25 Aralık 2023 Pazartesi

İRAN TARİHİ-8

 MED İMPARATORLUĞU


Zagros Bölgesi 


Milâttan önceki birinci binde İran'ın kuzey- batı ve batı bölgeleri ve hele Zagros mıntakası Asur kaynakları sayesinde hayli aydınlanmış bulunuyor. Ön Turanlılar veya Proto-lran'lılar adiyle ayırdığımız İran’ın Hind-İran'lılardan önceki bu halkı ikinci binde vakit vakit eski soydaşları Elâm'lıların tazyiklerine uğramakla beraber eğemenliklerini muhafaza etmiş oldukları anlaşılmaktadır. İkinci binde kuzeydoğudan ilerleyen ve yalnız dilleri, dinleri, kültürleriyle değil, beden teşekkülleri, gelenek ve âdetleriyle de ayrı olan Hind - İran’lılar, bu yerli halkla önceleri kaynaşamamış, her iki halk zümresi, ayrı ayrı gruplar halinde yaşamışlardır. Hind- İranlı dalgaların doğudan tazyikleri, eski yerli halkın Zagros dağlarının çetin bölgelerine yığılmaları ve sonra daha çok kuvvetlenmeleri neticesini vermiştir.

Hind-lran'lıların, Zagros bölgesinin eski halkı üzerinde önemli etkiler yapmamış oldukları Asur kaynaklarından anlaşılıyor. Esasen eski halk kuvvetlendikten sonra Hind-İranlı'ları güney-doğuya sürmüş, aralarından çıkarmışlardır. Bu bölgeler halkı üzerinde Hind-lran'lıların derin tesirleri ancak birinci binin ikinci yarısı başlarında Ahamaniş krallarından birinci Dara (Dareios) zamanında (521-486) başlamış ve gittikçe artmıştır.

Birinci bin başlarında batı İran'daki Ön Turan'lı gruplar, ücra dağ vadilerine serpilmiş bulunuyorlardı. Menşe'de aralarında bulunan bağlar gevşemiş, belki de çözülmüştü. Fakat, bu grupların gelenek kalıntıları içinde soy birliklerini belirten noktalar kaybolmuş değildi. Bunun içindir ki Hommel Kafkas’la Kızılırmak arasındaki alanda bir zamanlar tek bir kavim oturduğunu haklı olarak ileri sürmüş, esaslı lengüistik mutalealara dayanarak İran'ın, Hind -Iran'lılardan önceki halk zümreleri dillerinin tek bir dil grupu teşkil ettikleri kanaatına varmıştır.

Asur kaynaklarının belirttiklerine göre M. ö. birinci bin başlarında İran’ın Elâm kuzeyindeki batı bölgesinde yaşayan ön Turanlılarla Hind-lranlı gruplar şöyle yerleşmişlerdi:

Elâm’ın kuzey sınırı üzerinde Ellipi memleketi bulunuyordu. Batıda, Der’in kuzey dağusundaki dağ vadilerini içine alan Ellipi, doğuda bugünkü Nehavend’e kadar uzuyor, İran’ın Mezopotamya ile muvasalasını temin eden Bağdat - Kirmanşah-Hemedan yolunu içine alıyordu. Bu yolun biraz kuzeyinde eski Guti’lerle, Kaş’lar memleketi bulunuyor, onların geri kalanlarından inen kabileler tarafından işgal ediliyordu.

Daha eski çağlarda olduğu gibi, birinci bin başlarında Şehrizor’un münbit ovasını kapsayan Lulubi’ler memleketi,, plâtonun önasya ile büyük ticaret yolunun kuzey çevresini içine alıyordu. Asurlular Lulubiler memleketini istilâ ettikten sonra burada Zamua veya Mazamua eyaletini tesis etmişlerdir.

Asur kaynaklarında bir de Namri memleketi adı görülüyorsa da, bu ismin bazan sınırları belli olmayarak güney-doğu memleketi anlamında kullanıldığı, bazan da Bit-Hamban’dan Diyale'nin kaynağına kadar uzayan bölgeye itlak edildiği anlaşılmaktadır.

Lulubi’ler memleketi kuzeyinde ve Urmiye gölünün güney ve güney-doğusunda Mannai memleketi bulunuyordu. Bu memleketin batısında küçük Zab ile Dragattu’nun kaynak alanları arasında Parsua veya Parsuaş’lar adile anılan Hind-lranlılar yani Fars'lar oturuyorlardı. Fakat, M. ö. 900 tarihlerinde burada görülen Parsua’lar, batıda Asurlular, kuzey-doğu ve güneyde ön Turan’lılarla çevrilmiş olduklarından, yerlerinde uzun müddet kalamamış, sonraları güney-doğuya inerek ileride gelişme ve yükselme alanları olan Parsumaş’da yerleşmişlerdir.

Lulubi’ler memleketi doğusunda Asur’luların Madai dedikleri Med’ler memleketi bulunuyordu. Bu memleket batıda Diyale ırmağının kaynak bölgesine, kuzeyde Mannai memleketine kadar uzuyor. Elvend dağının kuzey-doğu yamaçlarını kaplıyordu. Bu alanda sonraları Medya’nın başkenti olan Agbatana veya Hagmatana şehri kurulmuştur.

Bütün bu memleketler, birinci bin başlarından itibaren Asur’luların doğuya doğru olan akınlarına karşı koymuş, onların Zagros’lara girmelerini önlemek için yıllarca çarpışmışlardır. M. ö. 1115 -1093 yılları arasında Asur krallığında bulunan büyük savaşçı Tiglat Palasar 1, çivi yazılı tabletlerinde hükmü altındaki memleketi genişletmek için giriştiği savaşları anlatırken, önce Kommagene kuzeyindeki Muşki’lere taarruz ettiğini, sonra da doğu Anadolu dağlarına yöneldiğini, buralarda geçilmez ormanlarla karşılaştığını, nihayet Van gölüne çıktığını haber vermektedir. Fakat Zagros’lara doğru ilk teşebbüsün, Asur krallarından Adad-nirari (911 -901) zamanında vukubulduğunu görüyoruz. Bu kral bir yazıtında aşağı Zab ötesine geçerek Lulubi memleketine doğru ilerlediğini öğünerek anlatmakta ise de, Asur istilâ kudretini artıran Asurbanipal (885-860) den önce Zagros’lara doğru ciddî bir hücum yapılmamış olduğu muhakkaktır. Fakat gün geçtikçe Mezopotamya’yı İran’a bağlayan geçitleri emniyet altına almak, imparatorluğun doğu sınırlarına zaman zaman vukubulan akınları önlemek gerektiğinden, bu hükümdar zamanında Asurlular, ilk defa dağ zincirlerini aşarak Şehrizor’un doğusuna kadar ilerlemişlerdir. Asur’lular bu sefer esnasında yaptıkları üç büyük savaştan sonra buraları kısmen hükümleri altına almış, eski Atlila şehri yerinde, Duraşur adını verdikleri şehri kurarak burasını, zengin bölgenin tahılları için depo yapmışlardır

Asurbanipal’in bu akın sırasında çarpışmış olduğu başbuğlardan yalnız birinin adı Sâmt olup diğerleri hep asyanik, yani Turani isimlerdir. Bunlar arasında Ata gibi aslı pek açık olanlarda vardır. Bu adlar, M. ö. dokuzuncu yüzyılda Zagros bölgesi halkının eski çağlarda olduğu gibi Ön Turan’lılardan ibaret olduğunu belirtmektedir.

Anlaşıldığına göre Ön Turan’lılar doğudan gelen Hind-Iran’lıların tazyiki ile Zagros’larda batıya doğru ilerliyerek buralardaki müstahkem şehirlerin kontrolünü ellerine almış, Asurlular karşısına yenilmez bir kudret olarak dikilmişlerdir.

Salmanassar III (859-824)ün 856 da Zamua'da Nikdim ve Nikdiara adlarında ön Turan'lılardan iki şefle karşılaşmış olduğunu görüyoruz. 844 tarihinde de İnanzu adında biri Namri’de Asur vassalı olarak hüküm sürüyordu. Bütün bunlar, bu çağlarda Zagros’ların batı bölgelerinin bile ön Turanlılarla meskûn olduğunu göstermektedir.

Asur’da çıkan iç kargaşalıklar 824 de Salmanassar III saltanatına son verince, Zagros bölgesindeki ön Turanlı prenslikleri yeniden egemenliklerini kazanmışlarsa da, yukarı Azerbaycan platosunda bu sıralarda kuvvetlenen Haldia kralı, Urmiye gölü batısındaki araziyi işgal etmiş, gölün güney -batısındaki Keleşin Derbendinde adına bir stel diktirerek Zagros’larda Asur'lulara karşı kuvvetli bir rakip olarak belirmiştir.

Yeni Asur kralı Şamşi-Adad V (824-810) Urmiye gölü tarafına yürüyerek bu göle dökülen Joghati ırmağı vadisini çevreleyen bölge olduğu tahmin edilen Mesu ile Kızılbundu’ya girdiler Buraların hükümdarı olan Piri Şad adında biriyle karşılaştılar.  Buradan Madai (Med’ler memleketinin) içine doğru ilerlediler.  Karlarla örtülü tepede (belki taht-ı Belkis’te) bu bölge başbuğu Hanasuruka'yı buldular.

Asur belgesinde görülen Hanasuruka adının da Turanî lehçeye ait olduğu umumiyetle kabul edildiğine göre, M.ö. 822 tarihlerine doğru, ileride Medya adiyle tarihe girecek olan Zagroslar’da yaşayan halkın tamamiyle Ön Turanlı'lardan olmaları ve buralarda Hind - lranlı soydan kimse bulunmaması zaruri görülmektedir.

Şamşi-Adad V ’in ölümünden sonra Asur'luların istilâ kudretleri 63 yıl kadar hızını kaybetti. Gerçi bu zaman içinde Madai bölgesine sekiz, Mannai bölgesine iki ve Namri’ye dört sefer yapıldığı annallerde görülmekte ise de, bu seferlerin birer çete akını mahiyetinde oldukları ve önemli neticeler vermedikleri anlaşılmaktadır.

Asurluların kudretten düştükleri bu zamanlarda Haldia krallığının yıldızı yeniden parıldamağa başlamış, kral Menuaş, Urmiye gölünün batı ve güney batı bölgelerini istilâ ederek Mannai memleketinde Taştepe üzerine bir kitabe yazdırmıştır.

Asur istilâ tarihinin parlak devrine başlangıç olan Tiglatpalasar III'ün cülusiyle (745 -726 ) Ön Asya'da görülen büyük sarsıntılar sırasında Zagros'lar da yeniden istilâya uğramış, ilk hamlede mahsuldar Şehrizor bölgesi bir Asur eyaleti olmuştur. Buraya tayin edilen Asur valisi, sonraları Zagros halkından bazı grupların Suriye’ye sürülmelerine yardım etmiştir. Tiglatpalasar III, doğuya yaptığı ikinci bir seferde Zagros dağları içerilerine doğru hayli ilerlemiş ise de, bu seferi tasvir eden tabletteki memleket ve şehir adlarının yerleri tayin edilmemektedir. Fakat bu adlardan çoğunun Turani lehçeden oldukları görülüyor. Bu bölgelere ait adların hemen hepsi, daha sonraki devirlere kadar asyanik simalarını muhafaza etmişlerdir. Bunlardan Kaki, Tunaku, Mitaki, Battanu gibi şahıs adları, bunları taşıyanların Turanlı soydan olduklarını belirtmektedir.

Asur kuvvetlerinin son seferinin topografyası hakkında dikkatli bir inceleme, bunların Erdebil'in doğusunda takriben 180 kilometre kadar ilerliyerek Ban ve Bisütun bölgeleri yakınlarına kadar gittiklerini gösterir. Tiglatpalasar IlI'ün 737 deki seferinde daha ilerilere, bugünkü Hemedan'ın kuzey -batısına kadar girilerek bu bölge prensi Upaş, bugünkü Penja-Ali-dağ tepesine kaçmak zorunda bırakılmıştır. Asur kralı, bu seferi tasvir eden tabletlerinde Madai ve Ellipi memleketleri şefleriyle ve bütün dağ bölgeleri başbuğlarından vergi aldığını ve Bikni (Demavend) dağına kadar ilerlediğini anlatmaktadır.

Sargon II (722-705) Asur tahtına oturduğu zaman, Batı İran'da bir taraftan iç isyanlar, diğer taraftan da Haldia kralının Zagroslara doğru akınlariyle karşılaşmıştı. Asurlular, 719 da bu isyanları bastırmış, Madai memleketindeki 28 şehir şefini boyun eğmek zorunda bırakmışlardır. 715 de Haldia ordusu Mannai memleketine girmiş, buranın Daiaukku adlı yerli şefile - ki bunun oğlu Haldia'da rehine idi - birlikte, yirmi iki kadar müstahkem mevki almış olduğundan, Sargon II. 715 de bunları da tedip etmek zorunda kalmış, süratle hareket ederek Daiaukku’yu ailesiyle beraber esir etmiş, kuzey Suriye’de, Hama şehrine sürmüştür. Eski çağlar tarihinin belirttiği kudretli hükümdarlardan biri olan Sargon II’nin 714 de Zagros’lar üzerine vukubulan seferini tasvir eden tabletlerde, Ön Turan’lı adlar arasında tek tük Hind-iranlı isimler de vardır. Meselâ bu zamanda Ellipi prensinin adı olan Talta ön Turan’lılara mahsus bir isim olduğu halde, Şehrizor’un doğu ve güneyindeki bölgelerin üç şefinden yalnız birinin adı Perscedir.

Yazılı silindirlerden anlaşıldığına göre, Sargon II devrinde Asur orduları bugünkü Hemedan ötesine kadar ilerlemiş, Haşmar ile Simaş arasındaki memleketleri yağma etmişlerdir. Bu çağlarda Simaş, Ellipi memleketi gibi Elâm sınırında bulunuyordu.

Sargon II devrinde, Asurlulara inkiyadlarını sunan ve vergilerini getiren İran plâtosiyle Zagros'lardaki küçük prenslikler şeflerinin adlarını ihtiva eden iki listede Daiaukku, Maşdaiaukku, gibi asyanik adların görülmesi, bu zamanlarda da henüz bu bölgelerde hâkim unsurun ön Turan'lılar olduğunu belirtmektedir. Fakat, eski devirlere nisbetle bu listelerde Hind-lran’lılara mahsus adların da çoğaldıklarını görüyoruz.

Asur tabletlerinde görülen Bileni dağının Demavent dağı olduğu kabul edilmekle beraber, buranın Lapia-lazuli dağı olarak tasvir edildiğini gözönüne alanlar, Bikni’nin Tabran'a hakim olan özeri karlarla örtülü maimai elvri dağı olması gerektiğini ileri sürmüşlerdir.

Matapim ve Mata’lar veya Ön Med'ler İran’ın kuzey-batı ve batı bölgelerinin, tarihin ilk çağlarından beri Elâm'lılar ve Yakın Şarkın diğer ilk kavimleriyle akraba olan bir halk tarafından meskûn bulunduğunu görmüştük. Sâmi ve Hind-lranlı kavimlerden ayırmak için çok defa Asyanikler veya ön Turanlılar adı verilen bu halktan İran’ın kuzey–batı bölgesinde bulunanlar M.ö. VI ıncı yüzyıl başlarında ön Med’ler veya Mata’lar adiyle tanınmışlardır.

Milâttan önceki dokuzuncu yüzyıla ait belgelerde İran’ın kuzey–batı halkından Amadai veya Madai adiyle anılan boylar, Urmiye gölünün güney-doğusunda Elvend dağının kuzey –doğu yamaçlarında şimdiki Hemedan bölgesinde oturuyorlardı. Kuzeylerinde Mannai, güneylerinde Ellipi memleketleri bulunuyor, batı sınırları ise Diyala ırmağının kaynağındaki bölgeye kadar uzanıyordu, Dara’nın Bisütun (veya Behistun) kitabesinin Elâm’ca kısmında bu memleket, Matapim, burada oturan halk ise Mataa diyle anılmıştır. İran’ın, Hind-İran’lılardan önceki halkının konuştukları dil grupundan olan Elam lehçesindeki Mata adının Med'lerin kendi kendilerine verdikleri isim olduğu şüphesizdir.

Matapim'in sınırlarını tesbit eden Marquart’a göre, Hazer kapısı, doğuda bu memleketle Part'lar memleketi sınırını teşkil ediyor. Güney sınırı ise bugünkü Hemendan'dan beş günlük mesafedeki Kapsa şehrine kadar gidiyordu. Batıda Zagros kuzeyde ise Alburz dağları sınırı çeviriyorlardı Urmiye kazasını da Matapim içinde sayanlar varsa da, Atropaten gibi, buranın da ilk zamanlarda bu memleket içinde sayılmaları için yeter sebep görünmemektedir. Mata'lar, toprağı verimli suyu bol, meyveleri mebzul olan yurdlarını ekip biçiyor, koyun sığır sürüleri, at yılkıları besliyerek geçiniyor, seçilmiş başbuğlar idaresinde ya birbirleriyle veya sonradan memleketlerine gelen Arte'lerle, yani Pers'lerle çarpışıyorlardı.

Mata’lar, sonraları Demavend ve Alburz dağlarının güney bölgelerine doğru yayılmış ve çoğalmışlardı Herhalde Matapim yedinci yüzyıl başlarında biraz genişlemiş olmakla beraber, nisbeten küçük bir parça idi. İlk Matapim, yani Medya batıda Musi adlı kayalık bir dağ ile Arazias’dan ayrılmakta idi. Musi, Gühi-çehl-çeşme ile Medya'nın kuzey-batı sınırlarını teşkil eden Şarşarau'nun kaynak bölgesinde bulunuyordu. Güneyde Devlet-abad ile Hurrem-abad’ın yüksek vadilerinde bulunması gereken İlli ile sınırdaştı. İleride görüleceği üzere, bu asrın ortalarına doğru Matapim'de birlik kurulduktan sonra sınır genişlemiştir. Bu zamanlarda Yunan kaynaklarında Medya adiyle anılan memleket sınırları kuzeyde Hazer denizini çeviren dağlar, doğuda Hirkanya, güneyde Elâm, Anşan, batıda ise Asur ili ile çevrili idi.

Asur kaynaklarında Zagros'un ötesinde bu çerçeve içinde Nami, Harhar, Parsua, Ellipi, Gilıan yahut Guzan, Zamua, Kirra adlarında bir takım bölgelerden bahsedilmektedir. Hind-Iranlılardan önceki devirde bütün bu bölgelerde, Mata’larla çok yakın akraba olan bir halk oturuyordu. Bu hal, bu bölgelerin Matapim ile birleşerek Mata devletini kurmalarına yardım etmiştir.


Mata'ların Avrupa'lı bilginler, ötedenberi Herodotos'a ve (Proto-Med'ler diğer kaynaklara dayanarak Hind-lranlılar'dan) milliyeti ayırt ettikleri Mata'ları, Turan'lı kavimlerden sayıyorlardı. Bu kanaatte bulunan bilginlerden önce Rawlinson,  Narris, Lenorman sonra da Oppert, Bisütun kitabesinin ikinci sütununun Mata diliyle yazılmış olduğunu ileri sürmüş, bunu, kanaatlerini teyit eden bir belge saymışlardı. Fakat, sonraları bu sütundaki dilin Elâmca’nın neoanzanit lehçesiyle yazılmış olduğu anlaşılınca, bu kanaat birdenbire sarsılmış, Mata'ların milliyeti muamması uzun tartışmalara konu olmuş, bu hususta türlü iddialar ileri sürülmüştür. Bazıları sonraları Med adiyle tarihte yer alan halkın Hind-Iranlı olduklarını iddia etmişlerdir. Bazı bilginler ise bunların Fino-Moğol veya Turanlı oldukları kanaatinde direnmişlerdir. Üçüncü bir grup ise Med'lerin içinde biri Turanlı, diğeri Hind-Iranlı olarak iki zümre halk bulunduğu iddiasını ileri sürmüşlerdir. İlk iddiaya taraftar olanlar, evvelleri Medce sanılan Bisütun yazıtının Elâmca olmasından Mata'ların Pers'lerden ayrı bir dilleri olmadığı neticesini çıkarmışlardır. Halbuki bu kadar önemli bir konuda bu derece zayıf bir istidlâle dayanılamıyacağı meydandadır. Gerçi Proto-Med'lere atfedilecek ve onların diliyle yazılmış belgeler yoktur. Bilgimizin bugünkü durumuna göre eski Şark kavimleri arasında Med'ler, hiç bir yazıt ve anıt bırakmamış olan biricik kavimdir, fakat bunun böyle olması Mata'ları Hind-lranlı saymak için kuvvetli bir sebep teşkil edemez.

Hind - Iran'lılar gelmeden önce buralarda Elâm'larla aynı soydan inmiş bir halkın yaşadığı, son arkeoloji buluntuları ve Mezopotamya yazıtlariyle kesin olarak meydana çıkmıştır. Şüphesiz bu kavmin kendilerine mahsus bir dilleri vardı. Bugün yeniden keşfedilen Asur tabletlerinde bunlara ait bir takım şahıs ve yer adları görülmekte, dilleri hakkında bir fikir edinilmektedir. Bunlar gösteriyor ki İran’ın kuzey - batısında tarihin karanlıklarına gömülen çağlardanberi yaşayan ve türlü adlar taşıyan insan grupları, aynı soydan indiklerini belirten lehçeler konuşuyorlardı. Birbirleriyle yakın akraba olan bu insanlar brakisefal ve lehçeleri de bitişken bir dile bağlı olmakla Samî ve Hind-Avrupalı diller konuşan kavimlerden ayrılıyorlardı. Asur’lular devrinde, Ön Turanlılar adiyle ayırdığımız bu halktan inen gruplardan Kafkasların güneyindeki Haldia’lar, Urmiye gölü güney-doğusundaki Mannai’ler, bunların batısını işgal eden Gut (Guti) lar, Kass (Kasit) lar, bunların güneyinde Zagros dağları boyunca yurt tutmuş olan Lulubi’ler, Ellipi’ler, Kaşau’lar, Barhasi’ler, Brahşi'ler gibi türlü adlarla anılan gruplar, bugünkü Hemedan’ın doğusunda oturan ve müstakil Med’lerin çekirdeğini teşkil eden Mata ( Madai ) larla dil ve cismani teşekkül bakımından bir idiler. Bugün bile bütün bu bölgelerde ve İran platosunun kuzey ve doğu bölgelerinde brakisefal grupların çokluğu teşkil etmeleri sebepsiz değildir.

Asur kralı Sargon'un sarayını tezyin eden ve son zamanlarda meydana çıkarılan kabartmalar ile Dara'nın Bisütun âbidesindeki Mata’lar kralı Sattarita ve Saka'lar kralı Çaku-ka’nın tasvirleriyle, Dara’nın haleflerinden Kserkses ordusundaki Mata ve Saka askerlerine ait kabartmalarda yakın benzerlik ve yuvarlak kafa (brakisefal) tip açıkça görülmektedir.

Asur kaynaklarında, bu bölgelere ve buralarda oturanlara ait yer ve şahıs adlarının ne Sami, ne de Hind - Avrupa lehçeleriyle bir münasebetleri olmadığı, bunların bitişken (aglu-tinant) bir ana dile ait oldukları, bugün dil bilginlerince umumiyetle kabul edilmektedir. Gerek bu adlar ve gerek dil şivesini belirten tek tük sözler, Ön Turanlılardan inen Mata’larla bütün çevrelerindeki halkın müstakil yaşadıkları zamanlarla Ahamaniş’lerin ilk devirlerinde Turanî bir dil konuştuklarını göstermektedir.

M. ö. dokuzuncu yüzyılda Asur kralı Şamşi-Adad V (824 -810) lran’a doğru yürüdüğü zaman, müstakbel Medya sınırları içindeki alanda Kızılbundu bölgesinde Piri-Şad adında bir kralla karşılaşmış olduğunu tabletinden öğreniyoruz. Bu tabletteki yer ve kral adlarının, Turani dilden oldukları açıkça görülmektedir. Orhun kitabelerinde Şad sözünün muayyen bir bölge idaresine memur edilen prenslerin unvanı olduğunu biliyoruz.

Asurlu'lar daha sonraları Matapim memleketine yani Medya'ya sokuldukları zaman, burada Hanasiruka adında bir başbuğla karşılaştıklarını yine tabletlerden öğreniyoruz. Bu başbuğ adının da Turani lehçeye ait olduğu meydandadır.

Herhalde Proto -Med’lere ait olup Asur tabletleriyle bize kadar gelebilen şahıs ve yer adlarının Sami veya Hind-Avrupalı bir lehçeye bağlanmalarının mümkün olmaması, bu halkın Sâmî veya Hind - Avrupalı kavimler arasında sayılmalarına imkân bırakmamaktadır.

Medya’da tek tük olmak üzere Hind - Iranlı dilden sayılabilecek adlara ancak M.ö. yedinci yüzyıl başlarından itibaren rastlanmaktadır.

Proto - Med’leri ve onlarla yakın akraba olan önasya’nın eski halkını Fino - Moğol zümresinden saymak için de hiç bir sebep ve belge yoktur. Bu halk Sumer’ler, Saka’lar gibi Ural-Altay bölgesinden taşan dilleri bitişken, kafaları brakisefal soya mensup bulunuyorlardı. Bu ana soy, Türklerin de aslı olan ön Turan’lılar dediğimiz Alpli tip soydu.

Yukarıda bahsettiğimiz Sargon sarayının kabartmalariyle Bisütun kabartmalarındaki tasvirlerin Fino-Moğol simalara hiç bir benzerlikleri yoktur. Bu tasvirlerde, ait oldukları insanların Alpli ırktan bulunduklarının açık nişaneleri pek güzel seçilmektedir. Hepsinde kafatasları yuvarlak (brakisefal), burunlar düz ve simalar birbirlerine benzemektedir. Göz kapakları çekik olmadığı gibi, elmacık kemikleri de çıkık değildir. Bunlardaki bütün fiziki vasıflar, ait oldukları insanların Ural-Altay arasından türeyen soydan inmiş olduklarını belirtmektedir.


Ural-Altay bölgesindeki Kurganlarda bulunan kafatasları, Mata’lara, Sumer’lilere, Elâm’lılara ait istatülerle karşılaştırıldıkları zaman, bunların hepsinin fizikî vasıfları ve kafataslarının şekilleriyle birbirlerine benzedikleri ve aynı ırk vasıflarını taşıdıkları pek güzel anlaşılmaktadır. Herhalde Mata'lar ve bu çağlardaki İran’ın batı ve Zagros bölgesi halkı cismani teşekkül bakımından Elâm’lılara benzedikleri kadar Sumerlilere de benziyorlardı. Gudea heykellerinde ve diğer Sumer ve Elâm heykel ve kabartmalarında görülen tipler ile, Sargon II sarayını tezyin eden ve Urmiye gölü çevresindeki Kişişim şehrinin muhasarasını belirten kabartmalardaki Mata tasvirlerile Bisütun âbidesindeki Mata ve Saka krallarının resimleri arasındaki benzerlik ilk bakışta göze çarpmaktadır.

Bu halkın müstakil yaşadıkları çağlarda, hattâ Ahamanişler hâkimiyeti altına girdikleri ilk zamanlarda konuştukları dil, bir kaç şahıs ve yer adlariyle tek tük dil şivesini belirten kelimelerde bir tarafa bırakılırsa, tamamen kaybolmuştur. Bu halk ancak Darius zamanından itibaren eski dillerini bırakmak ve Parsua’ların dilleriyle konuşmak zorunda kalmışlardır. Darius zamanından önceki Med dili, bu zamandan sonraki dilden bünye, mahiyet bakımından tamamile ayrı bir lehçe idi. Fakat, Mata’lara isnat edilecek veya Mata dilinde yazılmış belgeler bulunmadığından bu hususu isbat etmek müşküldür.

Daha önce, Uyfalvy bu konuda şu satırları yazmıştı:  Fransız bilginlerinden Lenorman ile arkadaşlarının buluşlarına dayanarak Mata’ların Turanlı kavimler dilini konuştuklarını iddia edebiliriz. Çivi yazısını bulmak şerefi bu Turanlılara aittir (Uyfalvy, Migrations des peuples). Gerçi Bisütun kitabesinin evvelce Mata diliyle yazıldığı sanılan sütununun Elimea olduğunun anlaşılması üzerine Hind,—Germenciler, Mata’ları da Hind— İranlı saymak gayretinde bulunmuşlarsa da, son yıllarda Asur tabletlerinin verdiği malzeme, Lenorman'ın haklı olduğunu yeniden meydana koymuştur, Nasıl ki çivi yazısının icadı şerefini Sami'lere vermek isteyenler de yeni buluşlar karşısında gülünç bir duruma düşmüşlerdir.

Ahamaniş devri Pers'lerinin, Med’leri Turanlı saydıkları ve Medya’nın eski lran destanlarındaki Turan’a dahil olduğu, İran ve Yunan kaynaklarını karşılaştırdığımız zaman şüphe götürmez bir vuzuhla meydana çıkmaktadır.

Bu karşılaştırma gösteriyor ki Zendavesta ve Şehname’de savaşları o kadar mübalağa ile anlatılan Kiyaniyan hükümdarı Keyhusrev ile Turan Hakanı Efrasiyab’dan, evvelkisi Herodotos’un ilk Ahamaniş hükümdarı olarak tanıtdığı Kuraş (Kyrus), İkincisi de Med kralı Astiyag’tır. Savaş alanı elan iki memleket yani İran’la Turan da güney-batı İran’la kuzey-batı İran yani eski Persya ile Medya’dır.

Herodotos, bu çağlarda Mata'ların kendilerini asîl anlamına olarak Ari adiyle andıklarını, Pers’lere ise Arte’ler denildiğini haber vermektedir.


Proto- Mata’ların Hayat ve Adetleri


Proto - Mata’lardan doğunun düzlük alanında yaşayanlar göçebelik hayatı sürüyor, hayvan yetiştirmekle geçiniyorlardı.  Batı bölgesinde yaşayanlar ise  o çağlara göre  iyice  tahkim edilmiş köy  ve kentlerde  oturuyor,  ziraatle  meşgul  oluyorlardı. Sosyal durumları Pederşahi mahiyette olan Mata’lar Asurluların Razanu dedikleri sergerdelerin idareleri altında yaşıyorlardı. Tiglatpalasar III, Proto -Mata’ların başbuğlarını, dağlık ülkenin Razanu’ları yani şehir başbuğları unvaniyle yadetmektedir. Khorsabad kabartmaları arasında Asur kralı Sargon devrine ait iki relief, Proto - Mata’ların medeniyet seviyelerini belirtmek bakımından çok önemlidir.

Bu kabartmalardan biri Mata şehirlerinden Kişişim’in Asurlular tarafından zaptedilişini, ikincisi ise o çağlarda Sagart’ lar tarafından bir Mata şehrinin alınmasını göstermektedir. Kabartmaların belirttiğine göre, bu her iki Mata şehri kuvvetli surlarla çevrilmişti. Surlar, dış duvarlara eklenen çıkıntılar ve kısa mesafelerle konulmuş mazgallarla süslenmiş kulelerle tahkim edilmişlerdi.

Kişişim’de iç içe üç sur bulunuyordu. Mata’ların ilerlemiş bir halk olduklarını gösteren bu surlar, batıdan gelen Asur akınlarına karşı uzun zaman mukavemet etmelerine yaramışlardı.

Sinear kültürünün batı Proto -Mata'ları üzerine olan tesiri pek güzel takdir edilebilir: Zamua veya Namri bölgesi Sinear'dan Altın köprüye giden ana cadde üzerinde bulunuyordu. Bu kolay ulaşma sayesinde Mata ili ile önasya'nın kültür merkezi Sinear arasında başlayan münasebet gittikçe gelişmiş, bu memleketin maddi terakkisi üzerine küçümsenemiyecek derecede etki yapmıştır. Asur krallarından Şamşi-Adad V daha o zamanlarda (dokuzuncu yüzyılda) Sagbitu adında bir kral şehrinden bahsetmiş, Mata'ların pek çok şehrini zabtederek yakıp yıktığını anlatmıştır. Daha sonraları da Sagbitu, Mata ülkesinin başkenti olmuştur. Krallık devrinde Medye'nin başkenti olan Hagbatana'nın kuruluşundan sonra Sagbitu gölgede kalmıştır.

Tiglatpalasar III de tabletlerinde birçok Mata şehrinden bahsetmektedir. Mata'ların Fırat bölgesinde büyük kültür merkezleriyle olan geniş münasebetleri, Mata'lar memleketi ile halkının o zamanlar büyük ve müstakil bir devlet kurmuş olmamakla beraber -batı memleketlerinin en ücra yerlerinde bile erkenden tanılmış olduğunu göstermektedir.

Proto -Mata'ların Mezopotamya'lılar ve yakın akrabaları olan Elâm’larla münasebetleri muslihane olmuştu. Her halde Babilonyalılar, Elvend bölgesine nadir akınlar yapmış ve yalnız Proto -Mata’ları haraca kesmekle yetinmişlerdir.  Bunun haricinde Asurlu’ların satvetli zamanlarına kadar Proto -Mata'lar dıştan gelen bir tecavüze uğramamış, iç egemenliklerini muhafaza etmişlerdir. Asurbanipal III, zamanında Zamua'da kurulan ve kendi devrinde harap bir halde bulunan Atlib adında müstâhkem bir mevkiden bahsetmektedir. Parsua’da Silhaz, batı Medya’da Bit-Sangibutti, Namri’de Saksulcani adında bir takım müstahkem beldeler saymaktadır. Proto-mata memleketi Parsuva ile Mezopotamya arasında bir köprü teşkil ediyordu. Pesr'ler Babil takvimini kabul etmiş olmalarına göre, bu takvimin proto -Mata’larca da bilinmiş olması tabiidir.


Mata'lar-Parsuva'lar


Ön Turan'lılardan inen ve türlü adlarla anılan guruplardan yedinci yüzyıldan itibaren Mata adı altında toplanan kuzey -batı Iran halkı arasına, ikinci bin sonlarına doğru Asur kaynaklarında Parsua'lar denilen yeni bir grubun girmiş olduğunu görüyoruz.

M.ö.  Dokuzuncu yüz yıl sonlarında Urmiye gölü batısında oturduklarını gördüğümüz bu halk, Türkistan'dan kuzey doğu İran'a inen Hind -lran'lılara mensup bulunuyorlardı. Bunlar zamanla batıya doğru ilerliyerek dokuzuncu yüzyılda Asur'luların kendilerini tanıdıkları bölgeye, Urmiye gölünün batısına, küçük Zab suyu kaynağı ile Drıgattu kaynağı alanları arasına yerleşmişlerdi.

Herodotos'tan öğrendiğimize göre, o zamanlarda Arte'ler (Arteens) adını taşıyan bu halk, İran'ın eski halkından ırk, dil ve âdetce ayrılıyorlardı. Asurlular da bunları Parsua'lar adı ile eski halktan ayırt ediyorlardı.

Parsualar, kafataslarının yapısı, yüzlerinin hatları, boylarının uzunluğu, derilerinin açık rengi ile Hind-Germen ırkı temsil ediyor, bu vasıflariyle Ön Turancılardan inen eski halktan ayrılıyorlardı.

Herodotos’un ırk, âdet ve kıyafetçe Arte'lerden yani Parsua’lardan ayırdığı Matalar, realiteye uygun düşünüşleri, ilmî ve ahlâki prensiplere bağlılıkları, dini duygularının kuvvetli olması bakımından kendi kendilerini asiller anlamına Ari'ler adiyle anıyor, memleketlerine sonradan gelen Parsua’lara sığıntı, kirli, bayağı insanlar göziyle bakıyorlardı. Bu sebeptendir ki Parsua’lar, kuzey -batı İran’ın eski halkı arasında barınamamış, M.ö. 815 den itibaren Urmiye batısını terk ederek Zagros vadileri boyunca güney -batıya inmiş, Sus’un kuzey -doğusunda Anzan memleketi civarındaki Parsamaş veya Parsumaş bölgesine yerleşmişlerdir. Bu yer değiştirmenin izlerine Avesta’da rastlıyoruz. Avesta "Airyanem Vaejo„ denilen ve bir nevi dünya cenneti gibi gösterilen yitirilmiş bir memleketten mübhem surette bahsedilmektedir. Herodotos'un Med’lerin kendilerine Arî adını verdikleri haberi göz önüne alınırsa, yitirilen bu ülkenin Asur kaynaklarında Parsua denilen Urmiye gölünün batısı olacağını kabul etmek icabeder. Parsualar çekildikten sonra kuzey -batı İran’ın eski boyları M. ö. VI yüzyıl sonlarına doğru Dayakku adlı birinin başbuğluğu altında birleşerek tarihin tanıdığı ilk Mata krallığını kurmuşlardır. Proto Mata'ları ilk defa birleştiren bu başbuğun adı Yunan kaynaklarında Deiokes olarak görülmektedir.

Deiokes Herodotos'a göre birliği kuran şahsiyet Fraort'un oğlu Deiokes'tir.

Herodotos’un Mata devletinin kuruluşu hakkında vermiş olduğu malûmatı, aslen Mata soyundan inmiş olan Harpagos'dan almış olduğu sanılmaktadır, Herodotos diyor ki: vaktiyle Mata (Med) ler köy ve kentlerde dağınık bir halde yaşıyorlardı. Bunlar arasında Fraort'un oğlu Deiokes adaleti ve doğruluğu ile o kadar tanınmıştı ki ilk önce kendi köyü sonra da bütün kabilesi halkı aralarındaki ihtilâfları hallettirmek üzere kendisine başvurur olmuşlardı.

Böylece büyük bir nüfuz kazandığını gören Deiokes, kendi işlerine bakmaya vakit bulamadığını ileri sürerek sonraları davalara bakmaz oldu. Bunun üzerine hırsızlıklar, kargaşalıklar eskisi gibi alıp yürüdüğünden Med’ler, Deiokes'i kendilerine kral seçtiler. Mata’ların altı büyük kabilesi, yeni kralın hâkimiyeti altına girdi.

Kralın ilk işi kuvvetli bir muhafız teşkilâtı kurmak oldu.

Sonra Yunanlıların Ekbatan dedikleri Hagmatana şehrini kurarak başkent yaptı. İhtimal ki Asur’luları örnek tutarak sarakola göre herkes kralı bizzat göremezdi. İstekler ve dilekler, bunları krala arza memur adamlara söylenirdi. Bu gibi usuller, kralı harkesten uzak bulundurarak ona karşı saygı ve korku uyandırmak maksadiyle konulmuştu.

Herodotos’a göre, Deiokes elli beş yıl süren (728-673) saltanatı esnasında o vakte kadar dağınık kabileler halinde ayrı ayrı başbuğlar idaresinde yaşayan Mata'ları, bir millet halinde birleştirmeğe çalışmıştır.  Saltanatının büyük kısmı, Babil’liler, Elâm’lılar, Suriye ve Filistin'lilerle savaş halinde geçen Sennaherib (705-681) devrine rastladığından, Asur ordularının akınlarından masun kalarak, iç birliğini sağlamak fırsatını bulabilmiştir. Bu zamanda Medye'yi tehdit eden tek Asur seferi, Ellipi’ye, yani Kirmanşah bölgesine vukubulmuş, fakat daha ileri geçmediğinden, memleketin diğer bölgeleri sükûnet içinde yaşamıştı. Esasen Deiokes Asur'lulara yıllık vergisini muntzaman ödemek suretiyle onlar tarafından bir tecavüze uğramağa vesile bırakmıyordu.

Herodotos’un Medya devletinin kurucusu olarak gösterdiği Deiokes yani Dayakku adı Asur kaynaklarında yalnız Mannae’lerin bir başbuğunun ismi olarak geçmektedir. Bu başbuğun da Sargon Il tarafından 715 de Suriye’deki Hama şehrine sürülmüş olduğunu yukarıda görmüştük. Halbuki Herodotos’un Deiokes tarafından 728 - 673 tarihleri arasında kurulduğunu haber verdiği bir devletin Sargon zamanında mevcut olmadığı muhakkaktır. Herodotos’ta görülen Deiokes ve halefleri adlarının uydurma olduğunu iddia etmek için de elde hiçbir belge yoktur. Bu tezadı, Sargon II devrinde Mata’ların kuzeyinde yaşayan Mannae kabilesinin başbuğu olan ve Asur ordularıyle kahramanca çarpışan Daiaukku’nun müteakip nesillerce Medya krallığının müessisi gibi tanıtılmış olması ihtimaliyle bertaraf edebiliriz. Tarih bakımından Medya devletinin aydın devrine ancak Herodotos tarafından Deiokes’in oğlu olarak gösterilen ve 675-653 yılları arasında yaşadığı bildirilen Fraort ile girilmektedir.


Kimmer'ler ve İskit'ler


Ön Asya'nın Herodotos'un kuzeybatı İran'da bir Med devleti kurulduğunu haber verdiği çağlarda, M. Ö. yedinci yüzyıl başlarında Asur kaynakları tarafından, bu bölge simasında önemli bir değişiklik olduğunu anlatırlar. Asur’luların Gimirrai dedikleri Kimmer’ler, içinde bulundukları karanlık âlemden çıkarak Kafkas kuzeyinden Derbend yoluyla İran’a akmış, bunlardan bazı kabileler Haldia krallığını çaprazvari çiğneyerek hiç bir maniaya uğramaksızın batıya yönelmiş, Anadolu platosuna dolmuşlardır. Bunların arkasından da İskitler veya İşguzai’ler, Haldia’nın doğusuna akmış, İran vadilerine inmişlerdir.

Bunlar sürülerine otlak arayan barışsever göçebeler değillerdi. Belki at üstünde doğmuş, at üstünde büyümüş, yağmacı korkunç akıncılardı. İran’a akan grubun ilk merhalesi Urmiye gölünün güney ve güney-doğusundaki Mannae memleketi olmuştu. İskitlerin kuzey-batı İran’da bu görünüşlerinin, Herodotos’un rivayetine göre Deiokes zamanına rastlaması gerekmektedir; Halbuki Asur kaynakları bu zamanlarda buraların Asar-ah-İddin (681669) in nüfuzu altında bulunduğunu göstermekte ve Herodotos’un Deiokes (Daiaukku) inden hiç bahsetmemektedir. Asur kaynaklarına göre, Asur-ah-İddin, bu bölgedeki Dur-Enlil şehrinin elinden çıktığı, ve Şarru-İgbi'nin Kimmer’ler tarafından zaptedilmek tehlikesine düştüğü, hatta Asur’lulara karşı isyan etmiş olan Mannae prensi Ahşeri'yi tedip için göndermiş olduğu kuvvetinin tehdit edildiği haberini alınca, harekete geçmek mecburiyetinde kalmıştır. Asur kralı, bu sefer esnasında Mannae’leri dağıttığını, bunların müttefiki olan İskit başbuğu Işpakaya’yı öldürdüğünü iddia etmektedir.

Fakat oğlu zamanında Abşeri, yine isyan halinde bulunduğuna göre bu iddianın mübalâğalı olduğu şüphesizdir. Asur-bani-apli’nin (668-626) babası zamanında Mannae’lerin Şarru-İgbi’yi zabtetmiş oldukları yolundaki kaydı da bunu teyit etmektedir.

Buraların elden çıkması, Asur’lular için büyük bir kayıptı. Çünkü İran’ın Bisütun güneyindeki ovaya kadar olan kuzey batı bölgesi ile Zagros’lar elden çıkmış bulunuyordu. Halbuki Mannae bölgesi sulak ve bitkili vadileriyle Asur ordularının muhtaç oldukları atların yetiştiği, beslendiği bölgelerdi. Daha doğuda Matapim toprakları içinde, sonraları Khoara denilen bölgede at, kısrak ve deve sürülerinin otlağını teşkil ediyordu.

Asur’lular Kimmer’lerle Iskitlere karşı koymak için muhtaç oldukları atları elde etmek üzere BibKari’den Medya’ya doğru birbiri arkasından akınlar yapmak suretiyle ilerlemeğe başladılar. Bu akınların neticeleri hakkında kesin bilgi olmamakla beraber, bu hareketler esnasında önce Nisai ve ovalarının istilâ edilmiş olduğunu tahmin edebiliriz. Pervasız Asur'lular, binek hayvanları bulmak üzere muttasıl ilerlemiş, tepeleri karlarla örtülü Demavend ve tuzlu göl ile çevrili efsanevi mara (Arri) ya kadar gitmişler, buralardaki başbuğları esir, buldukları at, deve sürülerini iğtinam etmişlerdir.


zamana kadar Asur krallarından hiç biri İran platosunda bu kadar içerilere sokulamamıştı. Asur metinlerinde, Asur-ah-iddin'in büyük seferi üzerine üç Mata başbuğunun Ninova'ya gelerek vasallığı kabul ve tekrar şehirlerinin başına geçirilmelerini niyaz ettikleri haber verilmektedir. Ayni ırkdan bu başbuğlardan birinin Partakka prensi Uppis, diğerinin Partukka prensi Zanasama, üçüncüsünün da Uraha Zabama prensi Pamateia olduğunu öğreniyoruz. Bunların Asurlu'lar tarafından eski şehirlerinin başbuğluklarına geçirilip geçirilmedikleri anlaşılamamaktadır. Herzfeld bu şehirlerin Partiya ve Hirkanya’da olduklarını iddia etmektedir. Buna göre Asur akıncılarının İran içinde pek çok ilerlemiş olmaları icabedar.

M. Ö. 673 tarihlerinde Asar-ahiddin'in (Asarbaddon) İran içerilerine doğru bu kadar ileri sokulabilmiş olması bu zamanlarda Medye bölgesinde Herodotos’un tasvir ettiği kadar kuvvetli bir hükümet bulunması ihtimalini kaldırmaktadır.

Fraort ve Khşatrita (653-575)


Asur metinlerinin saçabildiği ışık altında Medya’da tanıdığımız devlet, Fraort ile başlamaktadır. Herodotos, bunu Deiokes’in oğlu olarak tasvir eder.

Fraort’un hükümdarlığa 675 tarihine doğru başlamış olduğuna şüphe etmeğe mahal yoktur.

Bu zamandan yüzelli yıl kadar sonra Ahamaniş’lerden Büyük Darius, çarpıştığı prenslerden Fraort adında birinin Keyaksar neslinden geldiğini ve hakiki adının Khşatrita olduğunu söylemiş olmasına göre, Herodotos’un Fraort dediği prensin saltanat adının Khşatrita olması gerekmektedir.

Esasen Asarahiddin (Asarhaddon)un son senelerine ait tabletlerde bu prensin adı asurlaştırılarak Kaştariti şekline sokulmuştur.

Asur kaynaklarından öğrendiğimize göre Fraort önce Karkaşşi şehri başbuğu idi. Bu şehir adının Kas’ların Zagros’taki eski merkezlerinin adına uymasına göre, Fraort’un başbuğ olduğu şehrin Kas’ların bu eski merkezleri olması ihtimalden uzak değildir. Esasen Herodotos’un Hagmatana şehrinin kuruluşu hakkındaki hikâyesi başka kaynaklarla teyit edilmediğine göre, henüz kesinleşmiş değildir.

Herodotos’un Fraort’u Pers’leri ilk defa Med hâkimiyeti altına alan kral olarak göstermesi, belki tarihi bir gerçeği ifade etmektedir. Çünkü Asur kaynaklarından Khşatrita’nın Asur’lulara muntazaman vergi vermek suretiyle iyi münasebetler idame ederek kuzey –batı İran’daki Asurlu kabileleri yavaş yavaş hükmü altında topladıktan sonra, kana susamış Asurbanipal’in (668-626) Elâm’larla uğraşmasından faydalanarak, M. ö. 670 tarihine doğru Parsumaş başbuğu Ahamaniş prensi Taispes'i hükmü altına almış olduğunu biliyoruz. Bu zamanlarda Taispes Anşan kralı unvanını taşıyordu. Fakat, Khşatrita’nın plâtonun kesin hâkimi olmak için, başka yerleri de hükmü altına alması lâzımdı. Bu toprakların başında Mannae memleketi geliyordu.

Buraları bir müddet önce İskit dalgalarının istilâsına uğramış ise de, prensleri Aşeri nihayet Iskitlerle anlaşmış, 660 tarihlerine doğru kuvvetlenerek Asurbanipal'i izaç etmeğe başlamıştı.

Asurbanipal'in çalâk akıncıları cüretkâr Aşeri'yi payitahtı olan Izertu'dan kaçmak zorunda bıkakmışlardı, Atrana'ye çekilen Aşeri başta Şarru-lgbi olmak üzere birçok şehri Asur'lulara bırakmak zorunda kalmıştı.

Mannae memleketinin istilâ edilen bölgelerindeki halk Asur garnizoniyle birleştiler. Buralarda bir Asur sancağı kuruldu. Talihsiz Aşeri de kaçmasını hoş görmeyen tebaası tarafından öldürüldü. Asur'lulara taraftar olan oğlu Ualli de yerine oturdu.

Asurbanipal'in Aşeri'yi yakalamak üzere Mata'lara ait topraklara girdiği anlaşılmaktadır. Bu sırada çiğnenilen yerler yağma edilmiş, bir şehrin başbuğu olan Birişatri ile iki oğlu yakalanarak Ninova'ya götürülmüş, bu suretle Mata'lara da Asur satveti gösterilmiştir.

Bu zamandan itibaren Asur'luların hükmü altına girmiş olan Mannae memleketi halkı, Mata'lara karşı Asur'lularla birlikte cephe almış Khşatrita'nın bu memlekete girmesi yasak edilmiştir.

Bu durumu memleketi için tehlikeli gören Khşatrita, Herodotos’un ifadesine göre, Asur’lulara karşı bir savaş açmış, batıya doğru yürümüştür. Herodotos’un bu rivayeti bir hakikat ise, Mata'lar prensindeki cüretin askeri kudretinin çok üstünde olduğunu kabul etmek icabeder. Asur tabletlerinde Khşatrita' nın, kendisi için felâketle neticelenmesi muhakak olan böyle bir hatada bulunduğunu gösteren hiç bir kayıt olmamakla beraber, Herodotos’un rivayeti de inanılmayacak bir şey değildir. Tarih babasının anlattığına göre, Asurbanipal üzerine yürüyen Fraort (Khşatrita) un ordusu perişan olmuş, kendisi savaş alanı olan Rago’da ölüler arasında bulunmuştur.

Herodotos’un 653 de gösterdiği ölümü ihtimal ki bir Asur sınır kentine hücum sırasında olmuş, adamları cesedini ihtimamla, onun çok iyi tanıdığı dağlarda, hâlâ görülmekte olan kaya mezarlardan birine gömmüşlerdir.



Medya'da İskit hakimiyeti  (653-625)      

  

 Khşatrita'nın oğlu Uvakhşatra   (Keyaksar), Medya tahtının varisi idi.  Eğer olaylar tabii olarak ceryan etmiş olsaydı,  babasının ölümünü müteakip kendisi tahta oturacaktı. Fakat,  İran’a dolmuş olan İskit'ler,  her tarafı yakıp yıkmağa, gördükleri her şeyi yağma etmeğe başladıklarından Keyaksar’ın duruma hâkim olmasına meydan bırakmadılar.

İskit’ler, kafkas’ları Derbend geçidinden aşarak Azerbaycan’a inmişlerdi. Matalar kralı onları Urmiye gölünün kuzeyinde karşılamış, fakat mağlup olmuş, galiplerin şartlarını kabul zorunda kalmıştı. Yunan kaynaklarının İskit'lerin İran'da yaptıkları tahriblere ait rivayetleri doğru olmak icabettiği gibi, onların İran ve önasya’da 28 yıl sürdüğü söylenen hakimiyetlerinin de ( 653-625 ) tarihi bir hakikat olması gerekiyor. Her halde İsrail oğulları peygamberlerinden Eremiya'nın dediği gibi (23, VI) Akdenize kadar uzayan bu istilâ dalgasını tutmak üzere ancak surlar kalmıştı. Bazı tarihçiler İskitlerin Protathyes’in oğlu Madiyes komutası altında Azerbaycan'a inişlerini, Medya’da beliren ve imparatorlukları için tehlikeli görülen kuvveti ezdirmek isteyen Asur'luların davet ve teşvikine atfederler. İskitlerin önasya'ya girişleri ister Asurluların davetiyle, ister Mesagetlerin arkadan vukubulan tazyikleriyle olsun, netice Yakın Şark için bir felâket olmuş, Asur imparatorluğunu zayıflatarak kesin yıkılışını hazırlamıştır.

Çünkü Keyaksar'ı mağlup ederek Medya’yı yakıp yıkan İskit'ler, sonradan Asur imparatorluğuna girerek Elcezire, Suriye, Fenike ve Filistin bölgelerini baştan başa yağma etmişlerdir.

Fakat, sürekli cenkler, değişik iklimler git gide lskit'leri yıpratmış ve azaltmış olduğundan sabırlı Keyaksar'ın bunları vurmak için beklediği zaman nihayet gelmiştir.

Herodotos'un rivayetine göre Keyaksar sonraları dost olduğu İskit kralı Madiyes ile belli başlı komutanlarını bir ziyafete davet ederek sarhoş ettikten sonra hepsini öldürtmüş, sonra da başsız kalan İskitler üzerine atılmıştır. İskitler ümitsiz bir mukavemetten sonra perişan olarak Medya'dan çekilmişlerdir.

Uvakhşatra'nın, yani Keyaksar'ın bu korkunç olaydan sonra M.ö. 625 tarihinde Med platosunda nizamı nihayet kurabildi. Keyaksar'ın bu parlak neticeyi ne suretle temin etmiş olduğunu bilmiyoruz. Herodotos bunu İskit şeflerini sarhoş etmekle izah eder. Her halde Keyaksar'ın iktidar mevkiinde serbest kalabilmek için pek çok didinmiş olduğu şüphesizdir. Sonraki başarılar ve vazifeleri hakkında mevcut bilginin de çok noksan olduğunu söylemek icabeder. Kesin olarak bildiğimiz, geçirdiği acı tecrübelerin, kendisine duruma hâkim olmak, tasavvurlarını gerçekleştirmek için kuvvetli ve disiplinli bir orduya lüzum olduğunu öğretmiş olmasıdır. Herodotos onu savaşçı, Mata’ların hakiki teşkilâtçısı olarak tasvir eder. Öyle anlaşılıyor ki İskit’lerin muvaffakiyetlerini temin eden ok atıcılığını, Mata’lara öğretmiş, Asur'luların askerlik usullerinden de geniş nisbette faydalanmağı bilmişti.

Babasının hayatına mal olan yenilginin, İskitlerin memleketini talân etmesine yol açan inzibatsızlık, ona başlı başlarına hareket eden beylerin toplayacakları kuvvetlerle muntazam orduları yenmenin imkânsızlığını öğretmişti. Asur ordusuna benzer bir ordu kurmağa karar verdi. Mızrakdarlar ve okçulardan mürekkeb piyade, diğeri süvari olmak üzere iki gruptan mürekkeb müteharrik bir ordu vücuda getirdi. Yaya askerler, ok, yay, kılıç ve mızraklarla mücehhez bulunuyorlardı. Mata’lar ötedenberi at yetiştirmekle meşgul olduklarından süvari kıtalar, düşmanlarınkinden fazla ve onlardan üstündü. Çocukluklarından itibaren ata binmeğe alışkın olan süvarileri, aynı zamanda her istikamete koşarken ok atabiliyorlardı.

Keyaksar, ordusunu kurduktan sonra önce platoya hâkim olmağa teşebbüs etti. O zamanlar krallar kralı (Şehinşah) unvanını taşıyan Anşan hükümdarı Ariaramna (640-615) üzerine yürüdü. Parsumaş ve Anşan bölgelerini hükmü altına aldı. Bu mağrur Pers kralının, üzerindeki yazıtta atalariyle o kadar öğündüğü meşhur gümüş tablet iğtinam edilerek Hagmatana’ya götürüldü. Ariaramna'nın oğlu Arşama ve torunu Viştasp (His-tasp) ın egemenlik ifade eden kral unvanını almaları yasak edildi. Bu ilk hamlede Keyaksar’ın Urmiye gölünün güneyine ve batısına tesadüf eden toprakların büyük bir kısmını da zaptettiği sanılıyor.

İhtimal ki daha bu zamanlarda Asur'luların Urmiye gölü batısındaki eski Parsua eyâletleri tamamiyle Keyaksar'ın hükmü altına girmiş bulunuyordu. Mannae’lerin bir kısmı Asur kralı SinşaMşkun (621-612) un yanına kaçmakla beraber, geri kalan çoğunluk ta Keyaksar'ın hâkimiyetini kabul etmişlerdi. Keyaksar, eski Lulubi memleketindeki Harhar bölgesini zaptettikten sonra (615 tarihine doğru), artık doğrudan doğruya Asur’lular üzerine hücum için yol açılmış bulunuyordu.

Asur imparatorluğu için bu aralık Babilonya’da da bir tehlike belirmeğe başlamıştı. Burada Deniz memleketi valiliğine atanmış olan Nabopolassar, seleflerinden BeMbni gibi yavaş yavaş Ninova’yı tanımamağa, istiklâle doğru yürümeğe koyulmuş, deniz memleketi kralı unvanını almıştı. Hatta bu sıfatla Uruk ile Sus arasındaki tapınaklarda yapılacak kültlere ait fermanlar çıkarmış, bunlarda kendisini BeMbni’nin varisi gibi göstermiştir. 616 tarihine doğru, bütün Babilonya kendisine tabi bulunuvordu. Bu kadar kuvvet kazandıktan sonra Asur ülkesine hücum etti.

Bu esnada Asur imparatorluğu tahtında oturan Sin-şar-Işkun, asırlardanberi Asur zulmü altında inleyen kavimlerin kurtuluş hamlelerini önleyebilecek bir azim ve kudrete haiz bulunmuyordu. Bununla beraber, Mannae mültecileri ile Babil prensini Kablinu’da karşılamak cesaretini gösterdi. Bu sırada imdadına gelen Mısır ordusunun da yardımiyle, Nabopolassar’ı geri çekilmek zorunda bıraktı. Fakat Babil kralı ertesi yıl (615) tekrar ilerliyerek Dicle hattını yarmağa teşebbüs etti. Arrapha (Kerkük) bölgesindeki Madanu şehrini zabtetti. Aynı yıl haziranında Asur şehri üzerine yürüdü. Fakat, Asur’luların yardımına gelmiş olan Mısır kuvvetleri bu defa da kendisini geri çekilmeğe mecbur etti. Bu sırada idi ki Nabopolassar'ın müttefiki olduğu tahmin edilemeyen Keyaksar sahnede görüldü.

Mata’lar kralı, 615 yılı Kasım ayında Arrapha (Kerkük) bölgesine girdi. Burada bir şehri aldı. Ertesi yılın ağustos ayında Dicle istikametinde ilerliyerek Asur ülkesinin kuzey taraflarını zabtettikten sonra, Ninova’yı muhasara altına aldı.

Fakat, başkentin kuvvetli surlarını aşamadığından Tarbisu'yu almakla iktifa etti. Sonra Dicle'yi takiben Asur şehri önlerine indi. Şiddetli ve ani bir baskınla, Babil kralının alamamış olduğu bu şehri zabtetmeğe muvaffak oldu.


Asur imparatorluğunun, Medya'lı rakip bir kralın eline geçmesi ihtimalinden telaşa düşen Nabopolassar, Asur şehrinin sukutundan biraz sonra bu şehir önlerine geldi. Can çekişen Asur imparatorluğunun eski başkenti önünde karşılaşan iki ordu için anlaşmak veya çarpışmak gibi iki yol vardı. Onlar birinci yolu tercih ederek anlaştılar. Aralarında bir dostluk ve birleşme andlaşması yaptılar. Bu andlaşmayı kuvvetlendirmek üzere Mata’lar kralının oğlu Astiyag’ın kızı Amytis Babil kralının oğlu Nabokhodonosor ile evlendirildi. Bu tarihten itibaren iki ordunun beraberce hareketine karar verildi. Bu ittifak yapıldığı sırada, bir zamanlar Yakın Şarkı titreten Asur imparatorlarının varisi olan Sin-şar-lşkun, akıbetini bekleyen mütevekkil bir seyirci durumunda kalmıştı.

613 yılında Keyaksar ordusu başka bir yerde meşguldü. İhtimal ki Medya kralı, bu yılı Asur imparatorluğu kuzeyindeki dağlarda kalan göçebe İskit'leri hükmü altına almakla geçirmışti. 612 yılına doğru, Keyaksar ile Nabopolassar bir zamanlar, yalnız adı bütün önasya’yı titreten Ninova'yı muhasara ettiler. Ctesias’ın rivayetine göre haziran ile ağustos arasında vukubulan üç savaşta Asurlular mağlup olarak Ninova surları içine çekildiler. Ağustos ayında müttefik ordularının müşterek hücümları kesin neticeyi verdi. Ninova yağma edildikten sonra yakılıp yıkıldı.

Keyaksar aynı senenin eylül ayına doğru, hissesine düşen ganimetlerle Medya’ya döndü. Fakat Medya kralı ile Babil kralının birlikte başarmağı taahhüt etmiş oldukları iş henüz bitmemişti. Asur krallık hanedanından Asuruballit, Asur ordularının enkazı ile kuzey Mezopotamya'daki Harran merkez olmak üzere, yeni bir Asur krallığı kurmuştu. 610 yılı başında Nabopolassar, son Asur mukavemetini de kırmak için Medya kralını yardımına çağırdı. Aynı senenin Kasım ayında Keyaksar büyük bir kuvvetle Mezopotamya'ya indi. Müttefikler Harran üzerine yürüdüler. Uzun süren mücadelelerden sonra şehir zabtolundu. Son Asur kuvvetleri de, son Asur prensi ile beraber, ebediyen tarihe gömülmüştü.

Bu zaferleri belirten Babil belgeleri olduğundan bu zamandan sonra Medya tarihi birdenbire bir daha karanlıklara gömülmekte, bizi faraziyeler yürütmek zorunda bırakmaktadır. İhtimal ki Asur imparatorluğunun Medya ile Babil hükümetleri arasında fiilen paylaşılması, bu zaferden sonra olmuş, Keyaksar hissesine düşen toprakları istilâ için Kızılırmak boylarına kadar gitmiştir. Bu suretle Medya’lıların batı sınırları, bu sırada Anadolu’nun en kudretli hükümeti olan Lidya krallığı ülkesine kadar uzanmış oluyordu.

Bu sırada Keyaksar krallığının sınırları doğuda bugünkü Tahran'ın güneyinde Rhages’i, güneyde İsfahan'ı, kuzey batıda Adropaten (Sovyet Azerbaycan’ı) bölgesini içine alıyordu. Bu zamanlarda Parsa memleketi de Keyaksar krallığı sınırları içine girmiş bulunuyordu. Med kralı, Parsa ve Parsumaş memleketlerinin başında bulunan Kambujiyas'ı (Kambyses) (600-559) tâbi prens olarak yerinde bırakmıştı. Yalnız Alburz dağlariyle Hazer denizi arasında yaşayan halk, istiklâllerini muhafaza ediyorlardı.

Ctesias, Keyaksar (Astibara) zamanında Part'ların Med'lere isyan ettiklerini haber vermektedir. Birçok savaştan sonra, Partlar nihayet Keyaksar’ın vassallığını kabul etmiş, aralarında bir ittifak andlaşması yapılmıştı, Bu rivayet, ihtimal harici görülemez. Her halde Part'ların o zamanlarda Keyaksar'a olan tâbiliklerinin, çok sonraki çağlarda dış eyaletlerin Arsakid'lere (Eşkânilere) olan tâbilikleri mahiyetinde olacağı tahmin edilebilir.


Medya Lidya 


Keyaksar'ın kuzey-batıdaki fetihleri daha genişti. Haldia krallığı arazisinden olan ve sonraları buralara gelen Ermenilerle meskun bulunan topraklar da Medya krallığı içine girmişti.  Herodot da, Ahamaniş imparatorluğunun teşekkülünden önce Kızılırmak (Halys) a kadar uzayan arazinin Med krallığına ait olduğunu kaydetmektedir.

Halbuki bu zamanlarda Lidya'ya hâkim olan Sadyattes'in oğlu Allyattes, kendisini küçük Asya’nın tek hâkimi tanıyordu. Bu sebepten Kızılırmak'a kadar sokulan Medya kraliyle arasında kanlı bir savaş başlamaması imkânsızdı ve böyle oldu. M. ö. 590 tarihlerine doğru Keyaksar büyük bir ordu ile Kızılırmak boylarında göründü. Burada Medya'lılarla Lidyalı’lar arasında kanlı bir savaş başladı. Beş yıl süren harp esnasında iki taraftan hiç biri kesin bir başarı elde edemedi. Altıncı yıl da savaş sırasında birdenbire gündüzün gece olması, her iki taraf askerlerini dehşet içinde bırakmıştı. Güneşin tam tutuluşunu, tanrıların harbin devamına karşı hoşnutsuzluklarına bir işaret sayan savaşçılar, derhal harbi durdurdular.

Medya ile Lidya arasında kesin sınırı kararlaştırmak ve sulh yapmak üzere iki taraf Babilli Nabu-naid ile Kilikyalı Siyennessis’i hakem seçtiler. Birincisinin Allyattes’i, ikincisinin de Keyaksar’ı temsil ettiği sanılan hakemler, Kızılırmak sınır olmak üzere bir andlaşma kararlaştırdılar. Andlaşmanın devamını emniyet altına almak için Allyettes'in kızı Aryenis ile Keyaksar'ın oğlu Astiyag evlendirildi. Keyaksar ile Allyattes de kan yalaşarak kardeşlik andı içtiler. Fakat, aynı yıl içinde Keyaksar öldü. Yerine oğlu Astiyag (Iştumegu) geçti (585).


Zaferlerin Matalar Üzerindeki Tesirleri


Hagmatana'nın Ninova yerine geçmesi, Mata'ların ahlâkları, âdetleri, yaşayışları, hatta dini telâkkileri üzerinde önemli değişmelere yolaçtı.  Ninova'dan iğtinam olunan şeyler, Hagmatana'nın imar ve tezyinine sarf olundu. Yedi katlı sur ile çevrilen bu şehirde Asur tarzında saraylar kuruldu. 

Büyük zaferler Medya'lılara pek çok kazanç temin etmişti. Keyaksar'ın yaptırdığı sarayın dış sütunlarına gümüş, iç sütunlarına dev altın levhalar kaplanmış olduğu rivayet edilir.

Ninova'nın alınmasından sonra Medya'da, Asur kâhinlerine benzeyen bir Muğ'lar zümresi teşekkül etmişti. Hatta Asur dininden, Medya'lılar arasına bazı merasim bile girmişti.

Ninova'da olduğu gibi Hagmatana'da da tanrılara kurban kesmek, uzun ve beyaz elbiseli Muğ'lara mahsus bir imtiyaz olmuştu. Keyaksar'ın asırlarca ön asya’yı titreten Asur imparatorluğunu yıkması, tarihte kendisine unutulmaz bir ün kazandırmıştır. Bu da yersiz değildi. Çünkü Keyaksar'ın İskit'leri kovmak, Asur imparatorluğunu yıkmak gibi büyük rolleri ön asya tarihine yeni bir devir açmıştır.

Her halde kudretli bir asker, tedbirli bir idare adamı, yılmaz bir kurucu olan Keyaksar, Lidya ile kesin bir anlaşma yapmakla askerlik kadar siyasette de maharetli olduğunu göstermiştir.

Astiyag (585-550) ve Mata Krallığının Yıkılması


M. Ö.  altıncı yüzyılın ilk yarısı, önasya tarihinin büyük olaylarına sahne olmuştur. Bu zamanda vukubulan olayların, sonraki çağları hazırlamak bakımından da önemleri çok büyüktür.

Astiyag Medya tahtına oturduğu sırada Babil tahtını ondokuz yıldanberi işgal eden asrın en kudretli siması Nabokhodonosor (604-562) batı Suriye ve Filistin'deki kazançlarından başka, güneyde Deniz memleketine, doğuda ise İran'ın Sus (Elam) bölgesine hakim bulunuyordu. Nabokhodonosor" un hayatı müddetince Medya krallığı ile Babil krallığı arasındaki dostluk ve ahenk samimi olarak devam etmişti.

Fakat, ölümünden sonra Babil’de iç durumun sarsılması neticesinde baş gösteren kargaşalıklar, Astiyag'a beklediği bir fırsatı vermişti. Fakat büyük başarılara çok elverişli bir durum içinde büyük ve düşmansız bir devletin başına geçmiş olan Astiyag, babasının başarıcılık ve yılmazlık temsil eden tacını taşımak liyakatinden mahrumdu. Bu sebepten siyasi fırsatlardan geniş nisbette ve zamanında faydalanacak bir hükümdar değildi.

Babil’de Nabokhodonosor'un yerine geçen oğlu Amel - Marduk (562-560) ise babasının siyasetini bırakarak papazların nüfuzu altına girmiş, bu yüzden memleketinde haricin ihtirasını kamçılıyacak bir durum yaratmıştı. Neticede askerî zümre kendisini tahttan atarak yerine Nergal-şar-usur’u geçirmişler, dört yıl sonra da rahipler sınıfı kuvvetlenerek yerine Labaşi-Marduk'u oturtmuşlardı. Fakat bu da 556 da askeri kuvvet taraftarlarınca katledilmiş, sallanan tahta Nabu - Naid (Nabonid) çıkarılmıştır.

Son siyasi buhran Elam ve Sus’un ziyaı ile vehametini artırmıştı. Fakat Babilonya’dan ayrılan Elam ve Sus’un gittikçe genişliyen Medya krallığı tarafından yutulmuş olduğu sanılıyordu. Bu sırada Babil’de Astiyag'ın yakında Babil’i de alacağı şayiası dolaşıyor, herkesi korku içinde bırakıyordu. Hatta İsrail peygamberi Hezekhiyal, Babil'deki Yahudilere mukadderatlarına razı olmağa ve yakında gelecek yeni efendileriyle iyi geçinmeğe hazırlanmağı tavsiye ediyordu.

Altı yılda tahta dört hükümdar çıkmasını icabettiren iç kargaşalıklar, papazlar zümresiyle askeri parti mücadeleleri, Babilonya'yı hakikaten yıprandırmış, korkunç akıbeti belirtmişti. Fakat, gereken kudret ve enerjiden mahrum olan Astiyag durumdan faydalanmağı aklına bile getirmedi. Halbuki İran'ın güney batısındaki Anzan'da kendi krallığiyle beraber Babilonya'ya ve bütün önasya'ya hâkim olacak bir sülâle bu durumdan istifade edecekti.

Herodotos'un rivayetine göre, sefih olduğu kadar da vesveseli bir adam olan Astiyag, kızından doğacak bir çocuğun kendi devletine son vereceği yolunda yorumlanan bir rüya üzerine, akibetinden endişe ederek kızı Mendane'yi, rakip olabilecek bir Mata prensi yerine, Mata'ların aşağı gördükleri Parsa'lar prensi Kambis I ile evlendirmiş, bu suretle kızını Hagmatana'dan uzaklaştırmıştı.

Astiyag'ın fikrince Mata'ların çok aşağı gördükleri bir Parsa prensinden doğacak çocuk, hiçbir zaman Medya tahtını iddia etmek cesaretini gösteremiyecek, gösterse de Mata'lar onu hükümdar tanımıyacaklardı. Herodotos'un naklettiği efsane doğru olsun olmasın tarih akışının belirttiğine göre İran'ın güney-batısında, Anzan-Parsumaş prensliğinde bulunan Kambis I, Babil krallığının partiler mücadelesiyle yıkıldığını Medya kralı Astiyag'ın da kendisini eğlence ve sefahat âlemine attığını görüyor, bu durumdan faydalanmak için münasip fırsat bekliyor ve ona göre istikbale ümitle bakıyordu.

Parsa'lar prensi Kambis I, Parsumaş ve Anzan'da kuvvetli bir otorite kurarak sükûnu temin etmiş, Keyaksar zamanında Medya krallığını metbu tanımak dirayetini göstererek sülâlesinin varlığını kurtarmış, onun tensibile İran’ın bu bölgesindeki Pers prensliğini yaşatmağa muvaffak olmuştu.

Astiyag’ın kızı Mendane ile evlenmesi, kendisinin Mata'lar nazarında aşağı görülmekte olan sosyal durumunu yükseltmiş, bu izdivaçtan İran tarihinin en büyük simalarından olan Kuraş II doğmuştu. Kuraş II'nin babasının yerine geçtiği 559 tarihinden biraz sonra Pasargad'da yaptırdığı anıtlar üzerine yazdırdığı kabartma kitabede kendisini "Büyük Ahamaniş kralı,, unvaniyle anmış olması, babası zamanında bu prensliğin Astiyag'a olan tâbilik bağını koparmış, kendisini müstakil bir kral ilân etmiş olduğunu göstermektedir.

Kuraş II'nin bu cesareti, Ninova'nın son zamanlardaki sefihane hayatının Hagmatana sarayına girmiş olmasından aldığını tahmin edebiliriz. Kendi kudretine ve atalarından büyük işler görmeğe namzed olduğuna inanan Kuraş II, ilk önce dağınık Pers kabilelerini kuvvetli idaresi altında topladı. Onun bu hareketi tabiatiyle kendisini bütün İran’ın tek büyük hükümdarı sayan Astiyag'ın canını sıkmıştı.

Kuraş ll'nin Babil kralı Nabu-naid'in ittifak teklifini kabul etmesi ise soğukluğun büsbütün artmasına sebep olmuştu. Kendisini Astiyag'ın tehdidi karşısında sayan Nabu-naid, bu ittifakı Med'lere karşı bir korunma vasıtası saymıştı. Çünkü Harran'a hâkim olan Astiyag, istediği zaman Babil ile Suriye arasındaki muvasalayı keser, Babil'i tehlikeli bir durumda bırakabilirdi.

Bu ittifaktan sonra Babil kralı, Mısır sınırındaki Gaze'den Basra körfezindeki deniz memleketine kadar uzayan ülkesinden asker toplamağa başladı. Hazırlıklarını ikmal eden Kuraş ll’de, 553 tarihlerine doğru maksadını artık gizlemeğe lüzum görmüyordu.

Bu sırada Astiyag vasalı olan Kuraş II 'yi, izahat vermek üzere Hagmatana sarayına davet etti. Fakat Kuraş II bu davete icabet etmedi. Bu, metbuuna karşı açıktan açığa isyan demekti. Kuraş ll’nin bu hareketi, Babil kralına, Suriye ile Mezopotamya arasındaki muvasala yolunu emniyet altına almak zamanının geldiğine bir işaretti. Nabu-Naid, Harran üzerine yürüdü. Burası Babil kralının sevinç tezahürleri arasında Med garnizonunun elinden alındı. Fakat, bu hadisede, Kuraş ll'yi isyan etmiş bir vasal sayarak, tedip için üzerine bir ordu gönderen sefih Astiyag’ın gözünü açmak, etrafında beliren büyük tehlikeyi görmek için kâfi değildi.

Büyük metbu Astiyag’la, vasallarından küçük Kuraş II arasında vukua gelen savaşlar hakkında Yunan tarihçileri birbirinden farklı iki rivayet naklederler, Babil kroniği ise olayı kuru bir ifade ile sadece anlatır. Yunanlı Ctesias'a dayanan Şam'lı Nicolaos'un rivayeti, pek çok koyulaştırılmış şark renkleriyle tasvir edilmiştir. Buna göre Med-Pers sınırı üzerinde cereyan eden ilk savaş Astiyag için büyük bir zaferle sona ermiş, yenilen Pers’ler Pasargad'a doğru kaçmışlardır.

İkinci savaş ise Pasargad yakınlarında olmuş ve iki gün sürmüştür. Birinci gün muvaffakiyet Med’liler tarafında belirmiş, fakat kadınlarının teşci ettiği Pers’ler ikinci gün parlak bir zafer kazanmışlardır, üçüncü savaşın Kuraş ll'nin kesin zaferiyle sona ermesine kadar savunma durumunda kaldı.

Nihayet ordusu büyük bir paniğe uğradı. Kendisi de dağılan askerleri arasında kaçarken, az bir mukavemetten sonra tutsak düştü.

İkinci rivayet Herodotos’undur: pek az şüpheli görülen bu rivayette Herodotos, yalnız iki savaştan bahseder: Birinci savaş esnasında Astiyag harp alanında değildi. Ordusu, zulmüne uğramış olan veziri ve generali Harpag'ın kumandası altında gönderilmişti. İlk çarpışmada Harpag maiyetindeki askerlerin büyük bir kısmiyle düşman tarafına geçmiştir. İkinci savaş ise ihtiyar Astiyag'ın kumandasında vukubulmuş, büyük bir hezimetle sona ermiştir. Astiyag, ileri gelen komutanlariyle beraber esir düşmüştür.

Babil kroniği, Herodotos’un rivayetine uymaktadır. Burada şöyle denilmektedir: Astiyag ordusunu toplayarak Anşan kralı (Kuraş Il)  üzerine yürüdü. Med ordusunda ihtilâl çıktı. İsyan eden askerler, hükümdarlarını Kuraş Il’ ye teslim ettiler (M.ö. 550) Parlak zaferlerden sonra Kuraş Il süratle Hagmatana üzerine yürüdü. Keyaksar'ın başkentini zabt ve yağma etti. Bu suretle Medya imparatorluğu tarihe gömülmüş, enkazı üzerinde Kuraş II muazzam bir imparatorluk kurmuştur.

Bu beklenmedik zaferden sonra Med'ler idaresindeki bütün memleketler Perslere geçmiş, burada kuvvetli bir hükümet kurmuştur. Satrablıklara ayrılan memleketler arasında Medya ikinci derecede, Elam ise üçüncü derecede birer satrablık oldular.

Kuraş Il’nin bu zaferi, önasya tarihine yeni bir akış açan büyük inkılâbın başlangıcı oldu. Artık köle Pers'ler efendi olmuş, asil ve hâkim Med’ler ise tâbi kavim durumuna düşmüşlerdi. Bu tarihten sonra, Mata’lar yavaş yavaş Persleştirildi.

Mata dili yerine Pers dili yerleşmeğe başladı. Gerçi Mata’lar bu duruma kolay kolay uymadılar. Daha Kuraş Il nin oğlu Kambis’in hayatında Mata zadegânı Gomata adlı bir Muğ’un başkanlığı altında birleşerek, Pers’lere karşı isyan ettiler. Keyaksar devletini diriltmek teşebbüsüne giriştiler.  Fakat, Darius l’in amansız kılıcı bu hareketi kanla boğdu. Darius, Mata’ların milliyet ve egemenlik aşkını söndürmek için,  bir taraftan kılıcına, diğer taraftan da siyasi tedbirlerine hız verdi. Aydın Mata ’ları, önderlik edecek zadegânı kılıçtan geçirdi. Geri kalan halka dilini, dinini, milliyetini unutturmak için var kuvvetiyle çalıştı. Pers dili imparatorluğun resmi dili oldu. Herkes bu dili öğrenmeğe, bu dil ile konuşmağa icbar edildi. Fakat, bütün bu tazyiklere, tedbirlere rağmen Mata’lar fırsat buldukça egemenliklerini, milliyetlerini kurtarmak için silâha sarılmaktan geri kalmadılar. Zamanla nihayet Arteler yani Persler, Ari’ları yani Mata’ları maddeten yuttular fakat, manen onların kültürü altına girmişlerdi. İran Medeniyeti Elâm -Mata medeniyeti üzerine kuruldu. Pers Atlis sarayına da Pars dinine da Hagmatana sarayından, Muğ’lar dininden birçok şeyler katıldı.

Mata’ların medeniyetleriyle bunların ârî adlarını da alan Persler, onların manevi hâkimiyet nişanesini plâto üzerinde müslümanlık devrine kadar adlarında muhafaza ettiler.




İRAN TARİHİ 1.CİLT

EN ESKİ ÇAĞLARDAN İSKENDER'İN ASYA SEFERİNE KADAR

Ord. Prof. M. ŞEMSEDDİN GÜNALTAY

24 Aralık 2023 Pazar

RUSYA TARİHİ -17

 


RUSYA'NIN DOĞU AVRUPA'DA EN BÜYÜK DEVLET MEVKİİNE ÇIKIŞI



Ukrayna'nın Moskova hâkimiyeti altına girmesi, Pereyaslavl Kararı (1654)


Ukraynalı ve Zaporoglu Kazakların Moskova ile sıkı münasebetleri XVI. yüzyılın sonlarında tesis edilmişti. Kazaklardan bazı zümreler Moskovaya tâbi bölgelere göç etmişler ve Çar'ların hizmetine girmeğe başlamışlardı. Lehistan - Litvanya'da Ortodoksluğa karşı takibatın başlanmasıyle, Kazakların ve bilhassa Kiyef ruhanî zümrelerinin "Ortodoks Çar'lara,, karşı sempatileri artması beklenebilirdi.

Nitekim,  1625 kazak ayaklanmaları sırasında, Kiyef'in Ortodoks ruhanileri Ukrayna'yı Moskova hâkimiyeti altına koymayı tasarlamışlardı. Bu tasarı, Ukrayna'da leh tahakkümü şiddetlenince kuvvet buldu.  Hetman Bohdan Chmelnitski, 1649 da Moskova'ya elçiler göndererek, Kazakların Çar tarafından himaye edilmesini istedi. Fakat bu sıralarda Rusya ile Lehistan arasında "ebedî sulh „ devam ettiği gibi Rusyanın  iç durumu da büyük bir devletle harbi göze almağa müsait değildi. Bu sebepten Moskova hükümeti, kazak hetmanının teklifine muvafakat etmedi.

Bohdan Chmelnitski 1650 de Moskova'ya yeniden mümessiller yolladı ise de, yine muvafakat cevabını alamadı. Bu durum karşısında, Ukrayna'nın, Osmanlı padişahının himayesini kabulü lâzım gelmişti. Fakat bu himayeden beklenen neticeler elde edilemedi: Ukrayna'daki leh tahakkümü kaldırılamadı. Kazaklar 1651, 1652 ve 1653 yıllarında mücadeleye devam ettilerse de,  ezici leh kuvvetleri karşısında, hiçbir netice elde edemediler, işte bu durum karşısında Bohdan Chmelnitski, sırf leh tahakkümünden kurtulmak ümidiyle,  Moskova Devletinin himayesi altına girmeğe karar verdi ve bu yolda harekete geçti.

1653 de Moskova'ya gönderilen hetman elçileri, çar Aleksey Michayloviç'den " Ukrayna'yı leh tazyikinden kurtarıp, himayesi altına almasını „ rica ettiler. Moskova'da, bunun üzerine, bir " Zemski Sobor „ ( Yurt Mümessilleri Meclisi) toplandı, ve uzun boylu görüşüldükten sonra, Hetmanın ricasının kabul edileceği kararlaştırıldı. Moskova hükümetinin muvafakat cevabı Kazakların merkezi Çihrin'e bildirildi; aynı zamanda Lehistan üzerinde de bir baskı yapılarak, Lehlilerin Chmelnitski ile anlaşmaları icabettiği ileri sürüldü, fakat Lehliler buna yanaşmadılar. Bohdan Chmelnitski ile Ruslar arasında, Ukrayna'nın Moskova'ya bağlanması üzerinde müzakereler yapılmakta ve anlaşma tespit edilmek üzere idi. Kazak Hetmanı, Çar'ı yüksek efendi olarak tanımayı, Rusya namına kazak kuvvetleriyle Kırım'ı zaptetmeyi, ve Lehistan'a karşı da harekete geçmeyi kabul ediyordu. Bu teklifler Moskova'da cazib görüldü; çünkü bunlar, Rusların fütuhat arzularına gayet uygundu. 1654 yılı başında Bohdan Chmelnitski'nin bulunduğu Pereyaslavl şehrine Moskova'dan bir elçi hey'eti gönderildi; bunun başında V. Buturlin adında biri bulunuyordu: 8 Şubat 1654 tarihinde rus elçileri huzurunda toplanan kazak büyükleri (başbuğlar ve ruhaniler) şûrasında (Rada), Ukrayna'nın Moskova Çar'lığı himayesi altına konmasına karar verildi. Hemen orada çar Aleksey Michayloviç'e biat ettirildi. Bu suretle Ukrayna, Pereyaslavl kararı ile Moskova'nın hâkimiyetini tanımış oldu.

Moskova, bir tek el ateş atmadan, 1654 Pereyaslavl' anlaşmasıyle Ukrayna gibi geniş ve münbit bir ülkeyi ele geçirmiş oldu. Bununla Lehistan'a karşı gayet mühim bir stratejik üstünlük elde edildiği gibi, Rusların Karadeniz sahillerine ulaşmaları için de müsait bir durum yaratılmış oldu. "Pereyalavl' uzlaşması,, bundan ötürü rus tarihinin en önemli vakalarından birini teşkil etmektedir. Bu olayı hazırlayan Bohdan Chmelnitski de, rus tarihçileri nazarında, Ukrayna ahalisini, "lehlileşmekten,, kurtaran büyük bir "millî kahraman,, diye övülmektedir. Halbuki Ukraynalı tarihçiler, başta akademisyen M. Hruşevski ve Kostomarov'lar olmak üzere, Bohdan Chmelnitski'nin bu hareketi ihtiyar etmekle, büyük bir tarihî hata işlediğini ileri sürüyorlar. Bunların fikirlerine göre: Pereyaslavl' uzlaşmasıyle, "düi, kültürü ve etnik hususiyetleri Moskova Ruslarınkinden büsbütün ayrı,, ve çok nisbette Türk unsurlarıyle karışmış olan Ukraynalı ahalinin millî bir devlet halinde gelişmeleri hareketine ve millî varlıklarının idamesine ağır bir darbe indirilmiştir.


Rus-leh harbi (1654-1667)


Rusya Lehistan  arasında "ebedî barış,, akdedildiğini görmüştük.  Bunun icabı olarak,  Moskova hükümeti,  Smolensk şehir ve bölgesini Lehistan'a bırakmak zorunda kalmıştı. Fakat Rusların bu mühim kaleden vazgeçmeleri, ancak bir mecburiyet altında olduğundan, Moskova, bir "rus yurdu,, saydığı buraların temelli olarak bırakmak niyetinde değillerdi. Aleksey Michayloviç zamanında rus askerî kuvvetinin ıslâh edilmesi, Rusya'nın " Karışıklıklar „ zamanındaki sarsıntılardan kendini kurtarması, Rusların yeniden " komşuları zararına genişlemek „ siyasetinin ele alınmasına yol açtı. 1654 ilkbaharına kadar harp hazırlıkları yapıldı; 1654 başında Chmelnitski'nin Moskova himayesine kabulü ile Lehistan'a karşı düşmanca durum alınmış bulunuyordu. Fakat Lehliler " ebedî barış „ a güvenerek, sınır ve bölgelerini Ruslardan korumak için küçük bir tedbir bile almayı ihmal etmişlerdi.

Ruslar, harb ilân etmeksizin, 1654 mayısında Lehistan'a ait sahaya hücuma başladılar. Rus ordusunun ilk hedefini Smolensk şehri teşkil ediyordu. Haziran sonunda rus kuvvetleri Smolensk'i kuşattılar; diğer rus birlikleri de ileri hareketlerine devamla Litvanya'ya girdiler. Lehli kuvvetlerin hem mevcudu, hem hazırlıkları az olduğundan Ruslara karşı duramadılar, kasabalar ve şehirler birer birer Rusların eline geçti. Ukrayna hetmanı Chmelnitski'nin yardıma gönderdiği yirmi bin kişilik bir kazak ordusu Beyaz Rusya'ya girdi. Kazaklar Homel ile Mogilev şehirlerini aldıktan sonra buradaki yahudileri kestiler; Lehistan'ın doğu bölgeleri Rusların eline geçti. Smolensk şehri ise, ancak 2.000 Lehli tarafından müdafaa edilmesine bakmaksızın, şiddetle karşı durdu ve ancak 23 eylül günü teslim oldu. Rus kıtaları ilerleyerek, Vitebşk şehrini de aldılar. 1654 yılı, bu suretle, Rusların tam bir muvaffakiyetleriyle sona erdi. 1655 yazında rus kıtaları Litvanya'nın içlerine doğru ilerlediler. Vilno şehri Rusların ve Kazakların eline geçti, birkaç hafta sonra da Grodno da Ruslar tarafından işgal edildi. Moskova kuvvetleri, rus tarihinde ilk defa olmak üzere, Avrupa'da bu kadar ileriye sokulabilmişlerdi.


Rus-İsveç harbi (1656) ve Kardis barışı (1661)



 Polotsk ve Vitebsk şehirlerinin Rusların eline geçmesiyle yalnız Litvanya değil, Livonya yolu da Çar'ın kıtalarına açılmıştı.  Fakat, Litvanya hetmanı Radziwill, X. Karl'ın hâkimiyetini tanımak suretiyle,  Litvanya'yı rus istilâsından kurtarabildi.

Litvanya'yı zapta kalkışmak, İsveç’e karşı da harbi kabul etmek oluyordu. Moskova hükümeti bunu da göze aldı ve 1656 ilkbaharında İsveç’e karşı sefer açıldı. O sıralarda İsveç'ten yardım yetişmiş olduğundan, Ruslar, Livonya'ya girmeğe cesaret edemediler, İsveç kralı X. Karl ise, Lehistan harbi ile meşgul olduğundan, rus harbinin fazla uzamasını arzu etmiyordu. 1661 de Kardis mevkiinde (Dorpat'a yakın) İsveç ile Rusya arasında "ebedî barış,, akdedildi. Ruslar, Livonya ve Estonya'nın İsveç elinde kalmasını tanıdılar. Rusya, bu suretle X. Karl'ın askerî kudreti karşısında boyun eğmek zorunda kaldı ve uzun bir zamandanberi göz diktiği Fin ve Riga körfezlerine bu defa da ulaşamadı.


Lehistan harbinin sonu ve Andrusovo barışı (1667) 



Moskova hükümeti Lehistan'a karşı yeniden harbe başlarken, yalnız Smolensk ve Litvanya'yı değil,  bütün Ukrayna üzerindeki "Çar'ın himaye hakkını„  ileri  sürmüş,  Podolya ve Volinya'yı da ele  geçirmeyi  tasarlamıştı.  İlk rus taarruzunu İsveç müdahalesi takib edince, Lehistan adeta çökmüştü. Fakat, Çenstochov manastırının İsveç müstevlilerine karşı kahramanca müdafaasından sonra Lehliler kendilerini topladılar. Ukraynadaki durumun Ruslar için iyi gelişmemesi, Moskova hükümetinin Lehistan'a karşı daha uysal davranmasına sebeb oldu. Ruslarla Lehliler arasında, 1656 ağustosunda barış müzâkerelerine başlandı ise de, rus ve leh murahhaslarının karşılıklı taleplerinin ölçüsüzlüğü müzakerelerin birkaç defa kesilmesini mucip oldu.

"Sağ sahil,, Ukrayna'sındaki hasıl olan yeni gelişme, Lehistan ile Rusya'nın birbirlerine yaklaşmalarını kolaylaştırdı. 1665 te Doroşenko'nun hetman olması, az sonra Kırım Hanlığı ve Osmanlı imparatorluğu ile sıkı bir temas tesisi, Moskova'da ve Varşova'da derin bir endişe uyandırdı. 1666 şubatında başlanan müzakereler bir müddet devam ettikten sonra, 13 ocak 1667 de, Smolensk yakınındaki Andrusovo köyünde, Lehistan ile Rusya arasında 13 yılllk bir mütareke aktedildi. Bunun en mühim maddeleri şunlardı: 1. Smolensk ve çevresi Rusların elinde kalacak, 2. Vitebsk, Polotsk, Dünaburg ve Litvanya'da Rusların eline geçen diğer şehirler Lehliler'e iade edilecek, 3. Sol sahil Ukraynası, Rusların elinde kalacak, ve sağ sahil Ukraynası ise Lehistan'a ait olacak; fakat rus kıtaları iki sene müddetle (5 nisan 1669 a kadar) Kiyef şehrinde kalacaklar, sonra burayı boşaltacaklar, 4. Zaporoglu Kazakları her iki devletin hükmü altında bulunacaklar; Kazakların Dnepr şehri boyunca Karadenize inmeleri yasak edilecek. Bundan başka, bütün harp esirlerinin serbest bırakılmaları maddesi de vardı. Andrusovo barışı Rusya lehine bir uzlaşma idi. Lehliler, Doroşenko korkusu ve bilhassa Osmanlı Devletine karşı besledikleri kin hisleriyle, Ruslara karşı uysal davranmak gibi büyük bir siyasî hata işlediler. Kiyef'in ve çevresindeki çok dar bir sahanın Moskova hâkimiyetine bırakılması ile, Ruslar sağ sahil Ukrayna'sına sağlamca ayak basmak, ve bir "köprü başı,, kurmak imkânını elde etmiş oldular. Aynı zamanda Ukrayna meselesinde Moskova'nın daha ağır bastığı meydana çıktı. 1667 Andrusovo barışı ile Rusya, Lehistan'a karşı üstün bir durum elde etmiş oldu. Lehliler muvazeneyi bir daha kendi lehlerine çeviremediler ve süratle genişleyen Moskova önünde boyuna gerilemek yolunu tuttular.


Kırım hanlarına gönderilen(vichod- vergi)



Kırım Hanlığı ile iyi münasebetlerin devam ettirilmesi, Moskova için bu devirde büyük bir ehemmiyeti haizdi. Bir taraftan güney sahasını Kırım akınlarından korumak,  ahalinin esirliğe alınıp götürülmesine mâni olmak, diğer yandan Lehistan'ı arkadan vurmak üzere Kırım kuvvetlerini harekete geçirmek, Moskova'nın başlıca amaçlarından birini teşkil ediyordu. Karışıklık yıllarında Kırım Tatarlarının rus arazisine büyük akınlar yapmadıkları hatırlanırsa, Kırımlıların durup-dururken Moskova sahasına hücum etmedikleri, akınların, bu sırada daha ziyade, kazak hücumlarına bir karşılık mahiyetinde olduğuna hükmetmek icabeder; Kırım'da kıtlık ve yoksulluk fazlalaştığı zaman, Tatarların esir alıp getirdikleri ve bunları satarak maişetlerini temin ettikleri de biliniyor. Moskova hükümeti, tatar akınlarına mâni olmak maksadiyle her yıl muayyen miktarda para ve hediyeler göndermeği, tatarca bir tabirle "tış„ (tiyiş) (vıchod-vergi) yollamayı taahhüt etmişti. Michail Fedoroviç tahta çıkınca da Kırım ile münasebetler bu esaslar üzerinde devam ettirildi.

Ruslar kadar Lehliler de tatar akınlarına maruz bulundukları cihetle, bazı leh büyükleri, Lehistan ile Rusya arasında Hana karşı bir ittifak akdini düşünmekte idiler. 1646 da Moskova'ya gelen leh elçisi, parlak cümlelerle rus ve leh devletleri arasındaki işbirliği lüzumundan bahsetmiş ve Kırımlılardan nasıl korunmak lâzım geldiğini anlatmıştı. Moskova hükümetinin bu hususta bütün ağırlığı Lehlilere yükletmek istemesi üzerine, Lehliler, Osmanlı devletinden çekindiklerinden, açıktan açığa bir ittifak akdine yanaşmadılar. Ukrayna meselesinde Kırım Hanlığının oynadığı rol büyüktü. Mamafih, hanlar, ekseriyetle şahsî menfaatlerini gözettiklerinden, Kazakların Moskova eline düşmelerini önlemek hususunda lâzım gelen baskıyı yapamadılar.


Bahçesaray barışı (1681) 

   

Çihrin seferinde (1678), Rusların ve Kazakların yenilmelerinde,   Kırım kuvvetlerinin hissesi büyük olmuştu. Sefer sonunda akdedilen barışın esasları,  Ruslarla Türkler değil, Kırım ile Moskova mümessilleri arasında, Bahçesaray'da aktedilmiş olması ayrıca ehemmiyeti haizdir. Babıâli, Rusya ile müzakerelere girişmeğe tenezzül etmiyor, Moskova işleri evvelden olduğu gibi şimdide Kırım hanları vasıtasiyle tanzim ediliyordu. 1679 da rus murahhasları, han ve Osmanlı padişahı ile barış müzakerelerine girişmek için Kırım'a gelmişlerdi. İki yıl süren konuşmalardan sonra, nihayet barış yapılabildi. Yedi maddeden ibaret olan ve "Bahçesaray barışı,, adını taşıyan bu uzlaşma, Rusya ile Kırım ve aynı zamanda Osmanlı Devleti arasında yapılmış olmakla, "İlk rus-Türk barışı,, mahiyetindedir. Maddeler şunlardı: 1. Mütareke 20 yıl müddetle olup (3 ocak 1681 den başlayarak), Kırım Hanlığı ile Rusya devlet sınırlarını Dnepr nehri teşkil edecekti; Han'a, geçen üç yılın vergisi birden ödenecek ve bundan sonra mutad yıllık (tış) gönderilecekti. 2.Dnepr ile Aksu arasında Han ve Türkler hiçbir şehir (kale) yapmayacak ve mültecileri kabul etmiyeceklerdi, 3. Tatarlar, Dnepr'in her iki tarafında sürülerini otlatabilecekler, Kazaklar da Dnepr boyunca balık avlanmak ve tuz almak için Karadenize kadar gidebileceklerdi. 4. Kiyef, Moskova hükümetinin elinde kalacaktı. 5. Zaporog Kazakları, Çar'a tâbi olacaklardı, 6. Çar'ın lâkabları tam olarak yazılacaktı. Tatarlar, para karşılığında veya mübadele suretiyle salıverileceklerdi, 7.Sultan ve Han, Çar'ın düşmanlarına yardım etmiyeceklerdi. Bu barış maddeleri tasdik edilmek üzere İstanbul'a gönderildi. Babıâli, Zaporog Kazakları maddesi müstesna, diğer maddeleri tasvib etti. Bundan sonra Rus-Kırım münasebetleri, uzun zaman, bu "Bahçesaray barışı,, na göre tanzim edildi.


Rus elitlerinin İstanbul’daki faaliyetleri, rus rüşvetleri

  

Michail Fedoroviç tahta çıkınca,  1613 haziranında İstanbul'a rus elçileri geldi.  Moskova hükümeti, 1615 yazın, İstanbul'a yeniden elçi İlk yolladı.  Ruslar, leh tehlikesini Türk yardimiyle gidermek istiyorlardı. Sadrâzam  (Öküz Mehmet Paşa)  Lehistan'a karşı Türk ordusunu harekete geçirirse, kendisine iyi samur kürklerden yedi defa 40 kürk vâdedildi. Osmanlı sadrâzamına teklif edilen ilk rus rüşveti bu olsa gerektir. Bunun üzerine sadrâzamın Lehistan'a karşı sefer açmağa çalışacağını vâdettiği bildirilmektedir. Fakat Don Kazaklarının Karadenize çıkarak eşkiyalıklarını arttırmaları, rus-Türk münasebetlerinin iyileşmesine mâni oldu.

Rus elçileri, Müftüye de gizlice adamlar göndererek, Türk ordusunun Lehlilere karşı harekete geçirilmesi hususunda yardımını istediler. Müftü, "Kazan ve Ejderhan şehirleri Türkiye'ye verildiği takdirde, Osmanlı padişahının Lehistan üzerine bir sefer açacağını» bildirdi. Elçiler, bu defa, sadrâzamla temas tesis ettiler ve kürkler vâdetmekle, sadrâzamı kazanmağa çalıştılar. Bu sıralarda Babıâli mahfillerinde, Lehistan'a karşı bir sefer açmak zaten kararlaştırılmış gibiydi. Ancak Halil Paşa'nın İran seferinden dönmesi beklenmekte idi. 30 aydanberi İstanbul'da alıkonan rus elçilerinin memleketlerine gitmelerine izin verildi; elçilerin, hareketlerinden önce, Vezirin ve Müftünün adamlarına kürkler gönderdikleri ve Osmanlı devlet ricalini bunlarla kazanmağa çalıştıkları iddia edilmektedir.



Rus Çar'ının İstanbul'a yazdığı ilk «tehdit» mektubu (1672)


Ukrayna'nın Osmanlı hâkimiyetini tanıması (1669-1676), gerek Lehistan’da ve gerekse Moskova'da büyük bir endişeyi mucib olmuştu. Doroşenko Kazaklarının, Türk yardımiyle Lehlileri Podolya'dan, Rusları da Kiyef'ten ve sol sahil Ukrayna'sından kovacakları ihtimali vardı. 1671 sonunda Osmanlı padişahının Lehistan'a karşı sefer açacağı belli olunca, Moskova hükümeti, Lehistan'la evvelce yaptığı anlaşma gereğince, Türklere karşı açıkça düşmanlığını göstermekten çekinmedi. Andrusovo barışının 4. maddesinde "Türk Sultanı, Lehistan üzerine sefer açtığı takdirde, rus Çar'ı, Kalmık, Nogay ve diğer kitleleri karadan, Don ve Zaporog Kazaklarını da denizden Türk arazisine göndermeği,, taahhüt ediyordu, 5. madde gereğince de, "Türk ve Kırım hükümdarlarına mektuplar yazarak, leh seferinden vazgeçmeleri istenecekti „. Nitekim, 1672 de İstanbul'a gelen rus telmaçı, çar Aleksey Michayloviç'den, IV. Mehmed'e hitaben yazılan bir nâme getirdi. Moskova Çarı, bu yazısında, Sultanın Lehistan'a karşı seferden vazgeçmesini tavsiye ediyor, aksi takdirde bir hıristiyan hükümdarı olması hasebiyle, etraftaki bütün hıristiyan devletleriyle anlaşarak, Türklere karşı harekete geçeceğini, Don Kazaklarına Karadeniz'e çıkmalarını, Kalmık, Nogay ve Yedisan Tatarlarını da Türklere hücum ettireceğini yazmakla kalmıyor, İran şahını ve komşu hıristiyan devletlerini Türkiye üzerine sevkedeceğini de bildiriyordu. Rus Çarından gelen bu ilk tehdit mektubu, Moskova Devletinin Türkiye'ye karşı beslediği siyasî emellerini açıkça göstermekte idi.


Çihrin seferi (1677-1678) ve Bahçesaray barışı



Evvelâ  Bohdan  Chmelnitski, sonra Petr Doroşenko'nun, Ukrayna'yı Osmanlı Devleti himayesi altına koymaları üzerine, Türkiye, Kazakları rus ve leh tehlikesine karşı korumayı taahhüt etmişti. Bunun icabı olarak, Türk kuvvetleri Ukrayna'ya iki defa sefer açmak zorunda kaldılar. Babıâli, Ukrayna'yı himaye ederken, bilhassa Lehistan'ı Buğdan sınırından uzakta tutabileceğini ummuştu. Bundan ötürü, Doroşenko'nun ihanetinden sonra da, Ukrayna ile ilgisini kesmedi ve burayı Rusların eline düşmekten kurtarmak maksadiyle 1677 de Çihrin'e karşı bir sefer yapıldı; o sene muvaffakiyetsizlikte biten sefer, ertesi yıl, 1678 de Rusların ve Kazakların elinden Çihrin'in zaptı ile neticelendi. 1681 de yapılan Bahçesaray barışı ile, Türkiye ile Rusya arasındaki Ukrayna işlerine bir düzen verildi.



Rusya'nın «Mukaddes Birliğe» girişi (1686) Kiyef'in Moskova’ya Geçmesi


Akdedilen Andrusovo barışından sonra Rusya'nın, Lehlilerle anlaşarak " Türk düşmanlığı,, siyaseti takibe başladığını görmüştük. Lehistan hükümeti "Türk tehlikesi,, korkusu Rusları Türkler aleyhine kışkırttı. Lehliler rus yardımını temin için 1682 de yapılan bir anlaşma ile Kiyef şehrinin 20 yıl müddetle Ruslarda kalmasına razı oldular. 1684 de, leh kralı Yan Sobieski'nin ısrarı üzerine, Lehistan-Alman Çasarlığı ve Venedik Devletleri arasında, Osmanlı imparatorluğuna karşı bir "Mukaddes Birlik,, (Lig) akdedilmişti. Bunun başında Papa bulunacak ve Türklere karşı bütün hıristiyan devletlerin harekete getirilmesine çalışılacaktı. Moskova'nın da bu ittifaka alınması kararlaştırılmıştı. Bu maksatla, 1686 başında Moskova'ya leh elçileri geldiler. Uzun müzakerelerden sonra, Moskova hükümeti, Türklere karşı teşekkül eden bu koalisyona girmeğe ve 1687de Kırım üzerine sefer açmağa muvafakat etti. Bu münasebetle Rusya ile Lehistan arasında, yeniden bir "ebedî barış,, ( birincisi 1634 te ) akdedildi. Bunun şartlarına göre: Lehliler, Kiyef'ten tamamiyle vazgeçtiler. Lehlilerin gayretiyle, Rusya, tarihinde ilk defa olmak üzere, Avrupa Devletleri koalisyonuna girdi ve Batı devletleriyle birlikte Türklere karşı harekete geçmek imkânını buldu. 1683 de Viyana yanında büyük bir hezimete uğramış olan Osmanlı Devletine karşı, Moskova hükümeti artık açıkça harekete geçmekten çekinmiyordu.



Çin ile münasebet. Nerçinsk barışı(1689)


Sibir'in zaptı  tamamlandığı sıralarda,  Kazaklardan  bir grubun Amur nehri boyunca  aşağıya inerek, Çinlilerin hâkim oldukları  bölgelerde "yasak,, (vergi) topluyorlar, ve buralara gelen Çin memurlarını  öldürmekten bile çekinmiyorlardı.  Kazakları takiben Moskova hükümeti, kendi asker ve sivil adamlarını yollamakta, ve Amur nehri boyunca rus hâkimiyeti yayılmakta idi. Rus ilerleyişi nihayet, toplarla mücehhez olan Çinlilerin çıkıvermeleri ile durduruldu. Çin kuvvetleri, Albazin ve Nerçinsk rus kalelerini hücumla zaptetmek suretiyle, Rusların Amur boyunca denize kadar inmelerini önlediler. Bu durum karşısında Moskova hükümeti, Çin devletiyle müzakerelere girişmek ve bir anlaşma imzalamak mecburiyetinde kaldı. 1689 yılında, Nerçinsk şehrinde, rus murahhasları ve Çinlilerle (Çinlilere fransız jezüitleri de katılmışlardı) yapılan uzun müzakereler neticesinde bir barış imzalandı. Buna göre, Amur'un aşağı kısmı tamamiyle Çinlilerin elinde kalıyor. Albezin kalesi yıkılıyor ve rus yayılış sahası, Amur'a dökülen Argun nehri olarak tesbit ediliyordu. Nerçinsk muahedesi, uzun zaman Rus-Çin münasebetlerini düzenleyen bir uzlaşma olarak kaldı.




RUSYA TARİHİ BAŞLANGIÇTAN 1917'YE KADAR

Prof. Dr. AKDES NİMET KURAT

İslamiyet'ten Önce Dahili Bilimler (Pozitif Bilimler)

 



Söz konusu bilimlerle anlatılmak istenen, İslamiyet’in doğuşu döneminde Müslümanların ilişkiye geçtiği ülke ve kültürlerde yaygın olan bilimlerdir. Bu bilim ve kültür, tarihin başlangıcından lslam uygarlığının doğuşuna kadar uygarlık yoluna giren çeşitli milletlerin bilim, felsefe, edebiyat ve diğer bilim adamları tarafından geliştirilen ortak kültürün kaynaşma ve birleşmesinin özetidir. Asur, Babil, Fenike, Mısır, Hint, Eski lran ve Eski Yunan (Grek) bilim ve kültürü de bu bağlamda ele alınmalıdır. Bununla Müslümanların kendilerinden önceki milletlerin ilimlerini yalnızca nakletmekle yetindiklerini söylemek istemiyorum. Belirtmek istediğim, Müslümanların uygar dünyada kendilerini göstermeye başladıkları dönemde, çeşitli bilim dallarında farklı unsur ve milletlerin ortak birikimlerinin sonucu olarak zengin bir kültürel altyapının oluştuğudur. Yunanlılar da bu kültürel birikimin en önemli mirasçıları olmuşlardır. Yunanlılar kendilerine miras kalan bu birikimi daha da geliştirmiş, muntazam bir düzen ve tasnif çerçevesinde ileri bir seviyeye yükseltmişlerdi. Hıristiyanlık dininin doğuşu bu bilimsel altyapı ve kültürel faaliyetler üzerinde ayrıca bir tesir yaratmıştı. Bu mirasın bir kısmı da, Müslümanların hakimiyeti ve hizmeti altına giren lran, Hint gibi eski milletlerin ortak kültürü olarak devam etmiştir. Müslümanlar bu tarihi kültürel mirası tüm bu milletlerin ortak kültüründen iktibas etmişlerdir. lslam uygarlığının bilim ve insanlık kültürüne yaptığı hizmetlerin en büyüğü bu parça parça ve dağınık halde bulunan kültürel mirasın bir araya getirilmesi, bu bilim ve kültür kaynaklarının çeşitli milletlerin dilinden Arapça'ya çevrilmesi ve bir araya toplanan kültürel birikimin daha da geliştirilmesidir.

Bu yüzden öncelikle Müslümanların temasa geçtiği ülkelerin bilimsel altyapı ve kültürel seviyesi üzerinde durmak gerekir. Bu noktada edebiyat ve edebi eserlerin ayrı bir yeri vardır. Bu bölüm içinde Yunanlılar, İranlılar ve Keldanilerin bilimsel düzeyleri ve gelişmişlik durumları ele alındıktan sonra Müslüman Arapların kendi dillerine çevirdikleri eserler ve bu çalışmaların nedenleri üzerinde duracağız.


Yunan Bilim ve Kültürü


Yunanlılar tarih öncesi zamanlarda Hindistan'ın yukarı bölgelerinden göç ederek Ege denizindeki adalarla birlikte bunların karşısında yer alan Küçük Asya (Anadolu) sahillerinde yerleşen Ari toplumlardan biridir. Ari toplumların birbirine benzer birtakım ortak gelenek ve kültürleri vardır. Bu yüzden Yunanlılar Anadolu topraklarına yerleştiklerinde Hindistan'da yaşayan kardeş toplumları olan Arilerin söz konusu bölgeye kendileri ile beraber götürdükleri ve büyük kısmı tarihin en eski devirlerinde Sanskritçe yazılmış dini kitaplarında kaydedip derledikleri inanç ve gelenekler çerçevesinde atalarından oldukça zengin bir kültürel miras devşirmişlerdi.

Hellas veya Hellenes adıyla bilinen Yunanlıları oluşturan kabileler İyonlar, Aeolianlar ve Dorlardır. Birinci kabile Anadolu kıyılarında, ikinci kabile Lesbos (Midilli) adası ile çevresinde, üçüncü kabile ise Mora ve Sicilya civarında yerleşmişti. O dönemde eski uygarlık hem Nil hem Fırat vadilerinde gelişmişti. Fenikeliler karadan ve denizden bunlarla komşu olmakla birlikte Anadolu kıyılarından kendi ülkelerine komşu olan yerleri sömürge şeklinde idarelerine bağlamışlardı. lyonyalılar veya Asya bölgesinde bulunan Yunanlılar Fenikelilere bu şekilde komşu olduklarından, yoğun bir kültürel kaynaşma ve birikim ortaya çıkmıştır. Neticede Fenikelilerden Yunanlılara zengin bir uygarlık mirası intikal etmiştir. Aslında bu eserlerden çoğu Babilliler, Asuriler ve Eski Mısırlıların kalıntılarıydı. lyonyalılar da aynı şekilde astronomi, tıp ve benzeri bilimlerdeki katkılarıyla önemli bir fonksiyon icra etmiş, birikimlerini Adalar Denizi'nin batı tarafında bulunan kardeşlerine nakletmişlerdir. Eski Yunanlılar aslında zeki ve çalışkan bir toplumdu. Bu nedenle çok zaman geçmeden fıtratlarında mevcut olan yetenekleriyle şiir ve edebiyatta dikkat çekici bir seviyeye çıkmış; birçok şair, hatip ve bunları takiben çok sayıda bilgin, filozof ve tabip yetiştirmişlerdir. Onların bilimsel alanda yaptıkları düzenleme, tesnif ve kuralların önemli bir kısmı günümüze kadar geçerliliğini sürdürmüştür.


Yunan Edebiyat Tarihi temelde üç devre ayrılır:


Eski Yunan Edebiyatı Devri. Bu devir tarih öncesi zamandan başlar ve 529 yılında son bulur. Bu tarih Doğu Roma imparatoru Jüstinyen tarafından Rum ülkesinde kurulan putperest okulların kapatılmasıyla ilgili verdiği buyruğun yılıdır.

Bizans veya Konstantin Devri. Bu devir miladi 529 yılından başlar ve Osmanlıların 1453 yılında İstanbul’u fethetmeleri ile son bulur.

Yeni Çağ. Bu çağ İstanbul’un fethinden başlayarak bu güne kadar devam eder.

Konumuzla ilgili olan devirler birinci devir ile ikinci devrin bir kısmını içine aldığından Yunanlıların o dönemlere ait bilim ve edebiyatından söz etmekle yetineceğiz.


Eski Yunan Edebiyatı (M. 529 yılına kadar)


Bu bölüm de kendi içinde üç devre ayrılır:

1. Şiir Devri. (MÔ) 575 yılında sona erer.

2.Tiyatro, Tarih ve Felsefe Devri. (MÔ) 475 yılından 300 yılına kadar toplam 175 yıl devam eder.

3.Bilim ve kültürün geliştiği çağdır. Buna İskenderiye Devri de denir. Bu dönem de Yunan ve Roma dönemleri olmak üzere ikiye ayrılır.


Eski Yunan Şiiri


Araplar İslami bilimler ve Arap Edebiyatını bir milleti taklit etmeksizin kendi kendilerine nasıl icat etmişlerse Yunanlılar da edebiyat ve edebi ürünlerini aynı şekilde, taklit ve alıntı yapmaksızın özgün bir kültür olarak oluşturmuş ve geliştirmiş toplumlardan biridir. Yunanlıların en eski bilim ve edebiyat ürünü şiirdir. Tarihin ilk devirlerinden itibaren şiir alanında çarpıcı bir beceri göstermişlerdir. Her kabile veya hanedan şiirin bir dalıyla uğraşmış, harika örnekler ortaya çıkarmışlardır. Bu kabilelerden biri olan Yuniler şiir-i kısasi (nakli) ile, Eyyubiler lirik şiir ile, Duriler ise lirik şiir ve musiki ile meşgul olmuşlardır. Daha sonra Yunilerin bir şubesi olan Atikler, tiyatro vb sanatlarda dikkat çekmişlerdir. Bu çabalar sonucunda tarih, felsefe gibi nesir sanatlarını da geliştirmişlerdir. Cahiliye Devri'nda Arap kabileleri gibi, bunların da dilleri birbirlerinden farklıydı.

Anlaşılan o ki, Yunanlılar, küçük kabilelere ayrılmadan önce şiir sanatını düzenlemiş ve nazım şekillerini geliştirmişlerdir. Yunanlıların en eski şiirleri mevsim neşidelerinden (Chansons des saisones) oluşur. İkinci derecede eski olan şiirler ise küçük hikayeler şeklinde tanrıların veya savaşların anlatıldığı şiirlerdir. Bu şiirler musiki aletleri ile okunurdu. Fakat daha sonra söz konusu kabileler ortaya çıkınca Yunanlıların bir kabilesi olan Yuniler "nakli şiir" üzerinde yoğunlaşmış, büyük savaşların hikayelerini bu türle yazmışlardır. Savaşların aşamalarını ve gelişen olayları tasvir eden en eski şiir Turuva'da şehir kuşatmasının son on gününün olaylarını kapsayan ve MÖ 9. yüzyılda Homeros tarafından yazılan Ilyada ve Odysseia'dır. Truva Yunanlıların kuşatmasına on yıl boyunca direnmiş, bu ünlü şairin destanı ile tarihte ölmez ve silinmez bir iz bırakmıştır.

Yunanlılar arasında bu tür şiirler, milli duygu ve savaş olaylarının korunup ezberlenmesi ve dilden dile aktarılmasına hizmet ettiği için, şiirin diğer türlerinden daha önce gelişip yayılmıştır. Yunanlılar ilkçağlarda sosyal yapı olarak, Arap kabilelerinden çok farklı değildiler. Başkan ve yöneticileri, atalarına dair kahramanlık ve yine tanrılar ve mabutlarla ilgili hikayeleri dinlemekten ve aktarmaktan çok hoşlandıkları için, yeteneklerini de bu yönde geliştirmişlerdi. Özellikle MÖ 8. yüzyılda mutlak ve zorba bir idareye karşı cumhuriyet yönetimini savunmuş, bu uğurda tüm kişisel yetenek ve becerilerini kullanmışlardır. Dolayısıyla hürriyet ve bağımsızlık duyguları, her geçen gün daha bir gelişmiştir. Zorba ve baskıcı yönetimin esaretinden kurtulan zihinler, edebi zevk ve kültürel gelişim için oldukça uygun bir ortam bulmuş, önce şiir sonra da musiki sanatının temelleri bu birikim sonucunda ortaya çıkmıştır.

Yunanlılar arasında şiir ve musiki alanında yetişen şairlerin en büyükleri MÖ 467 -556 yıllarında yaşamış olan Simonides ile 441- 521 yıllarında yaşamış olan Pindare'dir. Bu dönemde yazılan şiirlerin çoğu Yunanlılar ile İranlılar arasında ortaya çıkan savaşları ele almıştır.


Yunanlılarda Dil Bilimleri, Diğer Bilimler ve Felsefe (MÖ 300-475)


Edebiyat ve Tarih


Bu devirde Yunan memleketlerinde yaşayan halk, Yuniler ile Durilerden oluşuyordu. Attique bölgesine nispetle Duriati yahut Duriatiki olarak adlandırılmışlardı. Duriler yeteneklerini şiir üzerinde yoğunlaştıkları için tarihi olayları, savaşları, kahramanlıkları, ulusların duygu ve düşünceleriyle birleştirip nazma dökmüş, kabiliyetleri sayesinde, önemli olayları tiyatro biçiminde canlandırarak, milli kimlik ve kültür oluşturmada oldukça başarılı olmuşlardır. Bu çabaların sonucunda "temsil" (drama/tiyatro) sanatı doğmuştur. Trajedi ve komedi dalları da, bir yan disiplin olarak bu aktivite sonucunda ortaya çıkmıştır. Tiyatro ve benzeri görsel sanatlarda da dikkat çekici başarılar göstermiş, büyük tiyatrocular yetiştirmişlerdir. Bilim ve sanatın bu dönemde ulaştığı nokta ve sanatçılar konusunda ayrıntılara girmeden önce, özetle bir şeyler söylemek gerekiyor. Yunanlılar özellikle şiirin tüm dallarında hünerler gösteren bir millet olmuştur. Bunların en eski ve en mükemmel nesir örnekleri de milattan 406 sene önce ölen ünlü gezgin Heredot'un yazdığı eserlerdir. Yunan şairleri içinde Homeros'un llyada'sı ne kadar önemli ise, Heredot'un mektupları da Yunan nesrinde o derece yüksek bir mevki işgal eder. Anadolu'nun Adalar Denizi kıyısında yer alan Halikarnas şehrinde doğan Heredot birçok seyahatler yapmış, topladığı güvenilir bilgileri özenle kaydetmiş, ayrıca ziyaret ettiği toplumlara ait masal, efsane gibi işittiği şeyler arasında inanmadıklarını bile kaydetmekten geri kalmamıştır. Bununla birlikte Heredot, eski dönem tarihine ait bilgiler için sözüne güvenilen en büyük tarihçilerden biri kabul edilir.

Ancak Heredot, Yunan tarihinde ilk nesir örneklerini ortaya koyan bir bilgin olarak kabul edilmez. Kendisinden önce birçok bilim adamı ve mütefekkir bu alanda önemli çabalar göstermiş, felsefe, mitoloji ve tarih gibi alanlardaki eserlerini nesir ile yazmış ve derlemişlerdir. Heredot'un nesrinin diğerlerinden üstün olması, kullandığı üslubun güzelliği ve yazdığı konuların öneminden ileri gelir. Heredot, kendi adı ile bilinen seyahatnamesini MÔ 431 yılından önce yazmış ve MÔ 6. yüzyıl ile 5. yüzyıl başlarında İranlılar ile Yunanlılar arasında cereyan etmiş büyük savaşların nedenlerini ve sonuçlarını göstermiştir. Bu kitap halen önemini korumaktadır. Bu nedenle Heredot'a "ebu't- tarih" (tarihin babası) veya "şeyhu'l-müverrihın" (tarihçilerin şeyhi) adı verilmiştir.

Heredot'tan bir müddet sonra Atina halkı arasında MÖ 431 yılından 404 yılına kadar devam eden ve Mora veya Peleponez Savaşı adı verilen korkunç bir savaş olmuştur. Bu savaşın safhaları MÖ 315/460 yılları arasında yaşayan, savaşlara bizzat şahit olan Yunanlıların ünlü tarihçisi Tusides tarafından kaydedilmiştir. Söz konusu tarihçi Heredot'la çağdaş olmakla birlikte, yaşça ondan küçüktü. Aynı dönemde Ksenofon gibi başka tarihçiler de yetişmişti. Bu devri takiben Yunanlılar hitabet sanatı ile de meşgul olmuşlar, Demosten, Eşines, Hiperides gibi büyük hatipler, hitabetteki yeteneklerinin yanı sıra, Solon gibi şahıslarda olduğu gibi hukuk dahileri de yetiştirmişlerdir.


İlim ve Felsefe


Yunanlılarda ilim ve felsefe alanındaki birikim, daha önce sözünü ettiğimiz atetik devrinin bir ürünü olmuştur. Yunanlılar şiir, tarih ve edebiyat alanında uzun bir devir geçirdikten sonra, Mora Savaşı sonucunda ortaya çıkan bir uyanış dönemi ile varlıkların sırlarını, sosyal sıkıntı ve bunalımların neden ve çözümlerini araştırma fırsatını yakalamışlardır. 28 sene süren bu savaşlar sonucunda Atina şehri işgalcilerin eline geçmiş, böylece Atinalılar üstün ve ayrıcalıklı konumlarını kaybederek, hiç tatmadıkları bir duygu olan zillet ve mahkumiyetle tanışmışlardır. Bu durumda aldıkları ibret ve tecrübenin yönlendirmesi sonucunda kimliklerini sorgulamaya başlamış, varlık nedenlerini ve hakikatini araştırmaya yönelmişler, kendi ulusları için bir felsefi uyanış devri başlatmışlardır. Bu uyanış devrinin temsilci ve kurucusu MÖ 468/400 veya 399 yıllarında yaşamış olan ünlü filozof Sokrates'tir. Daha önce de birkaç kez işaret ettiğimiz gibi, bir kez daha savaş dönemlerini edebi, ilmi veya siyasi bir uyanma devri takip etmiş, buhranlı bir dönemin ardından Sokrates ve onun takipçileri ortaya çıkmıştır.

Bununla beraber Yunanlılar, uyanma devrinden çok daha önce İranlılarla yaptıkları savaşlar sırasında oluşan fikir alışverişleri ve etkileşim sonucunda, evren ve tabiat hakkında kafa yormaya başlamışlardı. Ancak bu çalışmalar, felsefi yorumların dışında, günümüz terimlerine göre tabiat bilgisi adını verdiğimiz bilgileri içine alan astronomi, matematik gibi tabiatta geçerli olan bilimsel kuralları çözmek ve anlamakla sınırlı kalmıştı.

Felsefe ve ona bağlı konular üzerinde dikkat çeken ilk düşünür MÖ 240 yılında Milet şehrinde doğan Thales'tir. Tales, Yuni kabilesi hikmet okulu filozoflarındandır. Bilim ve kültürünü Fenike, Mısır, Girit ve Yuni'de aldıktan sonra özellikle astronomi ve hendese alanında uzmanlaşmıştır. Miletli Tales'in yaratılış, evren ve onu oluşturan unsurların aslı ve esası hakkında orijinal düşünce ve yorumları vardır. Ayrıca güneş ve ay tutulmasını keşfetmiş, yüksek cisimlerin gölgelerine göre boylarını belirlemek için çeşitli matematik formülleri ve kanunları oluşturmuştur. Tales'ten sonra gerek kendi öğrencilerinden gerekse öğrencilerinin öğrencileri arasından birçok filozof ve hekim yetişmiştir. Hz. lsa'nın doğumundan önce, 5. yüzyılda yaşamış ünlü filozof Arkolos bunlardan biridir. Bu zat tabiat bilimlerini Yuni bölgesinden Atina'ya nakleden bilgin ve filozoftur. Atina'da Sokrates'in hocası olmuştur. Bu filozofun devrinde Peleponez veya Mora Savaşı patlak vermiş, savaş sonucunda halk birbirine girmiş, kamplara ve kutuplara bölünmüş, düşmanlık ve rekabet duyguları galeyana gelmişti. Öyle ki kendi kabilesinden, akraba ve yakınlarından birine düşman olmayan kimse kalmamıştı.

Atinalılar yıllar boyu süregelen şan, güç ve iktidardan sonra itibarsız bir konuma gerilemenin bir sonucu olarak, psikolojik sıkıntılara düşmüşlerdi. Fıtratın bir gereği olarak, bir insan altından kalkamayacağı bir sıkıntı veya felakete uğrarsa, bunun kendisi üzerindeki etkisini hafifletme makasadıyla yaratılış, insanların eylemlerinin mahiyeti, olayların sebep ve hikmeti hakkında felsefi düşünce ve değerlendirmelere yönelerek, içinde bulunduğu sıkıntıdan kurtulmaya çalışır. Atinalılar işte böyle bir psikolojik destek ve teselliye muhtaçtılar. İtibarlı bir geçmişten sonra, mazilerine bakınca büyük üzüntü duyuyor, geleceğe bakınca da korku ve endişeye kapılıyorlardı. Bütün övündükleri değer ve birikim bitip yok olmuştu. Güçlü bir hükümet kuramamışlardı. Bunun sonucunda tüm tefekkür yeteneklerini insanların, özellikle de kendilerinin içinde bulundukları vaziyet üzerinde yoğunlaştırmışlardı.

Bu yoğunlaşmanın odak noktası edebiyat ve felsefeydi. MÖ. 5. yüzyılın başlarında Yunanistan'da halk daha önce yaşamış bazı bilginlerin düşüncelerini kendi yaşantıları üzerinde uygulayarak kullanıyordu. Bu durum aynı zamanda onların ilim ve kültür konusundaki hırs ve arzularını kırbaçlıyordu.


Sokrates


Yunanlıların içinde bulundukları bu buhranlı dönemde Sokrates gibi bir dahi ortaya çıkmıştır. Sokrates yalnızlığı, sade ve basit bir yaşantıyı sevmiştir. Herhangi bir sanatla uğraşmamış, hiçbir kitap yazmamıştır. Ona göre böyle bir konumda hikmet­ i tabiiyye ile uğraşmanın bir faydası yoktur. Bu yüzden hikmet­ i edebiyeye (ahlak felsefesine) önem vermiş ve felsefeyi esaslı bir biçimde tetkik edip kavradıktan sonra içine karışan birtakım remiz ve müphem düşüncelerden kurtarmış, Atinalıların o zamanki sosyal yaşantısına uygulamıştır. Ahlak felsefesi konusunda koyduğu kurallardan biri olarak insanı önce insan, sonra baba, ardından aile reisi ve siyasetin idare edeni ve denetleyicisi, son olarak da, toplumun bir ferdi olarak ele almış ve görevlerini de bu ayırıma göre paylaştırmıştır. Sokrates ruhun sonsuzluğuna inanıyordu. Yunanlılar bu zatı ahlak felsefesinin kurucusu ve uygulayıcısı veya eski felsefeyi hayallerden hakikate döndüren kişi olarak kabul ederler. Roma'nın en büyük hatibi olup lö 106 yılında doğan Çiçeron, "Sokrates felsefeyi gökyüzünden yeryüzüne indirmiştir," der. Sokrates hikmeti, görüş ve düşüncelerini halkın toplantı yerlerinde, panayırlarda, spor alanlarında ilan etme ve yaymadan bir an bile geri kalmamıştır. Bütün hayatını insanlara yol gösterme ve hikmeti anlatma ile geçirmiştir. Sokrates'in felsefi mesleği ve öğretileri, en iyi öğrencisi olan Platon'un karşılıklı konuşma, yani "diyalog" şeklinde yazılmış eserleri ile tanınmıştır.

Sokrates'in felsefi mesleği, insanın meyil ve isteklerini doğal halinde nasıl ise öylece terbiye etmek, bu durumdan dışarı çıkmamak ekseni etrafında döner. Bu yüzden Sokrates safsata ve demagojinin, demagoji ve şarlatanlığın şiddetli düşmanıydı.

Dünya yaratıldığından beri büyük bilgin, kaşif ve mucitler, yeni düşünceler ortaya atan şahsiyetler maalesef kıskançların ve kindar düşmanlarının ellerinden nadiren kurtulabilmişlerdir. Sokrates'in alaylı ve iğneleyici sözleri, onu anlamaktan uzak halkın kendisine düşman olmasına neden olmuştu. Onun öğretisi ve felsefesinde Atinalıların inançlarına aykırı şeyler de vardı. Bu yüzden halk, bir bahane bularak bu ölümsüz değerin hayatına kıymaktan çekinmedi. Tarihin kaydettiği filozofların en büyüklerinden biri olan Sokrates ahlak ilminin mucidi olarak da kabul edilir.


Platon


Sokrates hayatı boyunca hiçbir eser yazmamış, kendi felsefesi ile ilgili herhangi bir sistem veya kurallar bütünü oluşturmamıştır. Onun fikir ve öğretilerini kendisinden sonra gelen talebeleri derlemiş ve sistematize etmişlerdir. Ancak bu öğrenciler hocalarının felsefesini yorumlarken çeşitli anlaşmazlıklara düşmüş, neticede çeşitli ekoller oluşturmuşlardır. Bu ekollerin ilki Sokrates'in talebelerinden Aristippe tarafından temeli atılan ve saadetlerin hazlardan ibaret olduğunu gösteren Kriniyye (Cyrenaiques), diğeri Kelbiyye (Cyniqus) üçüncüsü de lşrakiyye adlarıyla üç gruba ayrılmışlardır. Milattan önce 328 yılında doğan Platon'a nispetle "Platoniyye" adı da verilen son grup, diğer iki gruptan daha fazla şöhret kazanmıştır.

Platon'un felsefi fikirleri üç eski felsefi meslekten iktibas edilmiştir. Platon tabiiyette "Heeroclide"i, metafizik ve menkulatta "Pythagore"u, edebi ve ahlaki felsefede "Sokrates"i rehber kabul etmiştir. Platon her şeyi ilah, madde, idrak olmak üzere üç asla indirgemiştir. Platon'a göre ilahlar, illiyyün (en yüksek gök tabakalarında bulunanlar) mütevassıtun (orta tabakadakiler) ve süfliyyun (en aşağı tabakada olanlar) biçiminde üç tabakadan teşekkül eder. Platon ruhların beden değiştirdiğine (tenasühe) de inanıyordu. Onun bütün kitapları diyalog şeklinde yazılmıştır. Felsefe ile ilgili Arapça'ya tercüme edilen kitaplar bölümünde Platon'un eserlerinden ayrıntılarıyla söz edeceğiz.


Aristo


Platon'un öğrencileri de birkaç gruba ayrılmışlardır. Bu grupların en önemlisi Aristo tarafından kurulan "Meşşaün" (Periqateticiens) ekolüdür. Eski filozofların en önemlisi ve büyüğü olduğu konusunda alimlerin görüş birliğine vardıkları ve Müslümanlarca "üstad-ı evvel" adı verilen bu olağanüstü akıl ve zeka sahibi insan MÖ 384 yılında doğmuş ve 323 yılında vefat etmiştir. Müslümanlar felsefe ve mantık kitaplarının birçoğunu Aristo'dan nakletmişlerdir.

Aristo yazdığı eserlerde Yunan topraklarında yetişen bilginlerin felsefe ve çeşitli bilimlerde kendi zamanına yetişebilen bilgilerin özetlerini toplamıştır. Aristo felsefeyi -mebahis-i mantıkiyye, akliyye, nefsiyye ve siyasiye dahil olmak üzere- üstadı Platon'dan almış ve nakletmiş ise de matematik ve coğrafya gibi gözlem ve deneyler üzerine kurulmuş gerçekleri kapsayan ilimleri kendi kendine, önceki bilimlerden yararlanarak edindiği deneyimlerle kurmuştur. Bu zatın çalışmalarının gayesi felsefeyi ilim ve fenlerle güçlendirmek, her akli veya teorik konuyu belli kanun ve kurallara bağlamaktır. Cümlelerinin süslü ve tumturaklı olmasına önem vermemiştir. Yalnızca konunun özüne ve anlaşılmasına dikkat etmiştir. Bu yüzden kendi üslubunu Platon'un felsefesine karışan şairane hayal ve cümlelerden ayıklamaya çalışmıştır.

Aristo'nun felsefesi halk arasında büyük ilgi görmüştür. Aristo felsefi öğretisini Platon'un akademisinin yakınındaki Apollon heykelinin (mabedi) çevresindeki revaklarda vermiştir. Derslerini yürüyerek verdiğinden, öğrencilerine "meşşaün" (yürüyenler) veya "revakıyyün" adı verilmiştir. Aristo'nun en büyük şansı Büyük İskender'in ülkesinde yaşaması, ona hoca olması ve tam desteğini almış olmasıdır. Büyük İskender özellikle tıp, zooloji vb bilimler hakkında yeterli araştırma ve incelemeleri devam ettirebilmesi için kendisine maddi destekte bulunmuştur. İskender dünya fethi amacıyla ünlü seferine çıktığında Aristo Atina'da kalmıştır. İskender'in ölüm haberi gelince İskender'in Atina'daki diğer yandaşları gibi Aristo da gözden düşmüştür. Bununla birlikte ünlü Mora Savaşı'ndan sonra olduğu gibi, lskender'in fetihleri de Yunan fikir ve düşüncesinde olumlu etkiler yapmış, ikinci bir uyanış devrini doğurmuştur.

Büyük İskender'in o dönemde Fenike, Babil, Eski İran bilimlerinden bazılarını Atina'ya taşımış olması ve Aristo'nun bunları felsefi düşüncelerinde kullanmış olması kuvvetli bir ihtimaldir.

Aristo, akıl, tabiat, felsefe, mantık ve dilbilim konularında birçok eser yazmıştır. Ancak kendisine ait olduğu kesin olarak belirlenen kitaplan 19 tanedir. Bunların çoğu Müslümanlar tarafından Arapça'ya tercüme edilmiştir.

Yanlışlıkla Aristo'ya isnat olunan kitaplara gelince, bu eserlerin büyük kısmı mekanik, belagat, edebiyat ve matematikle ilgilidir. Bunları burada teker teker sıralamaya gerek yoktur. Yalnızca iki ünlü kitabını kaydetmekle yetineceğiz. Bu iki kitaptan biri mantık bilimine ait olan Kitabu'l-makulat (cattgories) diğeri de, Kitabu't-tefsir'dir.


Aristo Yunan yükseliş devrinin zirveye ulaştığı bir dönemde yetişmiştir. Bu nedenle kendisinden önce oluşturulmuş zengin Yunan kültür mirasından oldukça yararlanmış, elde ettiği bilgi ve birikimi sistematize ederek eserlerini kaleme almıştır. Aristo eserlerinde yalın ve anlaşılır bir üslubu tercih etmiş, cümlelerinin açık ve kolay anlaşılır olmasına dikkat etmiştir. Bu yüzden fikirleri yüzyıllar boyunca yaşamış ve günümüze kadar ulaşmıştır. Romalılar, İranlılar, Araplar gibi birçok millet Aristo'nun düşünce ve felsefesinden mutlaka etkilenmiştir.


Aristo'nun Eserleri


Aristo'nun eserlerinin garip ve dikkat çekici şöyle bir hikayesi vardır: Ecelinin yaklaştığını hisseden Aristo, eserlerini ve müsveddelerini öğrencilerinin en büyüğü olan Theophraste'e teslim etmiştir. O da üstadının ölümünden 35 sene sonra vefat etmiştir. Ölmeden önce gerek emanetinde bulunan Aristo'nun kitaplarını ve gerekse kendi eserlerini Nelee adında bir öğrencisine bırakmıştır. Nelee Anadolu'daki doğum yeri olan Scepsis'e (Evciler-Bayramiç) dönerken bu eserleri beraberinde götürmüş, ölümüne kadar da korumuştur. Ölümünden sonra bu eserler varislerine intikal etmiştir. Varisleri ise bu kitapların o dönemde Bergama hükümdarının eline geçmesinden korkmuş, bir mağarada saklamışlardır. Söz konusu eserler bu mağarada 188 yıl gömülü kaldıktan sonra MÖ 1. yüzyılın başında bulunmuşsa da bazıları nem ve rutubetten çürüyüp parçalanmış, diğer bir kısmı da kurt ve güve tarafından yenilmiştir. Bu haliyle Apellicon adında bir kitapçıya (koleksiyoncuya) toptan satılmış ve bu kitapçı vasıtasıyla Atina'ya getirtilmiştir. Daha sonra Romalı Sylla MÖ 86 yılında Atina'yı ele geçirdiğinde adı geçen kitapçının kütüphanesi de ganimet malları arasında Romalıların eline geçmiş ve kitaplar Roma'ya götürülmüştür. O sırada Roma'da yaşayan bazı Yunanlılar bu eserlerin çoğaltılması ve düzeltilmesi ile uğraşmışlardır. Kitaplar üzerinde ilk çalışan kişi Çiçero'nun dostu olan Tirannion'du. Daha sonra Aristo'nun eserleri Rodoslu Andronicus tarafından tekrar gözden geçirilmiş, eksikleri tamamlanmış ve halk arasında yayılmıştır. Aristo'nun eserleri arasında halkın yararına sunulan ne kadar eser varsa Andronicus tarafından MÖ 1. yüzyıl ortalarında tashihi yapılan kitaplardır.


Aristo'nun kitapları halk arasında kısa sürede büyük ilgi görmüş, çoğaltılmış, çevirileri, özetleri yapılmış, şerh ve tenkidi konusunda birçok çalışma yapılmıştır. Bu konuda ilk çaba sarf edenler Yunanlılar olmuştur. Daha sonra sırasıyla Romalılar, Eski İranlılar, Araplar, Avrupa'da ortaçağ ile günümüz medeniyetinin başlangıcındaki toplumlar ve ilk dönem filozofları bu eserler üzerinde kafa yormuşlardır. İşin ilginç tarafı, Aristo'nun eserleri gömülü bulunduğu dönemde medresesi, felsefeyi bu filozof ile tedris ederdi. Bu durum Romalıların Mısır'ı ele geçirdikleri zamana kadar devam etmiştir. Romalılar İskenderiye'yi ele geçirince Andronicus'tan kalan Aristo'nun kitaplarını buraya nakletmiştir. İskenderiye'de bu kitaplara büyük önem verilmiş, diğerleri ikinci planda kalmış, Roma ve İskenderiye'deki felsefe öğretimi aynı kaynakta birleştirilmiştir.

Hıristiyanlığın zuhuru ile birlikte Roma ve civarında Aristo'nun kitaplarının okunması ve öğretimi yasaklanmış ama İskenderiye'de eski düzene devam edilmiştir. Hıristiyanlığın yayılışından sonra Rum kayserlerinin putperestliğe karşı mücadele ettikleri dönemde putperestik çağrışımı yapan bilimleri kaldırdıkları gibi -mantıkla ilgili kitapların dışında- Aristo'nun eserlerini de yasaklamışlardır. Fakat ünlü filozofun kitapları halk arasında gizliden gizliye yayılmasını sürdürmüştür. İslamiyet'in doğuşu ile birlikte felsefe eğitimi de Ömer bin Abdulaziz vasıtasıyla İskenderiye'den Antakya'ya intikal etmiştir. Öğretimin Antakya'ya intikali ile Aristo'nun eserleri Avrupa'ya intikal etmişse de, halka konulmuş olan yasak devam etmiştir. Bu baskı döneminde bazı Yahudiler ve Harraniler (Sabie) Aristo'nun eserlerini Hıristiyanlığa karşı müdafaa amacıyla okuyup inceliyorlardı.


Tıp ve İlm-i Nücum (Tıp ve Astronomi)


Tıp ilmi de -diğer birçok bilim dalı gibi- Mora Savaşları sonucunda ortaya çıkan bilimlerden biridir. Daha önce hastalıkların şeytanlardan gelen belalar, ilaçların da ilahlardan gelen yardım ve şifalar olduğuna inanan Eski Yunanlılar, hastalarını kahinlik ve efsunluk metodu ile tedavi ediyorlardı. Yunan hekimlerinin bu dönemden önce sözünü ettikleri tıp ilmi, bağımsız bir bilim olmayıp "ilm- i tabii"nin bir koluydu. Tıbbı bağımsız bir disiplin şeklinde ilk tedvin eden, dallara ayıran ve doğru temeller üzerine bina eden şahıs MÖ 357 yılında ölen Hipokrat'tır. Bu yüzden ona "tıbbın babası" (Ebu't-tıb) adı verilmiştir. Hipokrat, Mora Savaşları sırasında doğmuş, savaştan sonraki dönemde tıp alanında şöhret kazanmış, Suriye'ye ve civarına seyahatlerde bulunmuştur. Hipokrat bu faaliyetleri sırasında muhtemelen Babilliler ve Mısırlılardan tıp alanında önemli bilgiler elde etmiş ve bu birikimlerini Yunan tıbbıyla birleştirerek bu alandaki ünlü eserini yazmıştır. Hipokratın tıp konusundaki bilgileri tabiat esası üzerine kurulmuştu. Kan almak, key, hakn itmek tedavi yöntemlerinden bazılarıydı. Hastaları sümmaa (hastanın muayenesinde doktorların kullandıkları stethoscope) ile teşhis ve tedavide müshilat-ı nebatiye ve madeniyeyi tavsiye ederdi. Hipokrat'ın tıp ile ilgili yazdığı eserlerin sayısı oldukça fazladır. Kaynaklarda kendisine ait olduğu iddia edilen 78 adet kitaptan söz edilmektedir. Ancak onun kaleme aldığı tartışmasız kabul edilen kitapların sayısı yalnızca 20 kadardır. İslamlar tarafından tıp ilmi ile ilgili olarak Arapça'ya çevrilen kitaplar konusunda bunlardan da söz edilecektir. Hipokrat'ın tıpla ilgili eserleri yeniçağa kadar tüm tabiplerin itimat edip yararlandığı başvuru kaynağı olarak kabul edilmiştir. Bu eserler üzerine birçok çalışma yapılmıştır. Bu şerh, yorum ve ekler birçok dile de çevrilmiştir. Büyük filozoflardan Aristo gibi bazı bilginler de Hipokrat'tan sonra tıpla meşgul olan bilginler olarak kabul edilir. Daha sonra Betalise devrinde İskenderiye Üniversitesi kurulmuş ve tıp ilmi oldukça parlak bir dönem geçirmiştir.

Astronomiye (ilm-i nücüm veya ilm -i heyet) gelince, İslam'dan önce Arapların bilim ve kültürü konusunda anlatıldığı üzere, astronomi insanlık tarihinde ilk çağlardan beri rağbet gören eski bir bilimdir. Yunanlılar astronomi konusundaki temel bilgileri Fenikelilerden alıp geliştirmişlerdir. İlk dönemde astronomi ile meşgul olmak yalnızca filozoflara özgü bir bilim gibi düşünülüyordu. Bu alanda çığır açan kişi daha önce adı geçen ünlü Tales idi. Daha sonra yetişen Yunan filozofları içinde astronomiden söz etmeyen yok gibidir. Anaximandre, Anaximenez, Anaxagore astronomiyle uğraşan filozofların en ünlüleridir. Yunan ülkesinin ltalya bölümünde astronomi konusuna büyük önem verilmiştir. MÖ 500 yılında vefat eden bu bölge filozoflarını en önde geleni ünlü Pisagor'dur. Pisagor, astronomi ile ilgili esas bilgileri Mısırlılardan almış ve geliştirmiştir. Daha sonra gelen bilginler de Pisagor'un yolunu takip ederek astronomi alanında yeni keşifler ve araştırmalar yapmışlardır. Astronomi en parlak dönemini İskenderiye Medresesi'nde yaşamıştır. Astronomi konusunda verdiğimiz bilgiler matematik ve geometri gibi bilimler için de geçerlidir. Yunan filozofları aynı şekilde tüm bu ilimlerle de uğraşmışlardır. Ancak bu ilimler en parlak dereceye İskenderiye Medresesi'nde, Öklid'in (Euclides) olağanüstü gayretleri sayesinde ulaşmıştır.


İskenderiye Devri


İskenderiye Medresesi ve Kütüphanesi


Mora Savaşı'nın doğurduğu felaket ve musibetlerden kendilerini henüz kurtardıkları bir sırada Yunanlılar, Makedonyalı Büyük İskender'in hücum ve istilasına uğramış, ona boyun eğmek zorunda kalmışlardı. İskender daha sonra Yunanlılarla birlikte devrin uygar dünyasını oluşturan milletler üzerine ünlü seferine çıktı. Mısır'ı ele geçirerek İskenderiye şehrini kurdu. Hint memleketlerine kadar Şam, Irak ve Fars bölgelerini fethetti. Bu savaşların bir sonucu olarak, bu bölgelerde ciddi oranda bir kargaşa, kaynaşma ve sentez ortaya çıktı. Irklar ve kültürler birbirleriyle karıştı. Bu bağlamda Yunanlılar Fenikelilerle, Mısırlılar İranlılarla, Keldaniler Hintlilerle karşı karşıya geldi. Kültürler arasında karşılıklı bir etkileşim ve zamanla bir entegrasyon oluştu. Bu entegrasyon Yunan bilim, kültür ve uygarlığının diğer milletlere; buna karşılık Fars, Keldan bilim ve kültürünün de Yunan ülkesine veya Mısır'a aktarımı gibi bir sonuç doğurdu. Kaynakların verdiği bilgilere göre, Büyük İskender İranlıların başkenti olan lstahr şehrini fethettiğinde şehrin mimari eserlerini, nakış ve kabartmalarını tahrip etmekle beraber, divanlarda, arşiv ve kütüphanelerde ele geçirdiği bilimsel eserlerin hemen hepsini Yunan ve Kıpti dillerine çevirttirmiş ve orijinali Farsça olan bu eserlerin tamamını yaktırıp imha ettirmiş, astronomi, tıp, tabii bilimlere ait elde ettiği kitapları ve diğer bilimsel hazineleri, arşiv ve bilginleri de Mısır'a göndertmiştir.

İskender'in MÔ 323'te gerçekleşen ölümü ile birlikte koca imparatorluk, komutanları arasında paylaştırılmıştır. Yunan bilgin, sanatkar ve filozofları da bu değişimden nasibini almış; Mısır, Şam, Irak gibi değişik bölgelere göç etmiş ve İskenderiye, Antakya, Beyrut gibi şehirlerde okullar ve üniversiteler kurmuşlardır. Mısır hükümdarları bu şehirlerdeki bilimsel ve kültürel faaliyetlere destek verme konusunda İskender'den sonra gelen Yunan hükümdarlarını geride bırakmışlardır. Ptolemeos Hanedanı'nın ilki olup MÖ 306-285 yıllarında Mısır'da hüküm süren Soter, oldukça adil, ileri görüşlü, bilim ve kültürü seven, bilgin ve sanatkarları koruyan bir hükümdar olduğundan, dünyanın her köşesinden birçok alim ve filozof ülkesine toplanmış, onun himaye ve teşvikleri altında her türlü bilimsel faaliyeti rahatça sürdürebilmişlerdir.

Bu dönemde Dimitrius Phalerus adında Atinalı bir hatip de Soter'in çevresinde bulunan bilgelerden biriydi. Bu zat, dünyanın her köşesinden bilimsel kitapları bünyesinde toplayan zengin bir kütüphane kurulması konusunda Soter'i teşvik ve ikna etmiş, tam desteğini almıştı. Anlaşılan o ki, Büyük İskender'in Doğu seferleri sırasında İranlıların başkenti lstahr vs şehir ve bölgelerden toplayıp gönderdiği kitaplar da bu kütüphaneye konulmuştur. Dimitrius, lbn Kıfti'nin "Zemire" adıyla bahsettiği kişi olup iki kişi arasındaki fark kitabın nüshaları arasında ortaya çıkan tahriften kaynaklanmıştır. Böylece Dimitrius'un tavsiyesi üzerine Soter, günümüzün Avrupa üniversitelerini hatırlatır şekilde müze, meclis ve encümen anlamına gelen "museum"u kurmuştur. İskenderiye Medresesi adıyla şöhret bulan bilim ve kültür merkezi işte budur.

Soter'den sonra da Ptolemeos hükümdarları aynı yolu takip etmiş, bilim ve bilimsel faaliyetleri himaye etmişlerdir. Bunlar arasında özellikle Batlamyus Philadelfus'un (MÖ 385-247) özel bir yer ve konumu vardır. Bu zat İskenderiye Kütüphanesi'nde bulunmayan Yunan ve diğer uygar milletlerin bilimsel eserlerini satın alarak kütüphanesindeki eserler arasına katmıştır. Aristo'nun eserlerini satın aldığı gibi kütüphanenin hiçbir eksiği kalmasın düşüncesiyle Yahudiler ve Eski Mısırlıların elinde bulunan bilimsel kitapları da satın almıştır. Kendisinden sonra gelen Batlamyus Orcines (Ptolemee Ill Evergite) de (MÖ 247) aynı yolda devam etmiştir. Özellikle edebiyat, şiir, tiyatroyla ilgili kaynak eserleri Atina'dan getirerek kütüphaneyi daha da zenginleştirmiştir. Ayrıca İskenderiye'den geçen tüm bilim ve kültür adamlarına veya şehirde yaşayanlara sahip oldukları kitapların birer nüshasını kütüphaneye bırakmak veya bağışlamak zorunluluğu getirmiştir. Bilim ve kültürün temelleri İskenderiye'de bu şekilde sağlam bir biçimde atılınca, çok geçmeden şehir bilim ve kültürel faaliyetlerin merkezi haline gelmiş, her bilim dalında dikkat çeken büyük bilginler yetişmiştir. Hatta İskenderiye şehri bilim, kültür ve eğitimde o kadar ileri gitmiştir ki, gerek o yüzyılda gerekse daha önce ilim ve irfan merkezi olmakla şöhret bulan eski uygarlıkları gölgede bırakmıştır. İskenderiye Kütüphanesi ve şehri, İslamiyet'in doğduğu yüzyıla kadar, yani dokuz asırdan fazla bir zaman süresince ilim ve ulemaya bir merkez olmaya devam etmiştir. Bu süre, biri Soter'in hükümdarlığından başlayarak Mısır'ın MÖ 30 yılında Romalılar tarafından işgaliyle son bulan "Yunan devri", diğeri, aynı yıldan başlayarak Mısır'ın (M. 630) yılında Amr bin el-As tarafından fethi ile sona eren "Roma Devri" olarak iki döneme ayrılır. İskenderiye Medresesi'nin ilk devirlerinde takip edilen asıl amaç tamamen bilimsel ve edebiydi. Hedef, Yunan ilimlerinin ilerletilmesi ve yayılmasıydı. Bu yüzden M. 2. yüzyılın sonlarına kadar söz konusu bilimler için yegane bilimsel merkez burası olmuştur. Ancak zaman içinde yönetimdeki değişiklik ve yozlaşmaların, ülkedeki karışıklıkların doğal sonucu olarak, bilimsel faaliyetler başka bölgelere kaymış, Suriye, Rodos gibi bölgelerde İskenderiye Kütüphanesi benzeri bilim yuvaları kurulmaya başlanmış, İskenderiye tarihteki parlak devirlerden uzaklaşmıştır. Hürriyet ve adaletin hakim olmadığı bir ülkede bilim ve bilginler bulunamayacağından, devrin alim ve filozofları doğal olarak İskenderiye'den yüz çevirmişler, hürriyet ve adaletin hüküm sürdüğü ülkelere göç etmeye başlamışlardır. Romalılar devrinde İskenderiye'nin şan ve şöhreti tekrar parlamaya başlamışsa da devrin bilim ve kültür merkezi haline gelen Roma ile yarışamamıştır. Bu devir, Hıristiyanlığın doğuşuna ve halkın bu yeni dinin inanç sistemi ile meşgul oldukları döneme rastlıyordu. Bunun bir sonucu olarak kıyasıya mücadele ve rekabetlerin yaşandığı bölgeye yakın bir konumda bulunan İskenderiye bilim merkezi veya okulu yeni itikadi cereyanlardan büyük ölçüde etkilenmiş, dini inanç sistemini, bir felsefe tarzı olarak kabul etmiştir. Bu nedenle söz konusu bilim merkezi; Yunan ve Roma dönemi olmak üzere iki ana devre ve zihniyete göre değerlendirilmelidir.



İskenderiye'de Yunan Devri (MÖ 306-30)


İskenderiye, bağımsızlıklarını kaybettikten sonra üzerlerine çöken zillet ve ümitsizliğin etkisi ile yurtlarını terk etmek zorunda kalan Yunan göçmenlerin kültürel birikimleri ve yanlarında getirdikleri bilimsel eserler sayesinde ilk yıllarında dikkat çekici biçimde parlak bir dönem yaşamıştır. Eski Yunan göçmenleri her ne kadar, bir Yunan yönetiminin himayesi ve muhiti altında yaşamışlarsa da, lütuf ve teveccühü dalkavuklara ve sefillere özgü olan zorba bir hükümete boyun eğmenin verdiği duygu ve baskının sonucu olarak, zamanla şahsiyetlerini ve kendilerine özgü kimliklerini kaybetmişlerdir. Neticede yetenekleri zayıflamış, akıl ve zekalarında bir durgunluk dönemi başlamıştır. Bu baskıcı yönetim çağında özellikle ve zorunlu olarak, yalnızca şiir, hitabet ve mitoloji gibi alanlarla kendilerini sınırlamışlardır. Ancak bu alanlarda da -atalarının Atina, Mora, Sakız gibi kentlerde ortaya koydukları meziyet ve fazilet derecesinde- bir güç ve ilerleme gösterememişlerdir. Bu devrede kısmen de olsa, tabiat bilimleri ve matematik ile meşgul olmuş, astronomi, tıp, geometri ve coğrafya alanında birçok bilim adamı yetiştirmişler ama bunlardan hiçbiri, öncekilerle kıyaslanacak derecede orijinal bir tez veya keşif ortaya koyamamış, yalnızca öncekilerin kurdukları esas ve kurallar çerçevesinde dönüp dolaşmaktan, şerh ve izahlardan öte gidememişlerdir.


Matematik (Riyaziyat)


MÖ 323 yılında doğan Öklid, eğitimini Yunan ülkesinde tamamlamış, matematik alanında büyük şöhret kazanmıştı. İskenderiye'de bu dönemde Ptolemeus Hanedanı'ndan Batlamyus Filadelfus hüküm sürüyordu. Bilim ve eğitim hamisi bu hükümdar, birçok bilim adamı ile birlikte Öklid'i de ülkesine davet etmiş, ona maaş bağlamış, İskenderiye üniversitesindeki hendese öğretimini de onun ellerine bırakmış ve kendisine öğrenci olmuştur. Öklid metodu adıyla bilinen ve bugüne kadar hendese biliminde kaynak kabul edilen kitabını Öklid burada yazmıştır. Bu ölümsüz eser uygar dünyanın tüm dillerine çevrilmiştir.

Öklid'den sonra matematik alanında ünlü Arşimed (Archimede) MÖ 287 yılında Sicilya'da doğmuştur. İskenderiye şehrine gitmiş, orada matematik öğrendikten sonra vatanına geri dönmüş ve ülkesinin hükümdarlarından yakın ilgi, himaye ve cömertlik görmüş ve onların çevresine girmiştir. O sırada bu hükümdar Romalılar ile savaşıyordu. Arşimed bu savaş sırasında hükümdara ilim ve irfanı ile komutanlarının kılıç ve kahramanlıkla yapamayacağı kadar büyük hizmetlerde bulunmuştur. Lakin bu çalışmaları sonucunda kendisi de kurban olup gitmiştir. İcat ettiği savaş aleti sayesinde doğum yeri olan Syracuse'u Romalıların üç yıl boyunca devam eden hücumlarına karşı savunmuş ancak sonunda şehir Romanlıların eline geçmiş ve cahil bir Roma askeri kendisini tanıyamamış, bir kılıç darbesi ile bu büyük bilginin hayatına son vermiştir. Arşimed'in geometri ve matematik ile ilgili birçok kanun ve keşifleri vardır.

Arşimed'den sonra, matematikte Apollonius Deperga dikkati çeken bir bilgindir. MÖ 250 yılında doğan bu zat, kat'-ı mahrut (koni) hakkındaki araştırmaları ile ünlenmiştir. Bundan sonra MÖ 125 yılında ölen Hipparkhos gelir. Hipparkhos yerkürenin i'tidaleyn noktalarındaki dönüş hareketini (Precession des equinoxes) keşfetmiştir. Bu devirde matematiksel coğrafya ile de meşgul olunuyordu. Bu alanda kitap yazan ilk bilgin, MÖ 195 yılında ölen Eratosthene'ydi. Bu kişi, firavunların isimlerini içeren ilk listeyi hazırlayan ve yeryüzünün ölçümünü yapan ilk bilgindi.

lsa'nın doğumundan sonra ikinci yüzyılın ortalarında, ünlü Batlamyus yetişmiştir. Batlamyus, Hipparkhos'un keşif ve araştırmalarını esas alarak, astronomi ile ilgili ünlü Mecisti adlı kitabını yazmıştır. Bu kitap yakın zamana kadar tüm uygar dünya okullarında kaynak eser olarak kullanılmıştır. Araplar arasında bu eser çok ünlüdür. Öyle ki "Gerek eski gerekse yeni dönemde bir ilme dair o ilmi tamamıyla toplayan yalnızca üç kitap yazılmıştır. Bunlar; astronomi ve yıldızların hareketine dair olan Mecisti, Aristotales'in mantık bilimine dair olan kitabı ve Sibeveyh'in Arap gramerinden bahseden kitabından ibarettir," derlerdi.

İskenderiye bilginlerinin zeycler düzeni ile gök cisimlerini gözetlemek için bir gözlem evleri vardı. Bu İslamiyet'in doğduğu döneme kadar yeryüzünde bulunan tek gözlemeviydi.


Tıp Bilimi


Tıp ilk başlarda yalnızca Bergama Üniversitesi'nde öğretiliyordu. Daha sonra İskenderiye Üniversitesi şöhret bulunca insanların dikkati buraya yönelmiş ve burada tıp tahsili ile uğraşan öğrencilerin sayısı hızla çoğalmıştır. İskenderiye Üniversitesi'nde okutulan tıbbın temelini Hipokrat'ın eserleri oluşturuyordu. Bununla birlikte özellikle anatomi alanına büyük önem verilmişti. Bu yüzden anatomi çağın tüm tıp okullarından daha ileri derecedeydi. İskenderiye'de Yunan devri sırasında tıp bilimi ve ilaçlarda her biri özel bir meslek ve ekol olan iki büyük tabip dikkat çekmektedir. Bunlardan birincisi Hirofilus (Herophile), diğeri de Erastilates'tir (Erasistrate). Hirofilus, Yunan ülkesinde ilim tahsil etmiş ve özellikle cerrahlık ile meşgul olmuş ve yazdığı kitapların çoğunda Hipokrat'ın fikirlerini tekrar etmiştir. Bu zat Hipokrat'tan sonra birinci dereceden bir tabip sayılır. Aslen Antakyalı olan ikincisi ise birincisi ile çağdaştı. İskenderiye Üniversitesi'nde cerrahlık öğrenmiş, eserlerinde Hirofilos'un düşünce ve görüşlerine zıt bir yol takip etmiştir. Her iki tabibin kendi ekollerini takip eden ayrı öğrencileri vardı. Hirofilus'un öğrencileri Hipokrat'ın düşünce ve görüşlerine destek olurken diğerleri tam aksi düşünce ve görüşleri savunmuşlardı. Bu iki tıp ekolü miladi ikinci yüzyıla kadar devam etmiştir. Daha sonra hüküm süren cehalet dönemlerinde rağbet gören yalancı tabiplik yolunu sürdüren ve yayanlar da bu ikinci ekolün devamıydı.

İskenderiye'de yetişen tabipler bu şekilde biri diğerine muhalif iki tıp ekolünü oluştururken, İskenderiye'nin Yunan devri ile Roma devrinin de bir kısmı geçmiş oluyordu. Bu sırada MÖ 130 yılında Bergamos'ta doğan Calinos Kaluzi (Galien) önemli bir tabip olarak dikkat çekmektedir. Calinos ilk ve temel eğitim ve öğrenimini babasından tahsil ettikten sonra tıp alanına yönelmiş, 150 yılında önce lzmir'e seyahat etmiş, oradan da cerrahlık eğitimi için İskenderiye'ye gitmiştir. Calinos tıp alanındaki bilgilerini daha da derinleştirmek amacıyla, farklı bölgelere de birçok seyahat gerçekleştirmiştir. Daha sonra MÖ 158 yılında Bergamos'a geri dönmüş, 164 yılında da Roma'ya göç etmiştir. Bu dönemde Roma, bilgin, sanatkar ve filozofların buluşma yeriydi. Calinos Roma'dayken, önemli bazı kişilerin tedavilerini yapmış, kısa sürede büyük bir ün kazanmıştır. Bu şöhret meslektaşlarının kıskançlığını artırmış ve Calinos 168 yılında Roma'yı terk etmek zorunda kalmıştır. Daha sonra tekrar dönmüş ve MÖ 200 yılındaki ölümüne kadar Roma imparatorlarının hizmetinde hayatını sürdürmüştür. Calinos tıbba dair birçok eser yazmıştır. Bunların en meşhurları on altı kitaptan oluşur. Calinos, kuşkusuz İskenderiye'nin Yunan devrine dahil edilen tıp bilginlerinden biri değildir. Onu burada zikretmemizin tek nedeni, tıp bilim tarihi hakkında daha fazla bilgi vermek içindir.


İskenderiye'de Roma Devri (MÖ 30-MS 640)


İskenderiye'nin ikinci devrini oluşturan bu dönem aslında Romalıların Mısır'ı işgallerinden yarım yüzyıl önce, MÖ 1. yüzyılda Atina'nın Romalıların eline geçmesinden itibaren başlar. Çünkü Romalılar Atina'yı işgal eder etmez, şehrin kültürel birikimi olan kitapları ve diğer eserleri Roma'ya nakletmişlerdi. Roma kısa süre içinde bilim, kültür ve eğitimin merkezi haline getirilmişti. Sonraki yıllarda Roma imparatorlarından Ogüstüs, ünlü kütüphanesini kurduğu zaman Eski Yunan ve Roma Dönemi şeklinde iki ayrı bölüm oluşturmuştu. Roma, Eski Yunanlıların yalnızca bilim ve eğitiminin değil, bilgin ve filozoflarının da varisi olmuştu. Bilim, kültür ve eğitimde çok yükselmişti. O tarihten itibaren bizzat Yunanlılar bile bilgilerini artırmak istediklerinde Roma'ya seyahat etmek zorunda kalıyorlardı.

İskenderiye Kütüphanesi ve üniversitesi Romalıların yönetimine geçmeden önce tarihsel önemini kaybetmiş, yıkılmaya yüz tutmuş bir durumdaydı.

Roma hakimiyeti altına girince bu zayıflık ve gerileme daha da hızlanmıştır. İskenderiye'de öğretilen bilimler de bu devirde yalnız felsefe üzerine odaklanmıştı. İskenderiye aynı zamanda kuruluşundan itibaren bazı Yahudilerin de yerleşim yeri olmuştu. Yahudiler normal bir yaşam sürdürmek ve kendi ülkelerinde gördükleri baskılardan kurtulmak amacıyla bu şehre sığınmışlar ve burada kabul görerek rahat bir yaşam sürmüşler, nüfusları artmıştı. Yahudilerin bu şekilde Yunan halkı ve kültürü ile karışıp kaynaşmaları İskenderiye'de felsefe ve dini anlayış üzerinde büyük bir değişikliğin oluşumuna neden oldu. Çünkü Yahudiler tek tanrı ve vahiy inancına sahip bir milletti. Yunanlılar ise felsefe, mantık ve sanat erbabıydı. Bu yakınlaşma iki grubu birbiriyle kaynaştırmıştı. Hıristiyanlıkla birlikte bu yakınlaşma daha da arttı. Yunanlılar Hıristiyanlıkla birlikte felsefeyi de dini konuların yorumunda kullanmaya başladılar. Bunun sonucunda yeni-Platonculuk ve yeni-Pisagorculuk denilen felsefe ekolleri türedi. Kısaca belirtmek gerekirse İskenderiye'nin ikinci devri özellikle din felsefesi ağırlıklı bir seyir takip ettiği için bilimsel anlamda dikkat çekici gelişmelere fazla tanık olamıyoruz.

İskenderiye Üniversitesi'nin ilerlemesine öncelikle ağırlık verdiği bilim anatomiydi. Mısırlılar ölüleri mumyalamak için cesetler üzerinde ameliyatlar yapıyorlardı. Bu sayede cerrahlık epey ilerlemişti. İkinci bilim ise kimyaydı. Mısır bölgesi Eski Yunanlıların hakimiyeti altına girmeden önce de kimya rağbet' gören bir bilimdi. Bu altyapılara dayanarak İskenderiye irfan medresesine mensup bilginler Yunan bilimi ile birlikte kimyayı daha da geliştirmişlerdi.


İskenderiye Üniversitesi Hicret'in ilk yüzyılının sonlarına denk gelen Emevi halifesi Ömer bin Abdülaziz'in hilafet devrine kadar bütün doğuda bilimsel eğitimin en önemli merkezi olarak devam etmiştir. Ömer bin Abdülaziz hilafet makamına geçince bilimsel faaliyetleri İskenderiye'den o zamanki üniversiteler olan Antakya, Harran ve diğer doğu üniversitelerine naklettirmiştir.


Bizans Devri (MÖ 529-1453)


Bu devre Bizantiyon (Kostantiniyye) isminden dolayı Bizans adı verilmiştir. Çünkü Yunan ilim ve edebiyatı burada özel bir yükselme dönemine ulaşmıştır. Bu parlak dönemden konumuzla ilgili bazı bilgilerin aktarılmasını yararlı görüyoruz. lskenderiye kütüphaneleri kitaplarla nasıl doluysa bu başkentin kütüphaneleri de –özellikle jüstinyen'in ölümünden sonra­ pek çok bilimsel eserle dolu bulunmasına rağmen, Yunan bilim ve maarifi burada neredeyse hiçbir ilerleme ve gelişme gösterememiştir. İkonalar üzerinde merkezleşen, bitmez tükenmez tartışma ve çekişmeler, bunun sonucunda ortaya çıkan düşmanlıklar birçok kitabın imha edilmesine, bilim ve maarifin ihmaline neden olmuştur. Çok ciddi bilim adamları bile, bilimsel bir araştırma veya yaklaşım gerektirmeyen kısır siyasi çekişme ve dedikodulardan kendilerini alamıyorlardı.

Eğer imparatorlardan herhangi biri ilim ve kültürü korumada eski devir hükümdarlarına benzemeye çalışır ise, halkını bilimsel çalışmalara ve kitap yazımına özendirse bile, onlarda yeni kitap yazımı ve buluşlara karşı ilgi ve alaka uyandıramıyordu. Çağın ileri gelen bilginleri de eski bilimleri şerh ve tefsir veya bilimler sözlüğü (ansiklopediler) toplamaktan başka bir meziyet ve maharet gösteremiyorlardı.

Bazen imparatorlar arasından da ciddi eser bırakanlar olabiliyordu. Nitekim 901-959 yılları arasında yaşamış olan VII. Konstantin bilim ve kültüre meraklı biriydi. Kendisi de kitap yazımıyla uğraşmıştı. ldare ve kanunlar hakkında bir dizi eser yazmıştır.

Bilimsel zihniyetten yoksun olumsuz yaklaşımlar tarih, şiir ve dil gibi bilimlerde de geçerliydi. Sonraki yüzyıllarda lslam uygarlığının yıkılışını takiben ulema buna benzeyen hususlarda nasıl kısır ve yozlaşmış bir anlayış içinde hareket etmişse Bizanslılar da aynı durumu sergilemiş, orijinal araştırma ve incelemeler yapmaksızın eskilerin tekrarı gibi kısır bir dönem geçirmişlerdir.

Felsefeye gelince; bu bilim de, yozlaşma devrinde "hikmet-i diniye" anlamına gelen "ilm-i Lahut" şekline dönüşmüştür. Zira yeni-Platonculuk bahsinde söylediğimiz gibi Hıristiyan alimleri klasik felsefenin konularını ve ilgi alanlarını çarpıtmış, münakaşa ve mücadelelerinde veya nutuk ve vaazlarında bazı mezhep, inanç ve dini görüşleri ispat ve güçlendirmek için keyfi bir vasıta olarak kullanmışlardı. Din ve felsefeye dair birçok eseri ile bilinen Yuhanna Qean el-Dimeşki (708-741) ile zikrine lüzum olmayan diğer bir grup alim de bu alanda şöhret bulmuştu.


İslam’dan Önce İranlılarda Bilim ve Edebiyat


Hintliler ve Greklerin kardeşleri olan Ari soyundan gelen İranlıların, Hz. lsa'nın doğumundan birkaç yüzyıl önce Yunanlılara karşı yaptıkları savaşta gösterdikleri başarı ilginçtir. Öyle ki, koca bir ordu oluşturmuşlar ve bu orduyu erzak ve mühimmatı ile beraber Asya'nın ortalarından Akdeniz'e nakletmişlerdir. Bu olay bugün dahi dünyanın en büyük devletlerinin yapamayacağı stratejik askeri bir faaliyettir. Günümüzden 2000 yıl önce böylesi bir ordunun sevk ve idaresi İranlıların ne derece güçlü bir devlet kurmuş olduklarını gösteren en çarpıcı örneklerden biridir. Bu derece güç ve kudret sahibi bir millette bilim ve edebiyata gerekli önemin verilmemesi mümkün değildir. Kaldı ki İranlılar akıl, zeka ve uygarlaşmak hususunda özel bir yeteneğe sahiptirler. Kardeşleri olan Hintlilerin "mahabharata" vs destanlarında olduğu gibi şiir alanında da harikalar ortaya çıkarmış olduklarına kuşku yoktur. Ancak Eski lran şiirlerinden sonraki nesillere maalesef çok az şey kalabilmiştir. İranlılar aynı zamanda Babillilerle Asurluların varisi ve de halefi olmuşlardır. Yunanlılar ile parlak dönemlerinde temasta bulunmuş, komşuları Hintlilerle de karışıp kaynaşmışlardı. Pehlevi adı verilen yazılarını taş ve heykeller üzerine kazarak yazmışlardır. Şiir sanatının yanı sıra, yıldızlar ve meteoroloji gibi tabiat ilimleri ve matematik gibi fen bilimleri alanında da ileri bir seviyeye ulaştıklarına kuşku yoktur. Büyük İskender'in Pers ülkesini istila ettiği sırada Perslilerin o devirdeki başkentleri olan lstahr şehrindeki kütüphanelerde bulunan eserlerin kopyasını aldıktan sonra onları yaktırması iddiamızı güçlendiren delillerdendir. İskender tarafından imha edilen bu eserler arasında İranlıların o devirlerde Hindistan ve Çin ilminden alıp aktarmış oldukları bilimsel eserler de vardı.

Bununla birlikte Perslilerin tüm bilimsel altyapıları ve birikimleri de bunlarla sınırlı değildi kuşkusuz. H. 4. yüzyıl başlarında Fars ülkesinde, yeraltında taştan yapılmış uzun bir odada ağaç kabukları üzerine yazılmış birçok kitap bulunmuştur. Bu kitaplar eski Fars dili olan Pehlevice ile yazılmıştır. Gözden geçirilen bu yazılardan "ilim ve ulemayı seven hükümdar Tahmurs'un yağmurların etkisinden telef olmasın diye kitapları bu odada sakladığı" anlaşılmıştır. Bu eserler İranlılar, Romalılar ve Keldanilerin astronomi ile ilgili keşif ve görüşlerini içeren birtakım önemli eserlerden oluşuyordu. Aynı şekilde yapılan araştırmalar sonucunda bunun gibi diğer bir odanın enkazı altında da birçok kitap bulunmuştur. Ancak söz konusu kitapların dilini okuyup anlayacak bir uzman bulunamamıştır. Anlaşılan o ki, bu gibi mağara ve hücrelerde kitap saklamak o gün de geçerli bir adetti. Fihrist kitabının yazarı İbn Nedim diyor ki: "Gözlerimle şahit oldum: Ebu'l-Fazıl ibnü'l Amid, 340 yılında Bağdat'ta parçalanmış birtakım kitaplar göndermişti. Yunanca olan bu kitaplar İsfahan'da şehrin surları içinde bazı sandıklar içinde bulunmuştu. Bu yazmaları Yuhanna ve diğer mütercimler Arapça'ya tercüme etmişlerdir. Askerlerin isimlerini, aldıkları maaşları, görevleri gibi konularda bilgiler içeriyordu."

Bununla birlikte İranlıların kültürel mirası esas olarak, miladi üçüncü yüzyılın ortasında hükümdar olan Sasani meliklerinden Sahur bin Erdeşir'in devrine kadar yazılan bazı şiirler, önemli olaylar, inançlar ve dinlerden söz eden belli eserlerden oluşuyordu. Mani mezhebi ile taraftarları bu hükümdar zamanında ortaya çıkmıştır. Melik Sahur Rumlarla savaşmış ve galip gelmiş, ülkesine dönerken de birçok Rum esiri beraberinde getirmiştir. Bu esirlere Ahvaz bölgesinde kendi ismine nispetle Cündisabur adı ile bir şehir kurdurmuş ve kendilerine oldukça lütufkar ve cömert davranmıştır. Sahur, ilim ve irfanı seven bir hükümdar olduğundan, bu esirleri Rum memleketine göndererek önemli miktarda felsefi eserleri ülkesine getirtmiş, Farsça'ya tercüme ettirmiştir. Bu çeviriler başkentte inşa edilen bir kütüphaneye konulmuş ve çoğaltılmaları, okunup öğretilmesi amacıyla halkın hizmetine sunulmuştur.

Daha sonra (MS 531-578) yıllarında hükümranlık süren adaletiyle ünlü, Nuşirevan-ı Adil devrinde Rum imparatoru I. Jüstinyen ülkesindeki eski mabet ve medreseleri kapattırmıştı. Rum topraklarındaki filozof ve bilginler dayanılmaz baskılara maruz kalıyorlardı. Bu olumsuz siyaset İranlıların bilim ve felsefede yeni bir hamle ve açılım yapmaları için büyük bir fırsat doğurdu. Bu dönemde yeni-Platonculuk en olgun dönemine erişti. Yeni-Platonculardan bazı filozoflar ve bilginler Rum ülkesinde gördükleri baskı ve şiddete daha fazla dayanamayıp dünyanın çeşitli bölgelerine göç etmişlerdi. Bu bağlamda yedi bilim adamı ve düşünür de Nuşirevan'ın ülkesine sığınmak zorunda kalmıştı. Nuşirevan bu mültecileri himayesi altına almış, onlara felsefi alanda yeni eserler yazmaları veya çevirmeleri görevini vermişti. Hükümdardan bu kadar yakın alaka gören bu bilginler, öncelikle mantık ve Yunan tıbbını Farsça'ya nakletmiş ve her iki bilimle alakalı Farsça yeni eserler kaleme almışlardı. Nuşirevan bizzat bu kitapların gözden geçirilmesi ve öğretilmesi ile meşgul olmanın yanı sıra, bu kitapları okuyup öğrenmeleri için halkını da özendirmiştir. İlim ve irfan aşığı bu büyük hükümdar -kendisinden iki asır sonra gelen halife Me'mün'un yaptığı gibi- bilimsel tartışmalar ve müzakereler için ilim meclisleri kurdurmuştur. Nuşirevan bilimsel ve kültürel faaliyetleri destekleme, yayma ve ilim adamlarını himaye etme konusunda o kadar ileri bir anlayışa sahipti ki kendisiyle görüşen Yunanlılar onu bizzat Platon'un öğrencilerinden biri zannediyorlardı. İran ülkesinde bu şekilde yayılan felsefi görüşlerin daha sonra İslamiyet devrinde ortaya çıkan tasavvuf cereyanlarının da esasını oluşturduğu tahmin edilmektedir. Nuşirevan-ı Adil, sadece Rum kültürel birikimini kendi diline tercüme etmekle yetinmemiş, Hint kültüründen, Sanskrit dilinden Farsça'ya birçok çeviri yaptırmıştır. Tıbba büyük önem vermiş, tedavide yeni yöntemler uygulatmaya başlatmış, Cündişabur kentinde yeni bir hastane kurarak Hindistan ve Yunanistan'dan getirttiği tabipleri burada görevlendirmiştir. Bu tıp okulu ve hastanede Hint ve Yunan tıbbının ikisi birden öğretiliyordu. Tıp alanında zirveye ulaşmış iki milletin birikimlerini bu şekilde bir arada öğrenmek ve öğrenmek kuşkusuz son derece yararlı bir metottu. Bu nedenle söz konusu hastane örneği görülmemiş bir şöhrete ulaşmış, İslamiyet'in doğuşundan sonra da önemini sürdürmüştür. Özetlemek gerekirse, İranlılar İslam'dan önceki devirde de başta felsefe ve tıp olmak üzere, diğer bilimlerle de meşgul olmuş, zengin bir kültürel altyapı oluşturmuşlardı. Yine İranlılar, gerek özgün bilimsel ve kültürel altyapıları, gerekse komşularından naklettikleri yeni bilimsel birikim sayesinde astronomi konusunda da ileri adımlar atmışlardı. Tarihin her devrinde değişmez bir kural olarak, diğer adil ve ileri görüşlü hükümdarların devrinde de görüldüğü üzere, Nuşirevan'ın sağladığı hürriyet ve adalet ortamı, İranlıların bilim ve kültürel seviyelerinin yükselmesi ve ilerlemesi için eşi bulunmaz bir atmosfer oluşturmuştur.


İslamiyet’ten Önce Süryanilerde Bilim ve Edebiyat


Süryaniler, eski Keldaniler veya Babillilerin devamı olan bir toplum olarak kabul edilir. Keldaniler Hz. İsa'dan birkaç yüzyıl önce uygarlaşma yoluna girmiş, kendilerine özgü yeni bilimler icat etmiş, gök cisimlerini gözetlemiş, güneşin hareketiyle vakitleri gösteren saatler yapmış, astronomi ve tıp biliminin temellerini atmışlardır. Zamanla devlet sahibi de olan Süryaniler bir dönem sonra düşüş ve gerileme dönemine girmiş ve daha sonra İranlıların istilasına uğramış ve hakimiyetleri altına girerek bağımsızlıklarını kaybetmiş, bilim ve uygarlıkları da eski ihtişamını yitirmiştir. Hıristiyanlıkla birlikte bu yeni dine yönelen Süryaniler, zaman içinde önemli mevkilere yükselmiş, mezhep mücadeleleri zamanında da önemli roller üstlenmişlerdir. Bu nedenle Hıristiyanlık tarihinde önemli bir mevkileri vardır.

Bizim burada Süryanilerle ilgili dikkat çektiğimiz nokta, onların siyasi faaliyetleri değil, bilimsel ve kültürel faaliyetlerinde ulaştıkları nokta ve oynadıkları roldür. Romalılar ve İranlılar gibi Süryaniler de felsefe, tıp ve diğer bilimleri Eski Yunanlılardan nakletmişlerdir. Araplar veya genel anlamda İslamlar da aynı yolu takip etmiş, kültürel temellerini bu kültür üzerine bina etmişlerdir. Esas olarak, Süryaniler zeki ve çalışkan bir millettir. Karanlık devirlerde zorba hükümdarların baskı ve zulümlerinden fırsat buldukça bilim ve eğitim yolunda çaba sarf etmişlerdir. Başta ilahiyat, felsefe ve dil eğitimi için kimi okullar açmış, çeşitli dillerden birçok eseri ya aynen tercüme etmiş veya bazılarını şerh, bazılarını da özetlemişlerdir. Abbasiler döneminde bilimsel faaliyetlerde bulunan ve birçok eseri Arapça'ya çevirenler, işte bu bilimsel uyanışın yetiştirdiği şahıslar olmuştur. Bilindiği üzere Abbasi devrinin mütercimlerinin çoğu Nasturi'ydiler. Nasturilerin bu konudaki hizmetlerini yeri gelince belirteceğiz; burada yalnızca kendi dillerinde yapmış oldukları bilimsel çalışmalarını açıklamakla yetineceğiz. Süryanilerin Mezopotamya bölgesinde elli kadar okulları vardı. Burada eğitim ve öğretim Yunanca ve Süryanice dilleri ile yapılıyordu. Bu okulların en ünlüsü Ruha'daki (Urfa) Daru'l -fünün idi. Süryaniler daha miladi 5. yüzyılda Daru'l -fünün'da Aristo'nun felsefesi ile uğraşmaya başlamışlardı. Bu yüzyılın ortasında mantık kitapları Süryanice'ye tercüme edilmiş, daha sonra ünlü tabip Sercis tarafından bu bilimin öğretimi tamamlanmıştır. Londra'da Britanya müzesinde Isagoci'nin Süryanice çevirisini içeren bazı el-yazmaları ile birlikte Aristo'nun bazı kitapları da bulunmaktadır. Bunlardan bir kısmı yakın zamanlarda yayınlanmıştır.

Miladi 7. yüzyıl başlarında ise Fırat üzerinde bulunan Kınnesrin Üniversitesi Yunan felsefesini Yunan dili ile öğretmekle şöhret kazanmıştır. Bazı Süryani alimler bu üniversitede eğitim görmüştür. Bunlardan biri de Piskopos Sevris'ti. Bu zat, felsefe, matematik ve ilahiyat biliminde uzmanlaşmıştı. Bu bilimlerde kapsamlı bir bilgiye kavuşunca bunlardan bir kısmını Süryanice'ye nakletmiştir. Kendisinin felsefeyle ilgili bazı çevirileri bu günde Britanya müzesinde (British Museum) korunmaktadır. Bu piskoposun tercüme ettiği eserler kendisinden sonra öğrencileri ve Süryanice dilinin gramerinin kurucusu Yakub Ruhavi ile Atnasyus Beled tarafından tamamlanmıştır. Miladi 686 yılında yetişip "Eskafu'l Arab" adıyla şöhret bulan Atnasyus Corciyus da, Sevris'in öğrencilerindendi. Bu zat Aristo'nun bazı eserlerini tercüme etmiştir. Platon, Pisagor ve diğerlerinin eserlerini tercüme ile meşgul olan başka bilgin ve mütercimler de vardı ancak onları teker teker zikretmek uygun olmadığı için burada kesiyoruz. Bununla beraber öğrencisinin sayısı 500'ü bulan tüm akli ve nakli bilimleri öğrenen ve öğreten Nusaybin bilimevi gibi bölgesel şöhreti olan başka okullar da vardı.

Tıp ilmine gelince, özellikle Cündisabur'un maristanı (hastane ve tıp okulu) kurulduktan sonra Süryaniler tıp alanında oldukça ileri aşamalara yükselmişlerdi. Bu alanda şöhret bulmuş birçok Süryani tabip vardır. Sercis, Atatus Amidi, Seman Taybüti, Garbegoryus, Patrik Tiyudosyus ile Abbasiler devrinde yetişip hizmette bulunan diğer Süryani tabipler, zikredilmesi gereken isimlerdendir.

Süryani tabipler tıp kitaplarını Arapça'ya tercüme ile meşgul oldukları yıllarda bile birçok eseri Yunanca'dan Süryanice'ye çevirmekten geri kalmamışlardır. Tıp eserleri çoğunlukla ya yalnız Süryanice'ye veya Süryanice ile birlikte Arapça'ya çevriliyordu. Örneğin Sercis ünlü tabip Calinos'un bazı kitaplarını Süryanice'ye çevirmiştir. lslami devirde ise bu kitapları Musa bin Halit, Süryanice'den Arapça'ya tercüme etmiştir. Tibuti, miladın 7. yüzyılı sonlarında tıbba dair bir kitap yazmış ve daha başka birtakım kitapları tercüme etmiştir. Aynca Bahtişu ve Huneyn ailelerinden yetişen tabipler ile diğer mütercimler tarafından da birçok tıbbi eser yazılmıştır.

Astronomi, daha geniş anlamda ilm-i nücüm, Süryanilere ataları Keldanilerden müteselsilen intikal etmiş bir bilim mirası olup, bununla ilgili çok sayıda eser vücuda getirmişlerdir. Bu bilginlerden biri olan Berdisani, bugün kaybolmuş ve yalnızca ismi kalmış olan yıldızlarla ilgili bir kitap yazmıştır. Re's-i Ayni de aynı etkileri ve Güneş'in hareketi; Sebketi de burçların şekli hakkında kitaplar yazmışlardır. Daha önce sözü edilen Süryani bilginlerinden Yakub Ruhavi, Davud Rabbani, Musa bin Keyfa, Amunil Berşehari astronomi alanında eserler kaleme alan bilginlerden bazılarıdır.

Süryaniler kendi dillerinin kural ve lehçelerini tedvin amacıyla dilbilim ve edebiyatla meşgul olmanın yanı sıra, kimya, hendese ve matematik ile de yakından ilgilenmişlerdir. Yaygın rivayete göre Süryaniler kendi dillerinin gramerini oluştururken Eski Yunanlıların bu alandaki birikiminden büyük oranda istifade etmişlerdir. Öyle ki kelimelere koydukları harekeler, harflerin üstüne veya altına konulan birtakım küçük Yunan harflerinden ibarettir. Hatta Yunan edebiyatı alanında daha da ileri gitmiş, llyada ve Odeysseia'yı kendi dillerine tercüme etmişlerdir. Bu çeviriler, M. 875'te Teyufi'l Rahavi tarafından yapılmış ise de maalesef günümüze kadar ulaşamamış, iki beyitinden başka geriye bir şey kalmamıştır. Rivayete göre bu mütercim llyada'yı Süryanice'ye nazım biçiminde tercüme ederken orijinalde bulunan özel isimlerin doğru okunması için, hareke yerine Yunan harflerinin kullanılmasını tercih etmiştir. Küçük Yunan harflerinden oluşan bu işaretler daha önce hareke yerine Süryani alfabesinde kullanılan noktalamadan daha farklıydı. Bugüne kadar Süryanice'de kullanılan harekeler hem noktalar hem de Yunan harflerinden oluşmuştur. Bunlardan birincisi Doğu, ikincisi Batı Süryanileri tarafından kullanılmaktadır.


İslam’dan Önce Hint Bilim ve Edebiyatı


Hintliler tarihin en eski milletlerinden biridir. Hintlilerin ataları İranlılar ve Yunalıların kardeşleri olup, en eski devirlerinden beri, büyük savaşları ve önemli tarihi olayları nazım olarak yazmışlardır. Tarihlerini ve yaşantılarını gözden geçirdiğimizde, bu zeki halkın uzun yıllar boyunca meydana getirdikleri, oldukça zengin, özel bir kültürel altyapılar ve bilimsel mirasları olduğunu rahatlıkla görebiliyoruz. Hatta çoğu kez lran padişahlarından Nuşirevan'ın, Cündisabur hastane ve tıp fakültesi idaresinde -Abbasi halifelerinin yükselme ve Abbasi rönesansının ilk devirlerinde yaptıkları gibi- Hintli hekimlere büyük ihtiyaç duyuluyordu. Gerek lran hükümdarları gerek Abbasi halifeleri çaresiz bir hastalığa tutulduklarında, İranlı ve Süryani hekimler tedavide aciz kaldıklarında ilk iş olarak, Hindistan'dan özel hekimler getirtiyor, tedavilerini onların ellerine bırakıyor veya tıbbi alanda bilgi ve görüş alışverişinde bulunuyorlardı. Hintli hekimlerin Yunan ve lran hekimlerinden ve tıbbından ayrı birtakım özel metotları ve tedavi yöntemleri vardı. Hintliler arasında ünlü birçok tabip yetişmiş ve tıp konusunda pek çok Hintçe eser yazmışlardır. lleride görüleceği üzere Müslümanlar bölgeye hakim olduklarında, bu kitapların bazılarını Arapça'ya tercüme etmişlerdir. Menke, Sançhel ve Şanak önde gelen Hint hekimlerinden birkaçıdır.

 

Hintliler astronomi alanında, yıldızların mevkileri ve burçlar hakkında da geniş bilgi sahibiydiler. Bu mevki ve burçların kendi dillerine ait isimleri vardı. Astronomide biri "Ercehir", diğeri "Erkend" üçüncüsü Sanskrit dilinde "Sidhanta" metotları olmak üzere üç mesleğe sahiptiler. Sidhanta, Hintlilerin kullandığı, yıldızların hareketleri hakkındaki bilgi ve görüşleri kapsayan bir cetvelden ibarettir. Arapların eline geçen ve tercümesinde Sind-Hind adı verilen meşhur Hint astronomi kitabı işte budur. Bilindiği üzere rakamları ilk kez icat edenler de Hintlilerdi. Hintlilerin hesap ilminde kendilerine özgü birtakım kural ve yöntemleri vardı. Araplar rakamlarla birlikte bu yöntemleri de Hintlilerden almışlardır. Aynı şekilde Hintliler musiki alanında da çeşitli eserler yazmışlardı. İslamlar bu kitapların da bir kısmını Arapça'ya çevirmişlerdir. 


Özet


İslam dünyasında bilimsel faaliyetlerin başlangıcı olarak kabul edilen, farklı dil ve kültürdeki eserlerin Arapça'ya çevirilerinin başladığı dönemde genel çerçeve buraya kadar anlattığımız biçimdeydi. Daha önce de vurguladığımız gibi, söz konusu bilgi, birikim ve kültürün temelini, esas olarak Eski Yunan veya Helen medeniyeti oluşturuyordu. Kuşkusuz Helen kültürü de kendilerinden önce yaşamış, genellikle de çoktanrılı din mensubu toplum ve ulusların kültürel miraslarının zamanla daha

 

da geliştirilmesiyle oluşturulan, temellendirilen bir birikimin sonucuydu. Hıristiyanlıkla birlikte bu bilimsel faaliyet ve kültüre yeni bir yön verilmiş, tek tanrılı dinlere mahsus yorum ve uygulamalarla yeni bir çehre kazanmış, İranlılar ile Süryaniler elinde de daha da geliştirilmiş, bu iki milletin geleneklerine uygun olarak yeni bilim dalları ortaya çıkmıştır.

Özellikle Irak bölgesi, Süryani, İran, Rum ve Hint asıllı bilim adamları ile birlikte Mezopotamya bölgesinden toplanan hekim, filozof, müneccim, matematikçi vs bilginlerin buluşma yeri ve merkezi konumundaydı. Bu nedenle İslam halifeleri tercüme faaliyetlerini başlatarak, bilimsel bir yapılanmanın temelini oluşturmak istediklerinde ekip ve ekipman açısından sıkıntı çekmemiş, bu işi layıkıyla yerine getirecek bilim kadrosunu rahatlıkla oluşturabilmişlerdir.



CORCi ZEYDAN

İslam Uygarlıkları Tarihi CİLT2

Tarihu't-temeddünni'l-lslami

NOTLARLA GÜNÜMÜZ TÜRKÇESiNE ÇEViREN Nejdet Gök


Safranbolu / Karabük

 


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak