11 Ekim 2023 Çarşamba

İslami Dönemde Araplarda Bilim ve Eğitim-4

 


Arap Yazısı


lslamiyet'in doğuşundan kısa bir süre önce ortaya çıkan "Arap Uyanış Devri" dışında, Hicaz'da, daha önce Arapların yazı bildiklerini gösteren hiçbir tarihi eser bulunamamıştır. Oysa bu bölge yani Hicaz Arapları, kuzey ve güneyde birçok kitabe bırakmış bir kısım Arap toplumlarıyla çevriliydi. Bu toplumların en ünlüsü olan Yemen'deki Himyeriler Müsned yazı ile, kuzeyde bulunan Nebatlılar ise Nebati yazıyı kullanırlardı. Nebatlıların yazı örnekleri Havran ve Balka civarında bulunan eserlerde günümüze kadar ulaşmıştır. Hicaz veya Mudar Araplarının bu konuda geri kalmalarına neden göçebeliğin onların yaratılışlarında egemen bulunmasıydı. Bilindiği üzere yazı yazmak uygarlıkla ilgili sanatlardandır.

Bununla beraber Hicaz Araplarından İslamiyet'ten az önceki dönemde Irak ve Şam bölgelerine seyahat edenler uygarlık ahlakıyla ahlaklanmış olmakla birlikte, o iki ülke halkından yazıyı da öğrenmişler ve bunlardan bazıları Arapça'yı, Nebat, lbrani veya Süryani alfabesiyle yazmayı öğrenip dönmüşlerdi. Bu yazılardan Nebati ve Süryani alfabesi, Araplar arasında lslamiyet'ten sonra da devam ederek birincisinden Nesih yazısı ikincisinden de Küfe şehrine nisbetle Kufi yazı doğdu. lslam'dan önce Kufi yazıya Hire şehrine nisbetle Hiri yazı adı verilirdi. O devirlerde Iraklıların şehri olan Hire'nin yakınına daha sonra Müslümanlar Küfe şehrini kurmuşlardır.


Bu noktayı biraz daha açıklayalım: lrak'ta yaşayan Süryaniler, Süryani dilini çeşitli şekillerde yazarlardı. Bunlardan "hattsatrancili" adını verdikleri bir yazı vardı ki, Kitab-ı Mukaddes'i bununla yazarlardı. Araplar bu yazıyı lslamiyet'ten önceki birinci yüzyılda almışlardır. Bu yazının alınması ve kullanımı daha sonra ortaya çıkacak olan uyanış devrinin nedenlerinden birini oluşturdu. Bu yazıdan da Kufi yazı doğmuştur. Her iki yazı arasında bulunan benzerlik günümüze kadar devam etmiştir.


Satrancili yazıyı Araplara getirenlerin kimliği hakkında rivayetler çeşitlidir. En yaygın rivayete göre, bu yazı Ambar halkı aracılığı ile Araplara geçmiştir. Şöyle ki: Ambar halkından Beşir b. Abdülmelik el-Kindi adında biri -ki Dilmetulcendel emiri Ukeydir b. Abdülmelik'in kardeşi idi- bu yazıyı Ambar'da öğrendikten sonra Mekke'ye giderek Muaviye'nin babası Ebü Süfyan'ın kız kardeşi Sahba binti Harb ile evlendi. Bu münasebetle Mekke halkından birkaç kişiye bu yazıyı öğretti. Daha sonra lslamiyet doğduğu zaman Mekke'de Kureyş'ten yazı bilenler çoğalmıştı. Araplara yazıyı ilk aktaran Ebu Süfyan b. Ümeyye olduğuna dair bazı tarihçilerin kabul ettiği yanlış düşünce buradan kaynaklanıyor. Kısacası her durumda kesin olan sonuç şudur: Araplar Hicret'ten kısa bir süre önce Nebati yazıyı Şam'a ticaret için gittikleri sırada Havran'dan ve Kufi yazıyıda Irak'tan öğrendiler. Her iki yazı lslam'dan sonraki devirde de devam etti. En doğru tahmine göre Araplar bu iki yazıyı kullanmayı sürdürerek Küfi yazının selefi olan Satrancili yazı, nasıl Süryanilerce mukaddes kitapların yazımına ayrılmış ise, Küfi yazı da Araplarca Kur'an-ı Kerim vs. dini terimlerin yazımına ve Nebati yazı da normal haberleşme ve mektuplaşmalar için kullanılmıştır. iki yazı arasında şekil açısından var olan benzerlikten başka, Küfi yazının Satrancili yazıdan türemiş olduğunu gösteren delillerden biri de "elif' harfinin kelimenin ortasında gelince çıkarılmasının Süryanicede geçerli bir kural olmasıdır. lslamiyet'in başlarında Arap yazısında ve özellikle Kur'an'ın yazımında bu kural geçerliydi.


lslamiyet doğduğu dönemde Hicaz'da yazı bilenler çok fazla değildi. Bilenlerin çoğu sahabenin ileri gelenlerinden olan on beş yirmi kişiydi. Bunlar: Ali b. Ebü Talib, Ömer b. Hattab, Talha b. Ubeydullah, Osman b. Said, Eban b. Said, Yezid b. Ebü Süfyan, Ömer b. Hattab, Ala b. Hadremi, Ebü Selma b. Abdü¬ leşhel, Abdullah b. Sa'd b. Ehi Sarh, Huveytib b. Abdüluzza, Ebü Süfyan b. Harb ve oğlu Muaviye vs. Daha sonra başkaları da yazı yazmayı öğrenmişlerdir. Bunlardan bazıları Raşid Halifelerin divan katibliği görevlerinde bulunmuşlar, bunlardan sonra haberleşme, Kur'an-ı Kerim katib ve mübeyyizleri (müsvedde yazıyı temize çeken) yetişmiştir. Katibler gerek Raşid Halifeler devrinde, gerekse Emeviler zamanında Kur'an-ı Kerim'i Küfi yazıyla yazmışlardır. Bu devirde Kutbe adında bir hattat yetişmiştir ki, Küfi yazıdan dört çeşit yazı çıkarmıştı. Bunların her biri birbirlerinden türetilmişti. Devrinin en usta hattatı olan bu kişi, Emeviler için mushaflar yazardı. Ondan sonra Abbasilerin ilk yıllarında Dahhak b. Aclün adında ünlü bir hattat daha yetişmiş ve Kutbe tarafından icat edilen yazıları daha da geliştirmiştir. Daha sonra ishak b. Hammad vs. gibi hattatlar yetişmiş, söz konusu yazıları daha da geliştirmişlerdir. Abbasilerin ilk yıllarında Arapça yazı çeşitleri on ikiye yükselmişti. Her birine kalem denilen bu yazılar şunlardır:


1. Kalemu'l-Celil 2. Kalemu's-Sicillat 3. Kalemu'd-Dibac 4. Kalem-i Üsturmar-i Kebir 5. Kalemu's-Selaseyn 6. Kalemu'l-Zenbur 7. Kalemu'l-Müfettah 8. Kalemu'l-Harem 9. Kalemu'l¬ Müdameriit 10. Kalemu'l-Uhud 11 . Kalemu'l-Kısas 12. Kale¬ mu'l-Hırfac.


Daha sonraki devirlerde, örneğin el-Me'mun zamanında katibler güzel yazı yazmakta birbirleriyle yarışmaya başladılar. Bunun sonucunda zamanla, kalem-i murassa, kalem-i nusah ve mucidi olan vezir Zü'I riyaseteyn Fazl b. Sehl'e nisbetle, kalem-i riyasi, kalem-i ruk'a, kalem-i gubar adındaki yazılarda ortaya çıktı.


Bu tarihten sonra yazı tipleri, hepsi Kufi yazının çeşitleri sayılmak üzere yirmiden fazla sayıya ulaştı. Nesih hattı veya Nebati yazıya gelince; bu yazı resmi yazışmaların dışında kullanılıyordu. Daha sonra H. 326 yılında vefat eden ünlü hattat ve vezir lbn Mukle'nin çabalarıyla bu yazıda da çeşitli düzenlemeler ve süslemeler yapılarak bugünkü haline getirildi. Ve resmi muamelelerde de kullanılmaya başlandı. Tarihçilerce iyi bilinen lbn Mukle nesih hattını Kufi yazıdan gelişirmiştir. Bize göre, daha önce de belirttiğimiz üzere, gerek Kufi yazı gerekse nesih, lslamiyet'in başlangıcından beri Araplarca biliniyordu. Kufi yazı mushaf ve benzeri şeylerin yazılmasına, nesih ise haberleşme vs. yazışmalara ayrılmıştı. lbn Mukle nesih yazıyı ancak mushafları yazmaya uygun hale getirip güzelleştirmiştir. Kahire'de Hidiv Kütüphanesi'nde, eski Arap yazılarının sergilendiği bölümde H. 246 yılına kadar uzanan ve bir ceylan derisi üzerine yazılmış bir nikah akidnamesi vardır ki, akdin kopyası, derinin yukarısına güzel bir Kufi kalemle ve şahitlerin el yazısıyla, akdin altına gayet perişan ve bozuk nesih kalemiyle yazılıdır. lbn Mukle işte bu bozuk nesih yazısını geliştirip güzelleştirerek mushaf yazmaya uygun bir hale getirmiştir. Sözü edilen nesih yazı daha sonra birçok dala ayrılmıştır. Bununla birlikte Arapça yazıların asıl ve kökü olan yazılar biri Kufi diğeri nesih olmak üzere ikidir. Diğer yazılar bu iki yazıdan türetilmiştir. H. 7. yüzyıldan sonra en ünlü hattatlar altı kalem (aklam-ı sitte) idi: sülüs, neshi, ta'lik, reyhani, muhakkak, ruk'a. Daha sonra bu devirlerde birçok hattat daha yetişmiş ve yazı sanatı konusunda birçok eser yazmışlardır. Bu kitapların bazıları kalem, kalem yontmak, yarmak, kesmek, divit, mürekkep, kağıt vs. gibi yazı araçlarıyla ilgilidir. Arapça yazı çeşitleri günümüze kadar dalbudak salmaya devam etmektedir. Büyüme kanununa bağlı olarak bundan sonra da Allah'ın dilediği kadar dal budak salacağına kuşku yoktur.


Harekeler


lslamiyet'in başlangıcında Kur'an-ı Kerim hafızların ezberinde korunmuş bulunduğu için okunmasında bir anlaşmazlık olmasından endişe duyulmazdı. Bunun dışında Kur'an'ın toplanıp kitap haline getirildiği, Müslümanların her bölgede sayılarının artıp çoğaldığı zamana kadar Kur'an ayetlerinin aktarılmasında ve kelimelerin kaydedilmesinde son derece özen gösteriliyordu. H. 1. yüzyılın ilk yarısı geçtiği halde Kur'an-ı Kerim hem harekesiz hem de noktasızdı. Yazıda ilk önce var olması istenilen ve gereken şeyler harekeler olduğu gibi bu harekeleri ilk koyan kişi de H. 69 yılında vefat eden Arapça dilinin gramer kurallarının düzenleyicisi Ebü'l-Esved Düeli idi. Bu zat kelimeleri ayırmak veya harekeleri göstermek için birtakım noktalar kullandı. Arapça alfabeyi ilk noktalayan kişinin bu dil bilgini olduğuna dair ortaya çıkan düşünce bu hareke işaretlerini koymasından kaynaklanıyor. Gerçekte Ebü'l-Esved Düeli tarafından yazıya konulan noktalar "be"yi "te"den veya "cim"i "ha"dan ayırmak için değil, ismi yüklemden ve yüklemi edattan ayırmak içindi. Genel kabule göre bu zat bu yöntemi lrak'ta komşuları bulunan Babilliler veya Süryanilerden aktarmıştır. Bu toplumlarda birtakım büyük noktalar vardı ki bu noktalar harfin mahrecini belirtmek veya bulunduğu kelimenin isim, fiil veya edat olduğunu göstermek için harfin altına veya üstüne konulurdu. Süryaniler örneğin "kütüb" kelimesini yazdıkları zaman bu kelime "kitab" kelimesinin çoğulu olan isim olabileceği gibi, mazisi (geçmiş zaman kipi) veya mechulü (pasif fiil) de olabilirdi. lşte bu karışıklığı önlemek için o noktaların kullanılmasına lüzum görmüşlerdi. Bunun dışında bu noktaların kullanımından az zaman önce hareke yerine geçmek üzere Süryani alimlerden Yakub el-Rahavi tarafından birtakım noktalar icad olunmuştu ki bunlar önceleri harflerin içine sokuşturulur noktalardan ibaretken daha sonra üç hareke (fetha, zamme, kesre veya üstün, ötre, esre) yerine geçmek üzere çift noktalar biçiminde değiştirildi. Bu noktalama hala Süryaniler ve Babillilerce kullanılmaktadır. Bunu destekleyen ek bir bilgi olarak şunu da kaydetmek gerekir; Ebü'l Esved Düeli, harflere hareke koymak istediği zaman emrine verilen katibe: "Harfi telaffuz ederken ağzımı açarsam noktayı harfin üzerine, ağzımı büzersem noktayı harfin içine, aşağıya doğru kırarsam noktayı harfin altına korsun diyerek o şekilde uyarmış olmasıdır. Daha sonra Araplar bu noktaları kullanmaya başlayarak çoğunlukla yazının renginden başka bir renk kullanırlardı. Kahire'deki Hidiv Kütüphanesi'nde bu şekilde noktalanmış Küfi yazılı bir mushaf gördük. Kahire civarında Amr Camii'nden alınan bu mushaf veya Kur'an-ı Kerim en eski mushaflardan sayılır. Ceylan derileri üzerine ve siyah mürekkeple yazılıdır. Noktalar kırmızı renktedir. Ebü'l Esved'in talimatına göre bu mushafta harfin üzerinde bulunan nokta üstünü, ortasında bulunan nokta ötreyi ve altındaki nokta esreyi göstermektedir.


İ'cam (Noktalama)


Arapça yazı Araplarca Süryani ve Nebatlılardan alındığı zamanlarda noktasız ve harekesizdi (Süryani yazılar bugüne kadar da noktasızdır). Noktaların sonradan eklendiği belliyse de hangi tarihte başlandığı kesin olarak bilinmemektedir. Ancak oldukça eski tarihe kadar uzandığı açıktır. Durumdan anlaşıldığına göre Müslümanlar yukarıda sözü geçen harekeleri kullandıktan sonra, harflerin birbirinden ayrılamamasından dolayı yanlış okumalar olduğunu ve birçok tereddüt ve karışıklığa düşüldüğünü görerek, nokta koymaya lüzum görmüşlerdir. Zamanla Arap olmayan Müslümanların sayısının çoğalmış olması bunda en büyük etken olmuştur. Bunlar Arapça kelimelerin telaffuzunda ve birbirine benzeyen harflerin ayrımında büyük sıkıntı çekiyorlardı. Emevi halifelerinden Abdülmelik b. Mervan zamanında Irak valisi bulunan Haccac bu sıkıntıları göz önüne alan ilk kişi olarak bir çare bulmak istedi. lbn Hallikan diyor ki: "Haccac emrinde bulunan katibleri yanına çağırarak görünüş olarak birbirine benziyen harflerin üzerine, ayırmak için özel işaretler konulması gereğini bildirdi. Rivayete göre bu işi üzerine alan kişi Nasr b. Asım'dı. Nasr, noktaları çeşitli yerlerde olmak üzere birer ve ikişer olarak koydu. Halk uzun süre bu şekilleri kullandı. Noktasız yazı yazmazlardı. Ancak bu noktaların kullanılmasıyla da yazıdaki karışıklığın önü alınamadığından noktalama yapmak zorunda kaldılar. Yazıda noktalarla beraber noktalamayı da kullanırlardı. lbn Hallikanın bu ibaresinde bir kapalılık vardır ki bundan ne demek istenildiği ve "tenkit" ile "i'cam" arasında ne gibi bir fark olduğu anlaşılmıyor.


Çünkü tenkit ile i'cam aynı anlamdadır. Ve nokta koymak demektir. Bunun dışında tenkitten amacın harekeler olması kabul edilemez. Çünkü harekelerin konulmasına lüzum gösteren yanlışlıkların çokluğu yani noktaların karışıklığı ile okumada ortaya çıkan farklılıklardan ibarettir. Şu hale göre sözü edilen noktalar benzer harfleri birbirinden ayırmak için i'cam (noktalama) olarak kullanılması gerekir. Bununla birlikte anlaşılan, söz konusu Katip Nasr, bütün alfabeyi noktalamamıştır. Yalnız çok sık kullanılan ve karışıklığa neden olmasından korkulan birkaç harfi noktalamıştır. Daha sonra doğru okumak için günümüzde de olduğu gibi bütün harfleri noktalayarak buna i'cam adı verilmiştir. Hidiv Kütüphanesi'nde yazıların bulunduğu bölümde hicri 91 yılına ait üzerinde Arapça yazı bulunan bir papirüs kağıt dikkatimizi çekti. Bu yazıda da noktalar yer almaktadır. Ancak noktalar bazı benzer harfler için kullanılmıştır. Örneğin "ye" ve "te"den ayırmak için "be"ye nokta konulmuştur vs. Aynı yerde ceylan derisi üzerine yazılmış Kur'an-ı Kerimler de gördük. Bunlarda da harekeleri gösteren noktalar kırmızı, i'cam için konulan noktalarsa siyah mürekkeple yazılmıştır. Bununla birlikte yazıda bu durum her zaman geçerli olan genel bir kural değildi. Bazen eski olduğu halde noktalı ve harekeli yazı bulunduğu gibi bazen de daha yakın bir zamanda yazılmışken hareke ve noktası olmayan yazılara da tesadüf olunmaktadır.


Tüm bu bilgilerden, Arapların H. 1. yüzyılın ortasından itibaren hem harekeleri hem de noktaları zaman zaman kullandıkları ancak bunların kullanımından da pek fazla hoşlanmadıkları anlaşılmaktadır.


Kur'an Kerim vs. gibi dikkatli okunması gereken kitaplardan başka yerlerde hareke ve nokta kullanımını istemezlerdi. Noktasız ve harekesiz yazıyı, özellikle gönderilen kişi bilgiliyse kullanırlardı. Rivayete göre; Abbasi valilerinden Abdullah b. Tahir'e bir yazı gösterildiği zaman kendisi "Noktaları olmasa ne güzel yazıdır" demişti. "Mektupta noktaların çokluğu gönderilen kişinin ilim ve irfanı hakkında şüpheyi gösterir" derlerdi. Bazen noktalar yüzünden hatalı ve zararlı sonuçlar da ortaya çıkardı. Rivayete göre Abbasi halifelerinden Cafer Mütevekkil, valilerinden birine: "Müslüman olmayanların nüfuslarını yazarak bize bildir." şeklinde bir emir göndermiş ve emirnamede, "saymak" fiilinin emir biçimi olan "ahsi" kelimesini kullanmıştı. Kelimede bulunan "ha"nın üzerinde yanlışlıkla bir nokta konduğunda vali emri "ahsi" (noktalı ha ile) (tavaşi yap=hadım et) şeklinde anlayarak vilayet içinde bulunan gayri Müslimleri toplayıp tavaşi etmiş ve onlardan iki kişiden başkası söz konusu ameliyattan dolayı helak olmuştur. Katibler, lslam tarihi ve uygarlığı boyunca çeşitli dönem ve devirlerde Arap yazısını kimi zaman noktalı kimi zaman da noktasız olarak kullanmışlardır. Ancak çoğunlukla noktasız yazmayı tercih etmişlerdir. Bunun sonucunda birçok durumda, özellikle iyi bilinmeyen, garip yer isimlerinde ve arkaik kelimelerde karışıklıklar olmuştur. Bilimsel eserlerde nokta kullanımını gerekli buldukları halde günlük yazışmalarda kullanmamayı daha uygun buluyorlar, güzel yazı yazmadaki hünerlerine güvenerek sadece sözün güzelliği ve inceliğine ve yazının güzel görülmesine önem veriyorlar, kısa ve edebi cümleler kullanılmasını yeğliyorlardı. Gereğinden fazla açıklama yapmayı nokta ve hareke kullanımını kitap için bir fazlalık ve gereksizlik sayıyorlardı.



Yazı Araç ve Gereçleri


Müslümanlar, Emevi devletinin son dönemlerine kadar yazılarını deri ve ceylan derisi üzerine yazarak bu derileri tomar şeklinde yaptıklarından hükümet defterleri birtakım tomarlardan oluşuyordu. Daha sonra halifelik Abbasilere geçince 1. Halife Saffah tarafından Halid b. Bermek vezir olarak seçilince hükumet defterlerini tomar şeklinden, yine deriden olmak üzere günümüzdeki defter veya kitap şekline çevirdi. Vezir Halid'ten sonra 5. Abbasi halifesi Harunürreşid devrinde Cafer b. Yahya Bermeki'nin vezirliği zamanına kadar bu durum devam etti. Cafer deri yerine kağıt kullanmaya başladı. Bununla beraber halk asırlarca kağıtla beraber deriyi de kullanmışlardır. O zamanlarda kullanılan kağıtlar " kırtas" adındaki kağıt ile, Çin, Tihame ve Horasan kağıtlarıydı. Kağıt ismi ile bilinen diğer bir çeşit kağıt daha vardı. Bundan cüzler ve defterler yaparlardı. Bununla birlikte bazı yazarlar kağıt var olmakla beraber yine deri parçalar üzerine yazı yazmayı tercih ederlerdi. Nitekim ünlü filozof Farabi eserlerini çoğunlukla deri üzerine yazardı.



Corci Zeydan’ın İslam Uygarlıkları Tarihi Kitabından Alıntılanmıştır.

9 Ekim 2023 Pazartesi

DÎNİ SÖZLÜK “K”

 KERÂHET:

 

İğrenme, tiksinme, istememe. Harama yakın olma veya yapılmaması iyi olma. Dinde terk edilmesi iyi olan bir şeyin terk edilmeyip yapılması. Kerâhet, tahrîmiyye ve tenzîhiyye olmak üzere iki kısımdır. (Mekrûh)

 

Kerâhet Vakitleri:

 

Namaz kılmak tahrîmen mekruh yâni haram olan vakitler. Güneş doğarken, batarken, gündüz ortasında iken.

 

Kerâhet vakti olan üç vakitte başlanan farzlar sahih olmaz. Bu üç vakitte başlanan nâfileleri bozmalı. Başka zamanlarda kazâ etmelidir. Bu üç vakit: Güneş doğarken, batarken ve Nısf-ün-nehâr dâiresi üzerinde, yâni gündüz ortasında ikendir. Burada güneşin doğması, üst kenarının ufkundan görünmeye başlayıp, bakılamayacak kadar parlamasına (İşrak vaktine) kadar olan zamandır. Güneşin batması da, tozsuz, dumansız, berrak bir havada, ziyânın geldiği yerlerin veya kendisinin bakacak kadar sararmağa başladığı vakitten batıncaya kadar olan zaman demektir. Güneş batarken yalnız o günün ikindi namazı kılınır. (M. Sıddîk Gümüş)

 

Kerâhet-i Tahrîmiyye:

 

Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfteki delilinden zan ile anlaşılan yasak. Harama yakın mekruh. (Tahrimen Mekrûh)

 

Kerâhet-i Tenzîhiyye:

Yasak olmasına kuvvetli ve açık bir delil bulunmayan ancak yapılması iyi olmayan şeyler. Helâle yakın mekrûh. (Tenzîhen, Tenzîhî Mekruh)

 

KERÂMET:

 

İkrâm, üstünlük. Hangi peygamberin ümmetinden olursa olsun, velîlerden âdet dışı, yâni fizik, kimyâ ve fizyoloji kânunları dışında meydana gelen şeyler, hâdiseler.

 

Velîden meydana gelen kerâmet, tâbi olduğu peygamberin mûcizesidir. Kerâmet ya kâinât içindeki maddî şeylerle yâhut rabbânî ilim ve mârifetlerle ilgili olur. İkinci kısım kerâmetler daha yüksektir. (Abdülhakîm Arvâsî)

 

Kerâmet, evliyâlık için şart değildir. Yâni kerâmetin velîlerde mutlaka bulunması şartı yoktur. Hârikulâde haller, bâzan hâli dîne uygun olmayan kimsede de görülebilir ki bu istidrac veya sihir (büyü) yoluyla olur. Buna kerâmet denmez. Çünkü kerâmet dînin emirlerine uyup, yasaklarından sakınan kimseden meydana gelir. İstidrac, nîmet gibi görünen, aslında sâhibi için, felâket olan hârikulâde hallerdir. (Abdülhakîm Arvâsî)

 

Bütün hârikulâde haller ya istiyerek meydana gelir veya istemeyerek. İstemeyerek meydana gelenlerde kerâmet sâhibi çok mahcûb olur ve kendini gizlemeye çalışır. İstiyerek meydana gelen kerâmet eğer din için faydalı olacaksa, izhârı gösterilmesi câizdir. Din için faydalı değilse, kerâmet sâhibi onu göstermeye aslâ teşebbüs etmez. (Muhyiddîn İbn-ül-Arabî)

 

KEREM:

 

Cömertlik, severek verme.

 

Her kim ihtiyâcından fazla bir suyu, muhtaç olanlardan esirgerse, Kıyâmet gününde Allahü teâlânın kerem ve ihsânına kavuşamaz. (Hadîs-i şerîf-Müsned-i Ahmed bin Hanbel)

 

Allahü teâlâ öyle bir ihsân sâhibidir ki, kerem ve ihsânlarını dost ve düşman herkese saçmaktadır. (İmâm-ı Rabbânî)

 

KERÎM (El-Kerîm):

 

1. Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kudreti (gücü) var iken affeden, vâd ettiğini yapan, vermesi ve ihsânı (lütfu) bol olan, ümîd edilenin üstünde olan, ne kadar verdiğini ve kime verdiğini hesâb etmeyen, kendisine sığınanı koruyan ve isteyeni zenginleştiren.

 

Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:

 

Ey (öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden kâfir) insan! Kerîm olan Rabbine karşı seni aldatan ne? ("Dilediğini yap; çünkü Rabbin kerîmdir. Kimseyi azâba uğratmaz, cezâda acele de etmez" diyen şeytan mıdır?). (İnfitar sûresi: 6)

 

Ey Allah'ım! Sen affedicisin, Kerîmsin, affı seversin, beni affeyle. (Hadîs-i şerîf-Tergîb vet-Terhîb)

 

Allahü teâlâdan yüksek dereceler isteyin. Zîrâ O, kerîmdir. (Hadîs-i şerîf-İhyâ-ül-Ulûm)

 

2.  Muhterem, cömert, büyük zât. Herkese faydalı işleri yapmak. Kerîmler ile yapılacak her iş kolay olur. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Kerîmler sofrasında ehil ile nâ-ehil aynıdır. Yâni kâbiliyetli olanlarla kâbiliyetsizler aynıdır. (Mevlânâ Hâlid)

 

KERÛBİYÂN:

 

Azâb meleklerinin büyükleri. Kerûb kelimesinin Farsça çoğul şeklidir. Arabî çoğul şekli ise Kerûbiyyûn'dur.

Kerûbiyân, meleklerin havâssı, yâni üstünlerindendir. Bu ve Cebrâil, İsrâfil, Mikâil, Azrâil gibi büyük melekler, peygamberlerden başka, bütün insanlardan daha üstündür. Müslümanların sâlihleri (iyileri) ve velîleri (sevdiği kullar), meleklerin avâmından yâni aşağılarından daha üstündür. Meleklerin avâmı (aşağı derecede olanları), insanların fâsıklarından yâni açıktan günâh işliyenlerinden daha üstündür. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

 

KESB:

 

1. İnsandaki seçme hareketi, istek, ihtiyâr. İsteğin uygulama safhasına sokularak ortaya konulması.

 

İnsanın işinde, kendine düşen pay, kendi kesbidir. Yâni o iş kendi kudreti ve irâdesiyle olmuştur. Fakat o işi yaratan, yapan, Allahü teâlâdır. Kesbeden kuldur. O halde İnsanların ihtiyârî işleri, isteyerek yaptıkları şeyler insanın kesbi ile Allahü teâlânın yaratmasından meydana gelmektedir. İnsanın yaptığı işte, kendi kesbi, ihtiyârı (yâni beğenmesi) olmasa, o iş, titreme şeklini alır. (Mîdenin, kalbin hareketi gibi olur.) Hâlbuki, ihtiyârî hareketlerin, bunlar gibi olmadığı meydandadır. Her ikisini de, Allahü teâlâ yarattığı hâlde, ihtiyârî hareketlerle, titreme hareketi arasında görülen bu fark, kesbden ileri gelmektedir. Allahü teâlâ kullarına merhâmet ederek, onların işlerinin yaratılmasını, onların kastlarına, arzularına tâbi kılmıştır. Kul isteyince, kulun işini Allahü teâlâ dilerse yaratmaktadır. Bunun için de kul mes'ûldur. İşin sevâbı ve cezâsı kula olur. (İmâm-ı Rabbânî)

 

2. Kazanmak, kazanç.

 

Kesb, malı arttırır. Fakat rızkı arttırmaz. Rızık mukadderdir. Kendine, evlâdına ve ıyâline ve borçlarını ödemeğe lâzım olanları kesbetmek farzdır. Kendinin ve çoluk çocuğunun ihtiyâçlarını helâlinden kesbetmek, kimseye muhtaç olmamak cihâd etmektir. (İmâm-ı Gazâlî)

 

KESEL:

 

Tembellik, gevşeklik, uyuşukluk.

 

Yâ Rabbî! Beni keselden koru. (Hadîs-i şerîf-Buhârî, Müslim)

 

Keselin ilâcı, çalışkanlarla konuşmak, tenbel, uyuşuk kimselerden kaçınmak, Allahü teâlâdan hayâ etmek lâzım geldiğini ve azâbın şiddetli olduğunu düşünmektir. Dînini iyi bilen ve her hareketi, bilgisine uygun olan sâlih kimselerle görüşmeli, günâh işleyen, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uymayıp, yalnız söz ile müslümanları okşayan, avutan yalancılardan, Ehl-i sünnet kitablarındaki bilgileri öğrenmemiş câhillerden uzak olmalıdır. (İmâm-ı Birgivî)

 

KEŞF:

 

1. Açmak, gizli bir şeyi bulmak, ortaya çıkarmak. Bir şeyin üzerindeki kapalılığı kaldırmak.

 

Bir kimse keşf ettiği âletlerle bütün insanlara faydalı olsa, Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselâma inanıp, tâbi olmadıkça, uymadıkça ebedî seâdete kavuşamaz. (S. Abdülhakîm Arvâsî)

 

2. Evliyânın, his ve akılla anlaşılmayan şeyleri, kalbine gelen ilhâm yoluyla bilmesi.

 

Evliyâya hâsıl olan keşf ve herkesin gördüğü rüyâlar, bir şeyin misâlinin benzerinin hayâl aynasında görünmesidir. Uykuda iken olursa, rüyâ denir. Uyanık iken olunca keşf denir. Hayâl aynası ne kadar çok saf, temiz ise, keşf ve rüyâ o kadar doğru ve güvenilir olur. (Abdülganî Nablüsî)

 

Evliyânın keşfinde hatâ etmesi, yanılması, müctehidlerin ictihâdda yanılması gibidir.

 

Kusûr sayılmaz. Bundan dolayı, evliyâya dil uzatılmaz. Belki hatâ edene de bir sevâb verilir.

Yalnız şu kadar fark vardır ki, müctehîdlerin (dinde söz sâhibi âlimlerin) hatâlı ictihatlarına da uyanlara, onların mezhebinde bulunanlara da hatâlı ictihadlarına da sevap verilir. Evliyânın yanlış keşiflerine uyanlara, sevâb verilmez. Çünkü ilham ve keşf ancak sâhibi için seneddir. Başkalarına sened olmaz. Müctehidin sözü ise mezhebinde bulunan herkes için senettir. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Keşf yolu ile edinilen bilgilerin doğruluğu, İslâmiyet'te açıkça anlaşılan bilgilere uygun olmaları ile ölçülür. (İmâm-ı Rabbânî)

 

KEVSER:

 

Allahü teâlânın Kevser sûresinde Peygamber efendimize verdiğini bildirdiği büyük ihsân. Âhirette Cennet'te Peygamber efendimize âit meşhûr nehir veyâ kıyâmet (hesâb) günü Cehennem üzerindeki Sırat köprüsü geçilmeden önce Peygamber efendimizin ve ümmetinin başına geldikleri meşhûr havuz.

 

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

 

(Yâ Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem!) Biz sana kevseri verdik. (Kevser sûresi: 1)

 

İslâm âlimleri kevserden murâdın ne olduğu, ne kastedildiği hakkında şunları bildirmektedirler: 1. İçinde bütün lezzetlerin bulunduğu ve Cennet nehirlerinin en üstünü olan nehir. Peygamber efendimiz hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurdular: "Kevser, Cennet'te bir nehirdir. İki kenarı altından, mecrâsı (aktığı yer) inci ve yâkuttan, toprağı miskten hoş, suyu baldan tatlı ve kardan beyazdır. 2. Kıyâmet günü Sırat köprüsünden geçtikten sonra Peygamber efendimizin ve ümmetinin yanına gelecekleri havz. Hadîs-i şerîfte buyruldu ki:

 

"Benim havzım bir aylık mesâfedir. Suyu, sütten daha beyaz, kokusu miskten daha hoş, bardakları gökteki yıldızlar kadardır. Ondan içen bir daha hiç susamaz. 3. Dünyâ ve âhirete âit pekçok hayır, iyilik. 4. Kur'ân-ı kerîm. 5. İslâmiyet. 6. Sevgili Peygamberimizin Eshâbının (arkadaşlarının), ümmetinin (O'na inananların), tâbi olanların, uyanların çok olması. 7. Mübârek zürriyetinin (neslinin) yâni evlâdlarının çokluğu ve insanlara faydalı olması.

 

İslâm âlimleri Kevser hakkında daha başka mânâlar da bildirmişlerdir. Bunların hepsi Peygamber efendimizde (sallallahü aleyhi ve sellem) mevcuttur. (Sâvî)

 

Kevser Sûresi:

 

Kur'ân-ı kerîmin yüz sekizinci sûresi.

 

Kevser sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). Üç âyet -i kerîmedir. Peygamber efendimize ihsân buyrulan Kevser'i bildirdiği için sûreye, bu isim verilmiştir. Erkek çocukları yaşamadığından Peygamber efendimize Mekke müşrikleri nesli kesik mânâsında "ebter" demişler, bunun üzerine, Allahü teâlâ Kevser sûresiyle onlara cevap vermiştir. (Sâvî, Taberî, Râzî)

 

Allahü teâlâ Kevser sûresinde meâlen buyuruyor ki:

 

(Habîbim!) hakîkat, biz sana Kevser'i verdik. O hâlde Rabbin için namaz kıl ve kurban kes. Doğrusu sana buğzeden kimse, zürriyetten (nesilden) ve her hayırdan kesilmiştir. (Âyet: 1-3)

 

Kim Kevser sûresini okursa, cenâb-ı Hak ona Cennet nehirlerinden su içirir. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)

 

Bir kimse yatacağı vakit Kevser sûresini okursa ve sonra "Yâ Rabbî! Beni sabah namazına vaktiyle uyandır" derse, Allahü teâlânın izniyle o kimse sabah namazına uyanır. (Kutbüddîn İznikî)

 

KEYFİYYET:

Bir şeyin mâhiyeti, esâsı, içyüzü, nasıl olduğu.

 

"Allah Arş üstündedir" buyurur Rabbimiz

 

Lâkin keyfiyyetini, anlayamaz aklımız.

 

(Sirâcüddîn Ûşî)

 

KIBLE:

 

Müslümanların namaz kılarken yöneldikleri taraf; Kâbe tarafı. Mekke-i mükerreme şehrindeki Kâbe-i muazzama.

 

Şimdi seni herhâlde hoşnud olacağın bir kıbleye döndürüyoruz. (Namazda) yüzünü artık Mescid-i harâm tarafına (Kâbe semtine) çevir. (Ey mü'minler) siz de nerede bulunursanız (namazda) yüzlerinizi o yana döndürün. (Bekara sûresi: 144)

 

Namazda, her uzvunu, gücün yettiği kadar, kıbleye karşı bulundur! (Hadîs-i şerif-Mektûbât-ı Rabbânî)

 

Sizden biriniz abdest bozarken kıbleyi karşısına veya arkasına almasın. (Hadîs-i şerîf-Müslim)

 

Namazın şartlarından biri de kıble cihetine dönmektir. Kıble, Mekke şehrinde bulunan Kâbe'dir. Namazda Kâbe'ye karşı secde edilir. Kâbe için secde edilmez. Allahü teâlâ için secde edilir. (Muhammed İznikî)

 

Kıble, Kâbe'nin binâsı değildir, arsasıdır. Yâni yerden Arş'a kadar, o boşluk kıbledir. Bunun için kuyu ve deniz dibinde, yüksek dağların tepesinde, (uçakta) bu cihete doğru kılınabilir. Hacı olmak için de, Kâbe'nin binâsına değil, o arsaya gidilir. Başka yerlere giden hacı olmaz. (İbn-i Âbidîn)

 

Kıble Açısı:

 

Bir beldeden güney veya kuzeyden kıble istikâmetine çıkan iki doğru arasındaki açı.

 

Namazı kıbleye karşı kılmak farzdır. Göz sinirlerinin çapraz istikâmeti arasındaki açıklık, Kâbe'ye rastlarsa, Hanefî ve Mâlikî mezheblerinde namaz sahîh olur. Kıble açısını bulmak istediğimiz yerin ve Mekke-i mükerremenin enlem ve boylam dereceleri bilinirse husûsî formülü ile kıble açısı hesâp edilir. (Mekke-i mükerremenin enlemi 21.43°, boylamı 39.83° dir). İstanbul'un kıble istikâmeti, güneyden yaklaşık otuz derecelik bir açı kadar doğudadır. Bu açıya kıble açısı denir. (M. Sıddîk Gümüş)

 

Kıble Saati:

 

Herhangi bir yerde, güneşin kıble hizâsında bulunduğu andaki vakit. Güneşin hangi saatte kıble hizâsında bulunduğu hesâb edilir ve takvimlere yazılır. Bu saatler hergün değişmektedir.

 

Güneş, senede iki defâ 28 Mayıs (Türkiye yaz saatiyle 12.18'de) ve 16 Temmuz'da (Türkiye yaz saatiyle 12.27'de) yâni zeval vaktinde tam Kâbe'nin üstüne gelir. Bütün dünyâda bu günlerde ve bu vakitlerde güneşe dönen, kıbleye dönmüş olur. (M. Sıddîk Gümüş)

 

KIBTÎ:

 

Mısır'a ilk yerleşen insanlar. Mısır'ın yerli halkına verilen ad.

 

Mısır'da hüküm süren Fir'avn, kıbtîleri yıldızlara ve putlara taptırdı. Kıbtîler, Yâkûb aleyhisselâmın oğullarının neslinden gelen İsrâiloğullarını hakîr ve hor gördüler, en ağır işlerde çalıştırdılar. Kıbtîlerin bu kötü muâmelelerinden bıkan İsrâiloğulları, Mûsâ aleyhisselâma gelerek Fir'avn'ın zulmünden ve Kıbtîlerin baskılarından kurtulmak istediklerini bildirdiler. Mûsâ aleyhisselâm İsrâiloğullarına serbestlik verilmesini istedi. Fir'avn kabûl etmedi. Mûsâ aleyhisselâm mûcizeler gösterdiği hâlde, Fir'avn ve Kıbtîler onun peygamberliğini kabûl etmediler. Kıbtîlerin suları kan oldu. Kurbağa yağdı. Cilt hastalıkları ve üç gün karanlık oldu. Fir'avn bu mûcizeleri görünce korktu ve izin verdi. Mûsâ aleyhisselâm İsrâiloğullarıyla Mısır'dan çıkıp Kudüs'e doğru giderken Fir'avn onlara izin vermesine pişman olup, Kıbtîlerden olan askerleri ile onların arkalarına düştü. Kızıldeniz'den mûcize olarak on iki yol açılıp mü'minler karşıya geçti. Fir'avn ve askerleri geçerken deniz kapandı. Fir'avn ve Kıbtîler boğuldu. (İbn-ül-Esîr, Taberî, Nişancızâde)

 

KIDEM:

 

Allahü teâlânın zâtî sıfatlarından. Allahü teâlânın ezelî olması, varlığının başlangıcı bulunmaması.

 

Eğer Allahü teâlâ kıdem sâhibi, kadîm ve ezelî olmayıp hâdis (sonradan yaratılmış) olsaydı, var olmak için kendinden başka bir yaratıcıya muhtâc olurdu. Halbuki muhtâc olmak âciz olmayı berâberinde getirir. Âcizlik ise, Allahü teâlâ için aslâ düşünülemez. Kıdem sıfatının zıddı hudûstur, sonradan olmaktır. Kıdem, Allahü teâlânın zâtı hakkında vâcib oduğundan, zıddı olan hudûs aklen mümkün değildir. (Teftâzânî)

 

KILLET:

 

Azlık, fakirlik.

 

Mü'minlerde üç şeyden biri bulunur. Kıllet, hastalık, zillet yâni îtibârsızlık. (Hadîs-i şerîf-İhyâ-u Ulûm)

 

KIRÂET:

 

1. Ağız ile okumak. Kendi kulakları işitecek kadar sesli okumağa hafif kırâet, yanındakilerin işiteceği kadar sesli okumağa cehrî (sesli) kırâet denir.

 

Ümmetimin ibâdetinin en fazîletlisi Kur'ân-ı kerîm kırâetidir. (Hadîs-i şerîf-el-İtkân)

 

Evlerinizi namaz ve Kur'ân-ı kerîm kırâetiyle süsleyiniz. (Hadîs-i şerîf-Câmi-us-Sagîr)

 

Kur'ân'dan size kolay geleni okuyunuz" meâlindeki Müzemmil sûresinin yirminci âyet-i kerîmesi, kırâetin namazda farz olduğunu bildirmektedir. (Kurtubî, Cessâs)

 

Peygamber efendimiz: "Kalbler demirin paslandığı gibi paslanır" buyurduğunda Ashâb-ı kirâm; "Onun cilâsı nedir?" dediler. Peygamber efendimiz buyurdu ki: "Onun cilâsı, Kur'ân-ı kerîm kırâeti ve ölümü hatırlamaktır..." (Hadîs-i şerîf-Kavlül Müfîd)

 

2. Namazın içindeki farzlardan biri.

 

Namazda; sünnetlerin ve vitrin her rek'atinde ve yalnız kılarken farzların ilk iki rek'atinde ayakta Kur'ân-ı kerîmden bir âyet kırâet etmek farzdır. Kısa sûre okumak daha sevâbdır. Kırâet olarak buralarda Fâtiha sûresini okumak ve sünnetlerin ve vitir namazının her rek'atinde ve farzların ilk iki rek'atinde Fâtiha'dan başka bir de sûre veya üç âyet kırâeti vâcibdir. (İbn-i Âbidîn)

 

Namazda, Kur'ân-ı kerîmin tercümesini kırâet câiz değildir. (İbn-i Âbidîn)

 

Kırâet İlmi:

 

Kur'ân-ı kerîmin kelimelerinin okunuş şekillerini râvileriyle berâber bildiren ilim.

 

Kırâet ilminin faydası; Kur'ân-ı kerîmin kelimelerini hatâlı, yanlış okumaktan korumaktır. (Taşköprüzâde)

 

Eshâb-ı kirâm, Tâbiîn ve ondan sonra gelen Tebe-i tâbiîn nesli, kırâet ilmini muhâfaza ederek, sonraki nesillere ulaştırdılar. Kur'ân-ı kerîmin kırâetinin bugüne kadar değişmeden okunmasını sağlayan yedi veya on kırâet âlimi ve herbirinin yetiştirdiği ikişer râvisi (talebesi) oldu. (Taşköprüzâde)

 

Kırâet-i Seb'a:

 

Yedi kırâet imâmının okuyuş şekilleri.

 

Yedi kırâet imâmının yâni İmâm-ı Nâfi', Abdullah bin Kesîr, Ebû Amr, İbn-i Âmir, Âsım, Hamza, İmâm-ı Kisâî'nin okuyuşları kırâet-i seb'a adıyla meşhur oldu. Kırâet âlimleri bu yedi imâmdan başka, üç imâm daha bildirdiler. Bunlar: İmâm-ı Ebû Ca'fer, İmâm-ı Ya'kûb, Halef-ül-Âşir'dir. Kırâet âlimleri, bu on kırâet imâmının kırâetleri ile Kur'ân-ı kerîm okumayı uygun görmüşler, bunlardan başkasının kırâetine izin vermemişlerdir. Böylece, on imâmın, Kur'ân-ı kerîmi okuyuş şekilleri kırâet-i aşere adı ile şöhret buldu. (Taşköprüzâde)

 

Kırâet-i Şâzze:

 

Arabî gramer şartlarına uyan ve mânâyı değiştirmeyen, fakat bâzı kelimeleri hazret-i Osman'ın çoğalttığı nüshaya benzemeyen Kur'ân-ı kerîm kırâeti (okunuş şekli).

 

Kırâet-i şâzzeyi namazda da başka yerde de okumak câiz değildir, günâhtır. Kırâet-i şâzzeyi Eshâb-ı kirâmdan (r.anhüm) birkaçı okumuş fakat sözbirliği olmamıştır. (Muhammed Rebhâmî)

 

KIRÂN HAC:

 

Hac ile ömreyi birlikte yapmağa niyet etmek.

 

Kırân Hacc'a niyet eden kimse, önce ömre için tavâf (Kâbe-i şerîf etrâfında dönme) ve sa'y (Safâ ile Merve arasında gidip gelme) edip, sonra ihrâmı çıkarmadan ve traş olmadan hac günleri için tekrar tavaf ve sa'y yapar. (M. Mevkûfâtî)

 

Kırân haccı ve temettü' haccı yapanların şükür kurbanı kesmeleri vâcibdir. (Tahtâvî)

 

KIRÂT:

 

Değerli metallerin ölçülmesinde kullanılan ağırlık birimi.

 

Eshâb-ı kirâmın zamânında, eski Arab meskûkâtı (basılmış paraları) kullanıldığı gibi, basılmamış altın ve gümüş parçalar da, tartılarak kullanılırdı. O zaman ağırlıkları başka başka üç çeşit dirhem vardı. Hazret-i Ömer bu üç dirhemin toplam ağırlığının üçte biri ağırlığında ortalama bir dirhem kabûl etti. Kırâtın ağırlığını da değiştirip, dirhemin ağırlığının on dörtte birine bir kırât dedi. Yirmi kırâta bir miskâl dedi. Hazret-i Osman, bu hesâb üzerine altın ve gümüş para bastırdı. (Eyyûb Sabri Paşa)

 

"Bir miskâl 20 kırâttır" deyince, şer'î miskâl (4.8 gr'lık ağırlık) anlaşılır. Bu miskâlin kaç gram olduğunu anlamak için, 20'yi bir şer'î kırâtın ağırlığı olan 0,24 ile çarpmak gerekir. (Âsım Efendi)

 

Kırât-ı Şer'î:

 

Peygamber efendimiz zamânında kullanılan ve hadîs-i şerîflerde ismi geçen bir ağırlık birimi.

 

Hanefî mezhebinde, bir miskâl, yirmi kırâttır. Bir kırât-ı şer'î, kabuksuz, uçları kesilmiş, kuru beş arpadır. Böyle beş arpa, 0,24 gr. gelmektedir. Böylece, bir şer'î miskâl, yüz arpa, o da dört gram ve seksen santigram (4.80 gr.) ağırlığında olmaktadır. (İbn-i Âbidîn)

 

Kırât-ı Urfî (Kırât-ı Örfî):

 

Kullanılması âdet olan ve hükûmetin kabûl ettiği miskâl ve dirhemden küçük bir ağırlık birimi.

 

Osmanlı Devleti'nde son kabûl edilen örfî miskâl 24 kırât ve bir kırât da 20 santigram idi. Buna göre, örfî miskâl 4.80 gram olmaktadır. Şer'î miskâl ile örfî miskâl aynı ağırlıktadır. (M. Sıddîk Gümüş)

Göbeklitepe / Şanlı Urfa

 


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak