23 Ocak 2024 Salı

İLMİHAL-13 / NAMAZ-8

 


VİTİR NAMAZI


Vitir (vitr) Arapça'da çiftin karşıtı olan "tek" anlamındadır. Hz. Peygamber, günün kılınan son namazının tek (vitr) olmasını tavsiye ve teşvik etmiş (Müslim, "Salâtü'l-müsâfirîn", 53) ve kılınma vaktine ilişkin olarak da sabah namazının sünnetinden biraz önceki vakti, yani sabah namazı vaktinin girmesine yakın bir vakti önermiş (Tirmizî, "Vitr", 12; Ebû Dâvûd, "Vitr", 8), bununla birlikte gece uyanamayacağından endişe edenlerin yatmadan önce kılabileceklerini belirtmiştir (Müslim, "Salâtü'l-müsâfirîn", 21).

Ebû Hanîfe vitir namazının vâcip olduğunu söylerken, Ebû Yûsuf ve Muhammed ile diğer üç mezhep imamı bunun müekked sünnet olduğunu söylemişlerdir. Vitir namazının vakti, yatsı namazının sonrasından fecrin doğmasına kadardır. Ebû Yûsuf ve Muhammed'e göre, fecirden sonra kılınmaz. Mâlik, Şâfiî ve Ahmed'e göre ise, sabah namazını kılmadığı müddetçe, fecirden sonra da vitir namazı kılınabilir.

Vitir namazı Hanefîler'e göre akşam namazı gibi bir selâmla kılınan üç rek`attan ibaret olup akşam namazından farkı, bunun her rek`atında Fâtiha ve ardından bir sûre ve son rek`atta rükûdan önce tekbir alınarak Kunut duası okunmasıdır. Bu tekbiri almak ve Kunut duasını okumak Ebû Hanîfe'ye göre vâciptir ve hangisi terkedilse sehiv secdesi gerekir. Ebû Yûsuf ve Muhammed'e göre Kunut duası okumak sünnettir.

Mâlik, üç rek`at vitir namazı kılmayı müstehap görmüştür. Bu üç rek`atın arası selâmla ayrılmalıdır, yani her birinde selâm verilmelidir. Mâlikîler'e göre vitir bir rek`at olarak da kılınabilir.

Vitir namazı binek üzerinde kılınabilir, binek nereye yönelirse yönelsin, sakınca yoktur. Çünkü Hz. Peygamber bunu binek üzerinde kılmıştır. Bu husus, vitir namazının farz olmadığına da gerekçe yapılmaktadır. Şöyle ki; Hz. Peygamber hiçbir farz namazı binek üzerinde kılmadığı halde, vitiri binek üzerinde kılmıştır. Öyleyse vitir namazı farz değildir.

Hanefîler'e göre Kunut duası sadece vitir namazında okunur. Şâfiî ve Mâlik'e göre, her zaman sabah namazının farzında rükûdan sonra ayakta Kunut duası okunabilir. Bu Kunut duası, Mâlikîler'e göre müstehap, Şâfiîler'e göre sünnettir. Sabah namazında Kunut duasını okuyan bir Şâfiî veya Mâlikî imama uyan Hanefî, susup bekleyebileceği gibi içinden Kunut duasını da okuyabilir.

Vitir namazı, müstakil bir namaz olduğu için yatsı namazıyla birlikte kazâya kaldığı vakit kazâ edilmesi gerekir.


Kunut duası:


Allâhümme! İnnâ nesteînüke ve nestağfiruke ve nestehdîk; ve nü'minü bike ve netûbü ileyke ve netevekkelü aleyke ve nüsnî aleyke'l-hayra kullehü neşkuruke, velâ nekfüruk; ve nahleu ve netrukü men yefcüruk.

Allâhümme! İyyâke na`büdü ve leke nüsallî ve nescüdü ve ileyke nes`â ve nahfidü nercû rahmeteke ve nahşâ azâbek. İnne azâbeke bi'l-küffâri mülhık.

Bu duayı okuyamayan kimse "Rabbenâ âtinâ" duasını okur veya üç kere "Allahümmağfir lî" veya üç kere "Yâ Rabbi" der.

Vitir namazı tek kılınır. Cemaatle kılınması sadece ramazan ayına mahsustur. Diğer günlerde vitir namazını, yatsı namazını kılıp uyuduktan sonra gecenin sonuna doğru kılmak daha faziletli olmakla birlikte ramazanda cemaatle kılmak gecenin sonuna bırakmaktan evlâdır.



Diyanet Vakfı Yayınlarının İlmihal Kitabından alıntılanmıştır.

İslam Uygarlığı ve Pozitif Bilimlere Katkısı-2

 

Astroloji ve Astronomi


Eski bilim kitaplarına göre ilm-i nücüm, biri yıldızların yer ve yörüngesinden, doğup batmalanndan bahseden bir tabii ilim, diğeri de yıldızların savaş, barış, doğum, ölüm, talihlilik veya keder, yağmur vs dünya olayları ile olan ilgisinden bahseden soyut bir ilim olmak üzere ikiye ayrılıyordu. Burada konuyu daha rahat anlatabilmek için birincisine ilm-i nücum (ilm-i hey'et veya astronomi) diğerine ilm-i tencim (astroloji) adını veriyoruz. Daha evvel beyan ettiğimiz malumattan anlaşıldığı üzere Araplar bu ilimlerin her ikisinde de geniş bilgi sahibiydiler. Daha sonra Müslümanlar medeniyet yoluna girmenin ilk adımlarından biri olarak dahili bilimleri kendi lisanlarına tercüme edince Yunan, Fars, Hint ve Keldanilerden bu ilimlerle alakalı olarak elde ettikleri yeni bilgileri kendi birikimleri ile birleştirdiler. Bunun neticesinde lslami dönemdeki astronomi ve astroloji bilimleri ortaya çıktı.


İlm-i Tencim (Astroloji)


Abbasilerin bilimsel uyanış döneminde astroloji ve astronomi ilimlerine gerekli önemi veren ikinci halife Ebu Cafer Mansur olmuştur. Evvelce beyan ettiğimiz üzere, halife, Sind-i Hint kitabını tercüme ettirmişti. Sonraki halifeler de Mansur'un politikasını takip ettiler. Hatta Abbasilerin en parlak zamanlarında bile astroloji oldukça rağbet gören bir bilimdi. Tabip katip veya muhasebeciler nasıl devletten maaş alan memurlarsa müneccimler de (astrologlar) aynı şekilde birer devlet memuru olarak görevlendiriliyor ve maaş alıyorlardı. Halifeler idare ve siyaset ile alakalı birçok konuda müneccimlerle istişare ederlerdi. Eğer bir halife bir teşebbüste bulunmak ister ve onun sonucundan endişe ederse mutlaka müneccimlerin görüşünü alırdı. Müneccimler'de gökyüzünün durumuna ve yıldızların yörünge ve konumlarına bakarak o teşebbüsün uygun olup olmadığını keşfedip görüş bildirirlerdi. Bunun dışında hastaları da yıldızların durumlarına göre tedavi ederlerdi. Yıldızların konumları daima göz önüne alınarak, hatta yemek içmek ve ziyaret zamanları bile yıldızların durumlarına göre tespit olunurdu. Bununla beraber şer'i ilim uleması bu inanç ve alışkanlıkların batıl ve yanlış şeyler olduğunu söylemekten, bu yola sapanları şiddetle uyarmaktan geri kalmazlardı. Fakat halk her şeye rağmen bildiğini yapar, ulemayı çoğu zaman dinlemezdi. Bugün bile aynı inanca sahip birçok insan yok mudur?


İlm-i Nücum veya İlm-i Felek (Astronomi)


Astronominin İslam dünyasında her devirde ayrı ve üstün bir konumu olmuştur. Dahili bilimlerin çoğunda yaptıkları gibi, sadece Yunan, Hint, Fars, Keldan ve Arap Cahiliye Devri'nin gökbilimlerini bir araya toplamaktan başka katkıları olmasa bile, bu bile katkı olarak kafidir. Araplar arasında astronomi çalışmalarına temel olmak üzere müneccim Muhammed Fezari tarafından es -Sindhind (Sidhanta) kitabının tercüme olunduğunu ve bu kitabın halife Me'mün'un zamanına kadar bu ilme kaynak olduğunu daha önce açıklamıştık. Me'mün'un zamanında ise Beytülhikme okulundan astronomi konusunda geniş bilgiye sahip olan Muhammed Musa el Harezmi yetişmiş; Hint, Fars ve Rum metotlarını toplayan bir zic yapmıştır. Bu zat zicin esasını es-Sind-i Hind kitabının hükümleri üzerine kurduysa da ölçüm ve hesapta yeni bir metot geliştirmiştir. O gece ve gündüzün değişmesini İranlıların, güneşin hareketini de Batlamyus'un metotları üzerine yapmıştır. Ayrıca bu zice yeni birtakım bölümler de ilave etmiştir. Çok beğenilen bu kitap her bölgede çoğaltılmıştır. Ancak yazar bu zicde lran tarihini esas almıştır. Daha sonraki yıllarda H. 398 yılında vefat eden Endülüslü astronomlardan Müslime b. Ahmet Merhiti, bu zicin tarihini hicri tarihe göre düzenlemiş, yıldızların hareketini hicrete göre ayarlamıştır. Zic kitabı daha önce de belirtildiği üzere, yıldızların hareketlerini gösteren cetvelleri açıklayan eserlerdir. Takvimler bu cetvellere göre düzenlenirdi.

Daha önce sözü edilen Şakir veya Musaoğulları adı verilen üç kardeş de astronomi alanında şöhret kazanmış büyük bilginlerdendiler. Bunlar halife Me'mün için gündüzün yarısını tespit etmek amacıyla Dünya'nın çevresini ölçmüşlerdi. Me'mün meridyen dairesinin, yani Dünya çevresinin 24 bin mil boyunda olduğunun ispatı hususunda bu üç kardeşe başvurmuştu. Bunlar ölçüm yapabilmek için kendisinden geniş bir alan istemişlerdi. Sencer sahrası bu iş için ayrıldı. Çölde bir kazığa uzun bir ip bağlayıp kuzeye doğru çektiler. İpin bittiği yerde yüksekliği ölçtüler. Güneye doğru da aynı işi tekrar ederek burada da ipin bittiği yerde yüksekliği tespit ettiler. İpin boyu ile yükseklik derecelerinin farkını hesap ederek, yerkürenin çevresini ölçtüler. Tam emin olmak için aynı deneyi Küfe sahrasında da tekrar ettiler. lbn Hallikan vs kaynaklarda bu konuda ayrıntılı bilgi bulunmaktadır. Şakiroğulları astronomi ve hendeseye dair çok önemli ve kıymetli kitaplar yazmışlardır. Yine aynı dönemde yetişen ve H. 27'de vefat eden Ebu Ma'şer el-Belhi de önemli bilginlerden biriydi. Ünlü filozof Ebu YusufYakup bin lshak el Kindi kendisiyle çağdaştı. Ebu Ma'şer önceleri hadis ilmi ile meşgul olduğundan akli bilimlere ve felsefeye düşmanlık ve taassup gösteriyordu. Halkı Kindi'nin aleyhine tahrik eder, felsefe yolunda devam ettiği için onu ayıplardı. Kindi bir fırsat bulup Ebu Ma'şer'i matematik konusunda özendirmiştir. öyle ki, Ebu Ma'şer 47 yaşını geçmiş olduğu halde matematik ve hendese alanında derin bilgi sahibi bir bilgin olmuştur. Bu bilimlerden astronomiye geçiş yapmış, bu alanda da birçok eser yazmıştır. Kindi de böylece onun hücum ve kötülüklerinden kurtulmuştur.

Ünlü mütercim Huneyn bin ishak ile H. 288 yılında vefat eden büyük hekim ve filozof Harranlı Sabit bin Kurre Avrupalılarca alfragan veya alfraganius adıyla bilinen ünlü lslam matematikçisi ve müneccimlerinden Ahmet bin Kesir Fergani, büyük alimlerden Sehl bin Bişr bin Hani o devirde yetişen büyük astronomi bilginlerindendir. Bu son zat Abbasilerin Horasan bölgesinde hüküm süren Tahir Oğulları devletinin kurucusu Tahir bin el Hüseyin'in hizmetinde bulunuyordu. Ayrıca Muhammed bin lsa Mahani ile Bettani adı ile bilinen Muhammed bin Cabir Harrani o devirde yetişmiş büyük astronomlardandılar. Muhammed bin Cabir Harrani sabiilerdendi. Zic -i sabii adını alan bir zic yapmıştı. İki nüsha üzerine yazılan bu zicin ikinci nüshası öncekinden daha doğruydu. Bu zat hicri 264-306 yılları arasında rasat çalışmalarını sürdürmüş, araştırmalarının sonucunu H. 299 yılında yazdığı zicde göstermiştir. Astronomi alanında çağının en iyisi idi. H. 311'de vefat etmiştir. Söz konusu asırda daha birçok astronom yetişmişti.

Daha sonra hicri 4. ve 5. yüzyıllarda da Ebu'l Vefa Bazcani ile Ebu'l-Reyhan Biruni gibi birçok dahi yetişmiştir. 7. asır astronomlarının en başta geleni ise büyük lslam alimlerinden olan Nasirüddin- i Tusi'dir. Onun devrinde yine bu alanda Müeyyed Arazi, onun oğlu Muhammed, Musul'da Fahr Meragi, Tiflis'te Fahr Halati, Necmettin Kazvini yetiştiği gibi diğer asırlarda da daha birçok astronom yetişmiştir. Gerek bu bilginler gerekse yazdıkları eserleri anlatmak ve incelemek "dilin bilim ve kültür tarihi"ne ait bir konu olduğundan, burada yalnız İslam uygarlığının astronomi sahasında gerçekleştirdiği gelişmeler ile bu alandaki etkileri üzerinde malumat vermekle yetindik.

Bu konuda ilk dikkatimizi çeken nokta Müslümanların vehm ve tahmine dayanan astroloji sanatının diğer gök çalışmalarından ayrı olarak batıl bir mezhep olduğunu göstermiş olmalarıdır. Muhtemelen bu fikri ilk kez ortaya atan da kendileriydi. Aslında Araplar astrolojiyi astronomiden ayırmak konusunda çok başarılı olamamışlardı. Ancak kimya biliminde yaptıkları gibi, astronomi alanında da bilimsel temelleri olmayan astrolojiden ziyade deney ve tecrübeye dayanan sonuçlar ve gerçeklere önem vermişlerdi. Araplar felekleri gözetleme, zicleri belirleme, yerküreyi ölçme, gezegenleri gözetleyip incelemekle beraber söz konusu bilimleri daha da ilerletmek için Hint ve Fars ülkelerine seyahatler yapmışlar; bu alanda eskiden yazılmış olan eserleri incelemiş ve eksikliklerini tamamlamışlar, her ülkenin sahip olduğu bilgileri bir araya getirmek için büyük çaba ve gayret sarf etmişlerdir. Astronominin Müslümanlar arasında büyük ve ayrıntılı bir tarihi olduğundan, tamamını aksettirmek bu bölümün sınırlarını aşmak olur. Bu yüzden bu bölümde önce Müslümanların kurduğu rasathaneleri, daha sonrada bu bilim alanında yaptıkları keşifleri zikredeceğiz.


Rasathaneler (Gözlemevleri)


Rasat yani gözlem yapmak astronomi biliminin temelidir. Yıldızların yerleriyle hareketleri ancak gözlemle belirlenir. Gök cisimlerini gözlemlemek, daha önce Yunanlılarda da önemli bir çalışma kabul ediliyordu. Bunlar yıldızları gözlemleyerek gözlem aletlerini icat ettikleri gibi, milattan önce 3. yüzyılda lskenderiye'de bir gözlemevi kurmuşlardı. Bu gözlemevi Mecisti adlı kitabın yazarı Batlamyus'un zamanında en parlak devrine ulaşmıştı. Müslümanlar arasında aşağıda görüleceği üzere Bağdat, Şam, Mısır, Endülüs, Meraga, Semerkand ve başka yerlerde gözlemevleri inşa edinceye kadar lskenderiye gözlemevi yeryüzünün tek gözlemevi olma özelliğini sürdürmüştü.


Rasat Aletleri


Yıldızları gözlemlemek için birtakım aletler kullanılırdı. İslam uygarlığı devirlerinde kullanıldıkları yerlere göre çeşitli şekillerde 15-20 kadar gözlem aleti kullanılıyordu. En önemlileri şunlardı:

1- Lebne aleti: Bu alet murabba ve müstevi bir cisimden oluşuyordu. Bununla meyli külli, yıldızların uzaklığı ve ülkelerin yerlerini ölçerlerdi.

2- Halka-i itidaliye: Bu alet itidal değişikliklerini bilmek için dairei mutedilin sathına asılı bir halkadan oluşuyordu.

3- Zatü'l evsar: Dört murabba üstuvaneden mürekkepti. Güneş'in hareketindeki meyil bu aletle ölçülüyordu. Bu alet bulunduğu zaman halkai itidaliyeye hacet kalmazdı.

4- Zatü'l hak: Şekilce ve yaptığı görev açısından gözlem aletlerinin en büyüğü olan bu alet, çeşitli halkalardan oluşuyordu. Öncelikle burçların yerini göstermek üzere bir halka, ikincisi iki kutuptan geçen bir başka halkadan oluşuyordu. Bu iki halka burçlar dairesi diğer dairenin kutuplarından aynı uzaklıkta bulunmak şartıyla birbirine geçirilirdi. Üçüncüsü biri uzun ve büyük diğeri ise küçük olmak üzere iki daireden oluşuyordu. Bunlardan birincisi burçlar dairesinin muhaddeb (kambur ve tümsekli, convexe) ve diğeri mukaar (ortası çukur olan, concave) yönüne konulurdu. Dördüncüsü ise öğle vakti dairesi. Bunun orta çukurunun çapı, tümsek halkanın turunun çapına eşit oluyordu. Halkai arzın tümsek çapı, küçük halkanın çukurunun çapı kadardı. Bu alet bir kürsü üzerine oturtuluyordu.

5- Zatü's semt ve'l intifa: Çapı eşit bir sütunun bir sathından ibaret bir yanın daire idi bununla semt ve yüksekliğini anlarlardı.

6- Zatü şubeteyn: Bir kürsü üzerine konulmuş üç cetvelden oluşuyordu. Bununla yükseklik ölçülürdü.

7- Zatü'l ceyb: Bu alet bir önceki alet şeklinde düzenlenmiş iki cetvelden oluşuyordu.

8- El müşebbeh bin natık: lki yıldız arasındaki uzaklığı tayin için kullanılırdı. Üç cetvelden oluşuyordu.

9- Usturlap: Bu aletin birçok çeşiti vardı. Tam, müsettah, tomari, hilali, zevraki, akrabi, asi, kavsi, cenubi, şimali gibi. Bunlardan başka daha birçok ve çok çeşitli gözlem aletleri vardı.


İslam Dünyası ve Gözlemevleri


Halife Me'mün, başlattığı tercüme faaliyetleri çerçevesinde Batlamyus'un kitabı Mecisti de yer alan ve gözlem işlerinde kullanılan aletleri görmüş, bu tür çalışmaların Batlamyus'un yaptığı gibi kendi ülkesinde de yapılmasını emretmiştir. Bu amaçla gözlem aletleri imal edilmiş ve H. 214 yılında Bağdat'ta Şemmasiye denilen yerde ve Şam'da Cebel-i Kaysün'da gözlemevleri kurulmuş ve bilimsel çalışmalar böylece başlatılmıştır. Ancak Halife Me'mün'un H. 218 yılında ölümünden sonra bu gözlemlere ara verilmek zorunda kalınmıştır. Burada araştırma yapan bilginler gözlemevi kapatılmadan önce yaptıkları araştırmalar sonucunda elde ettikleri bilgileri bir araya toplayarak Rasad-ı Memuni adı altında bir kitap hazırlamışlardı. Gözlemlerindeki bilginler heyeti, çağın en büyük gökbilimcisi kabul edilen Yahya b. Ebü Mansur ile ünlü müneccimlerden Halid b. Abdülmelik Mervezı, Sind b. Ali, Abbas b. Sefid Cevheri'den oluşuyordu. Bu bilginler ayrıca kişisel bilgi ve deneyimlerine dayanan ve kendi adlarıyla anılan birer zic de yazmışlardır. Bunların yaptıkları gözlemler lslam dünyasında yapılan ilk gök araştırmaları olarak kabul edilir.

Daha sonra Şakir veya Musaoğulları da Bağdat'ta köprünün tak kapısına bitişik olan tarafta bir gözlemevi kurarak, yıldızlar ve diğer gök cisimlerini gözlemlemişler ve arüz-ı kamerden arüz-ı ekberin hesabını çıkartmışlardır.

Buveyhilerden Şerefüddin b. Addüddevle de Bağdat'ta Darü'l-memleke bahçesi kenarında bir gözlemevi kurdurmuş ve ünlü gökbilimcilerden Ebü Sehl Veycen b. Kuhi burada "kevakib-i seb'a" (yedi yıldız) üzerinde gözlemler yapmıştır.

Bağdat'taki hilafet merkezi gücünü kaybedip de ülke valiler arasında bölünüp bağımsız emirlikler halini alınca, astronomi konusundaki çalışmalar da çeşitli alanlara bölünmüştür. Bu bölgelerin en önemlisi Mısır havalisiydi. Burada hüküm süren Fatımiler H. 411 yılında vefat eden hükümdarları Hakim Biemrillah adına Muktam dağı üzerinde bir gözlemevi inşa etmişlerdi. Zamanla harap olan bu gözlemevinin yerine yine Fatimi halifelerinden Müsta'li b. Mustansır'ın veziri Efdal b. Emiru'l-cüyüş tarafından yeni bir gözlemevi yaptırılmıştı. Fevatü'l Vefeyat yazarı Şam bölgesi sınırında Yübnani adıyla bilinen bir gözlemevi daha kurulmuş olduğunu kaydetmiştir.

Yukarıda sözü edilen rasathane, Tatar Hanı Hülagü'nün zamanında büyük lslam filozoflarından olan Nasirüddin Tusi'nin yetişip Meraga şehrinde H. 657'de yeni bir gözlemevi kurduğu döneme kadar gök araştırmalarının merkezi olma özelliğini sürdürmüştür. Tusi, Hülagü'yü söz konusu gözlemevini inşa etme konusunda ikna etmenin yanında, içindeki aletlerin temini ve çeşitli masraflar için büyük harcamalar yaptırmış, dörtyüz bin cilt kitaptan oluşan muazzam bir kütüphane kurdurtmuştur. Daha sonra tahta çıkan Timurlenk de Semerkand'da bir gözlemevi kurdurduğu gibi diğer hükümdarlar da lsfahan, Mısır, Endülüs ve ayrıntılı bilgileri bize ulaşmayan başka şehirlerde özel veya genel gözlemevleri inşa etttirmişlerdir.


İlm-i Nücum (Astronomi) ve İslamiyet


Müslümanlar yukarıda anlattığımız gözlemevlerinde yıldızlar üzerinde araştırma ve gözlemler yapıp zicleri düzenlemişlerdir. Bu ziclerin en büyüğü daha önce sözü edilen İbn Yunus'un yazdığı dört ciltlik zic kitabıydı. Bağdat'ta daha önce yazılmış olan ziclerden sonra bu kitap İslamlarca en önemli başvuru kaynağı haline gelmişti. Ünlü astronomlardan Ebü İshak İbrahim b. Habib Fezari'nin Kitabü'z-zic ala sini'l-Arab adındaki zici ile Muhammed b. Musa Harezmi ve İsfahan rasathanesi nazırı Ebü Hanife-i Dinevri ve Ebu Ma'şer Belhi daha önce açıkladığımız şekilde zici Fars usulü üzere tertip etmişlerdi. H. 426 yılında vefat eden Endülüslü ünlü matematikçi Ebu's-Semh Gırnaşağıda, İbn Hammad Endülüsi'nin zicleri ile Nasreddin Tusi'nin Farsça yazılan zic-i tihuni siyasi, H. 777 yılında vefat eden İbn Şatır Ensari Dımeşki ve başkalarının zicleri de ünlü zicler arasında sayılıyorlardı. İslamlar yaptıkları bu ziclerde Yunanlıların ulaştığı hatalı birçok gözlem sonuçlarını da düzeltmişlerdir.

İslamlar astronomi alanında birçok yeni metot kullandıkları gibi daha önce sözünü ettiğimiz "zatü's-semt" ve "zatü'l-irtifa"' adı verilen gözlem aletlerinin yanında "zatü'l-evtar", "müşehhetü bi'n-natık" aletleri gibi yeni aletler de icat etmişlerdir. Bu son gözlem aleti Takiyyüddin Rasid'in icatlarından biridir. Hicri 6. yüzyılın başlarında vefat eden ünlü İslam hükemasından Bedi' Üsturlabi, icat ettiği cetvelin yanı sıra bu alanda yeni bir de eser yazmıştır. Ayrıca "alet-i şamile"nin de noksanlıklarını tamamlamış ve onu çeşitli arzlarda yapmıştır.

Çağının önde gelen gök bilginlerinden olan Nasiruddin Tusi de usturlapta birtakım gelişmeler sağlamıştı. Üsturlap küresinde bir hat ilave ederek buna "asa" adını verdiği gibi bu konuya ait oldukça dikkat çekici bir risale de yazmıştı. Bunu ilk bulan da kendisiydi. Büyük İslam bilginlerinden Muhammet bin Cabir Bettani de yeryüzünün son noktasını açıklamakla beraber Oğlak ve Yengeç dönencesi itidalinin ve ekvator üzerinde burçların meyil hesaplarını doğrulttuğu gibi, üçgenler ve açıların ölçümünde de ilk kez cüyüb ve evtarı kullanmıştı.

Ünlü İslam bilginlerinden Biruni de kürenin yüzünü ilk keşfeden zat olup, bu keşfini el-asaru'l-bakiye ani'l-kürüni'l-haliye adındaki kitabında ayrıntılarıyla yazmıştı. Biruni'nin kitabı ile bu kitabın girişinde sözü edilen diğer eserlerinin incelenmesinde büyük bilginin matematik ve astronomide olduğu gibi daha pek çok keşfinin olduğu anlaşılıyor. Biruni Yunan bilimlerini Hindistan'a ve Hintlerin bilimlerini de Araplara nakil etmiştir ki bu hizmet bile kendisinin adının silinmezliği için yeterlidir. Biruni sultan Gazneli Mahmud'un destek ve himayesinde Hindistan'a gidip oralarda yıllarca yaşamış, Hint bilimlerini öğrendiği gibi Yunanlıların bilim ve felsefesini de onlara öğretmiştir. Nitekim Nasreddin Tusi, astronomiyi Tatar hanı Hülagü'nün desteği ile Tatarlar arasında, ünlü matematikçilerden Ömer bin İbrahim el-Hayyami de Selçuklular arasında yaymada başarılı olmuşlardır. Ancak tüm bu başarılar her devirde İslami yönetimlerin sağladığı uygun ortam ve imkanlarla gerçekleştirilmiştir.

İslam astronomi alimleri bu ilimde büyük bir iktidar ve meharet sahibi olmuşlardı. Hatta alanın üstatları ve kesin otoriteleri de bunlardı. Dünyanın neresinde olursa olsun en çetrefilli meseleler İslam astronomi alimlerine müracaatla çözüme kavuşturuluyordu. Avrupa hükümdarları astronomi alanında güç bir sorunla karşılaştıklarında, kendilerine daha yakın olan -yalnız Endülüs'e değil- Şark İslam memleketlerine dahi özel memurlar göndererek, o zor meseleleri İslam alimlerine hallettirirlerdi. Tabaküt'ül-tabipler müellifi, İbn ebi Usaybia bu konuda örnek de verir. Fransa kralının Musul'da Atabeyler adına hükümet süren Bedrüddin Lü'lü'ün nezdine astronomiye ait sıkıntılarının çözümü için bir hususi memur gönderdiğini ve Bedreddin'in de bu iş için H. 239'da vefat eden İslam alim ve filozoflarının büyüklerinden Kemaledin bin Yunus'a müracaat ettiğinden uzun uzadıya bahseder.

İspanyalılar bugün de vakitleri belirlemek için kullanılan rakkası (sarkaç-pendule) Müslümanlardan öğrendiklerini itiraf ediyorlar. Daha sonra rakkas esası üzerine yapılan gözlem aletleri ve benzerlerinin önemini belirtmeye gerek yoktur. Bundan öte Müslümanlar daha önceden de saat yapımını biliyorlardı. Rivayete göre Harun Reşid, Şarlman'a sanat değeri oldukça önemli bir saat armağan etmişti. Avrupa tarihinde bu hediye olayı oldukça meşhurdur. Müslümanların astronomi ve matematikle ilgili Yunanca'dan yaptıkları bazı çevirilerin bugün orijinalleri kaybolmuş ve yalnızca Arapça çevirileri ile zamanımıza ulaşmıştır ki onların bu bilimlere yaptıkları katkı ve büyük hizmetlerin sonucudur. Temuharis ile Aristo'nun eserleri ile Mecisti şerhi bu tür eserlerden bazılarıdır. İslamların bilime yaptıkları bu katkı yalnızca astronomi ve matematik ile sınırlı değildi. Edebiyat kitaplarına kadar birçok bilimi kapsıyordu. Örneğin İbnü'l-Mukaffa Kelile ve Dimne adlı kitabı Farsça'dan Arapça'ya çevirmişti ancak zamanla Farsça orijinali kaybolduğundan, Avrupalılar daha sonra bu kitabı kendi dillerine tercüme etmek istediklerinde Arapça çevirisini kullanmak zorunda kalmışlardı.


Hesap, Cebir ve Hendese


İslamiyet'in ilk dönemlerinde hesap bilimi (muhasebe) İslam hakimiyeti altında yaşayan gayrimüslimler ve mevaliden oluşan haraç memurlarının uğraş alanlarından biriydi. Bu nedenle sıradan basit bir sanat kabul ediliyordu. Bu yüzden hesap ve benzeri bilimlerle uğraşmaktan kaçınmışlar, çocuklarına şiir, binicilik, yüzme ve atasözleri öğretmekle yetinmişlerdi. Sonraları uygarlık yolunda ilerledikçe hesap bilimine ihtiyaçları olduğunu hissetmişler ve bu konuya ilgi göstermişlerdir. lbn Tevem'in oğluna, "Yazıdan önce hesabı öğret," şeklindeki sözü bir vecize olarak dillerine yerleşmiştir. Zamanla tüm bilimlerin eğitim ve öğretimi, kendi dillerinin çevirilerine yönelince hesap bilimi de bunlar arasında önemli bir yer tutmuştu. Hesap bilimi özellikle astronomi bilimi ile uğraşanlar, mühendisler vb bilim adamlarının çaba sarf ettikleri bilimlerdendi. Yalnızca hesap üzerinde uzmanlaşmış, ömrünü buna adamış bilgin çok fazla değildi.

lslam uygarlığının matematik bilimine yaptığı en büyük hizmetlerden biri, Hint hesap metodu ile rakamlarını dünyanın dört bir köşesine ulaştırmalarıdır. Araplar kullandıkları bu rakamlara "Hint rakamları" derlerdi. Avrupalılar da söz konusu rakamları Araplar kanalıyla aldıkları için "Arap rakamları" adını vermişlerdir. lslam dünyasına bu rakamları ilk getiren kişi ve bu tekniğin düzenleyicisi Ebu Cafer Muhammed bin Musa el Harizmi (Ö. 847'den sonra) idi. Avrupalılar bu zatın adından "Algorisma" kelimesini türetmişlerdir.

Cebir bilimi konusunda da İslamların önemli çalışmaları olmuştur. Bu konuda birçok eser yazmışlar ve cebirin gelişmesine katkıda bulunmuşlardır. Araplar biri Ziyofontüs, diğeri Eberhos'a ait olmak üzere cebirle ilgili iki kitap tercüme etmişlerdir. Günümüz araştırmaları sonucunda, bu iki şahsın yazdıkları kitapların cebir konularına ait olmayıp, basit birtakım metotlarla sınırlı bulunduğu, bu nedenle cebir bilimini icat edenlerin Müslümanlar olduğu anlaşılmıştır. Bizce Müslümanlar Hint hesabını öğrendikten sonra elde ettikleri bilgileri, Eski Yunanlılardan naklettikleri bilgilerle birleştirerek, bu temel üzerine cebir bilimini bina etmişlerdir. İslamların cebir konusunda yazdıkları en ünlü kitaplardan biri yukarıda adı geçen Musa el Harizmi'nin Kitabü'I cebr vel mukabele adındaki eseridir. Anlaşılan o ki Harizmi yazdığı zicde, Hint, Fars ve Yunan metotlarını birleştirdiği gibi hesap biliminde de bu üç kaynaktan edindiği cebir yöntemlerini birleştirerek Arap cebir biliminin temellerini atmıştır. Müslümanlar Harizmi'nin bu kitabını birçok kez genişleterek yazmışlardır. Ünlü lslam matematikçilerinden Ebu Kamil Şüca bin Eslem ile Ebu'l Vefa cebir konusunda eserleri olan bilginlerdendiler. H. 281'de ölen Ebu Hanife Dineveri ile Ebu'l Abbas Serahsi (Ö. 286) de cebir alanında kitaplar yazan lslam matematikçilerindendi. Sonraki çağlarda Avrupalılar cebir bilimini Müslümanlardan kendi dillerine aktarmışlardır.

Müslümanların Hint kurallarını mantık kuralları içinde uygulamaları hendese geometri alanında yaptıkları yeniliklerden birisidir. Bu yöntemi ilk uygulayan kişi H. 5. yüzyılın başlarında yaşamış olan İbnü'l-Heysem'dir. Bu büyük bilgin yazdığı eserinde Öklid ve Apollonius'ın sayı ve geometri yöntemlerini birleştirip çeşitli bölümlere ayırmış, onları eleştirmekle beraber, birbirleri ile karşılaştırarak talimiye, hissiye ve mantıkiye ile ispat etmişti. Söz konusu bilgin cebir ve hesap bilimine daha önce kullanılmayan birtakım yeni yöntemler kazandırmıştır.

Ünlü Musa veya Şakiroğullarından biri olan Hasan bin Musa bin Şakir de açının birbirine eşit üç kısma ayrılması gibi önceki geometricilerin çözemediği önemli problemleri çözmeyi başarmıştır.



CORCi ZEYDAN İslam Uygarlıkları Tarihi CİLT2

Tarihu't-temeddünni'l-lslami

NOTLARLA GÜNÜMÜZ TÜRKÇESiNE ÇEViREN Nejdet Gök

Daday / Kastamonu

 


22 Ocak 2024 Pazartesi

Gürcistan Kıpçakları

 


Onbirinci yy.’da Karadeniz’e Türkçe konuşan yeni kavimler gelmeye başladı. Yeni gelenler, İdil ve Tuna nehirleri arasındaki geniş toprakları, Kırım bozkırlarını, Azak ve Hazar kıyılarını, aşağı İdil ve Yayık nehirlerinin ötesini mesken tuttular. Ortaçağ Gürcistanı’nı anlatan "Kartlis Tskhovreba” (Gürcistan Tarihi) adlı eserin son zeylinde denilene göre, ‘‘Peçenekler Osetlerin yakınında yaşardı. Ayrıca Jikler vardı. Yıllar sonra Peçenekler ve Jikler Türkler tarafından yerlerinden edilince Peçenekler batıya doğru gittiler, Jiklerse Abhazya sınırına yerleştiler.”

Ancak yukarıda anılan kaynak bir istisnadır. Gürcüler birebir ilişkiler sayesinde bu kavmin adını çok iyi bildiklerinden, diğer tüm Gürcü kayıtları yeni gelenleri kendi adlarıyla -Kıpçak olarak- tanımlamıştır. Kıpçaklara Bizans ve Macar kayıtlarında Koman (Kuman), Slav kayıtlarında ise ‘Polovtsi’ adıyla rastlanır. Bu kavim, Gürcü kaynaklarında çoğunlukla Kıpçak olarak geçmekle birlikte, nadiren Koman adıyla da anılmaktadır. Azizlerin hayatını anlatan 12. yy.’a ait ‘Şehit David ve Konstantin’ yazıtında, anonim Gürcü yazarı ‘Komanların ülkesi’nden bahsederken, "Ki onlar Kıpçaklardır” demektedir. Gürcü bilim adamı, akademisyen S. Jikia, Kıpçak adı ile 16. yy. sonu kayıtlarında ‘Guman’ olarak geçen Güney Gürcistan arasında bağ kurar.

Kısa süre içinde yeni yerleşimciler yakın ve uzak komşuları için ciddi bir tehlike oluşturmaya başladılar. 11. yy’ın ikinci yarısında ve 12. yy’da Slav topraklarının otuz dört Kıpçak işgaline maruz kaldığı kayıtlıdır. Aynı kaynaklar, 12. yy’da yirmi iki Rus karşı saldırısı kaydeder.

Eski Gürcü vakanüvisler Leonti Mroveli ve Juansher’in, ‘Kartlis Skhovreba’da Kıpçaklardan bahsetmesi kayda değerdir. 11. yy. ortası yazarı Leonti Mroveli’ye göre, Büyük İskender gelmeden önce Kura Nehri civarında yerleşik olan barbar kavimler, yazarın zamanında Buntürkler ya da Kıpçaklar olarak biliniyorlardı. Aynı eserin son ekinde (18. yy. elyazması), Juansher, 5. yy’ın ikinci yarısında Gürcistan’da krallık yapmış olan Vahktang Gorgasali’nin Osetler ve Kıpçaklar üzerinde egemenlik sağladığından bahseder. Daha yakın geçmişteki araştırmalarda, Gürcistan tarihi kayıtlarında geçen Buntürklerin, Sakalarla (İskitler) aynı olduğu ileri sürülmektedir. Fakat yukarıda bahsi geçen her iki kaynak da çelişkiler taşımakta olup, doğrulukları şüphelidir.

Çeşitli kaynaklar, Kıpçakların komşularıyla kolaylıkla iletişime geçtiğini, aradaki düşmanlıklara bakmaksızın kız alıp verdiğini belirtmektedir. Bu türden ilişkilere özellikle Ruslarla 1094, 1101, 1107, 1117, 1163, 1205 yıllarında ve tarihsiz birkaç olayda rastlanmaktadır. Ruslar daha çok kızlarını vermeye meyilli olup oğullarını verme taraftarı değillerdi. Ruslar tarafından defalarca yenilgiye uğratıldıktan sonra, 1095-1106 tarihleri arasında Kıpçakların bir kısmı Atrak önderliğinde kavimlerinden ayrıldılar ve 750 km. doğuya göç edip Osetlerin yanına yerleştiler. Böylece, Kıpçaklarla güney komşuları Gürcüler arasında temaslar kaçınılmaz hale geldi.

1106’da Gürcü Kralı ‘Yeniden Kurucu’ David (1089-1125) ilk karısından boşandı ve bir Kıpçak prensesiyle, Kıpçak lideri Atrak’ın kızıyla evlendi. Daha sonra, hâlâ birleşik krallığının dışında bulunan Tiflis emirliğini kendisine katmak ve o sıralarda Gürcistan’ı egemenliği altına alan Selçuklulara karşı koymak için Kıpçak savaşçılarını ülkesine çağırdı.

Gürcü-Kıpçak ilişkilerini gösteren kanıtlar daha çok o döneme ait Gürcü kaynaklarında, örneğin ‘Kartlis Skhovreba’nın ilgili kısımlarında, öncelikle de David’in hayat hikayesinde bulunmaktadır. Arap, Ermeni, Bizans ve Macar kaynaklarında ilave bazı bilgiler bulunabilir.

12. yy’ın sonunda David, Haçlı seferlerinin başlamasını fırsat bilerek, Selçuklulara haraç ödemeyi kesti ve kendi iç meseleleriyle ilgilenmeye başladı. Gürcü kralı, reformlarını bazen Selçukluların ülkeden çıkarılması gayretleriyle birleştiriyordu. Kral David’in vakanüvisinin kayıtlarında, kral haraç ödemeyi reddettikten sonra, Selçukluların Gürcistan topraklarında - Avchala, Dighomi ve Kura Nehri’nin aşağılarıyla Rioni kıyılarında- kışı geçirme haklarından mahrum kaldığı yazılıdır.

Bu iddia bir kenara bırakılacak olursa, Selçukluların buralarda kalmaya devam ettiği söylenebilir. Zira kaldıklarına dair kayıtlara pek çok yerde rastlanmaktadır. 1110 olayları anlatılırken şöyle denir: "Gachiani’ye, Kura boylarına, Tiflis’ten Barda’ya kadar Iori’nin tüm kıyılarına geldiler. Buraların hepsi de kışlamak için uygun yerlerdi.” Daha sonra yazar Selçukluların kışın gelip yazın dönüşlerini ayrıntılarıyla anlatmakta, "Güçleri ve sayıları büyüktü ve kimse onları yerlerinden etmeyi düşünmezdi” demektedir. Rustavi’nin alınmasından sonra, vakanüvis okuyucuyu yine bilgilendirir: "Türkler kışlaklarını kaybettiler.” Bunun aynısını daha sonra da görebilmekteyiz.

Kral David’in vakanüvisine göre, Kıpçakların Gürcü topraklarında yerleşmesi iyi bir şeydi, çünkü ülkenin siyasi ve askeri hayatında önemli rol oynuyorlardı. Gürcistan’a ilişkin araştırmaların çoğunda hakim olan görüş budur. Bu çalışmada ise, söz konusu genel değerlendirme, farklı bazı söylemlerle ve ayrıntılara ilişkin bir takım görüşlerle birlikte ele alınmaktadır.


Dile getirilecek ilk soru, Gürcistan’da yabancı yerleşimcilere olan ihtiyaca ilişkindir. 1104’te, Gürcülerin doğuda Kaheti-Hereti’yi almalarından sonra, Selçuklu orduları Ertsukhi yakınlarında David tarafından yenilgiye uğratıldı. 1110’da Gürcüler aşağı Kartli’de Samshvilde ve Dzerna’yı topraklarına kattılar; 1115’te Rustavi’yi aldılar; 1116-1117 arasında Gishi ve Kaladzori kalesini fethederek 1118’de Agarani’yi ve bir süre Ermeni Krallığı’nın da başkentliğini yapmış olan Lore’yi aldılar. Gürcü tarihçinin kayıtlarında, tüm bunların "en az askeri güçle” gerçekleştirildiği belirtilmektedir.

David’in vakanüvisi bir seferinde 15.000 savaşçıdan bahseder, başka bir yerde savaş hakkında şöyle der: "Samshvilde’yi büyük ustalıkla aldılar”Çatışmaların çoğuna Kral David de katılmıştır. Fakat ana hedefe henüz ulaşılamadığı anlaşılmaktadır. Türkler hâlâ Gürcü topraklarında kışlamakta ve toprak kaybetme tehlikesi hâlâ mevcudiyetini korumaktadır.

Gürcülerin Kıpçakları çağırmaları için bir neden daha vardı: Gürcü kralının o dönemdeki hırslı planı olan "daha çok, sayısız krallık fethetmek.” Elindeki kuvvetler planlarını gerçekleştirmeye yetmiyordu. Aynı anda hem kralı korumayı, hem şehirleri ve kaleleri muhafaza etmeyi, hem de ‘bitmeyen’ savaşları sürdürmeyi başaramazlardı.

Kıpçakların tam olarak ne zaman geldikleri hiçbir yerde kayıtlı değildir. Ancak kabul edilen tarih 1118’dir. Gürcü akademisyen I. Javakhishvili, Kıpçakların Gürcistan’a gelişlerinin, ‘yerleşmeleri, eğitimleri ve teşkilatlanmalarının’ 1118’den 1120’ye kadar sürdüğünü ifade etmekte, Kıpçakların yaz ve kışları Gürcistan topraklarında geçirdiklerini ileri sürmektedir. İlk gelenler Kartli’ye yerleşmişlerdi. Javakhishvili, bu görüşün teyidi olarak, David’in vakanüvisinin sözlerini gösterir: "Kral Kartli’ye geldi ve ona gelen Kıpçaklara kışı geçirecekleri yerleri ve geçimlerini sağlayacak yolu gösterdi, gözetmenler atadı ve Kartli’de tüm işleri bir düzene soktu.” R. Metreveli, Gürcü kralının, Kıpçakları Gürcistan’ın çevresine, Kartli’ye yerleştirmek suretiyle entegre olmalarını sağlamak istediğini belirtmektedir. Bir diğer görüş de, yeni gelenlerin sınırlara yerleştirilmelerinin sebebinin, buraların hayvan yetiştiriciliğiyle uğraşan bu insanların yaşam tarzına çok uygun olmasıydı. Sınırların korunmasının dışında yaptıkları başlıca şey ise, civar bölgelerin yağmalanıp soyulmasıydı. Ganimetlerin bol olması sayesinde, ülkeye ve iktidara bir sorun çıkartmıyorlardı. O dönemde çevre ülkelerin topraklarının işgalinin olağan bir olay olduğunu görüyoruz. David’in vakanüvisinin kayıtlarına göre, diğer ülkelerin elçileri sık sık hediyeler getirip barış, huzur ve "ülkelerinin Kıpçaklar tarafından tahrip edilmemesini” talep ederlerdi.

Kıpçakların sınırlarda yaşadığını teyit eder bazı bulgular Ermeni araştırmacı S. Eremian tarafından yayınlanarak yorumlanmıştır. Kharich yakınlarında, Zakaria Mkhargdzeli "Ghfchak” manastırını inşa etmişti; hemen yakınlarındaysa Ghfchak köyü bulunuyordu. Kharichi’deki yazıtlarda da Kıpçaklardan bahsediliyordu. Bunların birinde Kıpçak Kubasar’ın çocuklarının adları bulunmaktadır. Bugünkü Azerbaycan sınırları içinde, eskiden Gürcistan toprağı olan Saingilo’da, Kıpçak denilen bir yer ve Kıpçak isimli bir nehir bulunmaktadır. Doğu Gürcistan’daki Kaheti’de yer alan, bazı uzmanların Orta Asya’daki Kıpçak merkezinin ismiyle bağlantılı olduğunu iddia ettiği Sighnag ise, Gürcistan’da 18. yy.’dan sonra ortaya çıkmıştır.

Kıpçak tarihiyle ilgilenen araştırmacılar, Kuzey Kafkaslar ve Avrasya bozkırından Gürcistan’a gelen göçmen kavimlerin sayısına bakarken, Gürcü eseri "Kartlis Tskhovreba”yı kaynak alırlar. Bu verilerle -40.000 Kıpçak ve 5000 kölemen (mona-spa)- J. Javakhishvili toplam sayıyı 1x5 = 220.000 (7.200) olarak bulmuştur. Bilimsel çevrelerde de kabul görüp kullanılan, bu sayı olmuştur.

Ancak burada bir düzeltme yapılması gerekir. Kölemen sayısını Kıpçaklara ekleyemeyiz, çünkü bu sayıya esirler de dahildi. Kıpçaklara atfen iddia edilen 40,000 sayısının daha çok geleneksel bir bilgi olduğuna dair araştırma kayıtlarını göz ardı etmemek gerekir. Örneğin Bizanslı yazar Anna Comnenos, 1091 tarihli kayıtta, Togortak ve Maniak liderliğinde 40.000 Kıpçaktan bahseder. Macar yazar Rogerii, Kıpçakların Köten önderliğinde Macaristan’a gelişlerini anlatırken, sözlü kaynaklara başvurur ve aileleri hariç 40.000 savaşçıdan bahseder. Buradan yola çıkarak, Gürcistan’a göç eden Kıpçakların sayısının inanılmaz boyutlarda olduğunu söyleyebiliriz.

Ortaçağ Gürcü vakanüvisi ise, 1123 olaylarında, Şirvan seferi öncesinde kralın ordusunu kurmasından bahsederken, "Tüm krallığını topladı, onlar da geldiler ve Kral, Selçuklu sultanına karşı sefere çıktı; o zaman Kıpçaklar sayıldı; Kral 50.000 savaşçı saydı” demektedir. Bu ifadelerin yanlış okunması ve yorumlanması sonucunda, bugün konuyla ilgili bilimsel eserlerde yer alan yanlış anlamalar ortaya çıkmıştır. Bazı yerlerde, yeni gelen gruplarla sayılarının katlandığı ve askeri harekatlara katılan Kıpçak sayısının 40.000-50.000’i bulduğu ifade edilmektedir.

Halbuki daha sonra da göreceğimiz gibi, 50.000 sayısı tüm orduyu ifade etmektedir; Ani alınmadan önce kralın elindeki tüm güçlerin sayısı, ülkesinde toplayabildiği kadar, yani 60.000 idi. Bu sayı, Gürcü kralının savaşlarda genellikle bulundurduğu asker sayısıydı. O dönemin Ermeni yazarı Urfalı Matheos (12. yy.’ın ilk yarısı), Didgori Savaşı’na (08.12.1121) katılanlarla ilgili ilginç bilgiler vermekte, bu savaşta David’in 40.000 kişilik güçlerinin yanında, ücretli asker olarak yer alan 500 Osetli ve (muhtemelen Haçlı) 100 Frenk ile birlikte 15.000 Kıpçak askerinin savaştığını kaydetmektedir. Bu kayıtlar, toplam sayının 50.000- 60.000’i bulduğu savaşlara 20.000 Kıpçağın katıldığını belirten Macar kaynaklarıyla da karşılaştırılabilir. Daha az güvenilir olmakla birlikte, eski Ermeni yazarı Smbat Sparapet (1208-1276), Didgori Savaşı’na 40.000 Kıpçağın katıldığını kaydetmektedir. Ermeni yazar muhtemelen bu bilgiyi Ermeniceye çevrilen "Kartlis Tskhovreba”dan almıştı. İbn’ül-Esir’in Arapça kayıtlarında, 514 tarihindeki (1121) Didgori Savaşı’nda Gürcülerin Kıpçaklarla birlikte savaştığı, Kıpçakların Gürcü ordusunun öncü birliklerini oluşturduğu yazılıdır. Savaşın başında 200 "Kıpçak ileri atıldı, ortalara geldi ve (Müslümanları) ok yağmuruna tuttu” denir.

Ele alınması gereken ikinci soru, Kıpçakların Gürcü halkı içinde kaynaşma oranıdır. Bazı tarihçiler, David’in vakanüvisinin "Kıpçakların büyük çoğunluğu gün be gün Hıristiyan oluyordu.” şeklindeki ifadelerini fazla büyüterek, Kıpçakların Gürcüceyi kolaylıkla öğrendiğini ve hızla asimile olduğunu iddia etmektedir (I. Javakhishvili, Sh. Meskhia, R. Metreveli, M. Lortkipanidze). Gürcü vakanüvis, Kıpçakların kral tarafından Hıristiyanlığa dönüştürülmeye başlandığını vurgulamaktadır. Bu girişimler bir kenara bırakılırsa, Kıpçakların yerli halkla ilişkileri ve Gürcü kralına olan yaklaşımları son derece karmaşıktı. Vakanüvis, Kıpçakların esir aldığını ve bu esirlerin kral tarafından fidye için alıkonulduğunu saklamamaktadır: "Kendi Kıpçaklarının elinden fidye karşılığı özgür bıraktırdığı esirlerin sayısını kim bilebilir?” Aynı kaynaktan, Kıpçakların da krala çok farklı davranmadığını anlıyoruz. Ayaklanma ve entrikalar düzenleyerek sık sık Gürcü kralına ihanet ediyorlardı. "Kaç kere ihanet planları oldu; cesur adamlarını görevlendirdiler; bazen mızrakla, bazen de kılıçla, bir, üç, beş değil, defalarca. Tanrı her seferinde David’i kurtardı.”

Savaş alanında yabancılara her zaman güven olmuyordu. 1123 Şirvan kuşatmasında Gürcüler ve Kıpçaklar kendi aralarında da çatışmaya girdiklerinden, tam -Müslümanlara yardıma gelen fakat Gürcülerden korkan- Selçuklu Sultanı ayrılmaya hazırlanırken, Gürcü Kralı David ayrılmak zorunda kalmıştı. İbn’ül-Esir de bizi bu konuda bilgilendirir. Yine de, bu tür olaylar daha istisnaidir. Vakanüvisi David’i, farklı diller ve etnik gruplardan oluşan ordusunda huzurlu bir ortam oluşturduğu için över. Burada, Nizamülmülk’e göre çokuluslu olduğu için başarılı olan Selçuklu ordusuyla bir benzerlik göze çarpmaktadır.

Gürcü kayıtlarından, Kıpçakların Gürcistan’ın “olağanüstü başarılarına” (dzlevai sakvirveli) katkılarının büyük olduğu anlaşılmaktadır. Ülkeye gelmelerinin ardından, Gürcü Kralı David “Pers ülkesini, Şirvan’ı ve Büyük Ermenistan’ı yakıp yıktı.” Kaynakta her seferinde bahsedilmemekle birlikte, Kıpçakların tüm savaşlara katıldığı anlaşılmaktadır.

Kıpçakların Gürcü topraklarında akıbeti ne olmuştu? Hızla asimile oldukları yönündeki iddianın tersine, önemli bir kısmının Atrak liderliğinde nihayet tekrar bozkırlara geri döndüğü şeklinde bir görüş de bulunmaktadır. Bu ikinci görüş, Rus kaynağı Daniel Galitski’nin kayıtlarına (1201) dayanmaktadır. Rus kayıtlarına göre, Vladimir Monomach’ın ölümünden sonra kuzeydeki Kıpçaklar, Atrak’a ülkesine dönmesi için elçiler göndermişti. Ayrılmalarının muhtemel bir diğer sebebi de David’in oğlu Gürcü kralı Demetre’ye karşı girişilen isyanın yenilgiyle sonuçlanması olabilir. Bu isyan Demetre’nin kardeşi, Atrak’ın torunu Vakhtang’ı tahta geçirmek için çıkartılmıştı. Sonuçta isyancıların tümü idam edilmiş, Vakhtang kör edilmiştir. Daha sonraları Kıpçaklar Gence hükümdarına Gürcülerin onların düşmanı olduğunu anlatacaklardı.

Kıpçakların büyük çoğunluğu liderleri Atrak’ı izlemiş olsa da, bazı Kıpçak göçmenleri, en azından üst tabaka temsilcileri Gürcistan’da kaldı. 1621 tarihli Gürcü kayıtlarında Demetre Kıpçakzade ismine rastlanması kayda değerdir. Kalanlar arasında, isyan çıktığında Gürcü Kralı Giorgi’nin (1156-1184) yanında olan ve daha sonra Amirspasalar (Başkomutan) ve Mandaturtukhutsezi (İçişleri Bakanı) gibi çok yüksek mevkilerle ödüllendirilen Kubasar da bulunuyordu. Kubasar’ın, Gürcü kayıtlarında bahsedilmeyen etnik kökenini, onu Kıpçak olarak adlandıran Ermeni yazar Stephanos Orbelian’ın kayıtlarında bulmak mümkün olabilir. Ancak bu kaynağa herkesin güvenmediğini de belirtmemiz gerekir. Aynı yazar, Giorgi’nin Kubasar’la ittifak halindeyken bile ancak 5000 asker toplayabildiğini yazar. Bu kayıttan, o dönemde Kıpçakların Gürcistan’dan uzun süre önce ayrılmış oldukları açıkça anlaşılmaktadır. 5000 sayısını ise, Ermeni yazarın Gürcü eseri ‘Kartlis Tskhovreba’dan aldığı anlaşılmaktadır; çünkü bu eser, Gürcü Kralı David’in 5000 kölemeni bulunduğunu yazar.

Sonuçta, III. Giorgi döneminde eserde yine Kıpçaklardan bahsedilmektedir. Fakat bu sefer o topraklarda yaşayan değil, Gürcü Kralı tarafından zaman zaman savaşlara çağrılan bir kavim olarak karşımıza çıkmaktadırlar. 13. yy. dönemi ‘Kartlis Tskhovreba’nın anonim yazarı, III. Giorgi’nin son zamanları için şöyle der: “Osetler, dağ eşkıyaları, Kıpçaklar ve Svanlar hırsızlığa cesaret edemezdi.” Yine ‘Kartlis Tskhovreba’nın diğer bir Gürcü yazarı - Tamara’nın (1184-1207) vakanüvisi- ‘yeni’ Kıpçaklardan bahseder. “Yeni Kıpçaklar”, muhtemelen Hıristiyanlığı kabul eden Kıpçakları tanımlıyordu, zira F. Sikharulidze’ye göre Hıristiyanlığı sonradan kabul eden Gürcülere de “yeni Gürcüler” denmekteydi. Tamara’nın vakanüvisi ayrıca Kıpçak Hanı Sevinc’in kardeşi Savalat’ın Gürcistan’da askerlik yaptığından da bahseder. Fakat bu Savalat yeni gelenlerdendir. Zira kısa bir süre önce, soylular Tamara’nın evliliği meselesini görüşürken, içlerinden biri Sevinc’in kraliyet şehrinde, amcası Savalat’ın ülkesinde bulunan bir Rus prensini tanıdığından bahseder.” O dönemde Kıpçaklar Gürcü ordusunun temel kuvvetlerini oluşturmuyordu. Ücretli olarak savaşıyorlar, yedek kuvvetler olarak anılıyorlardı: “Herler ve Kakhlar, soylular ve hükümdarlar ve yedek kuvvet olarak Kıpçaklar.” Eskiden olduğu gibi, ordunun öncü kuvvetleri yine Kıpçaklardan oluşuyordu. Tamara’nın vakanüvisi, ‘çalaş’ ve ‘dasnatçda’ terimlerinden bahsederken, birincisini Kıpçakça bir sözcük olarak açıklar.

Ermeni yazar Kirakos Gandzaketsi de, Arap yazar İbn’ül-Esir de, Gürcü-Kıpçak ilişkileri hakkında ilginç ayrıntılara işaret ederler. 1221-1222 olaylarından bahsederken Ermeni yazar, Gürcü Kralı IV. İorgi Lasha’nın (1207-1223), Kıpçakların hizmetleri karşılığında Gürcü topraklarında yerleşme taleplerini reddettiğini kaydeder. Kıpçaklar daha sonra Gürcüler tarafından sık sık saldırıya uğrayan Gence’ye geçer ve buraya yerleşirler. Kısa bir süre sonra, İvane Mkhargrdzeli komutasındaki Gürcü işgalcilerini yenerler. Gürcü tarafının bir kısmı kaçarken, pek çoğu da esir alınır. Daha sonra İvane yine gelir, Kıpçakları yenilgiye uğratır ve çocuklarını esir alarak ülkesine götürür.

Aynı hikayeyi İbn’ül-Esir biraz daha farklı bir şekilde anlatır. İbn’ül-Esir’e göre, 600 yılında (15. 2. 1222 - 3. 2. 1223) kuzeyden gelen 50,000 Kıpçak Derbend’e gelip hükümdardan toprak istemiş, fakat talepleri reddedilmiştir. Kıpçaklar Derbend’i hileyle almış, şehri yakıp yıkmış, sonra da terk ederek o zamanlar Gürcü işgalinde olan Qabala’ya yönelmişlerdir. Qabala’yı alamayan Kıpçaklar, çevresini yakıp yıktıktan sonra ayrılmışlardır. Daha sonra da Gence’ye gelmişler ve burada kabul edilmişlerdir. Gence hükümdarı onları toplamak istediğinde ise karışıklık çıkarmış ve ülkeden sürülmüşlerdir. Nihayet Şirvan’a gitmişler, Müslümanlar, Gürcüler ve Lezgilere karşı bir dizi vurkaçtan sonra yenilmiş ve mahkum olmuşlardır. Aynı kayıtlardan, Kıpçakların ve Gürcülerin birbirlerinin düşmanı olduğu da anlaşılmaktadır. Gürcistan topraklarından geçen Daryal yerine Derbend geçişini kullanmalarının sebebi de buydu.

1. Giorgi’nin hükümdarlığı döneminde ‘Saqipchake’ (Kıpçak yararına) adlı yeni bir haraç toplanmaya başladığı tahmin ediliyor. Bu yeni vergi, Kıpçak ücretli askerler için toplanıyordu ve Gürcü kaynaklarında genel olarak kabul edilenin aksine, IV. ‘Yeniden Kurucu’ David döneminde değildi. Bu haracı toplayan resmi görevli anlamına gelen ‘Mosaqipcahke’ye ise, VIII. David (1293-1311) tarafından yayınlanan 1297 tarihli bir belgede rastlanmaktadır.

Ücretli askerler çok da güvenilir olmuyordu. 1228’de Bolnisi yakınlarındaki savaşta Gürcülerin Celaleddin Harzemşah (Harezmşah) karşısında başarısızlığa uğraması, Kıpçakların geri çekilmesiyle açıklanabilir. 13. yy. İranlı yazarı Cüveyni, Celaleddin’in Kıpçaklara elçiler göndererek aralarındaki yakın ilişkileri hatırlatmasının ardından Kıpçakların çekildiğini yazar.

Kıpçakların Gürcistan tarihi sahnesine tekrar çıkışı, Doğu Gürcistan’ın İlhanlı hakimiyetinde bulunduğu VIII. David’in hükümdarlığı dönemine rastlar. İlhanlılar, Altınordu ile sürekli savaş halindeydi. Bu yüzden, Moğollar tarafından kuzeyde baskıya maruz kalıp yerlerinden edilmiş tüm halkları kabul ediyorlardı. Bu halklar arasında Osetler, muhtemelen de Gürcü topraklarında yerleşik olan Kıpçaklar bulunuyordu.

VIII. David İlhanlılara itaat etmeyince, kardeşi III. Vakhtang’ı başa geçirdiler (1301-130B). Vakhtang bazen ağabeyine karşı durmak zorunda kalıyordu. ‘Kartlis Tskhovreba’nın 14. yy dönemi anonim yazarı, VIII. David’in yazı geçirmek için Gürcü topraklarına gelen Kıpçaklarla olan savaşından bahseder. Vakhtang derhal Kıpçaklara yardıma gelmiş ve birlikte David’i kovalayarak pek çok adamını öldürmüşlerdir. “Vakhtang ağabeyinin düşmanı değildi, fakat onunla savaşmaya zorlanıyordu, çünkü Moğollardan korkuyordu” diyen Ortaçağ yazarı, böylece kralın davranışını haklı çıkarmaya çalışıyordu.

Kıpçakları konu alan Gürcü halk şiiri muhtemelen o dönemlerde ortaya çıkmıştı. Şiirde, Kıpçak olumsuz bir şahsiyet, çok fazla şey isteyen ve istekleri hiç bitmeyen, en nihayetinde yerli adamın karısına göz koyan yabancı olarak yansıtılmaktadır. Bu affedilmez küstahlığı yüzünden de, şiirin tüm versiyonlarında sonu ölüm olur.



Gürcistan Kıpçakları / Prof. Dr. Guili Alasania

Prof.Dr. M. Taner Tarhan’ın Ön Asya Dünyasında İlk Türkler Kimmerler ve İskitler Kitabından Alıntılanmıştır.

Şeyh Edebalı Türbesi ve Külliyesi / Bilecik

 


İblis’in Kâfirliği

 

İblis, Allah’ın ne varlığını, ne de birliğini inkar etmiştir. Sapık sayıldıktan sonra bile şöyle demiştir:

..Doğrusu ben Allah’tan korkarım, Allah’ın cezası pek ağırdır.” (Enfâl 8/48)

İblis ahirete de inanır. Çünkü kovulunca şöyle demişti: “Rabbim! Hiç olmazsa, tekrar dirilecekleri güne kadar bana süre tanı.” (Hicr 15/36)

İblis’in kâfirliği, Allah’a şart ileri sürmesi ile başladı ve artarak devam etti. Çünkü Allah’a şart ileri sürmek, kendini o konuda onunla eşit görmektir. Bu da kendini tanrılaştırmaktan başka bir şey değildir. Büyüklenmenin en kötüsü işte budur.

SURİYE SELÇUKLULARI-1

 


I - TÜRKLERİN SURİYE VE FİLİSTİN'E İLK GİRİŞİ


Selçukluların bir devlet kurmalarını sağlayan Dandanakan savaşından (23 Mayıs 1040) sonra Selçuklu fetih ve genişleme hareketleri, özellikle batı yönünde büyük bir gelişme göstermiştir. Gerek ilk Selçuklu sultanı Tuğrul Bey, gerekse Selçuklu melikleri, Rey - İsfehan bölgesiyle Azerbaycan ve Arran'dan sonra Bizans hakimiyetinde bulunan Anadolu'ya da akınlara girişmişler, hatta Malatya ve Sivas'a kadar Selçuklu askeri harekatını yaymışlardır. Önceden hazırlanan planlar uyarınca yürütülen bu fetih hareketlerine katılan Selçuklu emirleri ve Türkmen beyleri, çeşitli vesilelerle XI. yüzyılın ikinci yarısından itibaren kumandaları altında bulunan kuvvetlerle Suriye ve Filistin'e gelerek bu ülkelerin fethini ve dolayısıyla buralarda bir Selçuklu Devleti'nin kurulmasını sağlamada önemli roller oynamışlardır. Kaynaklardaki bilgilere göre, Suriye ve Filistin'e Türklerin ilk girişini temsil eden belli başlı emir ve Türkmen beyleri Hanoğlu Harun, Afşin, Sunduk (Sandak), Kurlu, Atsız ve Şöklü'dür.

Suriye'ye ilk giren Hanoğlu Emir Harun et -Türkmani, komutası altında bulunan bin Türkmen (Oğuz) atlısıyla Anadolu'dan Halep bölgesine gelmiştir. Yalnız Zübdetü'l-Haleb'de bulunan bir kayda göre, adı belirtilmeyen bir Türk hükümdarının oğlu olan Harun, babasına kızarak ondan ayrılmış, Azerbaycan üzerinden Anadolu'ya yapılan Selçuklu askeri harekatını yöneten birçok melik ve emirler arasında, Selçuklu hizmetinde bulunan atlılarla birlikte Diyarbekir bölgesine gelmiştir. Bu bölge Selçuklu vasalı Mervanoğulları beyliğinin yönetiminde bulunuyordu. Bu ailenin Amid hakimi Said ile kardeşi Meyyafürikin (Silvan) emiri Nizamüddevle Nasr arasındaki anlaşmazlık dolayısıyla, Nasr'ın Amid'i ele geçirmesinden kaygı duyulmuş ve Kadı Ebu Ali, bu sıralarda Diyarbekir bölgesinde bulunan Harun'u yardıma çağırarak böylece Nasr'ın girişmesi muhtemel bir harekatına karşı daha kuvvetli bir duruma geçmiş oldu. Fakat Nasr, kardeşine karşı giriştiği mücadelede başarılı bir duruma gelmiş ve Harun, durumun kendi aleyhine ciddileştiğini görerek süratle Amid'den uzaklaşmıştı. Ancak yolda Arap Temimoğulları kabilesinin saldırısına uğramış ve onlar tarafından esir alınmıştı. Kaynaklara göre; Temimoğulları kabilesinin elinden kurtulan Harun, beraberindeki Oğuzlarla Diyarbekir bölgesinin güneyindeki Bizans sınırlarına (Sugur, uç) akınlara başlamıştır. Öyle ki; bu akınları durdurmada güçlük çeken uçlardaki halk, Harun'un istediği vergi niteliğindeki mal ve paraları vermek suretiyle onunla anlaşma yapmak zorunda kalmışlardı.

İmparator Konstantin X. Dukas, Harun'un Bizans topraklarına karşı giriştiği akınları durdurabilmek için onun Bizans hizmetine geçmesini sağlamış ve uç bölgelerine akınlar yapan öteki Selçuklu birliklerine karşı onu kullanmaya çalışmıştır. Harun'un Bizans topraklarına birkaç akın daha yapmasına rağmen imparator, uç bölgelerini kısmen de olsa savunmak maksadıyla onu Bizans hizmetinde tutmakta fayda görmüştür. Böylece Harun, Bizans sınır bölgelerinin savunmasında görev yapmaktayken Halep Mirdasoğulları emirliği tahtında bulunan, fakat tahtın öteki müddeisi ve Kilaboğulları kabilesinin bir kısım kuvvetlerine sahip olan yeğeni Mahmud'un Haleb'e karşı herhangi bir saldırısından ciddi olarak kaygılanan Esedüddevle Atiyye tarafından yardıma çağrıldı. Çağrıyı kabul eden Harun, derhal adamlarıyla Diyarbekir bölgesinden ayrılarak Haleb'e gelmiş ve el-Hazır semtinde konaklamıştır. Mir'atü'z-Zaman'daki bir kayda göre; Emir Atiyye, Harun ve askerlerinin çeşitli giderleri için her ay onbirbin altın vermeyi kabul etmiştir (456-457/1064-1065).

Arap olmayan Harun ve adamlarının Atiyye'nin müttefiki olarak Haleb'e gelmesi, Kuzey Suriye'de, özellikle Halep bölgesinde cereyan eden siyasi olaylarda daima önemli roller oynayan kalabalık Kilaboğulları kabilesi üzerinde ve Halep Mirdasi emirliğini elinde tutan Atiyye aleyhinde olumsuz bir etki yapmıştır. Nitekim kendi siyasi hedefleri istikametinde bu durumdan faydalanmasını bilen Mahmud, kumandası altına almayı baŞardığı çok sayıdaki Kilaboğulları kuvvetleriyle Haleb'e yürümüş, fakat özellikle Harun'un başarılı savunması sonucu geri çekilmek zorunda kalmıştır. Bu yenilgi üzerine Mahmud, Halep emirliğine sahip olma arzusundan vazgeçmiş; Halep, Rahbe, Menbiç, Azaz, Balis ve yöreleri amcası Atiyye'nin, başta Esarib olmak üzere eskiden beri elinde bulundurduğu yerlerin de yine kendisinde kalması şartıyla amcası ile barış yapmak zorunda kalmıştır (Muharrem 457 / Aralık-Ocak 1064-1065).

Yeğeni Mahmud ile anlaşmazlığı şimdilik sona eren Atiyye, Halep yerli muhafızları (Ahdas) ve Harun'un komutasındaki Oğuzlarla birlikte Antakya'ya bağlı Bizans topraklarına akınlar yapmış, bu arada yörede bulunan Kemnün kalesini fethederek pek çok ganimet ele geçirdikten sonra Haleb'e dönmüştür. Bizanslılara karşı ilk defa kazanılan bu yöresel başarı üzerine şehir dışında el-Hazır semtinde konakladığını belirttiğimiz Harun ve adamları Emir Atiyye ile birlikte Haleb'e girdiler. Bununla birlikte Atiyye bundan böyle Türkmenlerle birlikte şehir içinde yaşamasını istediği anlaşılan Harun'un Haleb'i ele geçirmeyi amaçlayan muhtemel bir hareketinden kuşkulanmaya başladı. Ayrıca Halep halkı da silahlı, üstelik Arap olmayan bir zümrenin aynı sosyal haklarla aralarında yaşamalarına pek taraftar görünmüyordu. İşte bütün bu olayların etkisi altında kalan Atiyye, bir gece Harun'un Türkmenleri uykuda iken, Halep yerli muhafızlarına emir vererek onlara bir baskın düzenledi. Halep askerleri, bu baskın sırasında bir kısım Türkmen askerini öldürdükten başka onların at · ve silahlarından pek çoğunu da yağmaladı (Safer 457 / Ocak - Şubat 1065). Böylece müttefiki durumunda bulunan Atiyye'nin ihanetine uğrayan Harun, kendilerini güvencede görmediği Halep'ten adamlarıyla birlikte ayrılmak zorunda kaldı.

Harun'un Türkmenlerinden bir bölüğü Fırat ırmağını geçip el Cezire topraklarına girmişlerse de buralarda yurt tutan Arap Nümeyroğulları kabilesinin saldırılarına uğramış ve taciz edilmişlerdir. Bu saldırılardan kurtulabilenler, geri dönüp Fırat'a yaklaştıkları sırada bu defa da kalabalık Bizans kuvvetlerine rastladılar. Hiç bir kayıp vermeden Fırat'ı geçmeyi başaran bu Türkmenlerle Bizanslılar arasında bir çarpışma yapılmış ve çok sayıda Bizans askeri öldürülmüştür. Türkmen-Bizans çatışmasından sonra da bu bölgelerde oturan Kureyzoğulları ve Ka'boğlu Rebia gibi Arap kabileleri, sözkonusu Bizans kuvvetleriyle savaşmışlardır.

Halep Mirdasi emiri Atiyye'nin ihanetine uğraması sonucunda, beraberindeki Türkmenlerle birlikte Halep'ten ayrılan ve kuvvetlerinden bir kısmını kaybeden Harun, bir süreden beri Halep Mirdasi emirliği tahtını ele geçirmek isteyen, fakat başarılı olamayan Mahmud'a elçiler göndermiş; daha önce, amcası ve rakibi Atiyye ile birlikte kendisine karşı mücadelelere giriştiği için özür dileyerek kendisiyle işbirliğine ve yardıma hazır olduğunu bildirmiştir. Esasen içinde, Halep tahtına sahip olma emelini besleyen Mahmud, Harun'un bu teklifini kabulde hiçbir sakınca görmemiş, aksine buna çok memnun olmuştur. Bunun üzerine Harun, buyruğu altındaki Türkmen süvarileriyle bu sıralarda Sermin'de bulunan Mahmud'a katılmıştır.

Çok geçmeden Harun, Mahmud'la birlikte Haleb'i ele geçirme hazırlıklarına başladı. Uzun süreden beri Halep Mirdasi emirliğine sahip olamayan Mahmud, kendisini destekleyen kalabalık Kilaboğulları kuvvetlerinden başka bu defa Harun'un da yardımını kazanmak suretiyle amcası Atiyye'ye karşı daha güçlü bir duruma gelmiş oldu. Arap kuvvetleri ve Harun'un komuta ettiği Türkmenlerden oluşan bir ordu ile harekete geçen Mahmud, Haleb'in kuzeyindeki Mercidabık yönüne doğru ilerledi. Öte yandan yeğeninin harekatını yakından izlediği anlaşılan Emir Atiyye, özellikle Büyük Kilaboğulları kabilesinin Amr b. Kilab gurubuna bağlı Ebu Avf kolu ile öteki Arap kabilelerinden derlediği kuvvetlerle Mahmud ve Harun'a karşı saldırıya geçti. Her iki taraf kuvvetleri arasında Mercidabık'ta yapılan savaşta ( 11 Cemaziyelahir 457 I 20 Mayıs 1065) Atiyye yenilerek çekilmiş ve süratle Haleb'i savunma hazırlıklarına koyulmuştur. Fakat kendisini izleyen Mahmud ve Harun, süratli hareket edip Haleb'i kuşatmaya başladılar. Atiyye'nin şehir içinde çok miktarda yiyecek maddesi depo etmesi sebebiyle kuşatma 102 gün gibi oldukça uzun bir süre devam etmiş, fakat daha sonraki günlerde başgösteren yiyecek sıkıntısı ve özellikle Türkmen askerlerin şiddetle kuşatmayı sürdürmeleri sonucunda, kent daha fazla dayanamamıştır.

Mahmud, 457 yılı Ramazan ayı ortalarında (Ağustos 1065 sonları; Haleb'e girerek hakimiyetini ilan etti. Atiyye ile yaptığı anlaşma gereğince, kendisinin Halep ve güney yörelerini almasına karşılık ona Rahbe, Azaz, Menbiç, Balis ile Haleb'in kuzey ve doğusundaki yerleri verdi. Gerçekten de Mahmud, Harun ve adamlarının şehre girmelerine izin vermemiş; onların Halep'ten uzak kalmalarını sağlamak maksadıyla Harun'a Maarratü'n-Nüman'ı ıkta suretiyle vermiştir. Harun, emrindeki Türkmenlerden başka kendisine katılan Türk, Uç'lu Deylemli ve Kürtlerden oluşan bin kişilik bir askeri kuvvetle ve bütün ağırlıklarıyla Maarratü'n-Nüman'a gelip şehrin namazgahında konaklamıştır (457/1065). Harun'un ıkta yeri olan bu kentteki faaliyetleri hakkında yeterli bilgiye sahip değiliz. Yalnız İbnü'l-Adim, Harun'un çoğunluğu Türkmen olan değişik unsurlardan meydana gelen askerlerinin, bu yörelerde hiç bir yağma ve talanda bulunmadıklarını, Araplara ait bağ ve bahçelerden gerekli bütün ihtiyaç maddelerini ancak para karşılığında aldıklarını, hatta hayvanlarını- dahi parayla sulattıklarını özellikle belirtmektedir. Yağma ve müsaderenin sıradan olaylar haline geldiği bir dönemde, Harun ve askerlerinin bu dürüst davranışlarına rağmen Maarratü'n-Numan halkı onlardan son derece kuşku ve korku duymakta idi. Herhalde bu sebeple olsa gerek Emir Mahmud, Harun'a Maarratü'n-Numan yerine adı belirtilmeyen başka bir yeri ıkta olarak vermiştir.

Fatımi halifesi el-Mustansır'ın kendisine karşı olmasına rağmen Harun, emrindeki Türkmen atlıları ve yine komutası altına verilen Kilaboğulları kuvvetleriyle harekete geçerek Haleb'e bağlı olmamasına rağmen Bizanslıların elinde bulunan stratejik önemi haiz Artah kalesi üzerine yürüyüp kuşatmaya başladı. Beş aya yakın bir süre devam eden kuşatma sırasında, kalabalık bir Bizans birliği de gelip kalenin Antakya kapısı önünde karargah kurmuştu. Bizans komutanları, Artah ve birkısım Bizans topraklarının durumu hakkında Harun'a bir anlaşma teklifinde bulunmuşlarsa da bu teklif kabul edilmemiştir. Kuşatmaya devam eden Harun, 27 Şaban 460 (1 Temmuz 1068) 'da Artah'ı ele geçirmeyi başardı. Bizans'ın Antakya savunması bakımından önemli olan Artah kalesinin fethi, İslam sınırlarının Antakya'ya biraz daha yaklaşması ve özellikle Halep bölgesinin güvence altına alınmış olması yönünden büyük bir başarı olmuştur. Artah'ın fethinden hemen sonra yine bu yörelerde bulunan İmm kalesi de Harun tarafından alınmıştır.

Romanos Diogenes, 1068 yazında Kuzey Suriye'ye geldi ve Halep bölgesinde yağma ve tahrip akınlarında bulundu. Bunu Halep için tehlikeli gören Emir Mahmud, Harun komutasındaki Türkmenlerle Araplardan özellikle Kilaboğulları kabilesinden oluşturduğu bir orduyla harekete geçerek Haleb'in kuzey yörelerine Diogenes tarafından bırakılan Bizans kuvvetlerine karşı bir saldırıya geçti. Yapılan yoğun çarpışmalar sonunda Bizans kuvvetleri, geri çekilmekten başka bir şey yapamadı. Menbiç'i daha yeni ele geçirmiş olan Diogenes, bu yenilgi ve bozgunu haber alır almaz, derhal buradan hareketle Halep yakınlarına gelip karargah kurdu. İmparatorun gelişini yakından izleyen Harun ve Mahmud, hiç vakit kaybetmeksizin şafakla birlikte bu defa imparatorun karargahına ansızın saldırarak kuşatmayı başardılar. Burada Türkmen-Arap kuvvetleriyle Bizans kuvvetleri arasında amansız bir çarpışma başladı. Diogenes, 20 Kasım 1068 gecesi kuvvetlerini sessizce ve büyük bir gizlilik içinde harekete geçirerek kendilerini kuşatmış bulunan Türkmen ve Arap askerlerinin çadırlarına saldırtarak bunları ateşe verdi.

Böylece kuşatmadan kurtulan imparator, yeniden Menbiç'e döndü. Bununla birlikte Diogenes, çok geçmeden Halep yörelerinde, yiyecek sağlamak maksadıyla birkaç yağma akınında bulunduktan sonra, daha önce Harun'un fethettiği Artah kalesi üzerine yürüdü. Harun ve Mahmud, kuvvetleriyle onu karşıladılarsa da (1068-1069) bozulup çekilmek zorunda kaldılar. Çok geçmeden imparator, Artah kalesini ve daha sonra da güneydeki İmm kalesini ele geçirmede pek güçlük çekmedi.

Sultan Alparslan'ın ünlü komutanlarından olan Bekçioğlu Emir Afşin, Ahmedşah ile birlikte Anadolu'da fetihler yapmakla görevlendirilen Selçuklu emiri Gümüştegin'in maiyyetinde, Murad ve Dicle ırmakları havzalarıyla Nizip ve Hısn-u Mansur (Adıyaman) yörelerine akınlarda bulunup (1066-1067), bu bölgedeki Bizans kuvvetlerini yenilgiye uğratmış ve daha sonra Anadolu fetihlerinde Selçuklu harekat üssü haline gelen Ahlat'a dönmüştü. Afşin, Gümüştegin'i sebebi bilinmeyen bir kavga sırasında öldürmesi sonucunda sultanın gazabından korkarak beraberindeki süvarilerle Ahlat'tan ayrılıp batı yönüne hareketle Bizans topraklarına akınlara başladı. Onun kuvvetlerinden bir bölük, Gaziantep'in kuzeybatısındaki Dülük (Doliche) yörelerine gelmiş, bin kişilik başka bir bölük ise Antakya yörelerine girip (Ağustos 1067) buraları istila ve yağma etmişlerdir.

Daha sonra Afşin, Malatya'ya yönelmiş, burada kendisine karşı çıkan bir Bizans kuvvetini bozguna uğrattıktan sonra Tohma vadisi boyunca ilerleyerek Kayseri ve yörelerine akınlar yapmıştır. Burada da fazla kalmayan Afşin, Karaman yörelerine (Lycaenia) akınlarda bulunmuş, çok geçmeden Toros ve Gavur dağlarını aşarak Haleb'e gelmiş ve Bizans ülkesinden elde ettiği çeşitli malları Halep pazarlarında satmıştır (1067 sonları). Afşin, ertesi yıl (1068) yeniden Antakya üzerine yürüyüp akınlarda bulunmuştur. Afşin, Antakya'da iken Gümüştegin'i öldürmesi sebebiyle kendisine kızan Sultan Alparslan'dan bir af mektubu almış, bunun üzerine Kuzey Suriye'de çok kalmayıp Antakya'dan yüzbin altın, değerli giysiler ve savaş aletleri aldıktan sonra atlılarıyla birlikte sultanın huzuruna çıkmak üzere buradan ayrılmıştır (Nisan 1068) .

Selçuklu İmparatorluğu'nun ileri gelen emirlerinden olan ve Malazgirt meydan savaşında Ahlat Selçuklu kuvvetleri komutanı sıfatıyla ilk öncü savaşını kazanarak büyük bir başarı elde eden Sunduk et-Türki, 461-462 (1069-1070) yılında Afşin, Ahmedşah ve Demleçoğlu Mehmed gibi emirlerle birlikte Anadolu'da istila ve fetihlerde bulunmaktaydı. Kendisinden daha önce Kuzey Suriye'ye gelip bazı harekatta bulunan Afşin gibi, Sunduk da komutasındaki kalabalık Türkmen süvarileriyle gaza yapmakta olduğu Anadolu'dan 462 yılı başlarında (1069 sonları) Kuzey Suriye'ye gelmiştir. Kurlu ve beraberindeki Türkmen beylerinin komutaları altındaki Navekiyye Türkmenlerinin Filistin ve Dımaşk yörelerinde fetihlerde bulunup Selçuklulara tabi bir Türkmen Beyliği kurma yolunda faaliyetlerde bulundukları sıralarda, Mirdasoğulları emirliğinin yönetiminde bulunan Halep bölgesine giren Emir Sunduk'un kuvvetleri, kuzeyden güneye doğru Haleb'e bağlı Utik (Artik), Cezr köyleriyle Maarratü'n-Numan ve daha güneyde Kefertab, Hama, Humus ve Rafeniyye bölgelerine kadar olan yerleri yağma akınlarına uğratmıştır. Kışı Suriye'de geçiren Sunduk, Emir Mahmud'dan değerli armağanlar aldıktan sonra kuvvetleriyle birlikte 1070 yılı ortalarında Anadolu'da yeniden harekata devam etmek üzere, Suriye'den ayrılmıştır.



II - FİLİSTİN'DE BİR TÜRKMEN BEYLİĞİNİN KURULMASI


Hanoğlu Harun, Afşin ve Sunduk'un Kuzey Suriye'de çeşitli siyasi ve askeri faaliyetlerde bulundukları sırada (1069-1070) Navekiyye adlı kalabalık bir Türkmen kitlesi, Filistin'e gelip yerleşti. Bilindiği üzere Navekiyye Türkmenleri, Sultan Alparslan'ın eniştesi (Gevher Hatun'un kocası) Erbasgan'ın komutası altında, öteki Selçuklu emirleriyle Anadolu'da Bizans'a akınlarda bulunuyordu. Erbasgan'ın sultana karşı itaatsizlik etmesi ve isyana kalkışması üzerine kendisini tedip için Emir Afşin görevlendirildi. Afşin'in kendisini izlemeye başlaması üzerine Erbasgan, batı yönüne hareketle Kızılırmak kıyılarına ulaştı. Bu sıralarda o, Bizans imparatoru Romanos Diogenes tarafından Anadolu'daki Selçuklu akınlarını durdurmakla görevlendirilen Manuel Komnen ile Sivas civarında yaptığı savaşta onu ağır bir yenilgiye uğratmış, hatta onunla birlikte Nikephoros Melissenos'u da esir almayı başarmıştı. Çok geçmeden Erbasgan'ın sultana karşı isyan durumunda olduğunu öğrenen Manuel, onu Bizans'a Sığınmaya ikna etti. Bunun üzerine Erbasgan, başta Manuel ve Nikephoros olmak üzere, alınan bütün esirleri karşılıksız olarak salıvermiş ve sultanın gazabından korktuğu için yakınlarıyla İstanbul'a gelerek Bizans'a sığınmıştı. İmparator Romanos Diogenes tarafından parlak bir törenle karşılanan Erbasgan'ın Bizans'a sığınması üzerine, ona bağlı Navekiyye Türkmenleri, başka beylerin önderliğinde Bizans'a akınlarını sürdürdüler.

Bunlardan bir kısmı, bilinmeyen sebeplerle, Kurlu et-Türki, Uvakoğlu Atsız ve kardeşleri, ayrıca Şöklü gibi beylerin yönetimleri altında, Mısır Fatımilerinin hakimiyetindeki Filistin'e gelerek istila ve fetih hareketlerini bu ülkede sürdürdüler ve burayı yurt tuttular. İbnü'l-Adim'in, «Filistin'e giren ilk Türk unsuru» olarak vasıfladığı bu üç-dörtbin çadırlık Navekiyye Türkmenleri, Kurlu Bey ile diğer beylerin yönetiminde, Taberiyye gölünün doğusundaki verimli Balka topraklarını fethederek buralara yerleşmişler ve burada . bulunan Arapların mal ve zahirelerini depo ettikleri Numan kalesini ele geçirmişlerdir. Daha sonra bu Türkmenler, batı yönüne hareketle Taberiyye üzerinden güneye inerek bugün İsrail sınırlarında bulunan ve Kudüs'ün aşağı yukarı 50 km. batısındaki Remle yörelerini fethederek buraya yerleşmişlerdir. Bu sıralarda Remle, birtakım göçebe Arapların yağmaları sonucu harap ve ıssız bir durumda olup çarşılarının kapıları bile yoktu. Tarlalarda ekim yapılmıyordu. Kurlu Bey, derhal harekete geçip Remle'nin imarına giriştiği gibi, komşu yörelerden çiftçiler getirterek toprakları ektirmeye başladı. Böylece, Kurlu Bey'in yönetiminde başkenti Remle olan Selçuklulara tabi bir Türkmen Beyliği kuruldu.

Bu sıralarda, Mısır Fatımi devletinin Akka valisi Bedrülcemali, birtakım göçebe Arap kabilelerinin saldırılarına uğramış ve bu yüzden çok zor duruma düşmüştü. Bu sebeple Bedrülcemali, Kurlu Bey'e başvurarak ondan askeri yardım isteğinde bulundu. Böylece durumunu düzelten Bedrülcemali, yardımlarına karşılık kendisinden para isteyen Kurlu Bey'i reddedince Kurlu Bey, derhal harekete geçerek Taberiyye'ye yürüyüp buradaki bazı yöreleri işgal ederek Türkmenlere dağıttı. Kurlu Bey'in bu harekatı sonucu durumu birdenbire ciddileşen Bedrülcemali, bu defa Kurlu Bey'in yardımları ile itaate mecbur ettiği göçebe Arapları kendine yardıma çağırdı. Bunun üzerine kalabalık bir göçebe Arap gurubu, Taberiyye'ye yerleşen Kurlu Bey'in Türkmenlerine yakın yörelere gelip konakladılar. Kurlu Bey, bir gece onlara baskın yaparak birçoğunu öldürüp, birkısmını da esir aldı.

Bu olaydan sonra Kurlu Bey, Sur kentinde valisi bulunduğu Mısır Fatımi devletine karşı isyanı sebebiyle kendisini tediple görevlendirilen Bedrülcemali tarafından kuşatılıp itaate zorlanan Kadı Aynüddevle'nin çağrısı üzerine, altıbin atlı ile harekete geçmiştir. Kurlu Bey, taktik gereği doğrudan doğruya Bedrülcemali üzerine yürümeyip onun yönetiminde bulunan Sayda'yı kuşatıp sıkıştırmaya başlamıştır. Çok geçmeden durumu haber alan Bedrülcemali, kuşatmayı bırakıp Sayda şehrini savunmaya gitmek zorunda kaldı. Öte yandan Kurlu Bey, Bedrülcemali'nin Sur kuşatmasını bırakması üzerine, kendisi de Sayda kuşatmasını sürdürmeyip Filistin'e dönmüştür.

Mirdasoğlu Emir Mahmud, 458 (1066) yılında amcası ve rakibi Atiyye'yi yenerek Haleb'e hakim olmayı başarmıştı. Bununla birlikte Haleb'i geri almak için, Fatımi devletinden yardım almasına rağmen bu gayesini gerçekleştirememiş olan Atiyye, 463 (1071) yılında yardımını sağladığı Antakya dükü ile birlikte harekete geçip Haleb'e bağlı Maarretü Mısrin üzerine yürüyerek yağma akınları yapmış ve bölgeyi yakıp yıkmıştır.

Öte yandan Emir Mahmud süratle Haleb'e geri dönmüş ve Atiyye'nin muhtemel bir saldırısına karşı şehri savunma hazırlıklarına girişmiştir. Bununla birlikte Mahmud, Atiyye ve müttefiklerine karşı başarılı olacak güç ve kuvvete sahip değildi. Bu nedenle o, Filistin Türkmen beyliği emiri Kurlu'ya başvurdu ve ondan yardım isteğinde bulundu. Bu yardım çağrısını kabul eden Kurlu Bey, bin atlı ile Haleb'e yardıma gitmiş ve Atiyye ile müttefiklerine karşı yapılan savaşın  kazanılmasında önemli bir rol  oynamıştır. Kurlu Bey, bu askeri yardımından dolayı Mahmud'dan binek atı ve para aldıktan sonra yeniden Filistin'e dönmüştür (Ağustos 463/1071).

Kurlu Bey, Mirdasoğullarına yaptığı yardım harekatından az sonra Fatımi valisi İbn Münzev el-Kitami'nin yönetiminde bulunan Dımaşk üzerine yürüyerek birçok köy ve çiftliği işgal etti. Şehrin özellikle yiyecek bakımından sıkışık bir duruma düşmesi üzerine Vali İbn Münzev, Kurlu Bey'le ellibin altın karşılığında barış yapmış, bunun üzerine Kurlu, kuşatmayı kaldırmıştır (463-1071).

Kurlu Bey, daha sonra yine Fatımi yönetiminde bulunan Akka'yı kuşatmaya başladı. Şehir valisi, Kurlu Bey'le arası açık bulunan Bedrülcemali idi. Bu sıralarda bu bölgede, başlarında Karmati emirleri bulunan Kelboğulları kabilesine mensup birtakım göçebe Araplar oturmakta idiler. Bu göçebe Araplar, zaman zaman Bedrülcemali'nin yönetimindeki şehirlere yağma akınları düzenliyorlardı. Şimdi ise onlar, Akka'yı kuşatmakta olan Kurlu Bey ile dostluk kurmuşlar ve Onunla birlikte kuşatmaya katılmışlardı. Fakat bu kuşatma harekatı sürdürüldüğü sırada Kurlu Bey vefat etti. Bunun üzerine onun bu sıralarda Remle'de bulunan ve adı belirtilmeyen yakınlarından bir Türkmen beyi, Akka'ya gelerek Türkmen kuvvetlerinin başına geçip kuşatmayı sürdürmüş, ayrıca bu bölgede akınlara giriştikten başka Sur ve öteki bazı şehirlere de akınlarda bulunmuştur. Fakat öte yandan Akka kuşatması uzayıp gidiyordu. Bedrülcemali, şehre deniz yoluyla yiyecek maddeleri gönderdiği için halk, kuşatma dolayısıyla herhangi bir sıkıntıya düşmüyordu. Kuşatmanın uzayıp gitmesi sebebiyle Akka'yı fethetme ümitleri kalmayan Türkmen kuvvetleri komutanı, Filistin'e geri dönmüştür.

Filistin'de kurulan beyliğin esas unsurunu oluşturan Navekiyye Türkmenleri hakkında ayrıntılı bilgi veren tek kaynak olan Sıbt, bunlardan bir kısmının Medine'ye giderek Hz. Peygamber'in kabrini ziyaret ettiklerini kaydetmektedir. Filistin'de ilk defa bir Türk unsuru tarafından kurulan bu Türkmen beyliği hakkında mevcut kaynaklarda başka bir bilgi bulunmamaktadır. Bunların siyasi yapıları hakkında da herhangi bir bilgi yoktur. Yalnız bunların, Oğuz boylarından birisine mensup olduklarını, kabile törelerine sıkı sıkıya bağlı bulunduklarını, ileri gelen bir beyin yönetiminde beylik halinde yaşadıklarını, bunu meşru halde devam ettirebilmek için de federal bir yönetim sistemine sahip olan Selçuklu devletine tabi olduklarını ifade etmek yerinde olacaktır.



Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi

İLMİ MÜŞAVİR ve REDAKTÖR

Prof. Dr. Hakkı Dursun YILDIZ

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak