21 Ocak 2024 Pazar

Çin ve Japon Dinleri

 


Uzak Doğu’nun iki önemli dini geleneği şüphesiz Çin ve Japon dinleridir. Uzun bir dini geçmişe sahip olan her iki coğrafya, zaman zaman birbiri ile siyasi, sosyal ve kültürel etkileşim içerisinde olmuştur. Bu etkileşimin her iki coğrafyadaki dini geleneğin oluşmasında ve şekillenmesinde etkili olduğu söylenebilir. Bu nedenle, her iki dini gelenekte ortak özellikleri görmek mümkündür.

Söz konusu ortak noktalardan biri ‘atalara saygı’ olarak karşımıza çıkmaktadır. Gerçekten, her iki dini gelenekte özellikle ölen atalara saygı göstermenin ve onların ruhlarına takdimelerde bulunmanın önemli bir yeri vardır. Ortak noktalardan bir diğeri ise, insanın kendini tanıması ve iç dünyasını he türlü etkiden arındırması için yapılan ‘yoga’ veya ‘meditasyon’ uygulamasıdır. Her iki dini geleneğin Budizm’in etkisinde kalması, bu uygulamanın daha da yaygınlaşmasını sağlamıştır. Ayrıca, Taoizm ve Konfüçyanizm’de ortak olan noktalardan bir diğeri ise, ‘Yin ve Yang’ ilkesinin evrendeki etkisine olan inançtır. Buna göre, kainattaki denge bu iki gücün etkileşimi ve dengesi ile ortaya çıkmakta ve devamlılığını sürdürmektedir. Bu iki kutup her ne kadar birbirinin zıttı olsa da, birbirini tamamlamaktadır. Söz konusu iki güç, siyah ve beyaz kısımlara ayrılmış bir daire şeklinde sembolize edilmektedir.


 

TAOİZM


Çince’de ‘yol’ anlamına gelen ‘Tao’, Taoizm’in tanrıyı ifade etmek için kullandığı bir kavramdır. Taoizm’in kurucusu olan Lao-Tse’nin yazmış olduğu eserin adı ‘Tao-Te-King’dir ve ‘Yol ve Onun Erdeminin Kitabı’ anlamına gelmektedir. Konfüçyanizm ile birlikte Çin’in milli dinlerinden biri olan Taoizm, öğretilerinde yoğun olarak sırlara yer vermesi ile dikkati çekmektedir. Ayrıca, âlemi ‘Ying’ ve ‘Yang’ diye isimlendirilen iki zıt kutubun ilişkisinden hareketle izah etmesi bu dinin en belirgin özelliklerindendir.



Tarihsel Gelişim


Taoizm, M.Ö. 6 yüzyılda yaşamış olan Lao-Tse (veya Lao-Tzu) tarafından kurulmuştur. Çin’de Çu Hanedanlığı’nın yıkılmaya yüz tuttuğu bir dönemde yaşayan Lao-Tse’den sonra Taoizm’in nasıl bir tarihsel gelişim gösterdiği tam olarak bilinmemektedir. Budizm’in etkisi ile sonraki dönemlerde din adamları sınıfı teşkilatını kuran Taoizm, günümüzde başta Çin olmak üzere Tayvan, Japonya, Kore ve Amerika ile birlikte, kısmen bazı Asya ve Avrupa ülkelerinde taraftarları olan bir dindir.


Kurucusu


Taoizm’in kurucusu Lao-Tse’dir. ‘İhtiyar Bilge’ veya ‘Yaşlı Üstad’ anlamına gelen Lao-Tse’nin gerçek adı Li-Tan’dır. Öğretilerinde sıkça ‘erdeme ve bilgeliğe’ atıf yapması nedeniyle ‘Lao-Tse’ ismi kendisine lakab olarak verilmiştir. Lao-Tse, Çin’in Çu Hanedanlığı döneminde doğmuştur. Lao-Tse, Çu devletinin saray arşivinde memur olarak çalışmıştır.

Çu Hanedanlığı’nın yıkılmaya yüz tuttuğunu fark eden Lao-Tse, saraydaki görevini terk ederek bir dağın yamacındaki bir kulübeye yerleşir. Daha sonra, Batı’ya doğru gitmiş ve Honan geçidine geldiğinde, geçitin muhafızı ve öğrencisi olan Tsi’nin ricası üzerine, iki kısımdan oluşan ‘Tao-Te-King’ adlı eserini yazmıştır. 80 yaşından sonra vefat ettiği bilinen Lao-Tse’nin ne zaman öldüğü kesin olarak bilinmemektedir. Hayatı hakkında çok az şey bilinen Lao-Tse, ‘Tao-Te-King’ sayesinde görüşlerini geniş halk kitlelerine ulaştırabilmiştir. Çin kaynakları onun Hotan’a gittiğini ve orada öldüğünü nakletmektedir.


İnanç Esasları


Tao İnancı


Hem Taoizm hem de Konfüçyanizm’de merkezi bir öneme sahip olan Tao (veya Dao), kelime olarak ‘yol, yaratıcı ilke, yön, yol gösterme, söyleme’ gibi anlamlara gelmektedir. Taoizm’e göre, âlem yaratılmadan önce bir ‘Yaratıcı İlke’ olarak ‘Tao’ vardı. Tao, dünyanın da içinde yar aldığı bütün varlığı yöneten sebeptir. Mahiyeti bilinmeyen ve mutlak özgür olan Tao, aynı zamanda Yin ve Yang arasındaki tezadı birleştiren ilkedir.

Taoizm’in kaynaklarına göre Tao; doğruluk, yol, dünyanın tabii nizamı, dünyayı yöneten sebep, dünyanın değiştirilemez kanunlarına göre işlemesi, âlemden önceki ilk ve her şeyi kucaklayıcı sebep, yaratıcı ilke, varlığın değişen çokluğunun temelindeki değişmez birlik, hayat ve her türlü hareketi meydana getiren güç, şekilsiz, mükemmel, kendi kendine yeterli, Gök’ten ve Yer’den önce var olan, sessiz, cisim olmayan ve değişmeyendir. O hiçbir tasvire sığmaz, gözle görülmez, dokunulmaz, yanılmaz, sınırsız, ezeli ve ebedi olandır.

Tao; kendiliğinden var olandır, her şeyi besleyen ve yaratandır. Bu yüzden O, bazen ‘Ana’ diye de isimlendirilir. Çünkü O, her şeyin ‘ana’sıdır, her şey O’ndan doğmaktadır ve her şeyi o beslemektedir. Tao’dan ‘Bir’ doğar; birden İki: Yin ve Yang; İki’den Üç doğar: Yin, Yang ve Nefes; Üç’ten de yaratılmış olan Evren doğar.

Tao’nun hiçbir şeye ihtiyacı yoktur ve kimseyle rekabet etmez. O, her şeyi yapar fakat bunun karşılığında hiçbir şey istemez. Erdemli insan, davranışlarında Tao’nun bu özelliklerini kendisine örnek alan kimsedir. Ayrıca, Lao-Tse’ye göre erdemli insan; Tao’yu araştıran, Tao ile kendi tabiatı ve evrenin uyumunu gerçekleştiren kimsedir.



Yin ve Yang İnancı


Her şeyin yaratıcısı olan Tao, evreni bazı ilkeler çerçevesinde idare etmektedir. Bunların başında, iki zıt ilkeyi temsil eden ‘Yin ve Yang’dır. Kâinattaki her şey olumlu-olumsuz, iyi-kötü gibi her türlü zıtlığı temsil eden Yin ve Yang ilkesine göre meydana gelmekte ve hareket etmektedir. Göklerdeki cisimlerden yeryüzündeki her türlü varlığın karşılıklı etkileşimi ve hareketi bu ilkeye göre olmaktadır. Söz konusu ilke, Çin dinlerinden Konfüçyanizm’de de önemli bir inanç esasıdır.



Ahiret İnancı


Lao-Tse’ye göre, insanların dünyada birşeyler elde etmek için gayret göstermeleri boşunadır. Zira, dünya geçicidir. Önemli olan, geçici olmayanı yani kalıcı olanı elde etmek ve ona ulaşmaktır. Lao-Tse, ahiret inancı ve ahiret hayatının detaylarına ilişkin doğrudan açıklamalarda bulunmamaktadır. Taoizm’de ahirete ilişkin anlatımlar Budizm’in etkisi ile gelişmiştir. Buna göre, ‘insanlar bu dünyada yaptıkları iyi veya kötü işlerin karşılığını hem bu dünyada hem de gelecek dünyada görecektir.’ İnsanın bu dünyada acı çekmesi, yoksulluk ve üzüntü içinde olması, günahlarının keffareti olarak kabul edilir. Ömrün kısalması da, günahların sonucudur. İnsan, iyi bir yemek rejimi uygulamakla ve aşırılıklardan kaçınmakla ölümü geciktirebilir.

Lao-Tse’ye göre, insanın sonsuz mutluluğu elde etmesi, başkalarının mutlu olmasına bağlıdır. Bu ise ancak, insanın kendi benliğinden sıyrılması, her türlü maddi isteklerden uzak durması ve başkalarının mutluluğu için gayret göstermesi ile mümkün olabilir. İnsanın kurtuluşu, Tao gibi bu dünyaya ait herşeyden bağını koparmakla mümkün olabilir. Çünkü Tao da kendisini hiçbir şeye bağlamaz ve hiçbir şey ile kendisini sınırlamaz.


Kutsal Kitaplar


Taoizm’in en önemli kutsal kitabı, Tao-Te-King’dir. Ancak, To-Te-King’den sonra çeşitli dönemlerde Taoizm’in kutsal kabul ettiği başka eserler de ortaya çıkmıştır.


Tao-Te-King


Lao-Tse tarafından yazıldığına inanılan Tao-Te-King, Taoizm’in temel kitabı kabul edilir. ‘Tao’, ‘yol, yaratıcı ilke’; ‘Te’, ‘erdem’ ve ‘King’ ise, ‘kitap’ anlamına gelmektedir. Buna göre, Tao-Te-King, ‘Tao’nun ve O’nun Erdeminin Kitabı’ anlamına gelmektedir. Tao-Te-King, ilkinde ‘Tao’ diğerinde ise ‘Te’nin anlatıldığı ve toplam 81 bölümden oluşan iki Kısım’dan meydana gelmektedir. Birinci Kısım 37 bölüm, İkinci Kısım ise 44 bölümdür. Tao-Te-King’deki öğretiler, Tao’nun anlamı çerçevesinde ele alınmaktadır. Kitapta, Tao’nun ne olduğu, O’nun özellikleri, erdemin ne olduğu, erdemli insanın vasıfları, ahlakın önemi, ahlaklı davranışın önemi, kâinatın düzeni, erdemli yöneticinin vasıfları gibi konular ele alınmaktadır. Genellikle üç veya dört kelimelik mısralardan ve birkaç satırdan oluşan bölümler, anlaşılması güç özlü sözler içermektedir. Yarıdan fazlası kafiyeli olan cümleler, eserin sözlü olarak nakledilmesinde kolaylık sağlamıştır.

Tao-Te-King, Tao’nun kelimeler veya kavramlarla açıklanamayacağını, onların ötesinde bir şey olduğunu ifade eder ve onu açıklarken mistik anlatımlar, tasvirler, tabirler, rumuzlar ve kapalı ifadeler kullandığı için mistik düşüncenin en eski esrelerinden biri olarak kabul edilmektedir. Eserde, bu mistik anlatımın yanında kozmoloji, ontoloji ve ahlaka dair felsefi açıklamalar birlikte ele alınmaktadır.

Tao-Te-King’de üzerinde durulan konulardan biri de, ‘vu-vey’ (wu wei) prensibidir. ‘İş yapmadan çok iş yapmak’ anlamına gelen bu prensibe göre, iyi bir yönetici devlet işlerine en az müdahale eden yöneticidir. ‘Hareket etmeden hareket ettirmeyi’ esas alan bu anlayışa göre, Tao’nun kendisi hiç hareket etmediği halde evrende uyumlu bir hareket ve işleyiş vardır. Aynı şekilde, iyi bir yönetici de devletin uyumlu işleyişine fazla kanun çıkararak müdahale etmemeli, kendi haline bırakmalıdır. Tao-Te-King, Çin’in büyük klasikleri arasında yer almaktadır.

Taoistler’in Tao-Te King’in dışında kutsal kabul ettikleri başka eserler de vardır. Bunlardan ilki, Li-Ch’ang-ling tarafından hazırlanan ve ‘Cevap ve Karşılıkta Bulunma’ diye tercüme edilen ‘T’ai-shang Kan- Ying P’ien’dir. Diğeri ise, anonim bir eser olan Yin- Chih Wen’dir ve ‘Sessiz Yol’ olarak tecüme edilir. Bir diğeri ise, Taoist Kanon olarak da bilinen, 1120 cilt ve 5200 kısımdan meydana gelen ve M.S. 1019’da basılan ‘Tao Tsang’ adlı eserdir. Ne zaman yazıldıkları beli olmayan bu koleksiyonun onbeş asırdan fazla bir zamanda derlendiği tahmin edilmektedir.


İbadet


Taoist ibadet, Çin tarihinde ortaya çıkmış olan dinlere ait çeşitli unsurların karışımından meydana gelmiştir. Buna göre Taoist ibadetlere en eski Çin dinlerinden şamanistik ve büyüsel unsurların yanında, özellikle M.Ö. 2.yy.’dan itibaren Budist düşünce ve ritüeller ile yoga dahil edilmiştir.

İlk dönemlerde Taoist ibadetin amacı, gerçek mutluluğun elde edilmesi ve bu dünyada hayatın ebedi olarak sürdürülmesi amaçlanmakta idi. Bu amacın; Tao ile birikte olmakla, ‘iş yapmadan çok iş yapmak’ olarak tarif edilen ‘vu-vey’ ilkesini tatbik etmekle, şiddet ve kibirden uzak durmakla, sükunet ve tevazu sahibi olmakla gerçekleştirilebileceğine inanılmakta idi. Söz konusu ölümsüzlüğü elde etmek için simya, aşırılıktan uzak sade bir hayat yaşamak, perhiz kurallarına uymak, büyü ve yoga yapmak yardımcı uygulamalar olarak tatbik edilmiştir.

Han Hanedanlığı (M.Ö. 2.yy.) döneminden itibaren kült organizasyonuna ve rahiplerden oluşan din adamı sınıfına sahip olan Taoizm, Çin’de bir halk dini olarak yayılmıştır. Bu esnada, rakip din olan Budizm ile karşılıklı etkileşimde bulunmuştur. İlahların adedinin çoğalması bu etkileşimin sonucunda meydana gelmiştir. Aynı şekilde, rahip ve rahibeler için Budistler’de olduğu gibi manastırlar teşkil edilmiştir. Taoist din adamı teşkilatını büyücüler, rahipler, rahibeler, dini liderler teşkil etmektedir. Rahipler, dini törenlerin idaresinde, cenaze merasimlerinin düzenlenmesinde görev almakta ve mabedlerde falcılık yapmaktadırlar.

Taoizm’de ibadet, Tao’ya ve çeşitli tanrılara yapılmaktadır. Taoistlerin evlerinde, kapı önlerinde yer alan dolapların içinde tanrı tasvirleri ve putları bulunmaktadır. Her taoistin kendini yakın hissettiği tanrılar vardır. Bunlar içerisinde en meşhur olanı, savaş tanrısı Kvan-Ti ile zenginlik tanrısı Shin’dir. Halkın da katıldığı ibadetlerde rahipler trampet ve gong çalmaktadır. İbadet yapılacağı zaman mabedler kandillerle aydınlatılmakta ve tütsülerle donatılmaktadır.

Yeni yıl kutlamalarında, tanrıları tasvir eden heykeller, evler ve mabedler temizlenmekte ve kötü ruhlardan arındırılmaktadır. Yeni yıl için yapılan ibadetten sonra, ejderha resimlerinin yer aldığı kağıt ve kumaş parçaları sokaklarda dolaştırılmaktadır.

Taoist ibadetler içerisinde ilkbaharda yapılan ibadetlerin ve kutlamaların ayrı bir önemi vardır. Taoist rahipler, bu kutlamalarda ateş yakarlar ve yarı çıplak vaziyette ateşe atılan pirinç ve tuzun üzerinden yalınayak koşarak geçerler.

Taoistlerin mabedine Çince’de ‘miao’, manastırlarına ‘kung’ ve manastır mabedine ‘kuan’ denmektedir. Bu mabedlerde sayısız tanrı ve tanrılaştırılmış kahramanlarların resimleri yer almaktadır.


Mezhepler


Taoizm’de, çeşitli dinlerin ve kültürlerin etkisi ile zamanla yeni mezhepler veya ekoller ortaya çıkmıştır. Bu mezhep ve ekollerin tamamının gayesi, Tao’yu yaşamak veya O’na ulaşmaktır. Taoizm’in sayısız mezhebe sahip olduğu belirtilmektedir. Bununla beraber, söz konusu mezheplerden günümüzde varlığını devam ettirenlerin iki temel karakteri olduğu söylenebilir. Bunlardan ilki; dünya nimetlerinden uzak durmak, meditasyona, zühde ve dini araştırmalara özen göstermek, inziva ve manastır hayatına önem vermektir. İkinci tip mezheplerde ise; rahiplik mesleğinin babadan oğula geçtiği kabul edilir ve rahiplerin evliliğine izin verilir. Burada, Taoizm’in en önemli dört yorumu veya ekolü ile Mahayana Budizmi’nin Taoizm ile birleşmesinden oluşan Ch’an mezhebi hakkında bilgi verilecektir.


Simyacı Ekol


Sihir ve büyüye dayalı bu ekolün en önemli temsilcisi Chiang Tao Lin’dir (M.S. 34). Sihirbazlığın ön planda olduğu bu ekolde dini ve felsefi yorumlar çok zayıftır.


Mistik Ekol


M.Ö. 4.yy.’da kurulmuş olan bu ekolün en önemli temsilcileri Chuang-Tzu ve Lieh-Tzu’dur. Chuang-Tzu, varlığın mistik meditasyon ve duygu ile anlaşılabileceğini ileri sürmektedir. Ona göre, Tao’yu akıl ile keşfetmek mümkün değildir. O’nu ancak duygularımızla anlarız. O, insanın bunu elde etmek için kendi benliğini herşeyden arındırması ve kalbini saflaştırması gerektiğini belirtir.

Lieh-Tzu’ya göre ise, insanlar hiçbirşey yapmadan kendilerini kainatın tabi olduğu kanuna uydurursa daha uzun bir hayat yaşamayı elde edebilirler.


Ferdiyetçi Ekol


Bu ekolün temsilcisi, M.Ö. 4.yy.’da yaşamış olan Yang-Tzu’dur. Bu ekole göre, her şey belli bir kadere bağlı olarak hareket etmektedir. Bu nedenle, kaderin belirlediği şeyin dışında hiçbir şey olmaz. Cemiyet kurallarının önemi yoktur. Ferdin refah ve saadeti herşeyin üstündedir. Bu noktada, ferdin kendini geliştirmesi ve düzeltmesi için uyması gereken kurallar önemli bir yer tutmaktadır.


Legalist Ekol


M.Ö. 230’da yaşamış olan Han-Fei-Tzu, Shang-Tzu ve Li-Ssu bu ekolün temsilcileri kabul edilir. Bu ekole göre, herşeyin bir kuralı vardır. Gökteki yıldızlar nasıl belli bir kurala göre hareket ediyorsa, insanların saadeti de kurallara uyarak hayatlarını sürmeleri ile mümkündür. Bu nedenle devlet, halkının huzuru ve saadeti için kanunlara uymalarını sağlamalıdır.


Ch’an Mezhebi


Ch’an Mezhebi, Mahayana Budizmi’nin Çin’deki koluna verilen bir isimdir. Bu nedenle, ‘Çin Budizmi’ de denmektedir. Ch’an, Budizm ile Taoist tabiat felsefesinin karşımından meydana gelen bir sistemdir. Ch’an kelimesi, ‘aydınlanmaya götüren meditasyon’ anlamına gelen Sanskritçe’deki ‘dhyana’ kavramının Çince tercümesidir. Adından da anlaşıldığı üzere, meditasyonu ve sezgiyi temel alan bir mezheptir. Ch’an mezhebi, 6. yüzyılda Hindistan’dan Çin’e gelen Bodhidharma tarafından kurulmuştur. Ch’an mezhebinin temel doktrinlerini ise, Hui Neng (ö. 713) tespit etmiştir. Meditasyon eksenli bir öğretiye dayalı ritüel ve yaşayışa sahip olan Budistler, Hui Neng’den sonra mabedlerine ve evlerine meditasyon bölümleri eklemişlerdir.

Bu anlayış, ‘hakikat’i tüm farklılıklardan uzak olarak birden ve bir bütün olarak kavramayı hedeflemektedir. Buna göre Mutlak Hakikat, her türlü ritüel, meditasyon, büyü ve düşünce formlarından bağımsız olarak anlaşılan ‘Buda’nın Hakikatidir’. Bu hakikat bilgi ile veya zihnî alıştırmalarla ve arayışlarla elde edilemez, çünkü bunların üzerinde bir varlığa sahiptir. İnsanların kullandığı diller hakikati ifade etmekten acizdir. Bu hakikat, her türlü mantıkî faaliyet durduğu zaman aniden ortaya çıkan manevi bir aydınlanmadır. Buna göre, ‘mevcut olan’ ile ‘mevcut olmayan’ bir vehimden ibarettir. Zira, gerçekte kainattaki her şey Buda’nın aklının bir ifadesi ve tezahürüdür.

Ch’an ekolüne göre, bilgide asıl amaç, ‘bilinen’ ile ‘bilen’in bir olmasıdır. Bu süreç, bilen ‘özne’nin kendisini bilmesi ile başlar. Nesneleri ve toplumu bilmek için özne önce kendisini bilmelidir. Bunun için, öncelikle ‘özne’nin kendisini bilmesine engel olan unsurların temizlenmesi gerekir. Bu ise, bedeni ve nefesi kontrol altına alarak ruhsal konsantrasyona ulaşmakla mümkündür. Bu, ‘meditasyon’ yaparak gerçekleşebilir. Meditasyon yapan kişi, ‘lotüs oturuşu’ halinde olmalıdır.

Lotüs oturuşu ile meditasyon yapan kişi, sırtını dik tutar, dizlerini yere yaslar halde bağdaş kurar, sağ ayak tabanı yukarı bakar, sol bacağını sol ayak tabanı yukarıda kalacak şekilde sağ bacağın üzerine koyar, başını hafifçe eğer, el bileklerini kavuşturarak kucağına ve diz üstüne kor, gözleri ise yere bakar vaziyettedir.

17. yüzyıldan itibaren Ch’an keşişleri Amida’nın ismini düzenli olarak zikretmek olan ‘nenbutsu’ pratiğini yapmaya başlamışlardır. Bu mezhep, Çin’deki hem Konfüçyüsçü akımları hem de Taoist akımları etkilemiş ve manastırlardaki keşişlerin dini hayatlarını derinden etkilemiştir.

20. yüzyılın başlarında T’ai Hsü’nün yeni yorumuyla Çin Budizmi yeni bir atılım gerçekleştirmiş, ancak Çin’deki komünist rejimin basksıyla gerileme sürecine girmiştir. Bu mezhebin inanç ve düşünceleri Kore ve Japonya’da yayılmıştır. Ch’an Budizmi, Japonya’da Zen Budizmi diye varlığını sürdürecektir.


KONFÜÇYANİZM


Millî bir din olan Konfüçyanizm, Taoizm’den sonra Çin’in en önemli ikinci yerli dini kabul edilir. Kurucusu, inanç esasları ve kutsal metinleri bulunan bu din, Çin’in geleneksel dini bakımından Taoizm ile bazı ortak inançları da paylaşmaktadır. Konfüçyanizm, bireyin erdemli olmasından hareketle toplumun saadetini devletin saadeti ile birlikte ele alması nedeniyle öğretilerinde daha çok yöneticilere yönelik tavsiyelerde bulunması ile ön plana çıkmaktadır.


Tarihsel Gelişim


Konfüçyanizm, M.Ö. 6.yy.’da Şunkiyu döneminde yaşayan ve Büyük Mürşid olarak bilinen Konfüçyüs (K’ung Fu Tzu) tarafından kurulmuştur. Yaşamış olduğu dönemin siyasi ve toplumsal krizlerinden çıkışın, erdemli bireyin esas kabul edildiği Çin’in geleneksel değerlerine yeniden dönüşü ve kadim kültürünün yeniden ihyası ile mümkün olacağını savunmuştur. Bu konuda, özellikle eski Çin inançlarından Konfüçyanizm’de varlığını devam ettiren ‘jin’ (başkalarına karşı saygılı olma), ‘yi’ (adalet ve görev ahlakı) ve ‘ksiao’ (atalara ve ebeveyne karşı sevgi ve saygılı) inançları bunlardan bazılarıdır. Eserlerinde daima geleneksel Çin toplumuna ait ahlakın hem yöneticiler hem de halk tarafından tekrar benimsenmesi gerektiği üzerinde durmuştur. Konfüçyüs’ün kurmuş olduğu bu din, kendisi hayatta iken çok dar bir çevrede taraftar bulmuştur. Konfüçyanizm, tam olarak Han Hanedanlığı döneminden (M.Ö.206-M.S. 9) itibaren Çin halkı üzerinde sosyal, politik ve entellektüel etkisini açıkça göstermiş ve bu öğretiler halk arasında yayılmıştır. M.Ö. 2.yy.’da Vudi döneminden itibaren devlet dini olarak kabul edilen Konfüçyanizm, bu özelliğini 20.yy.’a kadar devam ettirmiştir. O dönemden itibaren, Çin imparatorları Konfüçyanizm’in başrahibi kabul edilmiştir. M.S. 1.yy.’dan itibaren Budizm’in Çin topraklarına girmesiyle birlikte, Konfüçyanizm bu dinden de etkilenmiştir. Konfüçyüs’ün en büyük takipçisi Mensiyüs’tür (M.Ö. 372-289). Konfüçyüs’ün öğretileri, farklı dönemlerde çeşitli mezhepler tarafından yeniden yorumlanmış ve geliştirilmiştir.

Konfüçyanizm’in, günümüzde başta Çin olmak üzere yoğun olarak Vietnam, Kore, Japonya ve Tayvan’da taraftarları bulunmaktadır. Bunun dışında, Çin’den yapılan göçler nedeniyle, başka ülkelerde de bu dinin müntesipleri vardır.


Kurucusu


Konfüçyüs, M.Ö. 551’de Lu eyaletine bağlı Zu köyünde doğmuştur. Üç yaşında, Zu’da bir memur olan babasını kaybetmiştir. Yan kabilesine mensup olan annesi, oğlu ile birlikte Kufu ilçesine taşınır. Konfüçyüs, erken yaştan itibaren annesinden Lu eyaletine ait eski inançları, ritüelleri ve aileye ait gelenekleri öğrenir. Bu eğitimin ilerde geliştireceği görüşlerde önemli etkisi olacaktır. Onyedi yaşında annesini kaybeder. Hayatını idame ettirmek için önce bekçilik daha sonra özel öğretmenlik yapar. 51 yaşında devlet memurluğu görevini kabul eder.

Lu beyliğinin idarecisi ile ülke yönetiminde izlenen yöntem konusunda anlaşamadığı için Konfüçyüs görevinden istifa eder. 55 yaşından itibaren görüşlerini anlatmak için dersler verir ve bu esnada etrafında talebe halkaları oluşur. Aynı zamanda, görüşlerini anlatmak için 14 yıl boyunca Çin topraklarında 12 beylik ziyaret eder. Konfüçyüs, görüşlerinin idareciler tarafından kabul edilmediğini görünce, 68 yaşından sonra Çin’e ait eski metinlerin derlenmesi çalışmalarına başlar. Bu eserler, daha sonraları Konfüçyanizm’in 5 Klasik metni olarak bilinecektir. Konfüçyüs, M.Ö. 479’da ölmüştür.


İnanç Esasları



Tanrı İnancı


Konfüçyüs’teki Tanrı inancı, asıl itibariyle eski Çin dinindeki tanrı inancı ile aynıdır. Çin’in en büyük tanrısı olarak kabul edilen Tien (Gök Tanrı) ile kainattaki düzenin koruyucusu anlamındaki tanrının diğer bir ismi olan Tao, Konfüçyüsçülük’te de varlığını devam ettirmiştir. Gök Tanrı olarak tercüme edilen ‘Tien’in makamı göklerdir ve orada ikamet etmektedir. O, tabiatın düzenini koruyan, onu idare eden yüce varlıktır. Tao’ya hürmet edilmesi ve O’na düzenli ibadet edilmesi gerektiğini belirten Konfüçyüs’e göre, yeryüzünde mazlum ve fakirlerin korunması için hükümdarları görevlendiren O’dur. İnsanların gerekli bilgiyi elde etmeleri ve mutlu olmaları için öğretmenleri gönderen de O’dur. O, iyileri koruyan, kötüleri ise cezalandırandır. Her türlü şeref, mal ve mülk O’na aittir ve O dilediğine bunları verir. İnsanların her türlü fiillerini gördüğü ve bildiği için O’na hürmet edilmeli ve ibadet edilmelidir. Tanrı’nın koymuş olduğu kuralları bilmek ve onlara göre davranmak, insanı mutluluğa götürür.



Yin ve Yang İnancı


Konfüçyanizm, evrenin yaratılışının ve varlığın kökeninin iki asli doğurucu ilke olan Yin ile Yang’ın karşılıklı etkileşimi olduğunu kabul eder. Eski Çin inancının bir devamı olan bu inanca göre iki zıt kutbu temsil eden ‘Yin ve Yang’, ‘Yüce hakikat’ veya ‘Yaratıcı İlke’den (Tai Çi) çıkmıştır. Buna göre, her şey sürekli bir değişim içerisindedir ve bu değişimde Yin ve Yang’ın etkisi vardır. Varlıklarda ve değişimlerde, bunlardan birinin etkisi artarken diğerinin etkisi azalmaktadır. Yin, yeryüzü, edilgenlik, olumsuzluk, karanlık, dişiliktir ve siyah renk ile temsil edilir. Yang ise, aksine, gökyüzü, etkinlik, olumlu olan, aydınlık, erilliktir ve beyaz renk ile temsil edilir.


Ahiret İnancı


Konfüçyüs, ahiret hayatı ve oradaki safhalarla ilgili bilgi vermemiştir. Ancak o, öldükten sonraki hayatın iyi ve huzurlu olmasının bu dünyadaki hayata bağlı olduğunu belirtmiştir. Yapılan kötülüklerin cezalarının bu dünyada görüleceğini belirtmiştir. Bu nedenle, kötülük yapan kimsenin ölmeden önce yaptığı kötülüğü düzeltmesini ister. Konfüçyüs, bir kimsenin ahiret hayatında mutluluğu elde etmesini, bu dünyadaki görevini hakkıyla yerine getirmesine bağlar.

İnsanların bu dünyaya geliş gayelerinin ‘doğruluğu gerçekleştirmek’ olduğunu ifade eden Konfüçyüs, kurtuluşa ermenin dünyada iken doğruluktan ayrılmamakla ve herkesin görevini doğru yapması ile mümkün olacağını söyler. Herkesin hata edebileceğini ifade eden Konfüçyüs’e göre, idarecilerin hata ettiklerinde özür dilemeleri ve hatalarını düzeltmelerinin önemli olduğunu belirtir.

Konfüçyüs’ün talebelerine derlediği ve okuttuğu ders kitapları, Han Hanedanlığı imparatorlarından Vudi (M.Ö. 2.yy) döneminden itibaren Konfüçyanizm’in resmi kutsal metinleri (kanonik) olarak kabul edilmiştir.



Beş Klasik (Vu King)


Konfüçyüs’ün altmış sekiz yaşında Çin’e ait eski metinlerden derleyerek ortaya koyduğu beş kitaptır. Bu kitaplar, Konfüçyanizm’in en önemli dini metinleridir. Bunlar:


Değişiklikler Kitabı (Yi King)


Eski Çin imparatorlarından Fu-Hsi’ye ait olduğu kabul edilen Değişiklikler Kitabı, Çin’in en eski kutsal metnidir. İçerisinde metafizik olaylar, sembolik anlatımlar ve şekiller yer almaktadır. Kitapta, Yin-Yang kutuplarının anlamı ve bunların insan ve tabiat üzerindeki etkileri açıklanmaktadır.


Tarih Kitabı (Şu King)


Çin’in en eski tarih kitabıdır. Kitapta, eski Çin imparatorlarına ait sözler ve onlara ait tarihi bilgiler ile öğütler, emirler, kanunlar, sözleşmeler gibi belgeler yer almaktadır. M.Ö. 2000-630 yılları arasındaki olayların yer aldığı bir belge niteliğinde olan ve 58 bölümden oluşan bu eser, saray tarihçileri tarafından tutulan kayıtlardan meydana gelmektedir.


Şiirler Kitabı (Şi King)


305 şiirden ve dört bölümden meydan gelen bu eser, Çin’in en eski şiir derlemesi kabul edilmektedir. Dört bölümü oluşturan başlıklar şunlardır: Kuo Fang (Rüzgarlar), Hsiao Ya (Küçük Şiirler), Ta Ya (Büyük Şiirler) ve Sung (İlahiler).


Törenler Kitabı (Li King)


Bu kitapta, dini törenler ve ritüeller ile merasimler, ayinlerin düzenlenmesine dair açıklamalar, törenlerde giyilecek elbiseler ve merasimlerde uyulacak protokol kuralları yer almaktadır. Konfüçyüs’ün talebeleri ile erdem ve ahlak konularındaki diyaloglarına da yer verilen metinde, aile ve toplumsal ilişkiler ile ibadetler ve bunların nasıl yapılacağına dair bilgi verilmektedir.


İlkbahar ve Sonbahar Yıllıkları (Şun Kiyu King)


Konfüçyüs’e ait olduğu kabul edilen bu kitap, M.Ö. 722-481 yılları arasında yaşayan Lu ülkesinin on iki yöneticisinin idari görevleri, o dönemlere ait günlük olayları, toplumdaki ahlaki bozulmaları nakletmekte ve bunlara yönelik Konfüçyüs’ün eleştirilerini ve değerlendirmelerini içermektedir.


Dört Kitap (Se Şu)


Konfüçyüs’ün Konuşmaları (Lun Yü)


Konfüçyüs’ün ölümünden sonra talebeleri tarafından derlenmiş bir kitaptır. Konfüçyüs’ün verdiği dersler esnasında talebeleri ile yaptığı konuşmaları, ona ait özdeyişleri ve şahsi görüşlerini ihtiva etmektedir. Kitap 20 bölümdür.


Mensiyüs’ün Sözleri (Mong Tse)


Mensiyüs, M.Ö. 327-289 yılları arasında yaşamış olan Konfüçyüs’ün en önemli takipçisidir. Kitap, Mensiyüs’ün ölümünden sonra talebeleri tarafından derlenmiştir. Kitapta Mensiyüs’e ait öğretiler, yorumlar ve sözler yer almaktadır.



Orta Yol Doktrini (Şung Yung)


İnsanda, tabiatta ve kainatın tamamında var olan ahengin anlatıldığı Orta Yol Doktrini adlı kitapta, Gök ve insan ilişkileri, insanın diğer insanlarla ilişkisi, insanın iç ahengi için sahip olması gerektiği ahlaki erdemler, kader ve tabiat konuları ele alınmaktadır.



Büyük Bilgi (Ta Hsiah)


Konfüçyüs’ün ahlak, siyaset ve eğitime dair görüşlerini ihtiva eden bir kitaptır. Kitabın, Konfüçyüs’ün öğrencisi Tseng-Tzu’ya ait olduğu kabul edilmektedir.



İBADET


Konfüçyanizm’de ritüeller ve ibadetlerin çok önemli bir yeri vardır. Konfüçyanizm’de ibadetin temeli, eski Çin geleneğinden aktarılan Gök Tanrı’ya, Yer’e ve atalara tapınma ile daha sonra bunlara eklenen Könfüçyüs adına düzenlenen törenlerin yerine getirilmesinden ibarettir. Konfüçyanizm’in gayesi, erdemli ve mükemmel insan olabilmektir (ren). Konfüçyüs, bu maksada ulaşmanın ancak ritüelleri ve ibadetleri (li) yerine getirmekle mümkün olacağını belirtmektedir. Ona göre, iyi bir devlet yöneticisi, aynı zamanda yukarıda zikredilen ritüelleri eksiksiz yerine getiren kişidir. O, ritüellerin yerine getirilmesi ile toplumun uyum içinde olacağını belirtmektedir.

Konfüçyanizm’de ibadet; tütsü yakılması, hububat, bir fincan şarap ve kurban sunulması, dini müziklerin çalınması ve onun eşliğinde dans edilmesidir. İbadet esnasında toplu halde dualar edilir. Konfüçyanizm’de ferdi ibadet ve dua şartı yoktur.

Çin dini geleneğinin devamı olarak kabul edilen ibadetler mabetlerde, evlerde ve ibadete elverişli yerlerde yerine getirilmektedir. Konfüçyanizm’de rahipler sınıfı yoktur. Bununla beraber, imparatorlar Gök Tanrı adına yapılan ibadetleri bizzat yönetmiştir. Diğer ibadetler ise, devlet adına görevli memurlar tarafından yerine getirilmektedir. 

İbadetler; ruhani varlıkları, ilahları ve insanları memnun ve mutlu etmek için yerine getirilir. Bu nedenle, ibadetlerin temelinde saygı çok önemli bir yer tutmaktadır. Bu ibadetleri şu şekilde sıralamak mümkündür:



Tanrı’ya, Ruhani Varlıklara ve İlahlara Dua ve İbadet


Gök Tanrı’ya (Tien) tapınmak ve dua etmek. Ölülerin ruhlarının etkinliklerini devam ettirdikleri kabul edildiği için, Konfüçyüsçüler ölülerin ruhlarını rahatsız etmemek için zaman zaman onları mutlu edecek yemekli toplu merasimler düzenlerler. Bu merasimlerde dualar edilir ve kurbanlar takdim edilir. 


Atalara Saygı


Atalara dua etmek ibadet kabul edilmektedir. Konfüçyanizm’de atalar kültü çok önemli bir yer tutmaktadır. Bu nedenle, akraba ve aile bağlarını canlı ve güçlü tutmak ibadet kabul edilmektedir. Öyle ki, ata ruhlarına dua edecek ve onları saygı ile ancak bir oğlun varlığı uğurlu kabul edilmektedir. Bu amaçla aile fertleri belli zamanlarda bir araya gelerek ölmüş atalarına dua etmektedirler. Ataların, ev hanesini korumaya devam ettiği inancı vardır. Evlerin belli köşelerinde atalar için dua edilecek köşeler yer almaktadır ve buralarda onlar adına tütsüler yakılır. Ayrıca, ölen ataların isimlerinin yazılı olduğu levhalar bu köşeleri süslemektedir. Cenaze törenlerinde bu ibadet daha yoğun yaşanmaktadır.



Kutsal Varlıklara Kurban Sunmak


Özellikle mezarlara hediyeler ve kurban sunmak önemli bir ibadettir. Yılın belli zamanlarında mezarlar ziyaret edilir, temizlenir, yiyecek ve içeceklerden oluşan takdimeler sunulur. Her yılın 22 Aralık gece yarısından sonra yapılan törenlerde, yiyecek ve içeceklerden oluşan takdimeler sunulur ve geniş katılımlı törenler düzenlenir. Konfüçyüs’ün kendisi de atalarına kurban sunmayı önemli bir ibadet kabul etmiştir. Nitekim, Konfüçyüs öldükten sonra onun torunları da atalara tapınma ibadetine uygun olarak ona kurban sunmuşlardır.



Konfüçyüs’e Yapılan İbadet


İlkbahar ve sonbaharda Konfüçyüs için yapılan ibadetler, yüksek rutbeli yöneticiler tarafından idare edilirdi. İbadet esnasında, tütsüler yakılır, hububat, bir fincan şarap ve kurbanlar sunulur, dini müzikler eşliğinde dans edilir.



Mezhepler


Konfüçyanizm’de, Konfüçyüs’ten sonra iki temel yaklaşımı temsil eden iki mezhep ortaya çıkmıştır. Diğer mezhepler, bir şekilde bu iki koldan birine mensuptur. Bu iki koldan biri Zu Ksi’nin (1130-1200) kurduğu mezhep, diğeri Vang Yangming’in (1473-1529) kurduğu mezheptir. Zu Ksi’nin kurmuş olduğu mezhepte Konfüçyüs’ün öğretilerinin mistik yorumu benimsenmektedir. Vang Yangming ise, Konfüçyüs’ün doktrininin doğru anlaşılmasının rasyonel açıklamalarla mümkün olacağını savunmaktadır.


ŞİNTOİZM


‘Tanrıların Yolu’ veya ‘Kamilerin Yolu’ anlamına gelen Şinto kelimesinden türetilen Şintoizm, Japonya’nın yerli en eski dinlerindendir. Şintoizm; inançları, adetleri ve uygulamaları açısından çok karmaşık bir yapıya sahiptir. Japon halkına mensubiyet ve ona ait değerlerin sembolik modeller ve ritüellerle ifade edilişi olarak tanımlanabilecek olan Şintoizm, düzenli bir inanç doktrinine sahip değildir. Bu durum, Şintoist inançların genellikle Japonya’ya dışarıdan gelen dini inançlara bir tepki olarak gelişme göstermiş olmasına bağlıdır. Japonların önceleri ‘Kami no miçi’ adını verdikleri bu din, baş Tanrı Amaterasu’nun dışında birçok tanrısal varlık olan kamilere, ruhlara ve tabiata saygıyı ve onlara ibadeti içermektedir.


Tarihsel Gelişim


M.Ö. 6.yy.’da Japonya’ya giren Budizm, Konfüçyanizm ve Taoizm’i, eski Japon dini olan ‘Kami no miçi’den ayırmak için bu dine Şinto adı verilmiştir. Kurucusu belli olmayan ve Japonya’nın geleneksel çok eski tarihlere dayanan dini Şintoizm’in isminde yer alan ‘Şin’ kelimesi ‘Tanrı’, ‘To’ (Çince’de Tao) ise ‘Yol’ anlamına gelmektedir. Bununla beraber, özellikle Konfüçyanizm ve Budizm’in etkisi ile Şintoizm’de bazı ibadet ve inançlar ortaya çıkmıştır.

Şinto kaynaklarında belirtildiğine göre, M.Ö. 6.yy.’da imparatorluk ailesinin mensup olduğu Yamato kabilesi, Güneş tanrıçası Amaterasu’nun (Semavi Aydınlık, Lamba) nesli olarak kabul edilmiş ve bu sıfatla ülkeyi yönetmeye başlamıştır. Buna göre, diğer kabileler ve onların ilahları olan kamiler, Yamato Hanedanlığı kamisi etrafında ve onun başkanlığında toplanmışlardır. Böylece, imparatora tapınma kültü de ortaya çıkmıştır. Bunun doğal bir sonucu olarak Şintoizm, Japonya’nın resmi devlet dini haline gelmiştir.

Şintoizm tarihinde önemli bir dönüm noktası, 19.yy.’da imparator Meyci tarafından Japonya’nın milli dini olarak ilanıdır. Modern dönemde Meyci’nin Japon milli birliğini sağlamak için yapmış olduğu yeniliklerde Şintoizm’in önemli bir yeri vardır. Japon milli birliğinde din birliğinin önemli bir yeri olduğuna inanan Meyci, Şintoizm’i devletin resmi dini haline getiren yasal düzenlemeler gerçekleştirmiş ve Şintoizm dışındaki dinlere tolerans tanımamıştır. Bu düzenlemelerle, imparatora saygıyı Şintoizm’in merkezine yerleştirmiştir. Böylece, Şintoizm’in önemli bir parçası haline gelen imparatora tapınma kültü, bir devlet siyaseti halini almıştır. Bu durum, Japonya’nın 1945’teki İkinci Dünya Savaşı mağlubiyetine kadar devam etmiştir. Bu savaştan sonra imparator, kendisinin tanrı olmadığını ve ailesine tanrıların nesli olarak ibadet edilmemesi gerektiğini ilan etmiştir.


İNANÇ ESASLARI


Tanrı İnancı


Daha önce de işeret edildiği üzere, devletin birliğini sağlamak maksadıyla, kabilelere ait kamiler, milli kamiler seviyesine yükseltilmiştir. Bu kamilerin başı olarak ise, ülkeyi idare eden Yamato ailesinin kamisi olan Güneş tanrıçası Amaterasu kabul edilecektir. Ülkenin birliği bu vesile ile dini bir dayanağa da sahip olmuştur. Bu durum, imparatorluğun emriyle derlenen Kojiki ve Nihongi metinlerinin yazılması ile mitolojik ve tarihsel bir belge ile de desteklenmiştir. Nitekim, söz konusu metinler Şintoizm’in kutsal kitapları kabul edilecektir.

Şintoizm’in kutsal kitabı Kojiki’ye göre sekizyüz bin, Nihongi’ye göre ise seksen bin tanrı olduğu belirtilmektedir. Bunların başkanı, Amaterasu’dur. Amaterasu’nun tapınağı “İse” şehrindedir. Japonlar, güneşin doğuşunu oradan izlediklerinde hacı  kabul edilirler. Her tanrının bir sembolü vardır.

Amaterasu’nun sembolü ise, sekiz köşeli aynadır. 

Şintoizm’de, Amaterasu’nun dışında, hemen hemen her şeyin, özellikle de tabiat olaylarının bir tanrısı vardır. Mesela, fırtına ve deniz tanrısı Susanova, ateş tanrısı Atago, Ay tanrısı Tsukiyomi, gıda tanrısı İnari, çeşitli mesleklerin tanrısı, yollar ve belirli yerlerin tanrısı gibi. Gıda tanrısının sembolü tilki, fırtına ve deniz tanrısı Susanova’nın sembolü kılıçtır. Bu nedenle, birçok tapınakta bereketin devamı için tilki beslenmektedir. Amaterasu Gök ülkesinin idarecisi kabul edilir. Diğer tanrıların ise, içinde yer aldıkları bir panteondan dünyayı yönettiklerine inanılır. Bu panteonda, Amaterasu’nun soyundan geldiğine inanılan imparatorun da yeri vardır.

Şintoistler, dünyanın üç tabakası olduğuna inanırlar. Bunlar; gök, yer ve yer altı tabakalarıdır. Tanrıların her üç tabakada da mevcudiyetine inanılır. Şintoizm’de tanrıların putları yoktur. Sadece, onları temsil eden ayna, kılıç v.s. gibi birer sembolleri (mitama-şiro) vardır. Bu semboller, ilgili tapınakların gizli bölmelerinde iki kutu içerisinde muhafaza edilir.


Kami İnancı


Genel olarak, tanrısal varlığın her yerde mevcut olan belirtilerine Kami denir. Kamiler; tabiat güçlerinden, ulu atalardan veya ilahi ve ruhani varlıklardan olabilir. Eskiden her kabilenin kendi kamisi var iken, Şintoizm’in devlet dini olması ile birlikte imparatorun kamisi olan Güneş tanrıçası Amaterasu, diğer kamilerin üstünde kabul edilmiştir. Öyle ki, 10.yy.’da yapılan bir sayıma göre üç bine yakın kami ve onlara ait tapınak tespit edilmiştir.

Ölen herkesin kami olduğuna, ancak her kaminin tanrı olmadığına inanılır. Şintoizm’de ölümden sonra ruhun yaşadığı ve ataların ruhlarının sonraki nesilleri koruduğu inancı vardır.


Kutsal Kitaplar


Şintoizm’in kutsal kabul ettiği kültürel, tarihi ve dini inançları ele alan çeşitli eserler mevcuttur. Bu eserler, 8.-10. yüzyıllar arasında derlenmiş metinlerdir. Bunlar içerisinde Şintoizm’in kutsal kitapları mahiyetinde olan Kojiki ve Nihongi en önemlileridir. Nesilden nesile sözlü olarak nakledilen her iki metin de, kabile kamilerinin imparatorluk kamisi olan Amaterasu etrafında toplanmasının mitolojik ve tarihsel belgelerini sağlamaları amacıyla imparatorluk emriyle derlenmiştir. İkinci derecede önemli kabul edilen ve dini bilgilerin yer aldığı diğer dini metinler ise, Fudoki (8.yy), Kogo-Shui (9.yy.), Shojiroku ve Engi-Shiki’dir (10.yy.). Din ve devlet kültü ile ilgili 9.-10.yy. arasında tespit edilen bu eserler, 1927 yılında elli cilt olarak yayınlanmıştır.


Kojiki


Japonya’nın etnik ve kültürel geleneklerine dair en eski kaynak, 712 yılında İmparatoriçe Gemmei’nin emriyle Ono-Yasumaro isimli bir subay tarafından sözlü rivayetlerden derlenmiş olan Kojiki’dir. Kojiki, ‘eski olayların hikayesi’ anlamına gelmektedir. Eser, dünyanın yaratılışından 628 yılına kadar Japonya’nın tarihini anlatır. Kojiki’de mitolojik bir anlatımla tanrıların kaynağı, insanların ortaya çıkışı, imparator ailesinin ve devletin ilahi kökeni hakkında bilgiler verilmektedir.


Nihongi


Sözlü rivayetlerden hareketle 720 yılında derlenmesi tamamlanan ve ‘Japonya’nın günü gününe yazılmış tarihsel defteri’ anlamına gelen Nihongi, 31 cilttir. Nihongi, Kojiki’nin bir yorumu şeklindedir.



İbadet


Kamilere derin bir saygı duymak esastır. Bunlar içerisinde, imparatorun kamisi kabul edilen Güneş tanrıçası Amaterasu’nun özel bir yeri vardır. Bu nedenle, Amaterasu’ya yapılan ibadetin diğerlerinden farklı özellikleri vardır. Kamiler, tapınaklarda ‘mitama-şiro’ olarak isimlendirilen bir sembol veya resim ile temsil edilir. Bunlar, put olarak kabul edilmez. Şintoizm’de doğrudan putlara tapınma yoktur.

Şintoizm’de arınma ayinleri, toplu olarak yapılan ibadet ve ayinler, Şinto rahipler tarafından yönetilir. Rahipler, rütbelerine göre derecelendirilmiştir. İmparator başrahiptir ve rahiplik kisvesiyle tasvir edilir. Rahipler evlenebilirler. Ayin ve ibadet yönetirken üzerlerine beyaz bir cüppe giyerler, başlarında beyaz bir külah ve ellerinde bir baston taşırlar.

Şintoizm’de ibadet; dua ve kurban sunmaktan ibarettir. Eskiden canlı hayvan kurban edilmekte idi. Ancak, daha sonra bu tür kurbanın yerini gıda veya çeşitli eşyanın takdimi ile gerçekleşen kurban almıştır. Mesela; kılıç, yay, ok, kalkan, post, geyik boynozu, sebze, pirinç rakısı, ipek kumaş ve renkli kağıt takdimi bu tür kurbanlardandır. Ayrıca, hayvanlardan at, domuz ve horoz da kurban edilmektedir. Tapınakta ibadet edecek kişi, tapınağa girince önce eğilip takdimesini sunar ve daha sonra ellerini çırparak kaminin dikkatini çektikten sonra dua etmeye başlar.

İbadetlerin rahiplerle yapılması esastır. Bununla birlikte, bireysel olarak da ibadet ve dua edilebilmektedir. Dua, yüzün yıkanması ve ellerin birbirine vurulmasından sonra zihnen edilir. Mabetlerde dualar yüksek sesle de edilebilir.

Şinto tapınakları, kabilelere ait kamiler için yapılır. Bu tapınaklar, bir dağ, bir orman, bir çağlayan gibi tabiatın bir köşesine kurulur. Tapınakların daima doğal bir manzara içerisinde yapılması esastır. Şintoizm’in tapınakları, her yirmi yılda bir yeniden inşa edilir. Geleneksel Japon evlerinde bir kamidana (tanrı rafı) veya özel bir sunak mevcuttur. Bu sunağın ortasında, minyatür bir tapınak yer alır. Kamilerin orada bulundukları sembolik eşyalarla hatırlatılır. İbadetler rahiplerin yönettiği tapınaklarda veya evde yapılır. Evde ibadet yapacak olanlar, ellerini ve yüzünü yıkadıktan sonra ağızlarını çalkalarlar ve kamidana’nın önünde başı öne eğilmiş vaziyette dizüstü çökerek dua ederler. Ancak, tapınaklarda yapılan toplu ibadete daha fazla önem verilmektedir. Tapınağa gidecek olanlar, ağızlarını suyla çalkalar ve özel tören temizliği yaparlar. Temizlenmeden tapınağa gitmek büyük saygısızlık kabul edilir.

Japonya’da yüz binden fazla tapınak vardır. En önemli tapınak, Japonya’nın İse şehrindeki Amaterasu adına yapılmış olan tapınaktır. Tapınaklarda Ameterasu’nun heykelinin yanında, onun ilk Japon imparatoruna verdiği kabul edilen ayna, kılıç ve taç yer almaktadır. Tapınaklarda sadece rahiplerin girebileceği kutsal bir hücre ile ‘miya’ veya ‘cinca’ adı verilen halkın girebileceği ibadethane bulunur. Tapınaklar rahipler tarafından idare edilir. Rahipler özel eğitim alarak yetişirler. Asil ailelere mensup kadın rahibeler de vardır. Bunların rahibelik görevleri evlendikten sonra sona erer.


Bayramlar


Japonya’nın tarımcılık olan geleneksel üretim sisteminin, Şintoizm’deki ayinler ve mevsimlik bayramların oluşmasında etkisi olmuştur.

Şintoizm’in en önemli bayramı, ‘Tanrı’yı çağırmak’ veya ‘Tanrı’nın hizmetinde bulunmak’ anlamlamlarına gelen Matsuri bayramıdır. Bu bayramdan önce bir veya üç gün perhiz yapılır. Şenlikler esnasında, tanrılar gökten çağırılır ve böylece onların kendi sembolleri olan eşyalarda (mitama-şiro’larda) hazır bulunduklarına inanılır. Mesela, Amaterasu’nun sembolü sekiz köşeli aynadır. Diğer bayramlar ise; mahsulü koruma bayramı olan ‘Toşikgoy’, hasat için Tanrı’ya teşekkür bayramı olan ‘Kanna-niname’ ve dini temizlik bayramı olan ‘Oh-harehe’ bayramlarıdır.



Mezhepler


Tarih boyunca Japonya’ya giren dinlerin de etkisi ile Şintoizm’de çeşitli mezhepler ortaya çıkmıştır. Örneğin, Budizm’in etkisi ile 12. yy.’da Tendai Şinto ve 16. yy.’da Tantrik Şinto (Şingon) mezhepleri ve 17.yy.’da, Konfüçyanizm’in etkisi ile Sugia Şinto mezhebi oluşmuştur. En ilginç mezhep ise, Şinto Rönesansı olarak da bilinen Motoari Norinaga’nın (17. yy.’da) kurduğu ve Katoliklik’teki Teslis inancını ve Cizvitlerin teolojik görüşlerini kabul eden ve Şinto Rönesansı olarak bilinen Fokko mezhebidir.

Ancak, 19. yy.’da Meiji taraftarlarının her türlü etkiden uzak ortaya koydukları Şinto inancı, devletin resmi dini kabul edilir. Günümüzde, Meiji yasaları ile belirlenen Şintoizm’in hitap ettiği kesime göre dört çeşitli uygulaması ortaya çıkmıştır. Bunlar: Koshito veya İmparatorluk Şintosu; Jinja veya tapınaklarda uygulanan Şinto; Kyoha veya Mezheplere ait Şinto ve nihayet Minkan veya Popüler Şinto uygulamasıdır. Bunun dışında, Çin’de gelişen Ch’an Budizmi, Japonya’da Zen Budizmi olarak ortaya çıkmıştır


Koshito veya İmparatorluk Şintoizmi


Japon İmparatoru veya onun temsilcileri tarafından Güneş tanrıçası Amaterasu ve imparatorluk ailesinin ataları adına yerine getirilen ritüelleri içermektedir. Bu ritüeller, imparatorluk ailesi ile ilgili önemli anlarda veya Japon milli günlerinde gerçekleştirilir. Bu ibadet ve ayinler eskiden Devlet tarafından resmi olarak gerçekleştirilirdi. Ancak, İmparatorluğun kaldırılmasından sonra özel bir uygulama olarak ilgili kişilerce devam ettirilmektedir.


Jinja veya Tapınaklara ait Şintoizm


Tapınaklara ait Şintoizm, geleneksel Şintoizm’in temsilciliğini yapmaktadır. Bu anlayış, geleneksel Şintoizm’e ait bütün inanç ve ritüelleri ve bunlara bağlı uygulamaları ve teşkilatları içermektedir. Japonya’daki binlerce tapınak bu Şintoist anlayış etrafında örgütlenmiştir. Söz konusu tapınaklar, Jinja Honşo diye isimlendirilen ‘Şinto Tapınakları Derneği’ çatısı altında örgütlenmiştir.

İmparatorluk Şintoizmi ile Tapınaklara ait Şintoizm, birlikte önceleri ‘Devlet Şintoizm’i diye bilinen yapının merkezini teşkil etmekte idi. Devlet Şintoizm’i, hükümete bağlı seküler bir yapı olmakla birlikte, tapınaklar aracılığı ile merkezinde imparatora bağlılığın olduğu Japon kimliğini oluşturmada önemli bir işlev görmüştür. 19.yy.’a ait bu yapı, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra uygulamadan kaldırılmıştır.


Kyoha veya Mezheplere ait Şintoizm


19. yy.’da Jingikan tarafından yapılan sayımda tespit edilen 13 ‘Şinto mezhebi’ne dayanan Şintoist anlayıştır. Bunlar: Şinto Taikyo, Kurozumikyo, Şinto Şuseiha, İzumo Oyashirokyo, Fusokyo, Jikkokya, Şinto Taisekyo, Şinşukyo, Ontakekyo, Şinrikyo, Misogikyo, Konkokyo ve Tenrikyo mezhepleridir. Söz konusu mezheplerin biri hariç tamamı karizmatik şahsiyetler tarafından kurulmuştur. Bu mezheplerin en önemli özelliği, cemaati esas alan Tapınaklar’a ait Şintoizm’den farklı olarak, bireyin dini eğitimine ve inancına önem vermeleridir.

Bu mezhepler içerisinde en meşhur olanı, Tenrikyo mezhebidir. Bu mezhep, zamanla kendisini diğer mezheplerden ayrı görmeye ve evrensel bir din gibi takdim etmeye başlamıştır.


Minkan veya Popüler Şintoizm


Günümüzde, Japonya’da halk arasında yaygın olarak yaşanan Şintoist anlayış, ‘Minkan Şinko’ olarak bilinen ‘popüler din’ veya ‘halk dini’dir. Japonya’daki üç büyük din olan Şintoizm, Konfüçyanizm ve Budizm’in karışımı olan bu dini anlayış, kimilerine göre adeta yeni bir dindir. Bu dini anlayış, sihir ve büyüye dayalı şamanistik inançların yanı sıra, halk arasında yaygın olan uygulamaları da içermektedir. Bugün, Japon halkının sahip olduğu bu temel inanç ve uygulamalar, üzerine eklenen Şintoist, Konfüçyanist ve Budist inançlara bir zemin teşkil etmektedir. Halk dininin en karakteristik özelliği, bu dinleri sentezleyerek bir arada yaşatıyor olmasıdır. Bu nedenle, günümüzde bir Japon’un ‘Konfüçyüsçü olarak yaşadığı, Şintoist olarak evlendiği ve Budist olarak öldüğü’ söylenir. Evlerde hem bir Şinto hem de bir Budist sunağı yer almaktadır. Bu inançta saygı gösterilen bazı özel günler vardır. Bunlar: Yeni yıl, ilkbahar (3 Şubat), Oyuncak Çocuklar Bayramı (8 Nisan), Çocuklar Günü (5 Mayıs), Su Kamisi Bayramı (15 Haziran), Yıldız Bayramı (7 Temmuz), Ölüler Bayramı (13-16 Temmuz) ve Sonbahar Ekinoksu Bayramı.

1945’den sonra ortaya çıkan ‘yeni mezhepleri’ de içine alacak şekilde Japonya’da 1971’de yapılan sayıma göre, 47 mezhep tespit edilmiştir.


ZEN BUDİZMİ


Budizm ile Taoist tabiat felsefesinin karışımından meydana gelen Çin’deki Ch’an mezhebi veya Çin Budizmi, 13. yüzyılda Japonya’da Zen Budizmi olarak varlığını devam ettirmiştir. Zen ismi, Sanskritçe’de ‘meditasyon’ veya ‘murakabe’ anlamına gelen ‘dhyana’nın Çince’deki tercümesi olan ‘Ch’an’ kelimesinin Japonca karşılığıdır.

Meditasyonu ön plana çıkaran bir mezhep olan Zen Budizmi’ne göre, bedenini ve nefesini sıkı bir terbiyeye tabi tutan kişinin zihni, birden bire mantık bağlarından kurtulur ve ani bir aydınlanma gerçekleşerek hakikate dair ilhama kavuşur. Bu mezhep, iç tecrübenin geliştirilmesi ile kutsal bilginin doğrudan elde edilebileceğini kabul eder. Çünkü, insan fıtratının, kendisinde mayalanmış olan Buda tabiatını gerçekleştirebilecek yani ‘aydınlanabilecek’ kapasite ile donatılmış olduğunu kabul eder. Bunun gerçekleştirilebilmesi için de, ‘yogo’ da denilen meditasyon ve derin tefekkür seanslarının gerekliliğine vurgu yapar. Zen Budizmi, aydınlanmanın meditasyon dışında yapılan günlük işler vasıtasıyla da gerçekleşebileceğini savunur. Bu durum, Japon sanatı, edebiyatı ve estetiğinin gelişimini doğrudan etkileyecektir. Yapılan işi farklı bir meditasyon olarak değerlendiren Zen Budizmi, kendini halkın hayatında düzen ve insicam ideali olarak, manastırlarda ise temizlik, sesizlik, disiplin ve çalışma şeklinde göstermiştir. Keşişler, toplumda çalışmayan insanlar olarak değil, meditasyon, el sanatları ve zanaatla uğraşan bir kesim olmuştur. Bu nedenle Zen Budizmi, aydınlanma tecrübesini beklemeyi ve günlük çalışma ve sanata özen göstermeyi önemsemektedir. Bu yaklaşım, meditasyon ve murakabe yolu ile kurtuluşu hedeflemektedir. Belin dik tutulması ile bağdaş kurulup ‘oturarak meditasyon’ yapmak anlamına gelen ‘Zazen tekniği’ ile sükuna kavuşmak hedeflenmektedir. Zen keşişlerinin ‘Zazen’ yaptıkları salonlara ‘Zendo’ veya ‘Sodo’ adı verilmektedir.

Zen Budizm’in, Japon kültüründe özellikle de muharip güçler olan ‘samurayların’ terbiyesinde ve ahlaklarında önemli tesirleri olmuştur. Nitekim onun, askeri tekniklerden judo ve kılıç kullanma sanatı olan kendonun gelişmesinde önemli rolü olmuştur. Zen meditasyonunu yapan kimseler, bütün varlıklarını belli bir noktada yoğunlaştırdıkları için, Japon sanatında her şeyin hakikatinin bir tek çizgi veya bir iki satırla ifade edilebileceği anlayışını geliştirmişlerdir. Bu yönüyle Zen mezhebinin, Japon lirik şiirinin gelişmesinde önemli etkisi olmuştur. Zen anlayışında ayrıca, kaligrafi, resim, boyama, bahçe düzenleme, çay seremonileri ve kılıç sanatına da önem verilir.

Zen Budizmi, Rinzai ve Soto olmak üzere iki kola ayrılmıştır ve 20. yüzyılda Avrupa’da manevi arayış içerisindeki insanlarda büyük ilgi uyandırmıştır.




YAŞAYAN DÜNYA DİNLERİ

Prof.Dr. Ali ERBAŞ

Daday / Kastamonu

 


PEYGAMBERLERİN KISSALARI

 



Resuller İle Nebilerin Kıssalarına Dair


Peygamberlerin tarihi, büyüklük ve yücelik tarihi olup hayatları, Allah'ı inkar edenlere karşı mücadele ve yapılan saldırılara karşı savunma hayatıdır.

Diğer insanlar, ne kadar kuvvetli olursa olsun onların konumuna veya ruhi yüceliklerine, ahlaki olgunluklarına, dünyadaki zühtlerine, ila-i Kelimetullah'tan dolayı Allah'ın davasını tebliğ etme ve ilahi risâleti yayma uğrundaki fedakarlıklarına ulaşamazlar... Çünkü Peygamberlerin tarihi, her zaman ve her vakitte Allah düşmanlarına, Hak düşmanlarına, insanlık düşmanlarına karşı yapılan devamlı bir mücadele ve azim dolu uzun bir hayat silsilesini içermektedir!

Peygamberlerin Tarihi; ıslahatçı, komutan, imparator ve liderlerin tarihinde bir benzerine az rastlanan cesaret, sabır ve kahramanlıklarla dolu şerefli bir tarihtir... Çünkü Peygamberlerin bu tarihi, Allah'ın gözetiminde meydana getirilmiş olup hayatları, Allah yolunda eziyete ve zulme tahammül, sıkıntı anında sabır, Hak uğrunda sebat, batıla karşı cihad ile doludur. Zira Yüce Allah, Peygamberlere; öyle bir azim ve kararlılık vermiştir ki, kuvvetli kişiler bu azim ve kararlılık karşısında acizliğe düşer. Sabit durmakta olan dağlar bile bu azim ve kararlığa karşı güç yetiremez, dayanamaz.

Peygamberler, ümmetleri ve milletleri idare etmeye ve yönetmeye ehil olduklarından dolayı her zaman üstünlüğü koruyan bir hak üzeredirler.

İnsanlığın üzerine sapıklık ve cehalet karanlığı çöktüğünden ötürü insanlık, hayr ve saadet yolunu kaybetmiştir. Bundan dolayı Yüce Allah, insanlığa; Peygamberler göndermek suretiyle onlara dosdoğru yolu göstermiştir.

Nitekim Yüce Allah, insanlara; Peygamberler göndermesinin sebebini şöyle açıklamaktadır: "Peygamberler (geldikten) sonra insanların Allah'a karşı ileri sürebilecekleri bir bahaneleri olmaması için (Biz), Peygamberleri; müjdeciler ve uyarıcılar olarak gönderdik “


Peygamberlerin Kıssalarının Kuranda Anlatılmasının Hikmeti


Peygamberlerin kıssalarını anlatmaktaki amaç; sadece davetçilerin ve ıslahatçıların, aydın ve güzel yollarına girerek aydınlığa kavuşmak ve onların kılavuzluğunda dosdoğru yolu bulmak, bütün davranışlarda ve tasarruflarda onları örnek edinerek metotları üzere yürümek ve Peygamberlerin hayatı onların önünde en büyük örnek olması demek değildir..

Kur'an'da ki kıssaların anlatılmasından maksat; okuyanlara teselli vermek ve kişinin yükünü hafifletmekte değildir...

Asıl maksat ancak, öğüt ve ibret almaktır... Nitekim Yüce Allah'ın, şu ayeti buna işaret etmektedir:

"Doğrusu onların (Yûsuf ve kardeşlerinin) kıssalarında ahi sahipleri için bir 'ibret' vardır."

Başka bir ayet ise nebilerin ve resullerin metotları üzere yürümek için tefekkürle ve inceden inceye

düşünmekle Kur'an'da ki kıssalardan yararlanmanın zaruri olduğuna şöyle işaret etmektedir:

"(Ey Muhammedi) Sen (bu) kıssayı (veya çeşitli Öğütler ihtiva eden diğer kıssaları onlara) anlat. Belki (anlatılan bu kıssaları iyice) düşünürler (de ibret alırlar)."

Kur'an'da Peygamberlerin kıssalarının anlatılması, davetçilerin makamına nispetle daha özeldir.

Çünkü Kur'an'da Peygamberlerin kıssalarının anlatılmasından maksat, her peygamberin kendinden önceki Peygamberlerin hayatını ve Allah yolunda çektikleri eziyet karşısında gösterdikleri tahammülü gözler önüne sermek suretiyle insanlara yaptıkları davette karşılaşacakları durum karşısında sebatlarını sağlamak ve azimlerini güçlendirmektir.

Nitekim Yüce Allah, mahlukatın efendisi Hz. Muhammed (s.a.v)'e hitaben şöyle buyurmaktadır: "Peygamberlerin haberlerinden senin kalbini 'sağlamlaştıracak her şeyi sana anlatıyoruz (ki, kavminden gördüğün haksız davranışlara karşı kalbin güç bulsun ve ruhun açılsın).


Kur'an da Kıssaların Anlatılmasının Amaçları


Kur'ân -ı Kerîm'de anlatılan kıssaların, bir çok önemli amacı vardır. Bunları maddeler halinde kısaca şu şekilde sıralayabiliriz:

1. Vahiy ve Risâleti ispat etme,

2. Semavi Dinlerin birliğine işaret etme,

3. Peygamberlerin davetlerinin hedefini açıklama,

4. Ümmetlerin, Yüce Peygamberlere karşı konumu,

5. Semavi Dinler ile Şeriatlar arasında sağlam bir bağın olması,

6. (Yüce Allah'ın, risâletin sonunda) Peygamberlerine yardım etmesi ve (ilahi mesajı) yalanlayanları helak etmesi,

7. Yüce Allah'ın, harikulade şeyleri yaratma gücüne sahip olduğunu açıklama,

8. İyilik ile düzeltme ve kötülük ile bozgunculuk çıkarmanın sonucunu açıklama.

Bunlar, Kur'an'da kıssaların anlatılmasının amaçlarının en önemlileridir. Burada, bu amaçların dışındaki diğer amaçları derinlemesine incelemek mümkün değildir. Çünkü bu, başlı başına bir konudur. Bundan dolayı da bunu, burada derinlemeşine incelemeye gerek yoktur. Biz burada sadece bize lazım olan amaçları inceledik...

Bizim burada İslam Şehidi Seyyid Kutub (rh.a)'in, "et-Tasvirü'l-Fenni fi'l-Kur'an" adlı kitabının "Kur'an'daki Kıssalar" başlığı adı altında söylediklerinin bir kısmını anlatmamız uygun olur. Zira Seyyid Kutub (rh.a) bu kitabında, bu konuyu derinlemesine incelemiş ve bize çok güzel bilgiler sunmuştur. Seyyid Kutub (rh.a.) bu kitabında şöyle der:

"Kur'an'daki kıssalar, -daha öncede belirttiğimiz gibi-Kur'an'da yalnızca dini amaçları gerçekleştirmek için yer alırlar. Dini amaçların çoğunu kapsayan ve hemen hemen Kur'an'da tüm konularına uzanacak kadar geniş bir alana yayılmış olan kıssaları burada teker teker saymak oldukça zordur...

Vahyin, risâletin ve Allah'ın birliğinin ispatı, tüm dinlerin ana ilkelerdeki birliği, uyarma, müjdeleme, ilahi gücü görüntüleyen sahneler, iyilik ve kötülüğün, acelenin ve yavaş gidişin, sabır ve sızlanmanın, şükür ve nankörlüğün sonu... Ve buna benzer daha nice amaçlar ve ahlaki ilkeler, Kur'an'daki kıssalar tarafından ele alınmıştır. Kur'an'daki kıssalar, bu ilkelerin ve amaçların açıklanmasında ve anlaşılmasında bir araç olarak kullanılmıştır. Biz, Kur'an kıssalarının amaçlarını gözden geçirirken bunların en önemlilerini ve en açık olanlarını ele alacak, onların hepsini tespit edip inceliklerini araştırmayı ise bir kenara bırakacağız."

Şimdi Kur'an da kıssaların anlatılmasının amaçları ile ilgili bu konunun başında bir bütün olarak ele aldıklarımızı burada detaylı bir şekilde anlatalım:


Vahiy ve Risâleti İspat Etme:


Kur'an'da ki kıssaların amaçlarından biri, vahyi ve risâleti ispatlamaktadır. Peygamberlerin getirdikleri din ise, ancak Yüce Allah katından gelen vahye dayanmakta olup bu Peygamberler, Allah katından gönderilmişlerdir. Özellikle de bu kıssalar, Hz. Muhammed (s.a.v)'in getirdiği vahyin ve risâletin doğruluğuna işaret etmektedir. Kur'ân-ı Kerîm bu kıssaların ancak Allah'ın vahyi ile olduğunu ve Hz. Muhammed (s.a.v)'in de; ümmi, okuma ve yazma bilmediğini şöyle açıklamaktadır:

"Sen bu (Kur'ân-ı Kerîm) den, önce bir kitap okumuş ve elinle de onu yazmış değildin. Öyle olsaydı, batıl söze uyanlar şüpheye düşerlerdi"

Hz. Muhammed (s.a.v)'in, Yahudi hahamları ve Hıristiyan din adamlarıyla oturup onlardan bir şeyler öğrendiği -tarih kitaplarında- bilinmemektedir. Sonra kendisinden önceki Peygamberleri, ümmetleri, toplulukları, onların başına gelenleri ve onların yok edilişlerini anlatan bu muhteşem kıssalar, Kur'an da gelmiştir. Kur'an'da ki bazı kıssalar, son derece incelik taşıyor ve detaylı olarak veriliyor. Hz. İbrahim (a.s), Hz. Yûsuf (a.s), Hz. Mûsâ (a.s) ve Hz. İsâ (a.s)'ın kıssaları gibi.

Yine Kur'an'da ki bazı kıssalar, son derece bir incelikle gelmiştir. Bu kıssaların, Kur'an 'da tam bir açıklıkla anlatılmaları; bunun, Yüce Allah katından gelen bir vahiy olduğuna en büyük bir delildir. Kur'an ayetlerinin çoğu, açık ve net bir biçimde, bu gayeye, bazı kıssaların giriş kısımlarında ve bazen de kıssaların sonlarında işaret etmektedir. Yüce Allah'ın şu sözü gibi:

"(Ey Muhammed!) Biz, sana bu Kur'an'ı vahyetmekle (geçmiş toplulukların kıssalarını) en güzel bir şekilde sana anlatıyoruz. Gerçek şu ki: Sen bu (Kur'an) 'dan Önce (bu kıssaları), elbette bilmeyenlerden idin."

Yine Yüce Allah'ın şu sözü gibi:

"(Ey Muhammedi) İşte sana vahyettiğimiz bu (kıssalar), gayb haberlerindendir. Bundan önce o kıssaları, ne sen biliyordun ve ne de kavmin. O halde (Nûh gibi) sen de sabret.Çünkü iyi sonuç, (sabreden) muttakiler içindir."


Semavi Dinlerin Birliğine İşaret Etme:


Kıssaların amaçlarından birisi de; Hz. Nûh (a.s)'dan Hz. Muhammed (s.a.v) dönemine kadar, 'tüm semavi dinlerin, tamamen Allah katından geldiğini açıklamaktır... Dolayısıyla bütün müminler, tek bir ümmettir. Allah, birdir. O, bütün insanların Rabbidir... Bu sebepledir ki; Peygamberlerin kıssalarının çoğu; semavi dinlerin "bir" olduğu gerçeğini doğrulamak için, ya bir sure de bir araya gelmiş ya da belirgin bir yolla gelmiştir. Buna örnek olarak, Enbiyâ Suresini inceleyelim: Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"And olsun ki Biz, Mûsâ ve Harun'a takva sahipleri için bir ışık ve öğüt olan Furkan 'ı verdik. O takva sahipleri, tenhada da Rablerine gönülden saygı gösterirler. Yine onlar, kıyametten korkan kimselerdir."

Yine Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"And olsun ki Biz, daha önce İbrahim'e de hidayet (Peygamberlik veya bilgi gücü) vermiştik.

Biz,  onu  iyi tanırdık. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Lût'a gelince, ona da hüküm, (Peygamberlik) ve ilim verdik. Onu, çirkin işler yapmakta olan memleketten kurtardık. Çünkü o memleket halkı, gerçekten pis işler yapan kötü bir kavimdi." Yüce Allah, Hz. Nûh, Hz. Eyyüb, Hz. İsmâîl, Hz. İdrîs ile Hz. Zekeriyyâ Peygamberleri, onların risalet görevlerini ve kavimlerine yaptıkları davetleri anlattıktan sonra, sözü; Kur'an'ı kerim'in doğruladığı bu apaçık hakikate getirmektedir. Bu apaçık hakikat ise, İlahın "bir" oluşu ve Ümmetin de "bir" oluşudur. İşte Şanı Yüce Allah, bu hususu şöyle anlatmaktadır:

"Hakikaten bu, 'bir' tek ümmet olarak sizin ümmetinizdir. Ben de, sizin Rabbinizim. Öyle ise bana kulluk edin."

işte bu, uzun bir uğraşının sonucunda elde edilmiş temel bir hedeftir.


Peygamberlerin, davetlerinin hedefini açıklama:

Kur'an'daki bu kıssaların amaçlarından birisi de, Allah tarafından gönderilen semavi dinlerin hepsinin hedefi ve temelinin bir olması ile peygamberlerin -Allah'ın salât ve selamı onların hepsinin üzerine olsun- buna tabi olmasıdır.

Peygamberler, bir tek hedefi ve bir tek gayeyi yerleştirmek için uğraşmışlardır ki o da; "İnsanları, Allah'ın birliğine inanmaya davet etmekti." İşte bu nedenle, pek çok peygamberin kıssası tekrar tekrar olarak toplu halde verilmekte ve burada onların esas akideye (yani bir olan Allah'ın birliğine inanmaya) davet metodu anlatılmaktadır. Bu da, peygamberlerin davette kullandıkları vasıtaların esas maksadıdır. Örnek olarak A'raf Süresindeki Yüce Allah'ın şu ayetlerini inceleyelim:

"And olsun ki, Nuh'u kavmine (Peygamber olarak) gönderdik. Bunun üzerine (O, kavmine): "Ey kavmim! Yalnızca Allah'a ibadet edin. Sizin için Ondan başka bir ilah yoktur." dedi"

Yine Yüce Allah bu konuyla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

"Ad kavmine de kardeşleri olan Hûd'u (Peygamber olarak) gönderdik. Bunun üzerine (o, kavmine): "Ey kavmim! Yalnızca Allah'a ibadet edin. Sizin O'ndan başka ilahınız yoktur..." dedi."

Yine Yüce Allah bu konuyla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

"Semûd kavmine de kardeşleri olan Salih'i (Peygamber olarak) gönderdik. Bunun üzerine (O, kavmine): "Ey kavmim! Yalnızca Allah'a ibadet edin. Sizin Ondan başka ilahınız yoktur...." dedi"

Yine Yüce Allah bu konuyla ilgili şöyle buyurmaktadır:

"Medyen kavmine de kardeşleri olan Şuayb 'ı (Peygamber olarak) gönderdik. Bunun üzerine (O, kavmine): "Ey kavmim! Yalnızca Allah'a ibadet edin. Sizin Ondan başka ilahınız yoktur... dedi.

İşte bu tevhid, akidenin temelidir. Allah tarafından gönderilen semavî dinler ve bütün peygamberler bu konuda müşterektir. İşte bu hususi amacı desteklemeleri için bu geliş ve gidiş üzere Peygamber kıssaları toplu halde birçok surede tekrar tekrar olarak anlatılmıştır.


Ümmetlerin Yüce Peygamberlere Karşı Konumu:


Kur'an'da ki kıssaların amaçlarından birisi de, Yüce peygamberlere karşı tavır konulmasına işaret edilmesidir. Peygamberlere karşı koyan milletlerin tavırları genelde birbirine benzemektedir...

Kavmini bir olan Allah'a ibadet etmeye çağıran bir Peygamber, kavminin ileri gelenlerinden olan suçluların inat ve müstekbir tavrı ile yalanlama ve bilebile inkar etme tavrıyla karşılaşmaktaydı. Nitekim Yüce Allah bu konuyla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

"(Ey Muhammedi) Böylece her Peygamber için (kavminin ileri gelenlerinden) suçlulardan bir düşman ortaya koyarız. Doğru yolu gösterici ve yardımcı olarak, Rabbin yeter." Peygamberlerin kavimleri kendilerine gönderilen peygamberlerin kıssalarında görülen davet şeklide tek bir şekil üzeredir...

Şimdi de Yüce Allah'ın, Hz. Nûh (a.s)'ın kıssası hakkında anlattığını dinleyelim!

"Dediler ki: "Ey Nûh! Bizimle tartıştın, hem de tartışmayı çok ileri götürdün. Doğru sözlü kimselerden isen haydi tehdit ettiğin (uzaktan) bir şeyi getir."

Hz. Hûd (a.s)'ın kıssasını da, Kur'an'ın bize naklettiğine göre kavminin tavrı şu şekilde olmuştur: "Dediler ki: "Ey Hûd! Sen bize bir delil ile getirmeden, senin sözünden ötürü ilahlarımızı terk etmeyiz ve sana inanmayız. Dediğimiz şu ki: Seni olsa olsa ilahlarımızdan biri (delilikle yahut da ahmaklaştırmak suretiyle) fena çarpmış. "

Hz. Salih (a.s)'ın, kavmi Semûd ile arasında geçen kıssayı, kavminin ağzından naklen Kur'an'da şöyle anlatılmaktadır:

"Dediler ki: "Ey Salih! aramızda bundan önce kendisine (önderlik makamına veya değişik işlerde danışılacak bîr konuma geleceksin diye) umutla bakılır bir kimse idin sen. Şimdi kalkıp da babalarınızın taptıklarına tapmaktan bizi vazgeçirmek mi istiyorsun? Doğrusu bizi çağırdığın şeyden (yalnızca Allah 'a ibadet etmekten) şüphe ve endişe içindeyiz."

Peygamberlerin davetlerini alay, yalanlama ve bile bile inkar etme suretiyle geçmiş milletlerin tavırlarında bir değişiklik olmadığını bulmaktayız. İşte geçmiş peygamberlerde bu şekildedir. Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:

"Onlardan önceki (kavim)lere herhangi bir Peygamber gelince: "'sihirbazdır' veya 'delidir' derlerdi."


(Semavî) Dinler ile Şeriatlar Arasında Sağlam Bir Bağın Olması:


Kur'an'da ki kıssaların amaçlarından birisi de; semavî dinlerin sağlam olmasındaki bağı açıklamaktadır. Zira semavî dinler, birbirleriyle çelişkili ve karışıklık halinde değildir. Bunun aksine semavi dinler, toplu bir kaynaktan sulanmıştır. Her Peygamber, daha önce geçen peygamberin tamamlanmış ve mükemmelleşmiş risâletiyle gelir ve insanları bir olan Allah'a iman etmeye, risâletine ve Yüce Allah tarafından kendisine gönderilmiş olan doğruya inanmaya davet eder. îşte bundan dolayı şeriatın kaynağı birdir. O kaynakta, alemlerin Rabbi olan Allah'tır. Peygamberler, kavimlerini tartışmaya, mücadeleye ve münakaşaya davet etmiyorlardı. Nitekim Yüce Allah bu konuyla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

"(Allah) Nuh'a buyurduğu şeyleri size de din olarak buyurmuştur. (Ey Muhammedi) Sana da vahyettik. İbrahim'e, Mûsâ 'ya ve îsâ 'ya: "Dine bağlı kalın, onda ayrılığa düşmeyin" buyurduk..."

Ayrıca Peygamberlerin atası  sayılan Hz. İbrâhîm (a.s)'ın (Hanü) dini ile peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Muhammed (s.a.v)'in (İslam) dini, özel bir bağ ile temelde birdir. Aynı şekilde Hz. Muhammed (s.a.v)in dini ile İsrailoğullarının dinleri de ana hatlarıyla aynıdır. (Bu dinler ile Hz. Muhammed (s.a.v)'in dini arasındaki bağ, diğer beşeri dinler arasındaki genel bağdan daha sağlamdır. Bunun içindir ki; Hz. İbrahim (a.s), Hz. İsâ (a.s) ve Hz. Mûsâ (a.s) kıssalarında bu noktaya tekrar tekrar dikkat çekilmiştir.)

Yüce Allah bu konuyla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

"Doğrusu bu buyruklar, ilk sahifelerde ve İbrahim ile Mûsâ 'nın sahifelerinde de vardır. "

Yine Yüce Allah bu konuyla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

"Allah, babanız İbrahim'in yolu olan dinde sizin için bir zorluk kalmamıştır. Daha önceden (nazil olmuş kitaplarda) ve bunda da (Kur'ân -ı Kerîm'de de) size Müslüman adını veren Odur, (O sizleri diğer ümmetlere üstün tutarak bu güzel isimle adlandırılmıştır.) "

Şimdi de Hz. İbrâhîm (a.s) ile Hz. Muhammed (s.a.v) arasında gerçekleşen bağa bir göz atalım: "Doğrusu İbrâhîm 'e en yakın olanlar, ona uyanlar (hem kendi döneminde ve hem de ondan sonra onun peşinden gidenler) bu Peygamber (Hz. Muhammed ve onun ümmetinden) iman eden kimselerdir. Allah'da müminlerin velisidir."

Şanı Yüce Allah bütün peygamberlerden, Hz. Muhammed (s.a.v)'e iman etmek, ona tabi olmak, onun dönemine ve hayatına ulaştıkları takdirde ona tabi olmak ve onun yardımcılarından olmak üzere misâk yani söz almıştır. İşte bu misâk, bütün semavi dinler arasında bir bağın bulunduğunu göstermektedir. Yüce Allah bu konuyla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

"Hani Allah peygamberlerden kendileri tarafından yerine getirilmek üzere şöyle misâk (söz) almıştı: "And olsun ki size kitabı ve hikmeti verdim. Yanınızda bulunanı (Tevrat, İncîl ve Zebur'u) doğrulayıcı bir Peygamber geldiğinde mutlaka ona inanacak ve yardım edeceksiniz... İkrar edip bu ahdi kabul ettiniz mi? " demişti. Onlarda; "İkrar ettik" demişlerdi. Allah: "Şahit olun. Ben sizinle birlikte şahitlerdenim " demişti.


Yüce Allah'ın Peygamberlerine Yardım Etmesi ve İlahi Mesajı Yalanlayanları Helak Etmesi:


Kur'an'daki kıssaların amaçlarından birisi de, Yüce Allah'ın peygamberlerin risâletinin sonunda onlara yardım etmesi, ilahi mesajı yalanlayan kavimleri helak etmesi, bu konuda peygamberlerine destek vermesi ve kavminin tehlikelerinden onların temize çıkmasını açıklamaktadır.

Öyle ki Allah, ilahi mesajı yalanlayan peygamberlerin kavimlerini helak etmek suretiyle ve peygamberlerine de yardım etmekle, davetlerini yüce kılmakla ve onları din düşmanlarına karşı üstün kılmakla onların dünyada iken (kendilerine ve Allah'a karşı yaptıklarını) peygamberlerinin gözleri önüne de serdetmekle peygamberleri hoşnut ediyor.


Yüce Allah'ın Olağanüstü Şeyleri Yaratma Gücüne Sahip Olduğunu Açıklamak:


Kur'an'daki kıssaların amaçlarından birisi de, Yüce Allah'ın olağanüstü şeyleri yaratma gücüne sahip olduğunu açıklamaktır. Örneğin, Hz. Adem (a.s)'ın yaratılış kıssası, Hz. İsâ (a.s)'ın doğuş kıssası gibi kıssalar Kur'ân-ı Kerîm'de anlatılmıştır.

İşte bunlar, bir şeye "kün feyekün" yani "ol" dediğinde o şeyin oluvermesi, Yüce Allah'ın her şeyi yaratma gücüne sahip olduğuna delâlet etmektedir. Örneğin: Hz. Adem (a.s)'ı babasız ve annesiz, Hz. İsâ(a.s)'ın ise annesinin olup babasız oluşu, Hz. Havva'nın Hz. Adem (a.s)'ın kaburga kemiğinden yaratılışı gibi olayların hepsi Yüce Allah'ın acayip olan olağanüstü şeyleri yaratma gücüne sahip olduğuna bir delildir.

Yüce Allah'ın, Hz. İsâ (a.s)'ı nasıl yarattığına dair olan ayeti ise şöyle!:

"Allah katında İsâ 'nın durumu, -kendisini topraktan yaratıp sonra "ol" demesiyle oluvermiş olan-Adem'in durumu gibidir."

Hz. İbrahim (a.s)'ın bir kuşu parçalayıp daha sonrada onun her bir parçasını bir dağın üzerine koyduktan sonra kuşun kendisine doğru uçup-gelme kıssası, harabe haline gelen bir kasabaya uğrayıp geçerken "Allah burayı nasıl diriltilecek" dediğinde Allah'ın onu yüzyıl öldürüp daha sonra dirilttiği adamın kıssası da bu şekildedir.

Bu kıssalar ve misâllerin hepsi, Yüce Allah'ın acayip olan harikulade şeyleri ortaya çıkarmadaki yaratma gücüne sahip olduğuna delâlet etmektedir.


İyilik ile Düzeltme ve Kötülük ile Bozgunculuk Çıkarmanın Sonucunu Açıklamak


Kur'ân-ı Kerîm'de anlatılan kıssaların amaçlarından birisi de, iyilik ve kötülük sonucunu açıklamaktır. Mesela; Hz. Adem (a.s)'ın oğulları olan Habil ile Kabil Kıssası gibi. Bu olay, Maide Sûresinde Yüce Allah'ın şu ayeti kerimesinde geçmektedir:

"Onlara (Ehl-i Kitab'a) Adem'in iki oğlunun kıssasını doğru olarak anlat (ki hasedin ve çekemezliğin neler getirdiğini öğrensinler) Hani ikisi birer kurban sunmuşlardı da; birisinden kabul edilmiş, diğerinden kabul edilmemişti O (Kabil, kardeşi Habil'e), andolsun ki "Seni mutlaka öldüreceğim" dedi. (Kardeşi Habil ise): "Allah, ancak muttakilerin (kurbanını) kabul eder" demişti." (Mâide: 5/27) Ayette, Kabil'in, kardeşi Habil'e nasıl zulmettiği, onu öldürmeye geldiği belirtilmektedir. Kıssada, mutlak ilahi adalet etrafında gerçekleşen Hz. Adem (a.s)'ın iki oğlu arasında geçen bir mücadele anlatılmaktadır:

Ma'reb seddinin kıssası, iki bahçe sahibinin kıssası, Ashabı Uhdûd kıssası ve Allah'ın nimetlerine karşı nankörlük eden milletin kıssası gibi kıssalar vardır.

Kur'ân-ı Kerîm'de anlatılan bu kıssaların hepsi, iyiliğin ve kötülüğün sonucunu açıklamak içindir. Kıssaların, buna benzer daha nice öğüt dolu amaçları da vardır. Kur'ân-ı Kerîm, kıssaları bu amaçla verir ve onlardan alınacak dersleri, öğütleri en güzel şekilde ortaya koyar." Yüce Allah bu konuyla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

"Doğrusu Biz, peygamberlerimize ve mü'minlere, dünya hayatında ve şahitlerin şahitlik edecekleri (kıyamet) gününde de yardım ederiz. O gün zalimlere mazeretleri (kendilerine) fayda sağlamaz. Lanet onlaradır. Yurdun kötüsü de onlaradır."

Yüce Allah'ın suçlular topluluğuna nasıl azap ettiğine dair olan adili mutlak şu ceza gerçektende düşündürücüdür:

"Karun'u, Firavun'u ve Hâman'ı da helak ettik. Andolsun, Mûsâ kendilerine apaçık deliller (mucizeler ve belgeler) getirmişti de onlar yeryüzünde büyüklük taslamışlardı. Halbuki onlar kurtulabilecek değillerdi. (Onlardan) her birini (işledikleri) günahıyla yakaladık. Kimine taşlar savuran kasırga gönderdik. Kimini çığlık tuttu. Kimini de yerin dibine geçirdi. Kimini de suda boğduk. Allah onlara zulmetmiyordu, una onlar (küfürleri sebebiyle) kendi kendilerine zulmediyorlardı.


Kur'an'daki Kıssaların Tekrar Edilmesindeki Sır


Yüce Allah, içerisinde öğüt ve nasihat bulunan nebilerin ve resullerin kıssalarını Kur'ân-ı Kerîm'de bize anlatmıştır. Aynı zamanda da onların güzel gidişatlarına ve temiz ahlaklarına uymamız için ve insanlara mutluluk ile kurtuluş yollarını aydınlatan lambalar olması için peygamberin hayatından ibret ve öğüt alma yerlerini bize göstermiştir. Bu konuyla ilgili olarak Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Doğrusu peygamberlerin kıssalarında akıl sahibi kimseler için ibretler vardır. Bu (Kur'ân-ı Kerîm,

kafirlerin ileri sürdükleri gibi) uydurulmuş bir söz değildir. Fakat o, sadece kendinden önceki

(semadan daha önce indirilmiş olan) kitapların tasdiki ve her şeyin tafsilidir. "

Peygamberlerin kıssaları birçok surelerde anlatılmıştır. Bundan dolayı da bu kıssalar -dış görünüşü

itibariyle- tekrarlayıcı gibi gelmiştir. Fakat bu tekrarlar, Yüce Allah'ın açık bir hikmetinin ve önemli bir işaretinin gereğidir. Çünkü bu durum, Kur'ân-ı Kerîm'in mucizeliğine delâlet etmektedir. Çünkü belâgatçıların en belâgatlı konuşanı ile fesahatçıların en düzgün konuşanı bile, bir defasında bir kıssa yazdığı zaman başka bir defasında aynı kıssayı ilkinin dışında başka lafızlarla metnin üslubunu düzgün lafızlarını ve açık sözlerini koruması mümkün değildir. Zira iki üslup arasında bütün çıplaklığıyla açık bir fark görülür. Kur'ân-ı Kerîm'e gelince ise o, kıssaları anlatırken bu fesahati, açıklamayı, konunun anlatılış güzelliğini ve sağlamlığını çeşitli şekillerde anlatmaya sahiptir. Bundan dolayı kıssalar, Kur'an'da bir manada olmak üzere insanlara ibret verici ve tekrarlayıcı bir şekilde gelmiştir. Fakat bunlar, değişik lafızlarla ve çeşitli ifadelerle kullanılmıştır. Doğrusu her şeyi açıklayıcı ve müminlere bir rahmet ve bir hidâyet rehberi olması için mucize kitabını indiren Yüce Allah, bu kıssalarda da görüldüğü gibi her şeyi yapmaya gücü yeter.


Kur'an'da Kıssaların Tekrar Edilmesi İle İlgili Örnekler


Kıssalardaki ifadelerin ve metin üslubunun güzelliğinin devamlı olmasında bir manaya ve çeşitli üsluplarla Kur'ân-ı Kerîm'deki kıssaların tekrarlanmasındaki neden, bizim bu anlatılan kıssalardan bir örnek olabilmemiz içindir. İşte bu, Hz. Adem (a.s)'ın kıssasında da vardır. Bundan dolayı Hz. Adem (a.s)'ın kıssası, Kur'an surelerinin farklı yerlerinde ve değişik üsluplarda anlatılmıştır. Örnek olması bakımından, Kur'an ın şahane üslubunu görmek için bu kıssanın tamamının anlatıldığı surelerden ikisini geçelim:

1. Yüce Allah, A'raf Sûresinde bu kıssayı şöyle anlatmaktadır:

"Ey Adem! Sen ve eşin (şeytanın cennetten çıkarılmasından sonra rahatlık içinde) cennette oturun. Her ikinizde (cennette bulunan ağaçların meyvelerinden) dilediğinizden yiyin. Yalnızca şu ağaca da yaklaşmayın. Sonra (Allah'ın bu emrine muhalefet edecek olursanız, bu muhalefetiniz sebebiyle) zalimlerden olursunuz. Derken şeytan, ayıp yerlerini kendilerine göstermek için ikisine de vesvese verdi. Ve: "Rabbiniz sizi başka bir şey için değil, ancak iki melek veya ebedî kalanlardan olmanızı önlemek için (bu ağaçtan yemeyi size) yasaklamıştır. Ve doğrusu ben, size öğüt verenlerdenim" diye ikisine yemin etti. Böylece onların ikisinin de gururlarını okşayarak aldattı. Bunun üzerine ikisi de ağaçtan tadınca, ayıp yerleri kendilerine göründü. Hemen ikisi de kendilerini cennetin yaprağı ile örtmeye başladılar. Rabbleri de onlara: "Ben sizi bu ağaçtan men etmiş miydim?" diye seslendi. İkisi de: "Rabbimiz! Kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen muhakkak ki biz, hüsrana uğrayanlardan oluruz' dediler."

2. Yüce Allah Tâhâ Sûresinde ise bu kıssayı şöyle anlatmaktadır:

"Hani (Allah) meleklere: 'Adem'e secde edin' demişti. İblis dışında hepsi (Adem 'e) secde etmişti. O ise (Adem'e secde etmekten) kaçınmıştı. Bunun üzerine (Adem'e): Ey Ademi Doğrusu bu (İblis), hem senin ve hem de eşinin düşmanıdır. Sakın sizi (aldatıp da) cennetten çıkarmasın. Yoksa bedbaht olursun. Zira cennette, ne acıkırsın ve ne de çıplak kalırsın. Orada (cennette içecek her şey bulunduğu için) ne susarsın ve ne de güneşin sıcağında kalırsın" demiştik Ama şeytan ona vesvese verdi ve: Ey Adem! Sana Sonsuzluk ağacını ve sonu gelmez mülkü göstereyim mi? ikisi de ondan yedi ve ayıp yerleri kendilerine göründü. Cennet yapraklarıyla üstlerini örtmeye başladılar. Adem, Rabbine isyan etmişti ve yolunu şaşırmıştı. Daha sonra da Rabbi onu seçip tövbesini kabul etti ve onu hidayete eriştirdi"

Yüce ilahın gücünü göstermek için Kur'ân-ı Kerîm'de tekrarlanan milletlerin olayları ile peygamberlerin kıssaları, bu güzellik ve sağlamlıkla bu Örneğe göre anlatılmıştır.



PEYGAMBERLER TARİHİ

Muhammed Ali Sabuni

Şırnak Uludere

 


20 Ocak 2024 Cumartesi

ENÜMA ELİŞ

 



Çivi yazısıyla yazılmış Sami yazıtları arasında, Babilliler ve Asurlular tarafından Enuma  eliş ("Vaktiyle yukarda ... ") adıyla bilinen -adını da şiirin başlangıç sözcüklerinden alan- destan kadar geniş ilgi uyandırmış yazıt azdır. Dilbilimsel değiniler dışında, Enuma Elişin böyle yaygın biçimde tanınıp ünlenmesi kısmen Mezopotamyalıların teogoni ve kozmogoni konularındaki görüşlerinin incelenmesi -dolayısıyla da, genel olarak eski Yakın Doğu dinlerinin karşılaştırmalı incelemesi- açısından taşıdığı büyük anlam ve önemin sonucu olmakla birlikte, bu ilgi her şeyden önce Enuma Elişin, Tekvin Kitabı'nın ilk iki bölümünde  anlatılanlarla bazı benzerlikler göstermesinden ileri gelmektedir.


TABLETLERİN BULUNUŞU


Bu büyük destan yedi kil tablet üzerine kaydedilmiş olup, hepi topu binden biraz fazla satırı kapsamaktadır. Gün ışığına çıkan ilk parçalar 1848 ile 1876 yılları arasında Austen H. Layard, Hormuzd Rassam ve George Smith tarafından Kral Asurbanipal'in (M.Ö. Yak. 668) Ninova'daki büyük kütüphanesinin yıkıntıları arasında bulunmuştur. 1902'den 1914'e kadar-Asur ülkesinin eski başkenti- Aşur'da kazı yapan Alman heyeti de araştırmaları sırasında toprak altından, Babil öyküsünün Asurca bir değişkesine ait birtakım parçalar (özellikle I, VI ve VII. tabletler) çıkardı; bu değişke, kimi nüshalarında Babil tanrılarının kralı Marduk'un yerine Asur tanrılarının kralı Aşur'un konmuş ve Labmu'yla Lakamu'nun da Aşur'un ana-babası diye gösterilmiş olmasıyla ayrılmaktadır. 1924-1925'te,  destanın bir Yeni Babilce değişkesine ait hemen hemen tamam iki tablet, I ve VI. tabletler, Oxford Üniversitesi'yle Chicago Field Museum'un ortak araştırma heyeti trafından Kiş'te bulundu. Nihayet, 1928-1929'da Almanlar VII. tabletin oldukça büyük bir Yeni Babilce parçasını Uruk'ta (Kitabı Mukaddes'teki Erech) buldular. Bütün bu buluntular ve başka parçaların da (ki çoğunun nereden geldikleri belli değildir) antikacılardan satın alınması sayesinde, destan hemen hemen bütünlüğü içinde yeniden kurulabildi; büyükçe bir bölümü bugün de eksik olan tek tablet V. tablettir.


ELDE EDİLEN MALZEMENİN YAYIMLANMASI


Destanın anlattığı öyküyü  ilk yayımlayan British Museum'dan George Smith oldu; Smith 1875'te Daily Telegraph'a yazdığı bir mektupta yaradılış dizisine ait yaklaşık yirmi parçanın içeriklerini betimledi. 1876'da da Tbe Chaldcan Account of Genesis [Tekvin'in Kaldelilere Göre Anlatımı] adlı kitabı çıktı; eser tanılanabilmiş olan tüm parçaların çevirisini ve tartışılmasını içeriyordu. Bütün bu malzeme oldukça bölük pörçüktü, fakat içeriklerinin Eski Ahit'in ilk bölümleriyle benzerliği yanılgıya meydan vermeyecek kadar açıktı; bu yüzden, benzerlik söz konusu olmasaydı ilgilendirebileceğinden çok daha geniş bir incelemeci ve araştırmacı çevresini hemen kendine çekti. O zamandan beri, hele yeni tabletler ve tablet parçaları da bulunmağa devam ettikçe, bu öykü pek çok Asurbilimci tarafından kopyalanıp çevirildi.

1890'da Peter Jensen, Die Kosmologie der Babylonier [İlk ve Son Çağlarda Yaratılış ve Kaos] (Strassburg) adlı eserinde öykünün, harfçevrimi ve açıklamasıyla birlikte, bir çevirisini yayımladı. Beş yıl sonra Heinrich Zimmern, Hermann Gunkel'in Schöpfung und Chaos in Urzeit und Endzeit [İlkçağ ile Sonçağda Yaratılış ve Kaos] (Göttingen, 1895) adlı kitabında, öykünün yeni ve iyileştirilmiş bir çevirisini ortaya koydu. Hemen ertesi yıl Friedrich Delitzsch, Das babylonische Weltschöpfungsepos [Babil (Dünya) Yaratılış Destanı] (Leipzig, 1896) adlı eserini çıkardı. Birkaç yıl içinde bu yayınlar jensen'in, Assyrisch-babylonische Mythen und Epen (Asur-Babil Mit ve  Destanlarıl)(Berlin,  1900) adlı kitabındaki derin görüşlü ve bugün de çok değerli Enuma eliş incelemesi tarafından eskitildi; bu çalışma bir harf-çevrimi, bir çeviri ve ayrıntılı bir açıklamayı kapsamaktadır. Yüzyılın başlarında L. W.  King de iki ciltlik  The Seven Tablets of Creation [Yaratılışın Yedi Tableti] (Londra, 1902) adlı eserinde çok sayıda yaradılış parçasını yayımladı; ciltlerin birincisi başlıca harfçevrimlerini, çevirileri ve tartışmaları kapsarken, ikincisi sadece çiviyazılı metinleri içermektedir.

Bu konuyu işleyen daha yakın tarihli yayınlar şunlardır: A. Ungnad,  Die Religion der Babylonier und Assyrer [Babil ve  Asurluların Dini]  (Jena,  1921); Erich Ebeling, Das Babylonische  Weltschöpfungslied [Babil'e Göre Dünyanın Yaratılışı], Bruno Meissner, Altorientalische Texte und Untersuchungen [Eski Doğu Metin ve Çalışmaları], 11, 4 (Breslau, 1920; Hugo Gressmann'ın, Altorientalische Texte zum Alten  Testament (Berlin ve Leipzig, 1926) adlı eserinin Ebeling tarafından gözden geçirilmiş basımı; S. Langdon, The Babylonian Epic of Creation [Babil Yaratılış Destanı] (Oxford, 1923) ve Babylonian Penitential Psalms to Which Are Added Fragments of the Epic of Creation from Kish [Kiş Yaratılış Destanına Eklenmiş Babil Pişmanlık tahileri] (Paris,  1927); Sir E. A. Wallis Budge,  The Babylonian Legends of the Creation [Babil Yaratılış Efsaneleri] (Londra, 1931); Anton Deimel, "Enuma EliS" und Hexaemeron [Enuma Eliş ve Hekseneron] (Roma, 1934); G. Furlani, Il Poema dela ereazione [Yaratılış Destanı] (Bologna, 1934); Rene Labat, Le Poeme babylonien de la creation [Babil Yaratılış Destanı] (Paris, 1935).



ÖYKÜNÜN ÖZETİ


Destan, ilk tanrısal anababa Apsü ile Ti'amat ve oğulları Mummu'dan başka hiçbir şeyin bulunmadıgı zamanlara kısa bir değinmeyle başlar. Apsü öncel çağın tatlı su okyanusu, Ti'amat da tuzlu su okyanusuydu; Mummu ise olasılıkla, iki su kütlesinden yükselip üzerlerinde dalgalanan buguyu veya sisi temsil ediyordu; özellikle VII. tablet: 86'da bulutlarla doğrudan ilişkilendirilmiş olması bunu göstermektedir. Bu üç tür su biri-birine karışarak, daha sonra evrenin yapısında kullanılacak bütün öğeleri içeren uçsuz bucaksız ve belirlenmemiş bir kütle oluşturdular. Henüz ne yer ne de gök vardı, bir sazlık bataklık bile görünmüyordu. Bir zaman sonra Apsü ile Ti'amat bir erkek ve kız kardeş çifti olan Labmu ile Labamu'yu dünyaya getirdiler. Bu ikisi büyümekteyken bir başka erkek ve kız kardeş çifti daha doğdu: Anşar ve Kişar; bunlar boyca öteki çocukları geçtiler. Bu iki tanrısal çiftin aslında ne oldukları henüz tahmin ve spekülasyon konusudur.

Yıllar sonra Anşar'la Kişar'ın bir oğulları oldu. Olasılıkla babası Anşar'a çok benzeyişine atfen, ona Anu adını verdiler. Anu gök tanrısıydı; o da kendi benzeri Nudimmud'u dünyaya getirdi. Enki ve Ea adlarıyla da bilinen Nudimmud olağanüstü güç ve bilgelik sahibiydi; yeraltındaki tatlı suların ve sihirbazlığın tanrısı, aynı zamanda Mezopotamya tanrılarının da en akıllısı ve bilgesi oldu.  Üyesi olduğu tanrılar topluluğunun içinde rakibi yoktu; hatta sahip olduğu üstünlükler nedeniyle kendi atalarının bile "üstadı", efendisi sayılıyordu.

Genç tanrılar, yaşam ve canlılık dolu olduklarından, doğal olarak neşeli ve gürültülü toplantılardan hoşlanıyorlardı. Fakat bu eğlenceler yaşlı, aylak ve rahatlarına düşkün ana-babalarının ve büyük ataları Apsü ile Ti'amat'ın ciddi biçimde keyiflerini kaçırıyordu. Rahatsız edici bağırış çağırışları azaltmak için barışçı yollar denendiyse de sonuç alınamadı. Sonunda kafası iyice kızan Apsü kesin ve acımasızca eyleme geçmeye karar verdi.

Oğlu ve "veziri" Mummu'yla birlikte Ti'amat'ın huzuruna çıkıp ona öyle bir düzen önerdi ki, ana yüreği acıyla dolan Ti'amat büyük bir öfkeyle haykırarak eşine çıkıştı: "Kendi dünyaya getirdiklerimizi neden yok edecekmişiz? Davranışları gerçekten üzücü, ama bunu hoş karşılayalım!" Fakat veziri tarafından da desteklenen Apsü katı bir inatçılıkla, dile getirdiği amacından dönmedi: "(Onları) yok edeceğim ve davranışlarına son vereceğim ki, huzur sağlansın ve biz de uyuyabilelim!"

Haber duyulunca tanrılar büyük bir korku ve telaşa kapılarak kargaşa içinele oraya buraya koşuşmağa başladılar. Sonunda sakinleştiler ve kara kara düşünerek sessizce oturdular; hiçbirinin aklına bir kurtuluş yolu gelmiyordu. Bereket versin, o çaresiz anlarda, Apsu'nun bile "üstaklı" olan biri bulundu: Ea'ydı bu, "sonsuz zekalı, becerikli (ve) bilge" sihir tanrısı ... Saldırıya karşı korunma sağlamak üzere Tanrıların çevresine bir tür sihirli çember çizdi, sonra da olağanüstü güçlü ve kutsal bir sihirli yın düzdü. Bu yın okudu ve uyku verici bir güç olarak Apsü'nun üzerine inmesini sağladı. Ea sihirli yınnı okudukça Apsu büyünün gücüne yenildi ve derin bir uykuya daldı. O böyle derin uykuda yatarken Ea onun kırallık tacını* başından, yaydığı doğaüstü ışınını da üstünden alarak kendisi giyindi. Böylelikle Apsü'nun gücüne ve görkemine sahip olunca, bütün tanrıların babasını öldürüp vezirini de hapsetti. Ea zaferini en başta, söylenen sözde içkin olan yetke ve güç sayesinde, yani söz büyüsü yoluyla, kazanmıştı. Ti'amat'a zarar verilmedi, çünkü o Apsü'nun  niyet ve düzenlerine sıcak bakmamıştı. Ea bu işin ardından, öldürülmüş Apsü'nun üstüne büyük ve geniş bir yapı kurarak buna "Apsü" adını verdi ve burayı kendisi ve öteki tanrılar için kutsal ziyaretgah olarak belirledi. Orada, eşi Damkina'yla birlikte, görkemli yaşamını sürer oldu.

Öte yandan o ara "tanrıların en bilaesi" Marduk da doğmuştu; günü geldiğinde tanrıları daha da korkunç bir düşmandan kurtaracak ve kalabalık Babil tanrılarının başına geçecek olan tanrıydı o. "Onu doğurtan, babası Ea'ydı; doğuran da  anası Damkina.  Tanrıçaların memelerini emdi"; böylelikle ek tanrısal güç ve nitelikler de edindi. Marduk etkileyici bir kişilikti, şimşek gibi çakan gözleri ve yüreklere korku salan bir haşmeti vardı. Babası ona baktığında "sevinç duyar, yüzü güler, yüreği şenlenirdi." O zaman, besbelli sihir yoluyla, Ea oğluna tanrılardan iki kat eşitlik bağışladı; bu özellik Marduk'un iki yüze ve olağan olanın iki katı boyutlarda organlara sahip oluşunda kendini gösteriyordu, öyle ki o "tanrılar arasında yüceltilmiş olandı".

Bunlar olurken Ti'amat da, herhalde kocasının öldürülmüş olmasından dolayı, rahatsızdı. Gece gündüz yerinde duramıyor, ortalıkta dolaşıp duruyordu. Kingu'nun elebaşılık yaptığı bazı tanrılar (krş. VI. Tablet: 23-30) kötülük olsun diye onu kocasının öcünü almağa kışkırttıklarında huzursuzluğu iyice arttı. Ti'amat kışkırtmaya kapıldı ve gerek eşinin ölümünden sorumlu olan gerek bunu hoş karşılayan tanrılara savaş açmağa karar verdi.

Başkaldıran tanrılar bu kez açıkça Ea'dan ayrılıp Ti'amat'ın tarafına geçtiler; kızıp bağırıştılar, gece gündüz demeden kumpas kurdular; "toplantı yapıp çatışmayı tasarladılar." Ti'amat da kendi yönünden, yaklaşan çarpışma için, on bir tür dev yılan ve yırtıcı ejderhalar dünyaya getirdi. Kingu'yu ululayıp kendine yeni eş olarak aldı, savaşın başkomutasını ona verdi, onu tüm tanrılar üzerine egemen kıldı ve tüm canların çektiği yazgılar tabletini de, bütün sihirli güçleriyle birlikte, ona armağan etti. Çok büyük ve güçlü bir cinler ordusu birdenbire ortaya çıkıvermişti.

Ti'amat nerdeyse saldırıya geçmeye hazırdı ki, birisi Ea'ya tehlikenin kapıda olduğunu haber verdi. Bilgili ve becerikli Ea, Apsü'yu yenen kahraman, yaklaşan büyük tehlikeyi duyunca, korku ve sıkıntıdan soğukkanlılığını yitirdi, zihni uyuştu. Konuyu kafasında evirip çevirdikten ve kendine yeniden hakim olduktan sonra, büyükbabası Anşar'a gidip kendisine verilen bilgiyi sözcüğü sözcüğüne tekrarlayarak, "Ti'amat'ın bütün tasarladıklarını" ve yaptığı hazırlıkları anlattı. Anşar sarsıldı, derin kaygı ve üzüntü ifadeleriyle bunu dışa vurdu ve Ea'dan düşmana karşı gitmesini istedi. Ea büyükbabasının sözünü dinledi, ama bu girişim, Apsü'ya karşı o denli kesin bir zafer kazanmış biri tarafından yapılmasına  karşın, başarısızlıkla sonuçlandı. O  zaman Anşar oğlu Anu'ya dönüp onu barışçı yollar tutsun diye teşvik ederek şöyle dedi: "[Git] ve Ti'amat'ın önünde dur [ki] ruhu [sakinleşsin ve yüreği yumuşasın. [Eğer] senin sözünü dinlemezse, ona bizim [sözümüzü (?)]söyle, ki sakinleşsin." Böylece Anu hem kendi yetkesi hem de tanrıların önderinin yetkesiyle donanmış olarak gitti. Fakat, Apsu'nun aksine, Ti'amat ne denli büyük olursa olsun sadece yetkeyle, ne derece etkili olursa olsun sadece sihirle yenilemezdi; fiziksel güç kullanılarak hakkından gelinmesi gerekti. Anu dehşete kapılmış olarak döndü ve görevden affını diledi. Anşar sessizliğe büründü, başını saliayarak gözlerini yere dikti. "Bütün Anunnaki'ler orada toplanmıştı. Dudakları yumuluydu, sessizce [oturuyorlardı]." Tanrılar daha önce hiç böyle darda kalıp bunalmamışlardı. Arkadan gelecek olan zaferin büyüklüğünü daha açık göstermek için, metinde bu tablo son derece karanlık terimlerle ve iç karartıcı renklerle çizilmektedir.

Bunalımın doruğa vardığı o  anda, Anşar'ın aklına umut verici bir fikir geldi. Daha önce yiğitliğini kanıtlamış olan (krş. Il. tablet: 95) ve bu kez de mutlaka boş dönmeyeceğini düşündüğü yiğit Marduk'u hatırladı. Marduk Ea'nın huzuruna çağrılıp babası tarafından bilgilendirildikten sonra Anşar'ın huzuruna çıktı. Anşar Marduk'u böyle tüm kuvveti dışa vurmuş ve her yanından güven fışkırır halde görünce, "yüreği sevinçle doldu; (onun) dudaklarını öptü, korkusu dağıldı"; Marduk da büyükbabasının içini rahatlattı: "[Anşar], sessiz kalma, dudaklarını aç; ben gidip senin gönlünde yatan her şeyi gerçekleştireceğim! [Ey atam, yaratıcı, memnun ol ve sevin; yakında Ti'amat'ın ensesine ayağını basacaksın!"] Gençliğine karşın Marduk'un tanrıları güçlü düşmanlarından kurtaracağından hiç kimsenin kuşkusu yoktu. Üstelik o hemen savaşa gitmeye ve tanrıları felaketten uzaklaştırmaya hazırdı. Fakat ücreti çok yüksekti: Tanrılar üzerinde en büyük  ve tartışılmaz yetkeyi istiyordu.  Anşar bu  istegi  kabul etti (krş. III.  tablet:  65-66), fakat kararın tanrılar kurultayında onaylanması gerekti.

Bu yüzden Anşar veziri Kaka'yı çok uzakta yaşadıkları için yaklaşan kavgadan haberleri olmayan Labmu'yla Labamu'ya ve bütün öteki tanrılara gönderdi. Kaka onlara durumun vahameti hakkında bilgi verecek ve hepsini Anşar'ın huzuruna çağıracaktı. Giriş niteliğinde birkaç uyarıdan sonra, Anşar Kaka'ya Ti'amat'ın düşmanca etkinlikleri hakkında kendisine anlatılanları olduğu gibi aktararak, bu haberi sözcüğü sözcüğüne Labmu'yla Labamu'ya tekrarlamasını söyledi. Kaka da gidip Anşar'ın söylediklerini tüm ayrıntılarıyla onlara iletti. Bu birden bire patlak veren ve benzeri olmayan bunalımı duyan tanrılar da şaşırıp dehşete düştüler, bağrışıp çağrıştılar ve acıyla ah vah ettiler. Yola çıkıp Anşar'ın huzuruna geldiler, Kurultay Sarayını doldurdular.

Karşılaştıklarında öpüştüler ve Anşar'ın kendilerini gerekli havaya sokmak için  hazırlamış olduğu şölen sofrasına oturdular.  "Tatlı şarap korkularını dağıttı; kuvvetli içkiyi içtikçe vüdutları şişti. Aşırı derecede umursamaz oldular, moralleri yükseldi; öçlerini alacak olan Marduk için yazgıyı belli deyip ilan ettiler."

Şölenden sonra tanrılar Marduk için  hakanlara layık bir sayvanlı taht kurdular ve genç  tanrı atalarının önünde bu tahta oturup verilen egemenliği kabul etti. Tanrılar törenli bir söylevle ona tanrılar içindeki en yüce konumu bağışladılar ve "koca evrenin bütünü üzerine krallık" verdiler. Bu güce gerçekten sahip olup olmadığını görmek  için tanrılar Marduk'u sınadılar. Orta yere bir giysi koydular. Marduk'un bir buyruğuyla giysi tahrip oldu, ikinci buyruğuyla da eski haline döndü. Tanrılar onun sözünün güç ve etkisini görünce sevindiler ve tanrıların kralı Marduk'u alkışlayıp ona saygılarını sundular. Asa, taht ve krallık giysisinden(?) oluşan krallık nişanlarını da kendisine verdiler, bunlara "düşmanı vuran karşı durulmaz bir silah" da ekleyerek dileklerini söylediler: "Git ve Ti'amat'ın hayatını kes!" Marduk döğüşe hazırlanmak üzere kalkıp gitti.

Kendine bir yay yaptı, okuna bir temren taktı ve sağ eline kalın bir sopa aldı. Yayıyla okluğunu omuzuna astı; fırtına tanrısı gibi önü  sıra şimşeği gönderdi;  gövdesini yakıcı bir alevle doldurdu; bir ağ yaptı ve onu Anu'nun armağanı olan dört  yele taşıttı; bunlara yardımcı olsun diye yedi yel de kendisi yarattı; yağmur selini boşandırdı ve kanı donduran dört efsanevi yaratık tarafından çekilen korkunç fırtına arabasına bindi. Korku salıcı bir örme demir zırha bürünmüş, başının etrafında göz kamaştırıcı bir parlaklık ve çeşitli ürkütücü özeliklerle de donanmış olarak, çevresinde pervane olan tanrılar kalabalığıyla birlikte, Marduk yenilmez görünen Ti'amat'la karşılaşmak üzere yola çıktı.

Marduk'un böyle bütün dehşet salıcı gücünü ve göz kamaştırıcı görkemini kuşanmış olarak ortaya çıkışı bile Kingu'yla ona yardım edenlerin aklını şaşırttı. Yalnız Ti'amat sarsılmadı; iğneleyici sözlerle takılarak onu kutladı ve -görünüşe göre- kuvvetli bir kükremeyle genç tanrıyı korkutmak istedi. Fakat Marduk babası Ea ve dedesi Anu'ya göre daha dayanıklı bir hamurdan yapılmıştı. Hiç istifini bozmadan, kötülük hazırlıkları yüzünden Ti'amat'ı sert ve yaralayıcı sözlerle suçlayarak teke tek vuruşmaya davet etti! "Ti'amat bunu duyunca, çılgına dönmüş biri gibi oldu (ve) soğukkanlılığını yitirdi. Sesinin çıktığı kadar (ve) çılgınca haykırdı," ta temellerine kadar sarsıldı! Ama meydan almayı da kabul etti ve ikisi göğüs göğüse çarpışmak üzere biribirine yaklaştılar. Marduk ağını açıp attı ve Ti'amat'ı ağıyla sardı. "Ti'amat Marduk'u yutmak için ağzını açınca, o, dudaklarını bir daha kapa[ya]masın diye, içeri kötülük yelini sürdü." Kuduran yeller Ti'amat'ın vücudunu şişirip gererken, ağzından içeri bir ok attı; ok Ti'amat'ı kalbinden vurarak hayatına son verdi. Marduk böylece Ti'amat'ı öldürdükten sonra, cesedini yere attı ve üstüne çıkıp durdu. Ti'amat'ın izleyicileri, önderlerinin öldüğünü görünce  dağılıp kaçmağa çalıştılarsa da hiçbiri kaçamadı.

Düşman tanrılar hapsedildi,  silahları ellerinden alındı. Marduk Kingu'dan yazgı tabletini aldı, onun sahibi olduğunu kanıtlamak ve el koyuşunu yasallaştırmak üzere kendi mührüyle mühürledi ve kendi göğsüne taktı. Tutsak tanrılar üzerindeki denetimini güçlendirdikten sonra Ti'amat'a döndü;  amanvermez sopasıyla kafasını yardı, ana damarlarını kesti ve kanını kuzey yeliyle güneye doğru ücra ve sapa yerlere taşıttı. Son olarak Ti'amat'ın dev gövdesini iki parçaya bölerek evreni yarattı. Gövdenin bir yarısıyla göğü, öteki yarısıyla yeri yaptı, sonra Anu,  Enlil ve Ea'nın her birini kendi bölgesine yerleştirdi.

Bundan sonra büyük tanrılar için  gökte  konaklar yarattı; doğuş ve batışlarıyla yılı, ayları ve günleri belirlemek üzere,  takımyıldızları gökte  yerlerine yerleştirerek takvimi düzenledi; güneşin çıkıp girmesi için doğuda ve batıda kapılar inşa etti; gögün  tam ortasına da başucu noktasını çaktı; aya  ışık saçtırarak geceyi ona emanet etti. Gök cisimlerinin yaratılıp düzenlenmesini anlatan tablet, aya verilen biıtakım ayrıntılı emirlerden sonra, kırılmış durumdadır.

Ti'amat'tan yana olmuş ve şimdi hapsedilmiş olan tanrılar, zaferi kazananların hizmetine verilip onların bakımını sağlamakla görevlendirildiler. Ancak bu önemsiz görev bile onlara o kadar ağır geldi ki, Marduk'tan bu yükün kaldırılmasını istediler. Marduk tutsak tanrıların sözlerini dinleyince, insanı yaratıp yenilmiş tanrıların görmek zorunda oldukları hizmeti ona yıkmağa karar verdi. Ea'yla danışma sonucunda, ayaklananların elebaşısı öldürülerek kanıyla insan soyunun yaratılmasına ve tutsak tanrıların serbest bırakılmasına karar verildi. Yüce mahkeme kurulup Kingu buraya çıkarıldı ve suçlandı. "Çatışmayı yaratan",  "Ti' amat'ın ayaklanıp savaşa hazırlanmasına sebep olan" oydu.

Buna göre, Kingu  bağlanıp Ea'nın huzuruna getirildi.

Marduk'un  akıllıca tasarıları üzerine  hareket eden Ea, bazı tanrıların da yardımıyla, Kingu'nun atardamarlarını kesti ve kanından insan soyunu yarattı. Artık İnsan, yenilmiş tanrılar ordusunun işini üstlenerek, Babil 'in bir dolu tanrısını besleyecekti.

Bundan sonra Marduk tüm Anunnaki'leri -ilk dönemlerde gökteki ve yerdeki bütün tanrıların genel adı olmuş gibi görünen bir terim- ikiye ayırdı. Üç yüzünü göğe, üç yüzünü de yere atadı ve her gruba uygun görevleri paylaştırdı.

Anunnaki'ler, Marduk'un eliyle özgürlüğe kavuşmalarından dolayı minnet ifadesi olarak Babil kentini ve Marduk'un büyük tapınağı, çok katlı kulesiyle Esagila'yı inşa ettiler.  Sonra  tanrılar, neşeli bir şölenden sonra resmi bir kurultay yaparak Marduk'un elli adını yüksek sesle okudular. Ti'amat'a karşı savaşa gitmesinden önce Marduk'u en yüce egemenlik güç ve yetkesiyle donatmak üzere daha önce Kurultay Sarayında bir araya geldikleri gibi, şimdi de aynı yerde toplanarak tüm tanrıların yetki ve yetenekleriyle birlikte bu elli ünvanı resmen ona verdiler ve böylece, Marduk'un bütün yaptıklarını daha da ileri değerlendirerek, "yolunu yollar arasında birinci" kıldılar.

Şiir, insanları, kendileri için her şey yolunda gitsin diye, bu adları inceleyip öğrenmeye, bellekte tutmaya ve Marduk'un saltanatında sevinip mutlu olmaya teşvik eden bir sondeyişle bitmektedir.



DESTANIN AMACI


Enuma eliş Mezopotamya kozmolojisi hakkındaki bilgimizin başlıca kaynağıdır. Başka yaratılış öyküleri kozmosun şu ya da bu yönü veya görünümünü konu edinirken, Enuma eliş bize bir bütün olarak evrenin köken ve düzenini anlatıp açıklamaktadır. Evren, kendisini oluşturan parçalar açısından, (kimi tanrıların karakterleri bugün de kesin olmamakla birlikte) kozmosun ögelerini ya da doğa kuvvetlerini temsil eden tanrılarla başlar ve halihazırdaki dünya düzeninin kurucusu Marduk'un yaratıcı etkinlikleri boyunca yapılaşır ve tamamlanır.

Ancak, Enuma elişen başta hiç de bir yaratılış öyküsü sayılamaz. Yaradılışı ele alan bütün satırları, teogoni de dahil olmak üzere bir araya getirsek, hatta V. tabletin eksik parçasının büyük bölümünün yaratış olaylarıyla ilgili olduğunu varsaysak bile, yedi tabletin ikisi kadar bile yer kaplamadığını, ancak yaklaşık olarak VI. ve VII. tablette Marduk'un elli adına ayrılan yer kadar bir yer tuttuğunu görürüz. Marduk'un yaratma edimlerinin kısa ve üstünkörü anlatımı, onun doğuş ve büyüyüşünün, savaşa hazırlanışının, Ti'amat'la ordusunu yenişinin ayrıntılı öyküsü ve elli adının yine ayrıntılı ve gösterişli biçimde ilan edilip açıklanması ile açık karşıtlık gösterir. Evrenin yaradılışı destanın baş amacı olsaydı, bu noktanın çok daha fazla vurgulanması gerekirdi.

Bu durumda,  Enuma  elişin, bugünkü biçimiyle, her şeyden önce  ve en başta, tanrıların kahramanı ve gökle  yerin yaratıcısı Marduk'un onuruna yazılmış bir edebiyat anıtı olduğundan kuşku duyulamaz.  Güttüğü birinci amaç, Marduk'un Babil'in başlıca tanrısı konumundan tüm Babil tanrılarının tek önderi konumuna yükselişine kozmotojik neden ve açıklamalar getirmektir. Bu amaca, Ti'amat'ın yenilgisi ve evrenin yaratılışı ile gözetimi ona atfedilerek ulaşılmaktadır. Tanrıların doğuşunun anlatımı, ardından gelen Ea'yla Apsü arasındaki mücadele ve evrenin kökeni temaları Marduk'un davasını güçlendirmek için eklenmiştir. İlki Marduk'la Ti'amat'ın çatışması ve Marduk'un tanrılar arasında en yüksek iktidara yükselmesinin ön örneği olarak metnin içine alınırken, evrenin yaradılışı öyküsü aslında her şeyin nasıl dünyaya  geldiğini anlatmaktan ziyade,  Marduk'un anını şanını daha da şişirmeye yaradığı ve görünür görünmez bütün varlıklar üzerindeki egemenliğini gerekçelerneye yardım ettiği için destana eklenmiştir.

Marduk'a  övgü düzmek amacının ardından, bu destanın yazılışından sorumlu olan Babil rahiplerinin, Marduk'un kenti Babil'e övgü düzmek ve Babil'in ülkedeki bütün kentlere üstünlük iddialarını güçlendirmek arzuları gelmektedir. Babil'in üstünlük iddiası, Ti'amat'ı yenip evreni yaratan ve düzenleyenin Babil'in tanrısı olmasıyla zaten gerekçeleniyordu. Babil'in kökenlerini ta zamanın başlangıcına kadar çıkarmak ve kuruluşunu bizzat büyük Anunnaki'lere atfetmek bunu daha da güçlendirecekti: Anunnaki'ler Babil'i Marduk ve genel olarak tanrılar için sürekli bir oturma yeri olarak inşa etmişlerdi (VI. tablet: 45-73). Demek ki elimizdeki destan sadece dinsel değil aynı zamanda siyasal bir belgedir de.



DESTANIN KAYNAKLARI


Babilli Sami kavimlerin edebi başyapıtlarından biri olmakla birlikte, Enuma elişin Sümerlilerin kozmolojisini temel aldığına ve Sümer öyküsünün temel kişisi olan Enlil'in, Marduk'un yükselişine kadar Babil'in de en önemli tanrısı olduğuna kuşku yoktur. Zira Ti'amat dışında bütün  tanrılar Sümerce adlar taşımakla kalmaz, Apsu ve Enlil gibi bazı tanrıların kendilerinin de Sümerli oldukları kabul edilir.  Bundan başka, Ti'amat'ın doğurduğu canavarların (I. tablet: 132-142) çoğu ve Marduk'un yarattığı rüzgarların (IV.  tablet:  45-46) hemen hepsi de aynı şekilde Sümerce adlar taşırlar. İnsan bile Sümerce bir terim ulan lu/lu ile gösterilir ve bu terim hemen amelu olarak Samiceye çevrilir (VI. tablet: 6-7). Dahası, öncel çağ dünya maddesinin gök ve yer diye ikiye ayrılması da Sümerlilerin, havanın kişileşmiş simgesi olan Enlil'e atfettikleri bir olaydır; zira, gökle yeri biribirinden ayrı tutan, aralarındaki havaküredir. Bu bağlamda göz  önüne  alınması gereken  bir  başka önemli nokta da, Babilli Samilerin genel olarak Sümerlilerin mirasına konmuş ve bu sıfatla, bazı küçük değişikliklerle, onların yazı ve edebiyatlarını, dinlerini, kültür ve uygarlıklarını devralıp benimsemiş olmalarıdır.

Fakat Sümer  kozmolojisi içerik ve köken  olarak daha iyi tanınıncaya kadar, Enuma elişin ne kadarının Sümer kaynaklarına bağlanması gerektiği herhangi bir kesinlik derecesiyle belirlenemez; zira S.N. Kramer'in de belirttiği gibi, "en eski Sümer mitolojisinde de, Sümer elitinde rastladığımız gibi, Sami "etkisinin izleri" bulunması pekala mümkündür.



YAZILIŞ TARİHİ


Şiirimizin yaklaşık bugünkü biçimiyle ne zaman yazıya geçirildiğini kesinlikle belirleyemiyoruz. Ninova'daki Asurbanipal kütüphanesinden gelen tablet ve parçalar M.Ö. yedinci yüzyıla aittir; Aşur kentinden gelenler yaklaşık M.Ö. 1000 tarihine kadar çıkıyor; Kiş'ten gelenler, Uruk'ta bulunan parça ve kaynağı belli olmayan parçalar ise M.Ö. altıncı yüzyıla ve daha sonralara aittir. Fakat bütün bu tabletler, birçoğunun sonlarındaki künyelerde de gösterildiği gibi, daha eski tabletlerin kopyalarıdır. Ayrıca Aşur'dan gelen tabletlerde yazıcılar normal olarak Marduk'un adını -yerine Aşur tanrısının adını koyacakken- olduğu gibi bırakıyorlar ki, bu Babilce asıl metinleri "kopya" ettiklerini gösterir. Dolayısıyla, destanımızın yazılış tarihinin, elimizdeki en eski kopyaların tarihinden de geriye götürülmesi gerekir ve bu da onu M.Ö. 1000'den de öncelerde bir yere yerleştirir.

Fakat bu tarihi çok daha gerilere itmek için nedenlerimiz de vardır. İlk Babil Hanedanının yıkılışının hemen ardından kurulan Kassit Hanedanının dokuzuncu kralı II. Agum'un (M.Ö. on beşinci yüzyıl) yazıtı, Enuma eliş'in daha M.Ö. on beşinci yüzyılda var olduğunu gösterir  gibi  görünmektedir. Bu  yazıtta Agum,  Marduk'la eşi Şarpan'itu'nun Hani ülkesine  kaçırılmış olan heykellerinin yerlerine konduğunu kaydederek, bu iki tanrının heykel ve  tapınaklarını süsleyip  güzelleştirmekte  kullandığı sanat eserlerini betimlemektedir.

Bunların arasında, ustalarına kutsal odaların kapı kanatlarına birtakım canavar suretleri yaptırdığını belirtmekte; engerek, lammu, yabanöküzü, büyük aslan, kuduz köpek, yusufçuk ve keçi-balığın adlarını saymaktadır. Bu  canavarlar,  keçi-balık dışında, Marduk'un Ti'amat'la döğüşünde yendiği (I. tablet:  140-143) yaratıklarla aynıdır. Elbette bu benzerlik tek başına Enuma elişin tarihine ilişkin hiçbir şey kanıtlamaz, zira adı geçen canavarların genel Babil mitolojisinin bir parçası olduğu ve her iki metnin de aynı kaynaktan beslendiği kolaylıkla ileri sürülebilir. Fakat bunların Marduk'la ilişkilendirilmesi Enuma elişin etkisini ortaya çıkarır ve destanımızın da en azından Agum'un sahanatından önce yazılmış olduğunu gösterir gibi görünmektedir? Fakat daha da eski bir tarih varsaymak için bunlardan daha sağlam nedenlerimiz de vardır. Zira, destanın iki ana amacının, yukarda gördüğümüz gibi, Marduk'un tüm Babil tanrıları üzerinde mutlak egemenliğe yükselişine gerekçe yaratmak ve Babil'in ülkedeki bütün kentler üzerinde üstünlük iddiasını desteklemek olduğu; Babil'in siyasal  üstünlüğe ilk Babil Hanedanı (1894-1595) sırasında, özellikle de kudretli kral Hammmabi'nin (1792-1750) saltanatında yükseldiği ve Marduk'un da bu hanedan döneminde ulusal tanrı olduğu göz önüne alınacak olursa, şiir, yaklaşık bugünkü biçimiyle, ilk Babil Hanedanı dönemine rastlayan bir tarihte yazılmış gibi görünmektedir. W. von Soden'in de işaret ettiği gibi, destanın dili de aynı yönü göstermektedir.


ŞİİRİN VEZNİ


Destanımız makamla okunmak üzere  yazılmış olduğundan, nazım kalıbına dökülmüştür, çünkü  bu biçim böyle bir amaç için en çekici ve en etkili ifade yöntemidir.  İbrani şiirinde olduğu gibi Babil  şiirinde de uyak yok, ama ritim ya da ölçü  vardır. Babil şiirinin kuralları uyarınca satırlar ikişerli bölükler  ("beyitler") halinde düzenlenmiştir; bunu,  örneğin, bir beyit oluşturan iki dizenin, yer elverdiği takdirde, çoğu kez aynı satıra yazılıp iki küçük  çivi işaretiyle ayrılmasında görebiliriz. Beyitin ikinci satırı normal olarak birinciye karşıt, koşut ya da ek bir deyiş oluşturur; yaratılış öyküsünden alınan şu satırlarda bunu görebiliriz:


0 tablet: 1-2:Üstte  değimli gök daha adsızken,

Altta da yağız yer ad almamışken,

I. tablet: 25-26: Apsu bastıramadı bağırışlarını,

Ti'amat da ses çıkarmadı [davranışlarına].

I. tablet: 33-34: Gidip Ti'amat'ın önünde  durdular,

Danışıp söyleştiler ilk-doğan (çocukları) tanrılar üstüne.

Oldukça sık, iki beyit birleşip bir dörtlük ya da dört dizelik kıta oluşturur. Örneğin, karş. I. tablet: 37-40:

Tutumları bana acı verir oldu artık,

Gündüz  dinlenemiyor, gece uyuyamıyorum;

Yok edeceğim (onları), son vereceğim yaptıklarına,

ta ki sessizlik sağlansın ve uyuyabilelim.

Destanımızda bir beyit oluşturan iki satır ya da dizeden her biri açıkça belirlenmiş bir kesinti ile iki parçaya bölünür; her yarım satır da yine, kural olarak her birinde bir tek vurgulu sözcük veya deyim bulunan iki parçaya ayrılır. Benno Landsberger'in Asurca Sözlük çalışma grubunun bir toplantısında işaret ettiği gibi, Enuma elişte satırın son vurgusu genel olarak sondan ikinci hecede kalır; son ya da sondan üçüncü hecede vurguya gayet seyrek rastlanır (son hecede vurguya örnek: IV. tablet: 19 ve 49; sondan üçüncü hecede vurguya örnek: I. tablet: 42 ve 48; II: 4 ve 107; III: 58).

Her satırı böyle dörde bölen bir veznin gerçekten var olduğu -yaratılış öyküsüyle ilgisi bulunmayan- bir tabletten (Sp. II. 265a'dan) de açıkça anlaşılmaktadır. Burada yazıcı yalnız yarım dizelerden sonra değil, her çeyrek dizeden sonra da dikey birer çizgi koymuştur.

Enuma eliş'i kopya eden kimi yazıcılar her satırın iki yarısı arasında bir boşluk bırakarak satırı iki ana bölüme ayırmak suretiyle en azından her dizenin ortasındaki kesintiyi gösterme yoluna gitmişlerdir. Her satırın böyle dört vurgusuyla dörde bölünüşüne destanımızın ilk iki dizesi örnek gösterilebilir:


"ENÜMA ELİŞ" VE YENİ YIL FESTİVALİ


Babil'de Nisan'ın birinden on birine dek süren Yeni Yılı kutlama şenliklerinin dördüncü gününün sonunda, Enuma eliş başrahip tarafından Marduk'un heykelinin önünde bütün olarak okunurdu. Sonra, festival içinde belirlenmemiş bir günde, tekrar okunur ya da ırlanırdı. Hatta destanın bazı bölümleri, Marduk, Ti'amat, Kingu ve öykünün öteki önemli kişilerinin rolleri rahiplere verilmek suretiyle, dramlaştırılıp oynanmış bile olabilir.

İkinci okunuşun nedeni, Keilschri.ittexte aus Assur religiösen mhalts, No. 143: 34 ve 219: S'de açıkça belirtilmiştir: "Bel'in önünde  okunan  Enüma eliş, nisan ayında ırladıkları, (bu) onun mahpus tutulması yüzünden(dir)." Görünüşe göre burada destanın ırlanması Marduk'un -ne olduğunu açıkça bilemediğimiz- bir tutsaklıktan kurtulmasına sihir yoluyla yardım olarak düşünülmektedir.

Nisan'ın dördünde  yapılan ilk okumanın nedeni, eldeki çiviyazılı kaynakların hiçbirinde verilmemektedir. Dolayısıyla bu konuda ancak tahminlere dayanabiliriz.

S. A. Pallis  okumanın kötü olan her şeyi kovmak amacıyla yapıldığını önermiştir. Aynı şekilde Babil yaratılış miti "Anu gökleri yarattığı zaman" da, tapınağın yeniden kurulması sırasında ve sonrasında, tanrıların güç ve  kudretini  resmen  ilan  etmek suretiyle cinlerin kötü etkilerini uzaklaştırmak için  okunagelmişti. Ancak, böyle bir amaca yönelik bir okuma için en uygun zaman, festivalin ilk günü olurdu; ayrıca bu törenin aynı amaç için iki kez tekrarlanması da çok düşük bir olasılıktır.

Bu festival vesilesiyle destanın, Ermenistan ve Kürdistan dağlarında karların erimesiyle Dicle ve Fırat'ın sularının kabarması sonucu Babil'e yaklaşan su baskınına karşı sihirli bir formül olarak okunmakta olması da mümkündür; zira bu seller boşandığı zaman, insanlara sanki "su, her yerde su" diye dile getirilen öncel çağların kaotik koşulları geri dönmüş gibi gelirdi. Bu olasılık VII.  tablet:  132-134'te akla getirilmektedir:  "Baş eğdirsin Ti'amat'a, acıya boğsun yaşamını, ve kısa olsun (o yaşam)! Gelecek insan (kuşak)larına dek, (şimdiki) günler eskidiğinde, engelsizce çekilsin (Ti'amat), çekilsin sonsuza dek!"  Enuma  elişin okunmasının, bahar sellerinin sebep  olduğu kaotik su  baskınıarına karşı Marduk'un verdiği yıllık savaşı yansıttığı varsayılabilir.

Öte yandan,  Enuma eliş'in okunması ve -tahmin edilen- kısmen oyunlaştırılması Marduk'un onuruna yapılıyor da olabilir, zira festival halihazırdaki dünya düzeninin yaratıcısı Marduk'un bayramıdır; mevsim, ülkedeki çeşitli tanrıların Marduk'un "ellerini almak" için Babil'e geldikleri mevsimdir. Aynı zamanda, olasılıkla Babilliler tanrıların kralına olan derin saygı ve bağlılıklarını böyle dışa vurmakla ülkeleri  için daha iyi, daha kayırıcı bir yazgı sağlamayı umuyorlardı; hele gelecek yıl için ülkenin yazgısının bu festival sırasında, nisanın sekiz ve dokuzunda, belirlendiği de gözönüne alınırsa .. 



ENÜMA ELİŞ Babil Yaratılış Destanı

Alexander Heidel

Çeviren: İsmet Birkan

Şeyh Edebalı Türbesi ve Külliyesi / Bilecik

 


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak