaşamış olan Zekeriya Kazvini, kendisinden önceki zamanlardan kendisine varan bir söylentiye dayanarak Oğuzlar arasında Hıristiyanlığın bulunduğunu kaydetmektedir.

Oğuzların ilk önce Hıristiyanlıkla, daha sonra da İslamlıkla tanışmış olmaları, onların sıkı bir ticari ilişkide bulundukları uygar saha olan "Harizm" aracılığıyla olanaklı oluyordu. Harizmlilerin içinde de hıristiyanların bulunduğunu yine II. yüzyıl Harizm alimlerinden Biruni bizlere bildiriyor.

Şu ana dek Orta Asya Türk Hıristiyanlığına ilişkin açıklamalarımızda özellikle Nasturi mezhebinden söz ettik, çünkü erken çağlardan başlayarak egemen olan ekol buydu. Ancak şimdi hıristiyanlığın bir başka mezhebini de konumuza sokuyoruz, bu da "Bizanten-Ortodoks" mezhebidir.

Bunun nedeni olarak da Harizm ve Oğuz Türklerindeki hıristiyanlığın öz yapısını söz konusu ediyoruz.  Çünkü şu konu dikkate alınmalıdır ki, Harizm ve Oğuz Türk Hıristiyanları, İran ve Türkistan Hıristiyanları gibi Nasturi değil, Ortodoks inancını benimsemiş hıristiyanlardılar.

Zaten konumuzun akışı içinde ve sonucunda "Türk-Ortodoks Hıristiyanlığı" kavramına varacağız.

Orta Asya Türk Hıristiyanlığı için önemli bir kaynak olan "Sources Syriaques'i de göz ardı edemeyiz. Sachan, bu yapıtı 1925'te "Abhandhingen d. Preuss. Akad. d. Wiss" adıyla Almancaya çevirmiştir. Bu yapıtta da Hıristiyanlığın Orta Asya'ya yayılışına ilişkin geniş bilgiler veriliyor.

Sachan, bu yapıtı içinde tanınmış Arbela Kroniki'ni araştırmaktadır. Bu kronik, aynı yayın içinde yar alan "Zur Aubsieitung des Christendums" adlı araştırmanın ana kaynağıdır.

Hıristiyanlığın Orta Asya'ya yayılmasıyla, doğal olarak hıristiyan topluluğun salt "organizm" değil, "organizasyon" olarak da özyapılanması söz konusu olmaktaydı. Bunun doğal sonucu olarak da gözetmenlik (episkoposluk) ve metropolitlik orunlarının (makam) görülmeleri doğaldır. Buna bağlı olarak Samarkant metropolitliğinden daha önce söz ettiğimiz gibi, bununla birlikte üç metropolitlik orununun kurulduğunu, bunlardan ikincisinin Kaşgar, üçüncüsünün de Tankut metropolitlikleri olduklarını burada belirtebiliriz.

Bunlardan Samarkant orunu, önceleri sade bir episkoposluktu ve tüm Buhara kazalarını içeriyordu. Daha sonraları Nasturi Patrik Sliba-Zkla'ca (İ.S. 712-728) metropolitlik aşamasına yükseltilmiştir.

Bu metropolitlikler yanında tarikat düzeyiyle birlikte yaşayan dinsel kişilerin varlıkları da yadsınamaz. Buna bağlı olarak Süryani Patriği Timothe, mektuplarında Orta Asya'daki Türk ırkı rahiplerinin kurdukları tarikattan da söz etmektedir.

Kaşgar metropolitlik orununa gelince, Patrik Eliza'nın İ.S. 1170-1190 yıllarında, bu tinsel orun için 1180'de bir episkopos kutsayarak atadığı, bunun ölümünden sonra da "Sabris-ho" adlı bir başka dinsel kişiyi, aynı orun için episkopos olarak kutsayıp atadığını bir başka tarihsel veriden anlıyoruz. Tankut metropolitlik orunuysa Çin'de bulunmakla birlikte gerçek Türk soyundan gelen hıristiyanlara da hizmet veriyordu.

Bu orunsa 790 yıllarında metropolitliğe yükseltilmiştir. Tibet Hıristiyanlarının da bu tinsel orun yetkesi içinde olduklarını biliyoruz. Ayrıca Orta Asya Hıristiyanlığıyla tarih bilimine ışık tutan tanınmış "Singnan-fu" anıtı da bu metropolitlik sınırları içinde yer alıyordu.

Kaynaklara göre İsa'nın 11 . ve 12. yüzyılları, Hıristiyan inancının Orta Asya'ya yayılması çabaların harcandığı yüzyıllardır. Türkler yanında birçok Moğol topluluklarının, bu yüzyıllar içinde Hıristiyanlığı benimsedikleri bilinmektedir. Moğolistan'ın içinde oturan Naymanlar ve Kereitlerin de hıristiyanlığı benimsediklerini de, Prof. Peliot'un bulgularından öğreniyoruz.

Barthold'a göre Cengiz Han, Naymanların ülkesinde bunların bir Uygur tamgacısına rastlamış ve ondan Uygur, A,B,C'sini öğrenmiştir.

Bunun sonucu olarak hıristiyanlığı yayma etkinliklerine Uygur Türklerinin özellikle katıldıkları anlaşılıyor.

Yedisu vilayetinde, Çu ırmağı yöresinde yer alan Süryanice ve Türkçe yazılı hıristiyan anıtlarının varlığı bugüne dek araştırma konusu olmuşlardır. Bunların 13. ve 14. yüzyıllara ait oldukları sanılmaktadır. Bunlar üstüne araştırmalarda bulunan Rus Akademisi üyelerinden Kokovcov, Yedisu hıristiyan anıtlarını, Turfan hıristiyan yapıtlarıyla karşılaştırarak, Turfan hıristiyanlarının Yedisu hıristiyanlarına göre daha uygar olduklarını, buradaki hıristiyanların birbirlerine etkilerinin Turfan'dan Yedisu'ya, yani doğudan batıya doğru olduğu sonucuna varıyor. Yedisu'da bulunan hıristiyan gömüt taşlarında "II" yerine, "bir 20", yani Orhun yazıtlarında ve Uygur metinlerinde kullanılan geleneğin var olmasından, Yedisu hıristiyanlarının da Uygur Türkleri oldukları sonucu çıkmaktadır.

Uygur hıristiyanlarının merkezi Turfan'ın doğusundaki "Bulayık" kasabası olmuş ve burada hıristiyanlıkla ilgili birçok yazma yapıtlar bulunmuştur . Bunlar sırasıyla Süryani, Soğd ve Türk dilleriyle yazılmış yapıtlardır.

Orta Asya'ya ilişkin toplumsal ve siyasal bakışlar açısından ele alınan hemen hemen tüm bilimsel yapıtlarda az ya da çok, Hıristiyan Türklere değinen bölümler bulmak olasıdır.

E.H. Parkir'in bir yapıtında Tzsi adlı bir Türk generalin öyküsü bulunuyor. Bu general, Maryoncho adlı bir başka generalin yardımıyla Amreshar başkaldırmasına karşı çıkarılan güçlerin komutasını ele alıyor. Generel Maryonc - ho'ysa Çin-Moğol güçlerinin önderi olarak Cathayan'lara karşı savaşı yönettikten sonra, kendi buyurmanı olan Çin imparatoruna karşı kendisi başkaldırıyor. Bu Türk generalinin Nasturi Hıristiyan olduğu kaydediliyor.

Diyarbakır Kıldanileri episkoposluğu kitaplığında Gana-tu-Uriyang (Hıristiyan Uygurlar) padişahı Corc'un kızkardeşi olan Orangul Sultan için Süryanice yazılı İncil yaprakları bulunmuştur.

Blocket de ve 13. yüzyılda "Yrıyan-gakit" denilen Hıristiyan Türklerin ne denli çoğaldıklarını yapıtında belirtiyor.

Aynı tarihçi kendi yazdığı "Catalogue Persan des Manuscripts de Paris" adlı yapıtında, 1374 yıllarında Samarkant'ta Türkçe olarak yazılmış olan bir Nasturi dua kitabından da söz ediyor.

Psalty'ye göre Orta Asya kökenli ve öz Türkçeyle yazılmış birçok Türk yazını örnekleri de vardır. Bunlar 4. yüzyıla dek çıkmaktadır. Tarihçi bunlardan bazılarını şöyle sunuyor:

12.yüzyılın sonlarında Hive Hanı olan Süleyman Bekir Han, Nasturi yazılarından esinlenerek Meryem Ana'nın ölümüne ilişkin bir şiir yazmıştır. Şiirin öz Türkçe yazılmış olması dikkat çekicidir.

İ.S. 523 yılında Paphlagonia'nın Gangra kentinde ölmüş olan ve Philoxenus adıyla tanınmış olan Nabbug episkoposu Akhsua'ya dayandırılan bir Süryani dokümanında, Hıristiyan Türklere ilişkin çok anlatımlar vardır. Sözü geçen dokümanın ilk bölümünde Türklerin eski boş inançlarından, ikinci bölümündeyse hıristiyanlığın etkilerinden söz edilmektedir.

Ayrıca bu dokümanda dört Türk-Hıristiyan önderinin adları da geçmektedir. Bunlar sırasıyla: Gawirk, Gark, Tasahs ve Langu'dur. Dokümanın içinde bu dördünün yaşadıkları ülkeye "Sorikon" denilmiştir. Ülkenin sınırında Karagur adlı bir kentin bulunduğunu anlıyoruz .

Kaydedilen dokümandaki bu dört Türk-Hıristiyan önderin yaşadıkları çağı saptamak da, bu konuda yetke sahibi bilim adamlarına düşmektedir. Bazı bilim adamları Saoki olarak bilinen Hıristiyan Uygurlarla, önceden sözü edilen Hıristiyan Türk Generali Tzsi'nin çağdaş olduklarını ileri sürmektedirler. Ayrıca bu Türk Hıristiyanlar, her ne kadar şeklen hıristiyan inancını benimsemişlerse de, günlük yaşam ve görenekleri pagan soydaşlarından pek ayrıcalıklı değildi. Kullandıkları genel dil Çağatay dialekti olup, bunun böyle olduğunu, kullandıkları tinsel ezgi (ilahi) kitaplarının içeriğinden anlaşılmaktadır.

Bu kitaplara ilişkin herhangi bir bulguya daha rastlamadığımızı burada belirtiyoruz. Ancak bu konuda çalışmalarımızı sürdürmekte kararlıyız. Konumuzun bu ilk bölümünü bitirmeden önce, Psalty'nin şu görüşünü de yansıtmak istiyoruz. Ona göre, birçoklarının "Tatar" olarak bildikleri Hıristiyan Türkler genellikle çadırlar altında yaşamaktalar ve kendileri gibi soydaş olan hıristiyan rahipleri, diakonları ve keşişleri vardır. Sayıları da 400.000 kişi kadardır. 



YAKUP AYGİL

HIRISTİYAN TÜRKLERİN KISA TARİHİ 


14 Ekim 2024 Pazartesi

Dünyaya Yön Veren Müslüman Bilim Adamları-22

 Ali bin İsa



Ali bin İsa, Bağdat’ta doğmuş ve 9. yüzyılda astronomi, coğrafya ve özellikle optik alanında çalışmalar yapmış Müslüman bilim adamıdır.

Ali bin İsa Orta Çağ’da göz hastalıkları üzerine verilen ilk eser olan “Notebook of Oculist” (Göz Doktorunun Defteri) adlı eserini yazmıştır. Bu eser onun Orta Çağ Avrupası’nda Jesu Occulist olarak tanınmasını sağlamıştır. Jesu Latince’de İsa demektir. Bu eser ilk olarak Farsça’ya çevrilmiş ve daha sonra da Latince’ye çevrilerek 1497 yılında Venedik’te basılmıştır.

Daha sonra ise 1904 yılında Hirschberg ve Litter tarafından Almanca’ya; 1936 yılında da Casey Wood tarafından İngilizce’ye çevrilmiştir. İbn İsa’nın bu kitabı, kendinden sonra gelen optik ilimciler tarafından en çok başvurulan kaynak kitaplardan biri olmuştur.

Ali bin İsa bu çalışmalarından başka, 827 yılında Halid bin Abdülmelik ile birlikte, dünyanın çevresini ölçmüş ve 40.248 km sonucunu elde etmişlerdir. Başka kaynaklarda bu değer 41.136 km dir.



Dünyaya Yön Veren Müslüman Bilim Adamları

Yazar: Hacı Mahmut Hatun

13 Ekim 2024 Pazar

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak

 




İngiltere’den Batı Avrupa'ya SANAYİ İNKILABI'NIN YAYILMASI

 


18. yüzyıldaki batı dünyasında meydana gelen bilim sahasındaki gelişme ve Sanayi İnkılabı (Industrial Revolution); insan ve hayvan gücüne dayalı üretim tarzından, makine gücünün hakim olduğu üretim tarzına geçiş olarak kabul edilmektedir. Bu yeni üretim tarzı; 1750'li yıllardan itibaren, ilk defa İngilterede dokuma sektöründe ortaya çıktı ve daha sonra diğer sahalara yayıldı. Kol gücünden makineye dayalı üretime geçişle birlikte, sanayileşen ülkelerde; imalatın şekli ve hacmi, geçmişle kıyaslanamayacak boyutta artmıştı. Üretim artışı, ister istemez iktisadi hayatta büyük bir yarış ve rekabeti beraberinde getirdi. Arnold Toynbee'nin diliyle;

"Sanayi inkılabının özü; daha önce servetin üretimi ve bölüşülmesini denetleyen Orta Çağ düzenlemeleri yerine, rekabetin ikame edilmesidir."

Endüstri devrimi diye de tanımlanan bu inkılabı, birdenbire İngilterede zuhur etmiş bir inkılap olarak görmek doğru değildir. Sanayi inkılabını, 16. ve 17. asırlardan itibaren Batı Avrupa'da meydana gelen; dini, siyasi, ilmi ve felsefi değişim ve gelişimin bir sonucu olarak görmek daha doğru bir yaklaşım olarak kabul edilmektedir. Özellikle 17. ve 18. yüzyıl «Aydınlanma filozofları»; bilim yöntemini takip etme ve hayatın matematiğini kurmada büyük çabalar göstererek, rasyonel düşünmenin önünü açtılar ve kültürel hayata yön vermeye başladılar. Kısacası bu asırlardaki bilimle ilgili gelişmeler sanayi inkılabının fitilini ateşledi. A. Smith ( 1723- 1790) modern ekonominin, Descartes (1596- 1650) modern felsefenin, Galileo (1564- 1642) ve Newton (1642- 1727) modern bilimin temel ilkelerini ortaya koymuşlardı.

1765'te J. Watt'ın, Newcomen'in atmosferik buhar makinesini geliştirerek daha verimli bir makine yapmasıyla; İngilterede sanayi devriminin felsefi, bilimle ilgili, teknik (henüz teknoloji değil) ve ekonomik alanlarda teorik çerçeveleri kurulmuş ve modern sanayinin bütün şartları hazırlanmıştı.

Öte yandan bilim ve teknik sahasındaki bu baş döndürücü gelişmelere reformcu Protestanlar büyük destek vermişti. Nitekim Reform Hareketleri sonrasında Batı Avrupa hıristiyan dünyasında, özellikle yüzü dünyaya dönük Protestan anlayışının yaygınlık kazanmasıyla yeni bir toplum yapısı ortaya çıktı. Bu yeni anlayışı benimseyen Protestan topluluklarının bağlıları; "Bugün çok çalışıp yarını düşünme." anlayışını taşımakta, yeni hayat ölçülerinde inzivaya dayalı mistik hayattan uzaklaşma ve dünyevi kaygılara ağırlık verme önemli bir yer tutmaktaydı. Bir başka ifadeyle Max Weber'in «Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu» kitabında ısrarla vurguladığı Protestan topluluklar, yeni Avrupa'nın çalışkan ve üretken yüzünü ortaya koymaktaydı. Sanayi inkılabının öncelikle İngilterede başlamasını; özgür dini ortama, din ve mezhep hürriyetine bağlayan bir diğer kişi de Amerikalı İktisat Tarihi profesörü Prof. Walt W. Rostowdur. Nitekim Walt W. Rostow, sanayileşmenin Fransa yerine İngilterede başlamış olmasını şöyle değerlendiriyor:

"Fransız bilimi, en azından İngiliz bilimi kadar iyiydi. Fransız kadınları pamuklu dokumalardan en az İngiliz kadınları kadar hoşlanıyordu. Fransa'nın pamuklu dokuma pazarı, İngiliz pazarından daha büyüktü. Fransızlar İngilizlerin üç katı bir nüfusa sahipti. Kırsal topraklara sahip Fransa'nın kişi başı geliri % 20 daha azdı; fakat Fransızların sadece iktisadi açıdan bakıldığında daha önce sanayileşmemesi için sebep yoktu. «Sanayi inkılabı neden Fransa değil de İngilterede başlamıştır?» sorusunun cevabını dinde ve dine yönelik politikada aramak lazım. Kısmen dini problem üzerinde toplanmış olan kanlı bir iç savaştan sonra İngilizler 1688 Anlaşması'nı sağladılar. Din ve mezhep serbestliği sağlandığı gibi kralın desteklediği kiliseye zorunlu bağımlılık ortadan kalktı. Püritenlerin, Konformist olmayanların İngiltere kilisesine girmeleri yasaklanmıştı. Bunlar devlette, hükumette görev alamazlardı. Ama ibadet edebilir, çocuklarını kendi okullarında okutabilir ve dışarıya gidip para kazanabilirlerdi. İngilizler; vatandaşlarının önemli bir kısmını, iç çatışmadan uzak tutmayı başararak modern gelişmelerin önünü açtılar. Ve sanayi devrimi sırasındaki icatların, sanayideki yeniliklerin; çok yüksek bir kısmı Konformist olmayanlar tarafından, lskoçlar, Quakerler, Presbiteryanlar tarafından yapıldı."

Sanayi inkılabı, insanlık tarihinin toprağı işlemeye başlamasından sonraki ikinci önemli dönüm noktası olarak kabul edilmektedir. Bu gelişmeye dayalı olarak batı insanının hayat tarzı köklü bir biçimde değişime uğradı. Hayat standartlarında; beslenmeden barınmaya kadar bir dizi iyileşme görüldüğü gibi, ciddi bir nüfus artışı da meydana geldi. Şüphesiz en güçlü ve tetikleyici değişim, mekanik gücün insan hayatına girmesiyle üretim alanında yaşandı. İmalat alanında, geçmişle kıyaslanamayacak boyutta büyük artışlar oluştu. Üretimin artmasıyla daha fazla hammadde ihtiyacı ortaya çıkarken; üretilen bu malların pazarlanması, ulaşımının karşılanması, üretimin devamlılığı için enerji ihtiyacı ve nihayet daha fazla işgücü ve çalışanların üretim merkezlerine yakın yerlerde yerleştirilmesi meselelerini beraberinde getirdi. Yeni yerleşim merkezleri oluşurken, şehir nüfusları süratle artış gösterdi. Sanayi inkılabıyla boy gösteren yeni işletmelerle beraber, üretilen malları pazarlayarak büyük karlar elde eden yeni bir tüccar sınıfı meydana geldi. İngiltere, sanayi inkılabında diğer bütün Batı Avrupa ülkelerine öncülük etmiştir.

Sanayileşmenin ilk kez İngilterede görülmesinin belli başlı sebepleri arasında şunlar sayılmaktadır:

İngiltere'nin;

•Donanma gücünün büyüklüğüyle, güneş batmayan bir sömürge imparatorluğu kurması; bu hinterlandından yararlanarak, hammadde ve pazar problemini çözmesi,

• Ticari bir yapının yöneticiler tarafından korunması,

• İcatları tespit eden ve koruyan milli bir patent sisteminin kurulmuş olması,

• 18. yüzyıldan itibaren, tarım arazilerinin özel mülkiyete dönüşümüne yönelik çeşitli kanunların çıkarılması,

•İngilizlerin finansa ve finans yapılanmasına önem vermesi,

•Kömür ve demir yönünden (temel enerji kaynakları) zengin olması,

•Coğrafi yönden Britanya Adası'nın Avrupa'daki siyasi karmaşanın dışında kalması.

Bu sebeplerin yanında sanayi inkılabını hazırlayan birçok ekonomik faktör de bulunmaktaydı. Hollanda'nın 17. asırdan itibaren tarım alanında geliştirdiği teknikler başarıyla ve hızla İngiltere'ye aktarıldı. Öte yandan, sığır besiciliğinde kullanılan şalgam, İngilterede önemli bir ürün haline geldi. Bataklıklar kurutularak, tarım için yeni araziler oluşturuldu. Tarım dergileri yayımlanarak çiftçilere dağıtıldı.

Sanayi inkılabının itici gücünü tekstil sektörü oluşturmaktaydı. İpliğin eğirme tekniğinin gelişmesi 1716 yılında iplik bükmek için çıkrığın bulunması sayesinde gerçekleşti. 1733 yılında dokuyan mekiğin bulunması, 1767de iplik eğiren tezgahın bulunması İngilizleri tekstilde öne çıkardı.

Yeni süreçteki teknik değişim ve ilerlemenin bir diğer öncüsü de, su pompası tekniğinin kullanılmasıydı. Madenlerde biriken suların pompalar yardımıyla dışarı atılması, maden işletmelerinin daha verimli hale gelmesine yol açtı.

1763 yılında İskoçyalı James Watt'ın geliştirdiği buhar makinesi; hem tekstil sanayisinde, hem de buharlı gemi-tren taşımacılığında büyük bir atılıma yol açtı. 1807 yılında Amerikalı Robert Fulton buharlı makineyi gemilere uyguladı ve ardından buharlı gemiyle ilk düzenli okyanus ötesi seferleri 1840 yılında başlamış oldu. 1825 yılından itibaren buharlı makine lokomotiflerde de kullanılmaya başladı. Bu teknik gelişmelerin yardımıyla hız kazanan ve bir asır süren keşifler, esir ticaretinin sağladığı ekonomik rant, korsanlık, sömürgelere yönelik ticaretin artması; İngiltereyi bu dönemde dünyanın en zengin ülkesi yaptı.

1844'te Samuel Morse, Amerika Birleşik Devletleri'nde ilk ticari amaçlı telgraf servisini hizmete soktu. 1876 yılında Alexsander Graham Bell telefonu buldu. Öte yandan tarım teknolojisinde birbiri ardına büyük gelişmelere Almanlar öncülük etti. Pancardan şeker üretilmeye başlandığı gibi sun'i gübre de ilk kez Almanya'da üretildi. 1834 yılında Amerikalı bir mühendisin biçerdöveri icadıyla zirai gelişme çok önemli bir eşiğe ulaştı. Ayrıca 1830 yılından itibaren madencilik alanındaki gelişmelere paralel olarak kömür üretimi hızla arttı. Kömürün artışıyla demir ve çelik üretimi de hız kazandı. Böylece önce İngilterede, ardından tüm Batı Avrupa'da; köprüler, kanallar, demiryolu ve kamu binaları yapımı da hız kazandı.

Sanayi devriminin ilk yıllarında Avrupa ülkeleri arasındaki ticaret, 1750 yılından itibaren çok arttı, ama ürünler yetersizdi. İhracat kapasitesi en yüksek ülke İngiltere idi ve tekstil en çok talep edilen üründü. Tekstil, gıda ve diğer tüketim malları köylerde ailelerce üretilir ve tüccarlarca kentlerde satılırdı. Bazı ürünler ise kentlerde atölyelerde yapılırdı. Ürünler pahalıydı ve talebi karşılamıyordu. Bazı tüccarlar, koyun yetiştirenlerden yün toplayıp köylü kadınlara iplik yaptırıyordu. Sonra iplikler, köylerde kumaş olarak dokutulup boyatılıyordu. Bu işler köylülerin boş zamanında yapıldığı için maliyet düşüktü. Bazı tüccarlar ise, büyük binalar yaptırıp orada kadın ve çocuklara iplik ve kumaş ürettirirdi. Tekstil tüccarlarının bu sistemini diğer sektörler de benimsedi. Uçan mekik ve yeni çıkrık, üretim hızını artırdı. Bazı tüccarlar, buhar gücü kullanan büyük fabrikalar kurdu. Ürünlerini buharlı gemilerle ihraç eden tüccarlar, milletler arası şirket sahibi oldu. Buhar makinesi, buharlı tren ve buharlı gemiler geri kalmış ülkelere ihraç edildi. İngiltere, sömürgeleri ve sanayi ürün ihracı sayesinde büyük bir imparatorluk haline geldi.




Ahmet Meral’in Kısa Dünya Tarihi adlı kitabından alıntılanmıştır.

12 Ekim 2024 Cumartesi

YUNANİSTAN'IN DİNİ

 



M.Ö. III. binyılla 1. binyıl arasında Girit'te, sonra da Peloponesos'ta görkemli uygarlıklar oluştu ki bunlara sırasıyla Ege, Minoe ve Myken uygarlıkları denir.

M.Ö. 3000 yılına doğru Egeliler Girit'te bir İmparatorluk kurmuşlardı ve sonradan bunun nüfuzu denizlerin uzak bölgelerine kadar yayıldı; bu bir deniz egemenliğiydi ve en büyük genişleme çağı için buna, dönemin en büyük hükümdarı, efsanevi Minos'un adına ilişkin olarak Minoe deniz egemenliği denir. Bu deniz egemenliği özellikle Peloponesos üzerinde derin bir etki yapmıştır; Mykenai'nin sarışın Akhaia'lıları kültürlerinin büyük bölümünü esmer Egelilerden aldılar: 1600'e doğru ilk bir Mykenai dönemi başladı. Asıl Girit'te ise Akhailılar 1400 yılına doğru üstünlüğü ele aldılar. Mykenai kralı Agamemnon'un yönetimi altında birleşen Akhaialılar, uzun bir kuşatmadan sonra Troya'yı zaptederek Hitit İmparatorluğunu yokettiler. Fakat sonradan onlar da kuşatmaya uğradılar. 110 yılına doğru kuzeyden gelen ve en zorluları Dorlular olan başka Hint-Avrupalılar Akhaialıları Attika'ya ve adalara sürdüler. Bununla birlikte kuşatmacılar, temsilcilerini kovdukları ya da yokettikleri bu uygarlığın üstünlüğünü anlayacak kadar zeki idiler, nitekim bu uygarlığın inançlarıyla adetlerini benimseyiverdiler.

Yunanistan'ın dinini incelemek için kutsal bir kitap kullanmaya olanak yoktur: Çünkü böyle bir kitap yoktu ve zorla kabul ettirilen bir dogma da hiçbir zaman varolmayacaktı.

Başlıca kaynaklar, Yunan edebiyatının yapıtlarıdır; bunların başında Homeros'un, ya da bu adla gösterilen yazar veya yazarların İliada ve Odysseia adlı yapıtlarıyla (M.Ö: IX. ya da VIII. yüzyıldaki) Hesiodos'un şiirleri vardır. Alman Schliemann (1822-1829) tarafından Trova, Mikene ve Tiryinthia'da; İngiliz Evans tarafından Girit' teki Knossos'ta; Atina Fransız Okulu ve başka ulusların bilginleri tarafından Girit'le Yunanistan'ın çeşitli noktalarında yapılan çok verimli kazılarda bulunan maddi ve psikolojik belgeler de yine bu kaynaklar arasındadır.

Bu buluntular Yunanistan'ın dini ile ilgili iki büyük yanlışı düzeltme olanağını vermiştir. Klasik çağ Yunanlıları ilk çağlarda Hint-Avrupa kuşatmacılarının yarı-yabanıl kavimlere uygarlık getirdiklerini kabul etmiş ve bunun böyle olduğuna tarihçileri de inandırmışlardı. Bugün ise kuşatmaya uğrayan bu kavimlerin kuşatmacılara ne denli üstün olduklarını öğrenmiş bulunuyoruz.

Öte yandan Homeros'la Yunan yazarlarının insanlaştırdıkları tanrıların, Yunan dinsel yaşamının merkezini oluşturduklarına uzun zaman inanılmıştır. Fakat bugün, oluşturdukları bu resmi dinin yanısıra halkın benimsediği çok daha canlı bir dinin ve ayrıca, çok daha derin bir gizemci akımın varolmuş bulunduğu bilinmektedir.

Yunan halk dini ilkel bir Totemizm'in çok derin izlerini taşımışa benzemektedir. Kutsal bitkiler ve örneğin Dodona'daki meşe ağacı vardı ki bunun hışırtılarına bakan kahinler, gaipten haber verirlerdi; sonra kutsal hayvanlar ve örneğin, Girit'teki Minos boğası, yani Minotauros vardı. Çoğu zaman, daha sonraki efsaneler bu kutsal hayvanları -Apollon'un kurbanı olan kertenkele gibi- ya da bir tanrının kurbanı ya da -Zeus'un kartalı, Athena'nın baykuşu gibi- bir tanrının her zamanki arkadaşı haline sokmaktadırlar.

Salamon Reinach'a göre tanrıların hayvan kılığına girerek biçim değiştirmeleri, "din tarihinin tersine anlatılması demektir. Zeus kuğu kuşu kılığına girerek Leda'yı baştan çıkarır, o da dünyaya yumurtalar getirir:

Leda herhalde sonradan tanrılaştırılan ve çocukların babası sayılan Totemik bir kuğu olsa gerektir.

Sonradan kavim haline gelen birçok Yunan klanları, hayvan adları taşımaktaydılar: Myrmidon (karınca) lar Arkadialı (ayı) lar gibi.

Kimi tapınma yöntemlerinin köklerinde kutsal bir hayvanın kurban edilmesi ve etinin bir çeşit şölende hep birlikte yenilmesi de vardır: örneğin Atina'da her yıl tanrısal bir boğa, boulıonia adı verilen bir törende kurban edilirdi. Kimi maskeli danslar da aynı kökten gelmeydi: Atina'da dişi ayı kılığına giren genç kızlar dansederler ve ayı adını alırlardı.

Başlangıçta Egelilerle Akhaialılar, ilkel insanların mana'sına benzetilebilecek olan, kişilikdışı tanrısal bir güce inandılar. Bu güç, gökten düştükleri sanılan birtakım kutsal taşlarda da özellikle bulunurdu ki dünyanın göbeği olan Delphoi'de omphalos da bunlardan biriydi; ayrıca Knossos'ta bulunan, yontulduktan sonra dikilmiş kimi taşlar da böyleydi: Bunlar sonradan bir insan kafası ve bir phallus'la (erkeklik organı) süslü Hermes simgeleri haline gelmişlerdi; iki ağızlı balta gibi kimi eşya da böyleydi: Bu iki ağızlı balta Giritlilerin kurban kesmek için kullandıkları silahtı. Eleusis'te rahibe, dine kabul edilecek kişiyi yelpazeler, böylece onu günahlarından kurtarıp manayı kabule hazır hale getirirdi.

Bütün doğa, ruhlarla doluydu. Bunlar hayvan ya da insan biçiminde düşünülürdü; örneğin bir pınar, bir at olurdu.

Ölülerin ruhları yılan, kuş ve özellikle kelebek biçimlerinde betimlenirdi. (Nitekim Yunancadaki psykhe sözcüğü hem kelebek, hem ruh anlamınadır). Yunanlılar ölümden sonraki yaşam hakkında birbirine karşıt düşüncelere sahip olmuşa ve bunları bağdaştırmak için hiç uğraşmamışa benzemektedirler. Bazen ölüler yerin altında yaşamayı sürdürürler, onların torunları ve çocukları da kutsal armağanlar sunarak bu yaşamı hoş bir hale getirmeye çalışırlar. Bazen de bedenden ayrılan ruh, yeraltı ırmağı Styks'ü aşarak cehenneme gider, orada Minos, Aiakhos ve Rhadamanthys tarafından yargılanır: Cezayı hakkederse Elysion'da mutluluğa kavuşur.

Ölümden sonraki yaşamın varlığı ve niteliği üzerinde uzun bir geçmişten beri kuşkular açıklanagelmiştir. Söderblom'un dediği gibi "akılcılık, hayaletlerin varlığı düşüncesini gözden düşürmektedir." Homeros'un dini bu noktada halk geleneklerinden çok ayrılmaktadır: Homeros'un Akhilleus'u "yeraltının bütün hayaletleri üzerinde hüküm sürmektense yeryüzünde gündelikçilik etmenin daha iyi olduğu" düşüncesindedir.

Animizmin doğal sonucu, büyücülüktür; nitekim Yunanistan' da da hal aynı oldu. Bu ülkede Animist büyücülüğün bütün belirli niteliklerine rastlanmaktadır. Tasvirle gerçek tıpkıdır: Bir tanrının tasviri de onun gücüne sahiptir; Ispartalılar Lokroi'lilere yardım olsun diye, onlara Dioskur'ların heykellerini göndermişlerdi. Tanagralı sanatçılar, yaptıkları küçük heykelciklerle ölülere esaslı sevinçler sağlamaktaydılar. - Rüya, değerli bir şeydi: insan düşte gerçek olaylar görürdü çünkü; Epidauros'ta insan, düşünde hastalığının geçtiğini gördü mü iyileşirdi. - Büyücülük ve sihirbazlık yapılmaktaydı: Teokrites Eidullion adlı yapıtının ünlü bir parçasında, bir okuyucu kadının nasıl çalıştığını anlatır. Atina'daki mezarlarda, yüreklerine çivi saplı tahta heykelcikler bulunmuştur. - Sözcüklerin de gücü vardır: Homeros'un İliada'da belirttiği gibi "Zeus verdiği kararı yerine getirmek için konuşur ve sırf bu yüzden, her şey olur."

Lanet ve bela okumanın gücü: Argos halkı, kardeşinin çocuklarını öldüren Atreus'u lanetledi, bu yüzden de oğlu Agamemnon öldü ve Atreus'un soyundan olanların başlarına türlü felaketler geldi. - Ant ve yeminin gücü: Homeros'un İliada'da dediği gibi "her kim andından dönerse, beyni su haline gelip yerlere dökülsün!"·

Tapınışın önemli bir parçasını da öykünmeli, yani "taklidi" tapınma yöntemleri oluşturmaktadır. Girit'te Kureta'lar gökgürültüsünü öykünüp yağmur yağdırmak için kalkanlarını birbirine çarparlardı. Girit'le Delos'ta sarışın Ariadne, Labyrinthos adlı sarayın dehlizlerinde, güneşin yıldızlar filemi içindeki ilerleyişini öykünen çapraşık bir takım dansları yönetir, böylece de güneşin yürüyüşüne yardım etmiş olurdu.

Yunanistan'da heykelcilik, raks, şiir, tiyatro gibi, güzel sanatlar biçimlerini, köklerini büyücülükten, sihirbazlıktan almışlardır: Bu da onların telkin gücünü açıklamaya yardım etmektedir. Kreglinger'in dediği gibi "Yunanlılar sonunda ne denli aydın kişiler haline gelmiş olurlarsa olsunlar, güzel sanatlarıyla edebiyatları hep sihirbazlık zihniyetinin göstergeleri olagelmiştir.

Girit'te, Yunanistan'da tanrılardan önce tanrıçalar vardı. Tanrıçaların en eskisi, Toprak-Ana olan Gaia olsa gerekti; aynı zamanda bereket tanrıçası da olduğundan bitkilerin, hayvanların, insanların doğmalarına o yol açar, sonra da onları kendi içine alır, yutardı.

Bütün öteki tanrıçalarda da çeşitli biçimler altında Toprak Ana'ya rastlanmaktadır: Gaia, Olympos tanrılarının anasıdır; - Episos'taki ünlü tapınağında dikili çok memeli tasvirine tapınılan Artemis, yabani hayvanların arkadaşı, yavrularının koruyucusudur ama sonradan onları avlamaya başlar; - Artemis'ten daha şehvetli, daha tatlı olan Aphrodite aşkın, güzelliğin, çiçeklerin tanrıçasıdır; Ona tapınma adeti Kıbrıs adasından gelip tüm Yunanistan'a yayıldı. Knossos'ta, Girit'te Antheia (yani Çiçekli Aphrodite) ye tapınılmaktaydı ve nar, gül, mersin ona adanmıştı. Koryntos'ta kutsal hişeler olan hetaireia'lar ona yapılan tapınışa katılıyorlardı. Eros da bununla birlikte anılıyordu, çoğu zaman onun oğlu sayılıyordu ama bazen Eros'un Aphrodite'den önce varolduğuna, Aphrodite'in Okeanos'un köpüklerinden doğduğuna, Aphrodite Okeanos'un köpüklerinden doğduğu sırada onun dalgalardan çıkışına yardım ettiğine inanılıyordu.

Kişiliklerinde Toprak-Ana'nın rastlandığı öteki tanrıçalar da şunlardır: Hera, Zeus'un karısı olmadan önce bitkiler tanrıçasıydı ve evlenme yasalarını kıskanç bir biçimde korumaktaydı: - Başka bir bitkiler tanrıçası olan Demneter, buğdayın anasıydı ve kendisine özellikle Eleusis'te tapınılırdı; Atina kentinin koruyucusu olmazdan önce zeytinağacı tanrıçası olan Athena onuruna Atina'da kır şenlikleri yapılmaya devam edildi.

Tanrılar ise tanrıçalardan sonra meydana çıkmışlardır. Tanrıları meydana çıkaranlar, Hint-Avrupalı kuşatmacılar olsa gerektir: Bunlar göçebe savaşçılardı, önderlerine tanrısal bir varlık gibi saygı gösterilmesi gerekliydi, sonunda da bunlar bir tanrının soyundan gelmiş sayılırdı. Herhalde her kabilenin kendisini zafere ulaştıran bir tanrıya sahip olduğu kesindir. Fatihlerin zafer elde etmeleri, Toprak-Ana'ya tapınan prehellenik grupların anaerkil toplumunun yerine, bütün haklara babanın sahip olduğu babaerkil bir toplumu geçirmeleri olanağını kendilerine verdi.

Hatta savaşçı egemenlik döneminden önceye bir "din ve büyücülük dönemi" sokmak belki daha doğru olur: Bu sonuncu dönemde büyük tanrının, Uranos (Gök) ..."gözünden:. hiçbir şeyin kaçmadığı Gök" - alınası olasıdır: O Uranos ki, hasımları kyklopları birtakım büyücülük yöntemleriyle "bağlayıp" hareketsizleştirmektedir; Ayrıca Uranos'la Hinduların Varuna'sı arasında eşlik görenler de vardır.

Savaşçı egemenlik döneminde büyük tanrı ilkin Kronos (Zaman) tur. Uranos'u tahtından indirir; fakat Olympos'luların Titan' lara galip geldikleri bir devler savaşından sonra, o da kendi oğlu Zeus tarafından tahtından indirilir. Ondan sonra da Kronos ancak kölelerin, yani yenilmiş ulusların düzenledikleri şenliklerde anılır.


Olympos'un yakınına yerleşmiş Akhaia kavimlerinin tanrısı olan Thessalia'lı büyük tanrı Zeus, yüce tanrı olur. Olympos'un dışında oturacağı yerler olarak kendisine başka dağları, Girit'teki İda dağı ile Bithynia'daki İda dağını seçer. Bununla birlikte Zeus'un kendisinin üzerinde bir Kudret daha vardır ki, ona karşı elinden hiçbir şey gelmez. Bu da Kader tanrısı olan Moira'dır.

Zeus'un çevresinde, başlangıçta yerli olan birtakım tanrılar bulunur. Bu tanrıların her biri kabilesi ya da kavmi tarafından gök, yıldızlar, deniz, kara ve insanlar üzerinde büyük güce sahip sayılır. Sonradan bu yerli tanrılar kendi ilk bölgelerinin sınırlarını aşmışlar, aynı zamanda da "uzmanlık sahibi" olmuşlar, başlıca tanrısal etkinlikleri kendi aralarında bölüşmüşlerdir. Bunlar, Homeros'un bize tümüyle insan biçiminde olarak tanıttığı: deniz tanrısı Poseidon; Işık tanrısı Apollon; şarap tanrısı Dionysos; ticaret ve güzel konuşma tanrısı Hermes v.d.dir.

Homeros döneminden başlayarak tapınaklara bağlı rahipler vardı: Bunlar hizmet ettikleri tanrının emrindeydiler, o tanrı tarafından korunurlardı. Özel bir öğrenim görmezler, tapınışın yol ve yöntemini zamanla, deneyimle öğrenirlerdi. Toplum halinde gruplanmış değillerdi ve bir rahipler sınıfı oluşturmuyorlardı. Görevlerini bazen (örneğin Eleusis'te kalıtım yoluyla aktarırlar, bazen de seçim ya da ad çekme yoluyla bu görevlere getirilirlerdi.

Rahipler, tanrıları yumuşatacak olan kurbanların kesiliş törenlerine başkanlık ederlerdi: Kutsanmış bir hayvanı keserler, ya da olduğu gibi yakarlardı (ki buna Yunancada Holokaustos denir). İnanların üzerlerine tuzlu su, deniz suyu serperek ve özellikle odları tütsüleyerek, kötü ruhları kovan tunç parçalarını çan gibi çalarak bunları temizlerler, arıtırlardı. Bazen -örneğin Epidauros'ta- özellikle telkin kullanarak, hastaları iyileştirirlerdi: Salomon Reinach'a göre Hippokrates "antik çağın sonuna dek bazı kimseleri aldatmış olan" bu "ruhani hekimliği" laikleştirmişti.

Rahipler falcılık da yaparlardı. Kahinlik tapınaklarının en ünlüsü Delphoi'deydi ve Pythia adlı kız fala bakıp gaipten haber verirdi. Kutsal su ile temizlenmiş olan bu genç kız defne yaprakları çiğner, bu çeşit yaprakların dumanını içine çeker, sonra kendinden geçerek birtakım sözler söylerdi ve bunlar, rahiplerce yorumlanırdı.

Tanrılar onuruna büyük bayramlar, şenlikler yapılırdı. Bunlar ya, -örneğin Atina'da tanrıça Athena onuruna yapılan ve Panathenai diye adlandırılanlar gibi- yerel olur; ya da Olympia oyunları gibi panhellenik olurlardı.

Olympia'nın sevimli dekoru içinde Zeus ya kendi tapınağında, ya da tapınağının yakınında yüceltilirdi. En güçlüleri ya da en beceriklileri meydana çıkarmak için oyunlar düzenlenirdi: Bunlar koşu, güreş, güreşle yumruklaşmayı biraraya getiren "pankratos", disk ve cirit atma, at yarışları gibi şeylerdi. Aynı zamanda artistik ve müziksel gösteriler, felsefe konferansları, sanat yapıtları sergileri de düzenlenirdi. Halk başarılı atleti ve tanrısal filozof, Eflatun'u alkışlardı.

Bütün Yunanistan bu görkemli kas ve düşünce şenliklerine davet edilirdi. Bütün sitelerin vatandaşları bu yarışmalara kabul edilirlerdi. Delegasyonlarla yarışmacıların Olympia'ya gidebilmeleri için kutsal bir mütareke ilan edilir ve bu, oyunlar boyunca sürerdi: Bu süre içinde herhangi bir askeri harekat yapmak yasaktı ... Olympia oyunlarına egemen olan sporcu, aydın ve barışçı zihniyeti, Hellen uygarlığının en uyumlu ürünlerinden biri diye selamlamak yerinde olur.

Dinsel yaşamın büyük merkezleri aynı zamanda ahlak düşüncelerinin de yuvalarıydı. Olympia'da yüceltilen tanrı, tüm Yunanistan'a egemendi: Bu, Zeus Hellenios'tu ki aynı zamanda tüm evrene de egemendi: Demek ki daha o zamandan, tektanrıcılığa doğru bir yöneliş vardı. Epidauros tapınağının kapısına rahipler şunları yazmışlardı: "Buhurlarla kokulanmış bu tapınağa giren kimse arı, duru olmalı, yani erdemli düşünceler beslemelidir." Delphoi tapınağının üzerine de şu bilgece sözler nakşedilmişti: "Kendi kendini tanı" ve "Aşırılıktan sakın". En büyük günah, haddini bilmezlik (hybris) tir ve göksel güçlerin kıskançlığını harekete getirir. En yüce erdem ise ölçülü olmaktır.

Bununla birlikte, başka bakımlardan, din ahlakla ilgili her şeye karşı kayıtsız gibi görünmektedir. Nitekim filozof Ksenophon da M.O. VI. yüzyılda oldukça sert bir biçimde buna işaret etmektedir: "Homeros ile Hesaidos tanrılara her türlü suçu yormaktadırlar: Ölümlüler arasında hoş görülmeyecek, ayıplanacak olan hırsızlık, zina, karşılıklı aldatmaca gibi ne kadar utandırıcı eylem varsa, bu ozanların türküleri de bunlarla doludur." Bu olay da şöyle açıklanabilir: Çünkü insanlar tanrıları, kendilerini örnek tutarak tasarımlamışlardır. Nitekim: "öküzlerle aslanların da elleri olup insanlar gibi resim yapmasını bilselerdi, tıpkı kendilerine benzeyen tanrılar yapacaklardı." Ksenophon'un ileri sürdüğüne göre "insanlara ne bedence, ne de düşünce bakımından benzemeyen, yalnız bir tek tanrı vardır."

Ondan sonra da Sokrates, Eflatun, Aristo, Epikuros gibi filozoflar dinsel inançları serbestçe eleştirmeye, kimi ahlaksal düşünceleri kabul ederken kimi görüşleri de reddetmeye başladılar.

Onların etkisi altında, ya da yalnızca özgür düşünceye, akılcı bir uyuma, huzur dolu bir güzelliğe büyük önem veren Grek düşüncesinin sahip olduğu elverişli eğilimler yüzünden özgür sitelerde özgür olarak yaşayan Hellenler de din konusunda her istediklerini serbestçe düşündüler. Ne kutsal kitap, ne zorla kabul ettirilen dogmalar, ne rahiplerin otoritesi, ne de hoşgörüsüz biçimde kaba güce başvurma vardı. Alfred Croiset'nin dediği gibi "kişiler, akılları tümüyle serbest olarak hükümlerini veriyorlardı." Burada bir noktayı belirtmek ve Atina'da birçok filozofun baskı görmüş olduğunu anımsatmak yerinde olur. Fakat buna da bu gibi olayların dinin kendisiyle olmaktan ziyade, politika ile ilgili oldukları yolunda bir yanıt verilmiştir.

Bununla birlikte, böyle anlaşılan bir din, bazı kimselere çok kuru görünmekteydi: Onlar da gizemciliğe yöneldiler.

Antik Yunanistan'ın dinsel yaşamının en derin bölümünü, mysteria'lar, yani gizli yapılan din törenleri, ayinleri oluşturdu. Kreglinger'in dediği gibi "söz konusu olan şey, insanı tanrısal yetkinliğe olabildiğince yaklaştırmaktır; ta ki o, tanrıların yapılmış oldukları insanüstü cevheri kendine sindirebilsin, ya da tanrısal sonsuzlukta kaynaşıp bunun içinde yokolabilsin. Bu sonuncu eğilimin tam adı gizemciliktir: Yani ruhun insanlık mertebesini aşıp tam anlamıyla tanrısal bir yaşam sürmeye çabalamasıdır."

Böyle anlaşılan gizemcilik, dinsel görüşlerin en eskisini, mana düşüncesini diriltmektedir ki, bunun Yunanistan'da da bulunduğunu daha önce görmüştük.


Mysteira'ların en önemlileri Dionysos ve Demeter'le ilgilidir. Trakyalı tanrı Dionysos (ya da Bakkhos, ya da Iakkhos), Zeus' la bir ölümlü olan ve kıskanç tanrıça Hera'nın yıldırımla çarptığı Semele (Toprak) nin oğludur. Zeus oğlunu kurtarmak için onu baldırında saklar, sonra bir mağaraya yollar. Dionysos bu mağarada şarabı yaratır. Bu öyküde, güneşin ateşi altında üzümü üreten toprak simgeleştirilmektedir; ezilen üzümler şarap olarak yeniden dirilirler, şarap da neşe verir.

Dionysos, Giritli asıldan tanrı Zagreus'la eş tutulmaktadır ki bu sonuncu tanrının yazgısı, Oziris'inkini anımsatmaktadır. Zeus'la Persephone'nin oğlu olan Zagreus, kurtulmak için boğa biçimine girer. Titanlar da onu öldürüp yerler; fakat Zagreus'un yüreği her nasılsa kurtulur, bu da onun öldükten sonra dirilmesini sağlar. Ölen tanrı Dionysos-Zagreus bir boğa, ya da kafatasında boynuzlar bulunan bir insan biçiminde yeniden dirilir.

Tapınış tanrısal bir boğanın kurban edilmesinden ibaretti. İnananlar boğanın insana iyi gelen gücünü edinmek için onun etini geceleyin meşalelerin ışığında, coşkulu ve karmaşık birtakım ayinler arasında yiyorlardı. Euripides "Bakkha'lar' adlı güzel tragedyasında bu dağınık saçlı, başlarına sarmaşıktan ya da meşe yaprağından taçlar, sırtlarına ceylan postları giyen, kucaklarında yılanlar ya da memelerini emen küçük oğlaklar taşıyan bu kadınların coşkunluğıınu, azgınlığını anlatır: Bakklıa'lar, sarmaşıklara sarılı bir çeşit sopalar olan "thyrsos"larını havaya kaldırarak dansederler; hayvanların üzerine atılıp bunları parçalarlardı. Kral Pentheus Bakkha'ların bu azgınlıklarına karşı gelmek istediği için onlar tarafından öldürüldü.

Başka bölgelerde ve örneğin Atina'da tapınış daha az haşin, daha çok artistik biçimler alırdı. Bakkha korosu, şarap tanrısını öven dinsel şarkılar (dithyrambos) okur, dansların yanı-sıra diyaloglar söylenir, sahne oyunları oynanırdı. Tragedya ilk komedyanın kökü buradan gelmedir. Atina'daki büyük Dionysos şenlikleri onuruna Aiskhylos'un, Sophokles'in, Euripides'in yazmış oldukları oyunlar oynanırdı. .

Dionysos'a tapınış biçimi Orpheus tarafından arıtıldı: söylentiye göre de Bakkh'lar, gelenek halindeki azgınlıklarına karşı durduğu için Orpheus'u parça parça ettiler. Orpheus tatlı bir ozandı, evrensel yaşamla eş tutulan ve eros adıyla simgeleştirilen kişilikdışı bir tanrıya inanıyorlardı. Dünyanın birliğini, tüm varlıkların dayanışmasını, kendisini hayvanlarla ve tüm doğayla birleştiren yakınlığı derinden duyuyordu. Ona göre, bedende hapsolan ruh (soma) birkaç yaşam geçirdikten sonra bundan kurtulmalıdır: Ruh, ileride süreceği göksel yaşama daha şimdiden hazırlanmalı; bunun için tinselliği içine sindirmelidir.

Mysteria'lar erginleşen kimseyi (initie) ahretteki yaşama hazırlardı. Mystes Unutma pınarından kaçınmalı, Anma pınarından içmelidir: Çünkü Orpheus'un yarattığı iyicil büyü formüllerini burada bulacaktır.

Görünüşe göre Orphizm yani Orpheus dini Yunan felsefesine Pythagores tarafından sokulmuştur. Platon da onun etkisi altında kalmıştır. Söderblom'un dediği gibi, "Platon'un aracılığı ile Batı, mysteria'lardaki sofuluk ve Dionysos ayinlerindeki sarhoşluk gibi bir mirasa konmuştur."

Burada insanın, Orpheus'la Pythagores'in Hindistan'ın etkisi altında kalıp kalmadıklarını sorası geliyor: Çünkü Pythagores zamanında Küçükasya'daki Yunan kentlerinin temsilcileriyle Hindistan'ın Batı illerinin temsilcileri, ortak efendileri olan Pers kralının sarayında buluşmaktaydılar.

Demeter'le ilgili başka birtakım mysteria'lar da vardır. Demeter'in kızı Persephone, cehennem tanrısı Hades tarafından kaçırılır. Acı içinde kıvranan Demeter yollara düşerek dünyayı dolaşır, ıstırabını haykırır. Toprak kurur, kısırlaşır. Mutsuz tanrıça Eleusis kralı tarafından konuk edilir. Kral de Zeus'un Perscphone' yi anasına geri vermesini sağlar: Bitkiler hemen yine dirilir. Fakat cehennemde genç tanrıça nar yemiştir. Ölümlü yazgısından büsbütün kurtulma olanağını bulamaz. Zamanının yarısını yerüstünde, öbür yarısını da yeraltında, cehennemde geçirir ve buranın Kraliçesi olur. Kızına kavuştuğu için minnetle dolu olan Demeter, Elcusis kralına buğday ekmesini öğretir.

Bu efsane bitkilerin kaybolup yeniden ortaya çıkışlarının açıklamasını antik toprak tanrıçasına tapınışı ve belki de buğday toteminin anısını bir araya getirmektedir. Daha sonraları bitkilerin dirilişi düşüncesine, ölümden sonra yaşayan ruhun kurtuluşu düşüncesi de katılmış olsa gerektir.


İşte Eleusis'teki mysteria'larda bu iki tema yüceltilmekteydi. Ayinin başlıca icracısı ilkin bir kadın rahip, daha sonra da bir rahip Qierophante) olmuştur. Ayinler kadınlara, fahişelere, kölelere açıktı; fakat Hellenistik çağa değin, Barbarlara açık olmamışlardı. Kutsal bir mütareke sayesinde Atinalı elçiler mystcria'lara öteki Yunanlıları da çağırıyorlardı.

Atina'da başlayan şenlikler, Eleusis'te sürüyordu. Ayin gereğince oynanan tragedyalar, Demeter'in başından geçenleri anımsatıyordu. Birtakım sınavlar, insanları mezarötesi yaşama hazırlıyorlardı. Kimi yorumculara göre en heyecan verici an, yeni hasat edilmiş bir buğday başağının büyük bir sessizlik içinde ortaya çıkarılışıydı: Bu başak, ölümle yeniden dirilişi simgeleştirmekteydi.

Eleusis'te buğdaydan yapılmış bir çörek yenerek bir çeşit şaraplı ekmek yeme ayini (komünyon) düzenleniyordu.

Orfik ayinlerin Eleusis usulü ekmekle Komünyon, Dionysos usulü şarapla Komünyon ile birleştirip böylelikle Hristiyan Komünyonunu hazırlamış olmaları olasıdır.

Yabancılar kadar kadınların ve kölelerin de katılabildikleri Doğu tapınışları Yunanistan'a erkenden girdiler. Özellikle İskender'in Asya'yı fethinden sonra da orada geliştiler. Bununla birlikte Yunan dini bunların etkisine Roma dininden biraz daha iyi dayanabildi.

Elinde güç bulunan Hristiyan Kilisesi, daha korkunç bir düşmandı. Tapınakların yıkılmasını, ya da biçimlerinin değiştirilmesini emretti. Serbest Hellen felsefesinin son sığınağı olan Atina Okulunu 529'ta kapattırdı.

Fakat Yunan dini dünyada silinmez izler bıraktı. Bu dinin verdiği esinle mimari, heykelcilik, edebiyat alanlarında yaratılan sanat yapıtlarının yüce güzelliği insan düşüncesiyle Hellenizm öncesi ilkel büyücülük arasında çok doğal olan Toprak-Ana'ya tapınış arasında, Orfik gizemciliğin soylu telkinleri arasında sürekli bir temas sağladı.


Dinsel konularda olduğu kadar tüm öteki konularda da gerçeği özgürce araştıran filozofların görkemli çabaları insanlığa, hiçbir zaman unutulamayacak olan bir örnek verdi.

Ernest Renan'ın "Akropolis Üzerinde Dua"sında "Grek Mucizesi" diye adlandırabildiği şeyin iki ana öğesi vardır: Güzellik ve Gerçek. 




Felicien Challaye dinler tarihi


Çeviren: Samih Tiryakioğlu


11 Ekim 2024 Cuma

İLMİHAL-20 / ORUÇ-1

 İLKELER ve AMAÇLAR


Allah'ın buyrukları ve yasakları elbetteki kulların iyiliği içindir. İslâm bilginleri bütün hükümlerin insanların yararlarını gerçekleştirme amacına yönelik olduğu konusunda görüş birliği etmişlerdir. Bu bakımdan, Allah'ın yapılmasını istediği şeylerde kullar için çok büyük faydalar, yasakladığı şeylerde ise büyük zararlar bulunduğu kesindir. Kur'ân-ı Kerîm'de akla aykırı hiçbir emir ve yasak bulunmamakla birlikte, bütün emir ve yasakların yarar ve hikmetlerini bilmek de mümkün değildir. Kaldı ki, ibadetler dinin bir yönüyle akıl üstü ve bir yönüyle sembolik törenleri kapsamında değerlendirildiği vakit, o dinin mensupları, benimsemiş oldukları dinin bu gereklerini bir hikmet, bir yarar arama telâşına düşmeden yerine getirmek durumundadırlar. Bununla birlikte öteden beri İslâm bilginleri çeşitli ibadetlerin yarar ve hikmetleri konusunda kafa yormuş, bunların kişisel pratik yararlarından çok, insan nefsinin arındırılması ve yükseltilmesi yolunda fonksiyonel hale getirmeye çalışmışlardır. İbadetleri, bir hedefe erişmenin yolu olarak görebilenler için bu kulluk görevleri, artık sırtta taşınan ve bir an önce indirilmeye çalışılan bir yük olmaktan çıkar ve âdeta üzerinde yükseklere ulaşılan bir araç haline gelir. İbadet esasen Hakk'ın emrine riayet olduğu gibi, sonuç itibariyle, halkın hakkına riayeti de içerir. Bu sebeple de ibadette Hakk'ın ve halkın hukukuna riayet birlikte gerçekleşir.

İslâm dini ferdin toplum içinde uyumlu, güvenilir ve hoşgörülü olmasını sağlamaya yönelik düzenlemeler getirdiği gibi onun yaratıcı ile olan bağlantısını daha derinden hissetmesine, devam ettirmesine ve geliştirmesine hizmet edecek düzenlemeler de getirmiştir. Hukuka riayet bakımından halkı ve Hakk'ı birbirinden ayırmak isabetli olmadığı gibi, halk ile ilişkilerin Hakk'ı ilgilendirdiğini göz ardı etmek de mümkün değildir. Peygamberimiz'in "İnsanlara teşekkür etmeyen Allah'a şükretmez" (Ebû Dâvûd, "Edeb", 11), "Merhamet etmeyene merhamet olunmaz" (Buhârî, "Edeb", 18; Müslim, "Fezâil", 65) ve "Hakkında üç komşusunun olumlu tanıklıkta bulunduğu kişiyi Allah affetmiştir" (Tirmizî, "Cenâiz", 63) gibi ifadeleri bu bağlantıyı işaretlemektedir. Yûnus da her halde "Yaratılanı sevdik yaratandan ötürü" derken vurguyu aynı noktaya yapıyordu. Bu itibarla İslâm, kişinin yaratanı ile gönül bağına, kendisiyle barışık olmasına önem verdiği gibi insanlarla "iyi geçim"ine de aynı önemi vermiştir.

Gazzâlî orucun üç derecesinden bahsederken, bedende iştah ve şehvetin tatmin yeri ve aracı olan iki âzayı yani mide ve cinsel organı, iştah ve şehvet duyduğu şeylerden mahrum etmekten ibaret olan orucu, "sıradan insanların orucu" (avam orucu) olarak; buna ilâveten gözü, kulağı ve diğer âzaları günahtan korumayı "özel kişilerin orucu" (havas orucu) olarak ve tüm bunlara riayet ettikten başka, kalbini düşük emellerden, dünya düşüncelerinden kısaca, mâsivâdan arıtarak bütün varlığıyla Allah'a bağlanmayı ise "daha özel kişilerin orucu" (ehassü'l-havâs orucu) diye tanımlar. Orucun hangi derecesi alınırsa alınsın, ibadetin toplumsal ilişkilere, toplumsal hayata, kısaca "iyi geçim"e yönelik olumlu sonuçları açıkça görülecektir.

İnsanların arasındaki çekişmenin, kavganın temel sebeplerinden biri insanların, iştah ve şehvetlerini ölçüsüzce tatmin etmeye çalışması ve belki bu amacı gerçekleştirmek üzere mal ihtiraslarıdır. Birinci kademedeki oruç bile bu ihtirası dizginlemenin, iştah ve şehveti kontrol altına almanın bizzat gerçekleştirilen ve tecrübe edilen bir yolu olmaktadır. İştah ve şehveti alabildiğine ve ölçüsüzce tatmin peşinde koşmak şeytanî bir tutum olup oruç tutmak bu yönüyle şeytanı zincire vurmak anlamına gelir.

Peygamberimiz'in, orucun ikinci yönünü vurgulayan "Oruç bir kalkandır; sakın, oruçluyken, cahillik edip de kem söz söylemeyin. Birisi size sataşacak veya dalaşacak olursa, 'ben oruçluyum, ben oruçluyum' deyin" sözü (Buhârî, "Savm", 9; Müslim, "Sıyâm", 30), izaha gerek bırakmayacak şekilde, "iyi geçim"i vurguluyor. Oruç, sadece iştah ve şehveti dizginlemek değildir, ayrıca ağzını ve dilini kötü ve çirkin söz söylemekten korumaktır.

İbadetlerin sırlarını, gerçek mâna ve önemini kavrayan kimi âlimler namaz kıldığı, oruç tuttuğu halde, hâlâ çirkin işler yapan ve fenalıktan sakınmayan kimseyi, abdest alırken yüzünü, eline su almadan üç kere yıkayan kimseye benzetmişlerdir: Uzaktan bakan onun abdest aldığını zannetse de o gerçekte abdest almamaktadır. Peygamberimiz "Oruç tutan öyle insanlar vardır ki, kârları sadece açlık ve susuzluk çekmektir" (İbn Mace, "Sıyâm", 21) derken bu durumu kastetmiş olmalıdır.




Diyanet Vakfı Yayınlarının İlmihal Kitabından alıntılanmıştır.

9 Ekim 2024 Çarşamba

DÎNİ SÖZLÜK “M”

 

MAHBÛB:

 

Muhabbet edilen. Sevilen, sevgili.

 

Muhammed Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem mahbûb-i Rabbülâlemîndir. Allahü teâlânın sevgilisidir. (İmâm-ı Kastalânî)

 

Sevgiliden gelen her şey mahbûbdur. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Mahbûb-i Hudâ:

 

Allahü teâlânın habîbi, sevgilisi Muhammed aleyhisselâm.

 

Muhammed Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, Mahbûb-i Hüdâ'dır. Gelmiş ve gelecek bütün varlıkların her bakımdan en üstünüdür. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbûb-ı Hüdâdır bu, Nazargâh-ı ilâhîdir makâm-ı Mustafâ'dır bu.

 

(Yûsuf Nâbi)

 

MAHBÛBİYYET:

 

Sevgili olmak.

 

Peygamber efendimize tâbi olmanın en yüksek derecesi mahbûbiyyet ve ma'şûkiyyet (çok sevilen olmak) kemâlâtına (üstünlüklerine) sâhib olmaktır ki, bu, Allahü teâlânın çok sevdiklerine mahsûstur. Bunun ele geçmesi için muhabbet, sevmek lâzımdır. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Âhirette azâblardan kurtulmak ve sonsuz seâdete kavuşmak, ancak geçmiş ve gelecek bütün varlıkların en üstününe (hazret-i Muhammed aleyhisselâma) uymakla olur. O'na uymakla mahbûbiyyet makâmına erişilir. O'nun yolunda bulunmakla, Allahü teâlânın zâtının tecellîsine kavuşulur. (Abdülhak-ı Dehlevî)

 

MAHCÛR:

 

Çocukluk, sefîhlik, delilik, kölelik, bunaklık vs. gibi çeşitli sebebler yüzünden malını tasarruf hakkından, kullanmaktan men edilen kimse. (Hicr)

 

Mahcûr iki kısımdır:

 

1- Çocuk, deli ve maraz-ı mevt (ölüm hâlinde) bulunanlar.

 

2- Hâkimin hükmüyle mahcûr olanlar, medyûnlar (borçlular), ma'tûhlar (bunaklar), rakîkler (köleler), eblehler (ahmaklar) ve mâcinler yâni kötü din adamlarıdır. (Fetâvâ-i Hindiyye)

 

Çocuk kendi malını kullanmaktan mahcûr olduğu gibi, başkasına hizmet etmesi de, ancak velîsinin izni ile câiz olur. (Abdülganî Nablüsî)

 

MÂHİYYET:

 

Öz, asıl ve esas.

 

İnsanın mâhiyyeti, arkadaşından anlaşılır. (Abdullah bin Ömer)

 

MAHKEME:

 


Hüküm verilen dâvâların görülüp, hükme (karâra) bağlandığı yer.

 

Mahkemeye bir işin düşünce, hâkim karşısında dâvâcı veya dâvâlı ile kavga etmeye kalkışma! Ne sorulursa o kadar cevâb ver! Şâyed şâhid olarak gidersen, hiç kimsenin te'siri altında kalmadan ve kimseden korkmadan Allah rızâsı için doğru konuş! Olur olmaz bir iş için hemen mahkemeye koşma! (İmâm-ı Gazâlî)

 

Mahkeme-i Kübrâ:

 

En büyük mahkeme, âhirette bütün insanların amel defterlerinin tartıldığı ve dünyâda yaptıklarının hesâbını verecekleri yer.

 

Allahü teâlânın bilmediği hiçbir şey yoktur. Açık ve gizli O'nun yanında birdir. O; "Ol!" dedi, yokluktan varlık meydana geldi. O, henüz olmamış olanları, açığa vurulmamış sırları bilir. Yeri ve gökleri kudretiyle (gücüyle, kuvvetiyle) tutan, kıyâmet günü Mahşerde kurulacak mahkeme-i kübrânın hâkimi (hükmedeni) O'dur. (Sa'dî Şîrâzî)

 

MAHLÛK:

 

Yaratılmış; yoktan vâr edilmiş.

 

Rabbimiz cism değildir, zamânı, mekânı yok.

 

Maddeye hulûl eylemez, böyle olmalı îmân.

Mahlûka muhtaç değildir, ortağı benzeri yok,

 

Her şeyi O'dur yaratan hem de varlıkta tutan.

 

(M. Sıddîk Gümüş)

 

Vilâyete (evliyâlık makâmına) kavuşmak, tasavvuf yolunda çalışmakla olur. Bunun için mâsivâ sevgisini, ona bağlılığı kalbden çıkarmak lâzımdır. Mâsivâ; Allah'tan başka şeyler demektir. (İmâm-ı Rabbânî)

 

MAHLÛKÂT:

 

Yaratılanlar, Allahü teâlânın yarattığı şeyler.

 

Mahlûkâta muhabbet etme, zîrâ onlara muhabbet, Hakk'a ulaşmaya mânidir. (İmâm-ı Gazâlî)

 

MAHMASA HÂLİ:

 

Açlıktan ölmek üzere olma hâli.

 

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

 

...Kim mahmasa hâlinde, çâresiz kalırsa, günâha meyl (yönelme) maksâdı  olmaksızın haram etlerden yiyebilir. Çünkü Allah çok bağışlayıcı, affedicidir. (Mâide sûresi: 3)

 

Leş ve domuz eti yemek, şarab içmek haramdır. Çok içince sarhoş yapan sıvıların, azını içmek de haramdır. Mahmasa hâlinde olan kimseden başkalarının bunları yemeleri içmeleri haramdır. (Hâdimî)

 

MAHMÛD:

 

1. Övülmüş, övülen.

 

Kalbin mahmûd hâlleri; sabır (Allah'tan gelenlere tahammül etmek), şükür (her nîmeti Allahü teâlâdan bilmek), havf (Allah'ın azâbından korkmak), recâ (Allah'ın rahmetini ümîd etmek), rızâ (Allah'tan gelenlere boyun eğmek, hoşnûd olmak, kadere karşı gelmemek), zühd (dünyâya düşkün olmamak), takvâ (haramlardan kaçınmak), kanâat (elinde olana râzı olup, daha çok istememek), cömertlik ile bütün nîmetleri Allah'tan bilip O'na bağlanmak, iyilik, hüsn-i zân (iyi zan, iyi düşünce), güzel ahlâk, iyi geçim, doğruluk ve ihlâs (her şeyi Allah rızâsı için yapmak) hâlleridir. (İmâm-ı Gazâlî)

 

2. Peygamber efendimizin güzel isimlerinden biri.

 

Ahmed, Muhammed, Mahmûd, hep över seni Allah Senin isminle biter lâ ilâhe illallah

 

Bundaki ince sırrı anlamaz, bilmez gümrâh,

 

Kendi adıyla yazmış senin adını Rahmân

 

(Hazret-i Muhammed'in Hayâtı)

 

3. Ebrehe'nin, Kâbe'yi yıkmak üzere ordusunda getirdiği filin adı.

 

Resûlullah efendimizin doğmasına iki ay kadar zaman kala, Fil vak'ası meydana geldi. Bir çok insanlar akın akın gelip, Kâbe'yi ziyâret ediyorlardı. Buna mâni (engel) olmak isteyen Yemen vâlisi Ebrehe, Kâbe'yi yıkmağa karar verdi. Bu maksadla büyük bir ordu hazırlayıp Kâbe'ye yürüdü. Ebrehe'nin ordusunda, "Mahmûd" denilen bir de fil vardı. Ebrehe, Kâbe'ye yönelince, bu fil yere çöküp yürümez oldu. Hâlbuki Yemen'e çevrilince koşarak gidiyordu. Allahü teâlâ, Ebrehe'nin ordusu üzerine Ebâbîl, yâni Dağ kırlangıcı denilen kuşlardan bir sürü gönderdi. Bu kuşların her biri, biri ağzında, ikisi de ayaklarında olmak üzere nohut veya mercimek büyüklüğünde üçer taş taşıyordu. Ebrehe'nin ordusu üzerine bırakılan bu taşlar, hepsini helâk etti. Bu vak'a, Kur'ân-ı kerîmin Fil sûresinde anlatılmaktadır. (İbn-i Esîr)

 

MAHREM:

 

1. Dînen evlenilmesi ebedî haram (yasak) olan, soy, süt veya evlenme sebebiyle nikâhı haram olan kimse.

 

Kadın, yanında bir mahremi olmadan hacca gidemez. (Hadîs-i şerîf-Künûz-üd-Dekâik)

 

Bir kadın veya erkeğe on sekiz kimse ebedî mahremdir. Ebedî mahrem olan kimseler ile evlenmek ebedî olarak haramdır. Bunların yedisi neseb (soy) ile olan akrabâlar, yedisi süt ile olan akrabâlar, dördü ise evlilik ile olan akrabâlardır. (Saîdüddîn Fergânî, Tâc-üş-Şerîa)

 

Hür kadının zevci (kocası) veya ebedî mahrem akrabâsından biri yanında bulunmadan, yalnız veya başka kadınlarla yâhut âkil, bâliğ (akıllı ve gusül, boy abdesti alacak yaşa gelmiş) ve sâlih olmayan mahremi ile üç günlük yola gitmesi (üç mezhebde de) haramdır. (Muhammed Hâdimî)

 

Ebedî mahrem olan, yâni nikah ile alması ebedî haram olan on sekiz kadından başka, müslüman olsun kâfir olsun, hiçbir kadının, hiçbir yerde ellerinden ve yüzlerinden başka yerlerine, şehvetsiz de bakmak haramdır. (Süleymân bin Cezâ)

2. Gizli, herkese söylenmeyen.

 

Mahrem olan şeylerinizi herkese söylemeyin. Sonunda pişman olur, âh edersiniz. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

 

MAHŞER:

 

Haşr olunacak, toplanılacak yer. Kıyâmet gününde bütün mahlûkâtın (bütün canlıların) yeniden dirildikten sonra hesap için toplanacakları yer. Arasat Meydanı, Mevkıf.

 

Allahü teâlâ Hacer-ül-esved-i kıyâmette mahşer meydânına getirecek, onun göreceği iki gözü konuşacağı bir dili olacak ve kendisine istilâm yapanlara (el sürüp, öpenlere) hakkıyla şâhitlik yapacaktır. (Hadîs-i şerîf-Feth-ül-Bârî)

 

Kıyâmet günü bütün canlılar mahşer yerinde toplanacak, her insanın amel defterleri uçarak sâhibine gelecektir. Bunları, yerleri, gökleri, zerreleri, yıldızları yaratan, sonsuz kudret sâhibi Allahü teâlâ yapacaktır. Bunların olacağını, Allahü teâlânın Resûlü sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem haber vermiştir. O'nun söyledikleri muhakkak doğrudur. Elbette hepsi olacaktır. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

 

Mahşer günü boynu bükük kalmamak istersen, cenâb-ı Hakka şükürden yüz çevirme. (Sâ'dî-i Şîrâzî)

 

Mahşerde îmânı olup, ameli ve ahlâkı güzel olanlara mükâfât ve ihsânlar olacaktır. Kötü huylu, bozuk amellilere ise, ağır cezâlar verilecektir. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

 

MAHYA:

 

Ramazan-ı şerîf ayında, geceleri çift minâre bulunan câmilerde iki minâre arasına gerilen ve halata (kalın ipe) asılarak kandillerle (lambalarla) yazılan yazı ve şekiller.

 

Çifte minâreli câmilere mahya konulması, sultan Üçüncü Ahmed Han devrinde on iki sene kadar sadrâzamlık yapmış olan Dâmâd İbrâhim Paşa'nın 1719 (H.1132) senesinde ortaya çıkardığı dînî bir husûsiyeti olmayan ışıklı bir yazı yazma usûlüdür. Mahyâ konulması bid'attir. (İbn-i Âbidîn)

 

MAHZÛRÂT:

 

Dinde yasak edilmiş şeyler, haramlar.

 

Zarûretler, mahzûrâtı mübâh kılar yâni yapılması men ve yasak edilmiş bâzı şeyler vardır ki, bunları yapmak, zarûret hâlinde mübâh hükmünde olur; bundan dolayı, yapan cezâlandırılmaz. Meselâ; açlıktan helâk olmak (ölmek) korkusundan dolayı, başkasının yiyeceğini rızâsı (izni) olmaksızın yemek böyledir. (Ali Haydar)

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak