Evrenin ve İfe'nin Yaratılışı: Sunuş
Yoruba halkı, kökleri Nijer Irmağı'nın hemen kuzeyinde, teknoloji ve sanat açısından gelişkin bir halkın yaşadığı MÖ 300 yıllarına dek uzanan önemli bir Afrika kültürünü temsil eder. Günümüzde, Nijerya'nın güneybatı köşesinde, Dahomey (Fon) sınırından, kuzeyde Nijer Irmağı'na dek uzanan bir alanda on milyonu aşkın Yoruba yaşamaktadır. (Fon söylencesi olan "Sag-bata ile Sogbo arasındaki Kavga"nın önsözünde, Dahomey kültürü konu edilmiştir.)
Eski Yunanlar gibi Eski Yorubalar da geniş kültürlerinden çok, içinde yaşadıkları kent-devletiyle tanınmışlardır. Aynı biçimde, bir Yoruba kent-devletinin bir komşu kültürle olduğu kadar, başka bir Yoruba kent-devletiyle de savaşması olasıdır.
Tarihte, "îfe" en önemli Yoruba kentidir; kutsal bir kent olarak kabul edilir. Dinsel düşünceler İfe'de ortaya çıkmış, gelişmiş; ife'den diğer kent-devletlerine yayılmış; Yoruba halkının dinsel kehanet sistemi Batı Afrika'nın diğer kültürlerine bile ulaşmıştır.
Yoruba halkının mitolojisinde, aşağıda anlatılacak olan yaratılış söylencesinin özneleri olan büyük tanrılardan, yerel köyleri ve bölgeleri koruyan ikinci derecede tanrılara kadar yüzlerce tanrı yer almaktadır.
Yoruba tanrıları dış görünüş, düşünce ve yaşam biçimleriyle insansı özellikler taşırlar. Birbirleriyle kalabalık bir insan ailesinin üyeleri gibi ilişki kurar; aşk, kıskançlık, öfke ve sevgi duyarlar. Onlar da insanları sever ve onlarla birlikte yeryüzünde vakit geçirmekten hoşlanırlar. Bu nedenle, insanların sorunlarına karşı duyarlı olmaları ve onların dualarını kabul etmeleri şaşırtıcı değildir.
Yoruba yaratılış söylencesi, diğer kültürlerin yaratılış söylenceleriyle ilginç bir benzerlik içindedir, örneğin, toprağın yaratılışı Japon yaratılış söylencesine, insanların yaratılışı Çin yaratılış söylencesine, tufanın ortaya çıkışı Yunan, Sümer/Babil ve İskandinavya tufan söylencelerine benzer biçimde olmaktadır. Bu söylencenin tanrılarından hoşlanırız; çünkü tanrılar, başta yaratıcı zekâ ve başkalarıyla ilgilenme olmak üzere davranışlarıyla insan doğasının en önemli niteliklerini sergilerler.
Yoruba yaratılış efsanesi, editörlüğünü Horald Courlander' ın yaptığı The Treasury of African Folklore (1975) adlı eserde yer almıştır. Dikkate değer bir Yoruba araştırmacısı olan Courlander, bunun dışındaki Yoruba söylencelerini Tales of Yoruba Gods and Heros'ta (1973) (Yoruba Tanrıları ve Kahramanlık Öyküleri) anlatmıştır.
Başlıca Tanrılar
Olorun: Gökyüzünün hâkimi; güneşin yaratıcısı; en güçlü ve en bilge tanrı.
Orunmila: Olorun'un en büyük oğlu; kehanet tanrısı; Obatala'nın danışmanı.
Obatala: Olorun'un gözdesi; toprağın ve insanların yaratıcısı.
Olokun: Denizin hâkimi.
Eşu: Haberci tanrı.
Evrenin ve îfe'nin Yaratılışı
Başlangıçta evren yukarıda gökyüzünden, aşağıda su ve ıssız bataklıktan oluşmaktaydı. En büyük gücün ve en yüce bilginin sahibi tanrı Olorun gökyüzüne ve tanrıça Olokun uçsuz bucaksız sulara ve ıssız bataklıklara hükmederdi. Hiçbir yerde bitki, hayvan ve insanlar olmasa da, Olokun, ülkesinden hoşnuttu.
Ancak genç tanrı Obatala, aşağıdaki krallıktan hoşnut değildi. Gökyüzünden bakıp, "aşağıdaki dünyada yararlı bir şey gerek! Her şey sular altında; çevreyi canlandırmak için tek bir canlı yok! Gidip Olorun'la konuşmalıyım; bakalım durumu iyileştirmek için ne yapılabilir" diye söylendi.
Obatala, Olorun'a, "Zavallı Olokun'un bütün hükmettiği bataklıktan, sisten, sudan başka ne! Tanrıçaya ülkesinde dağlar ve vadiler, ormanlar ve tarlalar gerek. Sağlam toprağın üzerinde her çeşit canlı ve bitki yaşayabilir" dedi.
Olorun, "Haklısın; sağlam toprak, bu uçsuz bucaksız sudan çok daha iyidir. Ama toprağı kim yaratabilir? Ve nasıl?" diye karşılık verdi.
"Senin izninle" dedi Obatala, "toprağı ben yaratacağım." Olorun da, "Obatala, istediğin her şeyi sana vermekten hep sevinç duydum" dedi. "Bilirsin, seni oğlum gibi severim." Bunun üzerine Obatala, Olorun'un, kehanette bulunma yetisini elinde tutan en büyük oğlu Orunmila'nın evine gitti. Orunmila içlerinde yazgı ve geleceğin de bulunduğu varoluşun gizlerinden haber verebilirdi.
Obatala Orunmila'ya, "Babam, uçsuz bucaksız sudan ve ıssız bataklıktan başka hiçbir şeyin bulunmadığı ülkede sağlam toprak yaratmama izin verdi. Üstün bilginle, tasarıma nasıl başlayacağımı öğretebilirsin. Toprağı, ürün yetiştirebilen ve köyler kurabilen canlı varlıklarla donatmak istiyorum" dedi.
Orunmila da, "Her şeyden önce Obatala, yukarıdaki gökyüzünden aşağıdaki sulara ulaşacak uzunlukta bir altın zincir elde etmelisin. Daha sonra bir salyangoz kabuğunu kumla doldurmalısın. Son olarak da, bu kabukla birlikte beyaz bir tavuğu, siyah bir kediyi ve bir palmiye cevizini bir çuvalın içine koymalısın; zincir yardımıyla ıssız bataklığa inerken bu çuvalı yanında taşımalısın. Tasarını nasıl başlatman gerektiğine ilişkin öğüdüm işte bu" dedi.
"Teşekkürler, Orunmila" dedi Obatala, "kuyumcuyu bulacağım ve bir an önce işe başlayacağım."
Kuyumcu, "Bana, bu işi yapmaya yetecek kadar altın getirirsen, ihtiyaç duyduğun uzunlukta bir zincir yaparım. Gökyüzünde yeteri kadar altın bulacağını sanmam. Ama yine de, her bir tanrıya ve tanrıçaya gidip ellerindeki altının tümünü bir iste; umarım bu işi başarırsın. Hadi rastgele!" dedi.
Obatala, bir bir tanrıların yanına gitti. Gittiği her tanrıya, "sudan ve ıssız bataklıktan başka hiçbir şeyin bulunmadığı ülkede sağlam toprak yaratmayı tasarlıyorum. Sonra da, bu toprak üzerinde yaşayacak olan her türden bitki ve varlığı yaratacağım. İşe başlamadan önce kuyumcuya, yukarıdaki gökyüzünden aşağıdaki sulara ulaşacak uzunlukta bir altın zincir yaptırmam gerek. Sahip olduğun altınların tümünü bana bağışlayabilir misin?" dedi.
Tanrılar Obatala'nın amacını iyi karşıladılar. Ona altın gerdanlıklarını, altın bileziklerini, altın yüzüklerini, hatta altın tozlarını verdiler.
Kuyumcu, Obatala'nın topladığı altınları inceledikten sonra, "Daha fazla altın toplayamaz mısın? Bu getirdiklerin yeterli değil" dedi.
Obatala da, "Elimden geleni yaptım" diye yanıt verdi. "Gökyüzündeki her tanrıdan, her tanrıçadan istedim. Hepsi ellerindeki altının tümünü verdi. Yapabileceğin kadar uzun ve bir ucu çengelli bir zincir yap" dedi.
Zincir hazır olunca Obatala, Orunmila'nın yardımıyla, zincirin bir ucunu gökyüzünün köşesine çengelledi ve zinciri çok çok uzaktaki sulara doğru sarkıttı. Orunmila kumla doldurulmuş salyangoz kabuğunu, beyaz tavuğu, siyah kediyi ve palmiye cevizini Obatala'nın eline verdi. Obatala bunların hepsini birer birer çuvala koydu ve çuvalı omuzuna attı. Sonra Orunmila' ya veda etti ve altın zincirden aşağıya inmeye koyuldu.
Obatala aşağıya indi, indi, indi. Yolun daha yarısına geldiğinde, aydınlık dünyayı bırakıp alacakaranlık dünyaya girmekte olduğunu gördü.
Obatala tekrar aşağıya indi, indi, indî. Zincirin ucuna geldiğinde, soğuk ve nemli sisin varlığını üzerinde duyumsadı, deniz üzerinde birbiriyle çarpışan dalgaların sesini duydu. Bununla birlikte, okyanusun henüz çok yukarısında olduğunu anlıyordu.
"Buradan aşağıya atlayamam" diye düşündü. "Uzaklık o kadar fazla ki atlarsam boğulurum."
Sonra, Orunmila çok uzaktaki gökyüzünden, "Obatala! Salyangoz kabuğunun içindeki kumu kullan!" diye seslendi.
Obatala yanındaki çuvala elini uzattı, çuvalın içindeki salyangoz kabuğunu çıkardı, kabuğun içindeki kumu aşağıdaki sulara boşalttı.
Bu işi daha bitirmemişti ki, Orunmila'nın sesi bir daha duyuldu: "Obatala! Beyaz tavuğu salıver!''
Obatala yanındaki çuvala elini uzattı, çuvalın içindeki beyaz tavuğu çıkardı ve üzerine kum döktüğü sulara bıraktı.
Tavuk kanatlarını çırptı, kumlu toprakların üzerine kondu ve konar konmaz eşelenerek kumu etrafa dağıttı. Kum nereye dağılmışsa orada kuru toprağı oluşturdu. Büyük kum yığınları tepeleri, küçük kum yığınları vadileri oluşturdu.
Obatala altın zincirin ucunu bıraktı ve yere atladı. Üzerine ayak bastığı yere "İfe" adını verdi. Kendi yarattığı sağlam toprağın üzerinde sevinçle dolaştı. Artık toprak, dört bir yanda gözünün göremeyeceği kadar uzaklara uzanmaktaydı. Gerçi toprak hâlâ canlılıktan yoksundu; ama bu daha bir başlangıçtı.
Obatala kuru toprakta bir çukur kazdı ve palmiye cevizini toprağa gömdü. Hemen oracıkta bir palmiye ağacı bitti ve hemen tam büyüklüğüne erişti. Erişkin ağaç, toprağın üzerine palmiye cevizlerini bıraktı. Yere düşen palmiye cevizleri de hemen oracıkta ağaç oluverdi. Obatala ağaç kabuklarından kendisine bir ev yaptı ve evin damını palmiye yapraklarıyla kapladı. Sonra siyah kedisiyle birlikte İfe'deki evine yerleşti.
Olokun, Obatala'nın tasarıyı nasıl yürüttüğünü görmek istedi. Bunun için, uşağı bukalemunu altın zincirden aşağıya gönderdi.
Bukalemun aşağıya ulaşınca, Obatala ona, "Gökyüzünün hâkimi Olorun'a, yarattığım topraktan ve üzerine diktiğim bitkilerden hoşnut olduğumu bildir. Ama burası her zaman karanlık. Göğün aydınlığını çok arıyorum" dedi.
Bukalemun, Obatala'nın haberini Olorun'a iletince, gökyüzünün hâkimi gülümsedi ve "Obatala, senin için güneşi yaratacağım" dedi. Olorun gökyüzüne güneşi yuvarladı ve güneş, gökyüzünün bir ucundan diğer ucuna yaptığı günlük yolculuk sırasında, İfe ülkesi üzerine ışık ve sıcaklık saçtı.
Günler geçti. Aylar geçti. Obatala dost olarak yalnızca siyah kedisiyle birlikte, kendi yarattığı toprağın üzerinde yaşamını sürdürdü. Sonra bir gün geldi; kendi kendine, "Kedimi seviyorum, ama onunla beraberlik bana yetmiyor. Bana daha çok benzeyen varlıklar, ife’de benimle birlikte yaşasalardı, daha mutlu olurdum. Bakalım, bu konuda ne yapabileceğim" diye konuştu.
Obatala toprağı kazmaya başladı. Eline aldığı toprağın topaklandığını gördü, çünkü kazdığı toprak balçıktı. Balçıkla kendisinin tıpatıp aynısı heykelcikler biçimlendirdikçe keyifleniyordu. Heykelcikleri bir bir tamamladı ve kurumaları için bir yana bıraktı. Obatala öyle bir coşkuyla çalıştı ki, ne kadar yorgun ve susuz olduğunun ayrımına varmadı.
Sonunda yorgunluk kendisini duyumsattı. "Biraz şarap içsem iyi olacak!" diye düşündü. Obatala en son yaptığı balçık heykelciği yere koydu ve palmiye cevizinin suyundan şarap yapmaya gitti. Obatala palmiye cevizinin mayalanmış suyundan kaselerce içti, çünkü çok susamıştı. Hiç farkında olmadı, ama şarap onu sarhoş etmişti.
Obatala balçık heykelcikler yapma işine geri döndü, fakat şimdi parmakları beceriksizdi. Yarattığı heykelcikler artık mükemmel değildi. Kiminin kolları çok kısaydı, kiminin bacakları eşit uzunlukta değildi, kiminin sırtı kamburdu. Obatala bu farklılıkları göremeyecek kadar sarhoştu. Obatala birbiri ardı sıra heykelcikler şekillendirmeyi sürdürdü. Bir zaman sonra, yarattığı balçık heykelciklerin sayısını yeterli buldu.
Sonra da, Obatala gökyüzünün hâkimine, "Bana bir baba gibi olan sen, Olorun, beni işit! Balçıktan heykelcikler yaptım, ama yalnız sen onlara soluk üfleyebilir, onları canlı insanlar haline getirebilirsin. İfe'de insan dostlarımın olması için, senden, benim hatırıma bunu yapmam istiyorum" diye seslendi.
Bunun üzerine Olorun, Obatala'nın yarattığı heykelciklere soluk üfledi. Heykelcikler hareket eden, düşünen insanlar haline geldiler. Obatala'nın evini gördüklerinde, onlar da kendilerine evler yaptılar ve evlerini Obatala'nın evinin yakınına yerleştirdiler. Böylece, eskiden tek bir evin bulunduğu îfe'de ilk Yoruba köyünü kurmuş oldular.
Palmiye şarabının etkisi geçince, Obatala sarhoşken şekillendirdiği heykelciklerin kusurlu olduğunu gördü. Kederli bir yürekle, "Bir daha şarap içmeyeceğime söz veriyorum!" diye konuştu. "Ayrıca, kendimi sarhoşluğum yüzünden acı çeken insanları korumaya adayacağım". Ve Obatala bedensel kusurlu olarak doğan tüm insanların koruyucusu oldu.
Halk refaha erdi, ife'deki Yoruba köyü büyüyerek bir kent oldu. Demir daha ortalıklarda yoktu o zamanlar, bu yüzden Obatala halkına bakır bir bıçak ve tahta bir çapa verdi. Yoruba halkı toprağı ekime hazır hale getirdi ve tatlı patates, tahıl yetiştirdi.
Sonunda, Ife kentini yönetmek Obatala'yı sıktı. Bunun üzerine, altın zincirden yukarıya tırmandı ve gökyüzündeki evine geri döndü. O günden sonra, zamanını gökyüzündeki eviyle Yoruba kentindeki evi arasında geçirdi.
Tanrılar, Obatala'nın yeryüzünde yarattığı kenti durmadan anlatmasından yılgınlık duymadılar. Tanrıların birçoğu, ife hakkında duyduklarından etkilenerek, gökyüzü evlerinden ayrılıp yeryüzünde insanlar arasında yaşamaya karar verdi. Bu tanrılar gökyüzünden ayrılma hazırlıkları yaparlarken, gökyüzünün hâkimi onlara öğüt verdi. "Unutmayın" dedi Olorun, "İfe'de aralarında yaşayacağınız insanlara karşı bazı yükümlülükleriniz olacak. Onların dualarını dinlemeli ve onları korumalısınız. Herbirinize, orada yaşadığınız sürece yerine getirmeniz gereken belli bir görev vereceğim."
Ne var ki, Obatala'nın İfe'deki başarısından hoşnut olmayan bir tanrı da vardı. Obatala sağlam toprağı ve krallık ülkesinde Yoruba kentini oluştururken, denizin hâkimi tanrıça Olokun'a danışmamıştı. Denizin hâkimi Obatala'nın, gökyüzünün büyük tanrılarından birisinin yetkilerine el koyduğunu ve krallık ülkesinin büyük bir kısmını yönettiğini gördükçe küplere bindi. Sonunda, onurunun kırılmasının Öcünü almak amacıyla bir plan hazırladı.
Olokun, Obatala'nın gökyüzündeki evine dönmesini bekledi. Sonra da engin okyanusun büyük dalgalarını topladı ve dalgaları, Obatala'nın yarattığı toprağa akın yapmaya gönderdi. Dalgalar, göz alabildiğince uzak yerler yine su altında kalıncaya dek, birbiri ardı sıra yeryüzüne aktı ve sonunda, okyanusun dalgalarının arkasında yalnızca bataklık kaldı. Tüm palmiye ağaçları köklerinden sökülmüş bir biçimde, su üstünde yüzmekdeydi. Tatlı patatesler çürüdü ve ölü balıklar gibi denizin yüzeyinde oraya buraya sürüklendi. İnsanlar tarlalarında, korularında ve evlerinde boğularak öldüler.
Sağ kalabilen insanlar tepelere kaçtılar ve Obatala'yı yardıma çağırdılar, ama Obatala aşağıdaki dalgaların çıkardığı gürültü nedeniyle onları duyamadı. Bunun üzerine, aralarında yaşayan tanrı Eşu'yu aradılar. Eşu'nun Obatala'ya ve Olorun'a haber götürebileceğini biliyorlardı. Eşu'ya, "Ne olur gökyüzünün krallığına git" diye yalvardılar "ve büyük tanrılara, korkunç tufanın bizi mahvettiğini haber ver!"
Eşu, "Eğer gökyüzü tanrılarından birisinin sizi dinlemesini istiyorsanız, haberle birlikte bir kurban yollamalısınız" diye karşılık verdi.
Halk Obatala'ya bir keçi kurban etti ve "Bu keçiyi Obatala'ya yiyecek olarak gönderiyoruz" dedi.
"Bu yeterli değil" dedi Eşu, "Size yapacağım yardımın karşılığı olarak bir armağan almayı ben de hak ettim."
Halk Eşu'ya da bir kurban sununca, Eşu zincirden yukarıya tırmandı ve Obatala'ya, Olokun'un İfe'yi ve yeryüzünün geri kalan kısmını nasıl sular altında bıraktığını anlattı.
Obatala, Olokun'la nasıl başa çıkacağını bilmiyordu; bu yüzden, Orunmila'ya akıl danıştı. Orunmila, "Sen burada gökyüzünde kal, ben İfe'ye ineyim. Sulann geri çekilmesini ve toprağın tekrar ortaya çıkmasını sağlayabilirim" diye konuştu.
Sonra, Orunmila altın zincirin yardımıyla aşağıya, İfe'yi ve yeryüzünü kaplayan sulara indi, özel bilgisini kullanarak, dalgaların kesilmesini ve suların geri çekilmesini sağladı. Dalgalar kesilir kesilmez bataklığı kuruttu ve Tanrıça Olokun'un, Obatala'ya kaptırdığı bölgeyi geri alma girişimlerine bir son verdi.
Tufandan sağ çıkan insanlar Orunmila'yı kahramanları olarak selamladılar; ona kendileriyle birlikte kalması ve kendilerini koruması için yalvardılar. Orunmila İfe'de kalmaya istekli değildi; ama yine de, orada yaşayan tanrılara ve insanlara, göremedikleri güçlere hâkim olabilmeleri için geleceği önceden nasıl bilebileceklerini öğretmeye yetecek kadar kalmayı kabul etti. Bu sürenin sonunda, Orunmila gökyüzündeki evine geri döndü; ama Obatala gibi, o da İfe'de hayatın nasıl gittiğini öğrenmek amacıyla sık sık altın zincirden aşağıya indi.
Denizin hâkimi, gökyüzünün hâkimiyle eşit konumda kalabilmek için, son bir girişimde daha bulundu. Olokun usta bir dokumacıydı; dokuduğu kumaşları boyamakta da aynı ölçüde becerikliydi. Bu nedenle, denizin hâkimi gökyüzünün hâkimine, bir dokuma yarışmasında kendisine meydan okuduğunu bildiren bir haber gönderdi.
Olorun kendi kendine, "Olokun benden çok daha iyi bir dokumacı; ama yine de, ona herhangi bir alanda benden daha üstün olduğunu bilmekten mutlu olmasına izin veremem. Eğer böyle davranırsam, Tarıça Olokun diğer konulardaki yeteneklerini de ortaya sürecektir ve bu durum, baştan başa tüm evrende bugün var olan düzeni bozacaktır. Bir şekilde, meydan okuyuşunu kabul etmiş gibi görünmeliyim; ama yine de, yarışmaya katılmaktan uzak durmalıyım. Şimdi, bu işi nasıl başarabilirim?" diye konuştu.
Olorun düşündü, düşündü. Birden gözleri parladı. Yüzün¬ de bir gülümsemeyle, habercisi bukalemunu yanına çağırdı. "Denizin hâkimi Olokun'un huzuruna çık" diye emretti, "ve ona şu haberi ilet; 'Gökyüzünün hâkimi denizin hâkimini selamlıyor. Dokuduğunuz kumaşlardan örnekleri habercisine göstermenizi rica ediyor. Bukalemun becerinizi değerlendirsin. Eğer dokumanız iddia ettiğiniz kadar güzelse, gökyüzünün hâkimi önerdiğiniz yarışmada sizinle yarışacaktır".
Bukalemun altın zincirden aşağıya indi ve Olorun'un haberini tanrıçaya iletti.
Olokun Olorun'un isteğini seve seve kabul etti. Sonra parlak yeşil bir etek giydi ve bir de ne görsün: Bukalemun parlak yeşilin güzel bir tonuna girmişti. Sonra, tanrıça parlak turuncu bir etek giydi ve bir de ne görsün: Bukalemun parlak turuncunun güzel bir tonuna girmişti. Daha sonra da, Tanrıça parlak kırmızı bir etek giydi ve bir de ne görsün: Bukalemun parlak kırmızının güzel bir tonuna girmişti. Tanrıça, birbiri ardı sıra çeşitli parlak renklerde etekler giydi ve her defasında, bukalemun tanrıçanın giyindiği eteğin rengine kesti. Ve sonunda tanrıça Olokun pes etti.
Tanrıça kendi kendine, "Olorun'un habercisi kadar sıradan birisi en iyi dokumalarımın parlak renginin bir eşini ortaya koyabiliyorsa, tanrıların en büyüğüyle boy ölçüşmeyi nasıl aklımdan geçirebilirim!" dedi.
Sonra bukalemuna şöyle seslendi: "Efendine, denizin hâkiminin gökyüzünün hâkimini selamladığını söyle. Dokumada ve diğer işlerde üstünlüğünü kabul ettiğimi bildir. Kuşkusuz, Olorun tanrıların en büyüğüdür!"
İşte böylece, denizin hâkimiyle gökyüzünün hâkimi arasında barış yeniden sağlandı ve bu barış evrendeki düzenin temellerini sağlamlaştırdı.
Donna Rosenberg'in Dünya Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.