28 Aralık 2023 Perşembe

RUSYA TARİHİ -18

 


KÜLTÜR DEĞİŞİKLİĞİNE DOĞRU


Yabancılarla Temasın Çoğalması ve Bunun Neticeleri

 

XVII. yüzyıl içinde Rusya'da kültür değişikliğine doğru bir hareket artık açıkça görülmektedir.  Bu cereyan,  nihayet  XVIII. yüzyıl   başında, Büyük Petro tarafından yapılan "Rusya'yı  avrupalılaştırma,,  hareketine  yol  açtı, onu hazırladı.  Rusya'da  Çarlığın  kurulması, Moskova'nın "Üçüncü Roma,, olduğu ve Rusların "Yeni bir İsrail oğulları,, oldukları telâkkisi kök salmışken, aynı zamanda Rusya'nın hakikî bir "ortodoks hıristiyan memleketi,, olduğu, Ortodoksluğun ancak Rusya'da en temiz bir şekilde muhafaza edildiği zihniyeti de yerleşmişti. Bizans İmparatorluğunun yıkılışı, Rumların Floransa Ünyonu ile Ortodoksluğa ihanetlerinin bir cezası gibi tefsir edildiğinden, Rusya'nın da batmaması, kuvvetlenmesi için din akidelerinin ve Ortodoksluk-hıristiyanlık esaslarında gelişen eski rus geleneklerinin, küçük bir değişiklik yapmadan, muhafaza edilmesi gerektiği görüşü de derin bir kök salmıştı. Moskova'nın en yüksek tabakalarından başlayarak, her çeşit rus tabakası, kendilerinin en doğru dine sahip olduklarını iddia etmekte, yabancılara karşı kin beslemekte, rus devleti, rus dini ve rus hayatının yabancılarınkine nisbeten daha yüksek olduğunu zannetmekte idiler; Moskova-rus cemiyeti tam mânasiyle statik bir cemiyet, kendini beğenen, kendi büyüklüğü ile kibirlenen bir kitleden teşekkül etmekte idi. Halkın aşağı tabakası cahil, kültürsüz ve aynı zamanda mutaassıp olduğu gibi, bilgi ve kültür bakımından, yukarı tabakalar da halktan az farklı idi. Moskova Rusya'sında yabancılara karşı büyük bir düşmanlık hissi hâkimdi. Gerçi III. İvan zamanındanberi Moskova'ya bazı italyan ve alman mimar ve teknisyenleri gelip-gitmişlerdi, fakat bu Avrupalı birkaç ustanın Moskova'da bir müddet kalmaları, Ruslar üzerinde herhangi bir tesir yapmadı; zaten, Ruslar, Avrupa'nın her şeyini kendileri için yabancı hissettiklerinden, Avrupalıların "tesirleri,, olamazdı; bu tesir altında kalmak için evvelâ Avrupa hayatının üstünlüğünü anlamak, kabul etmek ve bunu benimsemeğe karar vermiş olmak gerekti. Halbuki, Ruslar, XVIII. yüzyıl başına kadar buna yanaşmadılar ve kendiierinin "kitayizm,, inden (Çinliler gibi kendi kendilerini beğenmek) vazgeçmediler.

Rus tarihinin gelişmesi icabı olarak, XVII. yüzyıl içinde yavaş yavaş değişiklikler olmağa başladı. Bunun, önce askerlik sahasında olduğunu görüyoruz. III. Vasili zamanında, Batı Avrupa'dan ateşli silâhlar (tüfek, top) gelmiş ve bunlarla teçhiz edilen rus ordusu bilhassa Türk-tatar Hanlıklarına karşı birdenbire üstünlük temin etmişti. Korkunç İvan'ın Kazan'ı zabtında, iskoçyalı bir mühendisin barut kullanmak ve lâğım kazdırmaktaki ustalığının en büyük rolü olduğunu görmüştük. Korkunç İvan, Batı Avrupa'dan askerî mütehassıslar celbi işine çok ehemmiyet vermekle, Avrupalıların askerlik ve silâh imali hususunda üstün olduklarını kabul etmişti. Hele Livonya harbi zamanında, Stefan Bathory'nin mükemmel piyade ve topçu kıtaları, Rusların, askerlikte Avrupalılardan çok geride olduklarını açıkça göstermişti. Karışıklık zamanında, küçük leh ve isveç kıtalarının, kalabalık rus kitlelerini kolaylıkla yenebilmeleri, Avrupa askerî teşkilâtının yüksekliğini bir daha göstermiş oldu. Moskova hükümetinin başında duranlar, bilhassa Boris Godunov, askerlik işlerinde artık Avrupa usulünü tatbik etmenin lüzumlu olduğunu takdir etmişlerdi. Bunun neticesi, Ruslar, daha XVI. yüzyıl sonu Türk (yeniçeri) ve avrupa usulü kıtalar teşkiline başladılar; bir taraftan muşketlerle silâhlı ve daimî bir ordu halinde bulunan "strelets,, (atıcı, nişancı) kıtaları tanzim edilirken, diğer yandan Michail Fedoroviç zamanında yabancılardan müteşekkil kıtalar istihdam edilmeğe başlandı. Bunların kumandanı bir ingiliz idi; bir müddet sonra, avrupalı zabitler tarafından talim ettirilen rus askerlerinden kıtalar teşkil edildi. 1630 yıllarında, bu suretle, muntazam bir rus ordusu teşkilâtına başlanmış oldu. Avrupa'da 30 yıl harbleri devam ettiğinden başıboş gezen zabit ve askerler çoktu; bunlardan Moskova'ya gidip rus hizmetine girenler mühim yekûn tutuyordu. Öyle ki 1632 de Lehistan'a karşı harb esnasında, yeni usul talim gören, top ve tüfek kullanmasını bilen rus kıtaları çokluk teşkil ediyordu. Bu harpte Ruslar yenildilerse de, orduda Avrupa usulü tatbikine yine devam edildi. Alman, Hollandalı ve İngiliz zabitlerinin hizmete alınmasına hız verildi. 1631 den önce, Hollanda'lı Koet tarafından, Moskova'da bir tophane yapılmıştı; fakat burada imal edilen toplar, Rusların ihtiyacına kâfi gelmediğinden, Avrupa'dan birçok top satın alınmakta idi. 1632 leh harbine rus kıtalarını hazırlamakta, Lesli ve Fandam adlı iki Avrupalı subay (binbaşı) mühim iş gördüler. 1647 de rus askerlerini Avrupa usulü yetiştirmek için ilk defa rusca bir " talim kitabı „ bastırıldı. Bu suretle, Rusya'nın Avrupa tekniği ile teması ve Avrupa'yı taklidi ilk önce askerlik sahasında başlamıştı.



Askerî Fabrikalar   


Ordunun silâh ihtiyacını boyuna Batı Avrupa'dan satın almak için çok para harcandığından, bu defa, silâh fabrikaları kurmak mecburiyeti kendini gösterdi.

Bununla maden araştırmak ve işletmek zarureti hasıl oldu. 1626 da ingiliz mühendisi Boolmerr'e Rusya'da maden aramak izni verildi. Ural sahasına ve Peçora boyuna, maden araştırmak için ekipler gönderildi. 1634 te bakır işletmesini bilen ustaların celbi için Saksonya ve Braunschweig'e adamlar yollandı. 1632 de Hollandalı tüccar Andrey Vinius, Tula'da demir işletmek ve silâh yapmak için büyük bir fabrika açtı. Bununla Rusya'da, ilk defa büyük bir silâh fabrikası kurulmuş oldu. 1644 de, Hamburg'lu Marcelis'e Volga, Kostroma ve Şeksna nehirleri boyunda demir fabrikaları kurması hakkı verildi. Fabrikaların ustaları yabancılar olmakla beraber, bunların yanında Ruslar da öğrenmeğe, yetişmeğe başladılar. Bu suretle, askerî ihtiyacı karşılamak üzere kurulan fabrikalar sayesinde, Avrupa tekniği Rusya'ya girmek yolunu tuttu; fabrikaları işleten Avrupalı mühendisler, usta başılarının çoğalması, rus ordusunda yabancı zabitlerin artması neticesinde, Ruslarla Avrupalılar arasında temasın gelişmesine yol açtı. Avrupalılarla temasın artması Moskova'ya gelip yerleşen yabancıların çoğalması ve aynı zamanda rus elçilerinin Avrupa memleketlerine gidip gelmeleri tarzında, iki yoldan gelişti.



Moskova'nın Dış Mahallesinde «Alman Banliyösü» (1652)           


 Korkunç İvan zamanında,  Moskova'nın doğu kısmında,  Yavuza ırmağı üzerinde bir "Alman mahallesi»  tesis edilmişti. Ruslar nazarında bütün Avrupalılar  "Alman„dı  (nemets).  Rusya'ya herhangi bir işle gelen, rus hizmetinde kalan Avrupa'lılar  "Alman mahallesi„nde yerleşiyorlardı. Karışıklık yıllarında, bilhassa Lehlilere karşı mücadele zamanında bu mahallenin sakinleri öldürülmüş, mahalle tamamiyle boşalmıştı. Michail Fedoroviç tahta geçince, yabancıların Moskova'ya gelişi yeniden çoğaldı; bunlar, önce Moskova'nın içinde rasgele yerleşiyorlar, ev bark kuruyorlardı. Bazı semtlerde, Almanların kendi kiliseleri, "kirka,, (Kirche-kilise) ları bile vardı. Fakat, rus ruhanileri buna yan gözle bakıyorlardı; hatta 1634 te Moskova'daki "kirkaların yıkıldığı biliniyor. Yabancıların miktarı artınca, 1652 de hükümet tarafından çıkarılan bir emirle, bunların, vaktiyle Alman mahallesi bulunan sahaya, Yavuza ırmağı üzerinde bir mahalle teşkil etmeleri emredildi. Alman, Hollandalı ve diğer "Almanlar,, (Avrupalılar), askerler, teknisyenler, tüccarlar bu suretle, "Alman mahallesi„nde hep bir arada oturmağa başladılar; geniş ve düz caddeler, muntazam ve güzel evler yaptılar, ve Moskova'nın doğu kısmında, Avrupa'nın bir köşesini andıran bu "Alman mahallesi,,, Rusların Avrupa hayatını, Avrupa kültürünü yakından görmeleri, Avrupalılarla temas etmeleri için en kolay ve mükemmel bir vasıta teşkil etti.



Slavyan-Grek- Lâtin Akademisi (1687) 


Moskova'lılara ilim yolunda ilk rehberlik edenler,  Kiyef'ten gelen rahibler ve Türkiye’den çağırılan rum keşişleri oldu.  Lehistan'da, Ortodoksluğun tazyikına bir cevap olmak üzere, Kiyef'te tesis edilen "Petr Mohilen Akademisinde lâtince ve leh dilinden başka, Avrupa usulü ile ortodoks ilâhiyat ilmi de okutulmakta idi; bu yüksek mektep Moskova Rusya'sının ilim hayatında da mühim rol oynadı. Leh tesiri altında yetişen Beyaz Rusya (Belorus)daki ortodoks papas ve rahipler de, hoca sıfatiyle Moskova'da faaliyette bulunmağa başladılar. Kiyef'ten gelen rahip-âlimlerin teşvikiyle, 1682 de, Moskova'da Spassk manastırında, Kiyef'in cemaat mektepleri örnek tutularak, bir ruhanî mektebi kuruldu. İlk defa olmak üzere, Ruslara lâtince de öğretilmeğe başlandı. Moskova'ya gelen bir iki rum âlim-rahibin teşvikiyle Moskova'da bir "matbaacılık,, mektebi de açıldı; burada bilhassa rumca okutulmasına ehemmiyet verilmekte idi. Kiyef'li âlimlerin ve rum rahiplerinin teşvikiyle, ortodoks ilâhiyat bilgisinin en yüksek mektebi olmak üzere, 1687 de Moskova'da "Slavyan-Grek-Lâtin Akademisi,, kuruldu. Akademinin hocalığına iki rum âlimi getirildi. Bu akademi aynı zamanda, Ortodoks dini meselelerinde en yüksek müracaat ve mahkeme makamı mahiyetinde idi.



İlk Panslavist Yuri Krijaniç'in  (1659) Rusya'da Reform Yapmak Fikri

 


Balkanlardaki Slavlarla Rusya arasındaki münasebetler, rus tarihinin tâ başlangıcına, Kiyef Rusyası devrine kadar çıkıyorsa da, Balkanların Osmanlı devleti ve Avusturya eline düşmesi ve bura Slavları ile Ruslar arasında münasebet kesilmiş gibi idi. Güney Slavlarının, medeniyet bakımından en ileri gidenleri katolik olan Hırvatlardı. Bu zümreye mensup Yuri Krijaniç adlı biri XVII. yüzyıl ortalarına doğru, Panslavist görüşler tasarlamağa başladı. Krijaniç, Balkan Slavlarının hem Almanlar, hem de Türkler tarafından ezilmekte olduklarını, Slavların medeniyet ve dil bakımından çok geride kaldıklarını görmüş, ve Slavların yegâne kurtuluşlarını, büyük bir devlet olan Moskova Çarlığı etrafında toplanmakla mümkün olacağı hükmüne varmıştı. Bu adamın fikrine göre, Slavların en büyük düşmanı Almanlardı. Panslavist fikirlerle kafasını doldurduktan sonra, Krijaniç, 1659 da Moskova'ya gitti. Moskovada, yüksek aile çocuklarına hocalık yapmağa başladı. Bu âlim, Rusya'ya gelince buranın, Avrupa'dan her itibarla geride kaldığını, rus ahalisinin tam bir barbarlık içinde yaşadığını gördü. Moskova Çarlığının yükselmesi ve Slav kavimlerine rehberlik edebilmesi için, Rusların her şeyden önce Avrupalılardan, "Almanlardan,, birçok şey öğrenmeleri lâzım geldiği kanaatine vardı. Bilhassa ekonomik, kültür ve idare işleri sahasında bir reform yapılması gerektiğini, ve bunun da ancak yukardan, zorla, cebirle icra edileceğini, yani Çar tarafından yapılması gerektiğini söylemeğe ve yazmağa başladı. Krijaniç'in sözleri şüphe ile karşılandı, hele kendisinin katolik olduğu meydana çıkınca, Moskova'lılar büsbütün kuşkulandılar ve kendisini Sibir'e sürdüler. Vaktiyle âlim rum rahibi Maksim Grek de aynı akibete maruz kalmıştı; mamafih Krijaniç bir müddet sonra geri döndü ve memleketine gitti. Krijaniç, Moskova'da umduğu gibi faaliyette bulunamadı ise de, Rusya seyahati münasebetiyle kaleme aldığı eseri, gerek bu devir Rusya'sını ve gerek Krijaniç'in "Panslavist,, fikirlerini tanımak bakımından çok enteresandır. Krijaniç, eserinde Rusya'nın geriliğini açıkça anlatırken, burayı tenkid etmek istememiş, düzeltilmesi gereken cihetleri belirtmek amacını gütmüştü.


Rusya'nın Geriliği     


Krijaniç, rus  ahalisinin  fevkalâde  fakir  olduğunu tebarüz ettiriyor, buna mukabil ingiltere ve Hollanda ahalisinin "zeki ve becerikli olduklarından  deniz ticareti, ziraat  ve her nevi  san'atta ileri gittiklerinden zenginleştiklerini,,, ve bu memleketlerde âdil kanunların hüküm sürdüğünü de belirtiyordu. Halbuki Rusya her taraftan tıkanmıştır, ve denizlere çıkacak durumda değildir, rus halkı beceriksiz, ticaret ve ziraatle meşgul olmasını bilmiyor. Rusların giyinme tarzları da çok gariptir, ve Avrupalılar bundan ötürü onlara "barbar,, diyorlar; hele rus ahalisinin pisliğine diyecek yoktur, yerken ve içerken temizliğe asla riayet etmezler. Paraları ağızlarında saklarlar, tabakları yıkamazlar, tembellik, sarhoşluk ve idaresizlik rus halkının esas karakterinden biridir. Krijaniç, Danimarka kralının şu sözlerini naklediyor: "Rus elçileri bir defa daha gelecek olurlarsa, onlar için domuz ahırı yaptırmalıyım, çünkü Ruslar bir yerde altı gün kaldılar mı, fena kokudan oraya kimse giremez,,. Bu hırvat âlimi ve panslavisti, Rusların, birçok hususta Türklerden örnek almaları icabettiğini yazmaktan da kendini alamamıştır. Krijaniç'e göre, bütün bu gerilik ve pislikten kurtulmanın yegâne çaresi: Rusya'da Avrupa örnek tutularak, bir reform yapılması, ve bunun da Çar'ın müdahalesiyle tatbik edilmesi gerektiğidir. Krijaniç, adeta Büyük Petro'nun, pek yakında başlayacak olan faaliyetinden haber vermektedir.




RUSYA TARİHİ BAŞLANGIÇTAN 1917'YE KADAR

Prof. Dr. AKDES NİMET KURAT

27 Aralık 2023 Çarşamba

DÎNİ SÖZLÜK “K”

 

 

KURB:

 

Yakınlık. Tasavvufta, Allahü teâlâya yakın olmak.

 

Sâlikin, tasavvuf yoluna girmiş olanın kurbu, ihsân ile gerçekleşir. Peygamber efendimiz buyuruyor ki: "İhsân sanki Allahü teâlâyı görüyormuş gibi ibâdet etmendir. Her ne kadar sen O'nu görmüyorsan da, şüphesiz O seni görüyor." (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

 

Mukarrebînin yâni Allahü teâlâya yakınlığa ermiş olanların kurba en büyük vesîleleri, farzları (Allahü teâlânın emirlerini) yerine getirmektir. Nâfile ibâdetler ise, Allahü teâlânın kulunu sevmesi için vesîledirler. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

 

Allahü teâlâya farzlarla hâsıl olan kurb, nafilelerle hâsıl olandan elbette kat kat daha çoktur. Fakat kurbu, takvâ sahiblerinin (Allahü teâlâdan korkup, haram işlemekten kaçınanların) ihlâs ile yaptığı farzlar hâsıl eder. (Abdülganî Nablüsî)

 

Kurb ve visâl (kavuşma) lezzeti, Cennet nîmetlerinin lezzetinden daha çok olduğu gibi, bu'd ve hırmân (uzaklık ve mahrûmluk) azâbı da Cehennem azâbından daha kötüdür. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Kurb-i Ebdân:

 

Bedenlerin birbirine yakın olması.

 

Kurb-i ebdânın, kalblerin birleşmesinde büyük te'siri vardır. Bunun içindir ki, hiçbir velî, Peygamber efendimizin sohbetinde bulunmadığı için bir sahâbînin derecesine yükselemez. Veysel Karânî, o kadar şânı yüksek olduğu hâlde, Resûlullah'ı (sallallahü aleyhi ve sellem) hiç görmediği için, Eshâb-ı kirâmdan en aşağı olanın derecesine yetişemedi. Abdullah bin Mübârek hazretlerinden soruldu ki: "Hazret-i Muâviye ile Ömer bin Abdülazîz'den hangisi daha yüksektir?" Cevâb olarak: "Muâviye (r.anh), Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem yanında giderken, atının burnuna giren toz, Ömer bin Abdülazîz'den kat kat daha yüksektir" buyurdu. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Büyüklerden istifâde edebilmek için kurb-i ebdân istemeli, bunun için çalışmalıdır. Nîmetin tamam olması, bedenlerin yakın olması iledir. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Kurb-i ebdân ele geçmezse, yakınlık sebeblerini elden bırakmamalıdır. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Kurb-i İlâhî:

 

Allahü teâlâya yakın olmak.

 

Allahü teâlâ kurb-i ilâhîyi, fenâdan (Allahü teâlâdan başka her şeyi unuttuktan) sonra evliyâsına ihsân eder. (Abdullah-ı Ensârî)

 

Kurb-i Nübüvvet:

 

Nübüvvet (peygamberlik) yoluna âit yakınlık.

 

Kurb-i nübüvvet, insanı aslın aslına ulaştırır. Peygamberler aleyhimüssalevâtü vetteslîmât ve bunların sahâbîleri (arkadaşları) Allahü teâlâya bu yoldan kavuşmuşlardır. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Kurb-i Velâyet:

 

Velâyet, evliyâlık yoluna âit yakınlık. Allahü teâlâdan gelen feyz ve bereketlere, arada vâsıta bulunmak sûretiyle kavuşma.

 

Bir velînin kurb-i velâyet yolundan ilerleyerek, Kurb-i nübüvvet yoluna kavuşması, böylece her iki yoldan da feyz alması câizdir, olabilir. (İmâm-ı Rabbânî)

 

KURBAN:

 

Allahü teâlâya yakınlık. Mükîm (yolcu olmayan), âkıl (akıllı), bâliğ (ergen, evlenecek çağa gelmiş ), hür ve dînen zengin sayılan, müslüman erkek ve kadın tarafından, Allah rızâsı için kurban niyetiyle kurban bayramının ilk üç gününde (Zilhicce ayının on, onbir ve on ikinci günlerinin her hangi birinde) kesilmesi vâcib olan koyun, keçi, sığır ve deve gibi hayvanlardan her biri. Kurban kesilen günlere Eyyâm-ı Nahr denir.

 

Peygamber efendimize Kevser sûresi nâzil olup (inip); "O hâlde Rabbin için namaz kıl ve kurban kes" (Âyet: 2) buyrularak kurban kesmesi emrolundu. Peygamber efendimiz biri kendisi, biri de ümmeti için iki kurban keserler, kurban kesmeyi ve kurban kesenleri överlerdi. (İbn-i Âbidîn)

 

Hasîslerin (cimrilerin) en kötüsü (kesmesi vâcib olduğu hâlde) kurban kesmeyendir. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Âbidîn)

 

Kurban edilen hayvanın üzerindeki kıllar sayısınca, sâhibine sevâb yazılır. (Hadîs-i şerîf-Riyâdünnâsihîn)

 

Ey Fâtıma! Kalk, kurbanının yanına git ve kesilirken şu duâyı oku: "İnne salâtî ve nüsükî ve mahyâye ve memâtî lillâhi Rabbil âlemîne lâ şerîkeleh." (mânâsı: Şüphesiz benim namazım, ibâdetlerim, hayatım ve ölümüm, âlemlerin Rabbi olan Allah içindir. O'nun ortağı yoktur.) Muhakkak ki kurbanından yere damlayan ilk kan damlası ile, ömründe işlemiş olduğun her günah bağışlanır, affolunur. Muhakkak yarın kıyâmet günü, kestiğin bu kurbanın kanını ve etini yetmiş kat fazlasıyla getirip terâzinin sevâblar kefesine koyarlar (Bu müjdelere kurban kesen bütün müslümanlar ortaktır). (Hadîs-i şerîf-Riyâdünnâsihîn)

 

Kurban kesen kendini Cehennem'den âzâd etmiş, kurtarmış olur. (İbn-i Âbidîn)

 

Kurbana verilen paranın sevâbı, yüz misli yâni pekçok parayı sadaka vermek sevâbından daha fazladır. (Ebû Bekr Ali)

 

Kurban keserken üç kere bayram tekbiri okunur. Sonra "Bismillahi Allahü ekber" diyerek deveden başka hayvanın boğazının her hangi bir yerinden kesilir. Bismillahi derken (H)'yi belli etmek lâzımdır. (İbn-i Âbidîn)

 

Kurban Geceleri:

 

Kurban bayramının birinci, ikinci ve üçüncü günlerinin geceleri.

 

Rahmet kapıları dört gece açılır. O gecelerde yapılan duâ, tövbe red olmaz. Fıtr (Ramazan) bayramının ve kurban bayramının birinci geceleri, Şâban'ın on beşinci (Berât)

 

gecesi ve Arefe gecesi. (Hadîs-i şerîf-Riyâdünnâsihîn)

 

Kurban gecelerinin günlerine eyyâm-ı nahr denir. (M.Zihni Efendi)

 

KURBET:

 

Yakınlık. Tâatı, Allahü teâlâ için yapmak.

 

Sevâbı ölüye olmak üzere kurban kesmek kurbettir. (Muhammed bin Kutbüddîn İznikî)

 

Sevâb kazanmak niyyeti ile yapılan mübahlar kurbet olur. (İbn-i Abidîn)

 

Niyetsiz alınan abdest ibâdet olmaz, kurbet olur. Bununla hadesten tahâret hâsıl olup namaz kılınır. Görülüyor ki, her ibâdet kurbettir ve tâattır. Kur'ân-ı kerîm okumak, vakıf, köle azâd etmek ve sadaka, Hanefî mezhebinde abdest almak ve benzerleri yapılırken, sevâb hâsıl olması için niyet lâzım olmadığından kurbettirler ve tâattirler. Fakat ibâdet değildirler. Tâat veya kurbet olan bir iş yapılırken, Allah için niyet edilirse, ibâdet yapılmış olur. Fakat bunlar ibâdet olarak emr olunmadı. (Abdülhakîm Efendi)

 

KUREYŞ:

 

Peygamber efendimizin mensub olduğu kabîlenin adı. Peygamber efendimizin on birinci babası olan Kureyş'in (Fihr ibni Mâlik'in) çocukları ve torunları.

 

Allahü teâlâ, İbrâhim aleyhisselâmın oğullarından İsmâil'i seçti. İsmâiloğullarından Kinâneoğullarını seçti. Kinâneoğullarından Kureyş'i seçti. Kureyş'ten Hâşimoğullarını seçti. Hâşimoğullarından Abdülmuttaliboğullarını seçti. Abdülmuttaliboğullarından da beni seçti. (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Müslim)

 

İsmâil aleyhisselâmın torunlarından olan Adnân'ın oğulları arasında Mudar ve Rebîa meşhûr oldu. Mudar oğullarından; Kinâne, Kureyş, Hevâzin, Sakîf, Temim, Müzeyne kabîleleri meydana geldi. Bunlardan Kureyş, Mekke'de yerleşmekle ayrıca şeref kazandı. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

 

Peygamber efendimizin babası Abdullah, Kureyş kabîlesinin Hâşimoğulları kolundan, annesi Âmine Hâtun ise, Kureyş kabîlesinin Zühreoğulları kolundandır. Yâni baba ve anne tarafından Kureyşîdir. (Zerkânî, Abdülhak-ı Dehlevî)

 

Arablar arasında cömertlik üstün bir vasıf olarak kabûl edilirdi.  Hac mevsiminde

 

Mekke'ye gelen misafirlerin ağırlanması ile Kâbe hizmetlerine önem verilirdi. Özellikle

Kureyş kabîlesi bu hizmetlerin kendisine âit olduğunu kabûl eder ve bunu şeref sayardı.

 

Kureyş kabîlesi bu hizmetleri şerefle ve severek yürütürdü. (Nişâncızâde)

 

Kureyş Lehçesi:

 

Arab dilinin Kureyş kabîlesince konuşulan lehçesi. Kur'an-ı kerîm bu lehçe üzerine inmiş ve bu lehçe üzerine yazılmıştır.

 

Kur'ân-ı kerîm hazret-i Ebû Bekr'in halîfeliği sırasında toplanarak mushaf yâni kitab haline getirildi. Hazret-i Osman; Zeyd bin Sâbit, Abdullah bin Zübeyr, Saîd bin As, Abdurrahmân bin Hâris bin Hişâm'dan (r.anhüm) ibâret bir hey'eti (komisyonu) vazîfelendirerek Kur'ân-ı kerîmi çoğaltmalarını emr etti. Onlara "Zeyd bin Sâbit'ten başka Kureyş 'e mensûb üç kişiye Zeyd ile Kur'ân-ı kerîm hakkında bir şey üzerinde ihtilâf ettiğiniz zaman Kureyş lehçesiyle yazınız. Çünkü o, Kureyş lehçesiyle nâzil olmuştur (indirilmiştir)" buyurdu. (Zehebî, İbn-i Hacer Askalânî, Süyûtî)

 

Kur'ân-ı kerîmin kelimeleri, Allahü teâlâ tarafından dizilmiş olarak âyetler hâlinde gelmiştir. Cebrâil aleyhisselâm bu âyetleri bu kelimelerle ve bu harflerle okumuş, Muhammed aleyhisselâm da mübârek kulaklarıyla işiterek ezberlemiş ve hemen Eshâbına (mübârek arkadaşlarına) okumuştur. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmi, Kureyş kabîlesinin dili, lehçesi ile gönderdi. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

 

Kur'ân-ı kerîmi anlamak için şimdiki Arabçayı değil, Kureyş dilini (lehçesini) bilmek lâzımdır. (Taşköprüzâde)

 

Bir mâni, bir sıkıntı olmadıkça âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere açıkça anlaşılan mânâları vermelidir. Bunlara benzeyen başka mânâ vermek câiz değildir. Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfler, Kureyş lügatı ve lehçesi iledir. Kelimelere Peygamber efendimiz zamânında Hicâz'da kullanılan mânâları vermek lâzımdır. Zamanla değişip bugün kullanılan mânâları vererek tercüme yapmak doğru değildir. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

 

Kureyş Sûresi:

 

Kur'ân-ı kerîmin yüz altıncı sûresi.

 

Kureyş sûresi, Mekke'de nâzil oldu (indi). Dört âyet-i kerîmedir. Kureyş kavmine câhiliyet devrinde verilen bâzı imtiyâzlardan (haklardan) bahsettiği için sûreye, Kureyş sûresi denilmiştir. (İbn-i Abbâs, Taberî, Râzî)

 

Allahü teâlâ Kureyş sûresinde meâlen buyuruyor ki:

 

Kureyş'i emniyet ve selâmete, kış ve yaz onları (Kureyşlileri) gidiş ve gelişlerde râhatlığa kavuşturduğundan dolayı (hiç olmazsa) şu Beyt'in (Kâbe'nin) Rabbine ibâdet etsinler. O, (Allah ki) onları açlıktan (kurtarıp) doyuran, kendilerine korkudan eminlik verendir. (Âyet: 1-4)

 

Kim, Kureyş sûresini okursa, Allahü teâlâ ona, Kâbe'yi tavâf edenlerin ve orada îtikâfta bulunanların adedinin on katı hasene (iyilik) verir. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)

Korkulu yerlerde ve düşman karşısında, emin ve rahat olmak için Kureyş (Liîlâfi) sûresini okumalıdır. Tecrübe edilmiştir. Her gün ve her gece hiç olmazsa on birer defâ okumalıdır. (İmâm-ı Rabbânî)

 

KURRÂ:

 

Kârîler, kırâat âlimleri, Kur'ân-ı kerîm okuyucuları.

 

Kurrâ-i Seb'a:

 

Allahü teâlânın kelâmı olan Kur'ân-ı kerîmin kırâatini (okunuşunu) Peygamberimizin okuduğu gibi bildiren yedi büyük kırâat âlimi.

 

Kurrâ olan büyük hâfızlar, yedi tânedir. Birincisi, Nâfi bin Abdurrahmân bin Ebû Nuaym, ikincisi, Abdullah bin Kesir bin Muttalib, üçüncüsü, Ebû Amr bin Alâ, dördüncüsü, İbn-i Âmir, beşincisi, Âsım bin Behdele Ebû Bekr-i Esed, altıncısı, Hamzâ bin Habib bin Ammâret ibni İsmâil, yedincisi, Kisâî'dir. (Taşköprüzâde)

 

KUSVÂ:

 

Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem devesinin adı.

 

Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem, Mekke-i mükerremeden Medîne-i münevvereye hicret etmek istediği sırada Kusvâ adlı devesine bindi. Allahü teâlânın medhettiği beldelerin en kıymetlisi olan Mekke-i mükerremeden ayrılırken, Kusvâ'yı, harem-i şerîfe (Kâbe-i muazzamanın etrafındaki mescid) doğru döndürüp, mahzûn bir hâlde;

 

"Vallâhi! Sen Allahü teâlânın yarattığı yerlerin en hayırlısı, Rabbim katında en sevgili olanısın. Senden çıkarılmamış olsaydım, çıkmazdım. Bana senden daha güzel daha sevgili yurt yoktur. Kavmim beni senden çıkarmamış olsalardı, çıkmaz, senden başka bir yerde yurt yuva tutmazdım" buyurdu. (Hadîs-i şerîf-Halebî)

 

Peygamber efendimiz Medîne-i münevvereye hicret edip gelince, Medîne'nin ileri gelenleri Kusvâ'nın yularını tutup, Peygamber efendimizin kendi evlerine misâfir olmasını istediler. Onlara; "Devemin (Kusvânın) yularını bırakınız. O me'mûrdur. Kimin evinin önünde çökerse, orada misâfir olurum" buyurdular. Kusvâ Medîne sokaklarından geçerek ilerledi ve bugünkü Mescid-i Nebî'nin (Peygamber efendimizin mescidi) kapısının bulunduğu yere çöktü. Resûlullah efendimiz Kusvâ'nın üzerinden inmedi. Hayvan tekrar ayağa kalktı ve yürümeye başladı. Eski yere dönüp çöktü ve bir daha kalkmadı. Bunun üzerine Efendimiz, Kusvâ'nın üzerinden inip; "İnşâallah menzilimiz (ineceğimiz yer) burasıdır?" buyurdu. (Hadîs-i şerîf-Abdülhak-ı Dehlevî)

 

KUŞLUK VAKTİ:

 

Orucun başlaması (imsak) ile güneşin batması arasındaki zamânın ilk dörtte biri geçince başlayan ve güneşin zeval (tepe) noktasına ulaşmasından, bir müddet öncesine kadar devâm eden vakit, duhâ vakti. (Duhâ Vakti)

 

KUŞLUK NAMAZI:

 

Kuşluk vaktinde kılınan namaz. (Duhâ Namazı)

AKDENİZ MİTOLOJİSİNDE AŞK KAHRAMANLARI ve MÜZİSYENLER-24

 GÜZEL KRALİÇE ALKESTİS


Kral Pelyas'ın (Pelias) kızı Alkestis'in güzelliği ve bunun yanında her konudaki özverili davranışları dillere destandı... Bu yüzden onu eş olarak isteyen adaylar, sarayın o geniş avlularına bile sığışamaz oldular! Haliyle damat seçimi konusunda işin içinden çıkamayan kral Pelyas, kendince bir yöntem uygulamaya karar verdi: Gelin arabasına bağladığı bir aslanla bir yabandomuzunu birlikte koşturmayı başarabilen adaya kızını vereceğini duyurdu.


Troya savaşına katılan, Kalidon'da düzenlenen canavar avına çıkan Elestino kralı Admetos da damat adaylarından biriydi. Ve Admetos'a bazı tanrıların kolkanat gerdiği de çok kimselerce bilinirdi. Örneğin tanrı Apollon onu çok severdi. Ve bu aşırı sevginin nedeni epeyce eski bir zamana dayanıyordu...

Dillere destan olduğu gibi tanrı Apollon; çektiği çilelerle, toprağa ve ışığa olan bağlılığıyla dünyamızdaki insanlara çok yakın sayılırdı... Zaten Tanrılar Ülkesi Olimpos'ta da fazla oturmazdı o. Dünyamızda avlanmak, şiirler yazıp okumak, onları ezgilere dönüştürmek, sık sık âşık olmak onun en bilinen özellikleriydi. Ne var ki Apollon; anası Leto'nun Baştanrı Zeus'la olan yasadışı aşkından dünyaya geldiği için Baştanrı'nın karısı Hera ona çok kızıyordu. Bu yüzden bir gün tanrıça Hera'nın üstüne saldığı Piton denen canavar yılanı öldürdü Apollon. Geleneklere göre de öldürdüğü bu kutsal yılanın günahından arınması için tanrılar onu kral Admetos'un sarayına on yıllığına köle olarak gönderdiler! Konuksever kral Admetos, tanrı Apollon'a çok iyi davrandı. Apollon da cezasını çekmek üzere hiç gocunmadan kralın tarlalarıyla ilgilenmeye ve sürülerine çobanlık etmeye başladı. Sürülerini otlatırken dağlardaki aslanlar, ayılar, geyikler ve de kuşlar onun flütünden döktürdüğü ezgilere dalıp giderlerdi. Ve onun ezgileriyle dillendirdiği güzellikler, dünyamızda aynen gerçekleşirdi. Olimposlu tanrılar bile onun musiki ve şiirle şekillendirdiği dünyamızı kıskanmaya başlamışlardı. Tanrı Apollon süresi dolunca yeniden Olimpos'a döndü... İşte güzel Alkestis'e talip olan kral Admetos, bu eski dostluğa güvenip tanrı Apollon'dan yardım diledi. Sonuç olarak Admetos, gelin arabasına bir aslanla yabandomuzu koşma sınavını, dostu tanrı Apollon'un yardımıyla başardı.

Düğün şölenlerine baş konuk olarak katılan tanrı Apollon; yaşam süresini belirleyen ve Moyralar (Moiralar) denen üç tanrıçayı, Admetos'un sarayına buyur etti. Sırf onlardan dostu kral Admetos adına "uzun bir yaşam armağanı" koparabilmek için!.. Yemek sırasında müzisyen tanrı Apollon, liriyle en güzel bestelerini çaldı konuk ettiği tanrıçalara. Kralın yıllanmış nefis şaraplarından sundu onlara... Sonunda şarap ve müziğin etkisiyle kendilerinden geçen tanrıça Moyralar; düğün armağanı olarak kral Admetos'a çok uzun sürecek bir yaşam sunmaya karar verdiler. Ne var ki bir koşul vardı bu uzun yaşam armağanında: Ölüm tanrısı gelip kralın kapısını çaldığında, ya annesinin ya babasının ya da güzel karısı Alkestis'in onun yerine ölmeyi kabul etmesi gerekiyordu!..

Geçen zaman içinde kral Admetos'la kraliçe Alkestis'in iki çocukları oldu ve gitgide yaşlanan kralın kapısını da ölüm tanrısı gelip tıklattı bir gün. Kral, bir ayakları zaten çukura girmiş anne-babasına açtı durumu. Ne var ki ikisi de oğullarının yerine ölmeyi kabul etmedi. Ama karısı güzel Alkestis; yaşam dolu cıvıl cıvıl gençliğine karşın, toplumun erkek üstünlüklü geleneğine uygun olarak, kocasının isteğine boyun eğmek zorunda kaldı! Bencil ve yaşlı kocası kral Admetos'un daha uzun süre yaşaması uğruna ölmek üzere, çocukları ve kadın yardımcılarıyla helalleşti; onlara veda etti. Saraydaki bütün yakınları ve çocukları, kraliçe Alkestis'in bu anlamsız ve zamansız ölme kararına çok ağladılar. Kral Admetos da onunla vedalaşmaya geldiğinde bu durumdan çok üzgün olduğunu, artık güzel karısının ölümünden sonra kendisi için her şeyin biteceğini; bundan böyle kendi yaşamının da bir tadı kalmayacağını söyledi! Gene bundan böyle dünyanın bütün hazlarından uzak duracağı yollu bir niyeti olduğunu da ekledi sözlerine. Alkestis bir süre daha yaşlı kocası kralın bu yollu dokunaklı sözlerini dinledikten sonra, yalnız başına sessizce odasına çekildi. Çok geçmeden güzel Alkestis'in odasından çok acı ve keskin bir çığlık yükseldi! Sonra da saray, daha önceleri hiç görülmedik bir sessizliğe gömüldü...

Kralın dostu olan ünlü kahraman Herakles; Alkestis'in gömüldüğü gün, olup bitenlerden habersiz, öylesine saraya geldi. Akşam yemeği sırasında güzel kraliçenin ölümünü duyunca da çok üzüldü. Hemen apar topar yeraltındaki Ölüler Ülkesi'ne koştu... Aradan öyle pek fazla zaman geçmemişti ki Herakles, güzel kraliçe Alkestis'i alıp saraya getirdi... Çocukları ve hizmetçileri, büyük bir coşku ve sevinçle, sarılıp sarılıp öptüler Alkestis'i... Ne var ki karısının yeniden dünyaya dönüşü, kral Admetos'u hiç sevindirmedi. Çünkü artık bu kez kendisinin ölmesi gerekiyordu!..


Tabii bundan sonra da Alkestis, haksız bir "egemen erkek geleneği" uğruna ölürken attığı o son pişmanlık çığlığının acısını çıkarmak üzere; hele Ölüler Dünyası'nı da görüp geldikten sonra, dünyamızdaki yaşamına ve özgürlüğüne dört elle sarıldı. Kadın ve erkek ayrımcılığının çökertilmesi için onlarla el ele oldu.

Böylece özgür Alkestis, insanlığın Altın çağını şekillendirecek kadın ve erkek eşitliğinin en canlı savunucusu ve öncüsü olan bir simgeye dönüştü...




Akdeniz Mitologyasından Efsaneler

Yaşar Atan

Balıklı Göl / Şanlı Urfa

 


Çatalhöyük / Çumra / Konya

 


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak