12 Ekim 2024 Cumartesi

YUNANİSTAN'IN DİNİ

 



M.Ö. III. binyılla 1. binyıl arasında Girit'te, sonra da Peloponesos'ta görkemli uygarlıklar oluştu ki bunlara sırasıyla Ege, Minoe ve Myken uygarlıkları denir.

M.Ö. 3000 yılına doğru Egeliler Girit'te bir İmparatorluk kurmuşlardı ve sonradan bunun nüfuzu denizlerin uzak bölgelerine kadar yayıldı; bu bir deniz egemenliğiydi ve en büyük genişleme çağı için buna, dönemin en büyük hükümdarı, efsanevi Minos'un adına ilişkin olarak Minoe deniz egemenliği denir. Bu deniz egemenliği özellikle Peloponesos üzerinde derin bir etki yapmıştır; Mykenai'nin sarışın Akhaia'lıları kültürlerinin büyük bölümünü esmer Egelilerden aldılar: 1600'e doğru ilk bir Mykenai dönemi başladı. Asıl Girit'te ise Akhailılar 1400 yılına doğru üstünlüğü ele aldılar. Mykenai kralı Agamemnon'un yönetimi altında birleşen Akhaialılar, uzun bir kuşatmadan sonra Troya'yı zaptederek Hitit İmparatorluğunu yokettiler. Fakat sonradan onlar da kuşatmaya uğradılar. 110 yılına doğru kuzeyden gelen ve en zorluları Dorlular olan başka Hint-Avrupalılar Akhaialıları Attika'ya ve adalara sürdüler. Bununla birlikte kuşatmacılar, temsilcilerini kovdukları ya da yokettikleri bu uygarlığın üstünlüğünü anlayacak kadar zeki idiler, nitekim bu uygarlığın inançlarıyla adetlerini benimseyiverdiler.

Yunanistan'ın dinini incelemek için kutsal bir kitap kullanmaya olanak yoktur: Çünkü böyle bir kitap yoktu ve zorla kabul ettirilen bir dogma da hiçbir zaman varolmayacaktı.

Başlıca kaynaklar, Yunan edebiyatının yapıtlarıdır; bunların başında Homeros'un, ya da bu adla gösterilen yazar veya yazarların İliada ve Odysseia adlı yapıtlarıyla (M.Ö: IX. ya da VIII. yüzyıldaki) Hesiodos'un şiirleri vardır. Alman Schliemann (1822-1829) tarafından Trova, Mikene ve Tiryinthia'da; İngiliz Evans tarafından Girit' teki Knossos'ta; Atina Fransız Okulu ve başka ulusların bilginleri tarafından Girit'le Yunanistan'ın çeşitli noktalarında yapılan çok verimli kazılarda bulunan maddi ve psikolojik belgeler de yine bu kaynaklar arasındadır.

Bu buluntular Yunanistan'ın dini ile ilgili iki büyük yanlışı düzeltme olanağını vermiştir. Klasik çağ Yunanlıları ilk çağlarda Hint-Avrupa kuşatmacılarının yarı-yabanıl kavimlere uygarlık getirdiklerini kabul etmiş ve bunun böyle olduğuna tarihçileri de inandırmışlardı. Bugün ise kuşatmaya uğrayan bu kavimlerin kuşatmacılara ne denli üstün olduklarını öğrenmiş bulunuyoruz.

Öte yandan Homeros'la Yunan yazarlarının insanlaştırdıkları tanrıların, Yunan dinsel yaşamının merkezini oluşturduklarına uzun zaman inanılmıştır. Fakat bugün, oluşturdukları bu resmi dinin yanısıra halkın benimsediği çok daha canlı bir dinin ve ayrıca, çok daha derin bir gizemci akımın varolmuş bulunduğu bilinmektedir.

Yunan halk dini ilkel bir Totemizm'in çok derin izlerini taşımışa benzemektedir. Kutsal bitkiler ve örneğin Dodona'daki meşe ağacı vardı ki bunun hışırtılarına bakan kahinler, gaipten haber verirlerdi; sonra kutsal hayvanlar ve örneğin, Girit'teki Minos boğası, yani Minotauros vardı. Çoğu zaman, daha sonraki efsaneler bu kutsal hayvanları -Apollon'un kurbanı olan kertenkele gibi- ya da bir tanrının kurbanı ya da -Zeus'un kartalı, Athena'nın baykuşu gibi- bir tanrının her zamanki arkadaşı haline sokmaktadırlar.

Salamon Reinach'a göre tanrıların hayvan kılığına girerek biçim değiştirmeleri, "din tarihinin tersine anlatılması demektir. Zeus kuğu kuşu kılığına girerek Leda'yı baştan çıkarır, o da dünyaya yumurtalar getirir:

Leda herhalde sonradan tanrılaştırılan ve çocukların babası sayılan Totemik bir kuğu olsa gerektir.

Sonradan kavim haline gelen birçok Yunan klanları, hayvan adları taşımaktaydılar: Myrmidon (karınca) lar Arkadialı (ayı) lar gibi.

Kimi tapınma yöntemlerinin köklerinde kutsal bir hayvanın kurban edilmesi ve etinin bir çeşit şölende hep birlikte yenilmesi de vardır: örneğin Atina'da her yıl tanrısal bir boğa, boulıonia adı verilen bir törende kurban edilirdi. Kimi maskeli danslar da aynı kökten gelmeydi: Atina'da dişi ayı kılığına giren genç kızlar dansederler ve ayı adını alırlardı.

Başlangıçta Egelilerle Akhaialılar, ilkel insanların mana'sına benzetilebilecek olan, kişilikdışı tanrısal bir güce inandılar. Bu güç, gökten düştükleri sanılan birtakım kutsal taşlarda da özellikle bulunurdu ki dünyanın göbeği olan Delphoi'de omphalos da bunlardan biriydi; ayrıca Knossos'ta bulunan, yontulduktan sonra dikilmiş kimi taşlar da böyleydi: Bunlar sonradan bir insan kafası ve bir phallus'la (erkeklik organı) süslü Hermes simgeleri haline gelmişlerdi; iki ağızlı balta gibi kimi eşya da böyleydi: Bu iki ağızlı balta Giritlilerin kurban kesmek için kullandıkları silahtı. Eleusis'te rahibe, dine kabul edilecek kişiyi yelpazeler, böylece onu günahlarından kurtarıp manayı kabule hazır hale getirirdi.

Bütün doğa, ruhlarla doluydu. Bunlar hayvan ya da insan biçiminde düşünülürdü; örneğin bir pınar, bir at olurdu.

Ölülerin ruhları yılan, kuş ve özellikle kelebek biçimlerinde betimlenirdi. (Nitekim Yunancadaki psykhe sözcüğü hem kelebek, hem ruh anlamınadır). Yunanlılar ölümden sonraki yaşam hakkında birbirine karşıt düşüncelere sahip olmuşa ve bunları bağdaştırmak için hiç uğraşmamışa benzemektedirler. Bazen ölüler yerin altında yaşamayı sürdürürler, onların torunları ve çocukları da kutsal armağanlar sunarak bu yaşamı hoş bir hale getirmeye çalışırlar. Bazen de bedenden ayrılan ruh, yeraltı ırmağı Styks'ü aşarak cehenneme gider, orada Minos, Aiakhos ve Rhadamanthys tarafından yargılanır: Cezayı hakkederse Elysion'da mutluluğa kavuşur.

Ölümden sonraki yaşamın varlığı ve niteliği üzerinde uzun bir geçmişten beri kuşkular açıklanagelmiştir. Söderblom'un dediği gibi "akılcılık, hayaletlerin varlığı düşüncesini gözden düşürmektedir." Homeros'un dini bu noktada halk geleneklerinden çok ayrılmaktadır: Homeros'un Akhilleus'u "yeraltının bütün hayaletleri üzerinde hüküm sürmektense yeryüzünde gündelikçilik etmenin daha iyi olduğu" düşüncesindedir.

Animizmin doğal sonucu, büyücülüktür; nitekim Yunanistan' da da hal aynı oldu. Bu ülkede Animist büyücülüğün bütün belirli niteliklerine rastlanmaktadır. Tasvirle gerçek tıpkıdır: Bir tanrının tasviri de onun gücüne sahiptir; Ispartalılar Lokroi'lilere yardım olsun diye, onlara Dioskur'ların heykellerini göndermişlerdi. Tanagralı sanatçılar, yaptıkları küçük heykelciklerle ölülere esaslı sevinçler sağlamaktaydılar. - Rüya, değerli bir şeydi: insan düşte gerçek olaylar görürdü çünkü; Epidauros'ta insan, düşünde hastalığının geçtiğini gördü mü iyileşirdi. - Büyücülük ve sihirbazlık yapılmaktaydı: Teokrites Eidullion adlı yapıtının ünlü bir parçasında, bir okuyucu kadının nasıl çalıştığını anlatır. Atina'daki mezarlarda, yüreklerine çivi saplı tahta heykelcikler bulunmuştur. - Sözcüklerin de gücü vardır: Homeros'un İliada'da belirttiği gibi "Zeus verdiği kararı yerine getirmek için konuşur ve sırf bu yüzden, her şey olur."

Lanet ve bela okumanın gücü: Argos halkı, kardeşinin çocuklarını öldüren Atreus'u lanetledi, bu yüzden de oğlu Agamemnon öldü ve Atreus'un soyundan olanların başlarına türlü felaketler geldi. - Ant ve yeminin gücü: Homeros'un İliada'da dediği gibi "her kim andından dönerse, beyni su haline gelip yerlere dökülsün!"·

Tapınışın önemli bir parçasını da öykünmeli, yani "taklidi" tapınma yöntemleri oluşturmaktadır. Girit'te Kureta'lar gökgürültüsünü öykünüp yağmur yağdırmak için kalkanlarını birbirine çarparlardı. Girit'le Delos'ta sarışın Ariadne, Labyrinthos adlı sarayın dehlizlerinde, güneşin yıldızlar filemi içindeki ilerleyişini öykünen çapraşık bir takım dansları yönetir, böylece de güneşin yürüyüşüne yardım etmiş olurdu.

Yunanistan'da heykelcilik, raks, şiir, tiyatro gibi, güzel sanatlar biçimlerini, köklerini büyücülükten, sihirbazlıktan almışlardır: Bu da onların telkin gücünü açıklamaya yardım etmektedir. Kreglinger'in dediği gibi "Yunanlılar sonunda ne denli aydın kişiler haline gelmiş olurlarsa olsunlar, güzel sanatlarıyla edebiyatları hep sihirbazlık zihniyetinin göstergeleri olagelmiştir.

Girit'te, Yunanistan'da tanrılardan önce tanrıçalar vardı. Tanrıçaların en eskisi, Toprak-Ana olan Gaia olsa gerekti; aynı zamanda bereket tanrıçası da olduğundan bitkilerin, hayvanların, insanların doğmalarına o yol açar, sonra da onları kendi içine alır, yutardı.

Bütün öteki tanrıçalarda da çeşitli biçimler altında Toprak Ana'ya rastlanmaktadır: Gaia, Olympos tanrılarının anasıdır; - Episos'taki ünlü tapınağında dikili çok memeli tasvirine tapınılan Artemis, yabani hayvanların arkadaşı, yavrularının koruyucusudur ama sonradan onları avlamaya başlar; - Artemis'ten daha şehvetli, daha tatlı olan Aphrodite aşkın, güzelliğin, çiçeklerin tanrıçasıdır; Ona tapınma adeti Kıbrıs adasından gelip tüm Yunanistan'a yayıldı. Knossos'ta, Girit'te Antheia (yani Çiçekli Aphrodite) ye tapınılmaktaydı ve nar, gül, mersin ona adanmıştı. Koryntos'ta kutsal hişeler olan hetaireia'lar ona yapılan tapınışa katılıyorlardı. Eros da bununla birlikte anılıyordu, çoğu zaman onun oğlu sayılıyordu ama bazen Eros'un Aphrodite'den önce varolduğuna, Aphrodite'in Okeanos'un köpüklerinden doğduğuna, Aphrodite Okeanos'un köpüklerinden doğduğu sırada onun dalgalardan çıkışına yardım ettiğine inanılıyordu.

Kişiliklerinde Toprak-Ana'nın rastlandığı öteki tanrıçalar da şunlardır: Hera, Zeus'un karısı olmadan önce bitkiler tanrıçasıydı ve evlenme yasalarını kıskanç bir biçimde korumaktaydı: - Başka bir bitkiler tanrıçası olan Demneter, buğdayın anasıydı ve kendisine özellikle Eleusis'te tapınılırdı; Atina kentinin koruyucusu olmazdan önce zeytinağacı tanrıçası olan Athena onuruna Atina'da kır şenlikleri yapılmaya devam edildi.

Tanrılar ise tanrıçalardan sonra meydana çıkmışlardır. Tanrıları meydana çıkaranlar, Hint-Avrupalı kuşatmacılar olsa gerektir: Bunlar göçebe savaşçılardı, önderlerine tanrısal bir varlık gibi saygı gösterilmesi gerekliydi, sonunda da bunlar bir tanrının soyundan gelmiş sayılırdı. Herhalde her kabilenin kendisini zafere ulaştıran bir tanrıya sahip olduğu kesindir. Fatihlerin zafer elde etmeleri, Toprak-Ana'ya tapınan prehellenik grupların anaerkil toplumunun yerine, bütün haklara babanın sahip olduğu babaerkil bir toplumu geçirmeleri olanağını kendilerine verdi.

Hatta savaşçı egemenlik döneminden önceye bir "din ve büyücülük dönemi" sokmak belki daha doğru olur: Bu sonuncu dönemde büyük tanrının, Uranos (Gök) ..."gözünden:. hiçbir şeyin kaçmadığı Gök" - alınası olasıdır: O Uranos ki, hasımları kyklopları birtakım büyücülük yöntemleriyle "bağlayıp" hareketsizleştirmektedir; Ayrıca Uranos'la Hinduların Varuna'sı arasında eşlik görenler de vardır.

Savaşçı egemenlik döneminde büyük tanrı ilkin Kronos (Zaman) tur. Uranos'u tahtından indirir; fakat Olympos'luların Titan' lara galip geldikleri bir devler savaşından sonra, o da kendi oğlu Zeus tarafından tahtından indirilir. Ondan sonra da Kronos ancak kölelerin, yani yenilmiş ulusların düzenledikleri şenliklerde anılır.


Olympos'un yakınına yerleşmiş Akhaia kavimlerinin tanrısı olan Thessalia'lı büyük tanrı Zeus, yüce tanrı olur. Olympos'un dışında oturacağı yerler olarak kendisine başka dağları, Girit'teki İda dağı ile Bithynia'daki İda dağını seçer. Bununla birlikte Zeus'un kendisinin üzerinde bir Kudret daha vardır ki, ona karşı elinden hiçbir şey gelmez. Bu da Kader tanrısı olan Moira'dır.

Zeus'un çevresinde, başlangıçta yerli olan birtakım tanrılar bulunur. Bu tanrıların her biri kabilesi ya da kavmi tarafından gök, yıldızlar, deniz, kara ve insanlar üzerinde büyük güce sahip sayılır. Sonradan bu yerli tanrılar kendi ilk bölgelerinin sınırlarını aşmışlar, aynı zamanda da "uzmanlık sahibi" olmuşlar, başlıca tanrısal etkinlikleri kendi aralarında bölüşmüşlerdir. Bunlar, Homeros'un bize tümüyle insan biçiminde olarak tanıttığı: deniz tanrısı Poseidon; Işık tanrısı Apollon; şarap tanrısı Dionysos; ticaret ve güzel konuşma tanrısı Hermes v.d.dir.

Homeros döneminden başlayarak tapınaklara bağlı rahipler vardı: Bunlar hizmet ettikleri tanrının emrindeydiler, o tanrı tarafından korunurlardı. Özel bir öğrenim görmezler, tapınışın yol ve yöntemini zamanla, deneyimle öğrenirlerdi. Toplum halinde gruplanmış değillerdi ve bir rahipler sınıfı oluşturmuyorlardı. Görevlerini bazen (örneğin Eleusis'te kalıtım yoluyla aktarırlar, bazen de seçim ya da ad çekme yoluyla bu görevlere getirilirlerdi.

Rahipler, tanrıları yumuşatacak olan kurbanların kesiliş törenlerine başkanlık ederlerdi: Kutsanmış bir hayvanı keserler, ya da olduğu gibi yakarlardı (ki buna Yunancada Holokaustos denir). İnanların üzerlerine tuzlu su, deniz suyu serperek ve özellikle odları tütsüleyerek, kötü ruhları kovan tunç parçalarını çan gibi çalarak bunları temizlerler, arıtırlardı. Bazen -örneğin Epidauros'ta- özellikle telkin kullanarak, hastaları iyileştirirlerdi: Salomon Reinach'a göre Hippokrates "antik çağın sonuna dek bazı kimseleri aldatmış olan" bu "ruhani hekimliği" laikleştirmişti.

Rahipler falcılık da yaparlardı. Kahinlik tapınaklarının en ünlüsü Delphoi'deydi ve Pythia adlı kız fala bakıp gaipten haber verirdi. Kutsal su ile temizlenmiş olan bu genç kız defne yaprakları çiğner, bu çeşit yaprakların dumanını içine çeker, sonra kendinden geçerek birtakım sözler söylerdi ve bunlar, rahiplerce yorumlanırdı.

Tanrılar onuruna büyük bayramlar, şenlikler yapılırdı. Bunlar ya, -örneğin Atina'da tanrıça Athena onuruna yapılan ve Panathenai diye adlandırılanlar gibi- yerel olur; ya da Olympia oyunları gibi panhellenik olurlardı.

Olympia'nın sevimli dekoru içinde Zeus ya kendi tapınağında, ya da tapınağının yakınında yüceltilirdi. En güçlüleri ya da en beceriklileri meydana çıkarmak için oyunlar düzenlenirdi: Bunlar koşu, güreş, güreşle yumruklaşmayı biraraya getiren "pankratos", disk ve cirit atma, at yarışları gibi şeylerdi. Aynı zamanda artistik ve müziksel gösteriler, felsefe konferansları, sanat yapıtları sergileri de düzenlenirdi. Halk başarılı atleti ve tanrısal filozof, Eflatun'u alkışlardı.

Bütün Yunanistan bu görkemli kas ve düşünce şenliklerine davet edilirdi. Bütün sitelerin vatandaşları bu yarışmalara kabul edilirlerdi. Delegasyonlarla yarışmacıların Olympia'ya gidebilmeleri için kutsal bir mütareke ilan edilir ve bu, oyunlar boyunca sürerdi: Bu süre içinde herhangi bir askeri harekat yapmak yasaktı ... Olympia oyunlarına egemen olan sporcu, aydın ve barışçı zihniyeti, Hellen uygarlığının en uyumlu ürünlerinden biri diye selamlamak yerinde olur.

Dinsel yaşamın büyük merkezleri aynı zamanda ahlak düşüncelerinin de yuvalarıydı. Olympia'da yüceltilen tanrı, tüm Yunanistan'a egemendi: Bu, Zeus Hellenios'tu ki aynı zamanda tüm evrene de egemendi: Demek ki daha o zamandan, tektanrıcılığa doğru bir yöneliş vardı. Epidauros tapınağının kapısına rahipler şunları yazmışlardı: "Buhurlarla kokulanmış bu tapınağa giren kimse arı, duru olmalı, yani erdemli düşünceler beslemelidir." Delphoi tapınağının üzerine de şu bilgece sözler nakşedilmişti: "Kendi kendini tanı" ve "Aşırılıktan sakın". En büyük günah, haddini bilmezlik (hybris) tir ve göksel güçlerin kıskançlığını harekete getirir. En yüce erdem ise ölçülü olmaktır.

Bununla birlikte, başka bakımlardan, din ahlakla ilgili her şeye karşı kayıtsız gibi görünmektedir. Nitekim filozof Ksenophon da M.O. VI. yüzyılda oldukça sert bir biçimde buna işaret etmektedir: "Homeros ile Hesaidos tanrılara her türlü suçu yormaktadırlar: Ölümlüler arasında hoş görülmeyecek, ayıplanacak olan hırsızlık, zina, karşılıklı aldatmaca gibi ne kadar utandırıcı eylem varsa, bu ozanların türküleri de bunlarla doludur." Bu olay da şöyle açıklanabilir: Çünkü insanlar tanrıları, kendilerini örnek tutarak tasarımlamışlardır. Nitekim: "öküzlerle aslanların da elleri olup insanlar gibi resim yapmasını bilselerdi, tıpkı kendilerine benzeyen tanrılar yapacaklardı." Ksenophon'un ileri sürdüğüne göre "insanlara ne bedence, ne de düşünce bakımından benzemeyen, yalnız bir tek tanrı vardır."

Ondan sonra da Sokrates, Eflatun, Aristo, Epikuros gibi filozoflar dinsel inançları serbestçe eleştirmeye, kimi ahlaksal düşünceleri kabul ederken kimi görüşleri de reddetmeye başladılar.

Onların etkisi altında, ya da yalnızca özgür düşünceye, akılcı bir uyuma, huzur dolu bir güzelliğe büyük önem veren Grek düşüncesinin sahip olduğu elverişli eğilimler yüzünden özgür sitelerde özgür olarak yaşayan Hellenler de din konusunda her istediklerini serbestçe düşündüler. Ne kutsal kitap, ne zorla kabul ettirilen dogmalar, ne rahiplerin otoritesi, ne de hoşgörüsüz biçimde kaba güce başvurma vardı. Alfred Croiset'nin dediği gibi "kişiler, akılları tümüyle serbest olarak hükümlerini veriyorlardı." Burada bir noktayı belirtmek ve Atina'da birçok filozofun baskı görmüş olduğunu anımsatmak yerinde olur. Fakat buna da bu gibi olayların dinin kendisiyle olmaktan ziyade, politika ile ilgili oldukları yolunda bir yanıt verilmiştir.

Bununla birlikte, böyle anlaşılan bir din, bazı kimselere çok kuru görünmekteydi: Onlar da gizemciliğe yöneldiler.

Antik Yunanistan'ın dinsel yaşamının en derin bölümünü, mysteria'lar, yani gizli yapılan din törenleri, ayinleri oluşturdu. Kreglinger'in dediği gibi "söz konusu olan şey, insanı tanrısal yetkinliğe olabildiğince yaklaştırmaktır; ta ki o, tanrıların yapılmış oldukları insanüstü cevheri kendine sindirebilsin, ya da tanrısal sonsuzlukta kaynaşıp bunun içinde yokolabilsin. Bu sonuncu eğilimin tam adı gizemciliktir: Yani ruhun insanlık mertebesini aşıp tam anlamıyla tanrısal bir yaşam sürmeye çabalamasıdır."

Böyle anlaşılan gizemcilik, dinsel görüşlerin en eskisini, mana düşüncesini diriltmektedir ki, bunun Yunanistan'da da bulunduğunu daha önce görmüştük.


Mysteira'ların en önemlileri Dionysos ve Demeter'le ilgilidir. Trakyalı tanrı Dionysos (ya da Bakkhos, ya da Iakkhos), Zeus' la bir ölümlü olan ve kıskanç tanrıça Hera'nın yıldırımla çarptığı Semele (Toprak) nin oğludur. Zeus oğlunu kurtarmak için onu baldırında saklar, sonra bir mağaraya yollar. Dionysos bu mağarada şarabı yaratır. Bu öyküde, güneşin ateşi altında üzümü üreten toprak simgeleştirilmektedir; ezilen üzümler şarap olarak yeniden dirilirler, şarap da neşe verir.

Dionysos, Giritli asıldan tanrı Zagreus'la eş tutulmaktadır ki bu sonuncu tanrının yazgısı, Oziris'inkini anımsatmaktadır. Zeus'la Persephone'nin oğlu olan Zagreus, kurtulmak için boğa biçimine girer. Titanlar da onu öldürüp yerler; fakat Zagreus'un yüreği her nasılsa kurtulur, bu da onun öldükten sonra dirilmesini sağlar. Ölen tanrı Dionysos-Zagreus bir boğa, ya da kafatasında boynuzlar bulunan bir insan biçiminde yeniden dirilir.

Tapınış tanrısal bir boğanın kurban edilmesinden ibaretti. İnananlar boğanın insana iyi gelen gücünü edinmek için onun etini geceleyin meşalelerin ışığında, coşkulu ve karmaşık birtakım ayinler arasında yiyorlardı. Euripides "Bakkha'lar' adlı güzel tragedyasında bu dağınık saçlı, başlarına sarmaşıktan ya da meşe yaprağından taçlar, sırtlarına ceylan postları giyen, kucaklarında yılanlar ya da memelerini emen küçük oğlaklar taşıyan bu kadınların coşkunluğıınu, azgınlığını anlatır: Bakklıa'lar, sarmaşıklara sarılı bir çeşit sopalar olan "thyrsos"larını havaya kaldırarak dansederler; hayvanların üzerine atılıp bunları parçalarlardı. Kral Pentheus Bakkha'ların bu azgınlıklarına karşı gelmek istediği için onlar tarafından öldürüldü.

Başka bölgelerde ve örneğin Atina'da tapınış daha az haşin, daha çok artistik biçimler alırdı. Bakkha korosu, şarap tanrısını öven dinsel şarkılar (dithyrambos) okur, dansların yanı-sıra diyaloglar söylenir, sahne oyunları oynanırdı. Tragedya ilk komedyanın kökü buradan gelmedir. Atina'daki büyük Dionysos şenlikleri onuruna Aiskhylos'un, Sophokles'in, Euripides'in yazmış oldukları oyunlar oynanırdı. .

Dionysos'a tapınış biçimi Orpheus tarafından arıtıldı: söylentiye göre de Bakkh'lar, gelenek halindeki azgınlıklarına karşı durduğu için Orpheus'u parça parça ettiler. Orpheus tatlı bir ozandı, evrensel yaşamla eş tutulan ve eros adıyla simgeleştirilen kişilikdışı bir tanrıya inanıyorlardı. Dünyanın birliğini, tüm varlıkların dayanışmasını, kendisini hayvanlarla ve tüm doğayla birleştiren yakınlığı derinden duyuyordu. Ona göre, bedende hapsolan ruh (soma) birkaç yaşam geçirdikten sonra bundan kurtulmalıdır: Ruh, ileride süreceği göksel yaşama daha şimdiden hazırlanmalı; bunun için tinselliği içine sindirmelidir.

Mysteria'lar erginleşen kimseyi (initie) ahretteki yaşama hazırlardı. Mystes Unutma pınarından kaçınmalı, Anma pınarından içmelidir: Çünkü Orpheus'un yarattığı iyicil büyü formüllerini burada bulacaktır.

Görünüşe göre Orphizm yani Orpheus dini Yunan felsefesine Pythagores tarafından sokulmuştur. Platon da onun etkisi altında kalmıştır. Söderblom'un dediği gibi, "Platon'un aracılığı ile Batı, mysteria'lardaki sofuluk ve Dionysos ayinlerindeki sarhoşluk gibi bir mirasa konmuştur."

Burada insanın, Orpheus'la Pythagores'in Hindistan'ın etkisi altında kalıp kalmadıklarını sorası geliyor: Çünkü Pythagores zamanında Küçükasya'daki Yunan kentlerinin temsilcileriyle Hindistan'ın Batı illerinin temsilcileri, ortak efendileri olan Pers kralının sarayında buluşmaktaydılar.

Demeter'le ilgili başka birtakım mysteria'lar da vardır. Demeter'in kızı Persephone, cehennem tanrısı Hades tarafından kaçırılır. Acı içinde kıvranan Demeter yollara düşerek dünyayı dolaşır, ıstırabını haykırır. Toprak kurur, kısırlaşır. Mutsuz tanrıça Eleusis kralı tarafından konuk edilir. Kral de Zeus'un Perscphone' yi anasına geri vermesini sağlar: Bitkiler hemen yine dirilir. Fakat cehennemde genç tanrıça nar yemiştir. Ölümlü yazgısından büsbütün kurtulma olanağını bulamaz. Zamanının yarısını yerüstünde, öbür yarısını da yeraltında, cehennemde geçirir ve buranın Kraliçesi olur. Kızına kavuştuğu için minnetle dolu olan Demeter, Elcusis kralına buğday ekmesini öğretir.

Bu efsane bitkilerin kaybolup yeniden ortaya çıkışlarının açıklamasını antik toprak tanrıçasına tapınışı ve belki de buğday toteminin anısını bir araya getirmektedir. Daha sonraları bitkilerin dirilişi düşüncesine, ölümden sonra yaşayan ruhun kurtuluşu düşüncesi de katılmış olsa gerektir.


İşte Eleusis'teki mysteria'larda bu iki tema yüceltilmekteydi. Ayinin başlıca icracısı ilkin bir kadın rahip, daha sonra da bir rahip Qierophante) olmuştur. Ayinler kadınlara, fahişelere, kölelere açıktı; fakat Hellenistik çağa değin, Barbarlara açık olmamışlardı. Kutsal bir mütareke sayesinde Atinalı elçiler mystcria'lara öteki Yunanlıları da çağırıyorlardı.

Atina'da başlayan şenlikler, Eleusis'te sürüyordu. Ayin gereğince oynanan tragedyalar, Demeter'in başından geçenleri anımsatıyordu. Birtakım sınavlar, insanları mezarötesi yaşama hazırlıyorlardı. Kimi yorumculara göre en heyecan verici an, yeni hasat edilmiş bir buğday başağının büyük bir sessizlik içinde ortaya çıkarılışıydı: Bu başak, ölümle yeniden dirilişi simgeleştirmekteydi.

Eleusis'te buğdaydan yapılmış bir çörek yenerek bir çeşit şaraplı ekmek yeme ayini (komünyon) düzenleniyordu.

Orfik ayinlerin Eleusis usulü ekmekle Komünyon, Dionysos usulü şarapla Komünyon ile birleştirip böylelikle Hristiyan Komünyonunu hazırlamış olmaları olasıdır.

Yabancılar kadar kadınların ve kölelerin de katılabildikleri Doğu tapınışları Yunanistan'a erkenden girdiler. Özellikle İskender'in Asya'yı fethinden sonra da orada geliştiler. Bununla birlikte Yunan dini bunların etkisine Roma dininden biraz daha iyi dayanabildi.

Elinde güç bulunan Hristiyan Kilisesi, daha korkunç bir düşmandı. Tapınakların yıkılmasını, ya da biçimlerinin değiştirilmesini emretti. Serbest Hellen felsefesinin son sığınağı olan Atina Okulunu 529'ta kapattırdı.

Fakat Yunan dini dünyada silinmez izler bıraktı. Bu dinin verdiği esinle mimari, heykelcilik, edebiyat alanlarında yaratılan sanat yapıtlarının yüce güzelliği insan düşüncesiyle Hellenizm öncesi ilkel büyücülük arasında çok doğal olan Toprak-Ana'ya tapınış arasında, Orfik gizemciliğin soylu telkinleri arasında sürekli bir temas sağladı.


Dinsel konularda olduğu kadar tüm öteki konularda da gerçeği özgürce araştıran filozofların görkemli çabaları insanlığa, hiçbir zaman unutulamayacak olan bir örnek verdi.

Ernest Renan'ın "Akropolis Üzerinde Dua"sında "Grek Mucizesi" diye adlandırabildiği şeyin iki ana öğesi vardır: Güzellik ve Gerçek. 




Felicien Challaye dinler tarihi


Çeviren: Samih Tiryakioğlu


11 Ekim 2024 Cuma

İLMİHAL-20 / ORUÇ-1

 İLKELER ve AMAÇLAR


Allah'ın buyrukları ve yasakları elbetteki kulların iyiliği içindir. İslâm bilginleri bütün hükümlerin insanların yararlarını gerçekleştirme amacına yönelik olduğu konusunda görüş birliği etmişlerdir. Bu bakımdan, Allah'ın yapılmasını istediği şeylerde kullar için çok büyük faydalar, yasakladığı şeylerde ise büyük zararlar bulunduğu kesindir. Kur'ân-ı Kerîm'de akla aykırı hiçbir emir ve yasak bulunmamakla birlikte, bütün emir ve yasakların yarar ve hikmetlerini bilmek de mümkün değildir. Kaldı ki, ibadetler dinin bir yönüyle akıl üstü ve bir yönüyle sembolik törenleri kapsamında değerlendirildiği vakit, o dinin mensupları, benimsemiş oldukları dinin bu gereklerini bir hikmet, bir yarar arama telâşına düşmeden yerine getirmek durumundadırlar. Bununla birlikte öteden beri İslâm bilginleri çeşitli ibadetlerin yarar ve hikmetleri konusunda kafa yormuş, bunların kişisel pratik yararlarından çok, insan nefsinin arındırılması ve yükseltilmesi yolunda fonksiyonel hale getirmeye çalışmışlardır. İbadetleri, bir hedefe erişmenin yolu olarak görebilenler için bu kulluk görevleri, artık sırtta taşınan ve bir an önce indirilmeye çalışılan bir yük olmaktan çıkar ve âdeta üzerinde yükseklere ulaşılan bir araç haline gelir. İbadet esasen Hakk'ın emrine riayet olduğu gibi, sonuç itibariyle, halkın hakkına riayeti de içerir. Bu sebeple de ibadette Hakk'ın ve halkın hukukuna riayet birlikte gerçekleşir.

İslâm dini ferdin toplum içinde uyumlu, güvenilir ve hoşgörülü olmasını sağlamaya yönelik düzenlemeler getirdiği gibi onun yaratıcı ile olan bağlantısını daha derinden hissetmesine, devam ettirmesine ve geliştirmesine hizmet edecek düzenlemeler de getirmiştir. Hukuka riayet bakımından halkı ve Hakk'ı birbirinden ayırmak isabetli olmadığı gibi, halk ile ilişkilerin Hakk'ı ilgilendirdiğini göz ardı etmek de mümkün değildir. Peygamberimiz'in "İnsanlara teşekkür etmeyen Allah'a şükretmez" (Ebû Dâvûd, "Edeb", 11), "Merhamet etmeyene merhamet olunmaz" (Buhârî, "Edeb", 18; Müslim, "Fezâil", 65) ve "Hakkında üç komşusunun olumlu tanıklıkta bulunduğu kişiyi Allah affetmiştir" (Tirmizî, "Cenâiz", 63) gibi ifadeleri bu bağlantıyı işaretlemektedir. Yûnus da her halde "Yaratılanı sevdik yaratandan ötürü" derken vurguyu aynı noktaya yapıyordu. Bu itibarla İslâm, kişinin yaratanı ile gönül bağına, kendisiyle barışık olmasına önem verdiği gibi insanlarla "iyi geçim"ine de aynı önemi vermiştir.

Gazzâlî orucun üç derecesinden bahsederken, bedende iştah ve şehvetin tatmin yeri ve aracı olan iki âzayı yani mide ve cinsel organı, iştah ve şehvet duyduğu şeylerden mahrum etmekten ibaret olan orucu, "sıradan insanların orucu" (avam orucu) olarak; buna ilâveten gözü, kulağı ve diğer âzaları günahtan korumayı "özel kişilerin orucu" (havas orucu) olarak ve tüm bunlara riayet ettikten başka, kalbini düşük emellerden, dünya düşüncelerinden kısaca, mâsivâdan arıtarak bütün varlığıyla Allah'a bağlanmayı ise "daha özel kişilerin orucu" (ehassü'l-havâs orucu) diye tanımlar. Orucun hangi derecesi alınırsa alınsın, ibadetin toplumsal ilişkilere, toplumsal hayata, kısaca "iyi geçim"e yönelik olumlu sonuçları açıkça görülecektir.

İnsanların arasındaki çekişmenin, kavganın temel sebeplerinden biri insanların, iştah ve şehvetlerini ölçüsüzce tatmin etmeye çalışması ve belki bu amacı gerçekleştirmek üzere mal ihtiraslarıdır. Birinci kademedeki oruç bile bu ihtirası dizginlemenin, iştah ve şehveti kontrol altına almanın bizzat gerçekleştirilen ve tecrübe edilen bir yolu olmaktadır. İştah ve şehveti alabildiğine ve ölçüsüzce tatmin peşinde koşmak şeytanî bir tutum olup oruç tutmak bu yönüyle şeytanı zincire vurmak anlamına gelir.

Peygamberimiz'in, orucun ikinci yönünü vurgulayan "Oruç bir kalkandır; sakın, oruçluyken, cahillik edip de kem söz söylemeyin. Birisi size sataşacak veya dalaşacak olursa, 'ben oruçluyum, ben oruçluyum' deyin" sözü (Buhârî, "Savm", 9; Müslim, "Sıyâm", 30), izaha gerek bırakmayacak şekilde, "iyi geçim"i vurguluyor. Oruç, sadece iştah ve şehveti dizginlemek değildir, ayrıca ağzını ve dilini kötü ve çirkin söz söylemekten korumaktır.

İbadetlerin sırlarını, gerçek mâna ve önemini kavrayan kimi âlimler namaz kıldığı, oruç tuttuğu halde, hâlâ çirkin işler yapan ve fenalıktan sakınmayan kimseyi, abdest alırken yüzünü, eline su almadan üç kere yıkayan kimseye benzetmişlerdir: Uzaktan bakan onun abdest aldığını zannetse de o gerçekte abdest almamaktadır. Peygamberimiz "Oruç tutan öyle insanlar vardır ki, kârları sadece açlık ve susuzluk çekmektir" (İbn Mace, "Sıyâm", 21) derken bu durumu kastetmiş olmalıdır.




Diyanet Vakfı Yayınlarının İlmihal Kitabından alıntılanmıştır.

9 Ekim 2024 Çarşamba

DÎNİ SÖZLÜK “M”

 

MAHBÛB:

 

Muhabbet edilen. Sevilen, sevgili.

 

Muhammed Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem mahbûb-i Rabbülâlemîndir. Allahü teâlânın sevgilisidir. (İmâm-ı Kastalânî)

 

Sevgiliden gelen her şey mahbûbdur. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Mahbûb-i Hudâ:

 

Allahü teâlânın habîbi, sevgilisi Muhammed aleyhisselâm.

 

Muhammed Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, Mahbûb-i Hüdâ'dır. Gelmiş ve gelecek bütün varlıkların her bakımdan en üstünüdür. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbûb-ı Hüdâdır bu, Nazargâh-ı ilâhîdir makâm-ı Mustafâ'dır bu.

 

(Yûsuf Nâbi)

 

MAHBÛBİYYET:

 

Sevgili olmak.

 

Peygamber efendimize tâbi olmanın en yüksek derecesi mahbûbiyyet ve ma'şûkiyyet (çok sevilen olmak) kemâlâtına (üstünlüklerine) sâhib olmaktır ki, bu, Allahü teâlânın çok sevdiklerine mahsûstur. Bunun ele geçmesi için muhabbet, sevmek lâzımdır. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Âhirette azâblardan kurtulmak ve sonsuz seâdete kavuşmak, ancak geçmiş ve gelecek bütün varlıkların en üstününe (hazret-i Muhammed aleyhisselâma) uymakla olur. O'na uymakla mahbûbiyyet makâmına erişilir. O'nun yolunda bulunmakla, Allahü teâlânın zâtının tecellîsine kavuşulur. (Abdülhak-ı Dehlevî)

 

MAHCÛR:

 

Çocukluk, sefîhlik, delilik, kölelik, bunaklık vs. gibi çeşitli sebebler yüzünden malını tasarruf hakkından, kullanmaktan men edilen kimse. (Hicr)

 

Mahcûr iki kısımdır:

 

1- Çocuk, deli ve maraz-ı mevt (ölüm hâlinde) bulunanlar.

 

2- Hâkimin hükmüyle mahcûr olanlar, medyûnlar (borçlular), ma'tûhlar (bunaklar), rakîkler (köleler), eblehler (ahmaklar) ve mâcinler yâni kötü din adamlarıdır. (Fetâvâ-i Hindiyye)

 

Çocuk kendi malını kullanmaktan mahcûr olduğu gibi, başkasına hizmet etmesi de, ancak velîsinin izni ile câiz olur. (Abdülganî Nablüsî)

 

MÂHİYYET:

 

Öz, asıl ve esas.

 

İnsanın mâhiyyeti, arkadaşından anlaşılır. (Abdullah bin Ömer)

 

MAHKEME:

 


Hüküm verilen dâvâların görülüp, hükme (karâra) bağlandığı yer.

 

Mahkemeye bir işin düşünce, hâkim karşısında dâvâcı veya dâvâlı ile kavga etmeye kalkışma! Ne sorulursa o kadar cevâb ver! Şâyed şâhid olarak gidersen, hiç kimsenin te'siri altında kalmadan ve kimseden korkmadan Allah rızâsı için doğru konuş! Olur olmaz bir iş için hemen mahkemeye koşma! (İmâm-ı Gazâlî)

 

Mahkeme-i Kübrâ:

 

En büyük mahkeme, âhirette bütün insanların amel defterlerinin tartıldığı ve dünyâda yaptıklarının hesâbını verecekleri yer.

 

Allahü teâlânın bilmediği hiçbir şey yoktur. Açık ve gizli O'nun yanında birdir. O; "Ol!" dedi, yokluktan varlık meydana geldi. O, henüz olmamış olanları, açığa vurulmamış sırları bilir. Yeri ve gökleri kudretiyle (gücüyle, kuvvetiyle) tutan, kıyâmet günü Mahşerde kurulacak mahkeme-i kübrânın hâkimi (hükmedeni) O'dur. (Sa'dî Şîrâzî)

 

MAHLÛK:

 

Yaratılmış; yoktan vâr edilmiş.

 

Rabbimiz cism değildir, zamânı, mekânı yok.

 

Maddeye hulûl eylemez, böyle olmalı îmân.

Mahlûka muhtaç değildir, ortağı benzeri yok,

 

Her şeyi O'dur yaratan hem de varlıkta tutan.

 

(M. Sıddîk Gümüş)

 

Vilâyete (evliyâlık makâmına) kavuşmak, tasavvuf yolunda çalışmakla olur. Bunun için mâsivâ sevgisini, ona bağlılığı kalbden çıkarmak lâzımdır. Mâsivâ; Allah'tan başka şeyler demektir. (İmâm-ı Rabbânî)

 

MAHLÛKÂT:

 

Yaratılanlar, Allahü teâlânın yarattığı şeyler.

 

Mahlûkâta muhabbet etme, zîrâ onlara muhabbet, Hakk'a ulaşmaya mânidir. (İmâm-ı Gazâlî)

 

MAHMASA HÂLİ:

 

Açlıktan ölmek üzere olma hâli.

 

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

 

...Kim mahmasa hâlinde, çâresiz kalırsa, günâha meyl (yönelme) maksâdı  olmaksızın haram etlerden yiyebilir. Çünkü Allah çok bağışlayıcı, affedicidir. (Mâide sûresi: 3)

 

Leş ve domuz eti yemek, şarab içmek haramdır. Çok içince sarhoş yapan sıvıların, azını içmek de haramdır. Mahmasa hâlinde olan kimseden başkalarının bunları yemeleri içmeleri haramdır. (Hâdimî)

 

MAHMÛD:

 

1. Övülmüş, övülen.

 

Kalbin mahmûd hâlleri; sabır (Allah'tan gelenlere tahammül etmek), şükür (her nîmeti Allahü teâlâdan bilmek), havf (Allah'ın azâbından korkmak), recâ (Allah'ın rahmetini ümîd etmek), rızâ (Allah'tan gelenlere boyun eğmek, hoşnûd olmak, kadere karşı gelmemek), zühd (dünyâya düşkün olmamak), takvâ (haramlardan kaçınmak), kanâat (elinde olana râzı olup, daha çok istememek), cömertlik ile bütün nîmetleri Allah'tan bilip O'na bağlanmak, iyilik, hüsn-i zân (iyi zan, iyi düşünce), güzel ahlâk, iyi geçim, doğruluk ve ihlâs (her şeyi Allah rızâsı için yapmak) hâlleridir. (İmâm-ı Gazâlî)

 

2. Peygamber efendimizin güzel isimlerinden biri.

 

Ahmed, Muhammed, Mahmûd, hep över seni Allah Senin isminle biter lâ ilâhe illallah

 

Bundaki ince sırrı anlamaz, bilmez gümrâh,

 

Kendi adıyla yazmış senin adını Rahmân

 

(Hazret-i Muhammed'in Hayâtı)

 

3. Ebrehe'nin, Kâbe'yi yıkmak üzere ordusunda getirdiği filin adı.

 

Resûlullah efendimizin doğmasına iki ay kadar zaman kala, Fil vak'ası meydana geldi. Bir çok insanlar akın akın gelip, Kâbe'yi ziyâret ediyorlardı. Buna mâni (engel) olmak isteyen Yemen vâlisi Ebrehe, Kâbe'yi yıkmağa karar verdi. Bu maksadla büyük bir ordu hazırlayıp Kâbe'ye yürüdü. Ebrehe'nin ordusunda, "Mahmûd" denilen bir de fil vardı. Ebrehe, Kâbe'ye yönelince, bu fil yere çöküp yürümez oldu. Hâlbuki Yemen'e çevrilince koşarak gidiyordu. Allahü teâlâ, Ebrehe'nin ordusu üzerine Ebâbîl, yâni Dağ kırlangıcı denilen kuşlardan bir sürü gönderdi. Bu kuşların her biri, biri ağzında, ikisi de ayaklarında olmak üzere nohut veya mercimek büyüklüğünde üçer taş taşıyordu. Ebrehe'nin ordusu üzerine bırakılan bu taşlar, hepsini helâk etti. Bu vak'a, Kur'ân-ı kerîmin Fil sûresinde anlatılmaktadır. (İbn-i Esîr)

 

MAHREM:

 

1. Dînen evlenilmesi ebedî haram (yasak) olan, soy, süt veya evlenme sebebiyle nikâhı haram olan kimse.

 

Kadın, yanında bir mahremi olmadan hacca gidemez. (Hadîs-i şerîf-Künûz-üd-Dekâik)

 

Bir kadın veya erkeğe on sekiz kimse ebedî mahremdir. Ebedî mahrem olan kimseler ile evlenmek ebedî olarak haramdır. Bunların yedisi neseb (soy) ile olan akrabâlar, yedisi süt ile olan akrabâlar, dördü ise evlilik ile olan akrabâlardır. (Saîdüddîn Fergânî, Tâc-üş-Şerîa)

 

Hür kadının zevci (kocası) veya ebedî mahrem akrabâsından biri yanında bulunmadan, yalnız veya başka kadınlarla yâhut âkil, bâliğ (akıllı ve gusül, boy abdesti alacak yaşa gelmiş) ve sâlih olmayan mahremi ile üç günlük yola gitmesi (üç mezhebde de) haramdır. (Muhammed Hâdimî)

 

Ebedî mahrem olan, yâni nikah ile alması ebedî haram olan on sekiz kadından başka, müslüman olsun kâfir olsun, hiçbir kadının, hiçbir yerde ellerinden ve yüzlerinden başka yerlerine, şehvetsiz de bakmak haramdır. (Süleymân bin Cezâ)

2. Gizli, herkese söylenmeyen.

 

Mahrem olan şeylerinizi herkese söylemeyin. Sonunda pişman olur, âh edersiniz. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

 

MAHŞER:

 

Haşr olunacak, toplanılacak yer. Kıyâmet gününde bütün mahlûkâtın (bütün canlıların) yeniden dirildikten sonra hesap için toplanacakları yer. Arasat Meydanı, Mevkıf.

 

Allahü teâlâ Hacer-ül-esved-i kıyâmette mahşer meydânına getirecek, onun göreceği iki gözü konuşacağı bir dili olacak ve kendisine istilâm yapanlara (el sürüp, öpenlere) hakkıyla şâhitlik yapacaktır. (Hadîs-i şerîf-Feth-ül-Bârî)

 

Kıyâmet günü bütün canlılar mahşer yerinde toplanacak, her insanın amel defterleri uçarak sâhibine gelecektir. Bunları, yerleri, gökleri, zerreleri, yıldızları yaratan, sonsuz kudret sâhibi Allahü teâlâ yapacaktır. Bunların olacağını, Allahü teâlânın Resûlü sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem haber vermiştir. O'nun söyledikleri muhakkak doğrudur. Elbette hepsi olacaktır. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

 

Mahşer günü boynu bükük kalmamak istersen, cenâb-ı Hakka şükürden yüz çevirme. (Sâ'dî-i Şîrâzî)

 

Mahşerde îmânı olup, ameli ve ahlâkı güzel olanlara mükâfât ve ihsânlar olacaktır. Kötü huylu, bozuk amellilere ise, ağır cezâlar verilecektir. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

 

MAHYA:

 

Ramazan-ı şerîf ayında, geceleri çift minâre bulunan câmilerde iki minâre arasına gerilen ve halata (kalın ipe) asılarak kandillerle (lambalarla) yazılan yazı ve şekiller.

 

Çifte minâreli câmilere mahya konulması, sultan Üçüncü Ahmed Han devrinde on iki sene kadar sadrâzamlık yapmış olan Dâmâd İbrâhim Paşa'nın 1719 (H.1132) senesinde ortaya çıkardığı dînî bir husûsiyeti olmayan ışıklı bir yazı yazma usûlüdür. Mahyâ konulması bid'attir. (İbn-i Âbidîn)

 

MAHZÛRÂT:

 

Dinde yasak edilmiş şeyler, haramlar.

 

Zarûretler, mahzûrâtı mübâh kılar yâni yapılması men ve yasak edilmiş bâzı şeyler vardır ki, bunları yapmak, zarûret hâlinde mübâh hükmünde olur; bundan dolayı, yapan cezâlandırılmaz. Meselâ; açlıktan helâk olmak (ölmek) korkusundan dolayı, başkasının yiyeceğini rızâsı (izni) olmaksızın yemek böyledir. (Ali Haydar)

8 Ekim 2024 Salı

Coçi Ulusunun Etnik Tarihinin Erken Gelişmesindeki Özellikleri Hakkında

 



Cengiz Han’ın geniş alana yayılmış ve nüfusu karışık devleti olan bir Büyük Moğol Imparatorluğu birleşik bir ülke olarak uzun sürmedi. Bölünme süreci 1260’larda, yani kuruluşundan 45-50 yıl sonra başladı.  Bu devasa devletin 20-30 yıl içinde gerçek anlamıyla bir büyük güç olarak ortaya çıkmış olması, bu sürece katkıda bulundu. Ayrı topraklara bölünmenin sonucu olarak Büyük Han (sonradan Yüan) Devleti ve Coçi, Çağatay ve Hülagu ulusları gibi, hem toprak, hem de nüfus yapısı itibariyle büyük olan imparatorluklar meydana geldi. Yeni doğmuş devletlerin bu özelliğini sonraki kaderleri, örneğin uluslar içindeki değişik bölgeler arasındaki çelişkiler, merkezin güçlendirilmesi ve ardından 14-15. yy.’larda pekçok bağımsız ülkeye bölünmeleri, çok iyi gösterir.

Doğal olarak, belli unsurlar bu devletlerin böyle hızla dağılışının etmeni idi. Bunlar arasında aşağıdakiler en önemli sebeplerdir: Halkların arasındaki kültürel, etnik ve ideolojik farklılıklarla birlikte, bu ülkelerin değişik bölgeleri arasındaki toplumsal ve iktisadi çelişkiler. Belki bu iki sebep grubundan birincisi daha baskındır. Çünkü toplumsal ve iktisadi çıkarların ortadan kalkması sonradan etnik, kültürel ve siyasi çatışmaların doğup gelişmesine yol açmıştır. Dış göstergelerle bakınca ise, olaylar bölge ve etnik toplulukların önderleri arasında ideolojik, özellikle siyasi mücadele olarak gelişiyordu.

Çok uluslu devletlerin dağılması, ülke içindeki, ‘birleşik’ devletin doğması ve gelişmesiyle birlikte başlayan etnik pekişme sürecini sona erdirir. Bunun sonucu olarak, imparatorluğun bir zamanlar birleşik olan büyük ‘etnos’unun küçük, daha doğrusu akraba milletlere, kaçınılmaz olan bölünme süreci başlar. Tüm bunlar Coçi ulusu veya Coçilerin devletinin -16. yy.’dan sonraki ismiyle Altınordu’nun- numune olarak kullanılmasıyla izlenebilir.

Burada, Coçi ulusu zamanında, Avrasya’da Türkçe konuşan halkların fetihlerle birlikte ‘çökelmesi’ ve karışmasıyla başlayan ve Coçi ulusunun bağımsız bir ülke olarak tecrit ve yükselme dönemi boyunca yoğunlaşan etnik sürecin belli hususiyetleri olduğundan da bahsetmeliyiz. Bu insanlar hayat tarzlarının ayırdedici özelliklerinin özgün karakteriyle, yaşama biçimleri, toplumsal yapıları ve nihayet o dönemde Avrasya’daki göçebe kabile toplumunun ortak yasalarının normları ile koşullanmışlardı. Bu makalede, bu sorunun bazı özel ve özgün yönlerini vurgulamak istiyorum. Esas dikkat ise bu sorunun tarih yazımındaki ayrıntılarına sarf edilecektir.

Değişik yazarlar Coçi ulusu hakkındaki araştırmalarda şöyle veya böyle bu devletin çokulusluluğunu vurgular ve Türk dilinin ülke nüfusu içinde hakim olduğunu kabul eder. Altınordu dönemine kadar giden yazılı kaynaklarda yapılan araştırma ve yayınlar bunu onaylar.

Guyuk ve Möngke’nin yönettiği esas Moğol fatihlerinin önemli bir kısmı Orta Asya’ya döndükten sonra kalanların Deşt-i Kıpçak’ın Türkçe konuşulan çevresinde önemli ölçüde eritildikleri anlaşılıyor.

Çağdaş gözlemciler de bu gerçeği kaydeder. Bu yüzden, Mısırlı Arap tarihçisi Ömeri şunları yazarken oldukça açıktır: "Eski zamanlarda bu ülke Kıpçakların toprağı idi, fakat Tatarlar (Moğollar-yazar) burayı aldı ve Kıpçaklar onlara bağlandılar. Sonraları onlar (Moğollar) karıştı ve onlarla (Kıpçaklar) akraba oldu ve toprak onların tabii ve ırki özelliklerine galip geldi ve sanki bir kökendenmişçesine hepsi Kıpçaklar gibi oldu, çünkü Moğollar Kıpçakların topraklarında yerleşiyor, onlarla evleniyor ve onların topraklarında yaşıyorlardı.”

Memlük Mısırı ve Coçi ulusu arasındaki ilişkileri iyi bilen Ömeri, bildiğimiz gibi 1349’da ölmüştür. Dolayısıyla 14. yy. ortalarında bitmiş olan bir süreç hakkında konuşmaktadır. Ve bu, Moğol unsurun Türk (Kıpçak) bileşen tarafından ‘soğurulması’ sürecinin bundan çok önce, 13. yy’da, yani daha Deşt-i Kıpçak’ın Moğollarca fethi sırasında başladığını göstermektedir. Aşağıdaki dil gerçekleri bunu ispatlar.

Dilbilimcilerin kabul ettiği üzere, 13-14. yy.’lar Türkçenin Rusçaya nüfuzunun üçüncü aşamasıdır. Rus-Türk ilişkilerinin meşhur uzmanı N. A. Baskakov, bu dönemin "Rus kelime hazinesine Türkçe ve aynı şekilde daha az Moğolca kelimelerin büyük ölçüde girişiyle özgünleştiğini” yazar. V. D. Arakin "Rusçadaki Türkçe unsurların ezici çoğunluğu, 13. yy.’ın ikinci yarısından başlayarak, Altınordu’nun Kıpçak ağzından alınmıştır” derken daha kesindir. Rus knezliklerinin bağlı olduğu Batu Han’ın topraklarında Moğolca konuşanlar 13. yy. ve 14. yy.’ın ilk yarısında sayıca baskın değillerdi. Bu yüzden, Coçi ulusundaki gerçek Moğollar, ülkede askeri ve idari konumlardaki kesin öncülüklerine rağmen dil üzerinde ve dolayısıyla etnik yapıda kaydadeğer bir etki yapamayan bir etnik azınlığı oluşturuyorlardı. Başka bir deyişle, savaş meydanındaki galipler kültür ve hayat tarzı konularında mağlup idiler. Bu özgün bir dönüşüm idi.

Sovyet araştırmacıları bu dönemleri tanımlarken, rehberleri zımni bir doğru olarak bir Marksizm klasiğinin düşünceleri idi: ".çoğunlukla daha az medeni fatih, fetihten sonra kendisini bulduğu şekilden fethedilen ülkenin yüksek ekonomik şartlarına geçmek zorundadır; ele geçirdiği halk tarafından özümsenir ve genellikle onların dilini bile benimser.”

Rusya’da Perestroika’dan önce, F. Engels’in bu sözleri Altınordu tarihiyle ilgilenirken durumu açıklamak için mecburen alıntılanırdı. Bunun sebepleri şöyledir: Öncelikle, ‘onu bilmeme’ yazarın yöntemsel noksanı olarak düşünülürdü. İkincisi, bu klasikten alıntı, yazarları yukarıdaki etnik dönüşümün bazı karmaşık konularını çözmekten azade kılıyordu. Üçüncüsü, ‘kültürsüz’ fatihlerin ‘birinin kendi halkına’ yenilmesi vurgulanarak, ızdırap çeken ama hâlâ ’daha medeni’ atalara tazminat veriliyordu. Ancak bu sadece ‘nitelikli’ tarafa vurgu, yani fethedilen halkın ‘kültürel üstünlüğü’ ile fatihlerin ‘vahşilik ve barbarlığının’ tezadının gösterilmesi, Moğol fetihleri tarihiyle ilgili tüm sorulara cevap vermemektedir. Özellikle Moğol kültürü ile onları özümseyen Deşt-i Kıpçak Türkleri arasındaki ilişkilerle ilgili sorular cevapsız kalmaktadır. Bu çalışmada daha sonra bu konuda daha detaylı konuşacağız. Sonuçta inanıyorum ki, yukarıdaki alıntı somutlaştırıldığında, öncü bilim adamlarının dikkat sarfettikleri, Türklerin Moğolları özümsemesinin nitel sebeplerinden daha az olmayan bir rol oynamasına rağmen, nicel unsur gözden çıkarılacaktır.

Olay, 1218-1239 arasında Altay’dan Tuna’ya kadar Avrasya bölgelerinin Moğollarca fethi sırasında Coçi ve Batu Han’ın ordularındaki Türk unsurların oranının kaydadeğer ölçüde artmış olmasıdır. Diğer bir deyişle, Doğu Avrupa’ya akan ‘Tatar’ fatihler etnik olarak sadece Moğollar değil, örgütlenme ve Moğol seçkinleriyle Han muhafızlarının öncü konumuyla birlikte, Türk bileşenin baskın olduğu bir yığıntı idi. 13-14. yy. Rus kelime haznesindeki Türkçe ve Moğolca ödünçlemelerin ilişkisinin yukarda geçen özelliğini bu açıklar. Bu aynı zamanda, Coçi ulusundaki Moğolların Ömeri’nin kaydettiği gibi hızlı Türkleşmesini de açıklar.

Doğal olarak şu bilinmek istenir: Askeri olarak yenilen Türkler Coçi ulusunda etnik olarak nasıl galip geldiler? Bu soruyu, Türklerin, yani Uygurların Moğollarca erken bir dönemde istihdam edilmesi (yazılı dili benimseme, eğitimli Uygurların memur ve öğretmen olarak çağrılması vb.) gerçeğini hatırlatarak cevap verebiliriz. V. V. Barthold’un işaret ettiği gibi, bu halkların hayat tarzlarının, adetlerinin ve dünya görüşü geleneklerinin yakınlığı bu eğilimi teşvik etti. Uygurlar 1209’da ‘gönüllü’ olarak ve daha sonra Kırgız ve Uryanhaylar zorla katılmakla birlikte, anlaşıldığı kadarıyla Moğol devletinde’ ‘Büyük Fetihler’den (1206-1207) önce de bazı Türkçe konuşan boylar vardı.

Ancak, büyük fetihlerden önceki Cengiz Han’ın erken devletinde ve geniş Moğol hanlıklarında Moğollar şüphesiz sayıca hakim unsur oldukları için, bu erken gerçeklerin Coçi ulusunun etnik sürecinde belirleyici etki yapmadığına inanıyorum. Moğol fetihlerinin batı istikametinde Türklerin artışı, Deşt-i Kıpçak’ın geniş arazisine geldiklerinde ve nihayet Karahıtay ve Harezm devletlerini yenip batıya doğru daha da ilerledikten sonra yoğunlaştı. Avrasya’nın bu parçasında, çoğunlukla Kıpçakça, Oğuzca ve benzer ağızlar konuşan Türk dilli halkların yaşadığı bilinen bir gerçektir. Bunlar, büyük devlet örgütlenmesi olmayan küçük kabile birlikleri halinde yaşıyorlardı ve bozkır geleneğine göre Moğol ordusuna, veya L. N. Gumilev’in dediği gibi halk ordusuna ciddi bir direniş göstermeden katılmışlardır.

"Ciddi direniş göstermeden”, çünkü Moğol fatihler Altaylar’dan Orta Idil bölgesine, daha doğrusu Otrar’dan Idil Bulgarlarının topraklarına ilerlerken, yerel halktan hemen hemen ciddi bir direniş görmemişlerdir. Aksine, pekçok Türk boyunun önderlerinin Harezmşah Muhammed’den ziyade Cengiz Han’ın rehberliğini tercih ettiğine dair deliller vardır. Örneğin bir Moğol karşıtı Iranbilimci olan I. P. Petrushevskiy, Harezmşah Imparatorluğu’nun Türk boylarının hem savaş niteliklerinde hem de cesarette Moğollardan aşağı olmamalarına rağmen, öyle çok istekli bir direniş göstermediklerini kabul etmek zorunda kalır. Genel olarak, 1223’te Kalka’daki ünlü savaştan ve Idil Bulgarlarının Moğollara ilk direnişinden, Idil üzerindeki Bahman savaşına kadar tarihi kaynaklar Türk halkların Moğol fatihlerle ciddi bir savaşından bahsetmezler. Yukarıda geçtiği gibi, Batu Han’ın ordusu Rusya’ya girdiğinde, nicelik olarak hayli Türkleşmişti. Ve bu etnik değişiklik en başta Kıpçak bozkırındaki nüfus sayesinde gerçekleşiyordu.

Burada ayrıntıya inen mukabil bir soru sorulabilir veya sorulmalıdır: Avrasya bozkırlarının Türk nüfusu hangi aygıtlar üzerinden Coçi ve Batu hanların ordularına katılıyorlardı? Bu sorunun cevabının kabile toplumlarındaki tabilik sisteminin özgünlüklerinde bulunabileceğine inanıyorum. Bütünde bu kurumun ve özelde askerlik ve derebeylik sistemlerinin ayrıntılarına girmeden, kısaca kabile toplumlarındaki toplumlar üstü bağımlılığın (bağımlılaşım) özgünlükleri üzerinde duracağız. Bu çalışmanın ‘Avrasya göçerlerinde derebeylik var mıydı?’ şeklindeki ‘ebedi’ tartışmanın konularını gözönüne almak gibi bir hedefi olmadığı da ayrıca belirtilmelidir. Her halükarda ve her toplumda, toplumsal yapısına bakılmaksızın, bu toplumların tabaka ve sınıflarının temsilcileri arasındaki bağımlılık ve bağımlılaşım kurumunun farklı ve bazen özel bir yerde sadece bir kez geçen biçimleri olagelmiştir.

Özellikle batıdaki yerleşik derebeylik toplumlarda bir bağlının efendisine bağımlılığı uzun vadede mevcut toprak ilişkisi ve belli bir toprak parçasında kişi veya ailenin haklarını takdir eden bir anlaşma ile sağlanırdı. Diğer bir deyişle, kiralanan arazi ve toprak insanları hem bir kalıpta birleştiriyor, hem de birbirinden ayırıyordu. B. Ya. Vladimirtsev ve S. P. Tolstov gibi bilginlerin kaydettiği gibi, yüksek sınıflardan, soy ve kabile seçkinlerinden çobanlara tabilerin bağımlılığı doğrudan toprak üzerinden değil, dolaylı olarak, yani hayvan sahipliği yoluyla uygulanmıştır. Uzun vadede hayvan yetiştiricisi toprağın gerçek kullanıcısı ve sahibi idi. Ve doğal olarak, bunlar soy ve kabile önderleri, daha az varlıklı ve fakir olanların bağlı olduğu kabile seçkinleri idi. Bu birinci maddedir. İkincisi, teknik olarak tüm arazi, bu özel toplumdaki herhangi bir ferdin mülk durumuna bakılmaksızın, tüm soyun ve boyun ortak mülkü olarak telakki edilirdi. Üçüncüsü, soy ve boy önderleri şu veya bu derecede bütün soy ve boyla kan akrabalığı içinde idi. Bütün bunlar, tüm soy ve boyun önder ve seçkinleri ile birliği fikrini ortaya çıkarıyor ve güçlendiriyordu. Başka bir deyişle, bir soy ve boy önderi hem yüce bir efendi, hem de toplumun öbürleriyle eşit hakta bir ferdi idi. Bu yüzden önder nereye giderse, bütün soy veya boy onu takip ediyordu. Ve bu yüzden soy-sop gelenekleri olan kabile toplumları, "Benim bağlımın bağlısı benim bağlım değildir” diyen Batı (yerleşik ve derebeylik) bağımlılığının bilinen ilkeleriyle açıklanamaz. Aksine, kabile kültüründe bir soy veya boy önderi diğer daha güçlü bir öndere bağlılık arz ederse, bunu bütün soy veya boyun yeni bir üst öndere tabiliği izlerdi. Bu süreç genellikle kitlesel özellikte idi.

Bu özgün ve bence yazıda çok iyi gösterilmeyen aygıt, Kıpçak bozkırlarında yaşayan Türklerin Coçi ve Batu Han’ın ordularına nispeten kolay ve hızlı girişine yardımcı olmuştur. Dev imparatorluğun batısındaki Moğolların diğerlerine kıyasla hızla erimesi temel ve belirleyici sebebi bu güçlü aygıt olmuştur. Uzun vadede muhtemelen, göçebe bağımlılık düzeninin bu özelliği geçmişte Avrasya’daki göçebe imparatorlukların hızlı büyümesi ve çabuk dağılmasının da sebebi olmuştur.

Doğal olarak, Coçi ulusundaki Moğolların Türkleşmesine yol açan sebeplerin ‘nicel’ yönlerini vurguladığımda, kesinlikle yukarda bahsedilen ‘nitel’ unsurların önemini inkar etmiyorum. Din unsurunun ve nihayet Moğol fethinden önce İslam’ı benimseyen Coçi ulusunun merkezleri Harzem, Bulgar ve Kuzey Kafkasya etkisinin önemini gözardı etme niyetim de yok. Bir bütün olarak, tüm bu unsurlar gerçekleşmiş ve incelediğimiz süreci belli derecede etkilemiştir. Fakat Altınordu ile ilgilendiği zaman ne gerçeklerde, ne de ahlaki olarak titiz olan Sovyet tarih yazım geleneği gibi, sadece onlardan bahsetmek de belki yanlış olacaktır. Yazarına aldırmaksızın Engels’den alıntılar, SSCB’de özelde Moğol, genelde göçer karşıtlığını destekleyen ifadeler için kullanıldı ve nihayet tarihi gerçeklerin ırkçı yorumlanmasına götürdü. Bu birincisi. İkincisi, Engels’in fikirlerinin bazı diğer özel şartlara uygulanması olası iken, 13-14. yy.’daki Türk-Moğol etnik bütünleşmesini açıklamakta zor uygulanmaktadır. Yukarıda kaydedildiği gibi, hayat tarz ve şartları ve o zamanlar Deşt-i Kıpçak’taki Türk ve Moğolların toplumsal gelişmesi yaklaşık aynı seviyede idi. Ancak, Orta Asya’daki göçer devlet geleneğini benimsemenin yanında, Uzak Doğu, yani Çin’in büyük medeniyetine de alışan Moğollar, Kıpçak bozkırlarındaki birbiriyle ilgisiz Türklerden devlet örgütlenmesi ve yönetim kültürü açısından daha yüksek seviyede idiler. Bu yüzden, Sovyet tarih yazınının mazmunlarına karşı bazı savlar vardır.

İncelediğimiz etnik sürecin hızlılığına gelince, fatihlerin sayısının azlığı bunu temin etti; bunun gerçekliği uzun dönemli arkeolojik buluntuların sonuçlarıyla doğrulanabilir. Örneğin G. A. Fedorov- Davidov kendisinin temel arkeolojik araştırmasını şöyle özetler: "Deşt-i Kıpçak’a gelen Moğol nüfusu çok fazla değildi. Bozkır bölgeleri, sadece soy ve boy seçkinlerini yeni efendilerle, yani Altınordu hanları ve onların emirleriyle değiştiren eski göçer nüfusunu muhafaza etti.”

Sonuç olarak, Coçi ulusundaki Moğolların Türkleşme sürecinin 13. yy.’ın ilk yarısında başladığına ve ikinci yarısında bittiğine dair daha az kuşku vardır. Bu ifadeyi diğer bazı gerçekler de destekler. Bu yüzden, Coçililerin Moğolca konuştuğu fikrinin destekçisi olan S. Zakirov, Berke Han’ın (1257-1266), Katrmer’e göre, Mısır elçilerini nasıl kabul ettiğini şöyle anlatıyor: "50 emir bir otağda oturuyordu. Elçiler içeri girdiğinde, sultandan (Mısırlı, yazar) hana bir mektup verdiler. Başkadı mektubu (Arapçadan, yazar) Türkçeye çevirdi ve vezir onu Berke’ye okudu. Han ve orada bulunanların hepsi, mektubun içeriğinden dolayı son derece mutlu idiler.” Eğer Türkçe, Berke ve maiyeti için oldukça anlaşılır ise, sonraki Coçililere daha aşina, hatta onlar için anadil olduğunu varsayabiliriz. Bu belgelerle de ispatlanabilir. Örneğin V. V. Bartold, uzun süre Özbek Han’ın (1312-1342) sarayında bulunan Arap Seyyah Ibn Batuta’nın hanın sarayındaki hayat tarzı ve adetleri betimlerken, tamamı Türkçe kökenli pekçok yerel kelime kullandığını kaydeder. Olayların çağcılı bir Arap bilginin de gözlemlediği gibi, Mısır sultanları Kıpçak önderlerine mektuplarını çoğunlukla Türkçe yazarken de muhtemelen bu gerçeği hesaba katıyorlardı.

Doğal olarak, Moğolca Coçi ulusunda hemen ıskartaya çıkarılmadı. Büyük ihtimalle, belki Cengiz Han zamanından başlayarak Coçililer bir süre çift dilli kaldılar. Moğolca iletiler Karakurum ve sonra Hanbalık’taki (Pekin) büyük hanlara, aynı zamanda atalarının dilini Coçililerden daha uzun süre kullanan Hulagululara yazılıyordu. Bu dil, geleneğe bir atıf olarak, özel ‘muhafız belgesi’ olan künyelere yazılan yazılarda kullanılıyordu. Sonraları bozkırda yerleşmiş aileler arasında kullanıldığı görüldü. Fakat, 13. yy.’da bütün Avrasya’nın etnik-siyasi haritasının yeniden şekillenmesinin bir sonucu olarak, Kıpçak bozkırında gelecekteki etnik süreçlerin temelleri yeniden atıldığında, Moğolca sert bir darbe aldı. Bunların Coçi ulusundaki etnik süreçlerin özgünlükleri olduğuna inanıyorum. Yukarıdaki belgelerin gösterdiği gibi, Avrupa’daki Moğolların Türkleşmesi bazı bilginlerin düşündüğünden daha erken başladı ve bitti. Onlar ise genellikle tam işleyen Moğol dilinden sadece kalıntıların kaldığı 14. yy.’a göndermede bulunmaktadırlar.

1- Burada zaman gerçek Moğol Devleti’nin doğuşundan değil, asli Moğol mülküne yeni toprakların katılmasıyla özgünleşen etkin dış fetihlerden itibaren ölçülür.

2- Ulusların ne zaman bağımsız olduğunu belirlemeye çalışırken, ne Cengiz Han’ın oğullarına az çok özerk bölgeler dağıttığı 1224’ten, ne de bunun Coçi ulusu veya Altınordu için yapıldığı 1240 tarihinden saymalıyız (Tipik örnek için V. I. Buganov, The Golden Horde, Soviet Historical Encyclopedia, C. 5, 700). Ulusların gerçek bağımsızlığı Kubilay ile Arığ-Buğra arasındaki meşhur savaştan, ikincisinin yenilmesinden, ulus hanlarının adına para basılmasından ve egemenliklerini öbür ülkelerin kabul etmesinden sonra başlar (Pek çok uzman hala bunda çok sorunlar gördüğü için, belki de bu sorun özel bir araştırma gerektirmektedir).

3- Coçi ulusu mefhumu, aşağıdaki nedenlerle Moğol İmparatorluğu’ndaki Batı Ulusu isminden yana olan Rus ve Avrupa tarih yazınındaki yarı unutulmuş Ulus Coçi mefhumuna tercih edilmektedir. Öncelikle ve en önemlisi, ülke varlık ve gelişme halinde iken kullanılan tabire en iyi bu uyar. İkincisi, bu yaklaşım Avrasya’daki çok sayıda halkın Orta Çağ tarihi sorunlarını zengin bir temelden gözlemlemeyi sağlar.



Coçi Ulusunun Etnik Tarihinin Erken Gelişmesindeki Özellikleri Hakkında / Prof. Dr. Mirkasım A. Usmanov

Kazan Üniversitesi Tataristan Bilimler Akademisi / Tataristan


Prof.Dr. M. Taner Tarhan’ın Ön Asya Dünyasında İlk Türkler Kimmerler ve İskitler Kitabından Alıntılanmıştır.

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak