17 Mayıs 2024 Cuma

ORTA ÇAĞ'DA RUSLAR

 


KARADENİZ'İN KUZEYİNDE HAKİMİYET


Milattan önceki yüzyıllardan itibaren aralarında Türk boylarının da olduğu çeşitli kavimler, Orta Asya'dan; Karadeniz'in kuzeyindeki Don-Volga ve Dinyeper Nehirlerinin bulunduğu topraklara göç etmişler, buralarda değişik aralıklarla hükümranlıklar oluşturmuşlardı. Zamanla bu topluluklar, batıdan gelen Slav kabileleriyle kaynaşarak günümüz Rus, toplumunun atalarını oluşturdu.

Rusların ilk siyasi organizasyonu gerçekleştirdikleri yerler, Kiev ve Novograd'dı. 862 yılında İlmen ve Ladoga Gölleri civarında Novograd'da (yeni şehir) devlet yapılaşmasını gerçekleştiren İskandinav kökenli Rurik; Rusların ilk siyasi kişiliği olarak bilinmektedir. Prens Rurik'in varisi olan Oleg, 882 yılında Kiev'in kontrolünü de ele geçirerek Rus hakimiyetinin temellerini atmış oldu.

Ruslar, 13. asırdaki Moğol işgaline kadar, bölgede kendi halinde prenslikler (knezlikler) şeklinde yaşamakta ve kürk ticaretiyle geçinmekteydiler.

Bizans'la ticari ilişkiler; ekonomik, sosyal ve dini açıdan etkileşimi beraberinde getiriyordu. Bizans'ın başkenti İstanbul'a ticaret için gönderilen heyetler ve güvenliklerini sağlayan askerler; Bizans kültüründen hatta Ortodoksluktan etkilenmekteydi. Hazar Denizi ve Kafkaslarda etkili bir diğer güç de Hazarlardı. Hazarlar; bir yandan Rus knezlikleriyle, öte yandan İtil Bulgarlarıyla yoğun bir ticari münasebet içindeydi. Hazar Kağanlığı, kuzey ve doğu ticaret yolları üzerinde bulunmakta ve ticaretten kaynaklanan sosyal ve kültürel etkileşimin yoğun yaşandığı bir bölgeyi denetim altında tutmaktaydı. Hazarlar, Hz. Osmandan itibaren Orta Avrupa güzergahında ticari ve askeri faaliyetler içerisindeki Müslümanlara karşı set vazifesi görmekteydi. Tüm engelleme çabalarına rağmen Volga kıyılarına hakim olan İtil (Volga) Bulgarlarının yoğun olarak yaşadığı bölgelerde 9. asırdan itibaren güçlü İslam toplulukları oluşmuştu. Hatta 921 -922 yıllarında Bulgarlar ile Abbasi Halifesi arasında karşılıklı elçiler gönderilmişti. Bunun sonucunda İslam aleminin en kuzeyinde yeni Müslüman devleti olarak İtil Bulgar Devleti resmen tanınmış oluyordu. Bulgar Devleti'nin yöneticileri gerçekte Hazar Kağanlığı'ndan bağımsızlığını kazanmışlar ancak belirli zamana kadar formalite icabı onların iktidarı yörüngesinde görünmeyi tercih etmişlerdi.

İtil Bulgar Devleti, Rus Kiev Knezi Vladimir ile 985 yılında barış antlaşması imzalayarak otoritesini daha da pekiştirdi. Böylece İtil Bulgarları, Ruslar tarafından da resmen tanınmış oldu. Ruslarla bir barış antlaşması imzalanması, İtil Bulgar Devleti'nin artık tamamen bağımsız bir devlet konumuna yükseldiğini ispatlamaktadır. Bundan sonra 10. yüzyılın sonlarında Bulgarlar Sura Nehri çevresindeki Burtasları hakimiyetleri altına almış ve Doğu Avrupa'nın önemli bir devletini meydana getirmişlerdir. Bu sıralarda İslamiyet bütün İtil Bulgar topraklarında tam olarak kabul edilmiştir.


RUSLARIN ORTODOKSLUĞU BENİMSEMESİ


Ruslar önceleri putperest bir toplumdu. İslamiyet'in; doğuşundan itibaren başta Suriye, Mısır ve Anadolu'da etkili bir biçimde süratle yayılması ve bu topraklarda yaşayanların da kitleler halinde Müslüman olması, Bizans İmparatorluğu'nu endişeye sevk etmişti. Kaybettikleri kitleleri kazanmak ve yeni topluluklara açılmak amacıyla Bizans, başta Balkanlar olmak üzere Slav toplulukları üzerinde Ortodoksluğu yaymak istiyor ve bu yönde çeşitli faaliyetlerde bulunuyordu. Nitekim 10. asrın son çeyreğinde Balkan Bulgarlarının Ortodoksluğu benimsemesi, Bizans'ın Ruslar üzerindeki misyonerlik faaliyetlerini artırma isteğini kamçıladı. Bu misyonerlik faaliyetleri sırasında Bizanslı rahipler; İslamiyet'le ilgili son derece olumsuz ve yanıltıcı yorumlar yaparak, Rusya topraklarında zaten şehirlerde etkili olan İslamiyet'in kır bölgelerine de yayılmasını önlemekteydiler. Bizanslı misyonerler; asırların verdiği eziklik ve intikam duyguları ile, temas kurdukları Rus topluluklarına, İslam düşmanlığını aşıladıkları gibi Hıristiyanlığı da benimsetmekteydiler. Bu çabalar sonucunda başlayan hıristiyanlaştırma süreci giderek hız kazandı. Moskova Prensi Vladimir Svyatoslaviç'in (956-1015) Hıristiyanlığı resmen kabul etmesi ise Rusya tarihinin dönüm noktasını teşkil etti. Rusya'nın Hıristiyanlığı benimsemesi; sadece Slavlar arasında dini birliği sağlamakla kalmamış, aynı zamanda Rus topluluklarını yeni bir hedef etrafında da birleştirmişti. Kendilerini Bizans'ın varisleri olarak gören Rus prensleri ve çarlar; daima kiliseyi kontrol altında tutmuş, kiliseden güç almış ve geniş Rusya topraklarına ve yakın komşularına karşı Ortodoksluğu yayma ve koruma adına, yaygın faaliyetlerde bulunmuşlardır.

Bizans'ın çabaları sonucu Rusların Hıristiyanlığın Ortodoks mezhebini benimsemesi, Rus kültür hayatında canlılık meydana getirdi. Yine Bizans'ın etkisiyle Kiril alfabesini kullanmaya başlayan Ruslar, yazı diline de sahip oldular.

Esasen putperestlikten Ortodoksluğa geçişle birlikte Rusların ve diğer Slav topluluklarının karakterlerinde bir yumuşama meydana gelmiş, birçok barbar adetler de bu sayede bırakılmıştı. Bu arada Macar krallarının müdahaleleri ve etkileriyle; Ukrayna'da Ortodoks Ruslardan ayrı, bir de Katoliklik etkisinde ayrı bir Slav topluluğu meydana gelmişti.

Dünyada Rusya kadar yayılan ve yayıldığı bölgelerde hakimiyetini ve nüfuzunu her şartta sürdüren bir başka sömürge imparatorluğu olmamıştır.


MOĞOLLARIN RUSYA'YI İŞGAL ETMELERİ ve ALTINORDA HANLIĞI'NIN KURULMASI



Moğol Hükümdarı Cengiz Han (1167-1227) başarılı geçen Türkistan Seferi'nin ardından, kumandanlarından Cebe Noyan ve Sübidey Batur'a; Kuzey Kafkasya ve Kumanların memleketine yönelmelerini emretmişti. Bu durum karşısında Kumanlar, Rus prensliklerinden yardım istediler. Fakat prensliklerin yardım etmeleri de Kumanların yenilmesini önleyemedi. Böylelikle Ruslar dolaylı olarak ilk büyük Moğol darbesini yemiş oldular. Nihayet 1237 yılında Batu Han kesin istila hareketlerine girişerek Ruslara ikinci büyük darbeyi indirdi ve Kievdeki son direnci de kırarak Rusları, Moğol hakimiyeti altına aldı. Moğollar, Rusları kontrol altına almalarına rağmen iç işlerine karışmadılar. Rus knezleri, Moğol Hanı'na bağlılık göstererek iç işlerinde serbest, genelde barış içerisinde hayatlarını sürdürdüler.


RUSYA'NIN YÜKSELİŞİ ve DEĞİŞEN DENGELER


23. yüzyılın başında, doğudan batıya dünyayı kasıp kavuran Moğol İmparatorluğu, Cengiz Han'ın ölümünden sonra dört büyük parçaya ayrılmıştı. Çin'deki Kubilay Hanlığı hariç, Türkistan'daki Çağatay Hanlığı, İran'daki İlhanlılar, Rusya ve Kafkaslara hakim Altınorda Hanlığı güçlü mahalli İslami etkiler sonucunda kısa zaman sonra İslamlaşma sürecine girdiler. Berke Han'ın Müslüman olmasıyla beraber Altınorda Hanlığı'nda İslami ağırlık artmıştı.

Nihayet Özbek Han, 1314 yılında İslamiyet'i devletin resmi dini ilan etti. Böylece Moğol lmparatorluğu'nda Cengiz Han'dan beri uygulanan «her dine eşit mesafede durma politikası» da -en azından bir süre- Altınorda hakimiyetindeki topraklarda geçerliliğini kaybetti. Böylece Özbek Han ile birlikte yeni bir süreç başlamıştı. Zamanla, İslamiyet Altınorda ülkesinde müesseseleşti. Nitekim gerek Özbek Han'ın gerekse de Canibek Han'ın paralarında İslami unvan ve isimlerin kullanılması da bunu göstermektedir.

Ayrıca Özbek Han'ın kendisi için; «Gıyaseddin» ve «Muhammed» gibi iki İslami ismi tercih etmesi; halka şirin görünme kaygısından ziyade, İslamiyet'in bütün Altınorda topraklarında yayılmasına yönelik samimiyetle gösterilmiş çabaların bir parçası olarak anlaşılmalıdır. Nitekim meşhur seyahatnamesinde İbn-i Battuta'nın, Özbek Han'ın kişiliğine ve dindarlığına dair vermiş olduğu bilgiler son derece kıymetlidir.

Altınorda Hanları; Bulgarlardan kalan şehircilik mirasına sahip çıkarak, şehir kültürünün Deşt-i Kıpçak genelinde yaygınlaşmasında önemli bir rol oynamışlardır. Şehirleşme, bölge halkı arasında İslamlaşma sürecine de büyük katkılar yapmıştır. O dönemde Altınorda topraklarında, yaklaşık 150 kadar şehir bulunmaktaydı. Ancak bunlar arasında en önemlileri, devlete başkentlik yapmış olan Saray-Batu (Saray-Berke), Saray el-Cedid (Yeni Saray) şehirleridir.


lbn-i Battuta 1334 yılında Saray el-Cedid şehrini ziyaret etmiş ve şehirle ilgili olarak aşağıdaki bilgileri vermiştir:

"Saray, Özbek Han'ın başkentidir. Saray şehri; en güzel şehirlerden birisi olup, geniş ve düz bir alanda insanlarla dolup taşan güzel pazarlar ile geniş caddelere sahip bir şehirdir. Bir defasında şehrin büyüklüğünü görmek maksadıyla atla şehrin ileri gelenlerinden biriyle şehrin çevresini dolaştık. Biz şehrin bir ucunda kalıyorduk bu sebeple de; sabah buradan yola çıkıp, şehrin diğer ucuna ancak öğle vakti ulaştık ve burada öğle namazımızı kılıp, yemek yedikten sonra yola çıkarak, eve ancak günbatımına doğru vardık. Bir defasında da şehri yarım günde enine geçip geldik. Şehirde evler sıralı halde dizilmiş olup, arada ne boş bir alan ne de bahçe var. Sarayda ibadet için kullanılmak üzere 13 tane büyük cami olup, bunlardan biri Şafiiler içindir. Bunun dışında şehirde çok sayıda da mescid bulunmaktadır. Şehirde çok çeşitli halklar yaşamakta olup, bunlardan biri, bir kısmı Müslüman olan Moğollar -ülkenin asıl halkı ve gerçek sahipleri ile Aslar ve hıristiyan olan; Kıpçaklar, Çerkezler, Ruslar ve Bizanslılardır. Her halk kendi bölgesinde yaşamakta olup, kendi bölgelerinde pazarları bulunmaktadır. Tüccarlar ve yabancılar; Irtlk-ı Acem, lrtlk-ı Arap, Mısır, Suriye ve diğer ülkelerden gelmekte olup, tüccarların mallarını koruyabilmeleri için kendilerine ayrılan duvarlarla çevrili bir bölgede yaşarlar. Sultanın sarayına «Altuntaş» adı verilmektedir.



ALTINORDA DEVLETİ'NİN YIKILIŞI


Çağatay Hanlığı'na son veren Timur, 1393-1395 yılları arasında Altınorda topraklarına iki büyük saldırı düzenledi. Bu saldırılar sonucunda Altınorda Devleti zayıfladı ve parçalandı. Bu gelişme, Volga steplerinde, Kuzey Karadeniz ve Kafkaslarda etkili olan Müslümanların durumunu sarstı. Ruslar çok geniş bir manevra alanına kavuşarak tarih sahnesine çıkacakları önemli bir fırsatı yakaladılar. Nitekim Altınorda Hanlığı'nın dağılışı, o dönemin kayıtlarına şiir diliyle şöyle girmiştir:



"Cengiz'den kalan han tahtı, kan tahtına dönüştü. Han sarayı kuşatıldı.”


Kırım, Kazan, Astrahan, ayrı ayrı il oldu. Altınorda dağıldı.

1330 yılında bölgeyi ziyaret eden Faslı bilgin ve seyyah lbn-i Battuta, «Seyahatnamesi»nde Altınorda'yı yedi büyük imparatorluktan biri sayar. Bu devletin çöküşü, sadece Rusya'nın büyümesine ve kısa zamanda çok önemli bir güç  haline gelmesine yol açmamış; çoğunluğu Müslümanların oluşturduğu bölge yerleşim merkezlerinin ve şehirlerinin de Slav hakimiyetine geçmesine yol açmıştı.


ALTINORDA DEVLETİ'NİN DAĞILMASINDAN SONRAKİ GELİŞMELER


Altınorda Devleti'nin parçalanması sonucunda, birbirleriyle rekabette her türlü ittifakı meşru gören güçsüz hanlıklar dönemi başladı. Kırım, Kazan, Astrahan Hanlarının birbirleriyle rekabetleri ve taht kavgaları; bölgedeki Müslüman toplumları belirgin şekilde zaafa uğrattı. Bu durum, siyasi konjonktürü menfaatleri doğrultusunda kullanma becerisi gösteren Rusların etkinliklerini ve bölgeyi hakimiyet altına alma arzularını kolaylaştırdı.

Bu hanlıkların en güçlüsü olan Kırım Hanlığı, kötü yönetim ve iç çekişmeler yüzünden Cenevizlilerin ticari ve siyasi vesayetine girmişti. Fatih 1475 Haziran'ında bu vesayete son vermek maksadıyla Gedik Ahmed Paşa'yı 300 parçalık büyük bir filoyla Kırım üzerine gönderdi. Osmanlı kuvvetleri, Kefe'yi ve Karadeniz'in kuzeyindeki bütün Ceneviz kalelerini kısa bir zamanda zaptetmeyi başardı. Kırım-Tatar kuvvetleri de kendilerine yardımcı oldu.

Osmanlı Devleti'yle, her geçen gün güçlenmekte olan Moskova Devleti arasında; ticaretle başlayan dolaylı yakınlaşma, ortak düşman Lehistan'a ve yeniden güçlenerek Kırım'ı ele geçirmek isteyen Altınorda'ya karşı, mecburi bir işbirliğini beraberinde getiriyordu. Moskova ile Osmanlı arasındaki bu yakınlaşmaya Kırım Hanları aracılık ediyordu. Şimdilik uzak bir tehlike olarak bile görülmeyen Moskova'ya verilen ticari imtiyazlar, Kırım Hanı'nın arzına cevap teşkil eden bir atiyye niteliğindeydi.

Bölgedeki hassas dengeler, Kırım Hanı Mengli Giray'ın 1502 yılında Altınorda'ya öldürücü darbeyi vurmasıyla köklü değişikliğe uğradı. Altınorda Devleti tarihe karıştı. Böylece Ruslar için Tatar boyunduruğu dönemi bütünüyle sona ermiş oldu. Ruslar bir yandan elde ettikleri imtiyazlarla büyük gelirler elde ediyor ve siyasi şartların olgunlaşmasını iyi değerlendirerek, Rus knezlikleri arasındaki birliklerini kuvvetlendiriyor; öte yandan askeri açıdan da gittikçe güçlenerek eski ihtişamından çok şey kaybeden Kazan ve Astrahan Hanlıklarının topraklarını kendi topraklarına katma hayalleri kuruyordu. Kırım Hanlığı'nın Kazan Hanlığı'nı kendine bağlama gayretlerini dikkatle takip eden Rus Çarı IV. İvan, müthiş topçu kuvvetleri ile güçlendirilmiş bir orduyu Kazan üzerine gönderdi ve 2 Ekim 1552 yılında Kazanı ele geçirdi. Kazan'ın kaybedildiğini gören Kırım Hanı Devlet Giray, Moskova'ya karşı amansız bir savaş dönemi açtı. Hatta bir aralık Moskova önüne kadar gelerek şehrin dış mahallelerini yaktı. Bu dönemde Osmanlı topçusu da kendisine destek vermekteydi. Ancak Rus yayılmasının önü alınamıyordu. 1554 yılında Çar IV. İvan, Astrahan Hanlığı'nı da imparatorluğuna kattı. Orta Asya'dan gelen kervanların ve Hazar Denizi yoluyla İran ticaretinin transit merkezi olan Astrahan'da bir kale yaptırarak oraya Kazakları yerleştirdi ve ardından Kafkasya'ya sarktı. Doğu Avrupa'da Altınorda'nın varisliği davasını kaybeden Kırım Girayları, Rusların ilerlemesini durdurmak için; "Ruslar, Kazan ve Astrahan'daki camileri kiliseye çeviriyor." diye haberler yayarak Osmanlı'yı kışkırtıyordu. Ruslar ise bu durumun doğru olmadığını iddia ediyor ve Osmanlı ile karşı karşıya gelmekten çekiniyordu. Olan olmuş, Rus Çarlığı kurularak Volga havzasını tamamıyla ele geçirmişti. Artık Kafkaslar ve Karadeniz, Rus tehdidi altındaydı.


SOKULLU'NUN DON-VOLGA PROJESİ ve ASTRAHAN'A GÖNDERİLEN KUVVETLER


Rusların Kazan'ı, Astrahan ve Aşağı Volga'yı kontrol altında tutmaları; Orta Asya müslüman tüccar ve hacılarının bölgedeki hareketlerini büsbütün sınırlandırmış, hatta ibadet için geçişleri bile engellenmeye başlamıştı.

Osmanlı Sadrazamı Sokullu Mehmed Paşa; Rusların Volga Havzası'ndaki hakimiyetlerini kırmak, bölge müslümanlarına verdiği zararı önlemek, bu bölgedeki tüccar ve hacılara güvenli seyahat sağlamak, Safevilerin yönettiği İran'a karşı kuzeyden baskı kurmak ve Kırım Hanlığı'nı daha iyi kontrol altına almak gibi stratejik amaçlarla kuzey bölgesine bir sefer düzenleme kararı aldı. Esasen Kırım ve kuzeyinde bulunan Volga Havzası'ndaki gelişmeler; Osmanlılar tarafından endişeyle takip edilmekte, birçok cephede savaşan Osmanlı Devleti, bu sefer için uygun bir ortam aramaktaydı. Nitekim 1569 yılında Don Nehri yoluyla bir ordu ve hafif donanma gönderildi. Sokullu, Don ve Volga Irmaklarını en yakın noktasından birleştirmek için kanal açma çalışması başlattı. Böylece donanma Volga'ya geçirilerek oradan Astrahan'a asker sevk edilmesi sağlanacaktı. Ancak başlanan kanal çalışmaları; Kırım Hanı'nın oyalaması ve Rusların çıkardığı engeller yüzünden tamamlanamadı. Bir süre sonra kanal projesinden vazgeçildi.

Öte yandan Astrahan önüne gelen Osmanlı ordusu, Rusların müthiş direnciyle karşılaştı. Erzaklarının ve ağır toplarının olmaması yüzünden kuşatmayı kaldıran Osmanlı ordusu, Azak Kalesi'ne doğru perişan bir biçimde çekilmek zorunda kaldı.

13. yüzyılın başından itibaren siyasi ve askeri gücü artan bir Rusya ortaya çıkmıştı. Daha 1617 yılında Rus ordusu üstün nitelikli yivli tüfekler kullanıyordu. Hakimiyetini Uralların ötesine taşımayı başaran Ruslar, Orta Asya hanlıklarını da birer birer hakimiyetleri altına aldılar. Nihayet 1637 yılında stratejik öneme sahip Azak Kalesi'ni zapt ettiler. Ruslar, bu geçici işgalden sonra da Kırım'a sarkmayı hiçbir zaman akıllarından çıkarmadılar.




Ahmet Meral’in Kısa Dünya Tarihi adlı kitabından alıntılanmıştır.

8 Mayıs 2024 Çarşamba

DÎNİ SÖZLÜK “L”

 




LİÂN:


Lânetleşmek, erkeğin zevcesini (hanımını) zinâ etmekle suçlaması veya bu çocuk benden değildir demesi hâlinde dört şâhid getiremezse, zevcenin isteği üzerine eşlerin hâkim huzûruna çağrılarak usûlüne uygun (âyet-i kerîmedeki bildirildiği şekilde) karşılıklı yemîn etmeleri ve lânetleşmeleri. Buna mulâane de denir.


Liân için önce erkek "Sözüm doğrudur" diye yemin eder. Dört kerre tekrar eder, beşincide; "Yalan söylüyorsam Allahü teâlânın lâneti benim üzerime olsun" der. Sonra kadın dört defa; "Allah şâhidim olsun ki, bu adam bana zâni (zinâ edici) demekle yalan söyledi" diye yemin eder. Beşincide; "Doğru söyledi ise, Allahü teâlânın gadâbı benim üzerime olsun" der. Sonra hâkim bunları bir talâk-ı bâin ile ayırır. Liân yapıldıktan sonra, adam sözünden dönerek veyâ başka bir afîfe kadını kazf ederek (zinâ isnâd edip isbat edemeyip) had cezâsı uygulanmadıkça eski hanımıyla tekrar hiçbir zaman evlenemez. (M. Mevkûfâtî)


LİFÂFE:


Kefenin bir parçası.


Lifâfe baştan ve ayaklardan aşırı uzunlukta olup kefenin en geniş parçasıdır. Baş üstünden ve ayak altından uçları büzülüp bezle bağlanır. (Halebî)


Kadının kefeni beş parça olup sünnettir: Kamîs, izâr, lifâfe, himâr ve göğüs bezidir. (Halebî)


LİVÂ:


Sancak.


Peygamber efendimizin râyesi, bayrağı siyâh idi. Livâsı daha küçük olup, beyaz idi. (İmâm-ı Kastalânî)


Peygamber efendimizin livâsının üzerinde "Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah" yazılı idi. (Ebü'l-Ferec ibni Cevzî)


Tebük seferinde Resûlullah efendimiz, en büyük livâsını hazret-i Ebû Bekr'e ve en büyük bayrağını da Zübeyr bin Avvâm'a verip taşıttırdı. (Vâkıdî)


Livâ-i Hamd:


Hamd (şükür) sancağı. Kıyâmet gününde, canlılar dirilip, Arasat meydanında toplanınca, Allahü teâlâ tarafından Peygamber efendimize ihsân edilecek olan ve altında bütün inananların toplanacağı sancak-ı şerîf.


Kıyâmette herkes sustuğu zaman ben söyleyiciyim. Kimsenin kımıldayamadığı vakitte onlara şefâat ediciyim. Kimsede ümid kalmadığı zamanda onlara müjde vericiyim. O gün her iyilik, her türlü yardım, her kapının anahtarı bendedir. Livâ-i hamd benim elimdedir. İnsanların en hayırlısı en cömerdi en iyisiyim. O gün emrimde binlerce hizmetçi vardır. Kıyâmet günü peygamberlerin imâmı, hatîbi ve hepsine şefâat edici benim. Bunları öğünmek için söylemiyorum. (Hadîs-i şerif-Tirmizî, Dârimi-Mişkât)


Allahü teâlâya sığınarak ve O'ndan yardım dileyerek bildiriyorum ki, Muhammed aleyhisselâm Allahü teâlânın resûlüdür, peygamberidir. Âdemoğullarının seyyidi, efendisidir. Kıyâmet gününde kendisine uyarak Cehennem'den kurtulanların en cömerdidir. Kıyâmet günü kabirden ilk önce o kalkacaktır. İlk önce o şefâat edecektir. İlk önce O'nun şefâati kabûl olunacaktır. Cennet kapısını önce o çalacaktır. Kapı O'na hemen açılacaktır. Livâ-i hamd denilen sancak O'nun elinde bulunacaktır. Âdem aleyhisselâm ve O'nun zamânından Kıyâmete kadar gelen her mü'min, Livâ-i hamd sancağı altında toplanacaktır. (İmâm-ı Rabbânî)


LİVÂTA:


Erkekler arasındaki cinsî sapıklık. Homoseksüellik.


Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:


Sizden önce âlemlerden hiçbirinin yapmadığı hayâsızlığı mı yapıyorsunuz? (A'râf sûresi: 80) Tefsîr âlimleri buradaki çirkin işin livâta olduğunu bildirdiler. (Celâleyn)


Lût kavmi gibi livâta yapanları, suç üstü yakalarsanız, ikisini de öldürünüz. (Hadîs-i şerîf-Birgivî Şerhi)


Erkek, erkek ile livâta yaparken arş titrer, sallanır. Melekler de bu iğrenç işe muttali (haberdâr) olup, yâ Rabbî emr etsen de, yeryüzü o ikisini ta'zir etse (cezâlandırsa), gökyüzü onların üzerine taş yağdırsa derler. Allahü teâlâ; "Ben (hilm sâhibiyim) acele etmem. Benden bir şey kaçmaz" buyurur. (Hadîs-i şerîf-Hüsn-üt-Tenebbüh)


Üç şeyden dolayı, Allahü teâlâ gadaba gelip Arş titrer. Haksız yere adam öldürme, erkeğin erkeğe, kadının kadına gidip livâta yapmasıdır. (Ebû Tâlib Mekkî)


Livâta yapanlarda çok tehlikeli olan İt uru ve Aids hastalığı hâsıl olmaktadır. (Seâdet-i Ebediyye)


LOKMAN HAKÎM:


Allahü teâlâ tarafından kendisine ilim ve hikmet; akıl, anlayış, idrâk verilen peygamber veya velî. Kur'ân-ı kerîmde ismi zikr edildi. Dâvûd aleyhisselâm zamânında Arabistan Yarımadası'nın Umman taraflarında yaşadı. Uzun bir ömür yaşadıktan sonra ibâdet hâlindeyken Kudüs ile Remle arasında vefât etti.


Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:


Muhakkak biz Lokman'a hikmet verdik ve sana verilen hikmet nîmetine şükret dedik. (Lokman sûresi: 12)


Lokman, oğluna nasîhat ederek dedi ki: "Ey oğulcuğum! Allahü teâlâya şirk (ortak)


koşma. Çünkü şirk elbette büyük bir zulümdür. (Lokman sûresi: 13)


Lokman, peygamber olmayıp ibâdet eden bir kuldu. Allahü teâlâ onu günâhlardan korudu. Çok tefekkür ederdi. Îmânı kuvvetli idi. Allahü teâlâyı sever, Allahü teâlâ da onu severdi. Allahü teâlâ ona hikmet (akıl, anlayış, idrâk, ilim) ihsân eyledi. (Hadîs-i şerîf-Hilyet-ül-Evliyâ)


Lokman Hakîm, Dâvûd aleyhisselâm zamânında Arabistan Yarımadasının Umman taraflarında yaşadı. Dâvûd aleyhisselâmın peygamberliğinden önce Lokman Hakîm müftî idi. Davûd aleyhisselâm peygamber olduktan sonra, Lokman Hakîm ondan ilim öğrendi. Dâvûd aleyhisselâma ümmet oldu. Lokman Hakîm cenâb-ı Hak tarafından peygamberlik ve hakîmlikten birini seçmek için serbest bırakılınca, hikmeti seçti. Sebebi sorulunca; peygamberlik büyük bir iştir, hakkını yerine getiremem diye korktum dedi. Allahü teâlâ tarafından kendisine ilim, hikmet, akıl, anlayış verildi. (Katâde)


Lokman Hakîm'in hikmetli nasîhatlerinden bâzıları şöyledir:


Ey oğulcuğum! Namazını dosdoğru kıl. İyiliği emret. Kötülükten nehyet. Sana (bu yüzden) isâbet eden şeylere sabret. Çünkü bunlar kat'î (kesin) sûrette farz edilen işlerdendir. (Lokman sûresi: 17)


Ey oğlum! Dünyâ derin deniz gibidir. Çok insanlar onda boğulmuşdur. Takvâ (Allahü teâlâdan korkup haramlardan sakınmak) gemin, îmân, yükün, tevekkül (Allahü teâlâya güvenmek) hâlin, sâlih (iyi) amel, azığın olsun. Kurtulursan Allahü teâlânın rahmetiyle, boğulursan, günâhın sebebiyledir.


Ey oğlum! Borçlu olmaktan sakın. Çünkü gündüz zillet (aşağılık), gece gam ve keder içinde olursun.


Ey oğlum! Merhâmet eden merhâmet bulur. Sükût eden selâmete erer. Hayır söyleyen kâr eder. Kötü konuşan günâhkâr olur. Diline hâkim olmayan pişman olur.


Çalış, kazan, çalışmayıp herkese muhtâc kalanın dîni ve aklı noksan olur ve iyilik etmekten mahrûm kalır ve herkesten hakâret görür. (Ahmed Sâvî, İmâm-ı Gazâlî)


LOKMAN SÛRESİ:


Kur'ân-ı kerîmin otuz birinci sûresi.


Lokman sûresi, Mekke'de nâzil oldu (indi). Otuz dört âyet-i kerîmedir. Lokman aleyhisselâmın kıssası anlatıldığı için, sûre bu ismi almıştır. Sûrede; Kur'ân-ı kerîmin iyilere hidâyet ve rahmet vesilesi olduğu, iyilerin husûsiyetleri ve mükâfâtları, kötüler ve uğrayacakları azâb, Lokman Hakîm'in oğluna nasîhatları, Allahü teâlânın ilminin ve kudretinin sınırsızlığı bildirilmektedir.


Allahü teâlâ Lokman sûresinde meâlen buyuruyor ki:


Lokman (aleyhimürrahme) oğluna nasîhat ederek dedi ki; "Ey oğulcuğum! Allahü teâlâya şirk (ortak) koşma! Çünkü şirk; elbette büyük bir zulümdür. (Âyet: 13)


Kim Lokman sûresini okursa, Lokman'a (aleyhimürrahme) kıyâmet günü refîk (arkadaş) olur. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)


LUKA İNCÎLİ:


Meşhûr dört İncîl'den biri. Antakyalı papas Luka tarafından yazıldığı için bu ad verilmiştir. Şimdi elde bulunan İncîllerin en yanlış olanıdır.


Hıristiyanların, İncîl dedikleri dört çeşit kitab, Allahü telânın Cebrâil aleyhisselâm ile Îsâ aleyhisselâma gönderdiği asıl İncîl-i şerîf değildir. Bu dört kitab, Îsâ aleyhisselâm göke kaldırıldıktan sonra dört kimse tarafından sonradan yazılmışlardır. Bunlardan biri, Matta'nın yazdığı İncîl, ikincisi, Markos'un havârîlerden işittiklerini yazdığı İncîl, üçüncüsü, Antakyalı bir papaz olan Luka'nın yazdığı İncîl, dördüncüsü yine havârîlerden olan Yuhanna tarafından yazılan İncîl'dir. Allahü teâlânın gönderdiği İncîl, bir kitâb idi. Bu mukaddes kitâbda ihtilâflı, uygunsuz yazılar yok idi. Sonradan yazılan dört kitab ise birbirlerine uymayan yalanlarla doludur. (İmâm-ı Kurtubî-Harputlu İshâk Efendi)


Luka İncîli'ni yazan Antakyalı papaz, Îsâ aleyhisselâmı görmedi. Îsâ aleyhisselâm göke kaldırıldıktan sonra yahûdî dönmesi Bolüs tarafından Îsevî dînine alınmıştır. Bolüs'ün zehirli fikirleriyle aşılanarak şimdi elde bulunan dört İncîl'den en yanlışını yazmıştır. (Rahmetullah Efendi)


Luka, kendi zamânında pekçok kimsenin İncîl yazdığı bir sırada, kendi adıyla anılan İncîli'ni yazmıştır. Luka, Havârîlerin kendi elleriyle yazdıkları hiçbir İncîl bulunmadığına işâret ederek, kendi yazdığının da asıl İncîl olmadığını, Luka İncîli'nin birinci bâbı başında bildirilmiştir. (Rahmetullah Efendi, Harputlu İshâk Efendi)


LUKATA:


Yolda veya başka bir yerde bulunup da, sâhibi bilinmeyen mal.


Lukata, bulanın elinde emânet hükmündedir, yâni o mal, mülk edinmek için değil, başkası nâmına muhâfaza etmek (korumak) için alınır. Ancak sâhibi bulunmazsa ve fakir ise kendi kullanır; değilse fakir akrabâlarına verir. (İbn-i Âbidîn)


Lukata; hastanelere ve fakîrlerin cenâzelerini kaldırmaya sarf edilir (harcanır). Çalışamayacak hâlde olan kimsesiz fakirlere verilir. Sâhibine vereceğinden emîn olanın, korumak için alması sünnettir. Yerde helâk olacaksa, alması farz olur. Bulan fakir ise, kendi kullanabilir. Sâhibi sonra çıkarsa, ya kabûl eder, yâhut bulana tazmin ettirir (ödettirir). (Kâsânî-Burhâneddîn Mergînânî)


LÛT ALEYHİSSELÂM:


Kur'ân-ı kerîmde ismi bildirilen peygamberlerden. Bugün Ürdün ile Filistin arasında bulunan Lût gölü yanındaki Sedûm şehri halkına peygamber olarak gönderildi. İnsanlara İbrâhim aleyhisselâmın dînini tebliğ etti.


Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:


Lût (aleyhisselâm), kavmine; "Bu âlemde sizden önce hiç kimsenin yapmadığı hayâsızlığı mı yapıyorsunuz? Siz kadınları bırakıp şehvetle erkeklere varıyorsunuz. Doğrusu çok aşırı giden azgın bir kavimsiniz" dedi. (A'râf sûresi: 80, 81)


Lût kavminin işini (livâta) yapan mel'ûndur. (Hadîs-i şerîf-Ahmed bin Hanbel)


Benden sonra ümmetim hakkında en korktuğum şey; Lût kavminin yaptığını yapmalarıdır. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî, İbn-i Mâce)


İbrâhim aleyhisselâmın kardeşinin oğlu olan Lût aleyhisselâm bugün Ürdün ile Filistin arasında bulunan Lût gölü yanındaki Sedûm şehri halkına peygamber olarak gönderildi. İnsanlara İbrâhim aleyhisselâmın dînini tebliğ etti. Onları Allahü teâlâya îmân ve ibâdet etmeye dâvet etti ve yaptıkları çirkin işten (livâtadan) sakındırdı. Onlara birçok Mûcizeler gösterdi. Kavmi onun dâvetini dinlemeyip, gittikçe azgınlaştı. Karısı da onu dinlemedi. Lût aleyhisselâm Allahü teâlânın emri ile kendisine inananlarla birlikte şehirden çıktı. Allahü teâlâ şehri yerin dibine batırmak sûretiyle o kavmi helâk etti. Lût aleyhisselâm kavminin helâkinden sonra, Şam bölgesine gidip, amcası İbrâhim aleyhisselâmın yanında yedi sene kaldı. Sonra Hicâz'a gidip seksen yaşında orada vefât etti. (Taberî, İbn-ül-Esîr, Nişâncızâde)


LÛTÎ:


Lût kavminin çirkin işini (livâta) yapan.


LÜTF:


İhsân, iyilik.


Bir kula dîni hakkında Allah tarafından bir nasîhat gelirse; bu nasîhat, Allah tarafından kendisine gönderilmiş bir nîmet ve lütuftur. Onu kabûl eder ve gereğini yerine getirirse, ne güzel; kabûl etmezse, günâhının çoğalması ve Allah'ın gazâbının çoğalması bakımından onun aleyhinde bir delîl olur. (Hadîs-i şerîf-Mevâiz-ül-Hulefâ)


Akşam namazından sonra yatsı vakti girmeden iki rek'at namaz kılan, ilk rek'atında bir Fâtiha ve bir Âyetel-kürsî ve beş kere İhlâs-ı şerîfi okuyup, ikinci rek'atta bir Fâtiha ve Bekara sûresinin son üç âyetini okuyan ve böylece bu namazı îfâ eden kimseye Hak teâlâ hazretleri Cennet'te bir mevki lütf eder ve her rek'atı için bir şehid sevâbı ve her âyet için de bir köle âzad etmiş sevâbı verir. (Hadîs-i şerîf-Miftâh-ul-Cenne)


Ey lütf ve ihsanı bol Allah'ım! Bizi dünyâda ve âhirette kimseye muhtâc etme! (İmâm-ı Rabbânî)


Beni sen yoktan vâr ettin yâ Rabbî

Nice nîmetler lütf ettin yâ Rabbî.


(Muhammed bin Receb)


Dertli oldum, ol 

Hüdâdan derde derman isterim 

Âcizim bâb-ı atâdan lütf ü ihsân isterim


(M. Sıddîk bin Saîd)


Kıyâmet günü, Allahü teâlâ lütfunu ortaya koyup meâlen; "Âlimler benim yanımda Peygamberlerim gibidir." Âlimlere hitâben; "Dilediğiniz kimselere şefâat ediniz" buyurur. (İmâm-ı Gazâlî)


Mârifet, nûrunun himâyesine sığınmayıp da, öldükten sonra, şehvet ateşinin canını yakmasından, Allahü teâlânın lütfü ve merhameti ile kurtulacağını sanan bir kimse, kalın elbisesinin himâyesine girmeden, kışın soğuğunun, Allahü teâlânın lütfü ile kendisini üşütmeyeceğini sanan kimseye benzer. Allahü teâlâ, birçok faydaları sağlamak için, kışı yaratmış ise de lütf ve merhamet ederek elbise yapacak şeyleri ve bunları yapacak akıl da yaratmıştır. (İmâm-ı Gazâlî)

5 Mayıs 2024 Pazar

AVRUPA REFORM HAREKETLERİ

 


PROTESTANLIĞIN DOĞUŞU


Reform; kelime anlamıyla; «bir şeyin aslını bozmadan onda yapılan değişiklikler» şeklinde tarif edilirse de ıstılahi olarak; 16. asırda Batı Avrupa hıristiyan dünyasında, Katolik Kilisesi'ne karşı gelişen başkaldırı hareketleri ve mezhebi mücadelelerin geneline verilen addır.

Putperest Roma İmparatorluğu üzerinde gelişip serpilen Hıristiyanlık, Roma putperestliğini uzun ve çileli mücadeleler sonucunda alt etmeyi başarmış ve imparatorluk topraklarında nüfuz ve etkisini artırmıştı. İmparator Konstantin'in 313 yılında Miano Fermanı'nı yayınlamasıyla da hıristiyanlar geniş imparatorluk topraklarında serbestçe dini ritüellerini yerine getirme hakkı elde etmişlerdi. Yeni din, baskıların azalmasıyla hızla yayılışını sürdürdü. Nihayet 380 yılında İmparator Theodos zamanında tüm Roma İmparatorluk topraklarında Hıristiyanlık resmi din haline geldi. 

İmparatorların, kitleleri hıristiyanlaştırma misyonunu üstlenmesi sayesinde, Roma; büyük bir Hıristiyan İmparatorluğu haline geldi. Ancak Orta Doğudan İngiltere'ye kadar Akdeniz'i tam bir göl haline getiren İmparatorluk topraklarında siyasi münakaşalar eksik olmuyordu. İstanbul şehrinin kurulmasının ardından Roma İmparatorluğu 395'te Doğu ve Batı Roma İmparatorluğu olarak fiilen ikiye ayrıldı. Siyasi çekişmeler, tarih boyunca olduğu gibi Hıristiyanlığın da geleceğini olumsuz etkilemiş ve zamanla; İstanbul Kilisesi, Doğu Roma İmparatorlarının tesiri altına girerek, Papanın otoritesinden tamamıyla bağımsız hale gelmişti. Artık Ortodoksluğu temsil eden Doğu Hıristiyanlığı ve Katolikliği temsil eden Roma kesin çizgilerle birbirinden ayrılmıştı. Böylece, Balkanlar ve doğusunda kalan tüm Ortodoks Hıristiyanlar; İstanbul'da siyasi olarak Bizans İmparatoru'na, dini olarak da İstanbul Patriği'nin otoritesine tabi olmuştu. Batıda ise, Roma'da oturan Papa; kendisini daima, dünya hıristiyanları üzerinde sadece ruhani değil, cismani yönden de tam yetkiye sahip bir otorite olarak görmekteydi. Bir başka ifade ile anlatılmak gerekirse Papa; ya doğrudan doğruya dünyevi iktidarı elinde tutmalı, ya da dünyevi iktidarı elinde tutanlar meşruiyetini Papadan almalıydı. Nitekim; 800 yılında Papa, Şarlman'a taç giydirerek onu Mukaddes Roma İmparatorluğu'nun hakimi ilan etmişti.

Batı dünyasında Papa, Orta Çağ boyunca; dini, kültürel, siyasi ve sosyal yönden mutlak bir otorite olarak kabul edilmekte, karizmatik bir konumda bulunmaktaydı. Katolik Roma Kilisesi; Haçlı Seferlerinde yüz binleri harekete geçirebilmekte, kralları bu seferlere sürükleyebilmekte, manastırlarda bir tür hıristiyan militanı sayılabilecek şövalyeler yetiştirerek Mukaddes Kilisenin emrinde hazır tutabilmekteydi. Bilim adamları ve sanatçılar; bu muazzam güç ve otoritenin kontrolünde eserler vermekte, tüm tavır ve davranışlarında aforoz tehdidini daima göz önünde bulundurmak mecburiyetinde hissetmekteydiler.


REFORM ÇAĞINDAN ÖNCE KİLİSEYE YÖNELEN İTİRAZLAR


Katolik Kilisesi'nin bu muazzam gücüne rağmen, yer yer bu otoriteye mevzii isyanlar ve itirazlar da olmaktaydı. Daha çok siyasi güçlerce desteklenen bu hareketlerde; Katolik Kilisesi'nin uygulamalarına karşı tavır alınmakta, eleştiriler Katolik akidesinden çok, din adamlarının yanlış tavırlarına odaklanmaktaydı. Orta Çağ'ın sonlarında yaşamış olan meşhur İngiliz reformcu vaiz John Wyclif(l329-1384); Oxford Üniversitesinin önde gelen fılozoflarındandı. Katolik Kilisesi'ne karşı net bir tavırla karşı gelmiş ve etkili bir hareket başlatmıştı. Hükümetin «yozlaşan din adamlarının mallarına el koyması» uygulamasına destek vermekle kalmadı Kilisenin Orta Çağ'a ait öğretilerine karşı sert eleştiriler ihtiva eden yayınlarda bulundu. John Wyclif; etkisi daha sonra büyük olacak olan önemli bir adım atarak, Kitab-ı Mukaddes'in Latince çevirisi olan Vulgate'yi İngilizceye çevirdi. Yazdıkları, ateşli vaazları ve ders halkalarındaki etkili konuşmalarıyla çok büyük kalabalıkları kendine bağlamayı başardı. Güçlü bir biçimde taraftarlarını örgütledi ve böylece; «Mırıldananlar» ya da «Mırıltıcılar» anlamına gelen «Lollardcılık» adını alan bir hareket ortaya çıktı. Zamanla dini ve siyasi baskı altına alındıysa da; bu akım, bir sonraki yüzyılda meydana gelen Reform Hareketleri'nin tetikleyicisi oldu. Bilhassa Almanya'da ortaya çıkan Luthercilik akımının yolunu hazırladı.

Büyük Reform öncesinin batıdaki en etkili muhaliflerinden biri de Çek asıllı Jan Hus (1374- 1415) idi. Bir rahip olarak atandığı Prag'da ferdi dindarlık ve erdemli hayatla ilgili vaazlarıyla tanındı. Wyclif'den etkilenerek Kitab-ı Mukaddes'in önemini sürekli vurgulamakta, din adamlarının da bu metinlerin dışında din ihdas edemeyeceğini her platformda seslendirmekteydi. Din adamlarının yolsuzluklara bulaşmasını kınamaktaydı. Onları resimlere tapınmakla, sahte mucizelere inanmakla ve Rabbin sofrasında kilise şarabını halkla paylaşmamakla suçladı. Günahların para karşılığı bağışlanmasına da şiddetle karşı çıkmaktaydı. Bu tutum ve davranışlarının ve Prag'ı yoğun tartışmaların merkezi haline getirmesinin bedelini, çok ağır ödedi. Görüş ve düşüncelerini savunmasına fırsat verilmeden yargılandı ve kazıkta yakılarak ölüme mahkum edildi. Ancak kahramanca ölümü, Çek halkının milli duygularını uyandırdı ve Bohemya'da Husçu Kilisesi kuruldu.

Büyük Reform Hareketleri'nden önce başlayan bir diğer reform kıvılcımı da İtalyan vaiz Girolamo Savonarola (1452-1498) tarafından tutuşturulmuştu. Medici ailesinin Floransa'dan kaçmasının ardından yıldızı parlayan Savonarola, Katolik Kilisesi'ne karşı faaliyetlerde bulunarak Vergi Reformunu başlattı, yoksullara yardım etti ve Yargı Reformunu gerçekleştirdi. Etkili vaazlarıyla sanat ve eğlence merkezi haline gelmiş Floransa'yı adeta bir manastıra dönüştürdü. Papa VI. Alexandır'ı ve «yoldan çıkmış Papalığı» kınaması, kendisiyle beraber tüm Floransa'nın da aforoz edilmesine yol açtı. Kiliseye karşı çıkışının bedeli, gerçekten çok ağır oldu. İdam edilen Savonarola 16. yüzyılda gelişen Protestan hareketlerinin önünü açan sembol isimlerden kabul edilmektedir.

Öte yandan matbaa, Protestan Reformu'nun hızla yayılmasında önemli bir rol oynadı. İlk Alman reformcularının (Luther, Melanchthon) yazıları birkaç hafta içinde oldukça geniş bir kesime ulaşarak kısa bir süre sonra Paris ve Roma gibi hıristiyan başkentlerinde okundu. Matbaacılar, yazarı belli olmayan Benefıcio di .Christo isimli kitabı 1543 yılında yayınlamış ve sadece Venedik'te 40 bin adet satmışlardı. Kısacası matbaa Protestan Reformunun yolunu açan en önemli kültürel faktördü. Erasmus'un dini yazıları da bu büyük değişimin önünü açmaktaydı. Erasmus şöyle diyordu:

"Keşke mukaddes yazılar bütün dillere çevrilebilseydi. Böylece yalnız İskoçlar ve İrlandalılar değil Türkler ve Araplar da onları okuyup anlayabilirdi. Çiftçi, toprağı sürerken onları söylesin, dokumacı mekik sesleri arasında mırıldansın, yolcu yolculuğun tekdüzeliğini onların hikayeleriyle atsın istiyorum."




MARTİN LUTHER «SÖZLERİMİN ARKASINDAYIM»


Avrupa tarihinin ve insanlık tarihinin en önemli kilometre taşlarından biri kabul edilen Reform Hareketleri, dünyayı sadece din alanında etkilemekle kalmadı; Almanya'da başlayan bu hareket, siyasi, içtimai, ekonomik ve entelektüel çok köklü sonuçlar doğurdu.

Esasen her şey Wittenberg Üniversitesinde ilahiyat profesörü olan Martin Luther'in 1511 yılında gerçekleştirdiği İtalya seyahati ile başladı. İnanmış ve Katolik ilkelerle yetişmiş iyi bir hıristiyan olan Luther; bu seyahati sırasında Roma Kilisesi'nde gördüklerine çok şaşırdı ve din adamlarının hayatlarıyla, inandığı değerler arasında uçurumlar olduğu kanaatine vardı. Üst seviyedeki din adamlarının aşırı lüks ve debdebe içinde yüzmeleri; halktan çeşitli bahanelerle cennet karşılığı para talep etmeleri; din adamlarının, Hz. İsa'nın “Dağ Vaazı”nda ortaya koyduğu hayat hedeflerine taban tabana zıt bir hayat içinde olmaları; Luther'e çok büyük bir hayal kırıklığı oluşturdu. Şüphesiz Reformcuların tüm din adamlarına yönelen bu eleştirilerini hak etmeyen, keşişler, papazlar ve din görevlileri bulunsa da; Papa ve kilise ileri gelenlerinin elleri, içinden çıkmamacasına, halkın cebine uzanmaktaydı. Nitekim Kilise; önceden yapılmış günahların bedeli olan cezanın bazı bağış ve kefaretlerle, ertelenebileceğini söylemekteydi. Hatta Papa IV. Sixtus, 1476 yılında araftaki ruhlar için de endüljans satın alınabileceğini açıklamıştı. Nitekim Rahip Johann Tetzel;

"Paranız Kilise'nin kutusunda tınladığı an, ölmüş sevdiklerinizin ruhları azap yerinden kurtularak cennete doğru uçmaya başlar:' diyerek198 Almanya'daki endüljans satışını ateşli vaazlarıyla yürütmekteydi. Ne yazık ki halk, matbaada basılmış endüljans kağıtlarından satın almak için kilometrelerce uzaklardan geliyordu.

Martin Luther 1517 yılına gelindiğinde kilisenin kurum olarak yozlaşmasına karşı içinde biriken isyanı ve gördüğü çelişkileri, Wittenberg Kilisesi Başpiskoposu Albrecht'e 95 maddede topladığı bir mektupla iletti. Latince kaleme alınan ve kilise kapısına da çakıldığı iddia edilen mektup, manifesto niteliğindeydi. Cesur bir biçimde Katolik Kilisesi'ne itiraz ve isyanları özetlemekteydi:

(...) Papa'nın bağışlamasıyla bir insanın bütün cezalardan kurtulduğunu ve seldmete erdiğini söyleyen endüljans vaizleri yanılgı içindedir.

Zira Papa, Kanuna göre bu hayatta ödenmesi gereken hiçbir cezayı araftaki ruhlar için bağışlayamaz.

Hıristiyanlara; fakirlere hibe veya muhtaçlara yardım etmekle, bağışlanma belgesi satın almaktan daha hayırlı bir şey yaptığı öğretilmelidir.


Hıristiyanlara; muhtaç birisini görmezlikten gelerek parasını bağışlanma belgesi satın almak için harcayanların, Papa'nın endüljansını değil, Tanrı'nın gazabını satın almış oldukları öğretilmelidir.

Yahut: Şimdiki zenginliği en zengin para babalarından daha çok olan Papa niçin, sadece Aziz Petros Kilisesi'ni fakir inananların parası yerine kendi parasıyla inşa ettirmiyor?

Çok geçmeden bu bildiri Almancaya çevrildi ve matbaada çoğaltılarak dağıtıldı. Bu gelişmeler üzerine Luther, Roma'ya çağrıldıysa da siyasi karışıklıklardan istifade ederek bu emre uymadı. Hatta 1519 yılında Leipzig'de, Papanın temsilcisi Johann Eck ile akademik nitelikte bir tartışmada reformist görüşlerini çekinmeden sürdürdü. Luther'in görüş ve düşünceleri matbaa yoluyla yayıldıkça yayılıyor, Katolik Kilisesi'nden sadece ruhen değil her bakımdan kopuş ve uzaklaşma tehlikeli bir boyuta taşınıyordu.

Nihayet Martin Luther; soyluların, Kilisenin ve Mukaddes Roma İmparatorluğundaki şehirlerin temsilcilerinden oluşan Worms Diyeti'nin karşısına çıkarıldı. İmparator Şarlken'in de aralarında bulunduğu topluluğun önünde aforoz ve ceza tehditlerine karşı dimdik bir tavır sergiledi. Fikir ve düşüncelerinden vazgeçmeyeceğini açık bir dille ortaya koydu:

"Kitab-ı Mukaddes ve akıl, bana yanlış yaptığımı söylemedikçe hiçbir fikrimden vazgeçmem, vazgeçemem. Çünkü insanın vicdanının emrettiği şeyi yapmaması ne doğrudur ne de güvenli. Sözlerimin arkasındayım ve geri adım atamam:


ALMANYA'DA REFORMUN YAYILMASI


Bu eleştirilere Katolik Kilisesi kayıtsız kalamadı. Martin Luther'in sözlerini geri alması emredildi. Ve nihayet 3 Ocak 1521 tarihinde aforoz edildi. Luther daha sonra yaşadığı 25 yıl boyunca ardı ardına kitaplar yayınladı. Kolay, anlaşılır ve Almanca olarak kaleme alınan bu kitaplar yoluyla ve Kitab-ı Mukaddes'i tercüme ederek görüşlerini yaydı.

Luther'i; Alman prensleri, dini görüşleri yanında, toprakla ilgili görüşlerinden dolayı da desteklemekteydi ve kendisini kaçırarak sakladılar. Görüş ve düşünceleri, Alman köylüleri arasında giderek yayıldı. Ruhban sınıfına konulan evlenme yasağının insan dürtüsünü denetim altına alma yönünde nafile bir çaba olduğunu; evlenmenin ruhi avantajlar sağladığını ve bu yüzden hemen hemen herkes için en ideal durum olduğunu söylüyordu. Ayrıca, saban süren bir çiftçinin ya da ortalığı süpüren bir hizmetçinin, Tanrı'ya dua edip, nefsine eziyet eden keşişten daha büyük bir ibadette bulunduğunu ifade ediyordu. Latince ve Yunanca profesörü Philipp Melanchthon, Luther'in görüş ve düşüncelerine büyük destek vermekteydi.

1529 yılında Şartken; Luther hareketini, güç kullanarak durdurmaya çalıştı. Ancak bazı Alman prensleri bunu «protesto» etti; böylece hareketin adı «Protestan» oldu. Şarlken koyu bir Katolik olduğu halde, Katoliklerle Protestanlar arasında meydana gelen ve giderek şiddetlenen mücadelelerde mutedil bir yol izledi. Tabii bunda Osmanlı'nın batı için amansız tehdit olarak Orta Avrupa'ya yerleşmesinin de rolü büyüktü. Nitekim Luther'in ölümünden (1546) sonra devam etmekte olan Katolik-Protestan savaşı bir müddet sonra Augsburg Barışı imzalanarak sona erdi. (1555) Buna göre Lutherci prenslere, şövalyelere ve şehirlere; güvenlikleri garanti ediliyordu. Her bölgede Lutheryan ya da Katolik olma hakkı verildi. Böylece Almanyada din savaşları sona erdi. 1555 Augsburg Barışı'ndan sonra Şarlken; «tek bir kilisesi olan birleşik bir imparatorluk yaratma» umudunun sona erdiğini anlayarak tahtını bıraktı. Oğlu Felipe'ye İspanya ve Hollandayı, kardeşi Fernando'ya da Mukaddes Roma-Germen imparatorluk tacını devrederek bir manastıra çekildi ve keşiş oldu .




JEAN CALVİN ve FRANSA'DA REFORM


Luther'in Almanya'da başlattığı Protestanlık hareketinin bir benzeri, Fransa'da Jean Calvin tarafından ortaya kondu ve son derece etkili bir biçimde gelişti. Calvin (1509-1564) Fransa'da doğmuş ve hukuk öğrenimi görmüştü. 1553 yıllarında Protestan oldu ve Cenevre'ye kaçarak «Hıristiyan Dini'nin Bağlayıcı İlkeleri» adlı eserini yayınladı. Reformcu olmakla beraber, oldukça bağnaz fikirler de taşıyordu. Kilise yönetiminde ruhban olmayan kişilerin de yer almasını istemesine rağmen, daha sonra, yönetimini ele geçirdiği Cenevreden, kendisi gibi düşünmeyenleri kovmuş; 1553 yılında teslis anlayışını reddettiği için Michael Servetus isimli bir bilgini yaktırarak öldürtmüştür.

Calvin'e göre; «Kilise, en üstün olandır.»

"Kilise'ye devlet tarafından hiçbir kısıtlama getirilmemelidir:' diyerek kilisenin teşkilatlanmasına Lutherden daha çok önem vermiştir. Calvin; sadece vaftiz, ekmek ve şarap ayinlerini kabul etmiş ve vaftizi; «kişinin Mesih'in yeni topluluğuna kabulü» olarak görmüştür.

Calvin; gücünün çoğunu, Protestanlık içindeki farklılıkları gidermeye harcadı. Hıristiyan teolojisinin çok önemli tartışma alanlarından biri olan kaza ve kader konusunda katı görüşleri savunmaktaydı:

"Tanrı'nın takdiriyle sadece gökleri, dünyayı ve diğer yaratıkları kastetmiyoruz; aynı zamanda insanın amaçları ve iradesi de doğrudan onun belirlediği sona doğru gidecek şekilde yönlendirilmelidir:'

Calvin, «Hıristiyan Dini'nin Bağlayıcı ilkeleri» adlı eserinde özetle şu doktrini savunmaktaydı:

"... Tanrı'nın sonsuz gücü ve hükümranlığı vardır. İnsanlar tamamıyla günahkardır ve doğru yoldan çıkmıştır. Onları sadece İsa Mesih'in affedici gücü kurtarabilir. Kurtarıcı inayet ve Mesih'le bütünleşme imkan ve ihtimali, Tanrı'nın karşılıksız armağanlarıdır:'


İSVİÇRE ve GÜNEY ALMANYA' DA REFORM: ULRICH ZWİNGLİ


Zürih'te şehrin ana kilisesinin rahibi olan Ulrich Zwingli, inancın ve Kitab-ı Mukaddes'in önceliği konusunda Luther ile aynı fikirdeydi; endüljansları eleştiriyor, azizlerin yüceltilmesine karşı çıkıyor, dini tasvirleri ve Meryem'e tapınmayı eleştiren vaazlar veriyordu. Zwingli; Luther'in teklif ettiğinden daha da basit bir ibadet teklif ediyor, kilise süslemelerinin ve (ilahiler hariç) müziğin olmadığı bir töreni savunuyordu. Luther'le bazı konularda ayrılsa da onun sayesinde Reform Hareketleri İsviçre ve Güney Almanya'da yayıldı.


İNGİLTERE'DE REFORM:ANGLİKAN KİLİSESİ


İngiltere'de inanç konusundaki ihtilaflar değil, Papa ile İngiltere Kralı arasındaki anlaşmazlık Reformun önünü açmıştır. Daha önce koyu bir Katolik olan VIII. Henry, siyasi sebeplerden dolayı evlendiği, ağabeyinin dul karısı Katherin'den boşanmak istemiş, ancak Papalık onun bu isteğini reddetmiştir. Bunun üzerine VIII. Henry, 1531'de, kendisini İngiltere Kilisesi'nin mutlak hakimi ilan ederek Papalığa ödenen yıllık vergileri kaldırmıştır.

1549 yılında İngiliz Kilisesi'nin inanç esasları Protestan-Reformcu görüşlerden oluşturulmuş, ancak Katolik Kilisesi de açıkça reddedilmeyerek orta bir yol izlenmiştir. Böylece ibadetlerde Katolik Kilisesi'ne, inanç konularında ise Protestan Kiliselerine benzeyen «Anglikan Kilisesi» olarak adlandırılan yeni bir hıristiyan mezhebi ortaya çıkmıştır. Buna rağmen İngiltere'de Katoliklik tamamen etkisiz hale getirilememişti. Bağnaz ve hoşgörüden uzak bir Katolik, fakat dindar bir kadın olan Kraliçe Mary (1553- 1558) Kardinal Pole'nin yardımıyla İngiltere'de Katolikliği yeniden canlandırmaya ve Papanın etkisini artırmaya çalıştı. Protestanlara karşı sert uygulamalara girişti. Aralarında büyük İngiliz Reformcusu Cranmer, Latimer ve Ridley gibi Protestanlığın tanınmış önderlerinin de içinde bulunduğu yaklaşık 200 piskopos ve araştırmacı, kadın-erkek denmeden kazıklarda yakılarak öldürüldü.

Ancak tüm bu baskılar Protestanlığın gelişimini önleyemedi. Nitekim Mary'nin ardından kraliçe olan ve 45 yıl boyunca İngiliz tahtını yöneten Elizabeth döneminde (1558-1603) Protestanlık yeniden canlanmakla kalmadı, krallığın korumasında kalıcı hale geldi.


REFORMUN; DİNİ SİYASİ, SOSYAL ve KÜLTÜREL ETKİLERİ


Hıristiyan dünyası 16. yüzyıla gelindiğinde yeni bir parçalanma ile karşı karşıya geldi. Reform Hareketleri'nin etkisiyle Katolik Kilisesi çatırdadı ve bünyesinden yeni Protestan mezhepleri ortaya çıktı. Batı Avrupa'da mezhep birliği bozuldu. Protestanlık düşüncesi; Almanya, İngiltere, Fransa, Hollanda, İsviçre, Belçika ve Kuzey Amerika'da farklı ton ve tarzlarda yayıldı.

Fert merkezli dindarlığın öne çıkmasıyla, «Dini hayatın, hayattan kopmadan da yürütülebileceği» düşüncesi; Katolikliğin çile, uzlet ve mahrumiyet düşüncesine galip geldi. Protestanlığın yayıldığı ülkeler, zenginleşti. Cemaati temsil eden Katolik anlayışına karşı, güçlü fert öne çıktı. Düşüncenin önü açıldı. Ayine dayalı Katolik din anlayışı yerine; ameli yönü azaltılmış, inanç yönü ağır basan, din adamlarının baskın olmadığı, İncil tercümeleriyle herkesin ulaşabileceği Protestanlık anlayışı yaygınlık kazandı.

Katolik Kilisesi de ciddi bir öz eleştiri yaparak kendini revize etti. Kaybettiği dindaşlarının açığını kapamak üzere coğrafi keşiflerle ele geçirilen yeni topraklarda faaliyetlerine hız verdi. Güney Amerika, Afrika ve Asya'daki sömürge bölgelerinde yeni kiliseler inşa edildi. Misyonerler yoluyla yeni bir dini heyecanın fitili ateşlendi. Öte yandan Katolikler; Engizisyon mahkemelerini kurarak, ayrılanları, farklı inanç ve düşünce sahiplerini cezalandırma Yoluna gittiler. Bu mahkemelerde zavallı ve savunmasız İspanya müslümanları, yahudiler ve Protestanlar sert bir biçimde cezalandırıldılar. Bu cezalar arasında başta ölüm olmak üzere, sürgün ve kürek mahkumiyeti başı çekmekteydi.

Protestanlık hareketleri, Katolik din adamlarının otoritesini bir daha yerine gelemeyecek bir biçimde sarstı. Avrupa'daki bu gelişmeler, meşruiyetlerini Papadan almak zorunda kalan kralları rahatlattı. Papa ve din adamlarının; hıristiyan devletler üzerindeki ağırlığı azalırken, prens ve hükümdarların ağırlıkları her geçen gün biraz daha arttı. Bu durum; Avrupa'daki devletlerin milli temellere yönelmesine, dini temellerden de uzaklaşmasına yol açtı. Öte yandan, laikliğin de yanlış temeller üzerinde yayılmasının önü açılmış oldu. Dini haklar ve iktidarların yetki alanları; karşılıklı anlaşma ve hoşgörü temelleri esas alınarak düzenlenebilecekken, çatışma, birbirini yok etme ve geriletme zemininde, yanlış bir eksene oturdu.

Başta Almanya olmak üzere Protestanlığın yayıldığı topraklarda, kilise malları yağmalandı. Katolik Kilisesi'nin denetim altında tuttuğu geniş araziler, son derece verimsiz bir biçimde kullanılmakta, yoksul kitlelerin istifade edemeyeceği atıl bir vaziyette bulunmaktaydı.

Reformun etkilediği bir diğer önemli başlık da eğitimdi. Öteden beri Kilise bünyesinde yürümekte olan eğitim ve öğretim faaliyetleri; Reform Hareketleri'nin ardından, din kurumlarının dışına da taştı. Okullaşma süreci hız kazandı. Böylece eğitim, din dışı bilgi ve birikimlerin etkisine açık hale geldi. Zaman içerisinde din-bilim çatışmasının da yolu açılmış oldu.



REFORM HAREKETLERİ ve OSMANLI'YA TABİ HIRİSTİYANLAR


Reform Hareketleri'nden Osmanlı Devleti'nde yaşayan Ortodoks hıristiyanları etkilenmedi. Gerçekten de İslam medeniyeti; ilk yayılış yıllarından itibaren karşılaştığı hıristiyan topluluklarına karşı son derece müsamahakar davranmış; dini inançlarını yaşama, düşüncelerini açıklama gibi en temel insan haklarına müdahale etmediği gibi, kendi inançlarına göre eğitim kurumları açmalarına da izin vermiştir. Hatta hıristiyan kiliselerinin medeni hukuk alanında verdiği kararları da geçerli kabul etmiştir. Bu vicdan hürriyeti anlayışı; kurulan İslam devletlerinde, Emevi, Abbasi, Selçuklu ve Osmanlılarda da hiç bir değişikliğe uğramadan devam etmişti. Oysa İspanyada müslümanlara reva görülen zulümler, öldürme, sürgün ve tecritler, zorla din değiştirtmeler; sadece Katolik olmadığı için insanlara çektirilen eziyet ve işkenceler, insanlık onurunu ayaklar altına alan bir boyuttaydı. Kısacası Avrupayı sarsan «Reform Hareketleri», Osmanlı Devleti bünyesinde kendi cemaatleri çerçevesinde huzur ve güven ortamında yaşayan Ortodokslar için bir anlam ifade etmemekteydi.


REFORM'UN TÜRK AYDINLARINA ETKİSİ


Öte yandan, Reform Hareketleri; Osmanlı yönetimini, sadece batıdaki ilerleyişine etkisiyle ilgilendirmiş, bu açıdan Luther'in başlattığı hareket, olumlu bulunarak desteklenmiştir.

Ancak 19. yüzyıldan itibaren batıda eğitim görmeye başlayan Türk aydınları, Avrupa'nın tesiriyle din-siyaset ve akıl ekseninde İslamda reform olup olamayacağını yoğun bir biçimde tartışmıştır. Fakat zaman içinde; son derece muhkem bir yapı arz eden İslamiyet ve Pavlus'un yorumlarıyla son şeklini almış, teslise dayalı Hıristiyanlık arasında; ne kadar zorlanılsa da benzerlikler kurulamayacağı anlaşılmıştır.

İslamiyet'te günahları bağışlama konumuna çıkarılmış din adamı olmadığı gibi, akide ve amelleri birbirinden tamamen farklı mezhepler de ortaya çıkmamıştır. Çıksa da geniş bir tabana asla yayılamamıştır. İslam mezhepleri, aynı kaynaktan beslenen iman okulları olarak ortaya çıkmış, farklı fıkhi yaklaşımları ise dini hayatın zenginliğini oluşturmuştur. Hiçbir zaman kitleler boyutunda büyük çatışmalar meydana gelmemiştir. Oysa Avrupa'da onlarca yıl süren kanlı mezhep savaşları, insanlığın hafızasında tazeliğini korumaktadır.

1572 yılında sadece Fransa'da Aziz Bartolomeus yortusunda on binlerce Protestan, evlerinde uyuyanlar da dahil, çoluk çocuk ayırt edilmeksizin hunharca öldürülmüştür. Üstelik Paris'te başlayıp Fransa'nın geneline yayılan bu olaylar, iki gün sürmüş ve katliamın ardından; kalanlar, zorla Katolikliğe döndürülmüş ya da sürülmüştür. İslam coğrafyasında; bırakınız mezhepler arası çatışmayı, farklı din müntesipleri arasında bile bu hunharlıkta bir çatışma yaşanmamıştır.

Yirminci asırda ve günümüzde Luther'e özenen bazı sözde İslam alimleri dinde reform adı altında bazı girişimlerde bulunmuş olsalar bile, bu durum; toplumda karşılık bulmamış ve destekten mahrum cılız girişimler olarak kalmıştır. Mesela; camilere sıra yerleştirilmesi, Türkçe ezan ve Türkçe namaz gibi teklifler kadük kalmış ve yokluğa mahkum olmuştur.

İslam'da ihya ve tecdit arayışları ise daha etkili olmuştur. Bu çerçevede tefsir ve meal çalışmalarına ağırlık verilmesi, hadislerin dikkatlice yeniden tasnifi ve temel kaynakların ışığında asrın meselelerine cevap arayışları makul bir zeminde devam etmektedir. Gerek ahlaki ve dini niteliği öne çıkan irfan okulları, gerek dünya çapında ses getiren İslami akımlar, bu çerçevede değerlendirilebilir.


OSMANLILAR ve REFORM HAREKETLERİ


Osmanlı Devleti, Reform Hareketleri'ni çıkışından itibaren dikkatlice takip etmiş ve bu topluluklarla temas yolları aramıştır. Luther akımını, Orta Avrupa hakimiyeti konusunda mücadele içinde olduğu Kutsal Roma Germen İmparatorluğu'na karşı desteklemiş; ayrıca dini taleplerini de yerinde bularak, Katoliklere karşı bu topluluğu, kendi inanç atmosferine daha yakın hissetmiştir. Enteresandır ki, o günkü şartlarda Osmanlı alimleri; Luther yanlılarının görüş, düşünce ve· sapmalarını kısa zamanda yerinde tespit etmiş, bu konularda onları tevhide uygun bir ıslahata davet etmiştir. Protestan beylere gönderilen aşağıdaki mektupta; Papa ve ekibine karşı duruşlarında haklı oldukları, ancak kendilerinden teslis inancını düzeltme konusunda da mesafe almalarının arzu edildiği, açık bir dille ortaya konmuştur. Mektupta, Protestan beylere istendiğinde askeri destek de verileceği va'dedilmiştir:

.. Flandre ve ispanya memleketlerinde Lutheran mezhebi üzere olan beyler ve beyzadeler ve sair Lutheran mezhebi ayanı... mektup vasıl olıcak malum ola ki ruy-i zeminde olan selatin-i ızam mabeyninde hanedan-ı saltanat-unvanımız...

cümleden kuvvetli, kudretli, azametli olup nice taç ve taht sahiplerinin memleket ve vilayetleri ve Akdeniz ve Karadeniz ve hesabı yok nice vilayetlerin padişahlığı bize nasib olmuştur. Biz Cenab-ı Hakk'ın birliğine ve Muhammed Mustafa Efendimiz'in hak peygamberliğine amme-i ehl-i lslam'la itikat ve itimadımız olup siz dahi puta tapmayıp, kiliselerden putları ve suret ve nakılsları reddedip Hak Teala birdir ve Hz. İsa, peygamber ve kuludur; deyu itikat edip... Papa denilen bi-din, Halık'ını bir bilmeyip ve Hz. lsa (a.s.)a tanrılık isnad edip halkın nice kullarını ol tarik-i dalalete sevk edip nice kanlar dökülmesine sebep olmağlasiz, Papalığa kılıç çekip merhamet-i şahanemiz sizin tarafınıza masruf olup, kara ve deryadan her hal ile size muavenet-i hüsrevanemiz zuhura gelmek ve ol zalim-i bi-din elinden sizi halas ve hak dine sevk etmek lazım gelmiştir;

İmdi size olan dostluk ve muhabbetimizin ilamı haylıdan beri maksud-ı hümayunumuz olmuştur; hala yüce asitanemiz kullarından Muharrem nam kulumuz ol tarafın dilini ve ahvalini bilir ve itimad olunur kulumuz olmağın irsal olundu. Vusul buldukta gerektir ki cümle beyler ve Lutheran beyzadeleri ve ayanlarısız dostluğumuzu mukarrer bilip ve hüsn-i ittifakla mezkur kulumuz ile mükaleme ve müşavere edip ağızdan dediği ve kağıt ile bildirdiği cemi-i kelimatını mübarek ağzımdan sadır olmuş gibi mukarrer bilip dahi her ne yılda ve zamanda ittifakla Papa bi-dinine asker çekmek ve cenk etmek murad ediniyorsanız ona göre itimad olunur adamlarınızı yüce asitanemize gönderip mezbur kulumuz ile maan ahvalinizi bildiresiniz. Merkum kulumuz Muharrem'in sağ memesi altında ve sol ayağının inciğinde yarası vardır; ana göre mukayyed olup name i hümayunumuzun aharın eline düşüp hile ve hud'a ile mabeynde olan dostluğu bilip zarar ve gezend eriştirmek ihtimali olmıya vesselam .




Ahmet Meral’in Kısa Dünya Tarihi adlı kitabından alıntılanmıştır.

3 Mayıs 2024 Cuma

Dünyaya Yön Veren Müslüman Bilim Adamları-20

 Ali Bin Rıdvan



Ebul Hasan Ali bin Rıdvan el-Mısri (d. 998 - ö. 1068) Mısırlı Müslüman doktor, fizikçi, astronom ve astrolog olan bilim adamı. Gize’de doğmuştur.


Ali bin Rıdvan Antik Yunan tıbbı, özellikle Yunan hekim Galen’in çalışmaları üzerine çalışmalar yapmıştır. Galen’in Ars Parva adlı eseri üzerine yaptığı tefsir Gerardo Cremonesse tarafından tercüme edilmiştir. Bundan başka 1006 yılındaki Süpernova gözlemleriyle tanınmıştır. Ayrıca tümevarım teorisi üzerine çalışmalar yaparak katkıda bulunmuştur.

Ali bin Rıdvan Avrupalı yazarlar tarafından “Haly ya da Haly Abedrudian” olarak adlandırılmıştır. Ali bin Rıdvan, bir zaman fizikçi ibn Butlan’la girdiği meşhur bir tartışmayla meşgul olmuştur.


Çalışmaları


Batlamyus’un “Tetrabiblos” adlı eserine yaptığı tefsir “De revolutıons nativatatum” (Doğumların Deveranı) Luca Gaurico tarafından düzenlenerek, 1524 yılında Venedik’te basılmıştır.


“Tractatus de cometarum significationibus per xii signa zodiaci” (12. Zodyak Ku-şağındaki kuyruklu yıldızların anlamları üzerine inceleme) 1563 yılında Nürnberg’de basılmıştır.



Dünyaya Yön Veren Müslüman Bilim Adamları

Yazar: Hacı Mahmut Hatun

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak