6 Eylül 2023 Çarşamba

Afrika Söylenceleri-Nijerya

 



Evrenin ve İfe'nin Yaratılışı: Sunuş


Yoruba halkı, kökleri Nijer Irmağı'nın hemen kuzeyinde, teknoloji ve sanat açısından gelişkin bir halkın yaşadığı MÖ 300 yıllarına dek uzanan önemli bir Afrika kültürünü temsil eder. Günümüzde, Nijerya'nın güneybatı köşesinde, Dahomey (Fon) sınırından, kuzeyde Nijer Irmağı'na dek uzanan bir alanda on milyonu aşkın Yoruba yaşamaktadır. (Fon söylencesi olan "Sag-bata ile Sogbo arasındaki Kavga"nın önsözünde, Dahomey kültürü konu edilmiştir.)


Eski Yunanlar gibi Eski Yorubalar da geniş kültürlerinden çok, içinde yaşadıkları kent-devletiyle tanınmışlardır. Aynı biçimde, bir Yoruba kent-devletinin bir komşu kültürle olduğu kadar, başka bir Yoruba kent-devletiyle de savaşması olasıdır.

Tarihte, "îfe" en önemli Yoruba kentidir; kutsal bir kent olarak kabul edilir. Dinsel düşünceler İfe'de ortaya çıkmış, gelişmiş; ife'den diğer kent-devletlerine yayılmış; Yoruba halkının dinsel kehanet sistemi Batı Afrika'nın diğer kültürlerine bile ulaşmıştır.


Yoruba halkının mitolojisinde, aşağıda anlatılacak olan yaratılış söylencesinin özneleri olan büyük tanrılardan, yerel köyleri ve bölgeleri koruyan ikinci derecede tanrılara kadar yüzlerce tanrı yer almaktadır.


Yoruba tanrıları dış görünüş, düşünce ve yaşam biçimleriyle insansı özellikler taşırlar. Birbirleriyle kalabalık bir insan ailesinin üyeleri gibi ilişki kurar; aşk, kıskançlık, öfke ve sevgi duyarlar. Onlar da insanları sever ve onlarla birlikte yeryüzünde vakit geçirmekten hoşlanırlar. Bu nedenle, insanların sorunlarına karşı duyarlı olmaları ve onların dualarını kabul etmeleri şaşırtıcı değildir.


Yoruba yaratılış söylencesi, diğer kültürlerin yaratılış söylenceleriyle ilginç bir benzerlik içindedir, örneğin, toprağın yaratılışı Japon yaratılış söylencesine, insanların yaratılışı Çin yaratılış söylencesine, tufanın ortaya çıkışı Yunan, Sümer/Babil ve İskandinavya tufan söylencelerine benzer biçimde olmaktadır. Bu söylencenin tanrılarından hoşlanırız; çünkü tanrılar, başta yaratıcı zekâ ve başkalarıyla ilgilenme olmak üzere davranışlarıyla insan doğasının en önemli niteliklerini sergilerler.


Yoruba yaratılış efsanesi, editörlüğünü Horald Courlander' ın yaptığı The Treasury of African Folklore (1975) adlı eserde yer almıştır. Dikkate değer bir Yoruba araştırmacısı olan Courlander, bunun dışındaki Yoruba söylencelerini Tales of Yoruba Gods and Heros'ta (1973) (Yoruba Tanrıları ve Kahramanlık Öyküleri) anlatmıştır.



Başlıca Tanrılar


Olorun: Gökyüzünün hâkimi; güneşin yaratıcısı; en güçlü ve en bilge tanrı.

Orunmila: Olorun'un en büyük oğlu; kehanet tanrısı; Obatala'nın danışmanı.

Obatala: Olorun'un gözdesi; toprağın ve insanların yaratıcısı.

Olokun: Denizin hâkimi.

Eşu: Haberci tanrı.


Evrenin ve îfe'nin Yaratılışı


Başlangıçta evren yukarıda gökyüzünden, aşağıda su ve ıssız bataklıktan oluşmaktaydı. En büyük gücün ve en yüce bilginin sahibi tanrı Olorun gökyüzüne ve tanrıça Olokun uçsuz bucaksız sulara ve ıssız bataklıklara hükmederdi. Hiçbir yerde bitki, hayvan ve insanlar olmasa da, Olokun, ülkesinden hoşnuttu.

Ancak genç tanrı Obatala, aşağıdaki krallıktan hoşnut değildi. Gökyüzünden bakıp, "aşağıdaki dünyada yararlı bir şey gerek! Her şey sular altında; çevreyi canlandırmak için tek bir canlı yok! Gidip Olorun'la konuşmalıyım; bakalım durumu iyileştirmek için ne yapılabilir" diye söylendi.


Obatala, Olorun'a, "Zavallı Olokun'un bütün hükmettiği bataklıktan, sisten, sudan başka ne! Tanrıçaya ülkesinde dağlar ve vadiler, ormanlar ve tarlalar gerek. Sağlam toprağın üzerinde her çeşit canlı ve bitki yaşayabilir" dedi.


Olorun, "Haklısın; sağlam toprak, bu uçsuz bucaksız sudan çok daha iyidir. Ama toprağı kim yaratabilir? Ve nasıl?" diye karşılık verdi.


"Senin izninle" dedi Obatala, "toprağı ben yaratacağım." Olorun da, "Obatala, istediğin her şeyi sana vermekten hep sevinç duydum" dedi. "Bilirsin, seni oğlum gibi severim." Bunun üzerine Obatala, Olorun'un, kehanette bulunma yetisini elinde tutan en büyük oğlu Orunmila'nın evine gitti. Orunmila içlerinde yazgı ve geleceğin de bulunduğu varoluşun gizlerinden haber verebilirdi.


Obatala Orunmila'ya, "Babam, uçsuz bucaksız sudan ve ıssız bataklıktan başka hiçbir şeyin bulunmadığı ülkede sağlam toprak yaratmama izin verdi. Üstün bilginle, tasarıma nasıl başlayacağımı öğretebilirsin. Toprağı, ürün yetiştirebilen ve köyler kurabilen canlı varlıklarla donatmak istiyorum" dedi.

Orunmila da, "Her şeyden önce Obatala, yukarıdaki gökyüzünden aşağıdaki sulara ulaşacak uzunlukta bir altın zincir elde etmelisin. Daha sonra bir salyangoz kabuğunu kumla doldurmalısın. Son olarak da, bu kabukla birlikte beyaz bir tavuğu, siyah bir kediyi ve bir palmiye cevizini bir çuvalın içine koymalısın; zincir yardımıyla ıssız bataklığa inerken bu çuvalı yanında taşımalısın. Tasarını nasıl başlatman gerektiğine ilişkin öğüdüm işte bu" dedi.


"Teşekkürler, Orunmila" dedi Obatala, "kuyumcuyu bulacağım ve bir an önce işe başlayacağım."


Kuyumcu, "Bana, bu işi yapmaya yetecek kadar altın getirirsen, ihtiyaç duyduğun uzunlukta bir zincir yaparım. Gökyüzünde yeteri kadar altın bulacağını sanmam. Ama yine de, her bir tanrıya ve tanrıçaya gidip ellerindeki altının tümünü bir iste; umarım bu işi başarırsın. Hadi rastgele!" dedi.

Obatala, bir bir tanrıların yanına gitti. Gittiği her tanrıya, "sudan ve ıssız bataklıktan başka hiçbir şeyin bulunmadığı ülkede sağlam toprak yaratmayı tasarlıyorum. Sonra da, bu toprak üzerinde yaşayacak olan her türden bitki ve varlığı yaratacağım. İşe başlamadan önce kuyumcuya, yukarıdaki gökyüzünden aşağıdaki sulara ulaşacak uzunlukta bir altın zincir yaptırmam gerek. Sahip olduğun altınların tümünü bana bağışlayabilir misin?" dedi.


Tanrılar Obatala'nın amacını iyi karşıladılar. Ona altın gerdanlıklarını, altın bileziklerini, altın yüzüklerini, hatta altın tozlarını verdiler.


Kuyumcu, Obatala'nın topladığı altınları inceledikten sonra, "Daha fazla altın toplayamaz mısın? Bu getirdiklerin yeterli değil" dedi.

Obatala da, "Elimden geleni yaptım" diye yanıt verdi. "Gökyüzündeki her tanrıdan, her tanrıçadan istedim. Hepsi ellerindeki altının tümünü verdi. Yapabileceğin kadar uzun ve bir ucu çengelli bir zincir yap" dedi.


Zincir hazır olunca Obatala, Orunmila'nın yardımıyla, zincirin bir ucunu gökyüzünün köşesine çengelledi ve zinciri çok çok uzaktaki sulara doğru sarkıttı. Orunmila kumla doldurulmuş salyangoz kabuğunu, beyaz tavuğu, siyah kediyi ve palmiye cevizini Obatala'nın eline verdi. Obatala bunların hepsini birer birer çuvala koydu ve çuvalı omuzuna attı. Sonra Orunmila' ya veda etti ve altın zincirden aşağıya inmeye koyuldu.


Obatala aşağıya indi, indi, indi. Yolun daha yarısına geldiğinde, aydınlık dünyayı bırakıp alacakaranlık dünyaya girmekte olduğunu gördü.


Obatala tekrar aşağıya indi, indi, indî. Zincirin ucuna geldiğinde, soğuk ve nemli sisin varlığını üzerinde duyumsadı, deniz üzerinde birbiriyle çarpışan dalgaların sesini duydu. Bununla birlikte, okyanusun henüz çok yukarısında olduğunu anlıyordu.


"Buradan aşağıya atlayamam" diye düşündü. "Uzaklık o kadar fazla ki atlarsam boğulurum."

Sonra, Orunmila çok uzaktaki gökyüzünden, "Obatala! Salyangoz kabuğunun içindeki kumu kullan!" diye seslendi.

Obatala yanındaki çuvala elini uzattı, çuvalın içindeki salyangoz kabuğunu çıkardı, kabuğun içindeki kumu aşağıdaki sulara boşalttı.

Bu işi daha bitirmemişti ki, Orunmila'nın sesi bir daha duyuldu: "Obatala! Beyaz tavuğu salıver!''

Obatala yanındaki çuvala elini uzattı, çuvalın içindeki beyaz tavuğu çıkardı ve üzerine kum döktüğü sulara bıraktı.

Tavuk kanatlarını çırptı, kumlu toprakların üzerine kondu ve konar konmaz eşelenerek kumu etrafa dağıttı. Kum nereye dağılmışsa orada kuru toprağı oluşturdu. Büyük kum yığınları tepeleri, küçük kum yığınları vadileri oluşturdu.

Obatala altın zincirin ucunu bıraktı ve yere atladı. Üzerine ayak bastığı yere "İfe" adını verdi. Kendi yarattığı sağlam toprağın üzerinde sevinçle dolaştı. Artık toprak, dört bir yanda gözünün göremeyeceği kadar uzaklara uzanmaktaydı. Gerçi toprak hâlâ canlılıktan yoksundu; ama bu daha bir başlangıçtı.


Obatala kuru toprakta bir çukur kazdı ve palmiye cevizini toprağa gömdü. Hemen oracıkta bir palmiye ağacı bitti ve hemen tam büyüklüğüne erişti. Erişkin ağaç, toprağın üzerine palmiye cevizlerini bıraktı. Yere düşen palmiye cevizleri de hemen oracıkta ağaç oluverdi. Obatala ağaç kabuklarından kendisine bir ev yaptı ve evin damını palmiye yapraklarıyla kapladı. Sonra siyah kedisiyle birlikte İfe'deki evine yerleşti.


Olokun, Obatala'nın tasarıyı nasıl yürüttüğünü görmek istedi. Bunun için, uşağı bukalemunu altın zincirden aşağıya gönderdi.


Bukalemun aşağıya ulaşınca, Obatala ona, "Gökyüzünün hâkimi Olorun'a, yarattığım topraktan ve üzerine diktiğim bitkilerden hoşnut olduğumu bildir. Ama burası her zaman karanlık. Göğün aydınlığını çok arıyorum" dedi.


Bukalemun, Obatala'nın haberini Olorun'a iletince, gökyüzünün hâkimi gülümsedi ve "Obatala, senin için güneşi yaratacağım" dedi. Olorun gökyüzüne güneşi yuvarladı ve güneş, gökyüzünün bir ucundan diğer ucuna yaptığı günlük yolculuk sırasında, İfe ülkesi üzerine ışık ve sıcaklık saçtı.


Günler geçti. Aylar geçti. Obatala dost olarak yalnızca siyah kedisiyle birlikte, kendi yarattığı toprağın üzerinde yaşamını sürdürdü. Sonra bir gün geldi; kendi kendine, "Kedimi seviyorum, ama onunla beraberlik bana yetmiyor. Bana daha çok benzeyen varlıklar, ife’de benimle birlikte yaşasalardı, daha mutlu olurdum. Bakalım, bu konuda ne yapabileceğim" diye konuştu.


Obatala toprağı kazmaya başladı. Eline aldığı toprağın topaklandığını gördü, çünkü kazdığı toprak balçıktı. Balçıkla kendisinin tıpatıp aynısı heykelcikler biçimlendirdikçe keyifleniyordu. Heykelcikleri bir bir tamamladı ve kurumaları için bir yana bıraktı. Obatala öyle bir coşkuyla çalıştı ki, ne kadar yorgun ve susuz olduğunun ayrımına varmadı.


Sonunda yorgunluk kendisini duyumsattı. "Biraz şarap içsem iyi olacak!" diye düşündü. Obatala en son yaptığı balçık heykelciği yere koydu ve palmiye cevizinin suyundan şarap yapmaya gitti. Obatala palmiye cevizinin mayalanmış suyundan kaselerce içti, çünkü çok susamıştı. Hiç farkında olmadı, ama şarap onu sarhoş etmişti.


Obatala balçık heykelcikler yapma işine geri döndü, fakat şimdi parmakları beceriksizdi. Yarattığı heykelcikler artık mükemmel değildi. Kiminin kolları çok kısaydı, kiminin bacakları eşit uzunlukta değildi, kiminin sırtı kamburdu. Obatala bu farklılıkları göremeyecek kadar sarhoştu. Obatala birbiri ardı sıra heykelcikler şekillendirmeyi sürdürdü. Bir zaman sonra, yarattığı balçık heykelciklerin sayısını yeterli buldu.


Sonra da, Obatala gökyüzünün hâkimine, "Bana bir baba gibi olan sen, Olorun, beni işit! Balçıktan heykelcikler yaptım, ama yalnız sen onlara soluk üfleyebilir, onları canlı insanlar haline getirebilirsin. İfe'de insan dostlarımın olması için, senden, benim hatırıma bunu yapmam istiyorum" diye seslendi.


Bunun üzerine Olorun, Obatala'nın yarattığı heykelciklere soluk üfledi. Heykelcikler hareket eden, düşünen insanlar haline geldiler. Obatala'nın evini gördüklerinde, onlar da kendilerine evler yaptılar ve evlerini Obatala'nın evinin yakınına yerleştirdiler. Böylece, eskiden tek bir evin bulunduğu îfe'de ilk Yoruba köyünü kurmuş oldular.


Palmiye şarabının etkisi geçince, Obatala sarhoşken şekillendirdiği heykelciklerin kusurlu olduğunu gördü. Kederli bir yürekle, "Bir daha şarap içmeyeceğime söz veriyorum!" diye konuştu. "Ayrıca, kendimi sarhoşluğum yüzünden acı çeken insanları korumaya adayacağım". Ve Obatala bedensel kusurlu olarak doğan tüm insanların koruyucusu oldu.


Halk refaha erdi, ife'deki Yoruba köyü büyüyerek bir kent oldu. Demir daha ortalıklarda yoktu o zamanlar, bu yüzden Obatala halkına bakır bir bıçak ve tahta bir çapa verdi. Yoruba halkı toprağı ekime hazır hale getirdi ve tatlı patates, tahıl yetiştirdi.


Sonunda, Ife kentini yönetmek Obatala'yı sıktı. Bunun üzerine, altın zincirden yukarıya tırmandı ve gökyüzündeki evine geri döndü. O günden sonra, zamanını gökyüzündeki eviyle Yoruba kentindeki evi arasında geçirdi.


Tanrılar, Obatala'nın yeryüzünde yarattığı kenti durmadan anlatmasından yılgınlık duymadılar. Tanrıların birçoğu, ife hakkında duyduklarından etkilenerek, gökyüzü evlerinden ayrılıp yeryüzünde insanlar arasında yaşamaya karar verdi. Bu tanrılar gökyüzünden ayrılma hazırlıkları yaparlarken, gökyüzünün hâkimi onlara öğüt verdi. "Unutmayın" dedi Olorun, "İfe'de aralarında yaşayacağınız insanlara karşı bazı yükümlülükleriniz olacak. Onların dualarını dinlemeli ve onları korumalısınız. Herbirinize, orada yaşadığınız sürece yerine getirmeniz gereken belli bir görev vereceğim."


Ne var ki, Obatala'nın İfe'deki başarısından hoşnut olmayan bir tanrı da vardı. Obatala sağlam toprağı ve krallık ülkesinde Yoruba kentini oluştururken, denizin hâkimi tanrıça Olokun'a danışmamıştı. Denizin hâkimi Obatala'nın, gökyüzünün büyük tanrılarından birisinin yetkilerine el koyduğunu ve krallık ülkesinin büyük bir kısmını yönettiğini gördükçe küplere bindi. Sonunda, onurunun kırılmasının Öcünü almak amacıyla bir plan hazırladı.


Olokun, Obatala'nın gökyüzündeki evine dönmesini bekledi. Sonra da engin okyanusun büyük dalgalarını topladı ve dalgaları, Obatala'nın yarattığı toprağa akın yapmaya gönderdi. Dalgalar, göz alabildiğince uzak yerler yine su altında kalıncaya dek, birbiri ardı sıra yeryüzüne aktı ve sonunda, okyanusun dalgalarının arkasında yalnızca bataklık kaldı. Tüm palmiye ağaçları köklerinden sökülmüş bir biçimde, su üstünde yüzmekdeydi. Tatlı patatesler çürüdü ve ölü balıklar gibi denizin yüzeyinde oraya buraya sürüklendi. İnsanlar tarlalarında, korularında ve evlerinde boğularak öldüler.


Sağ kalabilen insanlar tepelere kaçtılar ve Obatala'yı yardıma çağırdılar, ama Obatala aşağıdaki dalgaların çıkardığı gürültü nedeniyle onları duyamadı. Bunun üzerine, aralarında yaşayan tanrı Eşu'yu aradılar. Eşu'nun Obatala'ya ve Olorun'a haber götürebileceğini biliyorlardı. Eşu'ya, "Ne olur gökyüzünün krallığına git" diye yalvardılar "ve büyük tanrılara, korkunç tufanın bizi mahvettiğini haber ver!"

Eşu, "Eğer gökyüzü tanrılarından birisinin sizi dinlemesini istiyorsanız, haberle birlikte bir kurban yollamalısınız" diye karşılık verdi.


Halk Obatala'ya bir keçi kurban etti ve "Bu keçiyi Obatala'ya yiyecek olarak gönderiyoruz" dedi.


"Bu yeterli değil" dedi Eşu, "Size yapacağım yardımın karşılığı olarak bir armağan almayı ben de hak ettim."


Halk Eşu'ya da bir kurban sununca, Eşu zincirden yukarıya tırmandı ve Obatala'ya, Olokun'un İfe'yi ve yeryüzünün geri kalan kısmını nasıl sular altında bıraktığını anlattı.


Obatala, Olokun'la nasıl başa çıkacağını bilmiyordu; bu yüzden, Orunmila'ya akıl danıştı. Orunmila, "Sen burada gökyüzünde kal, ben İfe'ye ineyim. Sulann geri çekilmesini ve toprağın tekrar ortaya çıkmasını sağlayabilirim" diye konuştu.


Sonra, Orunmila altın zincirin yardımıyla aşağıya, İfe'yi ve yeryüzünü kaplayan sulara indi, özel bilgisini kullanarak, dalgaların kesilmesini ve suların geri çekilmesini sağladı. Dalgalar kesilir kesilmez bataklığı kuruttu ve Tanrıça Olokun'un, Obatala'ya kaptırdığı bölgeyi geri alma girişimlerine bir son verdi.


Tufandan sağ çıkan insanlar Orunmila'yı kahramanları olarak selamladılar; ona kendileriyle birlikte kalması ve kendilerini koruması için yalvardılar. Orunmila İfe'de kalmaya istekli değildi; ama yine de, orada yaşayan tanrılara ve insanlara, göremedikleri güçlere hâkim olabilmeleri için geleceği önceden nasıl bilebileceklerini öğretmeye yetecek kadar kalmayı kabul etti. Bu sürenin sonunda, Orunmila gökyüzündeki evine geri döndü; ama Obatala gibi, o da İfe'de hayatın nasıl gittiğini öğrenmek amacıyla sık sık altın zincirden aşağıya indi.


Denizin hâkimi, gökyüzünün hâkimiyle eşit konumda kalabilmek için, son bir girişimde daha bulundu. Olokun usta bir dokumacıydı; dokuduğu kumaşları boyamakta da aynı ölçüde becerikliydi. Bu nedenle, denizin hâkimi gökyüzünün hâkimine, bir dokuma yarışmasında kendisine meydan okuduğunu bildiren bir haber gönderdi.


Olorun kendi kendine, "Olokun benden çok daha iyi bir dokumacı; ama yine de, ona herhangi bir alanda benden daha üstün olduğunu bilmekten mutlu olmasına izin veremem. Eğer böyle davranırsam, Tarıça Olokun diğer konulardaki yeteneklerini de ortaya sürecektir ve bu durum, baştan başa tüm evrende bugün var olan düzeni bozacaktır. Bir şekilde, meydan okuyuşunu kabul etmiş gibi görünmeliyim; ama yine de, yarışmaya katılmaktan uzak durmalıyım. Şimdi, bu işi nasıl başarabilirim?" diye konuştu.


Olorun düşündü, düşündü. Birden gözleri parladı. Yüzün¬ de bir gülümsemeyle, habercisi bukalemunu yanına çağırdı. "Denizin hâkimi Olokun'un huzuruna çık" diye emretti, "ve ona şu haberi ilet; 'Gökyüzünün hâkimi denizin hâkimini selamlıyor. Dokuduğunuz kumaşlardan örnekleri habercisine göstermenizi rica ediyor. Bukalemun becerinizi değerlendirsin. Eğer dokumanız iddia ettiğiniz kadar güzelse, gökyüzünün hâkimi önerdiğiniz yarışmada sizinle yarışacaktır".


Bukalemun altın zincirden aşağıya indi ve Olorun'un haberini tanrıçaya iletti.


Olokun Olorun'un isteğini seve seve kabul etti. Sonra parlak yeşil bir etek giydi ve bir de ne görsün: Bukalemun parlak yeşilin güzel bir tonuna girmişti. Sonra, tanrıça parlak turuncu bir etek giydi ve bir de ne görsün: Bukalemun parlak turuncunun güzel bir tonuna girmişti. Daha sonra da, Tanrıça parlak kırmızı bir etek giydi ve bir de ne görsün: Bukalemun parlak kırmızının güzel bir tonuna girmişti. Tanrıça, birbiri ardı sıra çeşitli parlak renklerde etekler giydi ve her defasında, bukalemun tanrıçanın giyindiği eteğin rengine kesti. Ve sonunda tanrıça Olokun pes etti.


Tanrıça kendi kendine, "Olorun'un habercisi kadar sıradan birisi en iyi dokumalarımın parlak renginin bir eşini ortaya koyabiliyorsa, tanrıların en büyüğüyle boy ölçüşmeyi nasıl aklımdan geçirebilirim!" dedi.

Sonra bukalemuna şöyle seslendi: "Efendine, denizin hâkiminin gökyüzünün hâkimini selamladığını söyle. Dokumada ve diğer işlerde üstünlüğünü kabul ettiğimi bildir. Kuşkusuz, Olorun tanrıların en büyüğüdür!"

İşte böylece, denizin hâkimiyle gökyüzünün hâkimi arasında barış yeniden sağlandı ve bu barış evrendeki düzenin temellerini sağlamlaştırdı. 



Donna Rosenberg'in Dünya Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.

4 Eylül 2023 Pazartesi

İslami Dönemde Araplarda Bilim ve Eğitim-2

 



Araplar, Kur'an-ı Kerim ve İslamiyet


lslamiyet başlangıçta bir Arap uyanışı ve hareketiydi. Müslümanlar da (çok az kişi dışında) yalnızca Araplardan oluşuyordu. Müslüman ve Arap aynı anlamda kabul ediliyordu. Bu yüzden Hz. Ömer Müslüman olmayanların Arap Yarımadası'ndan çıkarılmalarını emretti. Böylece bütün yarımada halkı Müslümanlardan yani Araplardan oluştu.


Bilindiği üzere lslamiyet'in esası ve temeli Kur'an-ı Kerim'dir. Şu durumda Kur'an-ı Kerim'in desteklenmesi ve hükmünün daha geniş çevrelere yayılarak güçlendirilmesi, lslamiyet'in yerleşmesi ve kök salması demektir. Sahabeler, her geçen gün artan fetihlerle Rum ve lran ülkesini ele geçirip, kontrolleri altına alınca bu inanış iyice yerleşmiş ve Arapların dışında kimsenin egemen olmaması ve Kur'an-ı Kerim'den başka kitap okunmaması gereğine inanmışlardı. Bu düşünce Araplarda, özellikle Emeviler devrinde o kadar yaygınlaşmıştı ki, Araplardan olmayan diğer milletler gördükleri mahrumiyet, zulüm ve baskıdan dolayı Araplara düşman olmuşlardı.

lslam'ın ilk yıllarında, toplum içinde "lslam kendisinden önce gelen tüm şeyleri yok eder ve yıkar" genel inancı egemendi. Bu yüzden herkes Kur'an-ı Kerim'in kendisinden önce gelmiş olan tüm kitapların geçerliliğini ortadan kaldırdığından, ondan başka bir kitaba bakmamak gerektiğine inanıyordu. Gerçekte lslam dini, Müslümanlar arasında gerekli olan birlik ve beraberliğin güçlenmesi ve bu birliğin lslam'a bağlanması amacıyla, söz konusu dönemde, Kur'an-ı Kerim dışında ilahi kitaplarla ilgilenilmesini ve okunmasını tavsiye etmiyordu. "Ehl-i Kitap'tan olanlara (Hıristiyan ve Musevilere) ne inanınız ne de yalanlayınız. Bize ve size inen ilahi emirlere inanıyoruz, Allah'ımız birdir deyiniz" anlamında olan hadis buna delil olan hadislerden biridir. Bir gün Hz. Peygamber Hz. Ömer'in elinde Tevrat'tan bir parça gördü. Bunu gördüğüne o kadar gücendi ki, yüzünde bu gücenmenin izleri belirdi. Hz. Ömer'e hitaben "llahi emirleri apaçık ve tertemiz size getirmedim mi? Hz. Musa hayatta olsaydı bana bağlanmakta bir an duraksamazdı" buyurdular. "Sizden önce olan şeylerle bundan sonra olacak olanlar ve şimdiki zamanda aranızda düzeni sağlayacak hükümlerin hepsi Allah'ın kitabında mevcuttur." Sözleri de o tarihlerde halk arasında yayılmış hadislerdendi. Bunun etkisiyle Müslümanlar lslam dininin temelleri iyice sağlamlaşmadan ve kuralları tam yerleşip güçlenmeden Kur'an-ı Kerim dışında başka kitap ve bilimlerle uğraşmayı uygun görmediler. Bunun sonucu olarak Rum ve lran kitaplarından ele geçen şeylerin yok edilmesine çalışıldığı gibi, geçmiş devletlerin bıraktıklarından Kisranın sarayları ve ehramlar vs.'nin yıkımına da çaba sarf edildi. Şu duruma göre Arapların eski ilim hazinelerinden lskenderiye Kütüphanesi'ni veya bir diğerini yaktıkları iddia olunursa bu iddia asılsız görülmemelidir.


İskenderiye vs. Kütüphanelerin Yakılması Tartışması


Büyük lskender'in ölümünden sonra emrindeki komutanların kurdukları prensliklerden Mısır'da hüküm süren "Ptolemes" Hz. lsa'nın doğumundan önce üçüncü yüzyılda lskenderiye'de bir kütüphane kurarak o tarihte uygar yerlerden bilimsel kitapları toplatarak bu kütüphaneye koydurmuştu. Bunun ayrıntıları ileride gösterilecektir. Bu kütüphane lslam fetihleri devrine kadar, Romalılar devrinde birçok değişiklikler olmuş, yakılmış, yağmalanmış ve bu yüzden birçok kitap kaybolmuştu. Araplardan vs.'den olan tarihçiler bu kütüphanenin ne şekilde perişan hale geldiği konusunda çeşitli rivayetler aktarmışlardır. Bunlardan bazıları bu kütüphanenin Hz. Ömer'in emriyle Amr b. el-As tarafından yakıldığını iddia ederek, bu düşüncelerini veya tezlerini birtakım Arapça kaynaklara dayandırmışlardır. Bunların en ünlüleri Ebu'l- Ferec, Abdüllatif Ba'dadi, Makrizi, Hacı Halife'nin (Katib Çelebi) rivayetleridir. Diğer bazıları ise Arapların böyle bir hareketi yapmalarına imkan olmadığını ileri sürerek, lskenderiye Kütüphanesi'nin Müslümanlarca yakıldığı iddiasını reddederler. Biz de bundan yaklaşık 10 yıl önce yayımladığımız yeni Mısır tarihinde yazdığımız şekilde bu ikinci grupla aynı düşüncede bulunuyorduk. Ancak daha sonra lslamiyet ve lslam uygarlığı tarihi hakkında devam eden incelemelerimiz sonunda, gerçeği desteklemek amacıyla -aşağıda göstereceğimiz nedenlerden dolayı birinci grubun düşüncesini ve yorumunu daha uygun bulduk. Şöyle ki:


Öncelikle, yukarıda verdiğimiz bilgilerden anlaşılacağı üzere; Araplar lslamiyet'in ilk yıllarında, söylenilen Hadis-i Şerif'ler ve sahabenin önde gelenlerinin açık sözlerine dayanarak, lslam dinini desteklemek ve güçlendirmek amacıyla Kur'an-ı Kerim'den başka tüm kitapların imhasına çalışmışlardır.


İkincisi, Ebu'l-Ferec'in "Tarihu Muhtasari'd-Düvel" adındaki kitabında Amr b. el-As tarafından Mısırın fethi anlatılırken şu bilgiler veriliyor: "lskenderiye'nin ünlü alimlerinden olup mezhep farklılıklarından dolayı Rumlar tarafından baskı ve sıkıntıya uğratılmış olan Yuvannis (Yahya), lskenderiye'nin Amr el-As tarafından fetholunduğu zamana kadar yaşamıştır. Bir gün Amr'ın huzuruna çıkmak ister. Amr Yahya'nın ilim ve irfanını iyi bildiğinden onu çok iyi karşılayarak huzuruna alır. Amr akıllı, anlayışlı ve ileri görüşlü bir valiydi. Yahya'nın, Araplarca bilinmeyen felsefi düşüncelerini beğenerek kendisini yanından ayırmamaya çalıştı. Birgün Yahya Amr'a "lskenderiye'deki gelir vs.'i ele geçirdiniz. Size yararı olan şeylere karışmayız. Ancak size yararı olmayan şeyleri bize veremez misiniz?" der. Amr ne istediğini sorar. Yahya, kral kütüphanesinde bulunan bilimsel kitapların kendisine verilmesini ister. Amr "Müminlerin Emiri Hz. Ömer'den izin almadan bunları veremem" cevabını verir. Amr, Yahya'nın sözlerini ve isteğini belirten bir mektubu Hz. Ömer'e gönderir. Bunun üzerine Hz. Ömer'den gelen mektupta şu cümleler yer almıştır: "Belirttiğin kitaplara gelince; bunlar Allah'ın kitabına uygun şeylerden ise Allah'ın kitabı bizi, onlara muhtaç olmaktan korumuştur. Allah'ın kitabına aykırı şeylerse onlara zaten ihtiyaç yoktur. Bunları yak." Amr b. el-As, bu kitapları lskenderiye hamamlarına dağıtarak külhanlarda yaktırmaya başlamış ve altı ay içinde kitaplar tüketilmiştir. Bu olayı işitip de hayrete düşmemek mümkün değildir.


Yukardaki açık ve net cümlelere rağmen, söz konusu kütüphanenin Araplarca yakılmasını kabül etmeyen görüş sahipleri, bu rivayetleri reddederek, iddia sahiplerini de dini bağnazlıkla suçlarlar. Bu görüş sahipleri kütüphanenin yakılması iddiasını çürütmek için birçok kitap da yazmışlardır. Bunların ana düşüncesi kısaca şudur: lskenderiye kütüphanesinin yakılması olayını Amr b. el-As'a ilk kez dayandıran kişi olan Ebu'l-Ferec, Hıristiyanlık taassubuyla Müslümanlara iftirada bulunmak için bu iddiayı ortaya atmıştır. Hicri VII. yüzyılda (Mısır'ın Müslümanlarca fethinden beş yüzyıl sonra) yaşamış olan bu kişinin babası da Yahudiydi. Sonra Hıristiyan olmuştur. Ebu'l-Ferec Hıristiyanlık mezhebinde oldukça ilerlemiş ve piskoposluk derecesine kadar yükselmiştir. Daha sonra, Yunan, lran, Arap, Süryani kaynaklarından yararlanarak Süryanice bir tarih kitabı yazmış ve bunu Arapça olarak özetleyip adına "Muhtasanı'd­ Düvel" demiştir. Diyorlar ki: "Bu hikayeyi içeren ilk bilgileri veren ve Avrupa'da revac bulup yayımlanan ilk eser budur. lslam tarihçilerinden Abdüllatif Bağdadi, Makrizi ve Katip Çelebi'nin bu konuda verdikleri bilgiler bağımsız ve ayrı birer tarihi kaynak kabül edilemez. Makrizi, bu bilgileri Abdüllatif'ten olduğu gibi aktarmıştır. Katip Çelebi ise verdiği bilgilerde lskenderiye'den sözetmeyerek yalnız 'Araplar lslam'ın ilk yıllarında kendi dillerinden başak hiçbir ilme önem vermediklerini' söyler ve sonunda 'rivayete göre ülkeleri ele geçirdikleri sırada buldukları kitapları yakmışlardır,' der. Abdüllatif Bağdadi'ye gelince, bu zat lskenderiye'de bulunan 'Amude's-Suvari'nden (Fener Kalesi) söz ederken lskenderiye kütüphanesinin yakılması konusunda hiç araştırmadan ve ayrıntıya girmeden söz etmiştir. Kütüphanenin Araplarca yakılmadığı düşüncesinde bulunanların görüşüne göre; lskenderiye kütüphanesi lslamiyet'ten çok önce Romalılar tarafından yakılmıştır. Eğer Araplarca yakılmış olsaydı. lslam tarihçileri bu olayı yazarlardı."


Söz konusu kütüphanenin lslamiyet'ten önce kısmen yanmış olduğunu biz de inkar etmiyoruz. Ancak bunun bir kısmının lslamiyet'ten önce yanması geri kalanının da lslamiyet'ten sonra yanmasına engel oluşturmaz. Bu konuda bize ulaşan tarihi bilgilere gelince; bunu ilk aktaran sanıldığı gibi Ebu'l-Ferec değildir. Ebu'l-Ferec doğmadan 20 yıl kadar önce Abdüllatif Bağdadi, Mısır'a seyahat ederek Mısır hakkında bir kitap yazmış ve lskenderiye Kütüphanesi'nin Araplarca yakıldığını belirtmiştir. Ebü'l-Ferec (H. 622/1226) doğmuştur. Abdüllatif Bağdadi'nin Mısır'a seyahati ise H. 6. yüzyıl sonlarında olmuştur. Onun bu konudaki sözleri şöyledir: "Fener Kalesi'nin çevresinde bu direklerden işe yarar birtakım kalıntılar da gördüm ki, bunların bazıları sağlam bazıları kırıktı. Bu direklerin halinden vaktiyle üzerlerinde tavan olduğu anlaşılıyordu. Üzerinde bu direklere dayanan bir kubbe vardı. Bu yerin Aristotales'in ve kendisinden sonra öğrencilerinin eğitim ve öğretim gördükleri kubbealtı ve lskender tarafından lskenderiye şehri kurulduğu zaman inşa edilen "Daru'l-Ulüm" olduğunu sanıyorum. Hz. Ömer'in izniyle Amr b. el-As'ın yaktığı kütüphane işte bunun içindeydi.


Evet Abdüllatif Bağdadi'nin bu ifadeleri kısadır. Özel bir neden olmaksızın konuya eklenmiştir. Bununla birlikte bu sözler Bağdadi'nin, Ebü'I Ferec, diğerinden nasıl aktarmışsa, o yüzyılda güvenilen ve doğru bir kaynaktan almış gibi, doğruluğunda hiç kuşku duymadığını göstermiyor mu?


Ebü'l-Ferec'e gelince; bu zat Arapça Muhtasarü'd-Düvel adındaki kitabını hayatının son günlerinde tamamlamıştır (ö.684). Bu kitap Ebü'l-Ferec'in Süryanice yazdığı tarihin, yalnız lslam fetihleriyle ilgili bilgilerinin bir özetidir. Çünkü Arapça yazılmış tarih kitabına, lslamiyet, Moğollar, Rum, Arap edebiyat ve bilim tarihiyle ilgili olan ve lbranice yazılmış tarihinde yer almayan birçok bilgi eklenmiştir. Süryanice kitapta yer alan bilgiler yalnızca lslam fetihleriyle ilgilidir. Şu durumda, Süryanice olan nüshada lskenderiye kütüphanesinin yakılması olayından söz edilmesi, bunun Arapça nüshasının aslında yazılmış olmasına veya bazılarının zannnettikleri gibi daha sonra gelenlerden biri tarafından oraya sokuşturulmuş bulunmasına işaret etmez. Yukarıda belirttiğimiz gibi, yazar; Arapça kitabına Rum ve Arap edebiyatıyla ilgili birçok şeyler eklemiş ve bu yüzden olayla ilgili bir bağlantı kurmuştur. Bu nedenle de lskenderiye kütüphanesinden söz etmeyi gerekli görerek yakılışından söz etmiştir. Bu konuda yaptığımız araştırma ve incelemeler sonunda Ebü'l-Ferec'in bu bilgileri kendisinden 40 yıl önce ölmüş olan, Müslüman bir tarihçiden aktardığı ortaya çıkıyor. Bu kişi kadı-i ekrem adıyla bilinen Halep veziri Cemalettin Ebü'l-Hasan Ali b. Yusuf b. lbrahim Kıfti'dir. Bu zat H. 565 yılında Mısır Said'inde bulunan Kıft şehrinde doğmuş ve 646 yılında Halep'te ölmüştür. Bu zatın yazdıkları kitaplar arasında Kahire'de Hidiv Kütüphanesi'nde H. 1197 yılında yazılmış el yazısı Teracimü'l-Hükema adında bir kitabını gördük. Bu kitapta Ebü'l-Ferec tarafından verilen bilgilerle aynı anlamda ancak daha detaylı bilgi verildikten başka lskenderiye kütüphanesinin kurulması tarihinden itibaren geçirdiği değişiklikler çerçevesinde açıklamalarda bulunuluyor. Söz konusu kitapta gördüğümüz bilgiler aynen şöyledir:


"Yahya, Amr b. el-As tarafından Mısır ve lskenderiye fetholunduğu zamana kadar yaşamıştı. Bu bölge Müslümanların eline geçtikten sonra Yahya Amr'ın huzuruna çıktı. Amr b. el-As Yahya'nın ilim ve irfandaki yerini, inancını, Hıristiyanlarla olan hayat hikayesini bildiğinden kendisine özel bir yer ayırdı. Yahya'nın teslisin iptali ve alemin inkizası hakkındaki düşüncelerini dinledi. Bunları beğendiği gibi, Araplarca o güne kadar bilinmeyen çeşitli konulardaki bilgi ve hikmetli sözlerine de hayran kaldı. Amr; akıllı, sözden anlar, doğru ve isabetli fikir sahibi biriydi. Yahya'yı yanına aldı. Yakınından ayırmadı. Bir gün Yahya, Amr'a der ki: 'lskenderiye'de tüm gelirleri ele geçirdiniz. Bulduğunuz her şeye el koydunuz. Bunlardan size yararı olanlara karışmak istemem ancak bir şeyin size yararı yoktur. Bunların bizim olması gerekmez mi? Bunları bize veriniz.' Amr "ne istiyorsun?" diye sorar. Yahya 'Kral kütüphanesinde bulunan kitapları istiyorum. Bunları koruma altına aldınız. Oysa biz bunlara muhtacız. Bunlardan size bir yarar yoktur' cevabını verir. Amr 'Bu kitapları kim topladı? Hikayesi nedir?' diye sorar. Yahya kütüphanenin tarihini şöyle nakleder: lskenderiye meliklerinden Ptolemee Philadelphe (M.Ö. 285) ilim ve alimlere rağbet göstererek, her taraftan bilimsel eserleri toplattırdı. Bunlara odalar ayırdı. Böylece birçok kitap toplanmıştı. Bu kitaplara bakma görevini lbn Mürre (Zemire) adı ile bilinen birisine verdi. Bunların hangi fiyatla olursa olsun mutlaka satın alınması, satan kimselere ödüller verilmesi konularında kendisine izin ve yetki verdi. lbn Mürre aldığı emirler doğrultusunda kısa bir süre içinde 50.120 (elli bin yüz yirmi) kitap topladı. Kral kitapların biriktiğini ve sayısını öğrenince lbn Mürre'ye 'Bizde bulunmayan dünyada daha başka kitap kalmış mıdır?' diye sorar. O da 'Evet! Sind, Hind, Iran, Cürcan, Erman, Babil, Musul ülkelerinde ve Rumların yanında başka kitaplar vardır' cevabını verir. Kral buna şaşırır. lbn Mürre'ye kitap toplama işini sürdürmesini emreder. Kral ölünceye kadar bu durum devam eder. Toplanan kitaplar bu kralın ölümünden sonrada koruma altına alınmıştır. Bugüne kadar gelen krallar, bu kitapların korunmasına özen göstermişlerdir. Amr b. el-As Yahya'nın bu açıklamalarını şaşırtıcı bulur. Yahya'ya 'müminlerin Emiri Ömer b. Hattab'tan izin almaksızın bu konuda hiçbir emir veremem' der ve olayı Hz. Ömer'e yazar. Hz. Ömer'den şu cevap gelir 'Sözünü ettiğin kitaplara gelince; bunlar Allah'ın kitabına uygun şeyleri içeriyorsa Allah'ın kitabı bizi onlara muhtaç olmaktan korumuştur. Allah'ın kitabına aykırı şeylerse onlara zaten gerek yoktur. Onları yak.' Amr b. el-As bu kitapları lskenderiye hamamlarına dağıtmaya ve külhanlarda yaktırmaya başladı. O sırada lskenderiye'de bulunan hamamların sayısını biliyordum ama hatırlayamadım. Rivayete göre bu kitaplar böylece altı ay içinde tüketilmiştir. Bunu işitip de hayrete düşmemek mümkün değildir." lbn Kıfti'nin verdiği bilgiler işte burada bitiyor.

Bu bölüm Ebü'l-Ferec'in sözleriyle kıyaslanırsa Ebü'l-Ferec'in lbn Kıfti'nin bu konuyla ilgili sözlerini kısaca aktarmış olduğu ortaya çıkar. Her iki kitap yani lbn Kıfti'nin kitabı ile Ebü'l-Ferec'in kitabı gözden geçirilirse Ebü'l-Ferec'in, Arapça tarihine eklediği bilimsel değerlendirmelerin çoğunu lbn Kıfti'den aktardığı görülür. Bu durumda lbni Kıfti'nin bu bilgileri nereden aldığını incelemek gerekir. Büyük çoğunluğa göre bunun kaynağı Abdüllatif Bağdadi'nin kaynağıyla aynıdır. Her ikisi de çağdaştılar. Ancak Abdüllatif ondan daha önce yetişmişti. Çünkü bu zat H. 557'de doğmuş 629'da ölmüştü. Üzülecek nokta şudur ki, bu kaynaklar kaybolan Arapça kitaplar arasında yok olup gitmiştir. Bununla birlikte lbnü'n-Nedim'in Fihrist'inde tabiatçı filozoflardan söz edilirken lskenderiye kütüphanesinin kurulması hakkında verilen bilgiler göz önüne alınırsa bu kütüphanenin tarihi durumu için o dönemde kaynak olan kitaplardan olarak lshak el-Rahib adında bir adamın Yunanlılar ve Romalılardan ve bunların ilim, edebiyat, gelenek ve ahlakından söz eden bir tarih kitabı bulunduğu ortaya çıkar. Arap tarihçilerinin lskenderiye kütüphanesinin Zemire aracılığıyla kurulduğu hakkında yazdıkları şeyler işte bu tarihten naklettikleri bilgilerdendi. lskenderiye kütüphanesinin nasıl kurulduğu bu kitapta şöyle anlatılıyor: "lskenderiye hükümdarlarından Ptolemee Philadelphe (M.Ö. 285) hükümdar olunca bilim kitaplarını araştırmaya ve toplamaya çalıştı. Zemire adında bir adamı bu işle görevlendirdi. Rivayete göre bu adam 54.120 cilt kitap topladıktan sonra bir gün krala; "Efendim! dünyada Sind, Hint, lran, Cürcan, Erman, Babil ve Musul'da ve Romalıların yanında, daha birçok kitap vardır" demiş. Bu olay lbn Kıfti'nin söylediği olayın aynıdır. Büyük ihtimalle lbn Kıfti, kütüphanenin kuruluşunu sözünü ettiğimiz lshak Rahib'den ve yakılmasını da bir başkasından almıştır. lbnü'n-Nedim, filozoflar hakkındaki bilgileri rahib lshak'tan almamış olsaydı, lslam tarihçilerinin Amr ibnü'l As aracılığıyla lskenderiye kütüphanesinin yakıldığına dair bir şey yazmadık!arını nasıl zannettiyse lshak'ın varlığından ve verdiği bilgilerden de haberimiz olmayacaktı.


Yukarıdaki açıklamalardan anlaşılıyor ki, lskenderiye kütüphanesinin yakılması olayı Ebü'l-Ferec tarafından dini bir taassup sonucu olarak ortaya atılmadığı gibi kendisinden sonra bir başkası tarafından kitabına sokuşturulmuş uydurma bir şey de değildir. Ebul Fereç bu konuyu lbn Kıfti'den almıştır. lhn Kıfti ise Müslüman kadılardan bir kadı, fıkıh, hadis, kuran ilimleri, dil vs. ilimlerde otorite sahibi saygın bir zattı Kendisi birçok seçkin eser toplamıştı. Her taraftan oldukça değerli kitaplar kendisine getiriliyordu. 50.000 dinar değerinde bulunan kütüphanesi kadar dünyada hiçbir şeyden zevk almazdı. llim ve irfana olan büyük sevgisine dair birçok ilginç hikayeler rivayet olunur. Çocuksuz olarak öldüğünden kütüphanesini Halep Emiri Nasirü'd-devle'ye vasiyet etmiştir. Tarih, nahiv ve dile dair çeşitli eserleri vardır. Mısır tarihinin başlangıcından, Salahaddin Eyyübi zamanına kadarki tarihi olayları kapsayan 6 ciltlik Kitabu Ahbar-ı Mısır adındaki eseriyle, konumuz olan Teracümü'l-Hükema kitabı bu eserler arasındadır. Burdan da anlaşılıyor ki, lbn Kıfti ile Abdüllatif Bağdadi lskenderiye kütüphanesinin yakılması konusundaki bilgileri daha sonra kaybolmuş bir kaynaktan almışlardır. lslam tarihlerinin bu olaydan bahsetmemesi konusuna gelince; bunun elbette bir nedeni vardır. Bizce lslam fetihlerini ilk yazanlar bu olayı zikretmişlerdi. Ancak daha sonra Müslümanlar arasında uygarlık ilerledikçe, ilim ve maarif ile uğraşmak ve kitapların kadir ve kıymeti takdir edilince, Raşid Halifeler devrinde böyle bir olayın olmasını gerçeklerden uzak görerek söz konusu kaynaklardan çıkarmışlardır. Bununla birlikte belki de bu olay, diğer bir başka nedenden dolayı lslam kaynaklarında yer almamıştır. Ancak her durumda Ebü'l Ferec'in bu konuda verdiği bilgilerin doğruluğunu kabül ettik.


Üçüncüsü; lslam tarihlerinin birçok yerlerinde lran vs. kütüphanelerinin yakıldığı kısaca belirtiliyor. Keşfü'z-Zünün yazarı öncekilerin ilimlerinden söz ettiği yerde, söz konusu bilgileri şu şekilde özetliyor: "Müslümanlar Iran şehirlerini ele geçirince lranlıların kitaplarını da ellerine geçirdiler. Sa'd ibn Ebi Vakkas bu kitaplar hakkında ne yapılması gerektiğini sorarak, Müslümanların diline tercüme olunması için Hz. Ömer'den izin istemiştir. Hz. Ömer şu cevabı yazıp göndermiştir: "Bu kitapları suya atınız. Çünkü bunların içeriği doğru yola götürüyorsa Cenab-ı Hakk onlardan daha fazla Hakk yolunu gösteren bir açık kitap bize bahşetmiştir. Sapıklık ise Allah bizi ondan kurtarmıştır". Bunun üzerine Müslümanlar o kitapları suya veya ateşe atmışlar ve İranlıların bilimleri onlarla beraber yok olup gitmiştir. Keşfu'z-Zunün, sahibi Müslümanlarda bilim ve eğitimden söz ederken "Müslümanlar ülkeleri feth ettikleri sırada buldukları kitapları yakmışlardır" diyor. Hiç kuşku yoktur ki Keşfu'z-Zunün sahibi bu bilgileri bir kaynaktan almıştır. Nitekim lbn Haldun bunu destekleyerek "Fetihler sırasında Hz. Ömer tarafından imha olunması emredilen, lranlıların bıraktığı bilimsel eserler nerededir?" diyor.


Dördüncüsü; söz konusu yüzyıllarda bir düşmandan öç almak için kitap yakmak geçerli bir adetti. Bir toplum veya bir ulus halkı, hakaret için diğer bir toplum veya ulusun kitaplarını yakardı. Nitekim Abdullah b. Tahir, Mecusilerin yazdıklarından kendi devri olan H. 213 yılına kadar ulaşmış bulunan bir kısım kitapları suya attırarak imha ettirdiği gibi diğer bölgelere de bu şekilde hareket etmelerini emretmişti. Tatar hükümdarı Hülagü de H. 656 yılında Bağdat'ı ele geçirdiği zaman burada bulunan çok sayıda kitabı, daha önce Arapların yaktığı gibi, kendince ona bir karşılık olmak üzere Dicle lrmağı'na attırarak yok etmiştir. Bazılarının rivayetine göre Hülagü bu kitapları kerpiç gibi kullanarak bunlardan atlarına ahırlar ve yemlikler yaptırmıştır. Büyük ihtimalle Hülagü bu kitapları Ehl-i Sünnet'den öç almak için suya atarak imha etmiştir.


Avrupalılar haçlı savaşları sırasında Trablusşam'ı feth ettikleri zaman Kont Saint Gilles'in emri ile şehirde bulunan kütüphaneyi yakmışlardır. Kont, içinde Kur'an-ı Kerim'den birçok kopyanın bulunduğu bir odaya girip kitapları görünce tüm kütüphanenin yakılmasını emretmiştir. Tahminlere göre bu kütüphanede 3 milyon cilt kitap vardı. lspanyollar Endülüs bölgesini 15. yüzyılda Müslümanlardan aldıkları zaman aynı eylemlerde bulunmuşlar, kütüphaneleri yakıp yıkmışlardı.


Beşincisi; o yüzyıllarda dinin temsilcileri, eski ma'bedlerin yıkılması ile sahiplerine ait kitapların yakılmasını yeni dinleri güçlendiren hususlardan sayıyorlardı. Rum imparatorları Hıristiyanlığı kabul ettikleri zaman putperestliğe ait olarak Mısır'da bulunan heykel ve mabedlerin, içlerinde bulunan kitap vs. ile beraber yakılmasını emretmişlerdi. Halifeler Mutezile mezhebi ve felsefe ile uğraşanlar hakkında zor kullanmak istediklerinde bunların kitaplarını yakarlardı.


Mutezile mezhebi mensupları bu şekilde gördükleri baskı ve şiddet yüzünden gizli gizli toplanırlardı. Buna rağmen yine de halifelerin takiplerinden ve baskılarından kurtulamazlardı. Buna örnek olacak en önemli olaylardan biri, Sultan Gazneli Mahmud'un H. 420 yılında Rey şehrini ele geçirdiği zaman Batınileri öldürüp Mutezile mensuplarını sürdürdüğü gibi felsefe ve yıldız bilimleri ile Mutezileye ait olan kitapları da yaktırmıştır.

Altıncısı; lslam tarihinde imamlardan bazı kişiler, kendi kitaplarını kendileri yakmışlardır. Örneğin Ahmet b. Ebi'l Hivari ilim tahsilini tamamladıktan sonra bir gün kalbine gelen ilham gibi bir duyguya dayanarak kitaplarını Fırat lrmağı'nın kenarına götürmüş ve orada bir saat kadar ağladıktan sonra kitaplarına dönerek "Allah'ı tanıtmak için bana iyi rehberlik ettiniz. Şimdi sizin gösterdiğiniz Allah'ı buldum. Artık rehber ile uğraşmak gereksiz ve saçmadır" diyerek kitapların yazılarını yıkayıp yok etmiştir. Anlatıldığına göre Süfyan-ı Sevri sahip olduğu kitapların ölümünden sonra toprak altına gömülmesini vasiyet etmiştir. Aynı şekilde Ebu Amr b. Ala, tavana kadar dolu olmak üzere bir oda dolusu kitaba sahipti. Dünyadan el etek çekip kendisini ibadete verince bunları yakmıştır.


Yukarıdaki açıklamalara dayanarak Arapların lslam'ın ilk yıllarında karşılaştıkları eski bilimsel kitapları lslamiyet'in güçlendirilmesi amacıyla yaktıklarını kabul etmeyi tercih ediyoruz. Ancak zamanla egemenlikleri ve güçleri iyice artınca, ilim ve kültüre daha fazla ağırlık vermeye başlamışlardır. Bunun sonucu olarak, yaktıkları kitapların birkaç katını ilim ve irfan alemine hediye ederek, bu konudaki kayıpları kat kat fazlasıyla telafi etmişlerdir.



Corci Zeydan’ın İslam Uygarlıkları Tarihi Kitabından Alıntılanmıştır. 

3 Eylül 2023 Pazar

Gizemli Tarih: Mimar Sinan Özel | Bir Hayalin Peşinde | TRT Belgesel

AKDENİZ MİTOLOJİSİNDE AŞK KAHRAMANLARI ve MÜZİSYENLER-16

 BOĞAZ'DA BİR AŞK ÖYKÜSÜ HERO İLE LEANDROS


"Bu aşk öyküsü, binyıllardan beri birçok sanatçıya konu ve esin kaynağı oldu. Homeros'tan önce yaşayan ve bu konuyu ilk ele alan ozan, Musayos'tu. Ondan yüzyıllar sonra Vergilius, Ovidius, Schiller ve Byron gibi ozanlar da aynı konuyu işlediler. Hatta İngiliz ozan Byron; bu aşkın yaşandığı Narburnu'na geldi ve bu dar boğazı, Leandros örneği yüzerekten geçti..."


Çağlar boyu dillerden düşmeyen bu öyküyle İstanbul'daki Kızkulesi'ni ilişkilendiren yazarlar varsa da gerçekte söz konusu serüvenler, Çanakkale Boğazı'nda yaşandı...


Boğaz'ın en dar yeri olan Anadolu yakasındaki Narburnu'nda, eskiden Abidos denen bir kent vardı. Tam karşıdaki Avrupa yakasında da Sestos adlı bir kent... Bu güzel kentteki tanrıça Afrodit'in tapınağını, Boğaz'ın beyaz güvercinleri yurt edinmişlerdi. Tapınağın rahibesi güzeller güzeli Hero da, bu güvercinlerin bakımıyla ilgileniyordu...


Her yıl Sestos'ta, güzellik tanrıçası Afrodit'in çok genç yaşta ölen Adonis adlı sevgilisinin anısına şölenler düzenlenirdi. Bu şölen günleri geldiğinde bütün genç kızlar; ilkbaharın cömertçe sunduğu en kokulu çiçek ve dallardan ördükleri çelenkleri, taçları boyunlarına, başlarına takarlar; rengârenk giysilerle dolaşırlardı kentin içinde... Bu arada gözlerine kestirdikleri delikanlılarla tanışırlar; çoğu zaman bu ilişkiyi yaşam boyu sürdürürlerdi... Boğaz'ın karşı yakasındaki Abidos kentinde yaşayan Leandros adlı bir prens de, bu bahar şenliklerine katılmak için bir gün Sestos kentine geldi. Başına defne dalından bir çelenk takmış, yanına da tanrıça Afrodit'e sunmak üzere bir güvercin kafesi almıştı armağan olarak. Kente gelir gelmez girdiği Afrodit tapınağının avlusunda, beyaz ve pembe giysiler içindeki güzel rahibe Hero ile karşılaştı. Hero'nun hem kendisinden, hem de üstündeki giysilerin çarpıcı renklerinden bir anda büyülenir gibi oldu Leandros... Çok geçmeden de birbirleriyle tanıştılar. Tanrıça Afrodit; bu iki gencin duygularını, saldığı aşk oklarıyla kısa sürede bir karasevdaya dönüştürüverdi!..


Ne var ki iki sevgilinin birleşmelerini önleyen bir engel vardı arada: Bir söylentiye göre kızın ailesi hem çok varlıklı, hem de çok bıçkın cinstenmiş ve kızları Hero'nun evlenmesini istemiyorlarmış. O yüzden de onu Afrodit'in tapınağına rahibe olarak kapatmışlar... Böyle bir engele karşın birbirlerine deli divane vurulan bu iki genç, bir buluşma yöntemi üzerinde anlaştılar. Buluşmak istediklerinde rahibe Hero boğazın suları karanlıklara gömüldüğünde, elindeki ışıklı meşaleyi tapınağın kulesinden karşı sahile doğru sallayacaktı... Leandros da bu ışığı gördüğünde Boğaz'ı yüzerekten geçecek ve tapınakta buluşacaklardı...


Zaten ayrıldıklarının daha ertesi günü Leandros, karşı sahilden kendisine "gel" diyecek bir meşale ışığını beklemeye başladı. Gerçekten de ertesi akşam bir ışık topunun deniz ufkunda kıpırdadığını görür gibi oldu... Hemen kendini apar topar Boğaz'ın sularına vurdu... Kulaç kulaç karşı sahile doğru yol alırken, bir yarımay da ona kılavuzluk ediyordu. Karşı sahildeki ışık topu gitgide daha da büyüyüp belirginleşiyordu. Bir süre sonra meşaleyi sallayan ve aşkla yanan Hero da, kendisine doğru yaklaşan sevgilisini gitgide daha açık seçik görmeye başladı...


Çok geçmeden de, iki sessiz çığlık gibi Afrodit'in tapınağında buluştular...


Birlikte geçirdikleri ilk gecenin nasıl oncasına çarçabuk geçiverdiğini bile anlayamayan iki âşık; güneşin atları daha günlük koşularına başlamadan zorlukla ayrıldılar birbirlerinden...


Bu buluşmalar bütün bahar ve yaz boyunca, gittikçe daha da yalazlanan bir tutkuyla sürüp gitti. Artık sonbahar gelip çattı...


Derken kış da başladı... Sert rüzgârlar Boğaz'ın sularını yalamaya, giderek dövmeye başladı. Bir süre sonra da, insan kulaçlarının alt edemeyeceği acımasız dalgalar savrulmaya başladı sularda... Leandros'un zorlukla Boğaz'ı kulaçlayıp geldiği bir akşam Hero poyrazların dinmesini beklemenin ve bu kaçak buluşmalara bir süre ara vermenin iyi olacağın söyledi. "Seni yitirmek istemiyorum!" dedi Hero... Leandros da sevgilisine hak verdi.


Ne var ki Leandros her akşam gene de sahile gidiyor, karşı yakaları gözetliyordu bir süre. Sahile her gelişinde de, sert rüzgârların estiği denizin ötelerinden bir sarkaç gibi sallanacak ve kendisine "denize açıl!" işaretini verecek Hero'nun ışık topunu bekliyor gibiydi. Hero da gene her akşam, elinde daha ateşlenmemiş meşalesiyle tapınağın kulesine çıkıyor, Leandros'un Boğaz'ı geçip kendisine gelmesini istiyor gibiydi...


Ve saatler sonra yardımcısı yaşlı kadının uyarısıyla, tapınaktaki soğuk odasına dönüyordu. Ama bir akşam gene kuleye çıktığında, içini öylesine bir hasret kasırgası sardı ki, elinde olmadan, bilinçsizce meşalesini ateşledi aniden ve onu Boğaz'ın kırçıl sularına karşı sallamaya başladı...


Gene her akşamki gibi Boğaz'ın karşı yakasından tapınağı gözetleyen Leandros, Hero'nun meşale ışığını seçer seçmez, kendini apar topar sulara attı... Denizi acı acı döven rüzgârları duymuyordu bile! Ama bir süre ilerledikten sonra, gittikçe kuduran dalgalar arasında gücünü yitirmeye başladı...


Karşı yakadaki güzel rahibe Hero, bütün gece sevgilisi Leandros'u bekledi. Sonra da böyle bir havada onun zaten yola çıkamayacağını düşünerekten kendini avutmaya çalıştı...


Gül parmaklı şafak tanrıçası Eos; Boğaz'ın sularını ve gökyüzünü maviye ve pembeye boyadığı sıralarda sahile inen güzel ve uykusuz Hero; kumların üstünde, sevgilisi Leandros'un yer yer morarmış ve karaya kesilmiş bedeniyle karşılaştı!..


Ne yapacağını şaşıran Hero, bir an kilitlenmiş gibi oldu...


Sonra da koşar adımlarla tapınağa döndü ve canhıraş kuleye tırmanmaya başladı. Kulenin sonuna ulaşır ulaşmaz da, sevgilisinin yattığı sahile doğru bakan boşluğa kendini bırakıverdi... 



Akdeniz Mitologyasından Efsaneler

Yaşar Atan

Kelebekler Bahçesi / Konya

 


2 Eylül 2023 Cumartesi

İslami Dönemde Araplarda Bilim ve Eğitim-1

 



İslamiyet'ten Sonra Araplarda Bilim ve Eğitim



lslamiyet'ten sonra Arapların bilim ve eğitiminden amacımız, lslamiyet'in doğuşundan itibaren lslam uygarlığının yükselmesi devrine kadar uğraştıkları bilimlerdir. Sayı olarak çok olan bu bilimler üç bölümde toplanabilir:


Öncelikle lslamiyet'in zorunlu gördüğü Kur'an-ı Kerim, hadis-i şerif, fıkıh, dil ve tarih bilimleridir. Bunlara "ulüm-i lslamiyye" veya "adab-ı lslamiyye" adını veriyoruz.


İkincisi; Cahiliye çağında bilinip lslami devirde iyice gelişen şiir ve hitabet ilimleridir. Bunlara "adab-ı cahiliyye" veya "adab-ı arabiyye" (edebiyat-ı arabiyye) diyoruz.


Üçüncüsü; tıp, hendese (geometri), felsefe, astronomi vs. "ulüm-i tabiiyye ve riyaziyye" (tabiat bilimleri ve matematik) gibi diğer dillerden aktarılan bilimler. Bunları "ulüm-i dahile" veya "ulüm-i ecnebiyye" adlarını veriyoruz.


Söz konusu bilimlerle, bu bilimlerin lslam uygarlığıyla olan bağlantısından söz etmeden önce açıklayıcı bir giriş yapmayı zorunlu görüyoruz.


 İslamiyet ve İslami Bilimler


Araplar daha önce sözünü ettiğimiz yaşantı, bilim ve kültür içindeyken, Kur'an-ı Kerim Hz. Peygamber'e nazil olmuştu. Bu Yüce Kitap'ta kendilerince alışılmamış bir üslup ve tarzda gördükleri fesahat (anlatımda açıklık ve düzgünlük) ve belagat (eksiksiz ve yanlışsız anlatma sanatı-retorik veya sözbilim) karşısında şaşırıp kalmışlardı. Çünkü Kur'an-ı Kerim, onların bildikleri kahin sözü veya ölçülü ve uyaklı bir şiir çeşidi değildi. Belki her ikisine aykırıydı. Kur'an-ı Kerim, şiir ve uyaklı düz yazı (seci') biçimindedir. Ne şiir, ne düz yazı ne de yalnızca seci'e benzer. Bununla beraber o kadar belagatli ve yüce bir üsluba sahiptir ki, Arap dilinde daha önce böyle bir ifade tarzı hiç görülmemişti. Bu yüzden Araplar, Kur'an-ı Kerim'in içerdiği belagatlı ifadelere, şeriat ve hükümlere ve haberlere hayran kalmanın ötesinde aşık olmuşlardır. Daha sonra lslam'ı kabul edip, Kur'an-ı Kerim'i okumaya ve hükümlerini, yani buyruk ve yasaklarını öğrenmeye çaba harcadılar. Çünkü Kur'an-ı Kerim, din ve dünyanın temeli, hakimiyet ve halifeliğin destekçisidir. Kur'an'ın hükümlerini anlamaya çalışırken kimi zaman zorluklara ve yorumlarda farklılıklara düşünce, Hz. Peygamber'in hadis-i şeriflerine başvuruyorlardı. Bu nedenle hadislerin de toplanması ve düzenlenmesini gerekli gördüler. Hadiseleri Peygamber'in ağızından işitenlerden (sahabeler) veya onlardan aktaranlardan (tabiler) güvenilir bir zincirle toplamaya başladılar. Hadisleri toplarken kimi zaman rivayetlerde uyuşmazlık görüldüğünde doğru hadislerle diğerlerini ayırmak zorunluluğu doğdu. Bunun üzerine hadis kaynaklarını ve ravilerini inceleme ve araştırmaya başladılar. Bu zorunluluk kendilerini hadisçilerin sınıfları yani hadisi nakledenlerin Hz. Peygamber'e yakın veya uzak olmaları ve içtihad (yorum yapıp hüküm verebilme) derecesine ulaşmış alimlerden bulunmaları vs. açısından derecelerini - ve ne gibi durumdayken o hadisle karşlaştıklarını araştırma ve incelemeye yöneltti.


lslam devleti zamanla daha da güçlenip kök salınca, ele geçirilen ülkeler üzerine vergiler konulup toplanmaya başladı. Bu vergilerin, fetihlerin şekil ve tarzına yani savaş yoluyla veya barış yoluyla alınıp alınmadıklarına göre biçimi ve miktarı çeşitliydi. Buna dayanarak o vergilerin hukuka uygun biçimde, adil bir yöntemle konulabilmesi için fetihleri, savaşları ve olayları kaydedip derlemek zorunda kaldılar. Emeviler devrinde devlet idaresi bozulunca ilim ve irfan sahiplerinin özellikle Raşid Halifeler devrini bir "örnek model" şeklinde gösterip, sosyal ve idari düzeni ıslah etmeye çalıştılar. Bu bilgilerden de Hz. Peygamber, sahabe ve tabiin'e ait olan tarihler oluştu. Kur'an-ı Kerim'in hükümleriyle peygamberin sünnetini anlamak ayet ve hadis metinlerinin anlaşılması ve incelenmesine bağlıydı. Bu ihtiyaçtan da, tefsir ilmi ve ayetlerin düzgün okunmalarıyla ilgili olan kıraat ilmi, sünnetin Hz. Peygamber'e isnadıyla hadis­ i şerifler ve hadislerin doğruluk derecelerini ayırt etme çabaları sonucunda da hadis ilimleri doğmuştur.

Sözü edilen hükümleri asıllarından çıkarabilmek ve bunun yöntemini anlatan ve gösteren kusursuz bir metot bulmak zorunluluğundan da "fıkıh usülü" ilmi ve burdan da zamanla, fıkıh, akaid ilmi ve daha sonra da kelam ilmi doğmuştur.


Müslümanlar Kur'an-ı Kerim ile hadisleri okumaya ve yorumlamaya başladıklarında, Araplardan olmayan Müslümanlar Arapça'yı çok iyi bilmediklerinden ve kuralına uygun olarak doğru okumada zorluk çektiklerinden, Arap dilinin kayt ve düzenlenmesi, dilbilgisi kurallarının konması ve sözcüklerin belirlenip anlamlandırılması gereksinimi doğmuştur. Arap dil bilimleri ile meşgul olanların çoğunun Arap olmayanlar milletlerden olmalarının nedeni de budur. Kelimelerin çeşitlerinin belirlenmesi, anlamıyla telaffuzunun tesbit olunması, Müslümanları, Kur'an-ı Keıim'in kendilerine indiği Kureyş'in dilini incelemeye yöneltti. Daha önce belirttiğimiz üzere, dil konusunda inceleme ve araştırma yapmak için eldeki tek kaynak Arap şiir ve atasözlerinden oluşuyordu. Bunun üzerine dil bilginleri, birçok sıkıntı ve güçlüğü göze alarak, Arap çöllerine gidip, orda yaşayan Araplarla çadırlarda kalıp kaynaşarak, onların ağızından şiirler, deyimler ve atasözleri toplamaya çalışmışlardır.


Oysa bu şiirler, deyimler, atasözleri ve Arap hikayelerini iyice anlayabilmek, Arapların soylarını, tarihi olaylarını, gelenek ve göreneklerini iyi bilmeye bağlıydı. Bunun sonucunda Arap edebiyatı ve kültürü bilimi “ilm-i edeb” doğmuştur. Müslümanlar Arap şiirlerini araştırıp incelerken, anlamlarında anlaşmazlığa düştükleri gibi şekillerinde ve söylenişlerinde de birtakım uyuşmazlık ve farklılıklar gördüklerinden şairlerin derecelerini, yetiştikleri yerleri, şiirlerini, kabilelerinin tarihlerini de incelemek zorunda kaldılar.


Dil ve şiiri Arapların ağzından toplamak için onların çadırlarına kadar giden bilginler, astronomi, ilm-i enva', ilm-i hayl, ilm-i ensab, vs. ile ilgili bilgilerini de öğrenmiş olduklarından, dönüşlerinde bu bilgileri de kayd ve zapt etmişlerdir. Bu yüzden sözü edilen bu bilimler üzerinde uzmanlaşanlar, çoğunlukla dil bilginleriydi. Müslümanlar bu topladıkları bilgiler arasında örneklerine çok seyrek olarak rastlanan bazı söz ve şiirleri "nevadir" adı altında ayrı bir bölüm olarak düzenlemişlerdi.

Kısaca belirtmek gerekirse; lslam'ın ilk yıllarında, Müslümanların meşgul oldukları bilimlerin esas kaynağı Kur'an-ı Kerim'di. Dini ilimlerin dışında, edebiyat ve dil bilimlerinin doğmasının nedeni de Kuran'dı. Bu nedenle söz konusu bilimlere "lslami ilimler" adını verdik.



Corci Zeydan’ın İslam Uygarlıkları Tarihi Kitabından Alıntılanmıştır. 


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak