8 Şubat 2024 Perşembe

İRAN TARİHİ-11

 PERS İMPARATORLUĞU-3


Darius’tan Sonra İmparatorlukta Beliren Buhran


Darius, kral olmadan evvel, ilk karılarından biri olan Gobryas’ın kızından üç çocuğu vardı. Bunların büyüğü olan Artabazan, uzun zamanlar veliahd gibi telâkki edilmişti, ihtimalki Iskitya seferine gittiği zaman babasının yerine İran’da kral naibi olarak kalmıştı. Fakat Mısır isyanı patlak verdiği vakit Darius halefini tayin etmek isteyince Kuraş II ’nin kızı olan zevcesi Atossa kendinden doğan çocukların büyüğü Kşayarşa (Xerxes) yı tavsiye etmiş, onun krallık zamanında doğmuş olmasını ve damarlarında Kuraş'ın kanı bulunmasını bu tercihe sebep göstermişti.

İhtiyarlıkla iradesi zayıflamış olan Darius I, nüfuzlu kraliçenin tesiriyle, tenbel, uyuşuk, sefih, zayıf karakterli, fakat zamanının güzel ve yakışıklı  bir genci olan Kşayarşa’yı veliahd tayin  etmiş olduğundan ölümünü müteakip yerine oturdu (485 - 464) Darius  l ’in Maraton hezimeti haberi bütün imparatorlukta çalkanmış, ölümünden  biraz önce Mısır isyanı patlamıştı.

Süveyş  kanalının açılması yüzünden ticaret yolunun karadan denize geçmesi, Yunan donanmasının korkusundan Fenike denizciliğinin gerilemesi sonucu olarak Babil’de de büyük bir ekonomik buhran baş gösterdiğinden, Mezopotamya da ihtilâle müstait bir duruma gelmişti.

Halbuki Kşayarşa, Pers ordularınının Yunanistan’da uğradığı başarısızlığın sebep olduğu manevi tesiri kavrayacak bir kabiliyette olmadığından, Yunanistan’a yeniden bir sefer açmak üzere babasının devam ettiği hazırlığı bile durdurarak zevke dalmak istiyordu. Mardonius Yunanistan’da imparatorluğun prestijine büyük bir darbe vurulmuş olduğunu anlatarak  nihayet  onu kandırdı. Sefer hazırlığı  yeniden hızlandırıldı.

Fakat ilk önce Mısır’da çıkan ihtilâli bastırmak ihtiyatkârlık olacağından evvelâ buna teşebbüs edildi. Dört sene uğraşılarak nihayet ihtilâl söndürüldü (484). Satrablığa tayin edilen kralın kardeşi Akhamaniş, yeni bir isyan çıkmaması için gereken tedbirleri aldı. Asiler şiddetle cezalandırıldı. Delta tahrip edildi. Fakat bu defada memleketin siyasi durumunda bir değişiklik yapmak kimsenin aklına gelmediğinden prenslerin, kâhinlerin malları, toprakları yine ellerinde kaldı. Bu durum ilerisi için bir  tehlike kaynağı olmakla beraber, o anda bunların sükûnu temin için Akhamaniş'e yardım etmelerini temin etti.

Mısır isyanı bastırıldıktan biraz sonra Şamaş -lrba adında birisi Babil'de isyan çıkararak kendisini kral ilân etti. Fakat birkaç ay muhasaradan sonra şehir alındı. Buranın satrabı olan Megabisos Babil’i yaktı yıktı. Tapınaklar bile soyulduktan sonra yıkıldılar. Babil’in büyük tanrısı Marduk’un altın heykeli İran’a götürüldü. Rahipleri de boğazlandı Halk esir edilerek götürüldü (581). Babil bu tahribten sonra bir daha kalkınamadı.

Kşayarşa artık  serbest kalmıştı. 581 yılı sonbaharında Yunanistan'a sefer hazırlıkları da bitmişti. Orduların kışı Küçük Asya'da geçirmek üzere Kappadokya'da toplanmaları emrolundu . Kşayarşa imparatorluktaki bütün kavimlerin  gönderdikleri erlerden teşekkül eden ordu ile hareket etti. Başta Mızrak, ok yay, ve kılıç ile müsellâh Parsalar, Medler geliyordu. Kissien'ler ile Hirkanyalıların silâhları da böyle idi. Bunlardan sonra bronz miğferler giymiş olan Asurlular geliyordu. Daha arkadan mızrak ve kargıları ile Baktriyan'lılar, Ariler ve Part'lar geliyorlardı. Sivri külâhlariyle ayrılan Sakalar, ok  ve baltalarla mücehhez bulunuyorlardı. Hintliler pamuklu elbiseleriyle; Mekran'lılar, at başlarından yapmış oldukları miğferleriyle ayrılıyorlardı.

 Basra körfezindeki adalar halkı da piyade ve asker göndermişlerdi. Bunlardan başka Mısır ve Asur ordularında görüldüğü gibi araba üzerinde savaşan kıtalar vardı. Erbil bölgesinde yaşayan 'Sagartien'lerden başka yabani eşeklerin koşulduğu arabalara binmiş Hintliler, nihayet Bakteriyanlılar, Hazerdenizi bölgesi halkı, Libyalılar, ve en sonda tek hörgüçlü develeriyle gelen Araplar vardı. Her tümenin başında Parsalardan bir komutan bulunuyordu. Bu bin bir çeşit kavimden teşekkül eden ordunun fiilen idaresine Mardonius memur edilmişti.

Ordunun Yunanistan'da iaşesi için gereken erzak ve malzemeyi götüren 3000 gemi ile sayısı 1207 yi bulan donanma da aynı zamanda hareket etmişti. Donanmada da ordu gibi bir çok ırklara mensup mürettebat bulunuyordu. Bunların en önemlileri, Fenikeliler, Mısırlılar ve Ahamanişler hizmetinde bulunan Yunanlılardı. Her gemiye emniyeti temin için, bir miktar Parsa, Mata ve Saka askeri yerleştirilmişti.

Kşayarşa’nın bu muazzam ordusunun hakiki sayısını bilmiyoruz. Fakat bu ordunun o zamana kadar tanılan orduların en büyüğü olduğu şüphesizdir. Ordu Çanakkale’ye geldiği zaman, donanma da boğaz önüne gelmiş, askerin karşıya geçmesi için gemilerden iki köprü kurmuşlardır. Köprülerden biri 300 diğeri 314 gemi ile yapılmıştı. Gemiler demir atmış ve birbirlerine halatlarla bağlanmıştı. Üzerine halatlardan döşeme yapılmış ve üstleri toprakla örtülmüş, yanlara da parmaklıklar konulmuştu. 

Köprüler Abidos ile Sestos arasında kurulmuştu. Abidos üzerinden boğaza hâkim olan tepeye de beyaz mermerden bir taht konulmuştu. Kşayarşa bu tahta oturarak her tarafı kaplayan muazzam ordusunu gururla temaşa etmişti. Ertesi gün güneş doğarken  Kşaryarşa bir altın kupa içindeki mukaddes mayii güneşe takdim ettikten sonra dökmüş, ordunun üzeri mersin dallariyle örtülen köprülerden geçmesi emrini vermiştir. Kamçı ile sevk edilen askerler yedi gün yedi gece köprülerden geçmişlerdi. Ordu ile birlikte büyük bir kalabalık teşkil eden esirler, arabacılar, deveciler, tâcirler, seyisler de bulunuyorlardı. Komutanların süslü esvablı hizmetkârları, arabalara bindirilmiş karıları, erzak yüklü mekkâreleri de büyük bir yığın teşkil ediyordu. Bütün bu kalabalık karşıya geçtikten sonra, Trakya kıyıları boyunca ilerlemeğe başladı. Fenike, Mısır, Kıbrıs ve lyonya şehirlerinden alınan savaş ve taşıt gemilerine bunların tâkip ettikleri yola müvazi olarak sahil boyunca ilerleme emri verildi. Herodotos, karadan ve denizden sevkedilen askerlerin sayısının beş milyon 280 bine çıktığını söylüyorsa da , o zamana göre bu rakam hakikatin çok üstünde görülmektedir. 

Iran ordusunun hareketini haber alan ve müdafaaya karar veren Yunan şehirlerinin gönderdikleri murahhaslar Korint berzahında Poseidon tapınağı yakınında toplanarak temsil ettikleri siteler adına birlikte harekete and içtiler. Askerlerini, gemilerini komutanlariyle beraber göndermeği taahhüt ettiler. Bütün kara askerlerini bir baş kumandan, bütün deniz kuvvetlerini de bir baş amiral idare edecekti. Baş kumandanlığın İsparta kralına, donanma komutanlığının da yine bir İspartalıya verilmesi kararlaştı.

Fakat bu murahhasların temsil ettikleri siteler dışında kalan Yunan site ve adaları, yani Yunanlıların büyük bir kısmı lranlılara karşı harp etmekten çekinmişlerdi. Hatta Tesalya'lılarla Boioia’lılar Iran hükümdarının hizmetine girmişlerdi. Diğer Yunanlılar tarafsız kalmışlardı. 

lran ordusunun Peloponnesos’a gideceği yol üzerinde üç geçit bulunuyordu. Yunanlılar, ancak buralarda mukavemet edebilirlerdi. Bu geçitlerden biri Tesalya ötesinde (Tempe) ikincisi orta Yunanistan ilerisinde Termopilai, üçüncüsü ise Peloponnesos ilerisindeki Korint berzahı idi. Yunanlılar önce Tempe geçidini işgal etmek teşebbüsünde bulundularsa da, Makedonya kralının lran kuvvetlerinin hareketi hakkında verdiği malûmat, onları bu teşebbüsten vazgeçirdi. Bunun üzerine iran kuvvetleri mukavemetle karşılaşmadan Tesalya’ya girdiler. Komutanlar, ikinci geçit olan Termopilai’da karşı koymağa karar verdiler. Tesalya’dan Fokis’e giden tek yol, deniz ile bir duvar gibi dikine yükselen Kalidum dağı arasında sıkışmış idi. Geçit iki baştan iki arabanın yan yana geçmesine elverişli olmayacak kadar dardı. Bu dar giriş ve çıkış başları arasındaki iki kilometreden fazla mesafe hafif meyilli bir küçük ova idi. Kayalığın dibinden fışkıran kükürtlü sıcak su, yerde sapsarı rusuplar bırakarak akmakta idi. Bu sebebten geçide "sıcak sular kapısı,, anlamına gelen Termopilai adı verilmişti.

Isparta kralı Leonidas maiyetindeki kuvvetlerle burayı tutuyordu. Termopilai önüne gelen Kşayarşa dört gün dinlendikten sonra hücum emrini verdi. Fakat ilk hücum geri püskürtüldü . Bunun üzerine mızraklı on bin seçkin asker hücuma geçti. İki gün devam eden hücuma rağmen bunlar da geçemediler. Savaş yerinin darlığı Iran ordusunun yayılmasına elverişli değildi. Kalkanları daha büyük, mızrak ve kılıçları daha uzun olan Yunanlılar, karşılarına çıkan Iranlıları perişan ederek geri atıyorlardı. Geçidin durumu ve silâhları Yunanlılara büyük bir üstünlük veriyordu. Kşayarşa geçidi nasıl ele geçireceğini düşünürken bir Yunanlı kendisine dağlar arasında Fokis’e inen bir dar yol bulunduğunu haber verdi. Iran komutanlarından Hidam (Hydarne)ın komutasında bulunan kuvvetli bir müfreze yerli Yunanlılardan Efiyaltes (Ephialtes) adındaki bu kılavuzun gösterdiği yoldan geceleyin dağa tırmandı. Yolu muhafazaya memur edilmiş olan Fokis'liler vazifelerini yapamıyarak kaçtılar. İranlılar güneş doğarken Termopilai geçidinin arkasına indiler, tepeler üzerindeki Yunan nöbetçileri bunları görünce Lenonidas’a haber verdiler. O da reisleri toplayarak durumu anlattı. Isparta kanunu bir askerin müdafaaya memur olduğu yeri terk etmesine müsait olmadığından, kendisinin Ispartalılarla müdafaaya devam edeceklerini, fakat başkalarının hareketlerinde serbest olduklarını söyledi. Diğer reisler maiyetleriyle beraber çekilip gittiler. Yalnız Lenonidas komutasındaki 300 Ispartalı ile Thespi ve Thebai şehirlerinden 1100 asker kaldılar. Leonidas muhasara edilmelerini beklemeden Iranlılara hücum etti. Son nefere kadar döğüştüler ve bir tek adam kalmamak üzere hepsi öldüler.

Termopilai’d a savaş olurken 180 gemiden mürekkep Yunan donanması sahilde Artemision burnu civarında bulunuyordu. 1200 gemiden mürekkep olan Iran donanması ise bu burnun kuzeyindeki Magnesie sahilinde idi. Bu sırada başgösteren bir fırtına Iran’lılara zarar vermekle beraber, sayı çokluğu sayesinde iki gün süren deniz savaşı Iran’lıların galebesiyle neticelendi. Yunan donanması geri çekilmek zorunda kaldı. iran ’lıların Yunanistanı istila etmeleri için hiç bir engel kalmamıştı. Atina önüne gelen İran ordusu şehri bomboş buldu. Halk iranlılar gelmeden evvel şehri boşaltmışlardı. Yalnız Akropol kayalığı üzerinde bir miktar fakir Atinalı kalmıştı. Bunlar tepeye çıkmak isteyen iran ’lılar üzerine kaya parçaları yuvarlayarak iki hafta kadar mukavemet ettilerse de, nihayet burası da zabtolundu. Galip iran’lılar Atina ve Akropol tapınaklarını yağma ettikten sonra yaktılar.

Artemision’dan çekilen Yunan donanması Salamin adası ile kara arasındaki Salamin limanına demir atmış, yeniden yardıma gelen gemilerle sayısı 387 yi bulmuştu. Atina’nın iran’lılar tarafından zabtedildiği haberi üzerine amiraller Korint berzahı cıvarına çekilmek istediler.

Fakat Temistokles buna itiraz etti. O akşam başamiral Ispartalı Evripid (Euripides) i bularak amiraller meclisini toplantıya davet etmesini rica etti. Gece toplanan mecliste Temistokles hareket edilmesi aleyhinde bulundu. İranlıların gemileri çok olduğundan açık denizde karşılaşmak tehlikeli olacağını, halbuki Salamin gibi küçük bir limanda Iran gemilerinin hepsi aynı zamanda harbe girmiyeceklerinden galebe ümidi fazla olduğunu ileri sürdü . Sonra da donanma çekilecek olursa, Salamin limanına sığınmış olan Atinalı kadın ve çocukların düşman eline düşeceklerini, bunları feci akibetten korumak için donanmanın hareket etmemesi lâzım geldiğinde direndi. Diğer amiraller bu dar yerde Yunan donanması mağlup olursa hiç bir gemi kurtulamıyacağı gibi, ailelerin de tamamiyle esir düşeceklerini ileri sürerek Temistokles'in teklifini reddettiler. Münakaşa kızıştı. Nihayet kalmağa karar verildi. Fakat, ogün Iran donanmasının Salamin’e gelmekte olduğu haberi alındığından amiraller ikinci defa toplandılar. Bu defa oy çokluğu ile çekilmeğe karar verildi. Temistokles bir hile ile bu kararın tatbikine meydan bırakmadı. Emrivaki karşısında amiraller harp etmek zorunda kaldılar.

Bütün gece her iki taraf hazırlığa devam etti Kşayarşa, denize doğru ilerlemiş bir burunda gümüş tahtına oturarak muharebeyi takip ederken her iki taraf gemileri de birbirlerine saldırmışlardı. İranlılar ,dar bir yerde sıkıştıkları için serbest harp edemiyorlardı. Uzun çarpışmalardan sonra Atinalılar, Fenike gemilerini hezimete uğrattılar. Sonra harp alanından çekilmek isteyen lyonya gemileri üzerine atıldılar. Denizin yüzü gemi enkazı ve insan cesetleriyle örtüldü . Denize düşen Yunanlılar yüzerek karaya çıkıyorlardı. Fakat Iran askerleri yüzme bilmediklerinden boğuluyorlardı. Ertesi gün Yunanlılar yeni bir hücum bekliyorlardı. Fakat böyle bir şey olmadı. Karanlık bastığı zaman mağlubiyeti kabul eden Iran donanması harp alanından çekildi gitti. Yunan gemileri bir müddet bunları takip etti. Deniz harbi Yunanlıların kesin galebesiyle neticelenmişti. 

Bu hezimetten sonra Kşayarşa da çekilmeğe karar verdi. En iyi askerlerinden 300 bin kişiyi Mardonios'un emrine verdi. Kendisi geri kalan kuvvetlerle geldiği yoldan Asya'ya döndü. Fakat yolda ordunun bir kısmı açlıktan, susuzluktan ve hastalıktan telef oldu. Mardonios da kışı geçirmek üzere Tesalya'ya çekilmeğe karar verdi.


Plate yenilgisi 


Mardonios ilkbaharda ordusuyle tekrar Atina’ya geldi. Halk Atina’yı boşaltarak Salamin’e çekilmiş, Ispartalılardan yardım istemişlerdi.

Mardonios, Atina’yı yaktıktan, surları, tapınakları yıktıktan sonra süvarilerinin serbestçe hareketlerine elverişli bir ovada düşmanla çarpışmak üzere Boiotia’ya çekildi. Plate (Plataiai) mevkiinde yerleşerek Yunanlıların hücumunu bekledi. Ordusunda 300 bin seçkin Iran askeriyle 50 bin yunanlı bulunuyordu. Atina ve Ispartalılarla müttefikleri, Iranlıların karşısında Kiterun eteğinde toplandılar. Sonra su bulmak için ovaya indiler. Sayıları, (38 bini Hoplit olmak üzere) 108 bini buluyordu.

Her biri bir kolordu teşkil eden müttefikler heyeti başkomutanı olması gereken Isparta kralı küçük olduğundan, yerine yeğeni Pauzanias başkomutan olmuştu. Sağ yönde Ispartalılar, sol yönde Atinalılar, merkezde ise ittifaka giren diğer Yunanlılar bulunuyordu.

Mardonios hücum emrini verirken Iran askerleri de Yunanlıların su aldıkları kaynağı toprakla doldurmuşlardı. Susuz kalan Yunanlılar geceleyin Plate’ye doğru çekildiler. Fakat merkezdeki Yunanlılar, başkomutanın ricat emrini iyi kavrayamadıklarından Yunan ordusu çekilirken üç kısma parçalandı.

Ertesi sabah, Mardonios, dağa doğru çekilen Yunanlılara hücum edilmesi emrini verdi. Fakat, gayet sıkı harp safı teşkil eden Ispartalıların karşı hücumları, Iranlıları müşkül bir durumda bıraktı. Bu sırada beyaz bir at üzerinde harbi idare eden Mardonios'un yaralanarak yere düşmesi, Iranlıların harp alanından kaçarak Şarampollarla takviye edilen ordugâhlarına kapanmalarına sebep oldu. Ispartalılarla birleşen Atinalılar, Iran ordugâhının etrafındaki Şarampol hattında büyük bir gedik açmağa muvaffak oldular. Mardonios’un düşmana hücum ederken ölmesi nihayet Iranlılara muhabereyi kaybettirdi. Arabalar ve eşyalar ile dar yerde yığılıp kalan Iran askerleri imha edildi (M. ö.479), Yunan kaynakları Plate muharebesinde Iran ordusundan 260 bin adamın telef olduğunu, kurtulan 300 kişinin harp alanından uzakta kalan bin kişilik kolordu ile birleşerek Anadolu'ya dönebildiğini rivayet ederler. Ayni kaynaklara göre Lakedemonya'lılar müttefikleriyle beraber, Atinalılar ise 100 kişi kaybetmişlerdi. Merkezdeki diğer Yunanlılar ise savaşa katılmamışlardı. 

Yunanlılar savaş alanında pek çok silah, Mardonios’un Karargâhında da kıymetli mücevherat, sofra takımları, yataklar, kumaşlar, altın ve gümüş eşyalar ve sikkeler ele geçirmişlerdi Plate zaferiyle Yunanistan istilâdan kesin olarak kurtulmuş, Iranlılar, geriye sürülmüşlerdi (M. ö . 479).


Mikale savaşı


Yunanlılar lyonya’daki ırkdaşlarını Iran  isyana aleyhine sürüklemek suretiyle bu başarıların ı kesinleştirmek, Ahamanişlerin Ege ve Akdeniz öteleriyle olan münasebetlerine son vermek istemişlerdi. Bu maksatla Ispartalı Lectychides idaresindeki Yunan donanması Küçük Asya kıyılarına gitmişti. 300 kadırgadan mürekkep olan Iran donanması Sisam'da idi. 60 bin kişilik bir ordu da Anadolu sahilinde Mikale  burnu yanında karargâh kurmuştu. Iranlılar, Yunan donanmasının geldiğini görünce açık denizde savaşa atılmağa cesaret edemediler. Ordularının himayesi altında bulunmak üzere gemileri Mikale'ye getirdiler. Orada karaya çekerek etrafına şarampol çevirdiler. Yunanlılar Mikale’ye gelerek Iran askerlerini siperler arasında görünce karaya çıktılar.

Iran komutanı ordusundaki lyonyalılara emniyet edemediğinden Sisam'lıların silâhlarını aldı. Milet’lileri de dağ yollarının muhafazasına memur etti. Iran askerleri şarampollerin önünde kalkanlarını siper alarak bekliyorlardı. Atinalı’lar sahilden, Lakedemonya’lılar da dağ tarafından hücuma geçtiler. Atina’lıların kalkanlardan mürekkep müdafaa hattını düşürerek siperlere girmeleri zaferin hangi tarafa teveccüh edeceğini belirtmişti. Iran ordusundaki lyonyalılar bulundukları İran cephesinden ayrılarak Yunanlılarla birleştiler ve onlarla beraber lran ordusunu mahvettiler.

Ahamaniş’lerin karada ve denizde birbirini takip eden hizmetlerinin ilk neticesi, imparatorluk sınırlarına geri çekilmesi oldu. Yalnız Bosphor ötesinde, Bizans da M. ö . 478 . Eion'da 477 , Dorisk os’da 450 tarihlerine hatta daha sonralarına kadar bir miktar garnizonları kaldı. Bunlar buralarda siyasi veya askeri bir lüzumdan ziyade, hükümdarın gururunu korumak için bırakılmışlardı. Bu suretle Kşayarşa ayağının Avrupa'da olduğu, günün birinde tekrar Yunanistan'a hücum edebilmek için üslere sahip bulunduğu hayalini besliyebilecekti.

Fakat, Tesalya, Makedonya, Boiotya, Trakya artık Kşayarşa’nın hükmünden çıkmışlardı. İş bu kadarla da kalmamış, Asya kıyıları bile tehdit edilmiş, Mikale'de imparatorluk kıtaları yenilmişti. Atik kadırgaları o vakte kadar Fenike gemilerinin rakipsiz dolaştıkları sularda serbestçe hareket edebiliyorlardı.

İran entrikalara hasrediyor, harem sefahatleriyle yıpratıyordu. Hezimetlerden sonra geçen 12 yılda, imparatorluğu düştüğü zelil durumdan kurtaracak bir hamle, bir teşebbüs görülemedi. Bilâkis 466 ya doğru Kimon (Cymon) un emriyle Karya ve Likya kıyılarında dolaşan bir Atina donanması, Pamfilya kıyılarında Köprüçay (Eurymedon) ağzında Side şehri önlerinde demirlemiş olan İran donanmasına tesadüf ederek burada da yeni bir mikale faciası yarattı. İran donanması tahrip edildi. Atina bahriyelileri karaya çıkarak İran donanmasına refakat eden kıtaları perişan ettiler. Atina donanması büyük ganimetlerle Pire’ye döndü (466).

İmparatorluğun prestijini sarsan bu hezimetten sonra Kşayarşa çok yaşayamadı. Kşayarşa’nın gevşekliği yüzünden imparatorluğun düştüğü feci durumdan müteessir olan amcası ve muhafız kıta komutanı Ardavan onu ortadan kaldırmağa karar verdi. Hadım ağası, Aspamithres ile anlaşarak kralı gece yatağında öldürdüler (465).

Yunan kaynaklarına göre Kşayarşa şahsen güzel ve yakışıklı, civanmert bir adamdı. Salamin hezimeti imparatorluğun uçuruma sürüklenmesine başlangıç olduğu halde, o bunu sezmemiş, inhitat amillerini bertaraf etmeğe çalışacağına, sefahate atılarak bu inhitatı hızlandırmıştır. Memur ve komutanları seçmekteki isabetsizliği devlet işlerinin bozulmasiyle nihayetlenmiştir. Gerçi kendisine söylenilen doğru sözleri hüsnü telakki ediyordu. Fakat iradesi zayıf olduğundan, bunları tatbike muvaffak olamıyordu. İradesizliği yüzünden devlet işleri saray kadınlarının, hadım ağlarının ellerinde oyuncak olmuştu.

İmparatorluk mukadderatının düşmeğe sürüklendiği bu zamanlarda Kşayarşa, yaradılışındaki küçük zekâ ve cesaretini Kşayarşa zamanında, Afrika'nın etrafını dolaşmak üzere ikinci bir teşebbüs yapılmıştır. Kartacalı amiral Hannon’dan bir asır sonra yapılan bu teşebbüse Staspes adında bir Iranlı memur edilmişti. Bu adam , ölüm cezasına mahkûm edilmiş ve Afrika’yı dolaşabilirse bu cezanın affedileceği kendisine bildirilmişti. Staspes Cebel-Tarık’tan çıkarak güney istikametinde aylarca yürümüş, fakat devri tamamlayamıyarak dönmek zorunda kaldığından öldürülmüştür.

Artakhşatra I Kşayarşa ’nın en büyük oğlu Darius’un tahta geçmesi icabediyordu, fakat suikast mürettipleri oğullarının en genci olan Artakhşatra (Erdeşir=Artaxerxes) yı büyük kardeşi Darius’un tahtı elde etmek üzere babalarını öldürdüğünü, kendisini de öldürmek için tertip aldığını söyliyerek aldattılar. Artakhşatra hem babasının intikamını almak, hem de hayatını kurtarmak maksadiyle onlarla birleşerek Darius'u öldürttü . Bundan sonra tahta geçmesi icabeden Kşayarşa’nın ikinci oğlu Viştasp satraplıkla doğu eyaletlerinde bulunduğundan Artakhşatra tahta oturdu.

 Kşayarşa, halefine Avrupa'dan ümidini kesmiş, dışarı ve içeride eski satveti sarsılmış bir imparatorluk heyulası bırakmıştı. Zamanında sarayda başlayan kadın tahakküm ve entrikaları alabildiğine sefahate yol açmış, ihtiras ve intikam hisleri devlet bünyesini kemirmeğe başlamıştı.

Hükümdarlığa geçen Artakhşatra I Ardavan (Artabanus) ile hadım ağası (Aspamithres’in) vesayetleri altında bulunuyordu. Doğuda satrap olan kardeşi Viştasp taht iddiasında olduğu gibi, imparatorluğu fiilen idare eden Ardavan da, genç hükümdarı babasının yanına göndererek tahta kendisi oturmak amacını güdüyordu. Bunu temin için de yedi oğlundan her birini imparatorluğun en önemli makamlarına geçirmişti.

Sağ eli sol elinden uzun olduğu için tarihte ( Dırazdest — Uzun elli) lakabiyle anılan Artakhşatra I, evvelce Ardavan ile bu hususta sözbirliği etmiş olan eniştesi tarafından suikasttan haberdar edildiğinden, Ardavan ile harem ağasını tevkif ettirdi. Yapılan tahkikat neticesinde Ksayarşa'nın kâtibinin de bunlar tarafında olduğu meydana çıktı. Harem ağası öldürüldü.

Doğuda kuvvetli taraftarları ve kabilesi olan Ardavan, hapsedildi. Bu ihtiyatın yersiz olmadığı çabuk anlaşıldı. Ardavan'ın üç oğlu isyan ettiler ve elde silâh mahvoldular. Bundan sonra Ardavan ile diğer oğulları ve taraftarları imha edildi. Artakhşatra I’in, karşılaştığı müşkülât bu kadarla da kalmadı. Doğuda Bakteriyan satrabı olan  kardeşi Viştasp (Histasp ) kendisine ait olduğunu iddia ettiği tahtı almak için büyük bir ordu ile üzerine geldi. Fakat kanlı ve sürekli iki harp sonunda ortadan kayboldu (462) . Artakhşatra I, bu muvaffakiyetle imparatorluğunu kesin olarak temin etmişti.

Ötedenberi imparatorluğun varlığını ve tamamiyetini tehdit eden her olay, İran boyunduruğunda kurtulmak isteyen Mısır’da bir tepki uyandırıyordu. Sais’in düşmesindenberi Libya önem kazanmıştı. Marea ve Nil kolla riyle Moreotis gölü ve dağı arasındaki mahsuldar bölgeye hâkim olan Libya prensleri, çölde oturan kabileleri de hükümleri altında bulundurduklarından, günden güne kuvvetlenmişlerdi. Bu prenslerden Psammetik 'in oğlu İnaros, İranlılara harp açtı.

İran satrapları tarafından kötü muamele gören delta halkı bununla anlaştılar. Vergi tahsildarlarını koğarak silâha sarıldılar. Atinalılar Eurymedon zaferindenberi daima Kıbrıs sularında bir donanma bulunduruyorlardı. Bu donanmayı teşkil eden iki yüz gemi, Mısır’a gitmek ve İranlılara karşı isyan eden şeflerle işbirliği yapmak emrini aldı.

Artakhşatra I, isyanı bastırmak üzere ordusiyle Mısır'a gitmek istedi. Fakat etrafındakiler, İnaros’un ilk muvaffakiyetleri üzerine kaçarak payitahta gelmiş olan amcası Ahamaniş’in gönderilmesini tavsiye ettiler. Ahamaniş, Libya’lıları geri atmağa muvaffak oldu. Fakat Yunanlıların müdahalesi durumu değiştirdi. Ahamaniş, Papremiş civarında bir hezimete uğradı. Ordusu tamamiyle mahvoldu. İnaros, Ahamaniş'i kendi eliyle öldürdü. Başını Artakhşatra’ya gönderdi.

Bir kaç gün sonra da Kharitimides idaresindeki Yunan donanması, Iranlıların yardımına koşan bir Fenike filosuna rast  gelerek otuzunu batırdı, yirmisini de zabtetti.  Müttefikler, nehir boyunca ilerleyerek Menfis önüne geldiler. İran ordusunun bakiyesi, kendilerine sadık kalan yerlilerle beraber, burada tehassün etmişlerdi (459). Şehir hemen düştü. Fakat, kale teslim olmadı. Artakhşatra l’in yeni bir ordu toplayıp göndermesine imkân verecek zaman kazandıracak kadar mukavemet edebildi.

Libyelilerle Mısırlılar, büyük İran ordularına karşı koyabilecek bir halde değildiler. Bunlar ancak Yunanlıların piyade ve deniz kuvvetleri ile beraber olarak bir iş görebilirlerdi. Bunu pek güzel takdir eden Artakhşatra l,  genarellerini Deltada talihlerini denemeğe göndermeden önce, Yunanlıların arasına nifak sokmak, bu suretle Mısır’daki Yunan kuvvetlerinin yurtlarına çekilmelerini temin etmek istedi. Ispartalıları elde ederek onları Attik üzerine sevketmek teşebbüsüne girişti. Fakat, bütün ümitlere rağmen Lekedemonyalı’lar, kanmadılar. Bu teşebbüs hareketsiz kalınca, Artakhşatra I doğrudan doğruya Mısır’a yürümeğe karar verdi. Askerini Fenike ve Kilikya'da topladı. Üçyüz bini bulan bu kara askerlerine üçyüz de gemi refakat ediyordu.

Ordu komutanlığına tayin edilen Suriye satrabı Megabiz (Megabazos) kuvvetlerini Delta'ya geçirdi. Iranlıların yaklaşması üzerine birleşik kuvvetler Menfis kalesinin muhasarasından vazgeçerek düşmanı karşıladılar. ilk çarpışmada mağlup olan Yunanlıların başbuğu Kharitimides maktül düştü. Libye prensi lnaros da yaralandı, Prosopitis adasına sığınmak zorunda kaldı(455) Burada hayret veren bir cesaretle on sekiz ay mukavemet etti.

Megabiz bu uzun muhasaraya son vermek üzere Nil kolunun mecrasını çevirmek için bir kanal açtırdı. Adaya hücum imkânını temin etti. Atinalıları ezerek hücuma başladı. Yunanlıların çoğu savaşta mahvoldu. Geri kalanlardan bir kısmı Sirenaika (Kirene) ya çekilerek buradan Attik'e yani Yunanistan’a gitmeğe muvaffak oldu. Geri kalanlar da İnaros ile beraber kaçtılar. Sonra teslim olmak zorunda kaldılar.

Bu sırada elli gemiden mürekkep bir Yunan filosu olup bitenlerden haberdar olmaksızın Mendesionne Ağzına yanaştı. Bu filo da burada Fenikeliler tarafından çevrilerek yarısından fazlası batırıldı (454).

İnaros teslim olurken kendisinin ve beraberindekilerin hayatlarına dokunulmıyacağına söz verilmişti. Artakhşatra önce verdiği bu sözünde sadık kaldı. Fakat, eliyle öldürdüğü Ahamaniş'in intikamını almak isteyen anası Amestris'in ısrarı üzerine nihayet İnaros'u astırdı. Prosopitis zaferiyle gerçi isyan bastırılmıştı. Fakat Libye'de İnaros'un yerine oğlu Thanniras krallığa geçirilerek yeni bir merkez kurulmuştu. Sahil bataklıklarına sığınmış olan bazı çeteler de Amirtaos’u kral ilân ederek İranlıların hücumlarına mukavemet ediyorlardı. Fakat, büyük tehlike şimdilik önlenmiş, imparatorluğun tamamiyeti kurtarılmıştı. Yalnız Yunanlılarla mücadele bitmiş değildi. Sürüp gitmek istidadını gösteriyordu ve öyle oldu.

Atinalılar, felâketlerinden altı yıl sonra iki yüz gemi teçhiz ederek Kimon ( Cimon) un emrine verdiler, Kıbrıs’ın veya hiç değilse bu ada üzerindeki bazı limanların işgaline memur ettiler.

Kimon, düşman kuvvetini parçalamak için Mısırlılarla işbirliği yapmağa karar verdi. Kral Amirtaos emrine altmış gemi ayırdı. Kendisi de donanmanın geri kalan gemileriyle Malos ve Cition’u zaptetti. Sonra Kıbrıs’ın başkenti olan Salamin'i muhasara altına aldı. 


Kimon andlaşmasından Onbinlerin seferine kadar (449-400)


Bu andlaşma ile Sardes’in yakılmasından Artakhşatra’nın saltanatının on yedinci yılına kadar AtinalIlarla yarım asır süren (501- 449) Iran - Yunan harbi, yani Med muharebelerinin birinci safhası sona ermiş oldu.

Andlaşmanın imzasından sonra Atina amirali Kimon, Salamin muharebesinde almış olduğu yaradan müteessiren öldü. Artakhşatra bu mevkiin alınmasının bütün adanın Iran'nın elinden çıkmasını intaç edeceğini düşünerek Atina’lılarla barışmak, savaşa son vemek istedi. Bu suretle Atina’lıların daima isyana hazır olan Mısır’lılarla yeni maceralara atılmalarını da önlemiş olacaktı.

Tarihte Kimon andlaşması adiyle anılan bu muahedeye göre Yunan’lılar Küçük Asya’da Iran idaresine zorluk çıkarmamayı. Mısır’lılara yardım etmemeği taahhüt ediyorlardı. Iran’lılar da Anadolu kıyılarındaki Yunan kolonilerinin istiklâllerini tanıyor, Iran ordusunun lyonya şehirlerine üç günlük mesafeden öteye geçmemesini, Iran askerinin Likya doğusundan Karadenize kadar uzayan Anadolu kıyılarına sokulmamasını kabul ediyorlardı.

Atina’lılarla andlaşmanın imzasını müteakip Inaros’u mağlup etmiş olan Suriye satrabı Megabiz kazandığı parlak zafere karşı Artakhşatra’dan umduğu iltifatı görememekten müteessir olarak maiyetindeki ordu ile isyan etti.  Birbiri arkasından üzerine gönderilen generaller büyük bir iş göremediler. Nihayet kendisi tarafından ileri sürülen şartlar kabul edilmek suretiyle bir anlaşma yapıldı. Fakat, bir kaç yıl sonra oğlu Zopir (Zopyre) Karya ve Likya’da isyan etti. Ordu Artakhşatra’yi kendisiyle anlaşmak zorunda bıraktı. İsyanların bu şekilde âsiler lehine neticelenmesi, diğer satraplar için kötü bir örnek oldu. Bundan sonra Büyük Krala karşı itaat, ancak bazı kaprislerin hoş görünmesine, bazı şartların kabul edilmesine bağlı bulunuyordu.

Saltanatı zamanı daimi karışıklık ile geçen Artakhşatra I, M.ö.425 de karısı ile aynı günde öldü. Tahta çıktığı gün açmış olduğu entrika devri, ölümünden sonra daha büyük bir şiddetle devam edecekti.

Yerine geçen biricik meşru oğlu Kşayarşa II, 45 gün sonra cariyeden olan kardeşi Sogdianos veya Sekudianos tarafından öldürüldü. Ahamanişler sarayını için için kemiren facialar tazelenmiş, prensler birbirlerini boğmak yarışına çıkmışlardı. Son kahraman Darius II oldu. Bu prens, altı buçuk ay sonra Sogdianos’u tahttan atarak öldürttü. Darius II unvaniyle yerine geçti.

Önce Hirkanya satrabı olan Darius II. Okhos adiyle anılıyordu. Yunanlılar da bir cariyeden doğmuş olduğu için kendisine piç Darius lakabını vermişlerdi. Hayatı uzun bir sefahat ve cinayet sahnesi olan Darius II ilk günlerinde kardeşi Aristes ile Megabiz’in oğlu Artifiyos (Artyphios) un isyanlariyle karşılaştı. Bunlar ücretli Yunan askerleriyle iki muvaffakiyet kazandılar. Darius II bol altın sarfiyle ücretli askerlerin dağılmalarını temin etti. Kuvvetleri dağılan asiler, hayatları bağışlanmak şartiyle teslim oldular.

Fakat, Ahamanişler sarayını kirleten entrikaların büyük kahramanı olan karısı Parisatis’in teşvikiyle verdiği sözde durmadı. Aristes öldürüldü. Fakat bu misal Lidya satrabı Pissuthnes’in yeni bir isyan çıkarmak cesaretini kırmadı.

Pissuthnes kral ailesine mensup bulunuyor ve yirmi senedenberi bu mevkii işgal ediyordu. Bu sebepten isyan hazırlığı için müsait zaman bulmuştu. Fakat, maiyetindekilerin ihaneti Aristes gibi bunun da felaketini hazırladı. Çünkü Tissafernes (Tissap hernes), ordusundaki aylıklı askerleri para ile elde ederek onu kendisine teslim olmak zorunda bıraktı. Darius II bunu da öldürttü. Tissafernes’i yerine Lidya satrabı yaptı.

Fakat, bu başarı da Küçük Asya’da umumi bir sükün temin edemedi. Pissuthnes’in oğlu Karya’da isyan ederek kendisini kral ilan etti. M. ö. 412 tarihine kadarda mukavemet gösterebildi. Bu sırada Yunanlıları ikiye ayıran ve uzun zaman boğuşturan Peloponnesos harpleri başlamıştı. Atina, Küçük Asya kıyılarındaki kolonilerini müdafaa edebilecek bir durumda değildi.

Yunanistan 'da dahili harp patlamamış olsaydı, lran imparatorluğu satrapların birbirini takip eden bu isyanlariyle daha bu zamanlarda kesin olarak parçalanmış olacaktı. Çünkü hükümet merkezi Yunanlıların âsi satraplara yapacakları askerî yardımı bastırabilecek kadar kuvvetli değildi.

Peloponnesos harplerinin bütün Yunanistanı harap ettiği bir sırada Atina en iyi gemilerini, en gürbüz askerlerini Sicilyada keybetmişti. Bu felâket haberi doğuya gelince Darius II, 449 andlaşmasını bozmak zamanı geldiğine hükmetti. Misya ve Lidya satraplarına sahil Yunan şehirlerinden vergi almak emri verildi. Kendisi de Ispartalılarla anlaşmağa teşebbüs etti.

Ispartalılar anlaşma teklifini tehalükle kabul ettiler. Bu zamandan itibaren Küçük Asya'daki Yunan siteleri Akhamaniş hükümdarının veya ajanlarının nüfuzu altına girmiş oldular.

Lidya satrabı Tissafernes ile Misya satrabı Farnabazus, Dorlar ile Atinalıları bir tutmak için itina gösterdiler. Rakiplerden birinin diğerine ölüm darbesi indirmemesine dikkat ettiler. Fakat her iki tarafa eşit muamele göstermek yolundaki bu gayret uzun sürmedi. Darius'un iki oğlu vardı. Artakhşatra (Erdeşir) ve Kuraş. Yaş itibariyle babasına halef olmak hakkı Artakhşatra'nın idi. Fakat Kuraş da her ne bahasına olursa olsun tahta oturmak hırsını besliyordu. Anası Parisatis (Parysatis) in yardımiyle Anadolu eyaletlerinin yüksek komutanlığını elde etmişti. Büyük kardeşinden önce tahta geçmek için de anasının sarayda çevireceği entrikalara güveniyordu. Bu suretle veliahd olamazsa, muharebe ile tahtı kardeşinden almağa karar vermişti. Kuraş bu son kararını tatbik edebilmek için Yunanlılarla hususi olarak anlaşmayı tasavvur ediyordu.

Kuraş babası Darius (Darayavauş) tarafından Karanos unvaniyle Küçük Asya'ya gönderildiği zaman, anasının himayesi ile ayrıca Kappadokya, Frygya, Lydya satraplıkları da kendisine verilmişti. O zamana kadar deniz kıyıları satraplığını yapmakta olan Tissafernes ile Farnabazus birbirleriyle yarış edercesine Atina- Isparta savaşlarında bazan bir tarafı bazan öteki tarafı tutmuşlardı. Kuraş hem imparatorluğun menfaati, hem de kendisinin, geleceğe ait tasarısı bakımından, kesin olarak Ispartalılar tarafını tutmağı faydalı görüyordu. Yunan kaynaklarına göre derin anlayışlı, enerjik, askeri kabiliyeti çok üstün olan Atinalıların Asya içerlerine doğru bir gün yapmağı tasarladıkları seferde, kendisine umduğu yardımı yapamıyacaklarını anlamıştı. Hemen Ispartalılarla anlaştı ve kendisinin maddi yardımiyle Lysandros, Atinalıları nihayet yenmeğe muvaffak oldu. Bu suretle öteden beri sürüp gelen ve iki taraftan birinin galebesiyle neticelenemiyen harp, Pers prensinin yardımı ile iki yıl içinde Argos –Potames savaşının Ispartalıların  kesin zaferiyle sona ermişti (M .ö.405).

Atina'nın çökmesiyle Pers devletine şimdiye kadar en çok zarar vermiş olan deniz kuvveti ortadan kalkmış, Ispartalılar da Küçük Asya'daki Yunan şehirlerinin Büyük Pers kralının hâkimiyeti altına geçmelerini kabul etmişti.

Fakat Kuraş'ın şahsi düşmanı olan Tissafernes prensin gizli tasavvurları hakkında Sus sarayına raporlar, haberler göndermekte ihmal göstermiyordu.

Kardeşler arasında taht kavgası veya On binler'in ricali Kuraş’ın yardımiyle Ispartalıların bu âni zaferleri,  lyonya satrabı Tissafernes'in bu prens aleyhindeki isnatlarının doğruluğunu meydana koymuş, Darius ll’yi oğlu hakkında şüpheye düşürmüştü. Bu isnatlara karşı hareketları hakkında izahat almak için Kuraş'ı başkente çağırdı. Fakat Kuraş, Sus’a döndüğü zaman babası ölmüş, yerine büyük kardeşi Artakhşatra II (Erdeşir II), unvaniyle yerine geçmişti. Artakhşatra Il'nin babasının saltanatı zamanında doğmadığını, kendisinin ise babaları kral iken doğmuş olduğunu ileri sürerek Tiara'nın yani Ahamanişler tacının kendisine ait olduğunu iddia eden ve Ispartalılarla anlaşarak gereken kuvveti Yunanlılardan tedarik etmek teşebbüsüne girişmiş olan Kuraş, tac giyme merasiminde kardeşini öldürerek yerine geçmeği tasarladı. Merasim yapılacak yerde saklandı. Ayin esnasında bu cinayeti yapacaktı. Fakat saklandığı yerde yakalandı. Hemen öldürülecekti. Fakat merasime gelmiş olan anaları Parisatis, en çok sevdiği bu oğlunun üzerine atıldı. Onu kucakladı ve parçalanmasına meydan vermedi. Büyük oğluna yalvararak hem ölümden kurtardı, hem de yeniden Anadolu’ya vazifesi başına gönderilmesini temine muvaffak oldu. Fakat, tahtı elde etmek hırsiyle yanan Kuraş, vazifesi başına giderken ilk fırsatta dönecek, kardeşini atarak tahta oturmak kararını vermiş bulunu-yordu.

Sardes’e döndükten sonra, bu kararını sağlamak üzere türlü bahanelerle muhtelif Yunan prenslikleri halkından 13.000 aylıklı asker topladı. Ispartalılar da gerektiği zaman 700 ağır silâhlı asker göndermeği taahhüt ettiler. Yerli halktan da yüz bin kişi topladı. Bu askerleri toplarken sahil Yunan şehirlerinin adalardan ve Yunanistan’dan gelecek kuvvetle iç Anadolu’ya hücum etmek tasavvurunda olduklarını, onlara karşı koymak için asker topladığı şayiasını yayıyordu. Fakat lyonya Satrabı Tissafernes olup bitenleri gizlice Sus’a bildiriyor, tehlikeyi anlatıyordu. Kuraş hazırlığını bitirince ansızın Sardes’den doğuya doğru hareket etti (M. ö. 401). Hiç bir engel ile karşılaşmaksızın. Anadolu plâtosunu aştı, Külek boğazından Kilikya’ya indi. Ispartalıların Issos’a gönderdikleri 700 ağır silahlı askeri de aldıktan sonra Kuzey Suriye üzerinden Mezopotamya’ya kadar gitti. Fakat burada, Babil’in birkaç mil doğusunda bugün Bağdat yolu üzerinde İskenderiye hanının bulunduğu yerdeki Konaksa’da kardeşinin büyük ordusiyle karşılaştı. Büyük bir harp başladı (3 eylül 401). Maiyetindeki Yunanlıların bir kanadı galebe etmesi üzerine Kuraş, 600 süvari ile kardeşinin etrafını sarmış olan 6000 Pers süvarisinin üzerine atıldı. Bunları yararak kralın yanına kadar sokuldu.  Büyük kralı yaraladı. Fakat bu sırada kralın ve en yakın maiyetinin hücumlariyle vurularak attan yavarlandı ve öldü. Kralın yarasını Ctesias adında bir Yunanlı doktor iyi etti. Kuraş’ın karargâhiyle beraber ailesi ve bunlar arasında bulunan iki Yunanlı dilber büyük kralın eline düştü. Bu kızlardan biri Yunanlıların ordugâhına kaçmağa muvaffak olduysa da Milto adındaki diğeri Büyük Kralın haremine katıldı. Uzun zamanlar Sus sarayında rol oynadı.

Kuraş’ın hezimeti ve ölümü İran imparatorluğu için bir felâket olmuştu. Kuraş, cesur, atılgan, durup dinlenmek bilmez haris bir prens idi. Bu sıralarda imparatorluğun muhtaç olduğu kudretli hükumdar vasıflarını haiz bulunuyordu. Yunanlılarla temas neticesinde milletinin zayıf cihetlerini anlamış, sefahat düşkünlüğünü önleyecek bir mertebeye yükselmişti. Kardeşine galebe ederek imparatorluk tahtına çıkmış olsa idi, devleti sürüklenmekte olduğu durumdan kurtarmak kudretini göstermesi ihtimali çok kuvvetli idi. Konaksa zaferiyle büyük kralın saltanatı ve şerefi kurtulmuştu. Fakat, meydan muharebesinden evvel bir çok Pers asilzadelerinin Prens Kuraş tarafına geçmeleri devlet içindeki derin nifakı meydana vurmuştu. Kuraş’ın ölümü üzerine muharebenin bir hedefi kalmamıştı. Anadolulu askerler dağıldılar. Yunanlılar da toplu olarak Dicle kenarına çekildiler. Fakat anlaşmak bahanesiyle Tissafernes'in çadırına davet edilen yunanlı şefler burada ihanetle karşılaştılar. Tevkif edilerek Babil’e gönderildiler ve orada öldürüldüler. Bunun üzerinde orduyu gönüllü olarak takip eden Ksenofon (Xenophon) kumandayı eline aldı ve Yunanistan'a dönmek üzere evvelâ Dicle sonra Bitlis suyunu takiben Fırat'ın kaynaklarına çıktı. Burada nehri geçerek Pontos kıyılarına doğru ilerleyerek Trabzon'a indi. Tarihte "Onbinlerin ricati,, namiyle şöhret alan bu askeri hareket bizzat kumandan tarafından "Anabasis,, adlı eserinde mükemmel surette hikâye edilmiştir.

Yunanlılar bu zamana kadar İran'a tükenmez bir kudret ve kuvveti haiz korkunç bir devlet gözüyle bakıyorlardı. Bu devleti denizde yenmek onu Avrupa'dan kovmak gibi teşebbüslere girişilebilirdi. Fakat Asya içlerine kadar sokulmak, felâketli bir maceraya atılmak olurdu. Halbuki, Kalde ovalarına kadar sokulan ve haince bir ihanet neticesinde başbuğlarını kaybeden rehbersiz, müttefiksiz bir avuç Yunanlının bu muazzam devletin merkezi çevresinde büyük İran ordusunu yarıp geçerek kurtulması, sonra da mükemmel bir intizam ile Pers devletine ait topraklar ortasından pervasızca geçerek büyük zayiat vermeksizin Pontos sahiline gidebilmesi muazzam imparatorluğun kofluğunu açık bir surette meydana koymuş, bu köklü kanaati silip süpürmüştü. Bu macera, devlet teşkilâtının artık işe yaramıyacak bir hale gelmiş olduğunu gösteriyordu. Çünkü bir düşman ordusunun hiçbir suretle izaç edilmeden üç dört satrablıktan geçebilmesi, sınır bölgelerindeki tahkimli kaleleri hiçe sayması, ancak umumi bir inhilâl karşısında mümkün olabilirdi.

Kuraş, payitaht üzerine yürürken Kilikya satrabı ile Mısırlı Tamos komutasındaki Iran donanması vazifelerini yapmış olsalardı, âsi prens hiç bir vakit Toros geçidlerini aşamazdı. İran'da bu olay karşısında zaafını anlamıştı. Bundan sonra lyonya ve Ege işlerine ancak Yunanlıları satın almak suretiyle karışabilecekti. İhtimal ki yine bu anlayışla yalnız dört satrablığa bölünmüş olan Anadolu'da satrablıkların adedi artırılmıştır. Marmara denizinden Toroslara, Doğu Anadolu dağlarına kadar uzayan geniş Frigya satrablığı parçalanarak Helespontos Frigya’sı, Büyük Frigya ve Kappadokya adlariyle üç satrablığa bölünmüş, Karya ile Kilikya'ya kadar uzayan güney sahilleri lyonya satrablığından ayrılmış, Kilikya'da doğrudan doğruya merkeze bağlı bir eyalet haline konulmuştu.

Artakhşatra Il, kardeşinin ölümünden sonra Anadolu kıyıları satrablığını, lyonya Greklerini tedib etmek vazifesiyle beraber Tissafern'e vermişti. İstiklâlleri için titriyen lyonyalılar Lakedamonyalılara elçiler göndererek yardımlarını istediler. Peloponnesos galibi Ispartalılar, lyonyalıların bu talebine karşı, Atinalılarin eski hamilik rolünü üzerlerine aldılar. Genç Kuraş'ın ölümü, Perslere olan taahhütlerine son vermiş, onları hareketlerinde serbest bırakmıştı.

Cyme muharebesiyle Anadolu’da mücadele başlayınca Thymbron komutasında lyonya'ya beş bin kişilik bir kuvvet gönderdiler. Ispartalı komutan Anadolu'ya çıktığı zaman, buralardaki onbinlerin bakiyelerini de toplayarak Manisa (Magnessie) yı almak suretiyle muhasemata başladı. Fakat Larissa duvarları önündeki müsademe, komutanlıktan çekilmesini intaç etti, yerine Dercyllidas geçti. Yeni komutan Misya’da birçok şehirler aldı. Sonra satrap Farnabazus (Pharnabazus) ile bir mütareke yaptı. Ordusunu, Trakya barbarlarının hücum ve yağma ettiği Kersonez’e (Chersonese) götürdü, bu şehri kurtardı. Kersonezlileri bu gibi akınlardan kurtarmak üzere bir kıyıdan öteki kıyıya kadar uzayan bir sur yaptırdı.

Ispartalılarla son mütareke tekerrür ettiği sırada Farnabazus Sus’a giderek Artakhşatra’yı Lakedemonyalılara karşı Atinalılarla ittifak etmeğe ikna etti. Bu suretle Büyük Kral, imparatorluğun Yunanlıları birbirlerine kırdırarak zayıf düşürmek yolundaki eski siyasetine dönmüş oldu. İmparatorluğun bütün deniz kuvvetleri komutanlığını Atina'lı Konon’a verdi. Gemiler Kilikya'da toplandığı sırada Farnabazus ve Tissafernes de satrablıklarından topladıkları 30 bin kişilik bir kuvvetle Efesos üzerine yürüyorlardı. İran kuvvetlerinin yaklaştıklarını haber alan Dercyllidas, yedi bin kişi ile onlara karşı çıktı. Fakat, karşılaşan ordular çarpışacaklarken şefler bir mütareke aktederek harbi önlediler Farnabazus kesin bir barış yapabilmek için gereken emirleri almak üzere krala asiller gönderdi.

Fakat bu esnada Lakedemonya’da vukubulan siyasî bir tebeddül, durumu değiştirdi. Isparta krallığına çıkarılan Agesilas, Anadolu'daki kuvvetlerin başına geçmek üzere Yunanistan'dan hareket etti. Agesilas bu zamanlardaki Yunanistan’ın en büyük adamı idi. Hayatının sadeliği, tabiatının yumuşaklığı, herkese karşı lütufkârlığı ve bütün bunların üstündeki emsalsiz azim ve kudreti, az zamanda lyonya sitelerinin hürmet ve sevgilerini üzerinde toplayabildi. İranlılar için Ege kıyılarında müthiş bir hasım olarak belirdi. Tissafernes, on bin süvari ve otuz bin piyade ile bu korkunç düşmanı karşıladı. Fakat İranlılar, Agesilas'ın kurduğu pusuya düştüler. Büyük zayiata uğradılar. Yunanlılar altı bin kişiden ziyade adam doğradılar.

Bundan daha ziyade de esir ve külliyetli ganaim aldılar. Neye uğradığını bilmeyen Tissafernes, dehşete düşerek Sardes'e çekildi. Agesilas'ın yukarı satrablıklara doğru yürümesine karşı bir engel kalmamıştı. Fakat kurban falını elverişli görmediğinden ileri gideceğine, deniz kıyısına çekilmeği daha muvafık buldu. Hezimet haberini alan Artakhşatra II. çok kızdı. Annesi Parisatis'in kışkırtmasiyle soruşturmağa lüzum görmeden Tissafernes'in idamına karar verdi Parisatis, satrabın, sevgili oğlu Kuraş aleyhindeki ihbarlarını bir türlü affedemiyor, ona karşı sönmez bir kin besliyordu.

Artakhşatra II, Anadolu ordusu komutanlığına tayin ettiği Titrostes’e (Tithraustes) selefini tevkif ve imha emrini verdi. Sahil sitelere ve Anadolu'daki satraplara yeni komutana itaat etmeleri hakkında fermanlar gönderdi. Yeni komutan Frigya’da Kalosses şehrine gelince Tissafernes'i hamamda yakalayarak başını kestirdi. Büyük Krala gönderdi. Sonra da Agesilas ile altı aylık bir mütareke yaptı.

İmparatorluk hiç bir zaman bu kadar ciddi bir tehdit karşısında kalmamıştı. Çünkü bu sırada Mısır da silaha sarılmış, çok ciddi sayılacak bir durum yaratmıştı. Gerçi Konaka’da Mısır askeri Büyük Kralın ordusunda döğüşmüştü. Fakat arkadan, Mısır'da Pers hakimiyeti aleyhine bir kıyamet kopmuş, Mısır’ın Pers devletinden ayrılmış olduğu haberi İran ordusu içinde yayılmıştı. İran donanmasına kumanda eden Mısır’lı Tamos, donanma ile birlikte Mısır’a çıkmış, Isparta ise Menfis ile münasebete girmiş, Mısır'dan para ile fazla yardım vaadi almıştı. İmparatorluğun bu durumu içinde Fenike şehirleri ile kral Evagoras’ın bütün kuvvetiyle helenleştirmeğe çalıştığı Kıbrıs, Mısır’ın yolunu tutabilirlerdi. Bir yandan Isparta kuvvetleri Küçük Asya satrablıklarını tehdit ederken Pers donanması da büyük bir tehlike karşısında bulunuyordu.

Pers imparatorluğunu bu acıklı durumdan kurtaracak tedbirleri gösteren Atinalı Konon oldu. Bu zat Ispartalıların Atinaya galebesinden sonra Kıbrıs kralı Evagoras'a sığınmıştı. Bunun ilhamiyle Artakhşatra II, Hellespont Frigyası satrabına bir donanma hazırlamak ve gereken parayı esirgemiyerek Hellas devletlerini Isparta aleyhine kıyam ettirmek emrini aldı. İran altınları Yunanistan'da beklenen neticeyi temin etti. Lakedemonyalıların zalimane hakimiyetlerinden bizar olan Yunanlıları İran altınları kolayca harekete getirdi. Ispartaya karşı bir birlik kuruldu.

Pers donanması komutanlığına getirilmiş olan Konon büyük krala bağlılığını arzetmek üzere Babilonya'ya gitmiş. Orada Büyük Krala gereken para ve harp malzemesi verildiği takdirde Ispartalıları denizde mağlup edeceğine dair teminat vermişti. Artakhşatra II, Atinalılarla müttefiklerinin, kendisini en tehlikeli bir düşmandan kurtarmak üzere harbe atılmak istemelerinden memnun olarak Konon'u ihsanlara gark etti Ona istediği parayı ve mühimmatı temin etti. Farnabazus'u refakatine verdi.

Ordusiyle Anadolu'dan Avrupa'ya geçen Agesilas kesin olmayan Korone muharebesini yaptığı sırada Isparta deniz hakimiyetini de kaybediyordu. Iran donanmasiyle birleşen Atina filosu Ege denizini kuzeyden güneye temizlemiş, Konon ve Farnabazus, Kinides (Cnides) çevresinde büyük bir zafer kazanarak Ispartalıların 45 gemisini zabtetmişlerdi. Bu zafer üzerine Kos (lstanköy) ile lyonya birliğini teşkil eden oniki şehirden biri olan Clazumenes yarım adasındaki Teos (Sigacık) halkı, Isparta garnizonlarını kovdular. Arkadan Efesos, Midilli ve Pritre (Prythree) ile bütün lyonya şehirleri aynı suretle hareket ettiler. Hepsi Konon ile birer ittifak muahedesi imzaladılar.

Bundan sonra Farnabazus ile Konon Kiklad’lara doğru yelken açtılar. Girit denizindeki Serigo (Cythere) adasına yanaştılar. Burayı zabtederek bir miktar garnizon bıraktıktan sonra Korint üzerine gittiler. Burada Ispartalılar aleyhine kurulan birlik mensublariyle anlaştılar. Farnabazus, İsparta'ya karşı mücadele için kendilerine külliyetli para vererek Asya'ya döndü. Konon'un Knides zaferi, Tebai, Korintos ve Atina’nın ayaklanmaları, Farnabazus'un Lakonya sahillerine kadar yaptığı deniz seferi ve nihayet şahsen Korintos'da kurulan müttefikler meclisine iştirak etmesi,  Isparta kralı Agesilas'ın süratle memleketine çağrılmasını zorladı. Bu sırada Konon da 80 gemi ile Pire’ye gitti. Yıkılan Atina surlariyle Pire'den Atina'ya kadar uzayan duvarın mühim kısımlarını inşa ettirdi (390). Vatanına yaptığı bu hizmeti başarabilmek için Yunanlı ameleden başka, pek çok da gemi tayfası istihdam etmişti. İran'ın Anadoludaki kara orduları komutanı Teribaz, Konon'un başarılarını çekemediğinden, onu Iran askerlerini Atinalılar hesabına kullanmakla töhmetlendirerek tevkif etti. Sardes'e gönderdi. El ve ayaklarına demir bukağı vurdurarak hapsettirdi. İhtimal ki bir müddet sonra da hapiste öldürttü.

Sıkışık bir duruma düşen Isparta, Büyük Kralın dostluğunu kazanmak, İran'la yeniden ittifak yapmak üzere bu sırada Yunanlıların en kurnaz siyaset adamı olan Antalkidas'ı elçilikle Sus'a gönderdiler. Fakat, Teribaz'ın Konon hakkındaki bu insafa sığmaz muamelesi, sonunda kendi felâketini intac etti. Artakhşatra Il, Lakedemonyalıların istediği gibi ezilmedikleri mütaleasiyle Teribaz'ı azlederek yerine Strutas'ı tayin etti. Yeni satrap, Ispartalılara karşı başarılı muharebeler yaptı. Fakat, İranlıların yardımıyle mahvolmaktan kurtulmuş olan Atina'nın eski hegemonyasını kurmak sevdasına düşmesi, Kıbrıs adasında da bir isyan başgöstermesi Artakhşatra ll’yi Ispartalıların sulh teklifini kabule mecbur etti. Ispartalıların Sus'a gönderdikleri Antalkidas maharetli bir diplomat olduğundan çok soğuk karşılanmış olmasına rağmen, ince ve dirayetli hareketiyle nihayet Büyük Kralın teveccühünü kazanarak ona bir sulh muahedesi imzalatmağa muvaffak oldu. Artakhşatra Il'nin affına mazhar olan Teribazda hükümdarının Ispartalılara karşı beslediği husumeti izale hususunda Antalkidas'a önemli yardımda bulunmuştu.

Antalkidas, Ispartalılara dünyanın en menfur adamları gözüyle bakan Artakhşatra II’nin o kadar gözüne girebildi ki nihayet onu Ispartalıların İran’ın kudret ve satvetinin artması hususunda hizmete amade olduklarına inandırdı.

İmzalanan andlaşmaya göre, Kıbrıs adasiyle Klazomenes yarımadası da dahil olmak üzere, küçük Asya'daki bütün Yunan şehirleri İran'ın yüksek hâkimiyeti altında kalacak, Büyük Kralı metbu tanıyacaklardı. Atinalılar yalnız Umni (Lemnos), İmbros, Skiros (Scyros) adaları üzerindeki kaza haklarını muhafaza edecekler, fakat diğer bütün cumhuriyetler kendi kanunlarına bağlı kalacaklardı. Bu şartlara riayet etmek istemeyen siteler ve adalar, İran kuvvetleriyle birleşecek olan Ispartalılar tarafından karadan ve denizden tazyik ve tedip edileceklerdi.

Bu son şartı tahakkuk ettirmek için Antalkidas, 80 gemiden mürekkep bir İran filosu ile Ege’ye gitti. Agesilas da ilk işarette âsi siteler üzerine yürümek için hazırlığa başladı. Bu tedbir, Teb’lileri, Atinalıları ve Argos'luları korkutmak ve andlaşma şartlarına riayet ettirmek için kâfi geldi. Her tarafta askerler terhis edildi. Gemiler limanlara çekildi.

Ispartalı'ların hodgâm hırslarını, intikam duygularını tatmin eden Antalkidas muahedesi, Artakhşatra II'nin yalnız Küçük Asya'daki Yunan kolonileri üzerinde hâkimiyetini yeniden tesis etmekle kalmamış, aynı zamanda ona deniz hâkimiyetini de iade ederek düşmanlarının rekabeti sayesinde yaşayabilen İran imparatorluğunun ihtizar devrini uzatmıştı. Yarım asırdan biraz fazla bir müddet önce Atina Artakhşatra II'den Küçük Asya Yunanlı'larının istiklâlleri fermanını koparmıştı. Şimdi Artakhşatra II yeni bir muahede ile bu istiklali geri almış Ege'de Atina yerine Isparta hegemonyasının inkişafına müsaade etmişti.

Sus sarayı bir defa lspartalı'ları, bir defa Atinalı’ları veya Teb'lileri himaye ederek Yunan devletlerini birbirleriyle boğuşturuyor, bunları daima yorgun ve bitkin bir halde tutuyordu. Fakat, bu hal Yunanlı'ları zayıflatmakla beraber, Pers imparatorluğu için zararlı neticeler de veriyordu. 



Antalkidas andlaşmasından Artakhşatra II (M.ö. 387- 358) nin ölümüne kadar

 



Antalkidas muahedesi imzalandığı sırada imparatorluk, Kıbrıs'da, Mısır’da, Küçük Asya’da patlayan isyanlar karşısında bulunuyordu. Bu bakımdan andlaşma Pers devleti hesabına tam zamanında yapılmıştı.

Mısır, Pers hâkimiyetine karşı ayaklanan Kıbrıs adası, Mısır eyaleti, Suriye sahilleri, Hellaslı’lardan, Büyük Kralın himaye ettiği hükümetten maadasından büyük yardımlar görüyorlardı. Üzerine yürüyebilmek için önce Kıbrıs isyanını bastırmak, deniz yolunu açmak icab ediyordu. Kıbrıs’da ayrı ayrı iki ırka mensup bir halk yaşıyordu. Biri Fenikeliler diğeri Grekler. Kıbrıs adasındaki eski Salamin şehri kralları neslinden inen Evagoras, lran-lsparta harbi sırasında Atinalı Konon ile birleşerek büyük bir nüfuz kazanmış, yavaş yavaş bütün adayı hâkimiyeti altına almıştı. Görünüşte İran devletinin yüksek hâkimiyetini tanıyan Evagoras'ın gittikçe artan hırs ve faaliyeti Artakhşatra II’nin şüphelerini uyandırmağa başlamıştı.

Olaylar Artakhşatra II'yi haklı çıkardı. Evagoras 391 tarihinde metbuuna karşı açıkça isyan etti. Küçük Salamin kralının muazzam İran kuvvetlerine mukavemet edemiyeceği muhakkaktı. Fakat Atinalılarla Mısır tabii müttefiki idiler. Kuvvet, para vesair levazımca ona yardıma hazır idiler. Evagoras, 392 de Mısır krallığına geçen Akoris (392-380) ile anlaşmış, ondan mühim yardım elde etmişti. Bundan başka gizlice anlaştığı Karya diktatörü Hekatomnos’dan aylıklı yabancı asker tedariki için önemli bir meblağ almıştı. Fenikedeki Tir (Sur) ve diğer siteleri de zaptetmişti. 90 gemiden mürekkep bir filosu vardı. Bunlardan 20 sini Tir temin etmişti. Kara kuvveti de altı bin kişiden fazla idi. Müttefiklerinden de ayrıca birçok asker geldiği gibi kendisi de ücretle ecnebi askerler tedarik etmişti. Bunlardan başka Pers hâkimiyetinden bizar olan bir Arap emîri ile bazı kabile şeyhleri de kendisine yardımcı kuvvetler göndermişlerdi. Artakhaşatra II devlet idaresinin dizginlerini sıkı tutmak için yeter derecede kuvvetli değildi. Bu yüzden isyanlar birbirini kovalıyordu.

Artakhşatra II, imparatorluğun batı bölgelerinde başgösteren isyanları bastırmak üzere karada ve denizde mühim kuvvetler hazırladı. İlk darbenin Evagoras'a indirilmesi lâzımdı. Çünkü Kıbrıs Mısır’ın tabii bir geçit yeri idi. Buraya hâkim olanın Doğu Akdenize ve Mısır yollarına hakim olması tabii idi. Kıbrıs’taki bir donanma Filistin’den Nil deltasına gidecek bir orduyu yandan tehdit edebilirdi. Damadı Orontes’in kumandanlığındaki kara ordusu süvari ve piyade olarak üçyüz bin erden, Teribaz'ın idaresindeki deniz kuvveti ise üç sıra kürekli 300 gemiden (trirem) den mürekkepti. Bu iki komutan, kuvvetleriyle Kıbrıs’a yanaştılar. Evagoras bu kadar büyük bir kuvvetle meydan harbini göze alabilecek bir durumda değildi. Derhal denize birçok korsan gemileri çıkardı. Bunlar Pers ordusunun Suriye ve Anadolu ile muvasalasını kestiler. Müstevlilere büyük zayiat verdirdiler. Bu tedbir, çok geçmeden tesirini gösterdi. Pers ordusunda kıtlık başladı. Bu yüzden aylıklı ecnebi askerler güçlükle bastırılan bir isyan çıkardılar. Mısır kralı Akoris, Kıbrıs'lılara buğday, para ve diğer levazım gönderdiğinden onlar kıtlıktan muztarip değillerdi. Fakat Evagoras’ın deniz harbine girişmek gibi bir hatada bulunması donanmasının tahribiyle neticelendi. Citium (Larnaka) Perslerin eline geçti. Fakat bundan cesareti kırılmadı. Kuvvetlerini oğlu Pitagoras’ın emrine vererek mukavemete memur etti. Kendisi imdad istemek üzere bir gece on gemi ile gizlice Mısır'a gitti (385). Mısır kralı Akoris, memleketi haricinde bir sergüzeşte atılmak istemediğinden, Evagoras Mısır'dan ancak bir miktar malî yardım temin edebildi. Memleketine dönünce kuvvetleriyle Salamin’de tahassün etti. Burada birçok yıllar kahramanca mukavemette bulundu, Fakat Salamin’in pek çok sıkıştığını görerek nihayet barış istemek zorunda kaldı. Teribaz, Salamin’den başka bütün Kıbrıs şehirlerinin lran’lılara bırakılması şartiyle müzakereye girişebileceğini bildirdi. Bu şarta göre Evagoras, Salamin'de hükümdar kalacak, fakat Pers kralına muayyen bir vergi verecek, ona bir köle gibi itaatte bulunmağı taahhüt edecekti. Evagoras bu ağır şartların sonuncusundan maadasını kabul etti. Büyük Krala bir köle gibi değil bir kralın, metbuu olan Büyük Krala itaati şeklinde bağlı kalacağını bildirdi.

Fakat bu sırada Pers’lerin diğer komutanı Orontes, kayın babası olan Artakhşatra ll’ye gizlice bir arize gönderdi. Bu mektupta Salamin’in zabtı mümkün iken Teribaz’ın burayı almayarak barış müzakeresine girişmiş olduğu bildiriliyor,. Teribaz’ın vaadlar ve mükâfatlarla ordu subaylarının sevgisini kazanmağa çalıştığı da ilâve edilerek müsalehaya, ileride tasarladığı isyan hesabına bir anlaşma mahiyeti veriliyordu.

Artakhşatra ll’nin damadı Orantes’e Teribaz’ı hemen tevkif ederek merkeze göndermesi yolunda verdiği emir, yerine getirildi. Teribaz ihbarın yalan olduğunu ileri sürerek mahkeme edilmesini istediyse de, bu sırada Büyük Kral Kodusi (Cadusiens) lere karşı harbe gitmiş olduğundan mahkeme yapılamadı. Kendisi hapse atıldı. Teribaz’ın damadı olan general Gaos’un kayın pederine yapılan muameleden müteessir olarak isyan etmesi Evagoras’a da bir müddet için ümit verdi. Çünkü Gaos, komutasındaki subayları da isyana sürükleyerek Mısır kralı Akoris ile anlaşmış, Lakedemonyalılara büyük meblağlar vadederek onları da Artakhşatra II’ye karşı harbe teşvike başlamıştı. Antalkidas muahedesinin kendilerini diğer Yunanlılar nazarında küçük düşürmesinden ve küçük Asya'daki sitelerin Perslere terk edilmesinden mahcup olan Ispartalılar, Perslere harp ilan ederek üzerlerinden bu lekeyi silmek istiyorlardı. Bu sebepten Gaos’un teklif ettiği ittifakı memnunlukla karşıladılar. Fakat Gaos’un hiç bir şeye muvaffak olmadan öldürülmesi, teşebbüse girişmelerini önlemiş, onları Anadolu hakkındaki bütün projelerinden vaz geçerek, hırslarını Yunanlılara çevirmeğe mecbur etmişti. Bu netice Evagoras’ın ümitlerine son vermiş oldu.

Ordular başında yalnız kalan Orontes, Teribaz’ın tevkifinden memnun olmayan askerlerinin itaatsizliğe başladıklarını görünce yeniden barış müzakeresini açmağa karar verdi. Gaos’un akıbetiyle ümitlerinin söndüğünü gören Evagoras da barış için can atıyordu. Nihayet evvelce kararlaşmış olan şartlarla müsalaha aktedildi (376). Bu suretle on yıldanberi imparatorluğun bütün kuvvetlerini işgale muvaffak olan Evagoras tamamiyle imha edilememiş, eski prensliğinin başında kalmış oluyordu. Demekki Büyük Kralın onyıl uğraşmasına karşı elde ettiği şey, Evagoras'ın eskisi gibi vergi vermeğe razı olmasından ibaretti.

Artakhşatra I zamanında Mısır'ın, istiklalini kazanmak için silaha sarılmış olan Inaros’un hezimetinden (455) sonra geçen elli yıl zarfında Mısır'da sulh ve sükûn ciddi surette sarsılmamıştı. Pers satrabları müşkülatsız Menfis’de birbirlerine halef olmuşlardı. Inaros’un gaddarane idamı ve belki Libye'nin takatten düşmesi oğlu Thanmiras'ın faaliyetine mani olmuştu. Sahil bataklıklarına sığınan vatansever çetelerin kral ilan ettikleri ihtiyar Amirte'nin oğlu Pausiris Pers kralını metbu tanımış, onun itaatli bir tabii olmuştu.

Fakat, ara sıra beliren bir kaç küçük olay artık itaat etmiş sayılan Mısır'da eski ihtilal ruhunun yaşamakta olduğunu, parlamak için elverişli fırsat beklediğini meydana koymuştu. M. ö. 445 tarihlerine doğru deltanın bir bucağında hüküm süren Psammettik, metbuu olan Pers kralı ile harp eden Atinalılara buğday göndermek cesaretini göstermişti.

Inaros'un hezimetinden elli yıl sonra ( 404) Amirte'nin adını taşıyan bir torunu Mısır'ın istiklalini ilan etmek suretiyle ihtilal ruhunu parlattı. Fakat bu prens, bütün İranlıları Mısır'dan kovamamıştı. 401 de Artakhşatra Il’nin kardeşi Kuraş'a karşı çıkardığı orduda Mısır askerlerinin de bulunması bunu göstermektedir, Mısır metinlerinde bu prensle aynı zamanda yaşayan Psammetik adında Sais sülalesine mensup bir prensden daha bahsedildiğine göre bu aralık Nil boylarında bir nevi feodalizm bulunduğu anlaşılmaktadır. Bu feodalitenin aynı sülâlenin uzun zaman iktidar mevkiinde kalmasına müsait olamıyacağı tabiidir. Bunun içindir ki yirmi sekizinci sülâle ancak altı yıl devam etmiştir. Bilindiği gibi bu sülâlenin tek hükümdarı olan Amirte (404-398) ile başlayan kurtuluş hareketini yirmi dokuzuncu sülâleyi kuran Neferites (M.ö.398-392) tamamlamış, bu suretle Mısır kendi kendine hâkim olmak devrine girmiştir. Neferites’in politikasını zamanın şartları tâyin etmişti Tahta çıktığı zaman azametinin son haddini bulmuş olan Isparta, Ahamaniş imparatorluğuna karşı harp açmıştı. Agesilas Küçük Asya seferine hazırlanıyordu. Bu durumdan faydalanan Neferites Ispartalılarla tedafüi ve tecavüzi bir muahede aktetti.

Çünkü her iki tarafın hedefi, Ahamaniş imparatorluğunu yıkmaktı. M.ö.390 tarihinde Mısır'dan Ispartalılara buğday ve mühimmat yüklü bir gemi kafilesi gönderildi. Bu kafile yolda Pers donanmasına kumanda eden Konon tarafından yakalandı. Fakat yukarıda görüldüğü gibi olayların icbariyle Agesilas'ın geri çağrılması ve Küçük Asya’nın Ispartalılar tarafından tahliye edilmesi, Mısır kralının ümitlerini yıktı. Neferites Mısır'ı yalnız başına korumak mecburiyetinde kaldığından Pers'lerin kesin görünen tecavüzlerine karşı kuvvetlerini Suriye sınırlarına yığmak zorunda kaldı.

Fakat Pers kuvvetleri beklediği zamanda Suriye hudutlarında görünmediler. Çünkü Ispartalıların çekilmesiyle Küçük Asya’da beliren tehlike geçmiş değildi. Kuraş’ın isyanından beri Misyalılar, Pisityalılar, Punt bölgesi halkı, Paflagonyalılar yani yerli halkın çoğu ile Kıbrıslılar, Pers hâkimiyetine karşı isyan halinde bulunuyorlardı. Artakhaşatra II, Mısır için hazırladığı orduyu bunların üzerine göndermek zorunda kalmıştı. Fakat yukarıda görüldüğü gibi, yalnız Kıbrıs Pers kuvvetlerini uzun müddet tevkif etti.

Kıbrıs mücadelesi devam ederken Mısır’da Neferites’e Akoris halef olmuştu. Yeni hükümdar Mısır’ın Libye ve batı sınırlarını emniyet altına aldıktan sonra Kıbrıs kralı Evagoras ve Atinalılarla anlaştı. Fakat Evagoras'ın hezimetinden sonra Kıbrıs’tan bir ümit beklemek ihtimali kalmadığından Akoris, Pers'lere karşı küçük Asya'da başka bir gaile açmağa çalıştı. İsyan halinde bulunan, fakat büyük bir başarı elde edemeyen Pisidya'lılarla ittifak etti.

Diğer taraftan Antalkidas sulhü üzerine Yunanistan'da işsiz kalan ücretli askerlerden süratle yeni bin kişilik bir kuvvet tedarik etti. Kıbrıs gailesiyle uğraşan Pers'ler, bu kuvvetlerin Mısır'a gelmelerine mani olamadıkları gibi, bu sırada ölen (380) Akoris'den sonra Mısır'da başgösteren olaylardan da faydalanamadılar.

Akoris'in ölümü arkasından birbirlerini takip eden iki halefinden sonra memleket iki yıl (M.ö.381-379) iğtişaşlar içinde kalmıştı. Nihayet askerlerin yardımıyle Nektanebo 1 (378-360) Mısır tahtına geçerek XXX uncu sülâleyi kurmuştu. Bu sırada Kıbrıs harbi sona ermiş olduğundan yeni Firavun tahta çıktığı zaman, Büyük Kral Artakhşatra II ile karşı karşıya kalmıştı. Nektanebo 1, artık kesinleşen büyük tehlikeye karşı hazırlığını hızlattı. Son yılların olaylariyle liyakati belirmiş olan Atinalı Chabiras'ı Mısır ordusunu tensike memur etti. Pers’lere Mısırlıların hazırlıklariyle mütenasip olarak faaliyetleri arttırdılar. Pers komutanı Farnabazus Suriye’nin güney sahillerinde Pers donanmasının barınmasına elverişli bir liman olan Ako’yu hareket üssü yaptı. Üç yıl, buraya erzak, mühimmat ve asker yığmağa çalıştı. Pers generalleri arasındaki rekabet ve saray entrikaları Farnabazus'un faaliyetine sık sık engel olmasına rağmen, hazırlık 374 yılı başında ikmal edilebildi. Hazırlanan kuvvet iki yüz bin yerli ve yirmi bin aylıklı yabancı asker ile 300 harp gemisi (triere), iki yüz kadırga ve birçok yük mavnalardan mürekkepti.

Artakhşatra II, Atinalı Chabiras'ın Mısır ordusunun başında bulunmasını tehlikeli görüyordu. İran’la dost oldukları halde bu zatın kendi aleyhinde Mısırlılarla bir safta bulunmasına nasıl müsaade edildiğini Atinalılardan sormuş, aynı zamanda bir müddet için general İfikrates’in kendi hizmetine verilmesini istemişti. Atinalılar, Chabiras’a Yunanistan’a dönmek emrini verdiler. İfikrates'i de Suriye’ye gönderdiler. Burada Pers ordusundaki aylıklı Yunan askerlerinin komutanlığını deruhte etti.

Pers ordusu 334 yılı mayısında Mısır’a doğru hareket etti. Mısır kralı Nektanebo 1, memlekete girecek bütün geçitleri tutmuş, Nil'in ağızlarının hepsinde birer kale yaptırmış, metanetle düşmanı bekliyordu. Pelus önüne geldikleri zaman kale duvarlarının tamir edilmiş olduğu, ahalinin kanalları yıkarak her tarafı suya boğdukları görüldü. Burada bir başarı elde edilemiyeceği anlaşıldı.

Fakat Nil’in Mendes kolu ağzını zorlayan Persler, burada Mısırlıları sarmağa muvaffak oldular. Hepsini kılıçtan geçirdiler. İfikrates buradan içerilere giden yolu muhafaza eden kaleyi de zabtetti. Menfis'in müdafaasız olduğunu ileri sürerek Mısırlılar buraya asker göndermeden evvel, hemen bu şehir üzerine yürümek teklifinde bulundu. Bu plânı cüretkârane gören Pers generalleri arasında münakaşa başladı. Teklifin gizli bir maksada matuf olmasından şüpheye düşenler, İfikrates’in Mısır’ı kendi hesabına zaptetmek istediğini ima ediyorlardı. Pers ordusunda komutanlar arasında bu münakaşalar devam ederken kendilerini toplamağa vakit bulan Mısırlılar, Menfise kâfi bir garnizon gönderdiler. Arkadan da başlayan feyezan, yolları kapayarak hareket imkânı bırakmadı.

Farnabazus, bu kadar hazırlıklara mal olan bu seferden vazgeçerek Suriye’ye dönmek zorunda kaldı. Farnabazus’un tavsiyelerine kulak vermemesinden müteessir olan İfikrates, Konon'un âkıbetine uğramamak için gizlice Atina’ya döndü. Ordu ve donanmadaki Yunanlılar da dağıldılar. Mısır da yirmi beş sene için kurtulmuş oldu.

Başarısızlık mesuliyetini İfikrates’e yüklemek isteyen Farnabazus arkasından adamlar gönderdiyse de Atinalılar suçu sabit olursa kendileri tarafından cezalandıracağı cevabını verdiler. Onu kendi filoları komutanlığına geçirdiler.

Mısır seferinin neticesiz kalması, Artakhşatra II’nin 387 sulhündenberi Yunanlılar üzerinde haiz olduğu nüfuzu sarsmadı. Yunan siteleri arasındaki rekabet onları Pers kralının dostluğunu kaybetmemeğe sürüklüyordu. Atina, Isparta, Teb o zamana kadar görülmeyen bir hırsla Ahamaniş hükümdarının teveccüh ve ittifakını kazanmak hususunda yarış ediyorlardı. Anlaşıldığına göre Artakhşatra II, bu zamanlarda Yunan siteleri nazarında bir nevi yüksek hakem tanılıyor, aralarındaki ihtilâflar, şikâyetler ona arz olunuyordu.


Bu sırada imparatorluğun iç durumu


Fakat dış ülkelerde hakemlik eden Pers kralı, tam manasiyle kendi ülkesinde hâkim değildi. Cezalandırmaktan ziyade affetmeğe mütemayil olan mülâyim huylu, gevşek tabiatlı Artakhşatra II, satrapları üzerinde gereken otoriteyi haiz bulunmuyor, onların ihtiraslarına gem vuramıyordu. Önce Hellespontes Frikyası satrabı Ario barzan, müstakil harekete başlamış, onu Datan ve Kappadokya satrabı Aspis örnek almış ve nihayet Mısır sınırlarından Çanakkale'ye kadar uzayan sahalardaki satrablar metbularına karşı tedafüi ve tecavüzi bir akid yapmışlardı.

Daima heyecan halinde bulunan Mısır, bu isyanlardan faydalanarak sönmez bir kin beslediği Perslere karşı kendi emniyetini temin etmek çarelerini aramağa başladı. Bu sırada Mısır'da 361 de ölen Nektanebo l’in yerine geçen Teos (Tachos 361-359) önce Artakhşatra ll'den memnun olmayan Ispartalılarla anlaştı. Sonra Küçük Asya'da metbularına kafa tutan satrablarla müzakereye girişti.

Bütün bu ittifaklar, Artakhşatra Il'yi yeniden büyük hazırlıklar yapmağa mecbur etti. Çünkü hem Mısır kralına karşı harekete geçmek, hem Asya'daki Yunan siteleriyle uğraşmak, hem de Ispartalılar ve müttefikleriyle çarpışmak ve nihayet bu harekete katılmış olan satrabları ve generalleri tedip etmek icabediyordu. Bu sonuncular arasında Hellespontos Frigyası satrabı Ario barzan, Karya hâkimi Mausollos, Misya satrabı Orontes, Lidya satrabı Otofradates başta olmak üzere Likyalılar, Pisidyalılar, Pamfilyalılar, Kilikyalılar, Suriyeliler, Fenikeliler bulunuyorlardı. İsyan sahası çok geniş olduğundan Artakhşatra II gelirinin hemen yarısını kaybetmişti. Geri kalan yerlerin geliri ise harp masrafını kapatmaya kâfi gelmiyordu.

Asiler Orontes'i başkomutanlığa seçtiler. Mısır kralı ile yapacakları ittifak şartlarını kararlaştırmak ve gereken para ve malzemeyi almak üzere Pheomitres'i elçilikle Menfis’e gönderdiler. Teos âsilere yardım olarak beş yüz talan gümüş ile elli gemi verdi. Pheomitres bunlarla Asya kıyısındaki Löke’ye doğru Mısır'dan yola çıktı. Bu muvaffakıyetinden memnun olan suç ortakları kendisini bekliyorlardı. Fakat onun mücadelenin sonuna itimadı yoktu. Büyük Kralın affına mazhar olmak çaresini aramaktan başka bir şey düşünmüyordu. Büyük Kral Artakhşatra II ile anlaşarak ondan birçok mükâfatla beraber deniz satrablığını almak amacını güden Orontes ile bir ihanet anlaşması yaptılar. Kendilerini affettirmek üzere suç ortaklarım zincire vurarak Sus’a gönderdiler.

Kappadokya'da da buna benzer bazı hususiyet arzeden başka bir ihanet oldu: Artakhşatra II tarafından Kappadokya'ya gönderilen Artabaz kuvvetli bir ordu ile buraya girdiği zaman,. âsi satrab Datam birçok süvari ve 20 bin kadar da yabancı ücretli askerle kendisini karşılamıştı. Bu sırada Datam'ın süvari kıtalarına kumanda eden kayınpederi Mitrobazan, Büyük Kralın affına mazhar olmak ümidiyle maiyetindeki kıtalarla düşman tarafına geçmek istedi. Datam, hemen ücretli yabancı askerleriyle kendisini takip etti. Artabaz'ın karargâhına gireceği sırada onlara yetişti. Hem bunların üzerine, hem de Artabaz'ın ordusuna hücum etti. Bu durum karşısında, Mitrobazan'ın ilticasını kendisini gafil avlamak için bir hile zanneden Artabaz ordusuna sığınan süvarilerin kılıçtan geçirilmesi emrini verdi. Datam, maceradan muzaffer çıktı. Fakat, bir müddet soara Artakhşatra II, bir suikasdla bu korkunç âsiden kurtuldu.


Teos’un Suriyeyi İstila Teşebbüsü



İç isyanlar yüzünden bu sırada Pers imparatorluğunun durumu pek çok kötüleşmiş olduğundan Mısır kralı Teos, Suriye'yi istilâ etmeği tasarlamağa başlamıştı. Firavun'un bu tasavvuru sergüzeştlerle geçen bir hayatın Nil boylarına sürüklemiş olduğu Yunanlı Kabrias (Chabrias) tarafından takviye edildi.

Fakat Teos’un yabancı bir memlekete ordu göndermek için gereken masrafı kapayacak parası yoktu. Kabrias ona bu paranın zengin Mısır kâhinlerinden ve mâbedlerinden temini imkânını gösterdi. Teos, Pers seferinin devamı müddetince tapınakların gelirlerinin onda dokuzuna el konulması emrini verdi. Bu paralar muntazaman alınabilirse harp masrafını kapayabilecekti. Fakat rahiplerin hilekârlığı bunun teminine imkân vermediğinden, yine Kabrias'ın tavsiyesiyle mesken vergileriyle beraber diğer vergiler arttırıldığı gibi, bir takımda yeni vergiler tarh olundu. Bu sayede Teos 80 bin yerli piyade, on bin aylıklı Yunanlıdan mürekkeb bir kara ordusu ile iki yüz gemiden müteşekkil bir filo hazırlıyabildi. Bunların başına Yunanlılardan mahir komutanlar bulmak imkânını elde etti.

Mısır kralı, Atinalıların ittifakını temin etmişti. Kabrias da hizmetinde bulunuyordu. Ispartalıların ittifakını temin için teşebbüse girişti. Seksen yaşına girmiş olmasına rağmen şöhretini ve kudretini kaybetmemiş olan Agesilas'ı da hizmetine almak istiyordu. Bunu da temin etti. Agesilas bin kişilik bir İsparta kuvvetiyle Mısır’a geldi. Kendisine önce yüksek komutanlık vadedilmişti. Fakat Teos başkomutanlık kendisine kalmak üzere Ispartalı Agesilas’ı ücretli Yunan kıtaları komutanlığına, Atinalı Kabrias’ı da donanma amiralliğine tâyin etti.

İhtiyar kahraman, Teos’un bu muamelesine karşı Ispartalılara has bir sertlikle memnuniyetsizliğini belirtmekle beraber, kendisine verilen vazifeyi kabul etti. Bununla beraber, çok geçmeden Mısır kraliyle arasında şiddetli bir ihtilâf baş gösterdi. Agesilas, Teos’un Mısır’da kalarak, ordu için gereken şeyleri göndermesini münasip görüyordu. Fakat Teos bu teklifi kabul etmedi. Kendi adındaki üvey kardeşini vekil olarak Mısır’da bıraktı. Kendisi orduların başına geçti. Fenike sahillerine çıktı. Pers kuvvetleri adetçe meydan muharebesine atılacak kadar çok olmadıklarından, bir müstahkem kaleye sığındılar.

Teos, Mısır'da kendisine vekil bıraktığı üvey kardeşinin oğlu Nektanebo'yu Pers kuvvetlerini muhasaraya memur etti. Muhasaranın uzaması, Mısırlı askerler arasında sızıltılara sebep oldu. İhanetler görülmeğe başladı. Mısır’dan da kötü haberler belirdi.

Evvelce Kabrias'ın teşvikiyle tapınaklardan ve rahiplerden alınan paralar, arttırılan vergiler, rahipleri ve halkı öfkelendirmiş ise de, yabancı aylıklı askerlerin tehdidi ile şikâyetler boğulmuştu. Fakat ordu Suriye'ye gittikten sonra bastırılan hoşnutsuzluk patlak verdi. Teos’un yerine vekil bıraktığı üvey kardeşi, halkı teskin edeceğine, bu hareketi körükledi. Ordudaki oğluna gizli mektup göndererek Mısırda olup bitenleri haber verdi. Ona Teos'u tevkif etmeği bildirdi.

Nektanebo, komutanlığı altındaki Mısır’lı askerleri elde etmeğe muvaffak oldu. Fakat Yunanlı aylıklı askerler ve komutanlar, bu harekete iştirak etmedikçe, bir iş göremiyecekti. Kabrias, Teos'a karşı olan taahhüdünü ihmal etmek istemiyordu. Fakat Agesilas aynı fikirde değildi. Mısır’a geldikten sonra, önce vadedilmiş olan mevkie getirilmediğinden krala muğber bulunuyordu. Teos, ondan âsilere karşı harekete geçmesini rica ettiği zaman, Mısırlılarla boğuşmak için değil, onlara yardım etmek üzere gelmiş olduğu cevabını verdi. Kabrias'ın ısrarlarına rağmen Nektanebo tarafını tutmakta direndi. Bu suretle ordu tarafından terkedilen kral Teos, önce Sidon'a kaçtı. Buradan da Pers kralına iltica etti. Artakhşatra II, kendisini yalnız iyi kabul etmekle kalmadı. Onu Mısır'ı istilâ etmek için hazırladığı ordunun başına geçirdi (M.ö.359). Kral Teos'un ordudan kaçmak zorunda bırakıldığı haberi Nil boylarında şayi olunca, Mısır’da umumi bir isyan çıktı. Mısırlılar, yabancı kuvvetlere istinat eden Nektanebo’yu istmediklerinden, Mendes prensini kral ilân ettiler. Nektanebo bu haber üzerine Suriye’yi fethetmek hülyasını bırakarak hızla Mısır’a döndü. Pelus’e geldiği zaman adetçe çok, fakat disiplinsiz bir ordu ile karşılaştı. Agesilas hemen hücum edilmesini tavsiye etti. Kabul edilmedi. Nektanebo Tanis’e çekildi. Burada karargah kurdu. Rakibi Mendes prensi kendisini Tanis’te muhasara altına aldı. Muhasaranın şiddet ve devamı neticesi olarak Tanis’de kıtlık baş gösterdi. Agesilas’a muhasara kuvvetlerini yararak şehirden çıkmak müsaadesi verildi. Ispartalı komutan, gece karanlığından faydalanarak muhasara ordusunu yardı çıktı. Bir kaç gün sonra da kat’i bir zafer kazandığından Nektanebo II (Naktanabuf) Mısır kralı ilan edildi.

Nektanebo II (M.ö.359-341) Pers’lerin Mısır üzerine yürüyeceklerinden şüphelendiğinden, Agesilas’ı Mısır’da alıkoymak istiyordu. Isparta kralı, Nil boylarında aleyhine çevrilen entrika ve istihzalardan müteessir olduğundan Mısır’da kalmadı.

Fakat Artakhşatra II tarafından Pers ordusunu Mısır’a götürmeğe memur edilmiş olan eski Firavun Teos, işe başlamadan evvel, dizanteriden ölmüştü. Kral ailesi arasındaki ahenksizlik de Pers generallerinin gayretlerini gevşetmişti. Bu sebeplerden hücum kesin bir netice veremedi. Artakhşatra II bu seferin neticesini göremeden, birkaç yıl saltanattan sonra öldü. Ölümüne oğulları arasında baş gösteren ihtiraslar ve bu yüzden tevali eden felaketler sebep olmuştu. İhtiyar kralın, zevcesi Statira’dan Darius, Ariyaspes, Arsames ve Ohos adlarında dört oğlu vardı. En büyükleri olan Darius veliahd ilan edilmişti. Fakat, istediği bir şeyi kendisine vermediğinden babasına karşı bir suikast hazırlamış, bundan vakti ve zamaniyle haberdar olan babası kendisini tevkif ettirerek öldürtmüştü.

Ariyaspes’in veliahd olması gerekiyordu. Fakat, Ohos’un babalarının kendisini öldürmeğe karar verdiği yolundaki ihbarı üzerine işkenceden kurtulmak için intihar etti. Bir cariyeden doğmuş olan Arsames veliahdlık davasına kalktıysada, bunu da Ohos öldürdü. Artakhşatra II, bu son darbeye tahammül edemiyerek kederinden öldü (358).

İmparatorluğu altüst eden iç isyanlara, devamlı dış harplere rağmen, idaresindeki mülayımlık sayesinde zamanında halk çok ezilmemişti. Onun bu şefkat ve yumuşaklığının hâtırası olarak halefine kendi adı verilmiştir. 




İRAN TARİHİ 1.CİLT

EN ESKİ ÇAĞLARDAN İSKENDER'İN ASYA SEFERİNE KADAR

Ord. Prof. M. ŞEMSEDDİN GÜNALTAY

7 Şubat 2024 Çarşamba

Osmanlı'nın En Güçlü Yılları KANUNİ DEVRİ (1520-1566)

 



Kanuni Sultan Süleyman'ın 1520 yılında başlayıp, 1566 yılına kadar süren uzun saltanat dönemi; Osmanlı'nın; askeri, ekonomik ve kültürel açıdan gücünün şahikasına ulaştığı yıllar olarak kabul edilir. Osmanlı, batıda Macaristan'ı alarak Orta Avrupa hakimiyetini sağlamlaştırdı. Böylece Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu'na ve Avusturya Devleti'ne karşı mutlak bir üstünlük sağladı. Güçlü bir donanma oluşturulmasının ardından Rodos'un alınması ve Preveze zaferi Akdeniz'i adeta bir Türk gölüne çevirdi. Bu zirve yıllarında doğuda da Safevilere karşı Yavuz döneminde başlayan üstünlük, bölgeye düzenlenen üç büyük seferle devam ettirildi.

Osmanlı askerleri; Macaristan ovalarında atlarını mahmuzlayıp, Viyana önlerine kadar hakimiyetlerini genişletti. Bunun sonucu olarak Osmanlı; bölgede oluşturduğu sosyal, kültürel ve siyasi kurumlarla varlığını kalıcı hale getirdi.

XVI. yüzyılın ilk çeyreğinde dünyada «Yeni ve Yakın Çağ» ın en büyük değişimleri birbiri ardınca meydana geldi ve Batı Avrupa toplumlarını köklü bir biçimde etkiledi.

Coğrafi keşifler yoluyla Avrupalılar, yeni dünya Amerika'ya çıkarak sömürge faaliyetlerine başladı. Öte yandan Afrika'nın batısından dolaşılarak yeni Hindistan yolunun bulunması, doğuda yüzyıllarca batılıların iştahını kabartan yeni sömürge alanlarının ortaya çıkmasına yol açtı. Böylece başta İspanyol ve Portekiz olmak üzere Batı Avrupa devletleri; yeni sömürge imparatorlukları kurarak, ekonomik olarak güçlerini katladılar.


Aynı yıllarda bir diğer önemli gelişme de İtalya'da başlayan Rönesans'tı. Pozitif düşünceye bağlı sanat ve kültür dalgası; diğer Avrupa ülkelerine yayılarak, toplumların zevkini değiştirmeye başladı. Bunun yanı sıra meydana gelen Reform hareketleri, Avrupa hıristiyan birliğini parçalayarak birçok yeni Protestan kilisenin oluşumuna yol açtı. Papanın otoritesi ve din adamlarının itibarını sarsan bu Reform dalgası, yeni müstakil dini anlayışların da yaygınlaşmasına yol açtı.

Siyasi olarak Batı Avrupa'da en güçlü devlet, Charles Quint'in (Şarlken) yönettiği Kutsal Roma-Cermen İmparatorluğu'ydu. Sınırları batıda Fransa hariç, İspanya'dan Avusturya'ya kadar uzanmaktaydı. Şarlken'in kardeşi Ferdinand, Avusturya İmparatoru idi. Ferdinand'ın Macar Krallığı'yla da akrabalık bağları vardı.


KANUNİ'NİN AVRUPA'YA BAKIŞI


1. Süleyman; babasının ani vefatının ardından kardeş trajedilerine bulaşmadan imparatorluğun başına geçtiğinde, köklü bir siyasi tercih yaptı ve devletin fetih dinamiğini yeniden batıya yöneltti. Böylece Osmanlı Devleti, hıristiyan dünyasıyla hesaplaşmasına, kaldığı yerden devam etti.

Kanuni'nin batı hıristiyan dünyası ile ilişkileri dört temel esasa dayanmaktaydı.

Birincisi; Osmanlı topraklarının güvenliğini tehdit eden, Müslümanların ticaretini baltalayan, hacıların yol güvenliği için tehlike teşkil eden bütün hıristiyan devletlere karşı askeri hareketlerde bulunmak; karşı güçleri imha etmek veya etkisiz hale getirmek ...


İkincisi; Avusturya-Alman Habsburg İmparatorluğu'na karşı kesin bir rekabet politikası izlemek, askeri açıdan düşmana korku salacak gövde gösterisinde bulunmak ...

Üçüncüsü; batı bloğunu yarmak amacıyla Fransa ile dostluk münasebetlerinde bulunmak...

Dördüncüsü; hıristiyan dünyasındaki ayrılıkları derinleştirmek amacıyla Protestanlarla ittifak oluşturmak...


MISIR, SURİYE ve ANADOLU'DA ÇIKAN İSYANLARIN BASTIRILMASI


Kanuni'nin ilk uğraştığı meseleler; Mısır, Suriye ve Anadolu'da çıkan ve devleti askeri açıdan zor durumda bırakan iç isyanlar oldu. Babası Yavuz Sultan Selimin ülke topraklarına kattığı Mısır ve Suriyede yeni bir Osmanlı düzeni kurma süreci, sancılı birtakım olayların yaşanmasına yol açtı. Nitekim Mısır ve Suriye'de meydana gelen isyanlar; eski Memluklu Devleti'ni yeniden kurma girişimleriydi ve yeni padişahı, tahtının ilk yıllarında hayli meşgul etti.

Ahmed Paşa; İstanbul'da sadrazamlık beklerken Mısır Valiliği görevine getirilmiş, bu görevi kendisi için tatmin edici ve itibarlı bulmamıştı. Ahmed Paşa; Mısırda göreve başlamasının ardından, yerli askeri sınıf ve güçlerle işbirliğine girdi ve hükümdarlığını ilan ederek isyan başlattı. Ancak merkeze bağlı güçlerce etkisiz hale getirilerek Kahire'de idam edildi.

Bir diğer önemli isyan da Canberdi Gazali isyanıdır. Memluklu Devleti'nin Osmanlı bünyesine katılması esnasında Hayır Bey tarafından ikna edilerek Osmanlı safına geçen bu eski Memluklu beyi de vali olarak görev yaptığı Suriye'de yeni bir devlet kurma gayreti içine düştü. Adına para bastırdı ve bazı askeri girişimlerde bulunduysa da başarılı olamayarak bertaraf edildi.

Sosyal ve dini muhtevalı isyanlar da bu dönemde devleti meşgul eden bir diğer meseleydi. Safevi etkisindeki Türkmen ve Alevi kesimlerin çıkardığı isyanlar, Safevi etkisinin hala sürmekte olduğunu göstermekteydi. Hacı Bektaş-ı Veli postnişini Kalender Çelebi ve Türkmen dedelerinden Baba Zünnun'un çıkardığı bu isyanlara, bir kısım halk ve asker kaçakları destek vermekteydi. Orta Anadolu'da çıkan bu isyanlar, alınan askeri tedbirlerle bastırıldı. Olaylara katılanlar sert bir biçimde tenkil edilmişti. Bu ayaklanmaların büyümesinde arazi tahrir memurlarının yaptığı haksızlıkların önemli bir payı vardı. Ayrıca lüzumsuz yere dirlikleri elinden alınan tımarlı sipahilerin bu isyanlara destek vermesi de ayaklanmanın etkili olmasına ve tahribatının fazla olmasına sebep olmuştur.


BELGRAT'IN FETHİ (1521)


Geleneklere göre yeni padişahın tahta çıkışı haberini Macaristan'a ulaştıran Behram Çavuş'a kötü davranılmış; -bazı kaynaklara göre- Kral Layoş tarafından idam edildiği gibi burun ve kulakları da Kanuni'ye gönderilmişti. Bu gelişme Osmanlı'yı batıya sefere sevk eden en önemli sebebi teşkil etti. Esasen Yavuz'un Memlüklularla mücadeleleri sırasında batıda Macarlar, sınırlara tecavüz etmekte ve bu durum Macaristan üzerine bir seferi zorunlu kılmaktaydı. Yavuz'un vefatı muhtemel bir seferi ertelemişti. Kanuni'nin ilk seferi, çok iyi planlandı ve Belgrat'ın fethini gerçekleştirecek bir çerçevede ustaca yürütüldü. Sırbistan, Fatih döneminde Osmanlı topraklarına katılmış ancak Belgrat Kalesi ele geçirilememişti.


Yeni padişah, batıya gerçekleştireceği on seferden ilkine 18 Mayıs 1521 yılında çıktı. Macaristan'ın anahtarı niteliğinde stratejik konuma sahip olan Belgrat Kalesi'nin alınmasıyla batıya yapılacak seferlerin önü açılacaktı. Kanuni, güçlü ordusunun yiyecek ve barınma ihtiyaçlarını giderecek tedbirleri alarak önce Edirne'ye, arkasından da Filibe ve Sofya üzerinden Niş'e ulaştı. Balkanlarda ciddi bir korku meydana gelmiş, seferin Moldavya üzerine yöneleceği endişesi paniğe yol açmıştı. Oysa sefer, Belgrat Kalesi'ni hedeflemekteydi. Niş'te askeri önlemler ve hazırlıklar gözden geçirildikten sonra Belgrat istikametinde yola devam edildi. Ayrıca Karadeniz üzerinden Tuna'ya bir donanma da yollandı. Böylece Belgrat, karadan ve nehir yoluyla da kuşatma altına alındı. 

Macarlar, kaleyi uzun süre savundular. Osmanlıların şiddetli baskılarına ve on iki kez yaptıkları hücumlarına karşı hala direnme eğilimi göstermekteydiler, ancak güçleri gittikçe tükenmekteydi. Ve sonunda Macarlar, dizdarlarının eliyle Belgrat'ın anahtarlarını Kanuni Sultan Süleyman'a teslim etmek zorunda kaldılar. Padişah, teslim olanları çoluk çocuğuyla bağışladı. Böylece Macaristan yolu, Türklere açılmış oldu.


MOHAÇ ZAFERİ (1526)


Belgrat'ın alınmasının ardından Türk akınları; Macaristan, Hırvatistan, Transilvanya ve Dalmaçya kıyılarına yoğunlaştı. Bu akınların çoğu, bölgeyi daha iyi tanımaya yönelik akınlardı. Gazi Hüsrev, Sinan ve Malkoçoğlu Bali Beylerin akınları Mohaç zaferine kadar devam etti.

Yeterli hazırlıklar yapıldıktan sonra Macaristan'ın fethi için; Vezir-i Azam İbrahim Paşa komutasında, bölgeye askeri birlikler sevk edildi. Ardından bizzat Padişah, yüz bin kişilik bir orduyla yola çıktı. Bölgedeki diğer birliklerin Belgrat'ta orduya katılmasıyla Osmanlı ordusu oldukça ihtişamlı görünüyordu ve savaşa hazırdı.

Vezir-i Azam İbrahim Paşa, Macaristan'da Tuna Nehri üzerinde bulunan askeri açıdan çok stratejik bir konumda olan Petervaradin Kalesi'ni karadan ve nehirden sıkıştırarak ele geçirdi. Bosna beyleri ve diğer komutanlar ise Orta Tuna boyunda İyluk ve Ösek dahil, birçok kaleyi ele geçirerek asıl ordunun yol güzergahındaki riskleri ortadan kaldırdı.

Osmanlıların bu askeri faaliyetlerinden haberdar olan Macar Kralı II. Layoş; bir yandan askeri müdafaa tedbirlerini artırarak harbe hazırlanırken, diğer yandan da Avrupa'nın diğer devletlerinden yardım istedi. Macar askerleri, Osmanlı ordusunun Drava Nehri üzerine kurulan köprülerle asker sevk etmesini engellemek için direnmişlerse de başarılı olamadılar.

Artık Osmanlı ordusunun hedefi, Macar ordusunun toplandığı Mohaç ovasıydı ve hedef Macar başkenti Budin'i ele geçirmekti. Kanuni 29 Ağustos 1526'da cenk elbisesini giymiş, ak bir ata binerek üç yüz bin kişiden oluşan muhteşem ordunun muhteşem komutanı olarak harp vaziyetini almıştı.

Tarihin en kanlı savaşlarından biri olan Mohaç'ta Osmanlı güçleri Macarları merkeze çekerek iki saat gibi kısa bir sürede imha etmeyi başarmıştı. Ölenler arasında genç Macar Kralı II. Layoş da bulunuyordu.


VİYANA SEFERİ (1529)


Osmanlılar, Mohaç Meydan Muharebesi sonrasında hiçbir direnişle karşılaşmadan Budin şehrini ele geçirdi. Şehrin anahtarlarının Kanuni'ye teslim edilmesiyle Macar Krallığı fiilen ortadan kalktı. Böylece Macaristan'ın Osmanlı himayesine girdiği yeni bir dönem başladı. Kanuni, Macaristan tahtına Osmanlı kaynaklarında Yanoş olarak bilinen Erdel Voyvodası Zapolya'yı geçirerek hükümdar olmasını sağladı.

Ancak Avusturya İmparatoru Ferdinand, Macaristan'ın Osmanlı tesiri altında bir hükumetle yönetilmesini hiçbir vakit kabul etmedi ve türlü entrikalara başvurarak Macaristan'ın yönetim hakkının kendisine ait olduğunu iddia etti. Mohaç Meydan Muharebesi'nde ölen Macar Kralı eniştesi idi. Macaristan tahtının da tıpkı kız kardeşi vasıtasıyla kendisine intikal eden Bohemya, Moravya, Slovakya toprakları gibi kendisine bırakılmasını istiyordu. Ağabeyi Kutsal Roma-Germen İmparatoru Şarlkenden destek alan Ferdinand, siyasi emellerini gerçekleştirmek için harekete geçti ve Zapolya'yı bir meydan muharebesi sonucu yenerek Budin şehrini aldı. Böylece Macaristan'a büyük ölçüde hakim olmayı başardı. Tahtını kaybeden Zapolya, bu gelişmeden Osmanlı'yı haberdar ederek Kanuni'den yardım istedi. Bu durum Osmanlı ordusunu yeniden Orta Avrupa'ya yöneltti ve 1529 Viyana Seferi'nin sebebini teşkil etti.

Öte yandan Fransa Kralı Fransuva da, Kutsal Roma-Germen İmparatoru Şarlken tarafından zor durumda bırakılmış ve İstanbul'a gönderdiği elçisi vasıtasıyla Kanuni'den yardım istemişti. Bu talebe karşılık, Osmanlı hükümdarı da bir fermanla Fransuva'ya destek olacağının işaretlerini vererek Kral Fransuva'dan hükümdarlara yaraşır bir tavır göstermesini istedi:

"Sultanların sığınma yeri olan kapıma; adamın Frankipan ile mektup gönderip, memleketinizin düşman istilasına uğradığını; halen hapiste olduğunuzu bildirip, kurtulmanız hususunda bu taraftan yardım ve medet istemişsiniz. Her ne ki demişseniz benim yüksek katıma arz olunup teferruatıyla öğrendim.


Yenilmek ve hapsolunmak hayret edilecek bir şey değildir. Gönlünüzü hoş tutup üzülmeyesiniz. Bizim ulu ecdadımız, daima düşmanı kovmak ve memleketler fethetmek için seferden geri kalmamıştır. Biz dahi onların yollarından yürüyüp, her zaman memleketler ve kuvvetli kaleler fetheylemekteyiz. Gece-gündüz daima atımız eyerlenmiş ve kılıcımız belimizde kuşatılmıştır. Allah hayırlar versin ve iradesi neyse o olsun. Bunun dışındaki vaziyet ve haberleri adamınızdan sorup öğrenesiniz."

Kanuni'nin batıya yapacağı seferin hazırlıkları sürerken; Avusturya, elçileri aracılığıyla Osmanlı Devleti'ne barış teklifinde bulundu. Macaristan'ın bazı tavizlerle kendilerine bırakılması karşılığında Osmanlı'yla sulh anlaşması yapılacağı teklifini ihtiva eden bu teklif, Osmanlı tarafından reddedildi. Böylece Kanuni'nin batıya ikinci seferi başlamış oldu. Mayıs ayında yola çıkan Kanuni'nin güçlü ordusunda iki yüz elli bin asker bulunuyordu. Altı bin kişiden oluşan dost Macar kuvvetleri de devrik kralları Zapolya'nın nezaretinde Mohaç ovasında Osmanlı ordusuna katıldı. Budin şehri, Osmanlı kuvvetlerince gerçekleştirilen şiddetli bir kuşatmanın ve yarım günlük mukavemetin ardından teslim olmak zorunda kaldı. Macaristan'ın yönetimi, daha önceden kararlaştırıldığı gibi, yıllık vergi ödemesi ve Osmanlı'ya bağlılığını sürdürmesi şartıyla tekrar Zapolya'ya bırakıldı. Yapılan görkemli bir merasimle Macar krallık tacı Zapolya'ya yeniden giydirildi. Macar Kralı, kendisinin tekrar Macar tahtına çıkmasına yardımcı olan yeniçerilere bol ihsanlarda bulunarak ödüllendirdi.

Kanuni, Budin'i aldıktan sonra bir kısım yardımcı kuvvetleri orada bırakarak 120 bin kişilik bir kuvvetle Avusturya'nın başkenti Viyana üzerine yürüdü. Yeni hedefin Viyana oluşu, batı kamuoyunda çok büyük korku ve telaş oluşturdu. Bu durum, Avusturya Kralı Ferdinand'ın bile şehri terk etmesine yol açtı.


Ferdinand, Viyanada on altı bin kişilik bir kuvvet bırakarak Almanya içlerinde geziye çıkmak zorunda kaldı. Ayrıca tüm hıristiyan dünyasını da Osmanlılara karşı yardıma çağırdı. Oysa Kanuni, Viyana Seferi'yle batıya sadece gözdağı vermek istiyordu. Gerek yeni bir fetih hareketi, gerekse Avusturya'nın başkenti gibi büyük ve stratejik bir merkezi ele geçirme hedefi, askeri açıdan da büyük riskler taşırdı. Her şeyden önce, Osmanlı idaresi henüz Macaristan'da tam olarak yerleşmemiş ve istenilen otorite de sağlanamamıştı. Bu olumsuzluğa rağmen Kanuni, Viyana'yı on yedi gün boyunca kuşatma altında tutarak şehrin surlarını toplarla dövmeye devam etti. Ancak şehri ele geçirmek için gerekli malzemenin olmaması, ordunun geri dönüş zorluklarının göz önünde bulundurulması, bazı topların çamura saplanması ve yaklaşan kış sebebiyle orduyu daha fazla yıpratmadan kuşatmayı kaldırdı ve İstanbul’a döndü.


ALMAN SEFERİ (1532) ve İSTANBUL BARIŞI (1533)


Avusturya Kralı Ferdinand, Macaristan'ın iç işlerine müdahale etme konusundaki ısrarını sürdürerek gönderdiği bir elçiyle vergi vermek şartıyla Macaristan'ın kendisine bırakılması talebini yeniden İstanbul'a bildirdi. Tekrar ret cevabı alması üzerine Budin'i kuşatma altına almak için harekete geçti. Zaten Macar Kralı Zapolya da memlekette huzur ve sükunu bir türlü temin edememiş ve bir kısım Macar beyleri Ferdinand'ın taraftarı olmuştu.

Avusturya Kralı; Osmanlılara ait Estergon, Vişegrad ve Vaç kalelerini aldıktan sonra Budin'i muhasara etti. Ancak tüm gayret ve kararlılığına rağmen şehri düşüremedi, Budin'e yardım için yetişen Semendire ve Bosna sancakbeylerine bağlı kuvvetlerle karşı karşıya gelmemek için elli yedi gün süren kuşatmayı kaldırarak çekilmek zorunda kaldı.

Budin'in Ferdinand tarafından kuşatılması haberi İstanbul'a ulaşır ulaşmaz, derhal Macaristan üzerine yeni bir sefer düzenlendi (Nisan 1532). Kanuni bu kez kararlı bir biçimde, Alman İmparatoru Şarlkene ve kardeşi Avusturya Kralı Ferdinand'a büyük bir ders vermek istiyordu. Amacı bir meydan savaşıyla bu güçlere karşı üstünlüğünü kabul ettirmek ve Osmanlı'nın Orta Avrupa hakimiyetini kesinleştirmekti. Kanuni'nin yaptığı açık savaş davetine rağmen gerek Ferdinand gerekse Şarlken ortalıkta gözükme cesareti gösteremediler. Almanya içlerine yönelen Osmanlı akınlarına ve çeşitli Avrupalı milletlerden meydana gelen iki yüz elli bin kişilik ordusuna rağmen Şarlken; sessizliğini koruyor, Viyana'ya ikinci kez Osmanlı saldırısı gerçekleşmesi durumunda, alınacak önlemleri askeri bir mecliste müzakere ediyordu.

Osmanlı ordusu, irili ufaklı on beş kaleyi ele geçirdikten sonra birkaç hafta süren bir kuşatmanın ardından Viyana yolu üzerindeki stratejik Gons Kalesi'ni de aldı. Yedi aydır düşmanla karşılaşma imkanını bulamayan Kanuni, kışın yaklaşması üzerine bu askeri sefere son vererek İstanbul'a döndü. Ardından her iki hükümdara da ağır sözlerle dolu birer mektup yolladı. Bu sefer sonucunda Macaristan'daki Osmanlı hakimiyeti biraz daha perçinlendi. Nitekim Kral Zapolya; Osmanlı Devleti'ne sadece dost ve müttefik bir ülke olarak kalmadı, bir süre sonra muayyen bir miktarda yıllık vergi de ödemeye başladı. Çok geçmeden Ferdinand da Osmanlı'nın Macaristan hakimiyetini onaylayan bir barış anlaşmasını imzalamak zorunda kaldı. Yapılan İstanbul Anlaşması'na göre Ferdinand, bundan böyle Macaristan'ın iç işlerine karışmayacağını taahhüt ediyor, diplomatik olarak Osmanlı Sadrazamı'na denk bir statüye sahip olduğunu ve Kanuni'nin siyasi üstünlüğünü kabul ediyordu.

Avusturya Kralı Ferdinand, Osmanlı'yla yaptığı anlaşmaya rağmen Macaristan'ı ele geçirme arzusundan hiçbir zaman vazgeçmedi. Nitekim Kral Zapolya'nın ölümünün ardından Budine Avusturyalı ve Almanlardan oluşan bir ordu göndererek Macaristan'ı tekrar ele geçirme girişiminde bulundu. Ancak ölen Macar Kralı Zapolya'nın eşi Kraliçe İsabella, başkentini kuşatan Avusturya kuvvetlerine karşı Kanuniden yardım istedi. Haziran 1541 ile harekete geçen Osmanlı ordusu, Ağustos ayında Ferdinand'a bağlı kuvvetleri yenmeyi başardı ve Budin yeniden kurtarılmış oldu.

Ferdinand bu askeri hamlesinin başarısızlıkla sonuçlanmasının ardından bir kez daha Osmanlı'ya müracaat ederek, yıllık haraç karşılığında Macaristan'ın kendisine bırakılmasını istedi. Bu diplomatik girişiminden de bir sonuç alamayan Ferdinand, bu kez Türklerin ilerleyişini bahane ederek toplamayı başardığı Avrupalı milletlerden oluşan bir orduyla Budin önlerine geldi ve Peşte Kalesi'ni kuşattı. Bu gelişme üzerine Kanuni, yeniden bölgeye güçlü bir orduyla hareket etti (Kasım 1542). Ordu, henüz Edirne yakınlarına varmadan Peşte önlerinde bulunan kuvvetlerin düşmana karşı kesin bir zafer kazandıkları haberi ulaştı. Bu durum, orduda büyük bir sevinç yarattı. Avrupa orduları, az sayıdaki müdafaa askerleri tarafından kesin bir yenilgiye uğratılarak imha edilmişti. Böylece yola çıkan merkez ordusu da Edirnede kaldı.

Bu sefer sonrasında Zapolya'nın elinde bulunan Macaristan toprakları doğrudan Osmanlı topraklarına ilhak edildi. Hemen peşinden Budin Beylerbeyliği oluşturularak on iki sancağa ayrıldı. Arazi tahriri yapıldı ve Budin Beylerbeyliğine Bağdat Valisi olup aslen Macar olan Süleyman Paşa getirildi. Böylece Macaristan meselesi kesin olarak çözümlendi. Macaristan'ın kuzey ve batı bölümlerinden bir kısım topraklar Avusturya'ya bırakıldı. Erdel bölgesi de ölen Macar Kralı'nın oğlu Sigismund'un hakimiyetine terk edildi. Asıl Macaristan'da ise yaklaşık bir buçuk asır süren Osmanlı hakimiyeti dönemi başladı. Böylece cihad ve gaza ruhuyla yeni ülkeler Osmanlı hakimiyetine sokulduğu gibi, hıristiyan dünyasına karşı da bariz bir üstünlük sağlanmıştı.

Osmanlı için gaza ve yayılma; devlet, asker ve halk için kaçınılmaz bir hareket, hayat ve denge prensibi idi. O günkü şartlarda ordunun İstanbul’dan Tuna boylarına iki-üç ay süren meşakkatli bir yolculuktan sonra varabildiği; askerin yiyecek ve barınma ihtiyaçlarının temininin zorlukları ve en önemlisi de yol şartlarının elverişsizliği hesaba katıldığında, cihad ve gaza ruhunun Osmanlıda ne denli güçlü olduğu kolayca anlaşılır.


Gazadır din-i İslam'ın şiarı;

Gazadır padişahlar iftiharı.

Gaza ile açılur memleketler;

Gazadan feth olmur her cihetler.

Gaza begler, bahadırlar işidir;

Gaza ile olur şahın işidir.

Gazanın ecrine olmaz tenahi;

Gazadır şehlere farz-ı ilahi.

Gaza ile olur fevz ü ganayim;

Gaza ile olur mahv-i cerayim.


KANUNi'NİN DOĞUYA SEFERLERİ


Kanuni Sultan Süleyman, bizzat katıldığı seferler ve uzun mücadeleler sonucunda Macaristan'ı Osmanlı'ya bağlayarak hıristiyan dünyasına üstünlüğünü kabul ettirdikten sonra doğuya yöneldi. Esasen Osmanlı'nın batı ile savaş hali, yoğun bir şekilde sürerken bile; Osmanlı ile Safevi İran'ı arasında yer yer çatışmaya varan bir rekabet ve üstünlük yarışı devam etmekteydi. İki devlet arasındaki çekişme ve rekabetin temelleri, birbirlerini iyi tanıyan ve ikisi de son derece yetenekli hükümdarlar olan Kanuni ve Tahmasb döneminde atılmış, yüzyıllar boyu aynı çerçevede devam etmiştir.

Kanuni; Yavuz'un ardından Osmanlı tahtına oturarak, Osmanlı Devleti'ni doğuda, batıda, Afrikada ve denizlerde başarıdan başarıya koşturmuş; 46 yıl süren saltanatı döneminde Osmanlı'nın üstünlüğünü açıkça ortaya koymuştur. Öte yandan Şah İsmail'in ardından Safevi Devleti'nin başına geçen Şah Tahmasb (1524- 1576) da 52 yıl süren uzun saltanatı boyunca genç Safevi Devleti'ni Fırat'tan Ceyhun ırmağına kadar uzanan geniş bir alanda başarıyla yönetmiştir.

Bir İngiliz tarihçisinin; "Atlı göçebeler; imparatorlukları yıkabilir, ancak yönetemez:” iddiasının aksine, Safeviler; atlı göçebe bir gelenekten gelmelerine rağmen Fars-İran devlet geleneğini de iyice özümseyerek kendilerine has, fakat çoğu kez güven vermeyen siyasetleriyle; güçlü Osmanlı'nın karşısına doğrudan çıkmayıp her seferinde Osmanlı ordusunun bitirici hamlelerini İran içlerine çekilerek başarıyla savuşturmuş, ortadan kaldırılamayacak bir güç olduğunu ispatlamıştır.

Başlangıçta Kanuni, babası Yavuz Selim Han'ın aksine Safevilere karşı daha yumuşak bir politika takip etmiş, ağırlığı yeniden hıristiyan batıyla mücadeleye vermişti. Nitekim Çaldıran Savaşı'ndan sonra Azerbaycan'dan sürgün edilen, 600 hanelik Tebrizli topluluğu serbest bırakarak ülkelerine dönmelerine izin vermişti.

İran'a karşı uygulanan ticari ambargoları kaldırmış, başta ibrişim olmak üzere ipek ticaretini serbest bırakmıştı. Ayrıca İranlı tüccarların Anadoludan bakır, gümüş ve altın gibi madenleri İran'a götürmelerine izin verilmişti. Hatta batıya yapacağı seferlerin öncesinde, daha önceki tutumların aksine, Safevi hükümdarlığına «kafir kuvvetlerine karşı işbirliği» teklifinde bulunmuştu. Oysa daha önceki tüm yazışmalarda Safeviler için «Zındık, Kızılbaş, Rafızi» sıfatları kullanılmakta; Şii müslümanlar dalalet ehli olmakla, hatta kafirlikle itham edilmekteydi. Esasen bu tutum her iki devlette de barış ve mücadele dönemlerine göre değişiklik arz etmekteydi. İran; Şiilik üzerinden Anadoluda genişleme arzularını gerçekleştirmek istiyor, bu gaye uğrunda her fırsatı değerlendirerek Anadolu'yu karışıklığa sevk edecek faaliyetlere çanak tutuyordu. Bilhassa Anadolu Alevilerini Osmanlı aleyhine kışkırtarak onları kendi siyasi emelleri için kullanma yoluna gidiyordu. Bu yöndeki Safevi tahrikleriyle Anadolu'da Baba Zünnun İsyanı ( 1526), Kalenderoğlu İsyanı (1527) ve Molla Kabız Vak'ası gibi birçok karışıklık meydana gelmişti.

Osmanlı; mezhep bakımından, Hindistan'a hakim ve Safevilerin güney komşuları olan Babürşahlar gibi Sünni idi. Bu sebeple, Osmanlı devlet politikası; «Sünni akidesinin korunması ve Kızılbaş-Safevi tehlikesinin bertaraf edilmesi» eksenine oturtulmuş, Safevilerin Anadolu'daki etkisini kırmak amacıyla karşı politikalar geliştirilmişti.

Kanuni, batı dünyasıyla gerçekleştirdiği İstanbul Barışı'ndan (1533) sonra doğuya yönelerek; batıda mücadele ederken fırsattan yararlanıp Anadoluda faaliyetlerini artıran Safeviler üzerine bitirici bir sefer kararı aldı. Safevi İran devletiyle olan askeri siyasetini iki temel esas üzerinden yürütüyordu:


Birincisi; Fırat Nehri'nin tabii sınır haline getirilmesi, 

İkincisi ise; Azerbaycan ve Irak-ı Arab (Sünni Irak) bölgesinin zaptedilerek kontrol altına alınmasıydı.

Bu politika doğrultusunda; doğuya, üç büyük ve masraflı sefer düzenlendi ve öngörülen her iki hedef de büyük ölçüde gerçekleştirildi.


IRAKEYN SEFERİ (1533-1535)


Kanuni, İran Seferi'ne çıkmadan önce Türkistan ve Hindistan bölgesindeki Sünni-İslam devletlerini Safevilere karşı işbirliğine çağırdı. 1533-1535 yıllarını kapsayan ve geniş çaplı hazırlıklar yüzünden etkili olmuş Irakeyn Seferi'ne yaklaşık 150 bin Osmanlı askeri iştirak etti. Ordu, Safevi topraklarında ilerleyişini sürdürmesine rağmen Şah Tahmasb; Osmanlı ordusunun önüne çıkmayarak İran içlerine çekildi. Hatta sırf bu yüzden Safevi başkenti; Tebriz'den, ahalisi Fars ağırlıklı Kazvine nakledilmişti. Böylece göçebe Türk süvarilerin kurduğu devlette, Fars kültürünün etkisi biraz daha artmış oldu.

28 Kasım 1534'te, Veziriazam İbrahim Paşa; öncü birliklerin başında, hiçbir direnişle karşılaşmaksızın Bağdat'a girdi ve hükümdarı Kanuni'nin büyük zafer şenlikleri içerisinde bu tarihi şehre ulaşması için gereken hazırlıkları yaptı. Bunun üzerine Kanuni, 30 Kasım 1534'te görkemli bir merasimle şehre girdi ve yerel yöneticilerin huzurunda şehrin sembolik anahtarlarını teslim aldı. Kanuni'yi karşılayanlar arasında ünlü divan şairimiz Fuzulide yer almış ve bu durumdan hoşnut olan muzaffer Hünkar, Fuzuli'ye iltifat ederek vakıflardan kendisine maaş bağlanmasını emretmiştir. Bağdat'ta dört ay kalan Kanuni, Hanefi mezhebinin kurucusu Ebu Hanife'nin mezarını ziyaret etmiş; türbesini onardığı gibi, adına da bir cami yaptırmıştır. Ayrıca Hz. Ali soyundan İmam Musa Kazım ve büyük mutasavvıf Abdülkadir Geylani'nin türbelerini de tamir ettirerek hem Şiilerin hem de Sünnilerin gönlünü almıştır.

Osmanlı ordusu ayrıca Azerbaycan istikametindeki ilerlemesine de devam etmekteydi. Bir ara Kanuni, Şah ile karşılaşmak ve onunla bir meydan savaşına tutuşmak istediyse de; Şah Tahmasb, her zamanki gibi İran içlerine çekilerek kuvvetlerini korumayı tercih etmiş, Osmanlı ordusunun yorgun düşmesini ve yıpranarak çekilmesini beklemiştir. Kanuni, başarıyla gerçekleştirdiği bu ilk seferine 1535 yılının Ağustos ayında son vererek Tebriz'den ayrılmış ve muzaffer bir şekilde İstanbul'a dönmüştür.

Bu sefer sonucunda; Anadolu'nun birlik ve bütünlüğü sağlandığı gibi, Bağdat dahil Irak'ın Arap toprakları ile eski Safevi başkenti Tebriz, Osmanlıların eline geçti. Ancak bölgenin dağlık olması, ağır silahların taşınmasının zorluğu ve ordunun ihtiyaçlarının temin edilmesindeki güçlükler, istenilen kesin sonuçların alınmasını engelleyici faktörler olmuştur. Ayrıca bu zor seferin masrafı Osmanlı bütçesine çok önemli bir yük getirmiş, otuz bin askerin kaybına ve on binlerce askerin yaralanmasına yol açmıştır. Bütün bunlara karşılık, Osmanlıların askeri açıdan gücünü; Basra Körfezi, Hint Okyanusu ile Kızıldeniz ekseninde pekiştirmesi de bu seferle gerçekleşmiştir.

Osmanlı kuvvetlerinin çekilmesinin ardından Şah'ın ordusu karşı atağa geçerek; Tebriz, Erzurum, Hınıs ve Van taraflarını istila etti. Ayrıca bölgedeki bazı kaleleri ele geçirdiği gibi, Doğu Anadolu'da da birçok tahribatta bulundu. Bölgede varlığını korumaya çalışan Şirvan Hanlığı da Safevilerin baskısı altına girdi. Yıllar içinde kurulan dengelerin bozulması ve Safevi tehlikesinin artması, Osmanlı açısından yeni bir seferi kaçınılmaz kılmaktaydı.


TEBRİZ SEFERİ (1548)


Böylece Kanuni; Safevilere önemli bir darbe vurmak, Anadolu'da siyasi ve mezhebi birliği sağlamak, doğu sınırlarının güvenliğini sağlamak gayesiyle, 1548 yılının Mart ayında Üsküdar'dan yeni bir sefer başlattı. Hünkar, güçlü ordusuyla önce Erzurum'a ulaştı. Burada bir müddet dinlendikten ve bazı önlemleri aldıktan sonra ilerlemesini sürdürerek hiçbir zorluk çekmeden Tebrize girdi. Ancak her zamanki gibi Şah, yine karşısına çıkamamış ve cenge girmeyerek Osmanlı ordusunun yıpranmasını beklemeyi tercih etmişti. Nitekim erzak ve barınma ihtiyaçlarının karşılanmasında meydana gelen güçlükler, ordunun yorgun düşmesi ve kırıcı hastalıkların baş göstermesi gibi olumsuzluklar üzerine Kanuni ani bir kararla Tebriz'den ayrıldı ve Anadolu'ya dönerek Safevilerin kontrolündeki Van Kalesi'ni şiddetli bir hücumla ele geçirdi. Van Beylerbeyliğini oluşturmak suretiyle aldığı idari tedbir neticesinde, İran sınırındaki Osmanlı tahkimatı daha güçlü hale getirilmiş oldu.


NAHÇIVAN SEFERİ (1552)


1552 yılında, Osmanlı Devleti'nin batı ile çatışmasından yararlanmak isteyen Şah Tahmasb'ın sınır tecavüzlerini artırması, bölgedeki kale ve kasabalarda yağmaya yönelmesi; Kanuni'yi bir kez daha harekete zorladı ve üçüncü İran Seferi'ne çıkmak zorunda bıraktı.

1554 yılında Kanuni, görülmemiş büyüklükteki bir orduyla Azerbaycan'a bu kez «yağma ve yıkıcı yönü» ağır basan bir sefer gerçekleştirdi. Böylece Safevilerin daha önce Doğu Anadoluda yapmış olduğu tahribatlara misilleme yapılmış oldu. Bu askeri harekat sırasında çok miktarda esir ve ganimet ele geçirildiği gibi, birçok bahçe ve saray da tahrip edildi. Ancak İran üzerine gerçekleşen bu sefer de daha öncekiler gibi istenen kesin ve nihai sonucu vermemiş, Safeviler geriletilebilmiş ancak ortadan kaldırılamamıştır.

Nihayet Osmanlı Devleti alışılmışın dışında, yeni bir politika benimseyerek barışa yöneldi. Böylece iki ülke arasında akl-ı selim galip gelmiş, kırk yıla yakın, aralıklarla devam eden savaş haline son verilmiş oldu. Nitekim Erzurum'da İran elçilerinin kabulüyle başlayan diplomatik temaslar, Nisan ayında Amasyada antlaşmayla noktalandı.

1555'te yapılan Amasya Barışı'na göre seferler sırasında Osmanlıların ulaştığı sınırlar çerçevesinde bir anlaşmaya gidildi. Buna göre, Tebriz dahil Azerbaycan, Doğu Anadolu ve Irak-ı Arap Osmanlılarda kalıyordu. Buna karşılık Osmanlılar da Safevilerin varlığını tanıyor, mezhebi açıdan iki devlet arasında çıkan meseleler konusunda taraflar daha dikkatli davranmaya yöneltiliyordu. Buna bağlı olarak İran tarafı ilk üç halife hakkında daha dikkatli bir dil geliştirmeyi ve onlara sövmemeyi kabul ediyor; buna karşılık Osmanlı Devleti de İran hacılarının güçlük çekmeden mukaddes toprakları ziyaret edebilmelerini garanti ediyordu. Bu barış Şah Tahmasb'ın vefatına ve ardından meydana gelen siyasi karışıklıklara kadar yirmi beş yıl devam etti.


HAYREDDİN PAŞA ve MAGRİB'İN OSMANLI HAKİMİYETİNE GİRİŞİ


Kanuni dönemi, Osmanlı denizciliğinin de zirveye çıktığı yıllar olarak kabul edilir. Akdeniz'i bir baştan bir başa denetim altına alan deniz adamları silsilesinin en büyüğü Hayreddin Paşanın; Kanuni'nin davetine icabet ederek, Osmanlı Devleti'nin hizmetine girmesi, zirveye giden yolu açan gelişmeydi. Uzun süreden beri müstakil bir biçimde Akdeniz'de, hıristiyan korsanlarına karşı mücadele etmekte olan Hayreddin Hızır Reis; kardeşleriyle beraber Cezayire hakim olmuş ve Akdenizde etkili bir güç haline gelmişti.

Ömrünü Akdeniz'de hıristiyanlarla mücadeleye adayan bu Türk ve İslam tarihinin en büyük «Deniz Akıncısı», batılılar tarafından Barbaros ismiyle anılmaktaydı. Barbaros; aslen Selanik ve Manastır arasındaki Yenice-i Vardar kasabasında, asker bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Fatih zamanında, Midilli'de görevlendirilen tımarlı sipahilerden; Yakub Ağa'nın kendisi gibi denizci olan dört oğlundan biridir.

Kardeşleriyle beraber, Akdeniz'de hıristiyan korsanlarına karşı başarılı mücadeleleriyle, giderek yıldızı parlamıştı. Bu dönemde kardeşleriyle birlikte Osmanlı ve diğer mahalli İslam sultanlıklarından müstakil bir biçimde denizlerde önemli bir güç haline gelmişti. Hatta bu dönemde müdeccenler diye tanımlanan ve Gırnata İslam Devleti'nin yıkılışından sonra, cemaat olarak varlığını devam ettirmek isteyen, İspanyol zulmü altında ezilen müslümanlara ciddi yardımlar yapmışlardı. Bazı müslümanları Kuzey Afrika'ya taşıdıkları gibi, hıristiyan korsanların ve haçlı deniz güçlerinin korkulu rüyası olmayı başarmışlardı.

Korsanlık; Akdenizde hıristiyanlarca başlatılmış, İslam güçlerine ve hacca gitmekte olan yolcu gemilerine karşı sürdürülen bir çeşit mevzii savaştı. Kanun ve kural tanımayan bu korsanlara karşı, Akdeniz'de II. Bayezid döneminden itibaren, Osmanlı deniz adamları boy göstermeye başlamış; zamanla Orta ve Batı Akdeniz'de çok önemli seyyar deniz gücünü oluşturmuştu. Osmanlı denizcileri; korsanların aksine, İslam hukuku prensiplerine göre hareket etmekte, İslam'ın cihad ve gaza anlayışının bir gereği olarak, mücadele edip cihad etmekteydiler. Ayrıca bu leventler, hukuk dışına çıkarlarsa; «harami levent» olarak adlandırılarak cezalandırılmaktaydı.

Yavuz döneminden itibaren Akdeniz'de boy gösteren bu seyyar deniz gücü, Osmanlı donanmasına katılarak Akdeniz'in en büyük deniz gücünü oluşturmuştur

Yavuz Selim zamanında Cezayire hakim olmayı başaran Barbaros kardeşlerden Baba Oruç'un şehadetinin ardından, kardeşi Hayreddin Hızır Reis, Cezayir hükümdarlığını üstlendi. Ancak artan İspanyol baskıları sonucunda, Osmanlı'dan yardım istemek zorunda kaldı. İstanbul'a gönderdiği heyetle birlikte; dört gemi, bir miktar esir ve hediyelerle acil yardım istedi. Yavuz; Hayreddin Hızır Reis'in bu talebini olumlu karşıladı ve birtakım harp araçları ve gemi için gerekli malzemelerle birlikte, iki-üç bin asker yolladığı gibi, Anadolu'dan ihtiyaç duyduğu kadar asker teminine de müsaade etti.

Kanuni; işbaşına geçtikten sonra, batıda Şarlken'in güçlü Kutsal Cermen İmparatorluğu'yla karada ve denizde büyük bir mücadele içine girmişti. Karada; Macaristan için batıya sayısız seferler düzenlemiş, bir dereceye kadar üstünlüğünü kabul ettirmişti. Denizlerde de bu mücadelenin kusursuz yürümesi için; Akdeniz'de güçlü bir donanma sahibi olunması ve Şarlken'in denetimindeki İspanya'ya karşı, Fransa ile dostluğun korunmasından oluşan politikalarını yürürlüğe koydu. Bu amaçlar doğrultusunda, şöhreti kıtaları aşmış büyük denizci Hayreddin Reis'i İstanbul'a çağırdı ve düzenlenen bir törenle kendisine Osmanlı Kaptan-ı Deryalığını verdi. Hil'at giydirilerek mükafatlandırılan Hayreddin Reis de, İspanyol baskısı altında yönetme zorluğu yaşadığı Cezayir'i Osmanlı'ya bağladı.

Hayreddin Paşa, Kaptan-ı Deryalığa ve Cezayir Beylerbeyliğine getirilişinin ardından; Osmanlı donanmasını bir imparatorluk donanması haline dönüştürmek için, İstanbul tersanesinde geniş kapsamlı teknik hazırlıklara girişti. Gemi mühendisliği ve inşası konusunda, var olan eksiklikleri gidermeye çalıştı. Zaten yıllar içerisinde, gemi inşa ve tamir işlerinde uzmanlaşmıştı.

Kanuni'nin görevlendirmesiyle Barbaros, Mayıs 1534 yılında 100 gemiden oluşan donanmayla Akdenize açılarak Tunus'a doğru yola çıktı. Önce İtalya kıyılarını yağmalayan Barbaros, Ağustos ayında Tunus açıklarında Benzert Limanı'na ulaştı. Ancak İspanya Kralı Carlos'un 300 gemiden oluşan güçlü donanmasıyla Tunus'a çıkması üzerine, Cezayir'e çekilmek zorunda kaldı. İstanbul'a dönerken haçlıların kontrolündeki Mayorka Adası'na hücum ederek pek çok esir ve ganimet alan büyük kaptan, beylerbeyi olarak yaptığı ilk seferini başarıyla tamamlayarak İstanbul'a döndü.


PREVEZE ZAFERİ (1538)


Hayreddin Paşa ile güçlenen Osmanlı donanmasının Korfu Adası'nı muhasara etmesi, hıristiyan dünyasında büyük korku meydana getirdi. Venedik; Adriyatik ve Ege'deki bazı adalarını geri alabilmek maksadıyla, Papa ve Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu ile birlikte hareket etmeye karar verdi. Andrea Doria tarafından yönetilen; İspanya, Venedik-Papalık, Portekiz, Ceneviz ve Malta güçlerinin iştirak ettiği büyük hıristiyan donanması, Barbaros'un liderliğindeki Osmanlı donanması tarafından 1538de Preveze'de yenilgiye uğratıldı. Bu zaferle hıristiyan dünyası, Akdenizdeki hakimiyetini İslam dünyası lehine kesin olarak kaybetti.

Sadece Hayreddin Paşanın değil, Osmanlı ve İslam tarihinin en önemli deniz zaferleri arasında yer alan Preveze Deniz Savaşı; Andrea Doria komutasındaki birleşik haçlı donanmasına karşı, kazanılmış eşsiz bir zaferdir. Güç dengeleri hesaplandığında, haçlıların bariz üstünlüğü ortadaydı. Ancak haçlı filosu, Barbaros'un taktik dehası ve Osmanlı deniz askerleri olan leventlerin kahramanca mücadelesine boyun eğerek kesin bir yenilgiye uğratıldı. Hatta Andrea Doria; müttefiklerin imdat isteklerine bakmayarak, savaş alanından süratle kaçarak uzaklaşmak zorunda kaldı. Hiçbir Türk gemisi batmamıştı. Askerden dört yüz şehid, sekiz yüz yaralı vardı. Düşmandan otuz altı kadırga ve firkateyn ile üç bine yakın esir alındı.

Bu zafer; uzunca bir süre, Akdeniz'in Müslümanların hakimiyetinde kalmasını sağladı. Akdeniz, adeta bir Osmanlı gölü haline geldiği gibi; Kuzey Afrika Müslüman halkları da, haçlı saldırılarına karşı derin bir nefes alma fırsatı yakalamış oldu.

Barbaros Hayreddin Paşa; Batı Akdenizde, arkasında güçlü Osmanlı Devleti'nin desteğiyle Kuzey Afrika ülkelerine yöneldi. Bu manevra; bölgenin kaderini de etkilemiş, uzun süre yürürlükte kalacak olan Tunus, Libya ve Cezayirdeki Osmanlı hakimiyeti tesis edilmiştir. Eğer Hayreddin Paşanın, yerinde müdahaleleri, Akdeniz'de İspanyol ve haçlı donanmalarına karşı tarihi zaferleri olmasaydı; bu gün, Kuzey Afrikadaki Tunus, Libya, Cezayir ve Fas ülkeleri tam bir Katolik sömürgesi konumuna mahkum olacak ve burada yaşayan Müslümanların akıbeti İspanyadakilerden farklı olmayacaktı. Nitekim İspanyadaki Kastilya Krallığı naibi Kardinal Cisneros'un; Trablusgarb'ı, Cezayir Adası'nı, Şirsel'i, Becaye'yi ve Cerbe Adası'nı ele geçirerek Kuzey Afrika'da yeni bir İspanyol eyaleti oluşturma girişimi, Barbaros'un bu yerleri 1515'te yeniden fethetmesiyle engellenmişti. Barbaros; göçebe topluluklarına devlet yapısı altında hareket etme alışkanlığı kazandırmış ve böylece Fas, Tunus, Libya devletlerinin temellerini atmıştı.


OSMANLI- FRANSIZ YAKINLAŞMASI


Kanuni döneminin en önemli gelişmelerinden biri de şüphesiz, Osmanlı Fransız yakınlaşmasıdır. Şarlken ve kardeşi Avusturya Kralı Ferdinand'ın İspanyadan başlayıp Fransa hariç hemen hemen tüm kıta Avrupasında söz sahibi bir güç haline gelmesi; Orta Avrupa hakimiyeti konusunda, sadece Osmanlıları değil, aynı zamanda topraklarını, tahtını ve tacını tehdit altında gören Fransayı da endişelendirmekteydi.

Fransa Kralı 1. François, 1520-1559 yılları arasında devam eden savaşlarda Kutsal Roma Germen İmparatoru Şarlken'in eline esir düşmüş (1524) ve çok ağır şartları olan bir barış anlaşması imzalamak zorunda kalmıştı. Bu anlaşmanın ardından 1. François ve onun esareti süresince Fransayı yöneten annesi Louis de Savua; Osmanlı Padişahı Kanuni Sultan Süleyman'a gönderdikleri mektuplarda, Şarlken'e karşı Osmanlı Devleti'nden yardım talebinde bulundular. Osmanlı ordusunun 1526da Mohaç Meydan Muharebesi'ni kazanıp Macaristan'a girmesi üzerine, Şarlken; Fransızlarla barış yapmaya ve önceki şartlarını hafifletmeye mecbur kaldı. Şarlken ile 1. François arasında akdedilen Madrit Anlaşması uyarınca 1. François serbest bırakıldı. Ayrıca iki hükümdar, anlaşmanın 26. maddesi gereğince Türklere ve Protestanlara karşı bir Haçlı Seferi düzenlenmesi konusunda mutabakata varmışlardı. Bu maksatla Papaya müştereken bir mektup yazdıkları da bilinmektedir. Madrit Anlaşması'nın bu hükmünden Osmanlı Padişahı hiçbir zaman haberdar olmamıştır.

Ancak François; memleketine döner dönmez ilk iş olarak kendisine zorla kabul ettirilen şartları üzerinden atmaya çalışmış ve Kanuni Sultan Süleyman'la gizli bir anlaşma yaparak Osmanlıları Şarlken'in geniş topraklarına doğudan hücum ettirme planını uygulamıştır.


1535 YILI FRANSA'YA KAPİTÜLASYONLARIN VERİLMESİ


1535 yılında Kanuni'nin Fransaya bazı ticari kolaylıklar ve hukuki imtiyazlar tanıması; Osmanlı Devleti'nin mücadele halinde olduğu batı hıristiyan alemini parçalamak amacıyla Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu'na karşı ciddi bir diplomatik hamle olarak kabul edilmektedir. Osmanlı Devleti'nin amacı Fransayı yanına çekerek hıristiyan bloğunu parçalamaktı. Öte yandan 1535 Kapitülasyonları, Osmanlı Devleti tarafından batı dünyasına geniş şümullü imtiyazların verildiği ilk büyük anlaşmadır. Kanuni ile Fransa Kralı 1. François'in adlarına; Şubat ayında Sadrazam İbrahim Paşa ile Jean de la Forest arasında İstanbulda imzalanan bu anlaşma, on beş maddeden oluşmaktaydı.

Anlaşmaya göre Fransız tacirler; Osmanlı topraklarında Türklerin verdiği kadar vergi ödeyerek ticaret yapabilecekler, Türkler de Fransa'da aynı haklardan yararlanabileceklerdi.

İkinci olarak; Fransızlar Osmanlı topraklarında yargı organları kuracaklar, kendi vatandaşlarını bu mahkemelerde yargılayacaklar; Osmanlı makamları da bu organların vereceği kararları uygulayacaktı. Diğer bir maddede de Osmanlı topraklarındaki tüm Fransız yurttaşlarına tam bir dini özgürlük tanınıyor, hıristiyanlarca mukaddes kabul edilen yerleri koruma ve tamir hakkı Fransa'ya veriliyordu. Bu madde; Doğu Akdenizdeki tüm Katolikler üzerinde Fransa'nın koruyuculuğunu sağlamıştır.

Anlaşma; Akdenizdeki hıristiyan gemilerinin, korunma teminatı olarak Fransız bayrağı çekmelerini öngörmekteydi. Bu anlaşma Fransa'ya İstanbulda sürekli bir büyükelçi bulundurma hakkı da vermekteydi. 

1535 Anlaşması'nın önemli bir özelliği de, sadece Kanuni döneminde geçerli olmasıydı. Ancak daha sonraki dönemlerde bu imtiyazlar genişletilmekle kalmadı, daimi hale de getirildi. Böylece kapitülasyon anlaşması iki devlet arasında bir yakınlaşma meydana getirdi. Bu sayede iki devlet arasındaki ticaret ilişkisi, uzun süreli dostluk ilişkilerinin de başlangıcı oldu. 1535 Anlaşması'nın tamamıyla ticari bir anlaşma olduğu, içinde siyasi muhtevalı tek bir fıkranın bile bulunmadığı dikkat çekmektedir. Osmanlı Devleti ile Fransa arasında Şarlken'e karşı bir ittifak anlaşmasının yapılması, Jean de la Forest'tan sonra İstanbul Konsolosluğu'na atanan Kardinal Montluc dönemine rastlamaktadır.

Kanuni döneminde Fransa'ya verilen bu ticari imtiyazlar daha sonraki dönemlerde Osmanlı gümrük ve vergi gelirlerini olumsuz etkilemiş, Osmanlı Devleti'nin yıkılışına kadar devam eden ekonomik problemlerin çok ciddi bir sebebi olarak görülmüştür.

Oysa Kanuni döneminde Fransa'ya sağlanan imtiyazlar, karşılıklılık esasına dayanmaktaydı. Bir başka ifadeyle, üretim yapan devletin lehine bir durum söz konusuydu. Sanayi İnkılabı'ndan sonra Avrupalı tüccarların seri üretimle ucuza mal ettikleri ürünleri Osmanlı Devleti'ne ihraç etmeleri ve Osmanlı'nın geniş topraklarını adeta iç pazar gibi kullanmaları, zamanla Osmanlıda önemli ekonomik kayıplara yol açtı. Ancak bu imtiyazların başta ekonomik hayatı canlandırdığı ve dinamik hile getirdiği de gözden ırak tutulmamalıdır. Kanuni döneminde karşılıklı pazarlara getirilen mallarda, ürün zenginliği açısından belli bir üstünlük söz konusu değildi. Ancak daha sonra Sanayi İnkılabı'yla beraber oluşan fabrikasyon ürünlerin artması, dengeleri kapitülasyon verilen ülkeler lehine çevirdi.

Osmanlı Devleti'nin ekonomik açıdan geri kalmasının büyük ölçüde kapitülasyonlara bağlanması, ekonomik yönden geri kalışımızı bütünüyle açıklamaktan uzaktır. Bu değerlendirme yerine, üretim mantığımızda tarihi açıdan bazı açmazlarımız olduğunu kabul etmek zorundayız. Yükselme döneminde toplumun bütün ekonomik ihtiyaçlarını karşılayan el tezgahları ve atölyeler, zamanla artan ve çeşitlenen ekonomik ihtiyaçların karşılanmasında yeterli olamamıştır. Tarih ve iktisat bilimi göstermiştir ki; yeterince üretim yapamayanlar, zamanla daha çok üretim yapanların pazarı haline gelirler.


ŞARLKEN'İN CEZAYİR ÜZERİNE HAREKETİ


Akdenizdeki konumunu güçlendirmek isteyen Şarlken, beraberinde ünlü Amiral Andrea Doria olduğu halde 517 parça gemi ve içlerinde şövalyelerin de bulunduğu yirmi beş bin askerden oluşan ordusuyla Cezayir önlerine geldi. (Ağustos 1541) Karaya çıkarma yapan düşman ordusuna karşı; müslüman halk, güçlü ve başarılı bir direniş gösterdi. Şiddetli bir fırtınanın çıkması, Barbaros'un evlatlığı ve vekili Hadım Hasan Paşanın başarıyla yönettiği savunma, Şarlken'e Cezayir'e çıkma fırsatı vermedi. Nihayet Şarlken, ordusunun daha fazla yıpranmasını önlemek için dört ay süren ablukayı kaldırmak zorunda kaldı. Ünlü hükümdar ve donanma komutanı Andrea Doria; 160 parça gemi ve çok sayıda asker kaybettikleri bu deniz muharebesinde, adeta ikinci bir Preveze bozgunu yaşadılar. Bu sefere, daha sonra Meksika çıkarmasını gerçekleştiren ve mezalimiyle hatırlanan Fernando Kortez de katılmış ve büyük bir ölüm tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştı.


HAYREDDİN PAŞA'NIN NİS SEFERİ ve VEFATI


1543 ilkbaharında Osmanlı donanması bu kez İspanyollara karşı Fransızlara yardım etmek maksadıyla yeniden Akdeniz'e açıldı. Güçlü İspanya donanmasının baskısına karşı, Osmanlı donanmasından yardım isteyen Fransa'ya bizzat Barbaros Hayreddin Paşa'nın idaresinde 110 kadırga ve 4 mavnadan oluşan bir filo gönderildi. Donanma önce Mesina ve ardından Napoli civarında Reggio ile diğer kaleleri aldıktan sonra Marsilya kıyılarına ulaştı. Oradan Şarlken'in müttefiki Savoi Dukalığı'nın yönetimi altında bulunan Nis'e geçerek kısa sürede şehri ele geçirdi. Ancak Nis kalesi büyük bir direniş göstermiş, Fransızlar da Osmanlılara yeteri kadar yardım edememişti. Hatta bir aralık Fransızlar barutlarının bittiğini söyleyerek Barbaros'a müracaat etmiş ve barut istemişlerdi.

Bu tedbirsizliğe içerleyen Barbaros, müttefik Fransız Amirali Dük Dankiyene;

"Ne güzel muharipler! Gemilerini şarap fıçılarıyla doldurup baruttan başka bir şey unutmuyorlar:' diyerek serzenişte bulunduğu gibi, yanındaki Fransız sefirini de;

"İstanbul'dayken devletinin büyük ölçüde hazırlandığını söylediğin zaman, benimle eğleniyor muydun?" diyerek sert bir biçimde azarlamıştı.

Barbaros Hayreddin Paşa, kışın yaklaşması ve şiddetli direniş yüzünden kuşatmayı kaldırarak kendisine bırakılan Toulon limanına çekildi. Buradayken Cenevizde esir bulunan büyük Türk denizcisi Turgut Reis'i kurtarmak amacıyla Ceneviz şehrini abluka altına aldı; yöneticilerini işgal ve yağmayla tehdit ederek korkuttu ve nihayet salıverilmesi karşılığında üç bin altın tazminat ödedi. Böylece kendisinden sonra da büyük yararlıkları görülecek olan Osmanlı deniz adamları silsilesinin en önemli simalarından Turgut Reis kurtarılmış oldu. 1544 baharında Fransadan ayrılan Hayreddin Paşa, İtalya sahillerine ve adalarına akınlar düzenledi; pek çok esir ve ganimet alarak İstanbul'a döndü.

Osmanlıların batılılarla sulh dönemleri başladığından, Hayreddin Paşa yeni bir sefere çıkmadı. Zaten yaşı sekseni geçmişti. Ömrü şan ve şerefle geçen büyük denizci, Temmuz 1546'da vefat ederek Beşiktaş'taki türbesine defnedildi.


TRABLUSGARB'IN ALINMASI


Malta kuşatmasında idari karmaşa meydana gelmesi ve Sinan Paşanın kararıyla kuşatmanın kaldırılmasının ardından Turgut Reis ve arkadaşları, Saint Jean Şövalyeleri'nin elinde bulunan Trablusgarb'ı (Libya) karadan ve denizden baskı altına alarak fethetmeyi başardı (14 Ağustos 1551) . Böylece Osmanlı Devleti'nin Libya'da 1912 yılına kadar sürecek olan hakimiyeti başlamış oldu.


CERBE ZAFERİ (1560)


Fransızların Şarlken'e karşı yardım talebi üzerine, bir kez daha Akdeniz'e açılan Sinan Paşa yönetimindeki Osmanlı donanması; İtalya sahillerini dolaşarak Napoli'ye gelmiş ancak Fransız donanmasının gelmemesi üzerine, daha kuzeyde seyretmekteyken Andrea Doria'nın Napoli'ye doğru geldiği haberi alınmıştı. Turgut Reis'in tavsiyesi üzerine; Osmanlı donanması, düşman donanmasını imha etmek amacıyla Ponza Adaları tarafında mevzilendi. Pusuya düşürülen haçlı donanması mağlup edildi ve Andrea Doria bir kez daha kaçmaya mecbur bırakıldı. Ancak Fransız donanmasının, iki ay geçmesine rağmen ortada görünmemesi üzerine donanma İstanbul'a geri döndü.

Sinan Paşadan sonra, donanmanın başına geçirilen Piyale Paşa döneminde de, Osmanlı donanması gücünü devam ettirdi. İspanya sahillerine kadar uzanan deniz seferleri ve bazı adaların alınması, hıristiyan dünyasında yeniden endişe doğurdu ve gizlice yeni bir haçlı ittifakının gerçekleşmesiyle sonuçlandı. Birleşik haçlı donanmasının başına, bir kez daha ünlü Amiral Andrea Doria getirildi.

Turgut Reis, daha önce kendisine ait olan Cerbe Adası'nı İspanyolların elinden almak için adayı kuşatma altına aldı. Ancak 200 parçadan oluşan müttefik donanması, Cerbe önüne geldiğinden adayı ele geçirmek mümkün olmadı. Turgut Reis, fazla zayiat vermemek için ordusunu Trablus'a çekerek durumu acele İstanbul'a bildirdi. Bu gelişme üzerine, derhal Piyale Paşa kumandasında 200 parçayı aşan güçlü bir donanma yola çıkarıldı. Preveze Zaferi'nden sonra nihayet iki donanma tekrar karşı karşıya gelmişti. Müttefik haçlı donanması, bir kez daha ağır bir yenilgi aldı. Altmış büyük gemileri telef olduğu gibi, yirmi binden fazla da asker kaybetmişlerdi. Haçlı donanmasından geriye, kaçıp kurtulmayı başarabilen on yedi gemi kalmıştı. Bu zafer, batı Akdenizde de üstünlüğün kesin olarak Osmanlılara ait olduğunu gösterdi. Bu zaferden sonra Cerbe Adası kısa bir direnişin ardından teslim oldu ve idaresi Turgut Reise bırakıldı. Cerbe Adası'nı kaybetmeleri, İspanyolların Kuzey Afrika'daki varlıklarına son vermiş oldu. 



II. MALTA KUŞATMASI ve TURGUT REİS'İN ŞEHİD OLMASI


Malta; erken dönem İslam fetihleri sonucunda, uzun bir süre Müslüman hakimiyeti altında kalmıştı. Bu sebeple Osmanlıların da ilgi alanında bulunan bir adaydı. Kuzey Afrika'da hakimiyet kurmuş olan Ağlebilerin 835 yılında adaya ayak basmalarından 1249 yılına kadar Müslüman hakimiyetinde kalan Malta'da; İslam hakimiyetinin izleri, halkın diline, yer adlarına ve mimari yapılara yansımıştı.

Kanuni, padişahlığının ilk yıllarından itibaren Osmanlı'yı denizlerde de zirve yapma mücadelesinin önemli bir parçası olarak daha önce alınamayan Rodos Adası'nı yedi aylık bir kuşatmanın ardından almış (1522), uzun bir direnişten sonra adayı teslim etmek zorunda kalan Saint Jean Şövalyeleri'nin adadan çıkışına izin vermişti. İspanya Kralı Şarlken, (V. Karlos) bu şövalyeleri Malta Adası'na yerleştirmişti. Orta Çağ'ın en etkili silahlı hıristiyan tarikatının üyeleri olan şövalyeler; adayı bir baştan bir başa kale haline getirmiş, surlarla çevirerek sağlam istihkamlar oluşturmuşlardı. (5 Nisan 1565).

Osmanlıların adaya ilgisi, Turgut Reis zamanında başlamış; adaya düzenlenen akınlar, yağma girişimleriyle devam etmişti. Öte yandan şövalyeler de, Akdeniz'de sürdürdükleri korsan faaliyetleri sonucunda ele geçirdikleri Müslümanları, adanın zindanlarında esir olarak tutmaktaydılar. Bunun üzerine, şövalyelerin Akdeniz'deki Müslüman tüccarlara ve hacılara verdiği zararı önlemek için, Osmanlı Devleti tarafından adanın fethine karar verildi.

Sefer için Vezir Mustafa Paşa görevlendirildi. Donanmanın başına ise Piyale Paşa getirildi. Cezayir-i Garb Beylerbeyi Hasan Paşa ile Trablusgarb Beylerbeyi Turgut Reis de fethin gerçekleşmesine yardım için seferde aktif olarak görev aldılar. 240 parça gemiden oluşan Osmanlı donanmasında 35 bin civarında kara askeri yer almıştı. Osmanlı ordusu başarılı bir çıkarma yaparak, kısa bir süre içinde tüm ağırlıklarını adaya ulaştırdı. Savaş usulüne uyularak yapılan teslim olma teklifi, şövalyelerin reisi La Valetta tarafından reddedilince kuşatma derinleştirildi. Ancak Osmanlı ordusu çok şiddetli bir direnişle karşılaştı. Turgut Reis'in şehadeti Osmanlı ordusunun moralini bozdu. Kanlı çatışmalardan sonra, üç ayı aşan kuşatmanın kaldırılması kararı verildi. Gerek büyük deniz komutanı Turgut Reis'in gerekse yirmi bine yakın askerin şehid olması, İstanbul’da büyük üzüntüyle karşılandı. Seferle ilgili değerlendirmelerden; kuşatmada yanlış bir askeri strateji takip edildiği, Turgut Reis'in tüm kumandayı elinde bulundurması halinde kuşatmanın daha iyi idare edilebileceği anlaşılmaktadır. Başarısızlıktan sorumlu tutulan Mustafa Paşa vezaretten uzaklaştırıldı.


HİNT DENİZ SEFERLERİ (1538-1553)


Osmanlılar Akdeniz'de destanlar yazarken; İspanya ve Portekiz devletleri uzun zamandan beri deniz güçlerini artırma ve açık denizlerde seyretmeye elverişli kalyon tipi güçlü gemiler inşa etme peşindeydi. Oysa Hayreddin Paşanın komutasındaki Osmanlı kadırgaları, güçlü manevra kabiliyetleri, seri hareket edebilen ve limanlarda daha güvenle demirleyebilen özellikleriyle sadece Akdeniz gibi sıcak denizlere elverişli gemilerdi. Açık denizlerdeki hava şartlarına dayanıklı kalyonlar ise, yıllar içerisinde cesur gemicilerin tarihe geçen çabalarıyla başarılı sonuçlar alınmasını sağladılar. Bu başarılardan biri, Portekizlilerin Afrika kıyılarını izleyerek Ümit Burnu'nu dolaşıp Hindistan'ın Kalküta limanına varmış olmasıydı. Çin'le beraber Uzak Doğu'nun iki zenginlik merkezinden biri olan Hindistan'da, birbirleriyle rekabet halindeki Müslüman sultanlıkların iç çekişmelerinden yararlanarak, Hindistan'a yerleşen Portekizliler; kısa zamanda bölgede mevzilenerek o coğrafyada tutunmayı başardılar. Hıristiyan batının, birçok açıdan Osmanlı çıkarlarını zedeleyen bu hamlesi, İslam dünyasının en büyük gücü ve Müslümanların en büyük hamisi Osmanlı Devleti'ni son derece rahatsız etmekteydi. Batılıların Akdeniz'i kullanmadan, doğunun zenginliklerine ulaşabiliyor olmaları; Akdeniz ticaretini baltalıyor, limanları vasıtasıyla bu ticaret yolunu elinde bulunduran Osmanlı Devleti'nin gelirlerini azaltıyordu.

Diğer taraftan yeni yol güzergahındaki Basra Körfezi'nin Portekizlilerin ayakaltı haline gelmesiyle; Hindistan'a yakın bütün İslam toprakları, hıristiyan tehdidi altına giriyordu.

Osmanlı'nın bölgeye yeni askeri kuvvetler sevk etmesi; hem sanıldığı kadar kolay değil, hem de büyük masrafları gerektirmekteydi. Zaten doğuda ve batıda sürekli hıristiyanlarla mücadele etmenin zorluklarını yaşayan Osmanlı Devleti; şimdi uzaklarda, Hint Körfezi'nde de kuvvet bulundurmak ve tehlikelerle dolu yeni bir cephede mücadele vermekle karşı karşıya kalacaktı. Üstelik kabul etmek gerekir ki, Akdeniz'deki başarılarına karşılık, açık deniz tecrübesinde Portekizli rakiplerinden onlarca yıllık geri kalmışlığı söz konusuydu. Nitekim Osmanlı'nın açık denizlerdeki donanım ve tecrübe eksikliği, gerçekleştirilmeye çalışılan dört önemli seferde de bütün çıplaklığıyla anlaşılacaktı. Ancak Osmanlı'nın gerçekleştirdiği bu seferlere yeterli önemi vermediği de söylenebilir. Uzun saltanatı boyunca serapa bir gaza adamı olan Kanuninin; gücünü çok iktisatlı kullanmadığı, doğu ve batıya gerçekleştirdiği bıktırıcı seferlerinden de bilinmektedir. Bu durumun Osmanlı Devleti'ni; gücünün zirvesinde kabul edildiği bu yıllarda dahi mali açıdan hayli zorladığı anlaşılmaktadır.

Hint Deniz Seferlerinde, arzu edilen başarının sağlanamamış olmasında başka olumsuzlukların da payı vardır. Bu olumsuzluklardan biri, Portekiz sömürgecilerine karşı Kanuni'den yardım isteyen Gucerat Sultanlığı'nın o sırada bir iç çekişme içinde olması; bir diğeri ise seferlere gerekenden az sayıda gemi gönderilebilmiş olmasıdır. Ancak gönderilen bu gemilerin, açık deniz şartlarına uygun olmaması; başarısızlığın en önemli sebebi olarak gözükmektedir.

Hadım Süleyman Paşa, ünlü coğrafyacımız Piri Reis, Seydi Ali Reis ve Murat Reis'in gerçekleştirdiği bu seferler; Portekizlileri Hindistan'dan söküp atmaya yetmemiştir. Yaklaşık 15 gemiyle gerçekleştirilen bu seferlerden ikincisini (1551) gerçekleştiren Piri Reis; donanmasının tümünün telefatı üzerine, bazı çevrelerin etkisiyle suçlu kabul edilmiş ve yargılanarak Mısır'da idam edilmiştir. Hint Seferlerindeki başarısızlığa ve denizcilerimizin başına gelen üzücü olaylara rağmen; Osmanlı Devleti karada büyümesini devam ettirmiş, Yemen, Eritre, Sudan sahilleri ve Habeşistan'ın bazı kısımları bu dönemde Osmanlı hakimiyetine girmiştir.



KANUNİ'NİN SON SEFERİ ve VEFATI ZİGETVAR SEFERİ (1566)


1562'de Avusturya ile Osmanlı Devleti arasında yeni bir antlaşma yapılmıştı. Sekiz yıl süreli olan bu antlaşmaya göre; İmparator Ferdinand, Erdel'i Osmanlılara bırakacak ve elindeki Macaristan toprakları için, yıllık 30bin duka altını vergi ödemeyi kabul edecekti. Bir süre sonra sınırlarda her zamanki gibi problemler ve Macaristan'da bazı anlaşmazlıklar çıktı. Avusturya; bu anlaşmazlıkları bahane ederek, gerekli vergiyi iki yıl üst üste göndermedi. Bu arada Avusturya Kralı Ferdinand öldü. (1564)

Sadrazam Semiz Ali Paşa, Avusturya elçisinden birikmiş vergiyi ve geriye kalan altı yıllık antlaşma süresinin yenilenmesini istedi. Yeni imparator II. Maximilian ise; paranın ödenmesini, anlaşmazlıkların çözülmesine bırakmayı uygun gördü.

Bu arada, Osmanlı himayesinde bulunan Erdel Beyi John Sigismund; İmparator’la aralarında anlaşmazlık konusu olan Çatmar veya Zatmar şehrini zapt etti. İmparator da Erdele saldırarak, Tokaj ve Serenç (Szerencs) taraflarını aldı. Duruma müdahale eden Budin Beylerbeyi, Erdel Beyi'ne yardım etti. Sadrazam, bu meseleleri görüşmek için gelen Avusturya elçisine; barışın sekiz yıl uzatılabileceğini, ancak Osmanlı Devleti'nin Tisa Nehri ötesindeki bütün topraklarını korumak arzusunda olduğunu bildirdi. Elçinin yeni talimat almak üzere Viyana'ya döndüğü sırada, yeni bir savaşa taraftar olmayan Sadrazam Semiz Ali Paşa öldü ve 1565 yılında yerine bu göreve Sokullu Mehmed Paşa getirildi.

Yeni Sadrazam, Avusturya elçisinden Tokaj ve Serenç'in geri verilmesini talep etti. 1566 başlarında yeni İmparator, Hosszuthoty'yi elçi olarak lstanbul'a gönderdi. Elçi, birikmiş olan vergileri getirmediği gibi, Kruppa Kalesi'nin Avusturya'ya geri verilmesini istedi. Avusturya'nın bu tutumu Osmanlı Devleti'nin harp kararı almasına yol açtı. Sokullu'nun da teşvikiyle Avusturya'ya karşı savaş açıldı.

Seferden iki ay önce; Vezir Pertev Paşa, serdarlıkla görevlendirildi ve emrindeki kuvvetler, Vidin ve Semendire sipahileri, Eflak, Kırım ve Boğdan kuvvetleriyle birleşerek, sınıra yakın Göle, Zatmar ve Tokaj kalelerini almak için önden gönderildi.


Padişah ve Osmanlı ordusu, 1 Mayıs 1566'da İstanbuldan hareket etti. Bu Kanuni'nin katıldığı son seferdi. Yaşlı ve bitkin Padişah, yol boyunca sal üzerinde taşınmış ve yol güzergahındaki yerleşim alanlarına girildiğinde ise at üzerine oturtularak ordunun ve halkın morali yüksek tutulmaya çalışılmıştır. Padişahın ordusu, meşakkatli bir yolculuğun ardından Belgrat yoluyla Macaristan'a geldi. Burada Erdel Kralı Zemlin de orduya katıldı. Nihayet Ağustos başlarında, Zigetvar kuşatması başladı. Kale kumandanı, Miklos Zrinyi idi. Önce eski şehir topla dövüldü. Zrinyi, yeni şehri koruyamayacağını anlayınca yıktırdı. Türkler; hendekleri toprakla doldurup, yeni şehir enkazı üzerinden eski şehri aldılar. Kont Zrinyi, kaleye çekildi. Düşman, beklenenin üzerinde bir direniş göstermekteydi ve zafer bir türlü gerçekleşmiyordu. Kuşatmanın on beşinci günü, Sadrazam'ın yönettiği hücum, büyük kayıplara yol açmıştı. Kanuni; gönderdiği hatt-ı hümayunda, kuşatmanın uzaması ve kayıpların fazlalığından duyduğu üzüntüyü belirtti. Zrinyi, kendisine yapılan teslim teklifini kabul etmedi.

Hücumlar artırıldı. Kont Zrinyi, kaleden çıkış hareketinde bulundu ve vuruldu. Nihayet 34 günlük kuşatmadan sonra 7 Eylül 1566 tarihinde kale ele geçirildi. Kuşatmanın son gününde Kanuni Sultan Süleyman Han, kalenin alınışını öğrenemeden vefat etti. Sokullu, Padişah'ın ölümünü ordudan gizledi. Kütahya valisi Şeluade Selime haber gönderip durumu bildirdi. Vezir Pertev Paşa kumandasında gönderilen kuvvetler de Gyula (Göle) Kalesi'ni ele geçirdiler. Padişah'ın iştirak ettiği bu on üçüncü ve son sefer de zaferle noktalanmıştı. Ancak Padişah'ın vefatı yüzünden ordu, İstanbul'a geri dönmek zorunda kaldı. Süreci çok iyi yöneten Sokullu Mehmed Paşa, Padişah'ın ölümü sırasında oluşabilecek boşluğu, aldığı tedbirlerle önlediği gibi bu vefatı saklayarak muhtemel karmaşanın da önüne geçmişti.


KANUNİ'NİN ŞAHSİYETİ


Sultan Süleyman; yarım asra yaklaşan saltanatı müddetince, doğuya ve batıya birçok seferler düzenlemişti. Vefatı da muharip bir hükümdara yakışacak şekilde oldu. Hasta olarak katıldığı Zigetvar Seferi'nde savaş meydanında vefat etti. Muhteşem hükümdar; babasından 6.557.000 kilometrekare olarak teslim aldığı Osmanlı topraklarını 14.893.000 kilometrekareye çıkarmayı başardığı gibi, denizlerde de batı dünyasının uykularını kaçıran hamleleriyle Osmanlı Devleti'ni Akdeniz'in hakim gücü haline getirdi.

Bütün hıristiyan alemi kaygılıydı. Nitekim Kanuni döneminde Avusturya adına İstanbulda elçilik görevini üstlenen Busbecq mektuplarında endişelerini kendi tabirleriyle şöyle ifade etmekteydi:

"Osmanlı'nın girişimleri; Kral Louis'in ölümüne, Budapeşte'nin zaptına, Transilvanya'nın köleleştirilmesine yol açtı. Aynı akıbetin kendi başlarına da gelmesinden korkan komşu ülkeler arasında paniğin oluşmasına sebep oldu. Bu olaylar, hıristiyan yöneticilere bir ders olmalıdır. Emniyet içerisinde yaşamak istiyorlarsa, düşmana karşı istihkamlarını sağlamlaştırma konusunda daha özenli olmaları gerektiğini kavramalıdırlar. Türk orduları, belli bir yatağın yolunu izleyen ve sınırsız yıkıma yol açan yağmurla kabarmış muazzam nehirler gibidirler. Son derece korkunç etkileriyle Türkler, kendilerine engel olan duvarları bir kez yıktıklarında her yere yayılır ve tahminleri aşan boyutlarda tahribata yol açarlar.

Kanuni kabına sığmayan muharip kişiliği yanında, gerektiğinde uzlaşmayı da bilen bir liderdi. Nitekim Rodos Şövalyeleri'nin uzun kuşatmaya rağmen teslim olmamaları üzerine onlarla anlaşmış, adayı terk etmelerine izin vermişti. Öte yandan doğudaki büyük rakip Safeviler üzerine üç sefer düzenlemiş, ancak 1555 yılında Amasya Anlaşması'nı imzalayarak nihai hedefinin barış olduğunu ortaya koymuştu.

Şüphesiz her hükümdar için, hatta her fani için yapılabilecek eleştiriler bu büyük hükümdar için de yapılmış; ancak hemen hemen bütün araştırmacılar onu dünyaya yön veren az sayıdaki büyük liderler arasında saymıştır.

Dönemi, her bakımdan Osmanlı'nın zirve yılları olarak kabul edilmektedir. Üst üste elde edilen askeri zaferler, donanmanın şaha kalkışı ve Akdeniz'in bir Osmanlı gölüne dönüşmesi, Balkanlar'da otoritenin kesin olarak temini, Yemene kadar istikrarlı bir idari yapının tesis edilmesi, klasik Osmanlı asrının gerçekleştiği yıllar olarak kabul edildi. Sinan'la mimaride şahikalara ulaşılması, şiirde Baki'nin ve Fuzuli'nin edebi zevklerin çıtasını yükseltmesi, dönem şair ve yazarlarının şiirlerinde ve dili kullanmadaki gösterdiği titizlik ve ses bütünlüğü, dönemin zevk-i selimini ortaya koymaktaydı. Bizzat Kanuni bile;

"Devrimde, Baki gibi bir şair yetişmiş olmasından dolayı iftihar ediyorum." demekten kendini alamamıştır.

Kanuni; vakur, azim ve irade sahibi, yaratılış itibarıyla sakin bir kişiliğe sahipti. Vereceği kararlarda acele etmez ancak verdiği karardan da dönmezdi. Her şeye rağmen bazı tayinler yüzünden de eleştirilmiştir. Pargalı Damat İbrahim Paşa'nın silsile takip edilmeden sadrazam tayin edilişi, bazı devlet erkanının şöhret ve debdebe içerisinde yaşamaları; maliye açısından olumsuzlukların ortaya çıkmasına yol açmış bu durumu bozulmaların ilk işaretleri olarak ele alanlar olmuştur.

Kanuni dönemi, dünyanın en büyük değişimlerinin yaşandığı bir dönemdi. Kutsal Roma Germen İmparatorluğu ile gerçekten etkili bir rekabet içerisine girilmiş, Osmanlı Devleti'nin kararlılığı bu zirve hükümdarın ömrünün son gününe kadar açıkça ortaya konmuştur. Ancak bu amaçla gerçekleştirilen seferler, devlet ricalini ve orduyu yormuş; mali açıdan daha sonra açıkça hissedilen sıkıntılara yol açmıştı.

Öte yandan yerinde bir müdahale ile Katoliklere karşı Protestan başkaldırı hareketleri etkili bir şekilde desteklenmiş; ancak coğrafi keşiflerin batıya sağladığı yararlar ve geliştirdikleri sömürgeci açılımlara karşı, en azından İslam coğrafyasında yeterli önlem alınamamıştı.

Bu zirve yıllarında sanatçılar, gerçekten teşvik edilmiş; ancak Avrupa Rönesans hareketlerinde olduğu gibi İslam dünyasında da benzer kültür sıçraması gerçekleştirilememiştir.

Kanuni Sultan Süleyman, hayatının son yıllarında kendini dine vermişti. Kanuni bu dönemde dini vecibelerini daha hassas bir şekilde yerine getirmeye özen gösteriyordu. Tıpkı batıdaki en büyük rakibi ve akranı Kutsal Roma Germen imparatoru Şarlken gibi. Avrupa'nın en büyük İmparatoru; 1557 yılında İspanya'dan Macaristan'a kadar uzanan ülke topraklarını evlatları arasında paylaştırarak, İspanyada Yuste manastırında inzivaya çekilmişti.

Kanuni, yakalandığı gut hastalığı, çok sevdiği avlanmasına mani olduğundan, sıkıntı içindeki ruhunu; alçakgönüllülükle Allah'ı överek, Allah’ın mutlak gücü karşısında kendi hiçliğini anlatan şiirler yazarak rahatlatıyordu.

Kendisine «Kanuni» denmesi, yeni kanunlar icat etmesinden değil, mevcut kanunları yazdırıp çok sıkı bir şekilde tatbik etmesinden dolayıdır. Kanuni Sultan Süleyman, adaleti seven bir padişahtı. Bu sebeple devletin bütün topraklarında istikrar sağlanarak barış ve huzur ortamı gerçekleştirilmiştir. Mısırdan gelen vergiyi haddinden fazla bulup, yaptırdığı araştırma sonunda halkın zulme uğradığını düşünmesi ve Mısır valisini değiştirmesi bunun açık delilidir.

Muhteşem Süleyman, büyük dedesi Fatih'in, Sahn-ı Seman isimli hukuk ve ilahiyat ağırlıklı medreseleri yanında; kendi adını taşıyan Süleymaniye medreselerini oluşturdu. Sahn-ı Süleymaniye diye meşhur olan bu medreselerde tıp ve riyaziye ağırlıklı eğitim verilmekteydi.

Günümüzde İstanbul ve Anadolu'da birçok şehir ve kasabada mevcut selatin camileri; Süleymaniye, Şehzadebaşı, Mihrimah Sultan, Rüstem Paşa, Sultan Murad Camileri gibi çok sayıda camii, Kanuni döneminin ihtişamının şehirlere yansıyan kalıcı gölgeleriydi. Yine bu dönemde çok sayıda saray, mescid, medrese, kervansaray, köprü, hastahane, hamam ve yol yapılmıştır. Hiç şüphesiz günümüze kadar ulaşan ölümsüz eserleriyle Mimar Sinan, Kanuni dönemi ihtişamının ayrılmaz bir parçası olmuştur.




Ahmet Meral’in Kısa Dünya Tarihi adlı kitabından alıntılanmıştır. 

4 Şubat 2024 Pazar

Dünyaya Yön Veren Müslüman Bilim Adamları-15

 


Ebu’l Vefâ el-Bûzcâni



Ebul Vefa el-Büzcani (d. 940 - ö. 998) tam ismi Ebu el-Vefa Muhammed bin Muhammed bin Yahya bin İsmail bin el-Abbas el-Büzcani olan Fars matematikçi ve astronom. 940 yılında İran’da bulunan Büzcan kasabasında doğmuştur. Bu yüzden Ebul Vefa Büzcani diye meşhur olmuştur. İlim tahsiline amcası Ebu Amr Mugazili ve Ebu Yahya bin Kimib’in yanında başlayan Ebul Vefa 959 yılında Bağdat’a gitti. Ölümüne kadar da burada ilimle meşgul oldu.

İlim sahasında, matematik ilmini tahsil etti ve özellikle trigonometri üzerinde çalışmalar yaptı ve bu alanlarda çok fazla bir süre muhafaza edilemeyen kitaplar yazdı.

Batlamyus’un ve Diophantos’un eserlerini inceleyip açıklamış, astronomi sahasında ise Ay’ın hareketleri üzerine çalışmalar yapmıştır.  Matematik  ve  astronomideki hizmetleriyle ilim tarihinde önemli bir yer tutmuştur.


Astronomi


Ebul Vefa, yıldızların eğimlerinin kesin ve doğru bir şekilde ölçülebilmesi için bir duvar oktantı geliştirdi. Bundan başka trigonometri çizelgelerinde hesaplamalar yapmak için gelişmiş metotlar üretti ve küresel trigonometrideki bazı problemlerin çözümü için yeni yöntemler keşfetti. Astronomik gözlemler için sinüs(ceyb) ve tanjant(zıl) değerlerini gösteren çizelgeleri on beşer dakikalık açı aralıklarıyla hesapladı. Ünlü matematikçi El-Mervezi’nin de buna benzer çizelgeleri olduğu bilinse de, O’nun çizelgeleri tanjant ve kotanjantı yayın fonksiyonu olarak vermediği gibi, Ebul Vefa’nın çizelgeleri kadar sağlıklı değildir.


Matematik


Ebul Vefa, matematik sahasında, özellike trigonometri üzerinde çalışmalar yapmıştır. Trigonometrinin altı esas oranı arasındaki trigonometrik münasebetleri ilk defa ortaya koymuştur. Bu oranlar, günümüzde aynen kullanılmaktadır.

Ebul Vefa’nın matematik tarihinde ortaya koyduğu ilk trigonometrik özdeşliklerden bazıları şunlardır:

sin(a + b) = sin(a)cos(b) + cos(a)sin(b)

cos(2a) = 1 − 2sin 2(a)

sin(2a) = 2sin(a)cos(a)

Ayrıca küresel trigonometride sinüs teoremini açıklamıştır:

Ebul Vefa, Habeş el-Hasib ve el-Mervezi gibi önemli matematikçileri izleyerek tanjant ve sekant fonksiyonlarını tanımladı. Sekant kaşifi olarak genellikle Kopernik bilinirse de, ünlü bilim tarihçilerinden Monte Candon ve Carra de Vaux’un araştırmaları sonucu bu buluşun Ebul Vefa’ya ait olduğu tespit edilmiştir.

Trigonometrinin yanında cebir ilmi üzerinde derinlemesine çalışmalarda bulunan Ebul Vefa, o zamana dek bilinmeyen dördüncü dereceden denklemlerin çözümünü gerçekleştirdi.

Örneğin:

X4 + pX3 = r denklemini çözerken 

y3 + axy + b = 0 ve X2 − Y = 0 koniklerinin kesişmesinden istifade etti. Eski Yunanlıların ve Hintlilerin çözemediği birçok problemi geometrik yollarla çözmeyi başardı.


Eserleri


Kitab ül Kamil: Trigonometri ve astronomiden bahseden meşhur eseridir. Birinci bölümde, yıldızların hareketinden önce bilinmesi gereken meseleler, ikinci kısımda yıldızların hareketlerinin incelenmesi, üçüncü kısımda yıldızların hareketlerine arız olan şeyler anlatılmaktadır. Eserin yazma bir nüshası Paris National Kütüphanesi’nde 1138 numarada kayıtlıdır. Eser, Sedilot tarafından tercüme edilerek basılmıştır.

Kitabun fi Amel-il, Mistarati vel-Pergarvel-Gunye

Kitabab ma Yahtacu-İleyh-İl-Küttab vel Ummal min İlm-il-Hisab

Kitabün Fahirün bil Hisab

Kitabün fil İlmi Hisab-il-Müsellat

Kitabün fil-Felek

Kitabün Zic-iş-Şamil

Kitabun fil-Hendese

Kitabül Medhal ila-Aritmetik

Tefsiri Harezmi fi Cebri vel-mukabele 


Önemi


Ay üzerindeki bir kratere O’na ithafen Abul Wafa adı verilmiştir.

Ünlü bilim tarihçisi Plorian Cajori History of Mathematics adlı eserinde onun hakkında şöyle demiştir:

“Ebul Vefa şüphesiz ki Harezmi’nin matematik ve geometrideki buluşlarını önemli ölçüde geliştirdi. Özellikle de geometri ile cebir arasındaki münasebetler üzerinde durdu. Böylece, bazı cebirsel denklemleri geometri yoluyla çözmeyi başardı ve diferansiyel hesap ve analitik geometrinin temelini kurdu. Bilindiği gibi, diferansiyel hesap insan zekasının bulduğu mühim ve çok faydalı bir mevzu olup, ilim ve teknolojik muasır gelişmelerin temel kaynağını teşkil etmektedir. Ayrıca Battani’nin trigonometriyle ilgili eserlerini inceleyerek girift ve anlaşılmayan yönlerini açıklığa kavuşturdu” demektedir.




Dünyaya Yön Veren Müslüman Bilim Adamları

Yazar: Hacı Mahmut Hatun

Ertuğrul Gazi Türbesi / Söğüt / Bilecik

 


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak