24 Ağustos 2023 Perşembe

Gündelik Hayatımızda Çocukluk ve Çocuk Gereçleri-5

 



Anka


Arapça anka, Farsça simurg (otuz kuş) Türkçe zümrüdüanka (simurg u anka veya zümrüt anka, yeşil anka) adlarıyla bilinen, Kaf Dağı’nda yaşayan, uçtuğu zaman havanın kararacağı büyüklükte, göz kamaştıran parlaklıkta bir kuştur. Rüstem’in babası Zal’i büyütüp yetiştirdiği gibi, Keloğlan’ın da koruyucusudur. Zülkarneyn üstüne binip yıldızlara çıkmış, Bukrat (Hippokrates) Kaf Dağı’ndan şifalı otları onun sayesinde almıştır. Simurg ateşte yanıp küllerinden yeniden doğan semenderle (Batı dillerinde salamander) de özdeşleştirilir. Gılgamış Destanı’ndaki anza/imdugud kuşundan, Selçuk çift başlı kartalına, Batıkların phoeniks, Hintlilerin gamda'sına kadar birçok kuş ankayla ortak özellikler gösterir. Ferideddin Attar’ın (yakl. 1142-1220) Mantık ’ut'tayr adlı eserinden beri, otuz kuşun tek varlık oluşturması veya adı var kendi yok olması gibi nitelikleriyle tasavvufta birlik-çokluk simgesi olarak kullanılmıştır. Anka’nın Hz. Isa ile Hz. Muhammed arasında bir zamanda yaşadığı, peygamber Hanzale’nin bedduası ile yok olduğu söylenir. Demin (1341-1405) Mısır Fatımîlerinin hayvanat bahçesinde Anka bulunduğunu yazar.



Hüma


Hüma kuşu da Kaf Dağı’nda yaşar ve yalnız kemik yer. Hüma/hürmy Farsçadır, Arapçası Bulah’dır. Hüma kuşunun gölgesi kimin üstüne düşerse o hükümdar olur, bu nedenle devlet kuşu olarak bilinir. Osmanlıların ‘padişaha ait’ anlamında kullandıktan ‘hümayun’ sözcüğünün sözlük anlamı mübarek, kutludur ve hüma’dan gelir. Hüma kuşunun ayakları olmadığından yere konamazmış, bu nedenle avını havada kapar veya yanan kemiklerin dumanıyla beslenirmiş. Eskiden, güzel kokusu nedeniyle elma kabuklarını yakmak âdetken, hüma kuşunun da bu kabukların dumanı, kokusu ve buharlaşan suyundan beslendiğine inanılırmış. Burhana Katiya (1652, Mütercim Asım çevirisi 1797) göre “Çin cezayirine mahsustur”, Gülistan Şerhi’nin yazan Sûdi (öl. yakl. 1598), dirisinin ele geçmediğini, “sahra-yı Hıtâ, deşti-i Kıpçak ve Hindistan”da ölüsüne rastlandığını söyledikten sonra, tahsili sırasında Şam’da bir Acem bezirganda gördüğü hümayı anlatır: “Şeker-renk olup, meselâ saksağan şeker-renk olsa hümaya benzerdi.”



Hüdhüd


Kuşlar toplanıp kendilerine padişah seçmeye karar verdiklerinde onlara akıl veren ve yol gösteren hüdhüd kuşudur. Hüdhüd kuşu Hz. Süleyman’ın da ulak kuşudur, Belkıs’la haberleşmesini de o sağlamıştır. Süleyman eşlerinin çokluğu, kuşların dilini bilmesi, rüzgârların ve cinlerin bir bölüğünün emrine verilmesi ve ona kaleler, heykeller, havuzlar yapmaları, dalgıçların onun için deniz diplerinden inciler, değerli taşlar çıkarması gibi sayısız özelliği olan ve kıssaları bulunan bir peygamberdir. Hz. Musa dev Uc’la savaşırken başına geçirdiği kayayı delip delik açarak yardımcı olan kuş da hüdhüddür.


Hüdhüd başındaki sorguçtan dolayı çavuşkuşu veya ibibik diye bilinen kuşun da adıdır.



Kaf Dağı


Doğu masalları kadar kozmografyasında da yer alır Kaf Dağı. Karaların çevresini kuşatan Bahr-i muhiti çevreleyen böylece dünyanın da sınırlarını oluşturan Kaf Dağı Taberi’ye (839-923) göre ancak dört aylık yürüyüşle aşılabilir. Kaf Dağı yeşil zümrüttendir ve gök de rengini onun yansımasından alır. Kaf Dağı’nın ötesinde Yecüc Mecüc yaşar. Ayrıca cin ve perilerin, Simurg’un yurdu da burasıdır. Ab-ı hayat bu dağda bulunur ve Hızır bu sudan içen birkaç kişiden biridir. İskender’le Hızır ab-ı hayatı birlikte aramışlar ancak İskender yanlış yöne gitmiştir. İstanbul’daki Balıklı Ayazma adını, ölü balıklar içine atıldığında canlanmasından almıştır, çünkü bu ayazmanın suyu ab-ı hayattır. Kaf Dağı, Musa, Ali, Battal Gazi’den Keloğlan’a kadar efsane ve masalların değişmez öğesidir.



Yecüc Mecüc


Tevrat’ta Gog ve Magog, Kuran’da Yecüc Mecüc olarak geçer. Zülkarneyn veya İskender sed yapmasa Kaf Dağı’nı aşıp dünyayı istila edeceklerdi. Yecüc Mecüc’ün bu şeddi aşıp dünyayı istila ettikleri gün kıyamet kopacaktır. Çok kalabalık bir kavimdir, Fırat, Dicle veya Taberiya Gölü’nün sularını içip tüketeceklerdir. Üç türdürler: Sedir boylular, çok iriler ve kilim kulaklılar. Taberi (839-923) onların Ermenistan ve Azerbaycan dağlarının ardında yaşadıklarını yazar. Yecüc Mecüc’ün Ön Asya’yı istila eden Türklerle özdeşleştirilmesi o çağlardan beri halk arasında dile getirilmektedir. “Küçük gözlü, kırmızı yüzlü, basık burunlu, yüzleri yayvan ve kalın deriden yapılmış kalkana benzeyen” Yecüc Mecüc’ün Türkler olduğu 10. yüzyılda yazılmış Arapça hadis, tarih ve coğrafya kitaplarında bulunduğu gibi, 20. yüzyıl Arap milliyetçileri de bu benzetmeye göndermeler yapmışlardır. Yağlıkçızade Ahmed Rifat Efendi de (öl. 1894) Lügatti Tarihiyye ve Coğrafiyye adlı eserinde Yecüc un Yakutlar, Mecüc’ün Mançular olduğu yorumuyla, İskender’in seddini Çin Seddi olarak açıklar.



Zülkarneyn


Zülkarneyn iki boynuzlu demektir, Doğu ve Batı’nın hakimi olduğu için bu adı almıştır. Kuran'da Yecüc Mecüc’e karşı set yaptığı bildirildiği gibi, Osmanlı edebiyatında yazılan Iskendername’lerde İskender’le Hızır’ın ölümsüzlük suyunu ararken bir mağarada rastladıkları dört bin yıl yaşamış kraldır. Zülkarneyn ve İskender kişilikleri iç içe geçer.



Kudret Emiroğlu’nun

GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ

kitabından alıntılanmıştır.

Uygurlarda Budacılık

 




Türk kavimleri içerisinde kendi dönemini yansıtan edebi metinleri kendilerinden sonra gelen kuşaklara bırakmış en önemli kavim Uygurlardır. Uygurca olarak günümüze kadar gelen metinlerin büyük bir bölümünü Budacılığa ait olanlar oluşturmaktadır. Büyük bir özenle kelimesi kelimesine Uygurcaya çevrilen Budacılığa ait bu Hintçe eserlerin hangi dönemlerde yazıldıkları bilinmemektedir. Bu metinlerin Vlll. yüzyıldan mı yoksa XV. yüzyıldan mı günümüze kadar kaldıkları kesin olarak belirlenememiştir. Bu metinlerin çevrildikleri dönemlerde Hindistan'daki Budacılık en son ve olgun biçimini almıştı. 

Orta Asya'da ele geçen metinler iki kısma ayrılabilir. Birinci kısımda, Uygurlardaki günlük yaşama, ülke yönetimine ve ticarete ait bilgileri içeren metinler bulunmaktadır. Ne yazık ki bunlar çok azdır. Buna karşılık dinle ilgili olan ve ikinci kısmı oluşturan metinler daha çoktur. Dini metinlerin çokluğu o dönemlerde dinsel yapıtların daha fazla önem taşıdıklarını göstermektedir. Bunun yanında sanatsal yapıtlara daha az ilgi gösteriliyordu. Yine ne yazık ki o dönemlerde halk arasında çok geçerli olan ve bir tür Şamanizm sayabileceğimiz din hakkında da çok az yazı elimize geçmiştir. Yine Çin'deki dini öğretilerle ilgili bu bölgelerde elimize yazılı bir belge geçmemiştir. Anlaşılan ne Konfüçyüs, ne de Lao Tse'nin izdeşçileri kendi öğretilerini Orta Asya'ya getirmek için bir çaba göstermemişlerdir. Hindistan'daki Brahmanlar gibi Çin'deki dinsel öğretiler de komşu ülkelere misyoner göndermemişlerdir. Daha çok bu çağlarda etraflarındaki bölgelere misyoner göndermiş akımlar Budacılar, Manihaizm dini mensupları ve Nasturiler'dir. Suriye veya Ön Asya'daki bazı tarikatlar da görüşlerini yaymak için çok az sayıda misyoner kullanmışlardır. Budacıların bu dinler ve öğretiler içinde en güçlü rakipleri Manihaizm mensupları idi. Manihaizm dini eski İran dini olan Zerdüştlükten, Hıristiyanlıktan ve keza Budacılıktan pek çok unsurlar almış ve bunları bir araya getirerek karma bir din yaratmıştır. Propagandaya uygun bu din öz itibariyle birçok düşünce ve dinle uyum içinde bulunuyor, böylelikle her yerde kendine yandaş toplayabiliyordu.


Uygurca yazılmış metinlerin büyük bir kısmı Manihaizm dininin etkisi altındadır. Fakat bu metinleri anlayabilmek için Budacılığı iyice bilmek gerekiyor. Manihaizm dini Uygurlara batıdan Hazar Gölü ve Türkistan üzerinden gelmiştir.


Budacılığın Orta ve Doğu Asya'ya yayılması üç değişik yoldan olmuştur. Yolların birincisi Manihaizm dininin de izlemiş olduğu Batı yoluydu: Bu dönemlerde Batı Türkistan sınırı içinde Hint krallıkları en görkemli dönemlerini yaşamaktaydılar. Değerli pek çok el yazması bu parlak döneme aittir. Budacı şair Aşvagoşa'nın (Asvaghosha) yaklaşık 150 yılında yazdığı ünlü drama da Türkistan'da bulunmuştur. Bu eser Hindistan'ın en eski dramasıdır. Budacıların tıp, dilbilgisi gibi alanlardaki çalışmaları hakkındaki bilgilerimizi yine Türkistan'da ele geçen bu yazılardan edinmiş bulunuyoruz. Bu yazıların hemen hemen hepsi Budacı keşişler tarafından kaleme alınmıştır. Hükümdar Kanişka zamanından itibaren Budacılık Hindistan sınırlarını aşıp, kuzey­ batı hattını takip ederek Orta Asya içerisine yayılmıştır.


Budacılığın ikinci yolu Çin üzerinden geçer: Çin hacıları İ.S 4. yy.da Türkistan üzerinden Hindistan'a giderek Budacılık eğitimi almışlar ve dönüşlerinde çevirmek için ülkelerine metinler getirmişlerdir. Yine Hindistan'a giden Çinli hacıların bir kısmı da Çin Hindini dolanarak kendi ülkelerine dönmüşlerdir. Çinli hacıların çeviri faaliyetleri ve dil konusunda gösterdikleri özen ve dikkat bugün bile takdirle karşılanmaktadır. Hintli ve Çinli keşişlerin elbirliğiyle büyük bir sabır ve azimle giriştikleri bu faaliyetlerin sonunda Budacılığa ait yüzlerce metin Hintçeden Çinceye çevrilmiştir. Böylelikle Çincede Budacılığa ait muazzam metin birikimi oluşmuştur. Sonradan Budacılık Çin'den kısmen Uygurlara geçmiştir. Çin'de tahta basım tekniğiyle çoğaltılan metinler yine Uygurca'ya çevrilmiş ve yine tahta basım tekniğiyle çoğaltılarak Orta Asya'ya dağıtılmıştır. Budacılığa ait metinler Çin ve Uygur keşişleri tarafından büyük bir özenle Uygurcaya çevrilmiş ve birçok Hintçe terim olduğu gibi bırakılmıştır. Metinleri çevirirken Hintçe asıllarına sadık kalmak için kitapların biçimi de Hintlilerinkine benzetilmiştir.


Budacılığın üçüncü yolu Tibet üzerinden geçer: Tibet te Hint Budacılığına Çin'de olduğu gibi sadık kalmıştır; Tibetli ve Hintli keşişler yine büyük bir özenle metinleri Tibet diline aktarmışlardır. Dağlık bir bölge olmasına karşın Tibet komşularıyla birtakım ilişkilerde bulunmuştur. Tibet kültürü Çin ve Hindistan'daki dağlık bölge kültürleriyle bir benzerlik gösterir. Tibet'e Hint kültürünün Budacılık aracılığıyla ve Türkistan yoluyla geçtiğini tahmin etmekteyiz.


Orta Asya'da ele geçen metinlerde değişik kültür unsurlarına rastlamaktayız. Çin tarihindeki bazı kaynaklardan, Orta Asya'da bulunan ve dönemin dil ve kültürü hakkında bizi aydınlatmaya yarayan birtakım el yazmalarından bu dönemin oldukça karışık ve renkli bir görünüm sergilediğini görmekteyiz.


Uygur dilinin başyapıtları olan bu metinler incelendiğinde ilk görülen unsur Türk kültürü unsurudur.  Türk kültürünün etkisi Orta Asya'da İ.S.  2. yy.'dan itibaren Hiung-nular'la, 6. Ve 7. yy. dan sonra Uygurlar'la beraber fark edilmektedir. Orta Asya'ya gelmiş olan Manihaizm gibi akımlar ve Sogd dili İran kültürünün etkileridir. Diğer kültür unsurları ise Türkistan'dan Tahar unsuru ve çok belirgin olan Çin kültürünün etkisidir.

Bu dönemlerde Çin'den Orta Asya'ya Çin Ordusu, Çin elçileri, tüccarları, rahipleri sürekli akın etmişlerdir. Hint kültürünün etkisi de beşinci unsur olarak görülmektedir ve Budacılık bu etkinin en önemli bölümünü oluşturmaktadır. Hint kültürünün diğer bir etkisi Sanskrit dilinin Uygur diline kazandırdığı yeni kelimelerdir. Tibet kültürü Uygur metinlerinde görülen sonuncu etkidir.


Orta ve Doğu Asya'yı etkilemiş olan Budacılık Buda dininin oldukça yeni bir biçimidir. Buda kendi öğretisinin temel prensiplerini İ.Ö. 5. yy.da ortaya koymuştur. Böylelikle Budacılık Uygurlara geldiği zaman Buda'nın yaşadığı tarihten beri 1000 yıl kadar bir süre geçmiş bulunuyordu.


Eski Budacılık ile Yeni Budacılık arasında çok belirgin farklar vardır. Eski Budacılığa Hinayana, Yeni Budacılığa Mahayana adını veriyoruz. Eski Budacılığın temel gayesi kişileri dünyanın acılarından, ıstıraplarından kurtarmaktı. Oysa yeni Budacılık olan Mahayana Budacılığında bu kurtarma her şeyi ve herkesi kapsamaktadır. Onun için eski Budacılığa Küçük Gemi (taşıt) anlamına gelen Hinayana ve Yeni Budacılığa da Büyük Gemi (taşıt) anlamına gelen Mahayana adını vermişlerdir. Karamsar Hindu düşüncesine göre yaşam baştan aşağı ıstırap, acı kaynağıdır. Felsefe veya dinin, insanları bu acılar dünyasından kurtarması bekleniyordu. İnsan acılardan oluşan bir seli ancak bir kayık ya da gemiyle geçebilir. Onun için Buda bir kurtarıcı olarak görülmüş; insanları acı ve ıstıraptan kurtaracak ve mutluluk kıyısına ulaştıracak bir gemici gözüyle bakılmıştır. Hinayana ve Mahayana'ya gemi adının verilmesi de bu temel düşünceye dayanır. Hinayana Budacılığı her şeyden önce kendi kişisel kurtuluşunu sağlamaya çalışan tek tek kişileri düşünmesine karşın Mahayana Budacılığı bütün canlıları düşünmektedir. Bu görüşe göre Nirvana'yı reddedip bütün canlılar kurtulana dek çabalamak ve kurtuluşa ondan sonra ulaşmak amaç olarak alınmalıdır. Kişinin kendisini kurtarması hiçbir şey ifade etmez. Bu bencilce yapılmış bir iştir. Buda, yalnızca kendisini kurtarmakla kalmamış bütün insanların kurtulabilmesi için kendi öğretisini de bırakmıştır. Eski Budacılık ile Yeni Budacılığı ayıran yalnız kurtuluşa ulaşma konusundaki düşünce farklılıkları değildir. Aynı zamanda kullandıkları dil de farklıdır. Eski Budacılığa ait metinler Buda’nın konuşmalarında kullandığı Pali lehçesiyle yazılmıştır. Pali lehçesi o dönemlerde halkın kullandığı bir dildi. Zamanla Pali dili halkın kullandığı dil olmaktan çıkıp Budacı keşişlerin kullandığı bir dil haline geldi. İsa'dan sonraki zamanlarda ise Pali diline nazaran daha büyük bir kesimin anlayabileceği dil Sanskrit dili oldu. Budacılığı takip edenler de Budacı öğretileri Sanskrit dilinde yazmaya başladılar. Budacılığı öğrenen Uygur öğrencilere Sanskrit dilinin büyük yararları oluyordu. Öğrenciler artık eskisi gibi zorluk çekmemekteydiler. Çünkü Uygur öğrencileri gerek Yeni Budacılığın kılı kırk yaran titiz felsefi kurgularını, gerekse Eski Budacılığın fazla uzun ve Pali lehçesiyle yazılmış metinlerini öğrenmeye gerek duymuyorlardı. Misyonerlerden edinebildikleri ve Sanskrit diline çevrilmiş, anlaşılması kolay metin parçalarıyla eğitim görüyorlardı.



ESKİ METİNLERE GÖRE BUDİZM

(BUDACILIĞIN DİYALEKTİK YORUMU)

WALTER RUBEN

Hazırlayan: LÜTFÜ BOZKURT


22 Ağustos 2023 Salı

Kelebekler Bahçesi / Konya

 


DÎNİ SÖZLÜK “K”

  

 

 

KAYLÛLE:

 

Gün ortasında bir miktâr uyuma. Kaylûle öğleden önce de sonra da yapılabilir.

 

Kaylûle etmek Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem âdet-i şerîfesi idi. O'na uyan bir kimsenin bir parça kaylûle etmesi, O'na uymaksızın birçok geceleri ibâdetle geçirmekten kat kat daha kıymetlidir. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Gece yemeği gündüz orucuna yardımcı olduğu gibi, kaylûle etmek de gece ibâdetine yardımcıdır. Gece ibâdetine kalkmayacak bile olsa bu vakitlerde uyumak lüzumsuz dedikodu yapmaktan daha makbûldür. (İmâm-ı Gazâlî)

 

İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe her gün sabah namazını câmide kılıp öğleye kadar suâlleri olanlara cevab verir, öğleden önce oturduğu yerde kaylûle yapardı. (Temîmî, Mekkî)

 

KAYYÛM (El-Kayyûm):

 

Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Yaratıcı ve mahlûkları yerlerinde ve varlıkta durdurucu.

 

Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:

O, kendinden başka ilâh bulunmayan Allahü teâlâdır. Hayy ve Kayyûm'dur. (Bekara sûresi: 255)

 

Hergün on altı defâ tenhâ bir yerde El-Kayyûm ismi şerîfi ahmağa okunursa, Allahü teâlânın izniyle abtallığı gider, hâfızası kuvvetlenir. (Yûsuf Nebhânî)

 

Kayyûm-i Âlem:

 

Kayyûmiyyet makâmında bulunan velî zât. İnsanların âhirete âit derece ve seâdetleri bu mertebedeki velîlerin imdâdına verildiğinden kayyûm denilmiştir.

 

Kutb-ı irşâd, kayyûm-ı âlemdir. Îmân sâhibi olmak, hidâyete kavuşmak, ibâdet yapabilmek, günâhlara tövbe edebilmek kutb-i irşâdın feyzleri ile olur. Kayyûm-ı âlem olan ârif, bir asırda birden çok olmaz. Belki uzun asırlardan, devirlerden sonra zuhûr eder. (Muhammed Ma'sûm)

 

KAZÂ:

 

Allahü teâlânın ezelde irâde ve taktir buyurduğu şeyleri, zamânı gelince, ilim ve irâdesine muvâfık (uygun) olarak yaratması.

 

Kazâ gelmez Hak yazmayınca,

 

Belâ gelmez kul azmayınca.

 

(M. Sıddîk bin Saîd)

 

Kazâ Etmek:

 

Namaz, oruç gibi farz ve vacib bir ibâdeti vakti çıktıktan sonra yapmak.

 

Farzı kazâ etmek farzdır. Vâcibi kazâ etmek ve bozulan sünnet ve nâfileleri iâde (yeniden yapmak) vâcibdir. Vaktinde kılınmayan sünneti kazâ etmek emr olunmadı. Bu sünneti kazâ ederse, nâfile olur ve sünnet sevâbına kavuşamaz. (Alâüddîn-i Haskefî)

 

Kazâ-i Muallak:

 

Allahü teâlânın yaratılmasını şarta bağlı olarak takdîr ettiği ve şart meydana gelince yarattığı şeyler.

 

Kazâ-i muallakı hiçbir şey değiştiremez. Yalnız duâ değiştirir ve ömrü yalnız, iyilik artırır. (Hadîs-i şerîf-İhyâu Ulûmiddîn)

 

Kazâ, iki kısımdır. Kazâ-i muallak, kazâ-i mübrem. Birincisi şarta bağlı olarak yaratılacak şeylerdir ki, bunların yaratılma şekli değişebilir veya hiç yaratılmaz. Kazâ-i muallak da iki kısımdır. Birincisinin bağlı olduğu sebepler levh-i mahfûzda gösterilmiş, meleklere bildirilmiştir. İkincisinin sebeplerini ancak Allahü teâlâ bilir. Levh-i mahfûzda kazâ-i mübrem gibi görülen bu kazâ-i muallak da birincisi gibi değiştirilebilir. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Kazâ-i muallak levh-i mahfûzda yazılıdır. Eğer bir kimse iyi amel yapıp duâsı kabûl olursa, o kazâ değişir. Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: "Kader tedbîr yâni sakınmakla değişmez. Fakat kabûl olan duâ o belâ gelirken korur." Duânın belâyı defetmesi de kazâ ve kaderdendir. Kalkan oka siper, sulu yer otun yetişmesine sebeb olduğu gibi duâ da Allahü teâlânın merhametinin gelmesine sebeptir. (İmâm-ı Gazâlî)

 

Kazâ-i Mübrem:

 

Allahü teâlânın şarta bağlı olmaksızın yaratılmasını takdîr ettiği, yaratılması muhakkak olan şeyler.

 

Kazâ, yâni Allahü teâlânın yarattığı şeyler iki kısımdır: Kazâ-i muallak, kazâ-i mübrem. Kazâ-i mübrem hiçbir zaman değişmez. Muhakkak yaratılır. Kaf sûresinin "Sözümüz değiştirilmez" meâlindeki yirmi dokuzuncu âyet-i kerîmesi kazâ-i mübremi bildirmektedir.

(İmâm-ı Rabbânî)

Necmeddîn-i Kübrâ hazretleri, 1221 (H. 618) yılında Harezm'e Cengiz askeri Tatarlar hücum edince, talebelerine; "Memleketinize gidiniz. Şarktan (doğudan) fitne ateşi geliyor. Her tarafı yakacaktır. İslâm târihinde bu kadar fitne görülmemiştir" buyurdu. Talebeleri; "Duâ buyurun da bu belâ müslüman memleketlerinden uzaklaşsın" deyince; "Bu, kazâ-i mübremdir. Duâ bunu gidermez" buyurdu. (Molla Câmi)

 

Kazâ Namazı:

 

Vakti çıktıktan sonra kılınan namaz.

 

Tertîb sâhibi olup bir namazı uykuda geçiren veya unutan kimse, sonraki namazı cemâat ile kılarken hatırlasa, imâmla namazı bitirip, sonra önceki namazını kazâ etsin. Bundan sonra imâmla kıldığını tekrar kılsın. (Hadîs-i şerîf-Dürr-ül-Muhtâr)

 

Farz namazı, İslâmiyet'te bildirilen bir özrü olmadan kazâya bırakmak haramdır, büyük günâhtır. Bu günâh kazâ edince affolmuyor. Kazâ ettikten sonra ayrıca tövbe etmek de lâzımdır. Kazâ edince sâdece namazı kılmamak günâhı affolur. Kazâ kılmadan tövbe edince namazı terk günâhı affolmadığı gibi, te'hir (geciktirme) günâhı da affolmaz. Çünkü tövbenin kabûl olması için günahtan sıyrılmak şarttır. (Alâüddîn-i Haskefî)

 

Farz ve vâcib olan namazlar vaktinde kılınmazlarsa, kazâ edilmeleri emr olundu. Sünnet namazların yalnız vaktinde kılınmaları emr olundu. Vaktinde kılınmayan sünnet namazlar, insanın üzerinde borç kalmaz. Bunun için vaktinden sonra kazâ edilmeleri emrolunmadı. Sabah namazının sünneti vâcibe yakın olduğundan, o gün öğleden önce farzı ile kazâ edilir. Sabah sünneti öğleden sonra, başka sünnetler ise hiçbir zaman kazâ edilmez. Kazâ olursa, sünnet sevâbı hâsıl olmaz. Nafile kılınmış olur. (Kara Çelebizâde)

 

Farz ve vâcib olan bir namazı, bile bile kazâya bırakabilmek için iki özür vardır. Biri düşman karşısında olmaktır. İkincisi üç günlük yol gitmeğe niyeti olmasa bile yolda bulunan kimsenin hırsızdan, yırtıcı hayvandan, selden, fırtınadan korkmasıdır. (İbrâhim Halebî)

 

Üzerinde kazâ namazı borcu olanın nâfile namazı kılması câiz olmaz. Çünkü Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem): "Farzlar yerine getirilmedikçe, Allahü teâlâ nâfileleri kabûl etmez" buyurdu. (Mecma'-ül-Fetâva)

 

Kazâ Orucu:

 

Oruç tutmamayı mubâh kılan (dînde bildirilen) bir özür sebebiyle vaktinde tutulamayan veya tutarken bir özür sebebiyle yâhut kast (bilerek) olmadan bozulup, Ramazân bayramının birinci, Kurban bayramının birinci, ikinci ve üçüncü günleri dışındaki zamanlarda gününe gün tutması gereken Ramazân-ı şerîf orucu.

 

Hasta hastalığının artmasından veya iyi olmasının gecikmesinden yâhut şiddetli ağrı gelmesinden, hasta bakıcı hastalanarak onlara bakamayıp helâk olmalarından korkar ise, oruç tutmayıp sonra orucu kazâ eder. (İbn-i Âbidîn)

 

Kazâ orucu arka arkaya olduğu gibi ayrı ayrı günlerde de tutulabilir. Hastalık veya ihtiyarlık (yaşlılık) sebebiyle orucunu tutamayıp fidye veren kimse, daha sonra kuvvetlenir veya sağlığına kavuşursa, Ramazan oruçlarını ve tutamadığı oruçlarını tutar. (İbn-i Âbidîn)

 

Kazâ ve Kader:

 

Allahü teâlânın meydana gelecek hâdiseleri ilm-i ezelîsi (başlangıcı olmayan ilim sıfatı) ile ezelde (başlangıcı olmayan öncelerde) bilip takdîr etmesi ve bu hâdiselerin zamânı gelince, Allahü teâlâ tarafından yaratılması ve meydana çıkması. Allahü teâlânın birşeyin varlığını ezelde bilip, takdîr etmesine kader, kaderin yâni varlığı dilenilen şeyin zamânı gelince yaratılmasına kazâ denir. Kazâ ve kader kelimeleri birbirinin yerine de kullanılır.

Kazâ ve kaderime râzı  olmayan, beğenmeyen, gönderdiğim belâlara sabretmeyen benden başka Rab arasın. Yeryüzünde kulum olarak bulunmasın. (Hadîs-i kudsî-Mektûbât-ı Rabbânî)

 

Îmânın şartlarından biri de kazâ ve kadere hayr ve şerrin Allahü teâlâdan geldiğine inanmaktır. Cenâb-ı Hak her kulunun başından geçecek her şeyi önceden bilir. Kaderi değiştirmek kimsenin elinde değildir. Dilerse cenâb-ı Hak değiştirir. Kader, cenâb-ı Hakk'ın kullarından gizlediği bir sırrıdır. (Kemâhlı Feyzullah Efendi)

 

KAZF:

 

Atmak. İffetli (temiz) erkek veya kadına zinâ isnâd etmek.

 

Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:

 

İffetli müslüman kadınlara kazf edip sonra (bunu isbât için) dört şâhit getiremeyenler (var ya), işte bunlara seksen değnek vurun. (Hiçbir şey hakkında) bunların şâhidliklerini ebediyyen kabûl etmeyin. Bunlar asıl fâsıklardır (günâhkârlardır). (Nûr sûresi: 4)

 

İnsanı tehlikeye düşüren yedi şeyden sakının. Allahü teâlâya şirk (ortak) koşmak, sihirle (büyüyle) uğraşmak, haksız yere adam öldürmek, fâiz yemek, yetim malı yemek, harbde düşmandan kaçmak ve muhsan (nâmuslu, temiz, evli) müslüman kadınlara kazf etmek. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)

 

İslâmiyet'te muhsan (evli) olan erkek veya kadına kazf büyük günâhtır. (Alâeddîn-i Haskefî)

 

Kazf edilen kimsenin istemesi ile, kazf edene had (seksen sopa) vurulur. (İbn-i Âbidîn)

 

Kazf Haddi:

 

Muhsan olan erkek veya kadına zînâ isnâd edenlere (iftirâda bulunanlara) verilen sopa cezâsı. (Had)

 

KEBÂİR:

 

Büyük günâhlar. Müfredi (tekili) kebîredir.

 

Kebîre sâhibi îmândan çıkmaz. Kebîre sâhibinin hâli Allahü teâlânın irâdesine kalmıştır. Dilerse bağışlar, dilerse azâb eder. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Kebîre işlemek küfr değil, fısktır, emre itâattan çıkmaktır. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Büyük günâh işleyenin îmânı gitmez. Harama helâl derse, îmânı gider. Günâhlar ikiye ayrılır: Kebâir, büyük günâhlardır. Meselâ: 1) Bir şeyi Allahü teâlâya ortak etmek. Buna şirk denir. Şirk, küfrün en kötüsüdür. 2) Bir insanı veya kendini öldürmek. 3) Sihir yâni büyü yapmak. 4) Yetim malı yemek. 5) Fâiz alıp vermek. 6) Muhârebede düşman karşısından kaçmak. 7) Temiz kadınları kazf etmek, yâni nâmuzsuz demek. Her günâhın büyük olmak ihtimâli vardır. Hepsinden kaçınmak lâzımdır. (Teftâzânî, Reyhâvî)

 

KEBÎR (El-Kebîr):

 

Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Varlığından önce yokluk geçmemiş olan.

 

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

 

O'ndan (Allah'tan) başka tapdıkları hiç şüphesiz bâtıldır, yok olucudur. Şüphesiz Allahü teâlâ yücedir, Kebîr'dir. (Lokman sûresi: 30)

 

El-Kebîr ism-i şerîfini söyliyene, ilim ve mârifet kapısı açılır. (Yûsuf Nebhânî)

 

KEFÂLET:

 

Kefillik. Kefîl olmak. Bir kimsenin, borcunu ödememesi, taahhüdünü (verdiği sözü) yerine getirmemesi hâlinde onun yerine borcu ödemeği, sözü yerine getirme mes'ûliyetini (sorumluluğunu) alacaklıya karşı üzerine almak.

 

Kefâletin ihtivâ ettiği (taşıdığı) birçok güzel taraflar vardır. Bunlardan birisi, malının zâyi (yok) olacağı, alamayacağı korkusunda bulunan alacaklı kişinin bu düşüncesini ondan atma; ödeyemediği takdirde şahsına bir zarar geleceği korkusu taşıyan borçlunun bu korkusunu gidermek her iki tarafın karamsar (kötü) düşüncelerini yok etmesi gibi faydaları taşır. Bu da her iki taraf için bir nîmettir. Kefâlet, âlicenâblığın gereği bir iştir. (İbn-i Hümâm)

 

Ukûbâtta (cezâlarda) kefâlet sahîh değildir (olmaz). Birinin yerine, kefîli îdâm edilmez. (Ali Haydar Efendi)

 

KEFEN:

 

Vefât eden kimsenin yıkandıktan sonra sarılarak defnedildiği beyaz bez parçaları.

 

Âdem aleyhisselâm vefât edince, melekler Cennet'ten hanût ve kefen getirdiler. Su ve sedr yaprağı ile yıkadılar. Üçüncüsünde kâfûr koydular. Üç kefen ile kefenlediler. Namazını kıldılar. Lahd yaptılar. Defn ettiler. Sonra çocuklarına dönerek; "Ey Âdemoğulları! Ölülerinize böyle yapınız" dediler. (Hadîs-i şerîf-Fetevâ-i Fıkhıyye)

 

Ölülerin kefenlerini güzel yapın. Zîrâ onlar kendi aralarında birbirlerini ziyâret ederler ve kefenlerinin güzelliği ile iftihâr ederler. (Hadîs-i şerîf-Dürrü'l-Muhtâr)

 

Kefen, erkek için üç, kadın için beş parçadır. Erkeğin kefeni; izâr (genişliği bir metreden fazla baştan ayağa kadar olan bez parçası), kamîs (entâri gibi uzun gömlek) ve lifâfe (başı ve ayakları geçecek uzunlukta, baş üstünden ve ayak altından uçları büzülüp bezle bağlanan kısım). Kadınların kefeni ise, kamîs, îzâr, lifâfe, himâr (baş örtüsü) ve göğüs bezidir. (Zeylâî)

 

Kefenin, meyyitin (ölenin) kendi helâl malından olması, başkasının vermesinden daha iyidir. Diri iken helâl kefen hazırlamak iyidir. (Halebî)

 

Sâlihlerin, velîlerin çamaşırından, elbisesinden kefen yapmak veya kefen içine bunlardan yüzüne göğsüne koymak faydalıdır. (S. Abdülhakîm Arvâsî)

 

Bir kefendir âkıbet sermâye-i bây u fakîr

 

Varlığa mağrur olan mecnûn değil de, yâ nedir.

 

(Lâ Edrî)

 

Kefen-i Farz:

 

Erkek veya kadının vefât ettiğinde sarılarak örtüldüğü bezlerden bir parçası. Buna kefen-i zarûret (lâzım olan kefen) de denir.

 

Kefen-i farz, erkekler ve kadınlar için bir parçadır. (Kutbüddîn-i İznikî)

 

Kefen-i farz olarak (zarûret hâlinde) erkeğe ve kadına yalnız lifâfe (başı ve ayağı geçen uzunlukta, baş üstünden ve ayak altından büzülüp bezle bağlanan kısım) lâzımdır. (Halebî)

 

Kefen-i Kifâye:

 

Fakir veya çok borçlu olarak vefât etmiş erkek ve kadın için yeterli sayılan ve bedeni örtecek kadar olan kefen.

 

Erkeklere kefen-i kifâye olarak îzâr (genişliği bir metreden fazla baştan ayağa kadar olan bez parçası) ve lifâfedir. (Halebî)

 

Kadınların kefen-i kifâyesi; izâr, lifâfe ve himâr yâni baş örtüsüdür. Çünkü kadınlar hayatta iken bu üçü ile örtünürler. (İbn-i Nüceym)

 

Kefen-i Sünnet:

 

Vefât eden erkek için üç, kadın için beş parça olan bez parçası.

 

Erkek için kefen-i sünnet üç parça, yâni izâr, kamîs (entâri gibi uzun gömlek) ve lifâfedir. Kadın için, kamîs, izâr, lifâfe, himâr (baş örtüsü) ve göğüs bezidir. (Halebî)

 

KEFFÂRET:

 

Örtmek. Allahü teâlânın bâzı hususlarda kullarının kusur ve günahlarını affetmek ve örtmek için vesîle yaptığı şeylerden her biri. Çoğulu keffârâttır. Keffâretler, bir bakımdan ibâdet, bir bakımdan cezâ durumundadır. Keffâret, katl (insan öldürme), zıhar, yemîn, oruç ve hac keffâreti olmak üzere beş kısımdır.

 

Büyük günahlardan kaçınmak şartıyla, beş vakit namaz ve Cumâlar, aralarındaki küçük günâhlara keffârettirler. (Hadîs-i şerîf-İhyâ-u Ulûmiddîn)

 

Günâhın keffâreti pişmanlıktır. (Hadîs-i şerîf-İhyâ-u Ulûmiddîn)

 

Devamlı hasta veya çok yaşlı olup, altmış gün keffâret orucunu tutamaz ise, altmış fakîri, bir gün sabah-akşam olmak üzere iki defâ, yâhut bir fakîri sabah-akşam altmış gün doyurur. (Tahtâvî, Mehmed Zihnî)

 

Keffâret-i Salât:

 

Kazâya kalmış namazları bulunan ve bunları îmâ ile dahi kılması mümkün iken kılmayıp ölen kimsenin kılmadığı namazlar için verilen keffâret.

 

Keffâret-i Savm:

 

Ramazân-ı şerîfte bilerek orucu bozmanın cezâsı

 

Keffâret-i Yemîn:

 

Bir işi yapmak veya yapmamak husûsunda Allahü teâlânın ismini söyleyerek yemîn eden kimsenin yemînini bozunca cezâ olarak yapması gerekli olan şey.

 

Keffâret-i Zıhâr:

 

Bir erkeğin, hanımını veya onun yüz, baş, ferc gibi bir uzvunu, kendisine nikâhı ebedî haram olan bir kadına veya onun bakılması haram olan yerine benzetmesi yâni "Sen anam gibisin" veya "Senin sırtın anamın sırtı gibidir" demesinin affı ve onunla tekrâr münâsebet kurabilmesi için olan çâre.

 

KEFÎL:

 

Başkasına âit bir işi veya borcu üzerine alan, sorumluluğunu yüklenen kimse. Kefîle, dâmin de denir.

 

İkindi namazının sünnetini kılıp terk etmeyen kimsenin Cennet'e girmesine kefîlim. (Hadîs-i şerîf-Miftâh-ül-Cenne)

 

Yetîme kefîl olan ve ona bakan kişi Cennet'te bu parmağın yakın olduğu gibi bana yakın olacaktır. (Hadîs-i şerîf-Reddül Muhtâr)

 

Kefîle kefîl olmak sahîhtir (olur). Alacaklı borcu üçünden de isteyebilir. İkrâh ile yâni zorla kefîl yapılan, kefîl olmaz. (İbn-i Âbidîn, Ali Haydar Efendi)

 

Hak teâlâ senin ve âlemin rızkına kefîldir. Rızık için düşünmeye lüzûm yoktur. Çünkü Hak teâlâ tarafından bütün rızıklar taksim edilmiştir. Çalışarak hissene düşen rızkı arayıp bulursun. Bir sadakanın yerine on misli ile mukâbele edildikten sonra, çalışana karşılığı verileceğine hiç şüphe yoktur. (Ahmed binHanbel)

 

KEFİR:

 

İnek ve deve sütlerinin mayalanmasından elde edilen tadı keskin alkollü bir içki.

 

Kısrak, inek ve deve sütleri mayalanıp tadı keskin olunca, müselles (ısıtılarak üçte ikisi uçurulan üzüm suyu) gibi olur. Birincisine kımız, ikincisine kefir denir. Her ikisi de bira gibi haramdır. (M. Âtıf Efendi)

 

KEHÂNET:

 

Kâhinlik. Gaybı, gizli şeyleri bilirim iddiâsında bulunmak. Bu işi yapana kâhin, falcı denir.

 

Hased, nemîme (insanlar arasında söz taşımak) ve kehânet sâhibleri, benden değildir. (Hadîs-i şerîf-Berîka)

 

Hakîkî mü'min, bâtıl inançlara inanmaz. Sihr, uğursuzluk, fal, efsûn, Kur'ân-ı kerîmden başka şeyler yazılı muska, mâvi boncuk, kehânet ve benzeri şeylere, bunların muhakkak iş yapacaklarına, mezârlara mum dikmeğe, tel ve iplik bağlamaya îtibâr etmez. (Muhammed Ma'sûm-i Fârûkî)

 

Kehânette bulunanlara, büyücülere, yıldızlara bakıp, sorulan herşeye cevab verenlere gidip, söylediklerine, yaptıklarına inanmak, bâzan doğru çıksa bile Allah'tan başkasının gâibi, gizli şeyleri bildiğine ve her dilediğini yapacağına inanmak olup, küfr olur, îmânı giderir. (Abdülganî Nablüsî)

 

KEHF SÛRESİ:

 

Kur'ân-ı kerîmin on sekizinci sûresi.

 

Kehf sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). Yüz on âyet-i kerîmedir. Eshâb-ı Kehf'in kıssasını anlattığı için, Sûret-ül-Kehf denilmiştir. Sûrede, Kur'ân-ı kerîmin indiriliş sebebi, Eshâb-ı Kehf hâdisesi, Allahü teâlânın Resûlullah efendimize bâzı dînî ve ahlâkî emir ve tavsiyeleri ile dünyâ hayâtının geçiciliği, güzel amellerin kıymeti, Zülkarneyn aleyhisselâm ile ilgili olaylar ve başka hususlar anlatılmaktadır. (Râzî, Taberî, Kurtubî, Ebû Hayyân)

 

Allahü teâlâ Kehf sûresinde meâlen buyuruyor ki:

 

(Ey Resûlüm!) Kalbi bizi zikretmekten (anmaktan) gâfil olan ve nefsinin arzuları peşinden koşan ve hareketlerinde dînin emirlerinin dışına taşan kimseye itâat etme!(Âyet: 28)

 

Kim Kehf sûresinin ilk on âyetini ezberlerse, Deccâlın fitnesinden korunur. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî, Müslim)

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak