KAYLÛLE:
Gün
ortasında bir miktâr uyuma. Kaylûle öğleden önce de sonra da yapılabilir.
Kaylûle etmek Peygamber efendimizin sallallahü
aleyhi ve sellem âdet-i şerîfesi idi. O'na uyan bir kimsenin bir parça kaylûle
etmesi, O'na uymaksızın birçok geceleri ibâdetle geçirmekten kat kat daha
kıymetlidir. (İmâm-ı Rabbânî)
Gece yemeği gündüz orucuna yardımcı olduğu gibi,
kaylûle etmek de gece ibâdetine yardımcıdır. Gece ibâdetine kalkmayacak bile
olsa bu vakitlerde uyumak lüzumsuz dedikodu yapmaktan daha makbûldür. (İmâm-ı Gazâlî)
İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe her gün sabah namazını
câmide kılıp öğleye kadar suâlleri olanlara cevab verir, öğleden önce oturduğu
yerde kaylûle yapardı. (Temîmî, Mekkî)
KAYYÛM (El-Kayyûm):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel
isimlerinden). Yaratıcı ve mahlûkları yerlerinde ve varlıkta durdurucu.
Allahü
teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
O,
kendinden başka ilâh bulunmayan Allahü teâlâdır. Hayy ve Kayyûm'dur. (Bekara sûresi: 255)
Hergün on altı defâ tenhâ bir yerde El-Kayyûm ismi
şerîfi ahmağa okunursa, Allahü teâlânın izniyle abtallığı gider, hâfızası
kuvvetlenir. (Yûsuf Nebhânî)
Kayyûm-i Âlem:
Kayyûmiyyet makâmında bulunan velî zât. İnsanların
âhirete âit derece ve seâdetleri bu mertebedeki velîlerin imdâdına
verildiğinden kayyûm denilmiştir.
Kutb-ı irşâd, kayyûm-ı âlemdir. Îmân sâhibi olmak,
hidâyete kavuşmak, ibâdet yapabilmek, günâhlara tövbe edebilmek kutb-i irşâdın
feyzleri ile olur. Kayyûm-ı âlem olan ârif, bir asırda birden çok olmaz. Belki uzun
asırlardan, devirlerden sonra zuhûr eder. (Muhammed
Ma'sûm)
KAZÂ:
Allahü teâlânın ezelde irâde ve taktir buyurduğu
şeyleri, zamânı gelince, ilim ve irâdesine muvâfık (uygun) olarak yaratması.
Kazâ gelmez Hak yazmayınca,
Belâ gelmez kul azmayınca.
(M. Sıddîk bin Saîd)
Kazâ Etmek:
Namaz,
oruç gibi farz ve vacib bir ibâdeti vakti çıktıktan sonra yapmak.
Farzı kazâ etmek farzdır. Vâcibi kazâ etmek ve
bozulan sünnet ve nâfileleri iâde (yeniden yapmak) vâcibdir. Vaktinde
kılınmayan sünneti kazâ etmek emr olunmadı. Bu sünneti kazâ ederse, nâfile olur
ve sünnet sevâbına kavuşamaz. (Alâüddîn-i
Haskefî)
Kazâ-i Muallak:
Allahü teâlânın yaratılmasını şarta bağlı olarak
takdîr ettiği ve şart meydana gelince yarattığı şeyler.
Kazâ-i muallakı hiçbir şey değiştiremez. Yalnız duâ
değiştirir ve ömrü yalnız, iyilik artırır. (Hadîs-i şerîf-İhyâu Ulûmiddîn)
Kazâ, iki kısımdır. Kazâ-i muallak, kazâ-i mübrem.
Birincisi şarta bağlı olarak yaratılacak şeylerdir ki, bunların yaratılma şekli
değişebilir veya hiç yaratılmaz. Kazâ-i muallak da iki kısımdır. Birincisinin
bağlı olduğu sebepler levh-i mahfûzda gösterilmiş, meleklere bildirilmiştir.
İkincisinin sebeplerini ancak Allahü teâlâ bilir. Levh-i mahfûzda kazâ-i mübrem
gibi görülen bu kazâ-i muallak da birincisi gibi değiştirilebilir. (İmâm-ı Rabbânî)
Kazâ-i muallak levh-i mahfûzda yazılıdır. Eğer bir
kimse iyi amel yapıp duâsı kabûl olursa, o kazâ değişir. Hadîs-i şerîfte
buyruldu ki: "Kader tedbîr yâni sakınmakla değişmez. Fakat kabûl olan duâ o
belâ gelirken korur." Duânın belâyı defetmesi de kazâ ve kaderdendir.
Kalkan oka siper, sulu yer otun yetişmesine sebeb olduğu gibi duâ da Allahü
teâlânın merhametinin gelmesine sebeptir. (İmâm-ı
Gazâlî)
Kazâ-i Mübrem:
Allahü teâlânın şarta bağlı olmaksızın
yaratılmasını takdîr ettiği, yaratılması muhakkak olan şeyler.
Kazâ, yâni Allahü teâlânın yarattığı şeyler iki
kısımdır: Kazâ-i muallak, kazâ-i mübrem. Kazâ-i mübrem hiçbir zaman değişmez.
Muhakkak yaratılır. Kaf sûresinin "Sözümüz değiştirilmez"
meâlindeki yirmi dokuzuncu âyet-i kerîmesi kazâ-i mübremi bildirmektedir.
(İmâm-ı Rabbânî)
Necmeddîn-i Kübrâ hazretleri,
1221 (H. 618) yılında Harezm'e Cengiz askeri Tatarlar hücum edince,
talebelerine; "Memleketinize gidiniz. Şarktan (doğudan) fitne ateşi
geliyor. Her tarafı yakacaktır. İslâm târihinde bu kadar fitne
görülmemiştir" buyurdu. Talebeleri; "Duâ buyurun da bu belâ müslüman
memleketlerinden uzaklaşsın" deyince; "Bu, kazâ-i mübremdir. Duâ bunu
gidermez" buyurdu. (Molla Câmi)
Kazâ Namazı:
Vakti
çıktıktan sonra kılınan namaz.
Tertîb sâhibi olup bir namazı uykuda geçiren veya
unutan kimse, sonraki namazı cemâat ile kılarken hatırlasa, imâmla namazı
bitirip, sonra önceki namazını kazâ etsin. Bundan sonra imâmla kıldığını tekrar
kılsın. (Hadîs-i şerîf-Dürr-ül-Muhtâr)
Farz namazı, İslâmiyet'te bildirilen bir özrü
olmadan kazâya bırakmak haramdır, büyük günâhtır. Bu günâh kazâ edince
affolmuyor. Kazâ ettikten sonra ayrıca tövbe etmek de lâzımdır. Kazâ edince
sâdece namazı kılmamak günâhı affolur. Kazâ kılmadan tövbe edince namazı terk
günâhı affolmadığı gibi, te'hir (geciktirme) günâhı da affolmaz. Çünkü tövbenin
kabûl olması için günahtan sıyrılmak şarttır. (Alâüddîn-i Haskefî)
Farz ve vâcib olan namazlar vaktinde kılınmazlarsa,
kazâ edilmeleri emr olundu. Sünnet namazların yalnız vaktinde kılınmaları emr
olundu. Vaktinde kılınmayan sünnet namazlar, insanın üzerinde borç kalmaz.
Bunun için vaktinden sonra kazâ edilmeleri emrolunmadı. Sabah namazının sünneti
vâcibe yakın olduğundan, o gün öğleden önce farzı ile kazâ edilir. Sabah
sünneti öğleden sonra, başka sünnetler ise hiçbir zaman kazâ edilmez. Kazâ
olursa, sünnet sevâbı hâsıl olmaz. Nafile kılınmış olur. (Kara Çelebizâde)
Farz ve vâcib olan bir namazı, bile bile kazâya
bırakabilmek için iki özür vardır. Biri düşman karşısında olmaktır. İkincisi üç
günlük yol gitmeğe niyeti olmasa bile yolda bulunan kimsenin hırsızdan, yırtıcı
hayvandan, selden, fırtınadan korkmasıdır. (İbrâhim
Halebî)
Üzerinde kazâ namazı borcu olanın nâfile namazı
kılması câiz olmaz. Çünkü Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem): "Farzlar
yerine getirilmedikçe, Allahü teâlâ nâfileleri kabûl etmez"
buyurdu. (Mecma'-ül-Fetâva)
Kazâ Orucu:
Oruç tutmamayı mubâh kılan (dînde bildirilen) bir
özür sebebiyle vaktinde tutulamayan veya tutarken bir özür sebebiyle yâhut kast
(bilerek) olmadan bozulup, Ramazân bayramının birinci, Kurban bayramının
birinci, ikinci ve üçüncü günleri dışındaki zamanlarda gününe gün tutması
gereken Ramazân-ı şerîf orucu.
Hasta hastalığının artmasından veya iyi olmasının
gecikmesinden yâhut şiddetli ağrı gelmesinden, hasta bakıcı hastalanarak onlara
bakamayıp helâk olmalarından korkar ise, oruç tutmayıp sonra orucu kazâ eder. (İbn-i Âbidîn)
Kazâ orucu arka arkaya olduğu gibi ayrı ayrı
günlerde de tutulabilir. Hastalık veya ihtiyarlık (yaşlılık) sebebiyle orucunu
tutamayıp fidye veren kimse, daha sonra kuvvetlenir veya sağlığına kavuşursa,
Ramazan oruçlarını ve tutamadığı oruçlarını tutar. (İbn-i Âbidîn)
Kazâ ve Kader:
Allahü teâlânın meydana gelecek hâdiseleri ilm-i
ezelîsi (başlangıcı olmayan ilim sıfatı) ile ezelde (başlangıcı olmayan
öncelerde) bilip takdîr etmesi ve bu hâdiselerin zamânı gelince, Allahü teâlâ
tarafından yaratılması ve meydana çıkması. Allahü teâlânın birşeyin varlığını
ezelde bilip, takdîr etmesine kader, kaderin yâni varlığı dilenilen şeyin
zamânı gelince yaratılmasına kazâ denir. Kazâ ve kader kelimeleri birbirinin
yerine de kullanılır.
Kazâ ve
kaderime râzı olmayan, beğenmeyen,
gönderdiğim belâlara sabretmeyen benden başka Rab arasın. Yeryüzünde
kulum olarak bulunmasın. (Hadîs-i
kudsî-Mektûbât-ı Rabbânî)
Îmânın şartlarından biri de kazâ ve kadere hayr ve
şerrin Allahü teâlâdan geldiğine inanmaktır. Cenâb-ı Hak her kulunun başından
geçecek her şeyi önceden bilir. Kaderi değiştirmek kimsenin elinde değildir.
Dilerse cenâb-ı Hak değiştirir. Kader, cenâb-ı Hakk'ın kullarından gizlediği
bir sırrıdır. (Kemâhlı Feyzullah Efendi)
KAZF:
Atmak.
İffetli (temiz) erkek veya kadına zinâ isnâd etmek.
Allahü
teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
İffetli müslüman kadınlara kazf edip sonra (bunu isbât için) dört şâhit getiremeyenler (var ya), işte
bunlara seksen değnek vurun. (Hiçbir şey hakkında) bunların şâhidliklerini ebediyyen
kabûl etmeyin. Bunlar asıl fâsıklardır (günâhkârlardır). (Nûr sûresi: 4)
İnsanı tehlikeye düşüren yedi şeyden sakının.
Allahü teâlâya şirk (ortak) koşmak, sihirle (büyüyle)
uğraşmak,
haksız yere adam öldürmek, fâiz yemek, yetim malı yemek, harbde düşmandan
kaçmak ve muhsan (nâmuslu, temiz, evli) müslüman kadınlara kazf etmek. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
İslâmiyet'te muhsan (evli) olan erkek veya kadına
kazf büyük günâhtır. (Alâeddîn-i Haskefî)
Kazf
edilen kimsenin istemesi ile, kazf edene had (seksen sopa) vurulur. (İbn-i Âbidîn)
Kazf Haddi:
Muhsan olan erkek veya kadına zînâ isnâd edenlere
(iftirâda bulunanlara) verilen sopa cezâsı. (Had)
KEBÂİR:
Büyük
günâhlar. Müfredi (tekili) kebîredir.
Kebîre sâhibi îmândan çıkmaz. Kebîre sâhibinin hâli
Allahü teâlânın irâdesine kalmıştır. Dilerse bağışlar, dilerse azâb eder. (İmâm-ı Rabbânî)
Kebîre
işlemek küfr değil, fısktır, emre itâattan çıkmaktır. (İmâm-ı Rabbânî)
Büyük günâh işleyenin îmânı gitmez. Harama helâl
derse, îmânı gider. Günâhlar ikiye ayrılır: Kebâir, büyük günâhlardır. Meselâ:
1) Bir şeyi Allahü teâlâya ortak etmek. Buna şirk denir. Şirk, küfrün en
kötüsüdür. 2) Bir insanı veya kendini öldürmek. 3) Sihir yâni büyü yapmak. 4)
Yetim malı yemek. 5) Fâiz alıp vermek. 6) Muhârebede düşman karşısından kaçmak.
7) Temiz kadınları kazf etmek, yâni nâmuzsuz demek. Her günâhın büyük olmak
ihtimâli vardır. Hepsinden kaçınmak lâzımdır. (Teftâzânî, Reyhâvî)
KEBÎR (El-Kebîr):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel
isimlerinden). Varlığından önce yokluk geçmemiş olan.
Kur'ân-ı
kerîmde meâlen buyruldu ki:
O'ndan (Allah'tan)
başka
tapdıkları hiç şüphesiz bâtıldır, yok olucudur. Şüphesiz Allahü teâlâ yücedir,
Kebîr'dir. (Lokman sûresi: 30)
El-Kebîr
ism-i şerîfini söyliyene, ilim ve mârifet kapısı açılır. (Yûsuf Nebhânî)
KEFÂLET:
Kefillik.
Kefîl olmak. Bir kimsenin, borcunu ödememesi, taahhüdünü (verdiği sözü) yerine getirmemesi hâlinde onun yerine borcu ödemeği, sözü
yerine getirme mes'ûliyetini (sorumluluğunu) alacaklıya karşı üzerine almak.
Kefâletin ihtivâ ettiği (taşıdığı) birçok güzel
taraflar vardır. Bunlardan birisi, malının zâyi (yok) olacağı, alamayacağı
korkusunda bulunan alacaklı kişinin bu düşüncesini ondan atma; ödeyemediği
takdirde şahsına bir zarar geleceği korkusu taşıyan borçlunun bu korkusunu
gidermek her iki tarafın karamsar (kötü) düşüncelerini yok etmesi gibi
faydaları taşır. Bu da her iki taraf için bir nîmettir. Kefâlet, âlicenâblığın
gereği bir iştir. (İbn-i Hümâm)
Ukûbâtta (cezâlarda) kefâlet sahîh değildir
(olmaz). Birinin yerine, kefîli îdâm edilmez. (Ali Haydar Efendi)
KEFEN:
Vefât eden
kimsenin yıkandıktan sonra sarılarak defnedildiği beyaz bez parçaları.
Âdem aleyhisselâm vefât edince, melekler Cennet'ten
hanût ve kefen getirdiler. Su ve sedr yaprağı ile yıkadılar. Üçüncüsünde kâfûr
koydular. Üç kefen ile kefenlediler. Namazını kıldılar. Lahd yaptılar. Defn
ettiler. Sonra çocuklarına dönerek; "Ey Âdemoğulları! Ölülerinize böyle
yapınız" dediler. (Hadîs-i şerîf-Fetevâ-i Fıkhıyye)
Ölülerin kefenlerini güzel yapın. Zîrâ onlar kendi
aralarında birbirlerini ziyâret ederler ve kefenlerinin güzelliği ile iftihâr
ederler. (Hadîs-i şerîf-Dürrü'l-Muhtâr)
Kefen, erkek için üç, kadın için beş parçadır.
Erkeğin kefeni; izâr (genişliği bir metreden fazla baştan ayağa kadar olan bez
parçası), kamîs (entâri gibi uzun gömlek) ve lifâfe (başı ve ayakları geçecek
uzunlukta, baş üstünden ve ayak altından uçları büzülüp bezle bağlanan kısım).
Kadınların kefeni ise, kamîs, îzâr, lifâfe, himâr (baş örtüsü) ve göğüs
bezidir. (Zeylâî)
Kefenin, meyyitin (ölenin) kendi helâl malından
olması, başkasının vermesinden daha iyidir. Diri iken helâl kefen hazırlamak
iyidir. (Halebî)
Sâlihlerin, velîlerin çamaşırından, elbisesinden
kefen yapmak veya kefen içine bunlardan yüzüne göğsüne koymak faydalıdır. (S. Abdülhakîm Arvâsî)
Bir kefendir âkıbet sermâye-i bây
u fakîr
Varlığa mağrur olan mecnûn değil
de, yâ nedir.
(Lâ Edrî)
Kefen-i Farz:
Erkek veya kadının vefât ettiğinde sarılarak
örtüldüğü bezlerden bir parçası. Buna kefen-i zarûret (lâzım olan kefen) de
denir.
Kefen-i
farz, erkekler ve kadınlar için bir parçadır. (Kutbüddîn-i İznikî)
Kefen-i farz olarak (zarûret hâlinde) erkeğe ve kadına
yalnız lifâfe (başı ve ayağı geçen uzunlukta, baş üstünden ve ayak altından
büzülüp bezle bağlanan kısım) lâzımdır. (Halebî)
Kefen-i Kifâye:
Fakir veya çok borçlu olarak vefât etmiş erkek ve
kadın için yeterli sayılan ve bedeni örtecek kadar olan kefen.
Erkeklere kefen-i kifâye olarak îzâr (genişliği bir
metreden fazla baştan ayağa kadar olan bez parçası) ve lifâfedir. (Halebî)
Kadınların kefen-i kifâyesi; izâr, lifâfe ve himâr
yâni baş örtüsüdür. Çünkü kadınlar hayatta iken bu üçü ile örtünürler. (İbn-i Nüceym)
Kefen-i Sünnet:
Vefât eden erkek için üç, kadın
için beş parça olan bez parçası.
Erkek için kefen-i sünnet üç parça, yâni izâr,
kamîs (entâri gibi uzun gömlek) ve lifâfedir. Kadın için, kamîs, izâr, lifâfe,
himâr (baş örtüsü) ve göğüs bezidir. (Halebî)
KEFFÂRET:
Örtmek. Allahü teâlânın bâzı hususlarda kullarının
kusur ve günahlarını affetmek ve örtmek için vesîle yaptığı şeylerden her biri.
Çoğulu keffârâttır. Keffâretler, bir bakımdan ibâdet, bir bakımdan cezâ
durumundadır. Keffâret, katl (insan öldürme), zıhar, yemîn, oruç ve hac
keffâreti olmak üzere beş kısımdır.
Büyük günahlardan kaçınmak şartıyla, beş vakit
namaz ve Cumâlar, aralarındaki küçük günâhlara keffârettirler. (Hadîs-i şerîf-İhyâ-u Ulûmiddîn)
Günâhın
keffâreti pişmanlıktır. (Hadîs-i
şerîf-İhyâ-u Ulûmiddîn)
Devamlı hasta veya çok yaşlı olup, altmış gün
keffâret orucunu tutamaz ise, altmış fakîri, bir gün sabah-akşam olmak üzere
iki defâ, yâhut bir fakîri sabah-akşam altmış gün doyurur. (Tahtâvî, Mehmed Zihnî)
Keffâret-i Salât:
Kazâya kalmış namazları bulunan ve bunları îmâ ile
dahi kılması mümkün iken kılmayıp ölen kimsenin kılmadığı namazlar için verilen
keffâret.
Keffâret-i Savm:
Ramazân-ı
şerîfte bilerek orucu bozmanın cezâsı
Keffâret-i Yemîn:
Bir işi yapmak veya yapmamak husûsunda Allahü
teâlânın ismini söyleyerek yemîn eden kimsenin yemînini bozunca cezâ olarak
yapması gerekli olan şey.
Keffâret-i Zıhâr:
Bir erkeğin, hanımını veya onun yüz, baş, ferc gibi
bir uzvunu, kendisine nikâhı ebedî haram olan bir kadına veya onun bakılması
haram olan yerine benzetmesi yâni "Sen anam gibisin" veya "Senin
sırtın anamın sırtı gibidir" demesinin affı ve onunla tekrâr münâsebet
kurabilmesi için olan çâre.
KEFÎL:
Başkasına âit bir işi veya borcu üzerine alan,
sorumluluğunu yüklenen kimse. Kefîle, dâmin de denir.
İkindi namazının sünnetini kılıp terk etmeyen
kimsenin Cennet'e girmesine kefîlim. (Hadîs-i şerîf-Miftâh-ül-Cenne)
Yetîme kefîl olan ve ona bakan kişi Cennet'te bu
parmağın yakın olduğu gibi bana yakın olacaktır. (Hadîs-i şerîf-Reddül Muhtâr)
Kefîle kefîl olmak sahîhtir (olur). Alacaklı borcu
üçünden de isteyebilir. İkrâh ile yâni zorla kefîl yapılan, kefîl olmaz. (İbn-i Âbidîn, Ali Haydar Efendi)
Hak teâlâ senin ve âlemin rızkına kefîldir. Rızık
için düşünmeye lüzûm yoktur. Çünkü Hak teâlâ tarafından bütün rızıklar taksim
edilmiştir. Çalışarak hissene düşen rızkı arayıp bulursun. Bir sadakanın yerine
on misli ile mukâbele edildikten sonra, çalışana karşılığı verileceğine hiç
şüphe yoktur. (Ahmed binHanbel)
KEFİR:
İnek ve
deve sütlerinin mayalanmasından elde edilen tadı keskin alkollü bir içki.
Kısrak,
inek ve deve sütleri mayalanıp tadı keskin olunca, müselles (ısıtılarak üçte
ikisi uçurulan üzüm suyu) gibi olur. Birincisine kımız,
ikincisine kefir denir. Her ikisi de bira gibi haramdır. (M. Âtıf Efendi)
KEHÂNET:
Kâhinlik. Gaybı, gizli şeyleri bilirim iddiâsında
bulunmak. Bu işi yapana kâhin, falcı denir.
Hased, nemîme
(insanlar arasında söz taşımak) ve kehânet sâhibleri, benden değildir. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Hakîkî mü'min, bâtıl inançlara inanmaz. Sihr,
uğursuzluk, fal, efsûn, Kur'ân-ı kerîmden başka şeyler yazılı muska, mâvi
boncuk, kehânet ve benzeri şeylere, bunların muhakkak iş yapacaklarına,
mezârlara mum dikmeğe, tel ve iplik bağlamaya îtibâr etmez. (Muhammed Ma'sûm-i Fârûkî)
Kehânette bulunanlara, büyücülere, yıldızlara bakıp,
sorulan herşeye cevab verenlere gidip, söylediklerine, yaptıklarına inanmak,
bâzan doğru çıksa bile Allah'tan başkasının gâibi, gizli şeyleri bildiğine ve
her dilediğini yapacağına inanmak olup, küfr olur, îmânı giderir. (Abdülganî Nablüsî)
KEHF SÛRESİ:
Kur'ân-ı
kerîmin on sekizinci sûresi.
Kehf sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). Yüz on
âyet-i kerîmedir. Eshâb-ı Kehf'in kıssasını anlattığı için, Sûret-ül-Kehf
denilmiştir. Sûrede, Kur'ân-ı kerîmin indiriliş sebebi, Eshâb-ı Kehf hâdisesi,
Allahü teâlânın Resûlullah efendimize bâzı dînî ve ahlâkî emir ve tavsiyeleri
ile dünyâ hayâtının geçiciliği, güzel amellerin kıymeti, Zülkarneyn
aleyhisselâm ile ilgili olaylar ve başka hususlar anlatılmaktadır. (Râzî, Taberî, Kurtubî, Ebû Hayyân)
Allahü
teâlâ Kehf sûresinde meâlen buyuruyor ki:
(Ey Resûlüm!) Kalbi bizi zikretmekten (anmaktan) gâfil
olan ve nefsinin arzuları peşinden koşan ve hareketlerinde dînin emirlerinin
dışına taşan kimseye itâat etme!(Âyet:
28)
Kim Kehf sûresinin ilk on âyetini ezberlerse, Deccâlın
fitnesinden korunur. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî, Müslim)