25 Eylül 2023 Pazartesi

RUSYA TARİHİ -12


MOSKOVA-VELİKORUS (BÜYÜK RUS) DEVLETİNİN KURULUŞU


III.İvan devri ve Rusya'nın moğol-Türk hâkimiyetinden çıkışı


III. ivan'ın gençliği


Vasili Temnıy (kör) 1462 yılında öldükten sonra, Moskova Knezliği,  oğulları arasında bölündü. Büyük kardeş olan Ivan'a Moskova Knezliğinin en mühim 14 şehri ve kasabası isabet ettiği halde,  kalan dört biradere  ancak 11-12 şehir  ve kasaba düştü. Büyük kardeş, babadan kalan yurdun en büyük kısmına yegâne varis oldu. 

Moskova Knezliğinde tahtın babadan oğula geçmesi nizamının kabul edildiği bir daha teyid  edilmiş oldu. Vasili Vasil'yeviç, 1446 da gözlerine mil çekildikten sonra (ki bundan ötürü "Kör Temnı,, denmiştir)  büyük oğlu İvan'ı devlet işleri ile yakından ilgilendirmeğe başlamıştı; sekiz yaşında  iken seferlere götürdü. İvan, 7 – 8 yaşında iken, Tver knezi Boris  Aleksandroviç'in  kızı ile nişanlanmıştı; bu münasebetle, Moskova ile Tver arasında, ötedenberi devam edip gelen düşmanlık bir müddet için  durduruldu.

Vasili Vasil'yeviç, 1449 yılında oğlu  Ivan'a "Büyük Knez,,  lâkabını verdi ve  — Bizans İmparatorluğunda olduğu gibi kendine "şerik hükümdar,,  yaptı. İvan,  12 yaşında iken Tver knezinin kızı ile  evlenip,  18  yaşında bir oğlu oldu. Babası öldüğü zaman İvan, 22 yaşında idi; kendisinin gayet  iri yapılı ve güzel bir adam olduğu bildirilmektedir.


III.  ivan tahta çıktığı zaman rus knezliklerinin durumu 


İvan    tahta  çıktığında   Moskova Knezliğinin işgal  ettiği saha  15.0002  mil kadardı, Bunun büyük bir kısmı Ivan'a ait olmakla beraber, kalan dört kardeş te,  "udel,, (yurt) knezleri  sıfatiyle Moskova Knezliği sahasında hâkimiyet  sürüyorlardı.  Moskova Knezliği her  taraftan diğer knezliklerle kuşatılmıştı. Bunlardan bir çoğu, hem saha, hem de nüfus ve servet bakımından, daha yüksek bir durumda idiler. Rusya'nın kuzey mıntakaları, Fin körfezine sokulan, Novgorod Knezliğine (Cumhuriyeti) aitti. Novgorod'un hâkimiyeti veya nüfuzu altında bulunan yerler, Sukhona ve Vıçegda nehrini geçerek, Kama'nın baş kısmına ve Ural dağlarına kadar varmıştı. Mamafih, Dûna (Kuzey Dvina), Sukhona ve Vıçegda nehirleri boyunca bazı yerlerin Galiç ve Rostov knezlerine bağlı olduğu biliniyor. Novgorod'un güney-batısında küçük bir Pskov Knezliği (Novgorod gibi ticaret şehri ve Cumhuriyeti) bulunuyordu. Fin körfezinin güney sahilleri Estonya ve Letonya, alman şövalyelerinin elinde idi. Bugünkü Beyaz Rusya (Belorussya) tamamiyle, Smolensk çevresi ve Ukrayna'nın büyük bir kısmı, Kursk, Orel, Tula ve Kaluga çevrelerinin bis kısmı, Litvanya (Lehistan) devletine giriyordu. Tula ve Ryazan çevrelerinin güneyinde, Karadeniz, Azak denizi ve Hazar denizine kadar uzanan bozkırlar, Kırım ve Nogay uruğlarının göç ve hâkimiyet sahasını teşkil ediyordu. Ryazan Knezliğinin doğusunda, Suru (Sura) ırmağı ve Oka'nın aşağı kısmında, Kazan Hanlığı arazisi başlıyordu. XV. yüzyılın yarısından az sonra Vyatka ve Kama ile Prem nehirleri sahası Moskova hâkimiyeti altına alınmış idi ise de, buralardaki rus nüfuzu sağlam değildi.


Moskova Knezliğine gelince, kuzey - batısında, en kuvvetli ve amansız bir düşmanı olan Tver Knezliği vardı. Sukhona ile Yug nehrinin birleştiği saha da Moskova'ya ait olmakla, Moskova nüfuzu ve hâkimiyeti Volga'nın kuzeyinde geniş bir sahaya yayıldığını görüyoruz. Batı hududunda, Litvanya Devleti bulunuyor, Oka ve Uğra ırmağı sınır teşkil ediyordu. Güneyde ve doğuda, Orta Oka boyunca, Rayzan Knezliği vardı. Volga' nın güneyinde, Suru (Sura) boyunca, Mordva'lar ve Çuvaşlar, kuzeyde, Vetluga boyunca, Çirmişler bulunuyorlardı. Mordva ve Çirmişler, fin aslından, Çuvaşlar da Türk menşeli idiler. Moskova şehri, üç yabancı devlet sınırına çok yakındı; 80 km. Tver Knezliği hududu, 100 km. mesafede Kazancılarının hücumlarına karşı, Oka boyunca yapılan karakollar, ve batı tarafında 100 km. bir yerde - Litvanya Devleti başlıyordu.

Rus yurdu, bu suretle, XV. yüzyıl ortalarında birçok büyük ve küçük knezliklere parçalanmış bir halde idi. Vakıa aynı dilde konuşan, aynı dinde olan ve knezleri aynı sülâleden gelen bir rus milleti vardı. Fakat siyasî ayrılık, ayrı knezliklerdeki rus ahalisini birbirine düşman etmişti. Rus knezlikieri arasında Moskova Knezliği en büyüğü ve en kuvvetlisi değildi. Bunlar, siyasî nüfuz bakımından, ikiye bölünmüşlerdi: Kuzey ve Batı Rusyası, Moğol'lara tâbi ve hanlara vergi ödemekte iken, Batı - Güney Rusyası, Lehistan ( Litvanya) hâkimiyeti ve nüfuzu dairesinde idi. Vakıa Altın Orda Devleti sarsılmış, parçalanmış ve Rusya üzerinde hükmünü yürütecek bir halde değildi, fakat doğudaki Kazan ve güneydeki Kırım Hanlıkları büyük bir tehlike teşkil ediyorlardı. Rus yurdunun bu sıralardaki umumî durumu, tek bir cümle ile ifade edilecek olursa, "dıştan siyasî baskı, içten siyasî ayrılık hüküm sürüyordu,,.


Moskova Knezliğinin tek bir sadık dostu vardı, o da, Kasım Hanlığı idi. Moskova şehrinin 160 km. mesafede Oka nehri üzerindeki Kasım (eski Gorodets) şehri, Kasım Hanlığının merkezi idi. Bura moğol-Türk hanları, tâ baştan Moskova knezleriyle iş birliği yapmışlar ve Moskova'nın büyümesine yardım etmişlerdi.



Novgorod  şehrinin  Moskova hâkimiyeti  altına alınması  (1471-1478)    



  III.  ivan,  1462 de  Moskova  büyük  knezi olunca, ihtiyatlı  hareket eden  ve  gayet  ince  hesaplıyan  bir hükümdar olduğunu  göstermekte  gecikmedi.  Elinde olduğu halde Ryazan  Knezliğini  Moskova'ya  ilhak  etmek istemedi. Bir müddettenberi  Moskova'da  büyüyen  genç Ryazan knezini kendi  memleketine  gönderdi  ve knezliğini tanıdı. Fakat Ryazan, haddi zatında tamamiyle Moskova'nın nüfuzu ve hâkimiyeti altına girmiş bulunuyordu, ivan, Tver knezinin damadı sıfatiyle, kayınpederine karşı dostça bir tavır aldı ve "iyi komşuluk,, münasebetleri tesis etti. Moskova ile Tver arasındaki dostluk, "udel,, (yurt) knezlerinin birbirleriyle münasebetlerini tesbit ve tayin eden ve umumiyetle kabul edilen "uzlaşma,, (dogovor) ile teyit edildi.


III. İvan bu suretle, Moskova'ya sınırdaş knezliklerin arazisinde gözü olmadığını açıkça göstermiş gibiydi. Moskova knezi, hâkimiyetinin ilk yıllarında kendisi hücuma uğradı. 1465 te Altın Orda hanı Seyyit Ahmet, Ruslara karşı bir sefer açmıştı. Fakat knezin şansına, hiç umulmayan bir taraftan yardım geldi. Kırım hanı Hacıgerey, Altın Orda kuvvetlerine arkadan hücum etti ve Seyyit Ahmet hanı rus seferinden vazgeçmeğe mecbur kıldı. Kırım hanının bu hareketi, III. İvan'ı büyük bir tehlikeden kurtardığı gibi, ilerisi için Altın Orda'ya karşı plânlı bir hareket tasarlanmasına yol açmış, ve aynı zamanda Moskova knezine Altın Orda tarafından tehlike olmadığını açığa vurmuş ve diğer düşmanlara karşı harekete geçmek imkânını vermişti. III. İvan'ın tasarladığı işlerin başında Novgorod Cumhuriyetinin istiklâline son vermek, bu şehri ve bütün ülkelerini Moskova hâkimiyeti altına almak geliyordu.


Moskova kuvvetleri, Novgorod'a ait bazı yerleri ve şehirleri ele geçirmişlerdi. Bu suretle Novgorod şehrinin hem istiklâli, hem arazi bütünlüğü, Moskova tarafından tehdit edilmişti. Şehrin hâkim tabakaları, yani boyarlar, tüccarlar ve ruhaniler, Moskova hâkimiyetine düşmenin, Novgorod'un istiklâline ve zenginliğine son vermek olduğunu bildiklerinden, buna mani olmak istediler. Halbuki aşağı tabaka, yani ahalinin çoğunluğu, boyarların tahakkümünden kurtuluş yolunun, Moskova knezine tâbi olmakta görüyordu. Boyarlar, tüccarlar ve ruhaniler, Novgorod'un istiklâlini tanıması şartiyle, Litvanya ile bir anlaşma yapmak için teşebbüse geçtiler. Bu hareketin başında, Novgorod'un en kibar boyar ailelerinden sayılan Boretski'ler bulunuyordu. Litvanya, Lehistan kralı Kazimir ( Yagaylaoğlu ) ile, 1471 de yapılan bir uzlaşmayı müteakib Novgorod, Litvanya devletinin himayesi altına girmiş oldu. Bu uzlaşmaya göre: şehrin istiklâli ve boyarların bütün imtiyazları eskisi gibi olacaktı.


Novgorod'luların bu hareketleri Moskova'da duyulunca, büyük bir hiddeti mucip oldu. Novgorod'luların bir katolik kralın himayesine girmesi, "ortodoksluğa,, ve rusluğa karşı işlenen büyük bir ihanet diye vasıflandırıldı ve "hainlerin,, hemen cezalandırılmasına karar verildi. III. İvan büyük bir ordu topladı ; bu sefere, "dinsizlere,, karşı yapılan bir savaş süsü verildi. Moskova knezinin kuvvetleri Novgorod arazisinde müthiş tahribat yapmağa başladılar, köyler ve şehirler yıkıldı ve yakıldı. Ahalisi (kadınlar ve çocuklar dahil olduğu halde) öldürüldü. Novgorodlular, Boretski'ler ailesinden Marfa kadının heyecanlı teşviklerinin tesiriyle, mukavemete hazırlandılar. Litvanya'dan vâdedilen askerî yardım gelmedi. Novgorod'luların ise, kendi başlarına Moskova knezinin ve müttefiklerinin müthiş ve vahşiyane saldırışlarına dayanamıyacakları aşikârdı. Biri İlmen gölü boyunda, diğeri Selon nehri yanında yapılan çarpışmada Novgorod'luların küçük kuvvetleri yenildi. Bunun üzerine, III. İvan'a elçiler gönderip, merhamet dilemeğe karar verildi. Moskova knezi müzakerelere girişmeği kabul etti. Yapılan uzlaşmaya göre, Novgorodlular, İvan'a 15.000 ruble harp tazminatı ödeyecekler, Kazimir ile yaptıkları anlaşmayı bozacaklardı. Bunu müteakip, İvan, kuvvetlerini geri çekti. Bir müddet sonra İvan ile Novgorod'luların arası yeniden açıldı ve İvan yeni bir sefer açtı. Novgorod mukavemet edecek bir durumda değildi. Moskova knezi, gönderdiği bir ültimatomla: "Novgorod'da, Moskova'da olduğu gibi, hâkimiyet sürmek istediğini,, bildirdikten sonra, "veçe,, (şehir ahalisinin umumî toplantısı) ve "posadnik,, (umumî vali) müesseselerinin kaldırılmasını talep etti. Novgorod'lular, uzun boylu görüştükten sonra, 1478 yılında, İvan'ın şartlarını kabule mecbur kaldılar. Şehir, Moskova knezinin askerleri tarafından işgal edildi. Novgorod serbestisinin timsali olan "veçe çanı,, (toplantıya çağıran çan) Moskova'ya gönderildi. Şehrin istiklâlini koruyan zümreler, yani boyarlar ve büyük tüccarlar ve ruhaniler başta Boretski ailesinden Marfa kadın olmak üzere, Moskova'ya götürüldüler. Novgorod Cumhuriyetinin, "Bay Büyük Novgorod,, un istiklâli böylelikle sona erdi. Burası alelâde bir Moskova eyaleti haline getirildi.


Moskova knezinin kurduğu rejim, Novgorod'lulara çok ağır geldiğinden, 1479 da bir isyan patlak verdi. İvan, bunu bahane ederek, ahali arasından istiklâl taraftarı kimselerin imhasını emretti. Buna tevfikan, Novgorod'un başpapası (Vladıka) Moskova'ya sürgün edildi. Yerine, Moskova knezinin güvendiği biri getirildi; boyarların, veya tanınmış kimseler, hepsi de ya idam edildiler, veya Moskova'ya tâbi yerlere sürüldüler. Bunların malikâneleri İvan'ın hizmetinde bulunanlara dağıtıldı. Mamafih, Novgorod halkının aşağı tabakası, yeni durumdan faydalanır gibi oldu. Novgorod'dan alman tüccarları da koğuldular. Bu suretle, Hansa şehirleriyle yapılan ticaret te sona erdi. Pskov şehri kendi muhtariyetini muhafaza etti ise de, her hususta Moskova knezine tâbi idi. Novgorod şehrinin ve geniş kolonilerinin, III. ivan'ın hâkimiyeti ve idaresi altına alınması ile Moskova Knezliğinin durumu kökünden değişti. Moskova, bu defa, rus knezliklerinden hem saha, hem nüfus ve servet bakımından en büyüğü oldu; artık, Moskova ile boy ölçüşecek hiçbir rus knezliği kalmamıştı.


Rusya'nın Altın Orda hâkimiyetinden çıkışı (1480) 


Avrupa'daki siyasi muvazenenin Moskova Knezliği lehine dönüşü, 1472 yılına tesadüf eder. III. ivan, Novgorod gibi geniş ve zengin bir ülkeyi hâkimiyeti altına aldığı zaman, buna ne Lehistan-Litvanya  ve ne de Türk - tatar hanlıkları  mâni  olabildiler.  Altın Orda hanı  Seyyit  Ahmed, 1472 de Moskova üzerine bir sefer açtı; daha önce Lehistan kralı Kazimir ile anlaşmış ve birlikte hareket edilmesi kararlaştırılmıştı. Ahmet hanın kuvvetleri, Kaluga'nın doğusundaki Aleksin şehrine kadar ilerledikleri halde, Kazimir'den yardım gelmedi. Leh kralı, macar kralı Mathias Korvinus (1457-1490) ile savaştığından, Moskova işlerini ihmal etti. Rus hizmetindeki Kasım hanzadelerinden Daniyar'ın kuvvetleri Seyyit Ahmet hana hücum ettiler; Altın Orda askerleri arasında sari bir hastalık da başgöstermiş olduğundan, Ahmet han, hiçbir netice alamadan çekilip gitmek zorunda kaldı. Bu tarihten itibaren Moskova Knezliğinin durumu büsbütün sağlamlaştı ve Doğu Avrupa'nın en kuvvetli ve en büyük bir devleti oluverdi. Fakat Moskova Knezliği de Altın Orda'ya tâbi bir devlet sayılıyordu. Bu vak'adan az sonra Kazan Hanlığının tamamiyle Moskova'ya tâbi bir devlet haline geldiğini görüyoruz; Kazan'da Ruslarla işbirliği yapmak isteyen parti galebe çaldı. Moskova Knezliği, Orta İdil sahasında hâkimiyeti ele almak istidadını açıkça göstermişti. Halbuki iki büyük komşu devlet, Altın Orda ve Lehistan, Moskova Knezliğine karşı olan düşmanca durumlarını değiştirmemişlerdi; bu iki devlet, Moskova'nın büyümesi ve genişlemesi yolunda en mühim engel teşkil ediyorlardı. III. İvan, Altın Orda ile Litvanya-Lehistan'a karşı, Kırım Hanlığında gayet kıymetli bir müttefik buldu. Mengligerey han, Moskova knezinin vefakâr bir dostu idi. Kırım hanları, Altın Orda'ya ait bütün saha üzerinde hâkimiyet iddia ettiklerinden ve Seyyit Ahmet hanı amansız bir düşman bildiklerinden, Seyyit Ahmet hanı kuvvetten düşürmek ve büsbütün ortadan kaldırmak için, Moskova knezi ile dost olmayı, ona yardım etmeyi prensip olarak kabul ettiler. Kazimir'in Kırım'a karşı takibettiği anlayışsız siyaseti, Mengligerey'in III. ivan ile dostluğuna hizmet etti. Buna mukabil Seyyit Ahmet han ile Kazimir, Moskova knezine karşı müşterek bir hareket düzenlemek ihtiyacını hissettiler. Bu suretle Doğu Avrupa'da iki siyasi blok teşekkül etmiş oldu: Moskova - Kırım, Altın Orda - Litvanya (Lehistan).


Seyyit Ahmet han, Moskova Knezliğinin kuvvetlenmesine mani olmak istiyor ve Rusların Altın Orda'ya tâbi bir durumda kalmalarına gayret ediyordu. 1474 te han tarafından Moskova'ya bir elçi gönderildi ve vergi talep edildi. 1476 da gönderilen yeni bir elçi ivan'ın bizzat "Taht ili,, ne, Seyyit Ahmet han yanına gelmesini talep etti. Moskova knezi bir elçi hey'eti ve bir miktar hediye yollamakla iktifa etti. Bu vaziyet karşısında, 1477 de, Altın Orda kuvvetleri harekete geçtiler. Kazimir de bu seferi destekleyeceğini bildirdi. Buna rağmen, seferin Rusya hudutlarına kadar yapılamadığı anlaşılıyor. 1479 yılında Mengligerey hanın Litvanya-Lehistan'a karşı düşmanca durumu tamamiyle açığa vuruldu ve İvan ile dostluğu da o nisbette arttı. Altın Orda hanı ile Moskova knezi arasındaki ihtilâfın, artık silâh kuvvetiyle hallinden başka bir çare kalmamıştı. III. İvan, Seyyit Ahmet hanın isteklerini yerine getirmek niyetinde değildi. Tam o sıralarda, Kazimir'in elçileri Seyyit Ahmet hanı buldular ve Moskova'ya karşı birlikte harekete teşvik ettiler. Lehistan ordusu ile Altın Orda kuvvetlerinin birleşme yeri olarak Uğra nehri kıyısı tesbit edildi. Moskova knezine kat'î bir darbe indirmek için iki büyük devlet anlaşmış bulunuyorlardı.


Seyyit Ahmet han, Kazimir ile yaptığı uzlaşmaya göre, harekete geçti. 1480 yılının ilkbaharında İvan'a karşı sefer açtı; Saray kuvvetleri yavaş yavaş yürüyerek, Moskova Knezliği ile Litvanya - Lehistan sınırı olan Uğra nehri yanına geldiler. Kazimir'in askerleri de buraya gelerek, moğol kuvvetleriyle birleşecek ve iki müttefik ordu Moskova üzerine yürüyeceklerdi.


Hanın harekete geçtiğinden haber alınınca Moskova şehrinde panik başgösterdi; knezin maiyetinden birçoğu, bilhassa yüksek tabakalar, şehirden kaçmağa başladılar. Knez, Altın Orda hanına karşı kuvvetlerini yürüttü ve bir müddet ordu yanında kaldı, fakat düşmandan korktuğu için Moskova'ya döndü. Şehir ahalisi ve ruhanîler kendisini gayet fena karşıladılar ve azarladılar; ahaliden bazıları, "Knez, Çar'a (yani hana) vergi vermeyerek, onu kızdırdı, rus yurdu üzerine bu felâketin gelmesine sebep oldu,, diye bağırıştılar, bazı ağızlardan da "korkak, kaçak,, sesleri duyuldu. İvan, ailesini ve yakınlarını, icabederse, emniyet altına koymak için tedbirler aldıktan sonra, hiç istemediği halde, Oka nehri boyundaki rus ordugâhına geri dönmek zorunda kaldı.


Seyyit Ahmet hanın kuvvetleri ekim başlarında Uğra nehri yanında mevki almışlardı. Rusların öncü kıtaları bunları görünce nehri geçmeğe cesaret edemediler. Han, Leh kralının gelmesini beklediğinden, hücuma geçemedi. Seyyit Ahmet han kıtaları ve Rusların öncü kuvvetleri arasında birkaç gün atış yapıldıktan sonra, çarpışmalara son verildi; her iki ordu, aralarında Uğra nehri olduğu halde, hareketsiz kaldılar. Moskova knezi Türk askerinin çokluğunu görünce elçiler gönderip uzlaşmak teklifinde bulundu ise de, Seyyit Ahmet han bunu kabul etmedi; İvan'dan mutlak bir itaat ve dokuz yıldanberi ödenmeyen vergilerin hemen yollanmasını istedi. Bu yüzden müzakereler kesildi. Türk ve rus orduları, Uğra boyunda, karşılıklı mevzi aldılar ve böylece iki hafta hareketsiz kaldılar. İki taraf ta hücuma geçmekten çekiniyordu. Ahmet hanın Kazimir'i bekleyişi Moğolları hareketsiz bırakmıştı. Halbuki Kazimir bu defa da sözünde durmadı. Bunun sebepleri açıkça bilinmiyor. Mengligerey, Moskova ile yaptığı uzlaşmağa sadık kalarak, Podolya'ya hücum etti ise de, Kırımlıların hücumları Litvanya-Lehistan kuvvetlerinin hepsini bağlamadığı muhakkaktır. Kazimir, 1472 ve 1477 yıllarında olduğu gibi, Altın Orda ile işbirliğini ihmal etti ve, yeter derecede sebep olmadan, bu mühim fırsattan istifade etmedi. Leh kralının bu hareketinin, sonraki Lehistan tarihinde büyük tesiri olacağını göreceğiz. Sonbaharın yaklaşması üzerine hem rus, hem han ordularının durumu fenalaştı.


Mengligerey hanın asker gönderip Saray çevresine hücum ettirdiği haberi de alınmıştı. Bununla Altın Orda kuvvetlerinin durumları müşkülleşti. Hanın, rus ve Kırım orduları arasında sıkışıp kalması tehlikesi vardı. Seyyit Ahmet han buna bakmaksızın, bir müddet daha beklemek isterken, netice kendiliğinden hallediliverdi.


Uğra nehrinin buz tutması üzerine, İvan, Moğolların kolayca nehri geçebileceklerini düşünerek, 7 kasım 1480 tarihinde, rus ordusunun kuzey istikametinde, Kremeneç şehrine doğru çekilmesini emretti. Rus boyarları ve askerleri knezin emrini, Hanın hücumu karşısında, umumî bir çekiliş diye anladılar. Bunun üzerine rus ordusunda panik başgösterir gibi oldu. Halbuki Seyyit Ahmet hanın askerleri, Rusların çekilişlerini askerî bir hile sandılar; Han ordusuna güneye doğru çekilmek emrini verdi; Saray kuvvetleri rus hücumuna maruz kalmamak için, sür'atle uzaklaşmağa başladılar. Bu suretle iki ordu, biri ötekinin saldırmasından çekinerek, hızla birbirinden kaçıyordu. İvan, nihayet Tatarların kendini takip etmediklerini görünce, birdenbire tavrını değiştirdi. Korkaklığı baturluğa ve kahramanlığa döndü. Büyük bir meydan muharebesini kazanmış bir kumandan gibi şenlikler içinde Moskova'ya girdi. Seyyit Ahmet hanın yüreksizliği ve muktedir bir kumandan olmayışı, bu suretle, Moskova Ruslarını muhakkak bir felâketten kurtarmıştı. Han, Kazimir'in sözünde durmadığına kızmış ve Litvanya-Lehistan sahasına girerek bazı köy ve kasabaları yağma etti. Sonra, kışı geçirmek için, Don boyuna gitti.


Seyyit Ahmed'in "ili,, dağınık bir vaziyette iken, 1481 yılı başında, Sibir hanı İvak (Aybek) ve Kırım hanı Mengligerey'in gönderdiği adamlar, hanı çadırında bastılar ve öldürdüler. Seyyit Ahmet hanın ölümünden sonra, oğulları arasında çıkan mücadeleler, Kırım hanının müdahaleleri, Altın Orda'nın artık bir kuvvet olmaktan çıkmasına sebep oldu. Bunun en mühim neticesi de: Moskova Knezliği ve ona bağlı diğer rus ülkelerinin Altın Orda tabiiyetinden çıkması oldu. Bu suretle, 1480 yılının savaş olmadan biten sefer, Rusya'nın kendiliğinden, "moğol-Türk hâkimiyetinden kurtulmasına imkân verdi; bunun içindir ki, tarihçiler, Rusya'da "Moğol-Türk devrinin,, bitimini 1480 yılı olarak almışlardır. III. İvan da, sefer esnasında korkakça ve küçültücü hareketlerde bulunmasına rağmen, bu vak'anın en büyük kahramanı sayılmaktadır. Moskova Büyük Knezliğinin önderliği altında bulunan Rusya, artık hanlara tâbi bir knezlik değil, Lehistan-Litvanya, Macaristan veya (Roma) imparatoru (Avusturya) devleti gibi, tamamiyle müstakil bir hıristiyan devleti olmuştu.


Kazan Hanlığının Rus nüfuzu altına girmesi


Kazan şehrinin Ruslar tarafından işgali 1487



Bütün Vyatka mıntakasının  kat'î olarak Moskova  Knezliğinin  hâkimiyeti  altına alınması ile, Kazan Hanlığının stratejik durumu ve birdenbire fenalaşmıştı. Ruslar, daha o sene, Volga boyunca Kazan'a bir baskın yapmak teşebbüsünde bulundularsa da, "fırtına ve yağmur yüzünden „ geri dönmek mecburiyetinde kaldılar. Tam o sıralarda Kazan'da " han „ dâvası patlak vermiş ve Hanlığı içten çöktürecek bir mahiyet almıştı. İki parti teşekkül etmiş ve birbiriyle boğuşmağa başlamışlardı. Biri Moskova Knezliği ile uzlaşmak prensibini öne süren "Rus partisi,, , diğeri, buna karşı gelen " Millî parti „ idi.


1482 de, ilk defa olmak üzere, barutla atan toplar bir batarya halinde, Kazan'a karşı sefere iştirak edeceklerdi. Vladimir şehrinde toplanan rus kuvvetleri, nedense o yıl harekete geçmediler. 1485 senesinde Kazan tahtına, Ruslara düşmanlığı ile tanınan Ali hanın geçmesiyle, III. ivan, Kazanlıları cezalandırmağa karar verdi. 1487 de büyük rus kuvvetleri Kazan şehrini kuşattılar. Kazanlılar, fazla mukavemet edemiyeceklerini anlayınca, teslim oldular. 9 temmuz 1487 tarihinde rus kuvvetleri, ilk defa olmak üzere, Kazan şehrini işgal ettiler. Mamafih III. İvan, Kazan Hanlığını tamamiyle ortadan kaldırmak niyetinde değildi, daha doğrusu bunun henüz sırası gelmemişti. Moskova knezi, burayı, Kasım Hanlığı gibi, kendisine tâbi, Ruslara hizmet edecek, rus ordusuna atlı kıtalar temim edecek bir devlet halinde muhafazasını istiyordu. Kazan tahtına rus taraftarı geçirildi, rus düşmanlığı ile tanınanlar birer birer idam edildiler. Ali Han, karıları ve çocuklariyle birlikte çok soğuk bir yer olan Vologda şehrine sürüldü. Evvelki Kazan hanı İbrahim de, rus düşmanı olan karısı Fatma-Sultan, çocukları ve maiyetiyle, Ladoga gölü kıyısındaki Keksholm'e sürüldü. Ruslara karşı gelen veya gelmeleri muhtemel olan unsurlar, bu suretle, ortadan kaldırıldılar.


III. ivan ile Kazan Hanlığı arasında karşılıklı münasebetleri tayin eden bir uzlaşma yapıldı. Buna göre: 1. Kazanlılar, Ruslara karşı savaşmayacaklardı. 

2. Moskova büyük knezinin muvafakati olmaksızın kendilerine han seçemeyeceklerdi.

3.Kazan Hanlığı içinde Rusların menfaatleri korunacaktı. En mühim maddelerini naklettiğimiz bu uzlaşma ile Kazan Hanlığının artık müstakil bir devlet olmaktan çıktığı ve tamamiyle Moskova'nın nüfuzu altına girdiği görülmektedir. III. ivan, elde ettiği bu başarıyı, Moskova'ya döndüğü zaman, çanlar çalmak suretiyle tes'itten başka lâkabına " Bulgar beyi „ sözünü de ilâve etti.


Kazan'daki bu rus nüfuzu, millî partinin kalıntıları arasında bir reaksiyon uyandırdı ve Moskova'ya düşman hanların tahta geçmelerine yol açtı ise de, III. İvan'ın kuvvetli şahsiyeti ve kurnazca siyaseti devam ettiği müddetçe, Kazan Hanlığı rahatça nefes alamadı, rus isteklerine boyun eğmek mecburiyetinde kaldı.


Türk (Osmanlı) -Rus münasebetinin başlangıcı (1492) ve İstanbul'da ilk rus elçisi (1497)


Rusyanın Osmanlı Devleti ile ilk diplomatik münasebetinin başlangıcı III. ivan zamanına rastlar. Diplomatik münasebetlere, rus tüccarlarının, 1475 ten sonra Osmanlı Devletinin elinde bulunan Kırım'daki ceneviz kolonilerinde ve şehrinde alış verişleri tekaddüm eder. Diplomatik münasebetlerin başlanması ise, Kırım hanı Mengligerey'in tavassutu ile olmuştur. Moskova'nın Altın Orda hâkimiyetinden çıkması hususunda bu hanın Ruslara yaptığı büyük hizmetlerini görmüştük. Kırım hanı, bu defa, dostu III. ivan ile Osmanlı padişahı II. Beyazit arasında münasebetin tesisine de hizmet etti. Bu vak'a şöyle oldu: Macar kralı Mathias Korvinus'a Moskova'dan gönderilen rus elçisi Fedor Kuritsın, dönüşünde Türkler tarafından Belgrad'da durdurulmuştu. Elçi, macar kralı ve Mengligerey hanın tavassutları sayesinde, serbest bırakıldı.


Kuritsın Moskova'ya dönünce, Türk paşalarının, Moskova beyinin padişah ile münasebet tesis etmesi ve istanbul'a elçi göndermesi lâzım geldiği hakkındaki telmihlerini ivan'a bildirdi; Moskova knezi Kırım hanına bir mektup yazarak, bu hususta fikrini sordu ve Mengligerey de istanbul'dan aldığı cevabı ivan'a gönderdi; alınan cevaptan: Osmanlı padişahının, Moskova kneziyle münasebet tesisine karşı gelmeyeceği anlaşılır gibi oldu. Rus tüccarlarının bir müddettenberi Azak şehrinde ve Kefe'de bazı tazyiklere maruz kaldıkları Moskova'da öğrenilmişti. İvan bunu, siyasi münasebet tesisi için bir vesile ittihaz etti ve bu mesele üzerine padişaha bir mektup yazdı; bunun istanbul'a gönderilmesi için Mengligerey'e ricada bulundu; mektubun tarihi 1492 dir. Moskova knezinin mektubunda, rus tüccarlarının Azak ve Kefe şehirlerinde, oradaki paşa tarafından, birçok haksızlıklara maruz bırakıldıkları uzun uzadıya anlatılmıştı. Bu mektubun İstanbul'da yaptığı tesir bilinmiyor. Yalnız bir Türk elçisinin Moskova'ya gitmek için yola çıkarıldığı, fakat Litvanya arazisinde durdurulduğu ve geri dönmeğe mecbur kaldığı malûmdur.


III.İvan, rus elçilerinin İstanbul'da kabul edileceklerini öğrenince, 1497 de Michail Pleşçeyev adlı birini İstanbul'a elçi olarak gönderdi. Pleşçeyev, verilen talimatnamede, elçinin gerek vali sıfatiyle Kefe'de bulunan padişahın oğlu ve gerek padişahın kendisinin huzurunda, diz üstüne çökerek değil, eğilerek "selâm vermesi,, ayrıca tenbih edilmişti. İlk rus elçisinin İstanbul'a gelişi ve huzura kabulüne dair bizim kaynaklarda (Osmanlı kroniklerinde) herhangi bir kayıda rastlanmıyor, Pleşçeyev'in, kendisine verilen talimatnameye uyarak, İstanbuldaki diğer yabancı elçilerden kimseye kendisinden önde durmasına meydan vermemek, padişahtan başka kimseye hitap etmemek isteyişi, İstanbul'da umumî hayreti uyandırmış ve Rusların çok kaba ve kültürsüz kimseler olduğu hükmünün verilmesini mucip olmuştu. II. Bayazit tarafından III. ivan'a gönderilen cevabta, ilk rus elçisinin kaba hareketlerine de temas edilmişti. Osmanlı padişahı, Kefe ve Azak'taki rus tüccarlarına iyi muamele yapılacağına söz veriyordu. Diplomatik münasebetlerin başlamasından sonra Azak ve Kefe'deki rus ticaret faaliyeti arttı. Moskova ile İstanbul arasındaki münasebet de devam ettirildi; mamafih "Moskov kralı'nın doğrudan doğruya İstanbul ile teması uygun görülmemiş, bu işe Kefe valisi, Sultan Bayazid'in oğlu Mehmet memur edilmişti.


1501 de, Kefe'ye Andrey Kutuzov adlı bir rus elçisi geldi, Moskova knezi yeniden rus tüccarlarına yapılan tazyiklerden şikâyet ediyordu. Buna karşılık olarak Kefe'den Alagöz adlı bir Türk elçisi Moskova'ya gitti. Bu zat, galiba, rus payitahtına giden ilk Türk elçisidir. Şu cihet enterasandır, ki III. İvan, kendisini tâ baştan Osmanlı padişahı ile eşit (müsavi) bir duruma koymak istemişti. Knez, Osmanlı padişahından gelen namede, padişahın kendi ismini önce, İvan'ın adını sonra yazdı diye gücenmişti. 1501 de II. Bayazid'e gönderdiği mektubunda, evvelâ kendi adını, sonra sultanın ismini koymuştu. Bunun sebebi sorulduğu takdirde, elçiye bu hususta lâzım gelen talimat da verilmişti. Mamafih İstanbul'da bu gibi küçük şeyler üzerinde durulduğu bilinmiyor; zaten İstanbul'da o sıralarda Moskova Rusyası'na hiç ehemmiyet verilmediği anlaşılıyor. Osmanlı Devletini idare edenler nazarında Moskova Rusyası'nın varlığı ile yokluğu arasında fark gözetilmediği seziliyor. Ruslarla münasebete Kefe valisi, ve sonraları Kırım hanlarının memur edilmeleri, Osmanlı padişahının doğrudan doğruya Moskova kneziyle temasa gelmek istemeyişi bu görüşün bir ifadesi idi.


Osmanlı Devletinin süratle genişlediği ve dünyanın en kuvvetli bir imparatorluğu derecesine çıktığı bir sırada, Karadeniz'in kuzeyinin yukarı bölgelerinde genişlemekte olan yeni siyasî durum İstanbul'da, rum patriğinden başka, kimsenin dikkat nazarını çekmemişti. Küçük bir Moskova Knezliğinin kısa bir zaman içinde Doğu Avrupa'nın en büyük bir devleti haline gelmesi, eski rus beylikleri yerine bu defa "millî bir rus devleti,, nin kurulması keyfiyeti, gerek Sultan Fatih Mehmed'in ve gerek II. Bayazid'in yeter derecede alâkalarını mucip olmadı. Akdeniz'de ve Balkanlar'da hâkimiyeti ele almak ve devam ettirmek siyasetini esas prensip ittihaz eden Osmanlı devlet adamlarından hiçbirinin Doğu Avrupa'daki siyasî değişikliklerle ilgi ve anlayışları olmadığı açıkça görülüyor. XV. yüzyıl sonlarındaki Osmanlı (Türk) kaynaklarında "Moskova Knezliği,, nin adı bile geçmemesi, İstanbul'da Ruslara olan ilgisizliği göstermeğe kâfidir.



III. İvan'ın Litvanya ve Livonya harpleri


Litvanya-Lehistan Devletinin kralı Kazimir ( Sraylaoğlu)  Moskova Rusyası'nın  büyümesine mani olmak istiyordu. Kazimir, Rusya'nın ileride Litvanya-Lehistan  ve umumiyetle Avrupa için tehlikeli olabileceğini, yani komşu milletler için "rus tehlikesini,, sezen ilk devlet adamıdır. Kazimir'in ölümünden sonra (1492), Lehistan'da ayrı, Litvanya'da ayrı birer kral seçildi. Kazimir'in oğlu Yan Albrecht — Lehistan, ve kardeşi Aleksandr — Litvanya kralı oldular. III. İvan bu durumdan faydalanarak Litvanya'ya karşı bir sefer açtı. Kral Aleksandr, o sıralarda Moskova knezinin hizmetine geçen beş rus "knezinin malikânelerini ve yerlerini Rusya'ya bırakmak zorunda kaldı. İki devlet arasında yapılan barış, İvan'ın kızkardeşi Elena'nın kıral Aleksandr'a verilmesi ile sağlamlaştırıldı. Mamafih bu durum çok sürmedi. Litvanya sahasında yaşayan birçok rus "knezi,, ve büyükleri, İvan tarafına geçmekte devam ettiler. Bunun neticesi olarak, Dnepr ve Desna boyundaki geniş saha İvan'ın hâkimiyeti altına girmiş oldu. Bu yüzden Moskova Knezliği ile Litvanya arasında yeniden harp başladı ve 1500— 1503 e kadar devam etti. Kırım hanı bu defa da Moskova knezinin müttefiki idi. Livonya'daki alman şövalyeleri ise Litvanya'ya yardım ettiler, onlar da asıl tehlikenin nereden gelmekte olduğunu anlamışlardı. İvan, ele geçirdiği yerleri muhafaza etmek şartiyle, barış akdine muvafakat etti. Bununla, Moskova Rusyası'nın, artık Litvanya'dan daha kuvvetli olduğu anlaşılmıştı.



İtalya ile ilk münasebet ve bunun neticeleri


  O sıralarda Rusya'da en iyi yapı ustaları olarak Alman ustalarından öğrenen Pskovlu Ruslar tandırdı; fakat İvan, İtalyanların bu sanatta çok ileri gittiklerini  öğrenmiş,  ve  Venedik'ten bir mimar getirmeğe karar vermişti.  Moskovada  yapılacak  büyük Uspenski Katedral'inin  bir  italyan  mimarı tarafından inşası arzu ediliyordu. Rus elçisi Tolbuzin, Venedik'te, o devrin tanınmış mimarı olan Fioraventi Aristotel'i buldu ve Moskova'ya gelmeğe ikna etti. Fioraventi, dört yıl içinde Moskova'nın en güzel binalarından biri olan Uspenski Katedralini ve bazı diğer binaları yaptı (1479). Moskova'nın İtalya ile münasebete girişmesi, bu suretle, hemen pratik neticesini vermiş ve Rusya'da, yeni uyanmakta olan İtalyan Rönesansı hemen tatbik sahasını bulmuştu. İtalya ile münasebet tesisi sayesinde top dökme san'atını bilen İtalyan ustalardan Pavlino Debosis 1488 de Moskova'ya getirildi. 1494 te Milano'dan Petro adlı ikinci bir top ustası davet edildi. Aristotel, yalnız bir mimar değil, aynı zamanda hem top dökmesini, hem de para kesmesini bilen bir teknisyen idi. Onun Moskova'da kalması, Ruslara Avrupa tekniğinden faydalanmak imkânını vermişti.


Venedik'ten Uzun Hasan'a gönderilen Kontarini adlı elçinin Moskova'ya uğraması, Moskova ile Venedik arasındaki münasebetin kuvvetlenmesine hizmet etti. Kontarini, Uzun Hasan yanında III. İvan tarafından gönderilen Lark Ruf adlı bir İtalyanı bulmuş ve birlikte 1476 eylülünde Moskova'ya gelmiş, ve 1477 başına kadar orada kalmıştı.


Alman İmparatorluğu ile münasebet  (1486-1489) ve ittifak (1490)   



Lehistan, Macaristan ve Baltık'taki alman şövalyeleri sahası, Rusya  ile Alman İmparatorluğu arasında bir duvar teşkil ediyordu. Moskova  Rusyası'nın  varlığını  Batı   Avrupa'da ç0k az  kimse  (Hansa ticaret şehirleri ahalisi hariç) biliyordu. Avrupalılar, Rusya'yı, ya Lehistan kıratlarına veya Moğollara vergi veren küçük bir beylik zannediyorlardı. 1486 yılında, Nıkolas Poppel adlı bir alman asilzadesi, elinde alman imparatoru III. Friedrich'in bir mektubu olduğu halde, Moskova'ya geldi. Poppel'in hiçbir resmî sıfatı yoktu, sadece bir seyyah gibi, Rusya'yı görmek ve tanımak arzusu ile gelmişti. Ruslar, başta, ondan leh kralının casusu diye şüphelendilerse de, bunun aslı olmadığı anlaşılınca kendisini serbest bıraktılar. Poppel, geri dönünce, gördüklerini ve duyduklarını Alman İmparatoruna anlattı. Almanya'da, Lehistan'ın doğusunda büyük ve müstakil bir Rus Devleti olduğu hayretle öğrenildi. İmparator Friedrich ve oğlu Maksimilian, Poppel'i İvan'a elçi olarak gönderdiler. Alman elçisi 1489 başında Moskova'ya vardı ve İvan tarafından kabul edildi; kendisinin, knezin kızlarını alman prenslerine istediği anlaşıldı. Poppel üçüncü defa kabulü esnasında, 'Alman İmparatorunun Moskova knezine "kral,, lâkabını vereceğini ve bu makamın İmparatordan başka kimsenin tevdi etmediğini ve herhangi bir hükümdarın bunu tasdike hakkı olmadığını' İvan'a söylemesi üzerine, Moskova knezi bu teklifi reddetti. İvan, 'rus yurdundaki hâkimiyetinin babadan ve dedelerinden veraset tarikiyle geldiğini, bu nizamın Tanrı tarafından konmuş olduğunu ve böyle bir lâkabı kimsenin elinden almak istemediği' cevabını verdi. III. ivan bu sözleri ile kendisini Alman imparatoru gibi bir hükümdar addettiğini alman elçisine anlatmak istemişti. Poppel bir daha bu konu üzerinde durmadı.


Alman İmparatoruna mukabil elçilikle, rum Trachonit gönderildi; ona verilen talimatnamede şu maddeler vardı:


1.ivan'ın Alman İmparatoruna dostluk hisleri beslediği bildirilmesi, 

2. Karşılıklı elçilerin gidip gelmesinin kararlaştırılması,

3.İvan'ın kızını ancak İmparatorun oğlu Maksimilian'a verebileceği, 

4. Almanya'da teknisyenler, ustalar ve mimarların araştırılması ve bunların rus hizmetine alınmaları. Trachonit Viyana'da gayet iyi karşılandı. 1490 yılında yeni bir alman elçisi, Georg Delator, Moskova'ya geldi,


Rusya ile Almanya arasında sıkı bir münasebet tesis edildi. Siyasî sahada bunun amelî neticeleri görünmedi ise de, bunun Moskova için çok faydalı olduğuna şüphe edilemez. Bir kere alman ve rus elçilerinin gidiş ve gelişleri sayesinde Batı Avrupa'da Rusya'yı, Rusya'da ise Avrupa'yı tanımak mümkün oldu. Rusya için en mühim netice de, Almanya'dan teknisyenlerin gelmesi idi. 1491 de Johann ve Viktor adlı, maden aramasını ve işlemesini bilen iki alman Moskova'ya geldiler ve Kuzey Rusya'da Peçora ırmağı yanında zengin gümüş madeni ocakları buldular; bundan sonradır, ki Rusya'da maden işletme faaliyetine girişildi. Almanya ile münasebet tesisinden Moskova Rusyası hemen amelî istifadeler teminine imkân buldu.


III. ivan zamanında, bu suretle, Rusya hem Batı Avrupa Devletleri, hem de Osmanlı İmparatorluğu ve bazı müslüman Türk Devletleriyle siyasî münasebetlerini kurmuş ve geliştirmiş oldu. Bu sayede Rusya'ya, Venedik'ten ve Almanya'dan fen adamları, teknisyenler gelmeğe başladı; bu cihet Rusya'nın askerlik sahasında kuvvetlenmesine ve doğudaki Türk devletleri zararına genişlemesine yol açtı.


III. İvan'ın ailevî durumu ve  karakteri


Bizans prensesi Sofya (Zoya) Paieolog ile evlenmesi (1472)   

    

İvan'ın henüz 12 yaşında  iken, Tver knezinin kızı ile evlendiğini  söylemiştik. 1467 de karısı öldü; İvan o zaman 30 yaşında idi ve bir oğlu vardı ( Genç İvan ).  Moskova knezi yeniden evlenmek isteyince, kendisine lâyık, Moskova Knezliğinin büyüklüğüne mütenasip, bir bayan aradı. Roma Papa'sı, İvan'ın evlenmek niyetinde olduğundan haberdar edilmişti. Papanın yanında Moskova knezine lâyık bir kız da bulunuyordu: Son Bizans İmparatoru XIII. Konstantin'in biraderi Mora despotu Thomas'ın kızı Sofya (Zoya). İstanbul, Türklerin eline düştükten sonra, Thomas, ailesiyle birlikte İtalya'ya kaçmış ve orada ölmüştü. Çocukları, Floransa Ünyonu ruhunda terbiye edilmişlerdi. Papa, bundan ötürü, bu Bizanslı prensesi Moskova knezi ile evlendirirse, Rusların da Papalığın hâkimiyetini tanıyacaklarını umuyordu. 1469 da ivan'a, Sofya ile evlenmesi için teklif yapıldı. Moskova knezi bunu kabul etti ve 1472 de Sofya (Zoya), refakatinde birçok rum akrabaları olduğu halde, Moskova'ya geldi. Hakkı olmadığı halde kendisine " Bizans prensesi „ (daha doğrusu "İstanbul prensesi,,) adını veren Zoya ( Sofya ) , zamanının en şişman kadınlarından biri idi; fakat, zekâsı ve hele kurnazlığı yerinde idi. Bizans'ın son devir hayatını gören, İtalya'da büyüyen bu rum bayanı, zamanın en "ince,, ve kibar muhitlerinde bulunmakla, Moskova'nın gayet kaba ve lâübali muhitini beğenemezdi. Sofya, kocasını ve muhitini "inceleştirmek,,, İstanbul'da ve İtalya'da gördüğü daha kibar bir hayata alıştırmak vazifesi karşısında kaldı. "Bizans prensesi„nin bu işi kısmen başardığını görüyoruz. Sofya, Papanın umduğunun hilâfına olarak, Rusları "katolikliğe döndürmek,, hususunda hiç ilgi göstermedi. Buna mukabil Sofya'nın Kremlin sarayına gelişi, ivan'ın hususî hayatı üzerinde tesirlerini göstermeğe başladı. Knezin evvelki sadeliğinde, boyarlarla teklifsizce görüşmelerinde ve umumiyetle yaşayış tarzında değişiklik görüldü ve bir "hükümdara lâyık,, bir şekil aldı. Sofya ve yanındaki Rumlar, İvan'a "hükümdarlığın ne olduğunu, nasıl yaşaması lâzım geldiğini, hükümdarın diğer teb'adan farklı ve çok üstün bir mevkide bulunduğunu,,, Bizans'ta ve İtalya'da mevcut telâkkilere göre, aşılamağa başladılar. Moskova Knezliğinin siyasi durumunun sür'atle gelişerek gittikçe büyümesi, İvan'a, şahsı ve işgal ettiği makamı hakkında yepyeni bir görüş beslemesini mucip olduğundan, "İstanbul prensesi,, nin telkinleri İvan'ın işine yaradı. İvan, Sofya'nın Moskova'ya gelişinden az sonra, İtalya'dan Aristotel adlı bir mimar getirtti. Bu İtalyan mimarı Moskova'da büyük inşaat plânını yaptı ve işe başladı: Bunlar arasında Uspenski Katedral'dan başka, knez'in yaşamasına mahsus "Granovitaya palata,, (saray) da yapıldı. Moskova knezi, şimdiye kadar yaşadığı ahşap konak (chorom) - tan çıkıp, daha geniş ve süslü taş binaya taşındı. Moskova Knezliğinin durumunda büyük gelişmeler olurken, İvan'ın hususî hayatında da — hiç olmazsa zahiren — esaslı değişiklikler hasıl olmuştu.


Sofya'nın ve onunla gelen Rumların ve İtalyanların tesiri ile, İvan, müstebit bir hükümdar zihniyetini benimsedi. Kendisine Sofya ile evlenmekle, "Bizans imparatorlarının meşru halefi ve ortodoksluğun yegâne hamisi,, olduğu fikri aşılandı. Aile hayatında ve kendi muhitinde gayet haşin olan İvan bu defa cibilîyetindeki bütün kötü huylarını meydana koymağa başladı; bir müddet sonra Sofya Paleoloğ'u büsbütün kendisinden uzaklaştırdı, onunla hiç temas etmez oldu; mamafih "İstanbul prensesi,, Kremlin'deki rahat hayat yüzünden büsbütün şişmanlaşmıştı. İvan'dan uzak kalmasına fazla üzülmüyor ve vaktini nakış yapmakla geçiriyordu. Kremlin sarayındaki bu rum prensesinin Moskova'da "millî bir rus devleti,, telâkkisinin meydana gelmesinde ve Moskova hegemonya fikrinin gelişmesinde mühim hissesi olması itibariyle, rus tarihinde ehemmiyeti vardır. İvan'ın Sofya'dan, Vasili adlı bir oğlu oldu.


III. İvan'ın ilk karısından İvan  (Molodoy-Genç) adlı bir oğlu vardı; fakat o, 1490 da ölmüş, Dımıtrı adlı bir oğul bırakmıştı. Bu defa, III. İvan'dan sonra kimin tahta çıkması lâzım geleceği meselesi hasıl oldu. III. İvan'dan sonra Moskova tahtına, İvan'ın torunu Dimitri mi, yoksa Sofya'dan doğan oğlu Vasili mi "Büyük Knez,, olacaktı ? İvan, önce Dimitri lehine karar vermiş ve onu "çar,, olarak tasdik etmişti. Bu münasebetle — galiba rus tarihinde ilk defa olmak üzere — " Çarlığa taç giyme,, merasimi yapıldı. Sofya ile Vasili menkûp bir durumda idiler. Fakat az sonra İvan kararını bozdu; herhalde Sofya'nın menşeini nazarı itibare aldı ve Vasili'yi kendine varis ilân etti; Vasili, "Büyük Knez,, lâkabiyle babasına "şerik,, oldu. Bu değişiklikler esnasında, önce Sofya'nın yakınlarından birkaç kişi idam edildiği veya sürgüne gönderildiği gibi, sonra da Dimitri'ye taraftar olanlar takibata uğradılar ; bunlardan, hatta bir boyar idam edildi. III. ivan, hiçbir rus hükümdarının saltanat sürmediği, 43 yıl gibi uzun bir zaman tahtta kaldıktan sonra, 1505 te öldü; bu sırada 65 yaşında idi. Kültürü kıt, tabiatı haşin, askerlik liyakati az olan bu Moskova knezi, birkaç nesildenberi Moskova knezlerinin karakteristik vasıfları olan, " ev - barkını mükemmel tanzim etmesini ve mâlikânesini büyütmesini bilen» bir aile babası, rusca tabirle bir "skopidom,, idi. Sofya ile Moskova'ya gelen Rumlar ve İtalyanların tesiriyle de —zaten Moskova knezlerinin damarlarında olan— "diplomatik,, vasfı kendisinde çok inkişaf etmişti. Orta derecedeki kabiliyeti, fakat çok şanslı oluşu, bu devirde komşu devletlerin birbirleriyle uğraşmaları sayesinde III. İvan, tahta çıktığı zaman küçük bir Moskova Knezliğinin prensi iken, öldüğü zaman— geniş bir Rusya'nın "Büyük Knezi,,, müstakil bir hükümdarı idi. III. İvan'ı, muasırı Buğdan voyvodası Büyük Stefan şu sözlerle karakterize etmişti: 'Ben bütün hayatımı meydan muharebelerinde geçirdiğim halde, sınırlarımı bir karış genişletemedim; halbuki İvan, evinde oturuyor, yiyor, içiyor ve uyuyor, fakat devletini boyuna genişletiyor'; Stefan, yalnız şu ciheti unutmuştu: Buğdan'ın yanı başında Osmanlı devleti veya Macaristan gibi kuvvetli komşuları vardı, halbuki İvan'ın komşuları, zâfa uğrayan Altın Orda ve Kazan Hanlığı, Litvanya ve Livonya devletleri idi; hele moğol hanlarının birbirlerine düşmanlıkları, İvan'ın işini çok kolaylaştırmıştı.




III. Vasili'nin saltanatı  (1505-1533)


III. Vasili (İvanoviç)


İvan'ın  vasiyetnamesi, Moskova  Rusyasında  artık "otokratya,,  nın tamamiyle  yerleştiğini  açıkça göstermektedir,  ivan, büyük oğlu Vasili'ye, Rusya'daki şehirlerden 66 sını bıraktığı halde, kalan dört biradere küçük 30 şehir vasiyet edilmişti. Sikke kestirmek, yabancı devletlerle münasebette bulunmak hakkı yalnız Vasili'-ye ait olacaktı, çocukları olmayarak ölecek knezlerin varisi, yine Vasili idi; "Büyük Knez,, olmak hakkı yalnız Vasili'nin oğullarına verilecekti. III. İvan'ın vasiyetnamesi, Rusya'da artık bir "devlet,, mefhumunun esaslı bir şekilde yerleştiğini ve Vasili'in bir "hükümdar,, sıfatiyle diğer knezlerden ayrıldığını, knezlerin ise ancak birer "teb'a,, olduklarını tebarüz ettiriyordu.


III.Vasili, babasının başladığı işe devam ettirdi ve III. İvan gibi—hatta bazı hususlarda ondan daha fazla—mutlak ve müstebit bir hükümdar olmağa çalıştı. Moskova'nın hâkimiyetine henüz alınmıyan iki knezlik vardı: Biri müstakil bir "şehir Cumhuriyeti,, olan Pskov, diğeri de Ryazan Knezliği. Pskov, ötedenderi Moskova knezlerinin nüfuzları altında idi; orada, knez yerine Moskova'dan gönderilen bir vali bulunuyorsa da, yine müstakil sayılıyordu ve muhtar idarenin timsali olan "Veçe,, teşkilâtı kaldırılmamıştı. 1510 yılında, Vasili, Pskov şehrini de alelade bir Moskova eyaleti haline getirmeğe karar verdi ve mesele çıkmadan bu iş te halledildi. Pskov'un „Veçe çanı,,, ve 300 aile Moskova'ya nakledildiler; Moskova'dan da o kadar aile oraya gönderildi. 1517 senesinde Ryazan Knezliğine de son verildi: ahaliden bir kısmı Moskova'ya yakın yerlere dağıtıldı. Nihayet, son olarak, Litvanya kralına tâbi Çernigov-Seversk mıntıkasındaki idare de kaldırıldı ve 1523 te Moskova'ya ilhak edildi; bununla "Udel„ (yurt) knezlikleri artık büsbütün ortadan kaldırılmış oldular.


Bütün rus şehirleri ve knezlikleri, bu suretle, Moskova Büyük Knezinin hâkimiyeti altında birleştirildi; Moskova Rusyası bir "Velikoross„ (Büyükrus, veya sadece rus) devleti haline gelmiş oldu. Kiyef çevresi ve Dnepr ile Karpatlar arasında yaşayan "Ruten„ler (Ukraynalılar), zaten, hem dil, hem kültür bakımından Moskova Ruslarından epey farklı idiler; Smolensk eyaletinden itibaren Dnepr ve Berezina nehirleri arasındaki ahali de, bugünkü Beyaz Ruslar (Beloruslar), kuvvetli bir leh-katolik tesirine maruz kaldıklarından, " Velikoross „lardan epey farklı idiler. Kiyef ve Galiç sahası ile Beyaz Rusya mıntıkaları uzun zamandan beri Moskova ile değil, Lehistan-Litvanya devleti çerçevesine aittiler. Bu suretle, III. Vasili zamanında Rusya kendi etnik ve tabii hudutlarını bulmuş ve " millî „ bir " Rus Devleti „ meydana gelmişti. Bununla, Rus Devleti, tarihinin ilk merhalesini bitirmiş oluyordu.


III.Vasili, Sabulovlar (yani Türk) ailesinden bir kızla evliydi, fakat çocuğu olmadığı için ondan ayrıldı. Yine bir Türk soyundan olan knez Glinski'lerden Helene (Elena) adında bir bayan aldı. Bu defa ivan ve Yuri adlı iki oğlu oldu. Vasili 60 yaşında iken, 1533 ün ağustosunda, âni olarak hastalandı ve öldü. Büyük oğlu ivan (sonraki Korkunç ivan) henüz 3 yaşında idi. Gayet sert ve kaba bir kimse olan Vasili, yakın muhitinde bulunanlar tarafından hiç sevilmiyordu. Hele müstebit bir hükümdar olmak isteyişi, boyarların hiç te hoşuna gitmiyordu. Bundan ötürü ölümü birçok kimseyi, bilhassa boyarları, memnun etti. 



RUSYA TARİHİ BAŞLANGIÇTAN 1917'YE KADAR

Prof. Dr. AKDES NİMET KURAT


Mevlana Caddesi / Konya

 


22 Eylül 2023 Cuma

Afrika Söylenceleri-Benin

 


Sagbata ve Sogbo Arasındaki Kavga: Sunuş


Aşağıda anlatılacak olan söylence, 1600'lü yılların başlarından beri savaştaki becerileriyle tanınmış olan Fon kabilesine, yani Etenin (eski Dahomey) halkına aittir. Fonlar, 1700'lerde, toplumlarının değişmez öğesi haline gelecek olan bir kadınlar ordusu kurmuştur.


Fonların geleneksel düşmanları, komşuları Yorubalardır. Sık sık patlak veren savaşlar birçok alanda kültürel ilişkilere de yol açmıştır. Bunun sonucunda, iki halk aynı kişilikleri, aynı görevleri, kimi zaman da aynı adları olan tanrılara ve aynı karmaşık kehanet sistemine sahip, birbirine çok benzeyen iki din geliştirmiştir.


Fonlar da diğer halklar gibi, doğa güçlerinin farklı tanrılar tarafından yönetildiğine inanırlar. Yerleşim yerlerinde, güneş günlük yaşamlarının güvenilir bir gücüdür. Yağmura daha az güvenilir, ama yine de, yağmur yeterli yiyeceğe sahip olunması için vazgeçilemez bir güçtür. Aşağıdaki söylencede, geçmişte görülen bir kuraklığın ortaya çıkış nedeni ve bu olaydan sonra, niye bir daha kuraklık olmayacağı anlatılmaktadır.


Bu söylencede, verimlilik söylencelerinde çok kullanılan iki tematik çizgi bir araya getirilmiştir: Hem Yunan, Hitit, Japon söylencelerinde olduğu gibi bir tanrı aşağılanmıştır ve verimliliğin yeniden sağlanması için, öfkesinin yatıştırılması gerekmektedir; hem de Hint, Çin, Zunu söylencelerinde olduğu gibi bir tanrı dünyayı büyük bir tehlikeden kurtarmaktadır.


Fon halkının söylenceleri, Melville ve Frances Herskovits tarafından derlenmiş ve Dahomean Narrative adıyla 1958'de yayımlanmıştır.


Sagbata ve Sogbo Arasındaki Kavga


Yüce Tanrıça Mawu, evreni yarattıktan sonra bir kenara çekildi; oğulları Sagbata ile Sogbo'ya evreni birlikte yönetmelerini söyledi. Ne var ki, Sagbata ile Sogbo birlikte çalışamadılar. Her zaman, bir kardeş diğer kardeşi kızdıracak türden kararlar alıyordu.


Gün geldi, aralarında büyük bir tartışma çıktı. Büyük kardeş Sagbata kardeşine, "Sogbo, sana artık bir an bile dayanamam! Ben senin ağabeyin olduğum halde, sen benim akıllı olmadığımı nasıl düşünürsün, aldığım kararlara nasıl saygı göstermezsin. Bu yüzden, bana ait olan her şeyi toplayıp aşağıdaki yeryüzünde yaşamaya gidiyorum! Annemizin tüm varlığını benim alacağım konusunda seni uyarırım. Büyük oğul olduğuma göre miras benim hakkım" dedi.


Sogbo, "Gitmek istiyorsan, hadi git" diye karşılık verdi. "Seni özlemeyeceğim!"

Mavvu, oğullarının kavga ettiğini duyunca, ikisini de karşısına aldı "Böyle kavga etmenizi hoş karşılamıyorum. Birinize karşı diğerinizin tarafını tutmayacağım" diye konuştu. “Siz ikiniz, kapağı üstünde bir kalabaş gibi birbirinize sıkı sıkıya kenetlenmelisiniz ve bu kalabaşın içindeki evreni birlikte yönetmelisiniz."


Mavvu sözlerini sürdürdü: "Sen Sagbata, büyük oğlum olarak kalabaş'ın alt kısmı gibi olmalısın ve evrenin alt kısmı olan dünyaya hükmetmelisin. Bütün servetim senin olacak. Sen Sogbo; küçük oğlum olarak kalabaş'ın üst kısmı olmalısın ve evrenin üst kısmını yönetmelisin. Gök gürültüsüne ve şimşeğin ateşine hükmedeceğin için, senin de büyük bir gücün olacak. Şimdi ikiniz de gidin, krallıklarınızı barış ve huzur içinde yönetin!"


Sagbata annesinden kalanlarla birlikte tüm eşyalarını topladı. Tüm varlığını büyük bir çuvalın içine yerleştirirken, "Çuvalın içine su koyarsam her şey ıslanır ve su çuvaldan dışarı sızar. Çuvalın içine ateş koyarsam her şey yanar. Suyu ve ateşi burada bırakmaktan başka şansım yok" diye düşündü.


Sagbata eşyalarını topladı ve aşağıdaki yeryüzünde yaşamaya gitti, öyle uzun ve zorlu bir yolculuk yaptı ki, gökyüzündeki evine bir daha dönemeyeceğini anladı.


Sogbo ise gökyüzünde, annesinin yanında kaldı. Zamanla annesinin büyük sevgisini ve sarsılmaz güvenini kazandı. Mawu'nun desteğini elde edince, diğer gökyüzü tanrılarının güvenini de kazanması güç olmadı.


O zaman Sogbo kendi kendisine, "Evet, istediğim sınırsız güce sahip olmuş bulunuyorum. Şimdi, istediğim her şeyi yapabilirim; beni hiçbir tanrı durduramaz! Ağabeyim Sagbataya, onun krallığının üzerinde bile güce sahip olduğumu göstereceğim. Bugünden sonra, yeryüzüne yağmur yağdırmayacağım! Onun bu durumda neler yapmaya çabaladığını görmek keyifli olacak!" dedi. Sogbo bunları düşünürken güçlü olmanın verdiği memnunlukla güldü.


Yağmur hayat bağışlayıcı sularıyla toprağı beslemeyi kesince, halk Sagbata'ya geldi ve "Şimdi bizim aramızda yaşıyorsun ve bizim kralımızsın; yağmur toprağımıza ve köylerimize düşmez oldu. Yiyeceklerimiz kurudu, ziyan oldu. Biz de kuruyup ölmek üzereyiz!" diye feryat etti.

Sagbata soğukkanlılıkla, "Kaygılanmayın" diye karşılık verdi. "Birkaç gün içinde yağmur yağacak!"


Ne var ki, birkaç gün İçinde yağmur yağmadı. Bir yıl geçti ve yağmur yağmadı. İkinci yıl geçti ve yağmur yağmadı. Üçüncü yıl geçti ve yine yağmur yağmadı.


Bu sırada, iki gökyüzü varlığı yeryüzü insanlarına yazgıları hakkında haber vermek için aşağıya indi. Yanlarında kehanet çekirdekleri getirmişlerdi. Bir kişi önemli bir soruya yanıt bulmak durumundaysa, iki gökyüzü varlığı çekirdekleri toprağa saçıyorlardı ve yere düşen tohumların oluşturduğu şekli inceleyerek yanıtı okuyorlardı.

Sagbata yağmurun neden yağmadığını öğrenmek amacıyla gökyüzü varlıklarını çağırttı. Gökyüzü varlıkları huzuruna gelince, Sagbata onların doğruyu söylediklerini anladı. Kehanet çekirdeklerini toprağa nasıl saçtıklarını ve çekirdeklerin oluşturduğu şekli nasıl incelediklerini izledi.


İnceleme bitince, gökyüzü varlıkları Sagbata'ya, "Bu çekirdeklerin sıralanışından anlaşılan o ki, seninle kardeşin arasında bir tartışma çıkmış, çünkü ikiniz de aynı şeyi istemişsiniz ve yine anlaşılan o ki, kardeşinle barış içinde yaşaman için, onun isteklerini yerine getirmek zorunda kalacaksın" dedi.

Sagbata, "Bunun nasıl mümkün olacağını bilemiyorum" diye karşılık verdi. "Gökyüzü yeryüzünden çok çok uzakta; o kadar yükseğe çıkacak kadar güce hiçbir zaman sahip olmadım. Gökyüzünden ayrılmamdan önce annem, onun en büyük oğlu olarak hakkım olan tüm varlığını almama izin verdi. Su ve ateş dışında her şeyi aldım; buraya getirmenin bir yolunu bulamadığım için, su ve ateşi gökyüzünde bıraktım. Yeryüzüne adımımı basar basmaz da, burada suyun çok gerekli olduğunu anladım, fakat suyu sağlamanın bir yolunu bulamadım. Bu konuda sizin bana bir öneriniz var mı?"


"Evet var!" diye yanıt verdi gökyüzü canlıları. "Sana, Sogbo'nun habercisi, kuş Vututu'yu çağırmanı ve Sogbo'ya önemli bir haber iletmek üzere gökyüzüne uçmasını söylemeni öneririz. Vututu'ya, Sogbo'ya iletmesi için, su karşılığında yeryüzündeki zenginliklerin bir kısmını Sogbo'ya sunduğunu söyle. Kuş, Sogbo'nun kalbine girmenin bir yolunu bulacaktır. Bu işi her zaman becermiştir!"


Sagbata, Vututu'yu çağırttı ve onu Sogbo'ya gönderdi. "Kardeşime söyle" dedi, "evrenin benim olan kısmının yönetimini ona bırakıyorum. Bugünden sonra babaları, anaları ve onların çocuklarını ben değil o koruyacak. Bugünden sonra, köylere ve kırlara ben değil o hükmedecek."


Sogbo Vututu'ya emir verdi: "Sagbata'ya şu haberi iletmek için geri dön. Haklı mirası olan annemizin tüm varlığına sahip olduğunda, suyu ve ateşi almamakla akılsızlık ettiğini söyle. Su ve ateş öyle güçlüdür ki, her kim suyu ve ateşi yönetirse, evreni de yönetir. Bu nedenle, Sagbata ve onun tüm zenginliği, o istese de istemese de benim yönetimim altında. Bununla birlikte, Sagbata'ya, teklifini kabul ettiğimi ve yeryüzüne besleyici yağmurları göndereceğimi söyle!"


Vututu gökyüzüyle yeryüzü arasındaki yolun yarısına geldiğinde, bir şimşek evreni aydınlattı, dünyayı gökgürültüsü sardı. Yağmur suları gökyüzünden seller gibi akmaya başladı. Yağmur yağdı, yağdı, yağdı. Vututu yeryüzüne ulaştığında, Sagbata, kardeşinin önerisini kabul ettiğini anlamış ve çok mutlu olmuştu. Halkına, Vututu'nun kutsal bir kuş olduğunu ve hiçbir zaman öldürülmemesi gerektiğini bildirdi.


İşte o günden bugüne, Sagbata ile Sogbo dostturlar ve bereketli fırtınalar yeryüzünü her yıl ziyaret eder. Yağmur çimenlerin üzerine yağarak, onların yeni sürgünler vermesini sağlar. Yağmur insanların üzerine yağarak, onların döl vermesini sağlar. Yağmur fırtınanın tanrısı Sogbo'nun üzerine yağarak onu onurlandırır!



Donna Rosenberg'in Dünya Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.

Edirne Selimiye Camii

 


ESMA-İ HUSNA-5

 



es-SELAM




a-Selâm kelimesinin lügat anlamları:


Selâm kelimesi, Slm kökünden türemiştir. Manası çok kapsamlı ve çok hoş olan bir isimdir. İç huzuru, kararlılık, hem fiziksel hem de ruhsal nitelikteki her türlü kötülükten emin şolmayı ve kurtuluşa ulaşmayı ifade eder. Ruhsal barış ve tatminkârlık fikrini de anlam olarak içerir. Selâm kelimesi; esenlik, itmi‟nân, güçlülük, sağlamlık, korunma, ulaşılmazlık ve güven gibi anlamlara da gelir.


el-Müberred, Selâm kelimesinin Arap dilinde dört anlamının olduğunu belirtir:


1- Allah‟ın ismi


2- Selâmet


3- Vermek, ihsan etmek


4- Kolay kolay kırılmayan iri yapılı ve güçlü bir ağaç cinsi.


Mal ve can selâmeti temin edildiği için sulh ve anlaşmaya da “silm” denir.


Dünyanın her türlü sıkıntılarından uzak olduğu için cennete de “Dâru‟s-Selâm” ismi verilir.


Bütün yaratıkları özellikle de insanları barış ve mutluluğa götürdüğü için Allah‟ın dinine de “İslâm” denir.


Kendini Allah‟a teslim eden, Allah‟ın selamet verip azaptan koruyacağı kimseye de “Müslüman” denir.


İnsanları Allah‟ın dosdoğru yoluna ve cennete götüren selame yollarına da “Sübülü‟s-Selâm” denir.


Mü‟minlerin şiârı ve parolası olan “es-Selâmu aleykum” cümlesi “Allah‟ın selameti üzerinize olsun” demektir. Selâm kelimesi hem bu cümlede olduğu gibi “alâ” harfi ile hem de “li” cer harfi ile kullanılır. 


“Ey Ashab-ı Yemin! Sana selam olsun.” (Vakıa 91)


Ayıp ve kusurdan selamette olduğu için doğru söze de “Selâm” ifadesi kullanılır.


Genel olarak Araplar sözü ve konuşmayı bitirmek veya o ortamı terk etmek, oradan uzaklaşmak için selâm kelimesini kullanıllar. Bu ayetteki selâm kelimesi de aynı anlamdadır. 


“Cahillikte ısrar edenler onlara sataştıkları zaman “Selâm” der geçerler.”  (Furkan 63)


Onlara karşılık vereceğiz diye uğraşmazlar. Onları ve o ortamı hemen terk ederler.


“Slm” kökü Kur‟an‟da insanlar için kullanıldığı zaman “Sözle esenlik, başarı, güven, emniyet ve kurtuluş dilemek”, Allah‟a nisbet edilince ise “Hem her türlü eksiklikten selamette olan hem de esenliği bizzat gerçekleştiren” anlamı taşır.


b- Selâm isminin geçtiği ayet:


Selâm kelimesini elif lâm‟lı (marife) ve Allah‟ın ismi olarak Kur‟an‟da sadece Haşr suresinde Esmâ-i Hüsnâ‟nın bir kısmının sayıldığı ayette görmekteyiz.


“O, kendisinden başka ilah olmayan, hükümran, çok kutsal; esenlik veren, güvenlik veren, görüp gözeten, güçlü, buyruğunu her şeye geçiren, ulu olan, Allah'tır. Allah onların koştukları eşlerden (ortaklardan) münezzehtir.” ( Haşr 23)


Bu ayetlerde, Allah ulûhiyetinin farklı boyut ve yansımalarını anlatır. Allah kendisinin gerçek ilah oluşunu belirttikten sonra öncelikle rahmetinin sınırsızlığını ifade eden Rahmân ve Rahîm isimlerini zikreder. Daha sonra da Melik ismi ile egemenlik ve hükümranlığına dikkat çeker. Dünya meliklerine benzemediğini, her türlü kusur ve ayıptan uzak olduğunu vurgulamak için de Kuddûs ismini belirtir. İlahlığının ve hâkimiyetinin zorbalıkla alakasının olmadığını, yaratıklara barış, esenlik ve huzur veren gerçek kurtuluşun tek kaynağı olduğunu belirtmek için selâm ismini hatırlatır. O, hem dünyada hem de ahirette selâmettedir. O, hem geçmişte kurtuluşun yegâne kaynağıdır hem de gelecekte. Bu ayetteki selâm ismi; felah, fevz ve necât anlamlarına geldiği gibi, dünyevî ve uhrevî başarı, kurtuluşa da delalet eder.


c- Selâm isminin ıstılâh anlamları:


Selâm kelimesi isim olarak Allah için kullanıldığı zaman mahlûkatın maruz kaldığı ölüm, yokluk, eksiklik, kusur, ayıp gibi durumlardan ve afetlerden selâmette olan anlamına gelir.


Selâm ismi, Allah‟ın zâtında, sıfatlarında, yaratmasında, fiillerinde, sözlerinde ve yasalarında mahlûkata ait zaaflardan uzak ve berî olduğunu bildirir.


Ayrıca selâm ismi; mahlûkata selamet yayan, dostlarını her türlü sıkıntıdan ve azaptan uzaklaştıran şeklinde de anlamlandırılır. Hz. Peygamber (s.a.v)‟in namazda selâmdan sonra okuduğu şu dua da bu anlamları teyid eder:


“Allahumme ente‟s-Selâm ve minke‟s-Selâm. (Allah‟ım! Selâm olan Sensin ve esenlik, barış da Sendendir.)”


Kurtardı, selamete ulaştırdı anlamına gelen “selleme” fiili Kur‟an‟da sadece Allah için kullanılır.


Esmâ-i Hüsnâ konusunda çalışma yapan âlimlerimiz Selâm ismine şu anlamları vermişlerdir:


Selâm; her türlü eksiklikten bizzat kendisi salim olandır.


Selâm; gerek dünya, gerekse ahirette tehlikeye düşenleri esenliğe ulaştırandır.


Selâm, yetkinliğiyle çelişen her türlü eylemden uzak olandır.


Selâm; her selametin menbaı (kaynağı) kendisi ayıp, kusur ve tehlikeden salim olduğu gibi, kendisinden selamet umulan ve esenlik arayanları selamete erdirendir.


Selâm; dostlarını ve seçkin kullarına esenlik verendir.


Selâm; Müslüman ve mü‟min kullarını azabından salim kılandır.


Selâm; insanlara sıkıntılara karşı kendini müdafaa edebilecek organlar bahşeden, onları verdiği gıdalarla açlıktan kurtaran, çeşitli tedavi yöntemleriyle hastalıklardan şifaya kavuşturan, ilimle cehaletten kurtaran, akıl vererek delilikten koruyan, tevhid inancı ile küfür ve şirkten koruyan, Kur‟an‟ı indirerek hak yola ulaştıran, iman nimetiyle cehennem azabından kurtaran, önder ve lider olarak Hz. Muhammed‟i göndererek bizleri her türlü tehlikeden selamette kılan, kalplerimizi İslam‟a açan, nuruna ve inayetine hidayet eden, kendisi de selamette olan, selametin tek kaynağı, emniyet ve selamete layık olan kullarını emniyet ve selamette kılandır.


İbnu‟l-Kayyim, Bedâi‟u‟l-Fevâid adlı eserinde selâm ismi hakkında şunları söyler:


“Allah Teâlâ, her türlü ayıp ve noksanlıktan uzak olduğu için, bu isimle isimlendirilen herkesten daha çok “ Selam” ismine layıktır. Her bakımdan gerçek “Selam” O‟dur. Mahlûkat, izafî/ göreceli olarak “Selam”dır. O, zatında akla hayale gelebilecek her türlü ayıptan ve noksandan salimdir. Fiillerinde her türlü ayıptan, noksanlıktan, Şerden, zulümden ve hikmet dışı gerçekleşecek her davranıştan salimdir.. O, arkadaştan, evlattan berîdir, ortaktan berîdir.


Bu sebeple O‟nun sıfatlarını tek tek incelediğin zaman her bir sıfatın kemaline aykırı olan şeylerden salîm olduğunu görürsün. O‟nun hayatı, ölümden, uyku ve uyuklamadan, kendi kendine var oluşu ve kudreti yorgunluktan ve bitkinlikten, ilmi kendisinden bir şeyin gizli kalmasından veya unutkanlık veya düşünme veya hatırlama ihtiyacından; iradesi, hikmet ve maslahat dışına çıkmaktan, sözleri yalan ve haksızlıktan berîdir/uzaktır. Bilakis O‟nun sözleri tamamen doğruluk ve adalettir.


Zenginliği herhangi bir şekilde başkasına muhtaç olmaktan uzaktır. Bilakis O‟nun dışındaki her şey O‟na muhtaçtır ve O hiçbir kimseye muhtaç değildir.


Egemenliğinde çekişecek birisinden, ortaklıktan, yardımcıdan, destekçiden veya O‟nun katında O‟ndan izinsiz şefaate yeltenecek şefaatçiden beridir. İlahlığında ortaktan beridir. Bilakis O öyle bir Allah‟tır ki kendisinden başka hiçbir ilah yoktur.


Allah‟ın hilmi, affı, müsamahası, mağfireti ve cezası herhangi bir ihtiyaçtan, zilletten veya başkalarından olduğu gibi her hangi bir yapmacıklıktan uzaktır. Bilakis bunların hepsi O‟nun keremi ve ihsanıdır.


Aynı şekilde Allah‟ın azabı, intikamı, şiddetle yakalayışı, süratle cezalandırması, zulümden, kinden, düşmanlıktan ve kabalıktan uzaktır. Bilakis tamamen hikmet ve adaletten dolayıdır. O‟nun ihsanı, sevabı ve nimeti övülmeye layık olduğu gibi azabı ve cezası da övülmeye layıktır. Eğer sevabı ve mükâfatı azabın ve cezanın yerine koymuş olsaydı bu O‟nun hikmetine ve izzetine aykırı olurdu. Cezayı yerinde uygulamış olması O‟nun adaleti, hikmeti ve izzetindendir. O, kendisini tanımayan düşmanlarının zannettikleri hikmetine muhalif şeylerden uzaktır.


Allah‟ın kazası ve kaderi abesten, zulümden, haksızlıktan ve sonsuz hikmetine aykırı bir Şekilde vuku bulma vehminden uzaktır.


Allah‟ın Şeriatı ve dini çelişkiden, farklılıktan, bozukluktan, kulların maslahatına aykırılıktan, Allah‟ın kullarına rahmetine ve ihsanına aykırılıktan ve hikmetine aykırılıktan uzaktır. Bilakis O‟nun şeriatının tamamı hikmet, rahmet, maslahat ve adalettir.


Allah‟ın verdiği nimetler herhangi bir karşılıktan veya nimet verdiği kimselere muhtaç olmaktan beridir. O‟nun nimeti vermemesi ve kısması da cimrilikten veya fakirlik korkusundan dolayı değildir. Bilakis O‟nun vermesi bir karşılık ve ihtiyaç sebebiyle değil, sırf ihsanındandır. Vermemesi de acizliği veya cimriliğinden değil sırf hikmet ve adaletindendir.


Allah‟ın arşını istiva etmesi, kendisini taşıyacak veya üzerinde yükseleceği herhangi bir şeye muhtaç olmaktan berîdir. Bilakis arş da O‟na muhtaçtır, arşı taşıyan meleklerden de ve başka şeylerden de müstağnidir. Bu istiva, herhangi bir sınırlamadan, arşa veya başka bir şeye ihtiyaç veya Hakk Teâlâ‟yı bir şeyin kuşatması şaibesinden uzaktır. Bilakis Allah var iken arş mevcut değildi ve ona muhtaç da değildi. O, her şeyden müstağnidir ve övülmüştür. O‟nun egemenliğinin ve galibiyetinin bir gereğidir.


Allah‟ın her gece rahmetiyle dünya göğüne inmesi, O‟nun ululuğuna ve her şeyden müstağni oluşuna zıt gelecek durumlardan münezzehtir. Rabbimiz, kemaline zıt gelen her şeyden yücedir ve uzaktır.


Allah‟ın işitmesi, görmesi ve zenginliği de her türlü kusurdan selamettedir. Dostlarıyla dostluğu, mahlûkatın birbiriyle dostluğunda olduğu gibi herhangi bir mecburiyetten dolayı değil rahmetinden, lütuf ve ihsanından dolayıdır. Nitekim Allah şöyle buyurur:


“Çocuk edinmeyen hakimiyette ortağı bulunmayan, acizlikten ötürü bir dosta ihtiyacı olmayan Allah‟a hamdederim, de..” (İsra 111)


Allah dost edinmeyi mutlak manada reddetmiyor, bilakis acizlik sebebiyle dost edinmeyi reddediyor.


Aynı şekilde Allah‟ın dostlarına ve sevdiklerine olan sevgisi, mahlûkatın aralarındaki sevgilerde olduğu gibi ihtiyaçtan, yapmacılıktan ve menfaatten uzaktır.


Allah, kimi ayetlerinde kendisine nispet ettiği el ve yüz gibi şeylerde de yaratıklara benzemekten uzaktır.


d-Selam isminin bize yüklediği görev ve sorumluluklar:


1-Öncelikle Allah‟ı Selam ismiyle beraber tanımamız gerekir. Müşriklerle mü‟minler arasındaki fark bu noktada ortaya çıkar. Müşrikler Allah‟a bazı eksiklikler isnat ederler. O‟nu hayatlarının bir bölümünde kabul ederken birçok bölümlerin de kabul etmezler. O‟nun yerine başka egemen ve hükümran güçler kabul ederler. Kitabının bir kısmını kabul edip diğer bölümlerini kabul etmezler. Yemin ederken, Kâbe‟yi tavaf ederken, sıkıntı ve zorluk anlarında Allah‟ın adını anarlar. Ekonomik, siyasi, sosyal ve kültürel hayatlarında Allah‟tan başkalarına söz hakkı verirler. Allah‟ı sever gibi bazı kişileri ve güçleri severler. Allah‟tan korkar gibi zalimlerden korkarlar. Bütün bunlar Allah‟ın Selam ismi ile çelişen durumlardır.


Mü‟minler ise Allah‟ı her türlü eksiklikten uzak tanırlar. Allah‟ın hâkimiyetini hayatın her bölümünde kabul ederler. Allah‟tan başka hayata karışacak, hayatı düzenleyecek hâkim ve egemen güçleri kabul etmezler. Bireysel, ailevi, toplumsal, ekonomik ve siyasi hayatlarında Allah‟ı tek hâkim ve hükümran güç olarak kabul ederler. Kitabının ve yasalarının tamamını hayat programı olarak kabul ederler. Allah‟a olan sevgileri çok şiddetlidir.


2-Selameti, barış ve mutluluğu Allah‟tan isteyeceğiz. Gerek dünya gerekse ahiret tehlikelerinden sakınmak ve kurtulmak için O‟na müracaat edeceğiz. Allah ile irtibatını kesen insanlar, aileler ve toplumlar kesinlikle mutluluğa ulaşamazlar. Allah, fıtrat kanunları denen bazı kurallar koymuştur. Bu kurallara uymayanlar fıtratlarını bozarlar, insani özelliklerini yitirirler. Mutluluğu para, mal, makam, mevki gibi başka kaynaklarda ararlar. Bu geçici nimetler insanı asla mutlu kılamaz.


3-İslam dini Allah‟ın selam isminin bize yönelik bir yansımasıdır. İslam, kişinin benliğini, hayatını, enerjilerini ve kabiliyetlerini Allah‟a teslim etmesidir. Allah İslam‟dan başka bir din indirmemiştir. Bizlerden ancak din olarak İslam‟ı kabul edecektir. İslam dışı batıl din ve ideolojileri benimseyenlerin dinlerini Allah kabul etmeyecektir.


“Kim Allah‟a teslimiyetten başka bir din ararsa bu kendisinden asla kabul edilmeyecek ve o, ahirette kaybedenlerden olacaktır.” (Ali İmran 85)


Allah, hoşnut olduğu dini “Sübülü‟s-Selam” diye adlandırmıştır. Çünkü İslam dini insanları esenlik, barış ve mutluluk yollarına götürür.


“Allah, Kur‟an‟la, kendi rızasını arayan herkese kurtuluşa götüren yolları gösterir. Rahmetiyle onları karanlığın derinliklerinden aydınlığa çıkarır ve dosdoğru bir yola yöneltir.” (Maide 16)


4-Müslüman Allah‟ın isteklerine teslim olan kişidir. Bu da Selam isminin kökünden türeyen bir kelimedir. Allah kendine teslim olan kullarını Müslüman olarak isimlendirmiştir. Bu isimden hoşnut olmuştur. Bu ismi bırakıp başka isimler aramak inananlara yakışmaz. Müslüman ismi, önüne ve sonuna ek ve ilave kabul etmez. Müslüman Allah‟ı Selam olarak tanır ve O‟na teslim olur. Allah da ona selamet verir. Kitap ve elçi göndererek dünya ve ahiret tehlikelerinden onu korur.


“Müslüman elinden ve dilinden diğer insanların emin ve güvencede olduğu kimsedir.”


Müslüman kısmen de olsa esenlik ve mutluluğun kaynağıdır. Kendisiyle barışık olduğu gibi diğer insanlarla da barışıktır. Onlara ne eliyle ne de diliyle eziyet eder. “Ben Müslümanım” demek “Benden hiçbir kimseye zarar ve sıkıntı gelmez.” demektir. Müslüman insanları diliyle kötü yollara, İslam dışı ideolojilere çağırmaz. Diliyle onların kalplerini incitmez. Zan, iftira ve gıybet gibi insanları eziyet veren kötülüklerden uzak durur.


Müslüman eliyle de diliyle de kimseye sıkıntı vermez. Zulmetmez, zulme de rıza göstermez. Eli zalimin başına inen bir balyoz gibidir. Zalimin yakasından tutarak zulmüne engel olur. Mazlumun da yanında yer alır. Yetimlerin başını okşar. Asla haksızlık yapmaz. Kul hakkına tecavüz etmez.


5-Dünyada gerçek selamet yoktur. Gerçek selamet ahiret yurdundadır. Dünyanın sıkıntılarından fesat ve bozgunculuktan uzak olduğu için cennet hayatına “Darü‟s-Selam” denir.


“Rableri katında barış ve esenlik yurdu onların olacak ve yapmakta olduklarından dolayı Allah onlara dost ve yakın olacaktır.” (En‟am 127)


Dünyada güzel bir hayat yaşayan, Rabbine kulluk edip salih ameller işleyen mü‟minler ahirette Allah onlardan razı, onlar da Allah‟tan razı olarak cennete gireceklerdir. Allah samimi kullarının cennette karşılaşacakları ortamı Kur‟an‟da şöyle haber verir:


“Cennet, Allah'a karşı gelmekten sakınanlara yaklaştırılır, zaten uzakta değildir. Onlara: "İşte bu cennet, Allah'a yönelen, O'nun buyruklarına riayet eden; görmediği Rahman'dan korkan, Allah'a yönelmiş bir kalple gelen sizlere, hepinize söz verilen yerdir. Oraya esenlikle girin; işte sonsuzluk günü budur." denir. Orada dilediklerini bulurlar. Katımızda fazlası da vardır.” (Kaf 31-35)


“Çok esirgeyen Rabb‟dan onlara sözlü selam vardır.”(Yasin 58)


“İşte onlar güçlüklere göğüs germelerinden ötürü cennette üstün bir makamla mükâfatlandırılıp orada dirlik ve esenlik nidalarıyla karşılanacak olan kimselerdir. Onlar orada sonsuza kadar yaşayıp gideceklerdir; bu ne güzel bir varış yeri bu ne güzel bir makamdır.” (Furkan 75-76)


“Ama imana erişip doğru ve yararlı işler yapanlar, içinde akarsuların çağıldadığı has bahçelere sokulacaklar ve orada Rablerinin izniyle “Selam” ile karşılanıp yaşayacaklar.” (İbrahim 23)


“Dürüst ve erdemli olanlar cennette “Sana selam olsun” sözüyle karşılanacaklardır.” (Vakıa 91)


Gerçek mutluluğun ve selametin cennette olduğunu öğrendik. Öyleyse dünyayı gözümüzde büyütmeyeceğiz. Hesaplarımızı ve planlarımızı cennete göre ayarlamalıyız. Dünya hayatını ve geçici nimetlerini büyükleyenlerden Allah, İslam‟ın izzet ve heybetini kaldırır. Vahyin bereketi onlara haram kılınır. Maddenin ve eşyanın kölesi olarak dünyada zillet içinde yaşarlar. Hedefi dünya ve içindekiler olanlar ancak Allah‟ın kendileri için takdir ettiği zenginliğe kavuşabilirler. Ama onların işleri ve hayatları darmadağınıktır. Hayattan zevk almazlar. Sürekli kendilerini fakir görürler. Gözleri hep zenginlikte ve zenginlerdedir. Allah onlara yaşama sevinci vermez.


Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurdu:


“Ümmetim dünyaya fazlasıyla değer verirse İslam‟ın heybeti onlardan çekilip alınır. İyiliği emretme ve kötülükten sakındırma görevini ümmetim terk ederlerse vahyin bereketinden mahrum bırakılır. Birbirlerine dil uzatınca da Allah katındaki değerleri düşer.”


Yegâne hedefi ahiret olanların kalplerine Allah zenginlik duygusunu koyar. Dünya işlerini ayarlar. Onları Bâsit ve değersiz şeylerin kulu-kölesi olmaktan korur. Dünyalarını da ma‟mur eder, ahiretlerini de.


Biz de insanları selamet yollarına çağıracağız. İnsanları Kur‟an‟la tanıştıracağız. Kurtuluşun ancak Kur‟an‟ın yoluna uymakta olduğunu ilan edeceğiz. Dalalet yollarına tabi olanları uyaracağız. Yollarının yanlış olduğunu güzel bir yöntemle anlatmaya çalışacağız. İslam dışı batıl din ve ideolojilerin insanları selamete çıkarmadığını içinde yaşadığımız toplumdan örneklerle izah edeceğiz. Kur‟an‟ı yaşayarak mutluluğa ve erdeme ulaşan insanlardan ve toplumlardan örnekler vereceğiz.


Herkesin insanları dünya nimetlerine çağırdığı şu ortamda biz insanları selamet yurdu olan cennete çağıracağız. Gerçek kurtuluşun cennette olduğunu, dünyadaki kurtuluşların geçiciliğini izah edeceğiz.


6-Cahillikte direnen insanlar bize sataştıkları zaman onlara “Selam” deyip geçeceğiz. Onları muhatap olarak kabul etmeyeceğiz. Cahillikte ısrar eden kulağını, gözünü ve kalbini doğrulara kapamış olan kimseleri muhatap almak onlara değer vermek demektir. Gerçekleri anlamak istemeyen önyargılı ve peşin fikirli kimselerin sataşmalarına itibar etmeden onlara esenlik, barış ve mutluluk dolu sözler söyleyerek çekip gitmeliyiz. Söyleyecek sözü olmayan kapasitesiz insanlar başkalarına sataşırlar, söverler. Onlara sataşmak onların seviyesine düşmek demektir.


7-Müslümanların parolası olan selamı aramızda yaygınlaştırmaya çalışacağız. “Selamun Aleyküm” demek “Benden size zarar gelmez. Ancak barış ve mutluluk gelir.” demektir.


İslam toplumu içinde selâmı yaymak hem Allah'ın emri ve hem de Hz. Peygamberin sünnetidir. Bir âyette yüce Rabbimiz şöyle buyurur:


"Ey inananlar! Evlerinizden başka evlere izin almadan, seslenip sahiplerine selam vermeden girmeyiniz. Eğer düşünürseniz bu, sizin için daha iyidir" (Nûr 27)


Bir başka âyette de yüce Rabbimiz şöyle buyurur:


"Size bir selâm verildiği zaman, ondan daha iyisiyle selam verin veya aynıyla karşılık verin..." (Nisa 86)


Bu âyetlerden selâmı yaymanın bir Allah emri olduğu açıkça anlaşılmaktadır.


 Hz. Peygamber (s.a.v) de, birçok hadislerinde selamın önemi ve yaygınlaştırılmasının gereği üzerinde durmuştur.


Bir sahabi Hz. Peygamber (s.a.v)'e: "İslamın hangi işi daha hayırlıdır" diye sorduğunda, Rasulullah şöyle buyurmuştur:


"Yemek yedirmen, tanıdığına ve tanımadığına selam vermendir"


Allah Rasûlü (s.a.v) şöyle buyurur:


“Üç şey imandandır: Darlık anında infak etmek, herkese selâmı yaymak, insanın kendisine karşı ölçülü olması.”


Yine Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuşlardır:


"İman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe olgun bir îmana sahip olamazsınız. Size, yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz bir şeyi haber vereyim mi? Aranızda selâmı yayınız!" 


"Şüphesiz ki Allah katında insanların en iyisi, önce selâm verendir.”


Gerek âyetlerden ve gerekse hadîslerden anlaşıldığına göre selâmı yaymak, insanlar arasında dostluk, sevgi ve barışın yaygınlaştırılması, Müslümanların kalplerinin birbirlerine ısındırılması bakımından son derece önemlidir. O halde, İslâm toplumunda dost, arkadaş, tanıdık kısaca bütün Müslümanlarla sevgi, saygı ve samimiyet duygularının geliştirilebilmesi için, karşılıklı olarak selâm verip almak gereklidir. Selâm, yalnızca dışarıda, sokakta, iş yerlerinde verilip-alınmaz; evde de selâm verilip alınmalıdır. Rasulullah (s.a.v) bu konuda da, yanında büyüttüğü Enes (r.a)'e şöyle buyurmuştur:


"Oğlum! Ailenin yanına girdiğinde selâm ver ki, sana ve ev halkına bereket olsun."


O halde, kendi evimize geldiğimizde, kendimize ve evdekilere selâm vermemiz gerekiyor.


Akşam yatıp sabahleyin kalkıldığında da, evde bulunan herkese karşılıklı selâm verip almak gerekmektedir. Böyle davranmakla, karşılıklı olarak Müslümanların birbirlerine sağlık, huzur, barış ve esenlik dilemesi gerçekleşmiş olur. Bir aile ve toplum fertlerinin, birbirlerine bundan daha iyi bir dilekte bulunmaları düşünülemez.



Dr. Ramazan SÖNMEZ

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak