17 Ağustos 2023 Perşembe

Türkler ve Budacılık

 




Türkler Budacılığa Burkancılık (Burkan dini) Buda'ya da Burkan diyorlardı. Buda'nın öğretisinin ne zaman Türkler arasında yayılmaya başladığını kesin olarak bilemiyoruz. Ancak Çin kaynakları Türklerin Budacılık ile ilişkileri konusunda az da olsa bilgi veriyor. Budacılığı benimseyen Türk kavimlerinin başında Uygurlar gelmektedir. Ancak Uygur Türklerinden önce Budacılık Hunlar ve Göktürkler arasında az da olsa bir ilgi görmüştür. Büyük Türk hükümdarı Bumin Kağan'ın ikinci oğlu Murhan Kağan (553 - 572) bir Budacı tapınağının yazıtında dine inanmış bir kişi olarak anılıyor. Muhan'ın küçük kardeşi To-po (572-581) zamanında Hui-lin adında bir Budacı keşiş, Ts'i hanedanı tarafından Göktürklere yollanır. Keşiş kağana Budacılığı kabul ederse, halkının huzur ve refaha kavuşacağını söyler. Kağana bir Budacı tapınak yaptırmasının yine halkının huzuru ve rahatı için gerekli olduğunu da ekler. Ancak Budacı keşişin bu girişimi sonuç vermez. Kağan To-po, kendisine keşiş gönderen Ts'i hükümdarına birkaç Budacı metni göndermesi için hediye gönderir. Ts'i hükümdarı Budacı Nirvana-sutra'yı çevirttirip Kağana gönderir.


Aynı dönemlerde, Türklerin Batı'da Buda diniyle karşılaştıklarını görüyoruz. Ancak bu defa üstatları Çinliler değil Soğutlar (Sogdlar) idi. 552 - 576 yılları arasında hükümdar Bumin’in kardeşi İstemihan, vali olarak devletin batı kısmını yönetiyordu. Yönettiği topraklar içinde Soğut (Sogd) ülkesi ve Afganistan'ın kuzeyi de bulunmaktaydı. Bu yörenin kentlerinde Budacılığın Hinayana mezhepi yaygındı. Ancak bu kentlerde Budacılığı benimseyenler genellikle yönetici ve soylu kimselerdi.


Orta Asya'da Budacılığı benimseyip budinden yaptıkları çevirilerle, zengin bir edebiyat birikimi oluşturan Türk topluluğu Uygurlar olmuştur, Uygurların Budacılıkla temasları 7. yy. da başlamış ancak daha sonra devlet dininin Mani dini olması ve ülkenin ileri gelenlerinin Mani dininin koruyuculuğunu yapmaları nedeniyle Budacılık Mani dini kadar etkin bir din olamamıştır.


Ancak Uygurlar 840 yılında uçsuz bucaksız bozkırların hakimiyetini Kırgızlara kaptırınca Uygur tarihi açısından yeni bir dönemin başlangıcı olmuştur, Uygur boylarının büyük bir kısmı bozkır yenilgisinden sonra Çin'in Türkistan bölgesine göç etmişler, bir kısmı da (Kan-Chou Uygurları) Kansu kenti yakınında yeni bir Uygur devleti kurmuşlardır. Çin'in Türkistan bölgesine giden Hoça (Kau-Chang, Turfan) Uygurlarının merkezi Hoça kenti idi. Hoça Uygurlarının yerleştiği bu bölgelerde yerleşik zengin bir medeniyetin varolduğu bilinmektedir. Bu bölgenin kuzey İpek Yolunun batı kısmında Hint - Avrupa boyları, Kuça ve Hamil bölgesinde ticaretle uğraşan Soğutlar (Sogdlar), Kuça'dan Turfan'a kadar olan bölgede ise Toharlar yaşıyordu. Çinliler de bu bölgelerde yaşamlarını sürdüren diğer bir topluluktu. Bütün bu bölgelerde yaygın olan din Budacılıktı. Budacılıkla birlikte az sayıda Hıristiyan ve Mani dininin izdeşçileri de vardı.


Uygurlar bu bölgeye göç ettiklerinde Budacılığa yeniden geçmeleri zor olmamıştır.


Uygurların (Kan-chou - Sarı Uygurlar) göç ettikleri bir başka bölge ise Tibet ve An-hsi bölgesidir. Bu bölgenin merkezi Kansu (Kanchou) kenti idi. Bu bölgenin asıl özelliği Budacılığın en fazla yayılmış olduğu bir bölge olmasıdır. Tun-huang (Bin Buda) mağaraları bu bölgededir. Bu yüzden Uygurların eski dini Manihaizm (Manicilik) burada uzun süre yaşamamış ve Uygurlar aşağı yukarı 100-150 yıl önce bozkır bölgesinde tanıştıkları Budacılık dinine yeniden dönmüşlerdir.


Budacılığın her iki mezhebi de Türkler arasında yayılmıştır. Ancak Mahayana Budacılığının daha çok yaygın olduğunu görüyoruz. Bu bölgelerde 19.yy. başından itibaren yapılan araştırmalarda Uygurlara ait çok sayıda Budacı metin bulunmuştur. Bunlardan en önemlisi Maytrısımıt'tır. Bu metinin XII. yy.'ın ikinci yarısında Toharcadan çevrildiği sanılmaktadır. Maytrısımıt (skr. Maitreyasa-matı) Budacıların mehdisi Maiteraya ile gerçekleşecek buluşmayı anlatır. Bu eser yalnızca okunmak için değil aynı zamanda dini bayramlarda oynansın diye de yazılmıştır. Pazar yerlerinde veya Budacı tapınakların önünde toplanan halka bu eser Budacı keşişler tarafından oynanırdı. Canlandırılması mümkün olmayan sahneleri, örneğin ilahların, doğa üstü güce sahip yaratıkların konuşmaları, olaylarla ilişkisi anlatılırken büyük panolar halinde resimler gösterilirdi.

Uygurlar XIV. yüzyılın başına, bölgenin bütünüyle İslamlaşmasına kadar Budacılığa bağlı kaldılar. Bu dinin bellibaşlı yapıtlarını Çince, Tibetçe, Toharca, Sogdca ve Sanskrit dilinden eklemeler yaparak ve genişleterek çevirmişlerdir. Çeviri yaparken karşılığı bulunmayan yabancı kelimelere büyük bir özenle yeni kelimeler türetme yoluna gitmişler, dilin mevcut imkanlarından yararlanarak yeni kavramlar oluşturmuşlardır. Bunun yanında bu metinlerde bol miktarda yabancı kelimelere de rastlanır. Ancak yeni kelime türetme çalışması İslam dini kabul edildikten sona durmuş, Arapça ve Farsçadan alıntılara daha çok yer verilmiştir. Bu da Türk dilinin gelişimine, düşünsel yapının zenginleşmesine büyük bir darbe olmuştur.


Uygur metinlerinde görülen özelliklerden birisi o döneme kadar Türkçede karşılığı bulunmayan soyut kavramlara karşılık bulunmasıdır.


Bu metinlerde görülen bir başka özellik te hiçbir Budacı edebiyatta görülmeyen canlı dış dünya tasviridir. Aşağıya aktardığım “Öyle Yerlerde” adlı şiir bunun güzel bir örneğidir.


"Birbirine bağlı duran kat-kat dağlarda 

Sakin ve tenha aranyadana'da ardıç ağaçları altında,

akar sular boyunda; 

sevinç içinde uçuşan kuşçukların toplandıkları, 

bir araya geldikleri yerde hiçbir şeye bağlanmadan, huzura kavuşmalı


işte öyle yerlerde!


İç-içe, derin, kat-kat, kıvrım-kıvrım dağlarda, eski, kadim arany adana'da 

Yüksek, yekpare kayalıkların baskısı altında, tam bir sessizlik içinde,

imirt, çoğurt ağaçları arasında, incecik suların kıyısında

hiçbir şeye ilinmeden, dhyana’ya dalmalı işte öyle yerlerde!


Derin dağların köşesinde, eteğinde, sevimli arany adana'da

süzülüp akan sular arasında ıp-ıssız bir tenhalıkta

Sekiz türlü yel ile kımıldanmadan Orada sükûn içinde

sabırla, yalnızca töre huzurunu tatmalı işte öyle yerlerde!


Gögerip duran güzel dağlarda, gönlün hoşlandığı tenha yerlerde Kesif, 

sık söğütlükler içinde, kaynayıp köpüren göller arasında

başta göz olmak üzere, bütün hasselerden sıyrılıp

her şeyin göründüğü, bilindiği gibi olduğu yerde

hiçbir arzu beslemeden, huzur tatmak işte öyle yerlerde!



Mart / 95 - İstanbul



ESKİ METİNLERE GÖRE BUDİZM

(BUDACILIĞIN DİYALEKTİK YORUMU)

WALTER RUBEN

Hazırlayan: LÜTFÜ BOZKURT


14 Ağustos 2023 Pazartesi

TÜRK TARİHİ-2

 TÜRKLERİN İSLAMİYET'E GİRİŞİ



Araştırmalar Türklerin İslamiyet'ten önceki dinlerinde kalan grupların tarih sahnesinden silindiklerini veya asimile olduklarını göstermektedir.


Türklerin İslamiyet ile tanışmaları Emevi ordularının Maveraünnehire girmesinden sonra olmuştur. Kısacası VIII. ve X. yüzyıllar arasında kalan zaman dilimi, Türklerin İslamiyet'e giriş yıllarıdır.


Halife Ömer bin Abdülaziz, Emevi kumandanı Kuteybe bin Müslim'in askeri hakimiyet kurduğu Türk yurtlarında İslam fidanının yetişmesi için çok büyük gayret sarf etmiş, onun döneminde İslam dininin yayılması, devletin öncelikli hedefi olmuştur. Bu sayede bölgede İslam dinine karşı büyük bir teveccüh meydana gelmiştir. Başta Semerkant Türk beyi Akşit Guzek (Oguzbek) olmak üzere birçok Türk beyi müslüman olmuştur.


Hilafetin Abbasilere geçmesiyle birlikte İslam'a giriş hareketinde belirgin bir hızlanma gözlenmiştir. Türk tarihinin en önemli kırılma noktalarından biri şüphesiz «Talas Savaşı»dır. Yeni kurulan Abbasi idaresi, Emevi yönetiminden farklı olarak İranlılara ve Türklere daha kardeşçe ve dostane davranmayı yeni yönetim anlayışının temel prensiplerinden biri olarak benimsemişti. Bu anlayış içerisinde doğudaki fetihlere yeniden ağırlık verilmiştir. Türk topluluklarıyla daha iyi ilişkilere girişilmiş, Türklerin yoğun olarak yaşadığı Batı Türkistan sınırlarında Talas Irmağı kıyısında Çinlilerle savaşmak zorunda kalmıştır. Daha önce topraklarını Çin'e kaptırmış olan Türkler, kendilerine daha yakın hissettikleri Araplarla birleşerek bu savaşta Çin'e karşı müslümanların yanında yer almıştır. Bu stratejik işbirliği Talas Savaşı'nın müslümanlarca kazanılmasına yol açtığı gibi, tarafları da psikolojik olarak birbirine yaklaştırmıştır. Bunun tabii sonucu ise Türklerin küçük gruplar halinde de olsa lslamiyet'le tanışmaları olmuştur. Bu önemli olayın ardından Yağma, Çiğil ve Karluk Türklerinden bazı kabileler müslüman olmuştur. Çok geçmeden bu İslama giriş dalgasının askeri, siyasi ve sosyolojik sonuçları görülmeye başlanmış, İslamiyet'e geçen Türklere başta askeri vazifeler olmak üzere çeşitli kademelerde idarecilikler de verilmeye başlanmıştır.



Müslüman Araplarla önce düşmanca başlayan, daha sonra da yakınlaşmayla devam eden ikili ilişkilere rağmen Türk toplulukları 650-900 yılları arasında topluca müslüman olma yoluna gitmemişlerdir. Türk toplulukları arasında 900 yılından sonra başlayan topluca İslam'a giriş hareketleri Türklerin İslamiyet'i zorla değil, kendi arzuları ile kabul ettiklerini göstermektedir. Bu gönüllü İslamlaşmayı kolaylaştıran temel faktörler; Türklerin İslamiyet'i, onun hukuki ve felsefi anlayışını kendi dini, hukuki ve felsefi görüşlerine; müslümanların ekonomik imkanlarını ve onlarla yapacakları ticareti kendi ticari ve ekonomik menfaatlerine; İslamiyet'in insan ilişkilerini ve cihad anlayışını da kendi sosyal ve askeri görüşlerine uygun bulmuş olmalarıdır. İslamiyet'in başlangıçta bir kısım Türkler arasında Mani, Budizm ve Şamanizmin mistik taraflarıyla benzeşen Şii-Batıni kanallardan yayılmış olması mümkündür. Ancak bu, Türklerin daha sonraları da hep bu kanallarla müslüman olduklarını gösteren bir durum değildir.


Özellikle belirtmek gerekir ki, İslam dininin bir hidayet fırtınası halinde Orta Asyaya yayılışı ve Türk boylarının birbiri arkasından Allah'ın dinine koşmaları sadece Türk tarihinin değil, İslam tarihinin, hatta dünya tarihinin en önemli olaylarından birisidir. Zira Türk boylarının İslam dinine girmesiyle beraber müslümanlar askeri alanda önemli bir desteğe kavuşmuş, bu güç sayesinde eski dünya kıtalarının kesiştiği büyük kültür ve medeniyet merkezlerinde müslümanlar tarafından çok daha büyük imparatorluklar kurulmuştur. Bunun tabii sonucu olarak dünyanın siyasi ve askeri konjonktüründe İslam dini lehine büyük değişmeler olmuş, gerek medeniyet gerekse siyasi ve askeri alanlarda, İslam dini müstesna bir siyasi güç haline gelmiştir.


Arap-İslam orduları Aşağı Türkistan'a doğru fetih akınlarını Emeviler döneminde başlatmışlardır. Önceleri bu akınlar fetih hareketinden çok taciz etme ve baskınlar yapma tarzında, yağma ve ganimet hareketleri olarak sürdürülmüştür. Kuteybe bin Müslim'in Horasan'a vali olarak atanmasıyla birlikte fetih hareketleri hızlanmış, Baykent, Buhara ve Semerkant gibi önemli ticaret merkezleri İslam ordularının eline geçmiştir. Ne yazık ki, Vali Kuteybe; askeri sahada gösterdiği başarıyı İslam dininin yayılmasında gösterememiş, fethettiği yerlerde yıldırıcı faaliyetlerde bulunmuştur.


Karakterlerine tamamen uygun olan İslam dininin neden Türkler arasında daha hızlı yayılmadığı gibi bir soru akla gelebilir. Tarihi kayıtlar iyi analiz edildiğinde, bunun Emevi yönetiminin yanlış politikalarının bir sonucu olduğu anlaşılmaktadır. Bu politikalar Türklerin Araplara karşı kin ve nefret duygularını artırmış, bu da lslamiyet'in kabulünü uzun süre geciktirici bir etki meydana getirmiştir. Emevi idarecilerinin İslamiyet'in yayılmasından çok Arap saltanatının siyasi gücüne önem vermesi, Türkler arasında İslamiyete karşı istenen seviyede ilgi gösterilmemesine yol açmıştır.


Ancak bu psikolojik engel, Abbasi yönetiminin iş başına gelmesiyle kısa zamanda ortadan kalkmıştır. Abbasiler, yönetimi ele geçirmek için yaptıkları mücadelelerde kendilerine destek veren Türk ve İran unsurlarına önem vermişler, yönetimlerinde Türklere idari, siyasi ve askeri kadrolarda görevler vermişlerdir. Bir bakıma Emevilerin Arap milliyetçiliği tavrına tepki olarak kendi yönetimlerinde Arapları dışlayan bir siyaset uygulamaya başlamışlardır.


Türkler Abbasilerin ilk yıllarından itibaren devlet hizmetinde vazife almışlardır. Halife Me'mun ve Mu'tasım dönemlerinde bu durum artarak devam etmiştir. Bu iki halifenin Türklere olumlu yaklaşımı, Aşağı Türkistan halkının büyük çoğunlukla İslamiyet'i kabul etmeleriyle sonuçlanmıştır. Özellikle Me'mun dönemi (813-833), lslamiyet'in İç Asya'da yayılışı açısından çok önemli bir kilometre taşı olmuştur. Anne tarafından Türk olan Me'mun, Türkistan bölgesindeki mahalli hükümdarları İslama kazandırmak için hususi bir gayret göstermiştir. Özellikle o bölge yöneticilerine yumuşak davranır, izzet ve ikramda bulunur, teşvik amacıyla onları lütuf ve ihsanlara boğardı. Oğlu Mu'tasım da bu teşvik siyasetini devam ettirmiş, askerlerinin büyük çoğunluğunu Aşağı Türkistan, Soğd, Fergana, Şaş ve Uşrusana gibi Türklerin yoğun olarak yaşadığı bölgelerden oluşturmuştu. Şüphesiz bu durum Türklerin İslama girişini kolaylaştıran bir unsur olmuştur.



SATUK BUGRA HAN'IN MÜSLÜMAN OLMASI ve SATUK BUGRA HAN TEZKİRESİ



IX. asırdan sonra Abbasilerin merkezi otoriteyi kaybetmesi, Türklerin yaşadığı bölgelerde yeni hanedanlıkların ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bu hanedanlardan Horasan'da hakimiyet kuran İran asıllı Samanoğulları, islam'ı tebliğ faaliyetine hız vererek yeni bir gaza ve cihad faaliyetini başlatan bir devlet haline gelmiştir. Baykent, Buhara ve Semerkant şehirlerinde yaşayan müslüman tacir ve dervişler, bu sayede, göçebe Türklere kolayca ulaşma imkanı bulmuşlardır. Samanoğulları'ndan sonra Türklere İslamiyet'i ulaştırma vazifesini Maveraünnehir bölgesinin hakimi olan Karahanlılar üstlenmişlerdir. Türk tarihinin ilk müslüman devleti olan Karahanlılar döneminde Türklerin İslamlaşma oranı giderek yüzde yüzlere yaklaşmıştır. Türkler arasında bir iman kasırgasına dönüşen bu İslamlaşma döneminde, ömrünü Türklerin hidayetine adayan ve bu uğurda at koşturup dağlar aşan büyük devlet adamı Satuk Buğra Han'dır.


Buğra Han, Ebu Nasr isimli Samani prensinin telkin ve teşvikiyle müslüman olmuş ve Abdülkerim adını almıştır. Abdülkerim Satuk Buğra, 955 yılında vefat edinceye kadar halkını İslama çağırmış, onun bitmez tükenmez çabaları sonucunda Türkler yüz binleri aşan büyük kitleler halinde müslüman olmuşlardır.


Kaynaklar bu dönemde on binlerce çadırdan oluşan göçebe Türk topluluklarının topluca müslüman olduklarını kaydetmektedir. Gönlü, halkının müslüman olması için yanıp tutuşan genç Karahanlı hükümdarının İslam'la şereflenmesi ve bu şerefi milletine de mal etme uğrunda yaptıkları, ona destansı bir hüviyet kazandırmıştır. Kaynaklarda; «Satuk Buğra Han Tezkiresi» olarak geçen tarihi rivayette Satuk Buğranın müslüman olması özetle şöyle anlatılmaktadır:


"Küçük Satuk'u hidayete ulaştırma görevi, Peygamber tarafından bir ilahi irade gereği Samanoğullarından Ebu Nasr adında dindar bir Allah dostuna verilmişti. Bu zat bir gece rüyasında Hz. Peygamber'i görmüş ve ondan şu buyruğu almıştı:


«Kalk, hemen Türkistan'ın yolunu tut! Orada Satuk Tekin hidayete ulaşmak için senin telkin ve delaletini bekliyor.»

Diğer taraftan, Satuk'un hayatında da çok ilginç olaylar olmuştur. Zira Ebu Nasr'ı Türkistan'a gönderen ilahi irade, bu kez de Satuk için tecelli etmiş ve genç Karahanlı prensi bir gece yatağında uyumaya çalışırken rüya ile gerçek arasında ilahi bir ses duymuştur. Sanki bir adam gökten inmiş, sonra da ona güzel bir Türkçeyle hitap ederek;


"Müslüman ol! Dünya ve ahiret mutluluğuna ulaş ve kurtul!" demiştir.


Ebu Nasr, bu ilahi tebliğ görevini aldıktan sonra Kaşgar'a gelmiş, hiç beklenmedik bir zaman ve ortamda Satuk Tekin'le karşılaşmıştır. Bu karşılaşmada ona Allah'ın dinini tebliğ etmiş, böylece o da müslüman olmuştur."


Büyük İslam coğrafyacısı el-Makdisi, 966 yıllarında Karahanlı hükümdarlarının İslam dinine hizmetlerini şöyle anlatmaktadır:


"Doğu iklimi (Maveraünnehir), iklimler arasında, büyük adamları ve alimleri en çok olan, hayrın kaynağı, ilmin karargahı, alimlerin ocağı, ayrıca İslam'ın muhkem dayanağı ve en güçlü kalesi sayılan bir iklimdir. Bu iklimin hükümdarları (Karahanlı hakanları) hükümdarların en büyüğü, ordusu ise orduların en hayırlısıdır. Bu iklimde mekan tutanlar ise; kuvvetleri yüce, görüşleri doğru, isimleri ulu, malları bol, ayrıca at, asker ve parlak zafer sahibi kimselerdir. Hz. Ömere de bildirildiği gibi, onların elbiseleri demirden, yiyecekleri kurutulmuş etten, içtikleri ise buzdandır. Buralarda fakihler hükümdarlar derecesinde saygı görür. Burada kötü olanlar başka yerde hükümdar olur:·


"Türkler başlangıçta İslamiyet'i normal şartlarda olduğu gibi bilginler eliyle değil, daha çok tasavvufi yönü ağır basan dervişler eliyle öğrenmişlerdir. İslamiyet'i kabul ederek şehirlerde yaşayan Türkler, zamanla devletin desteklediği medreselerde öğretilen kitaba dayalı dini icapları benimseyip dinin emirlerini yerine getirmeye çalışmışlardır. Bunun yanında sürekli göçebe hayatı yaşayan, İslamiyet'in bilgiden ziyade hissi yönünü ön planda tutan ve İslamiyet'i şeklen ve sathi bir şekilde benimseyen Türkmenler ise daha çok, eski Türk inançlarına bağlı bir dini hayatı sürdürmeye çalışmışlardır."


Göçebe Türkmenler şehirlerden farklı olarak medreseden habersiz ve ondan mahrum bir hayat yaşamak zorunda kalmışlardır. Zira sürdürdükleri göçebe hayatı, bilgiye dayalı Müslümanlığın icaplarını kavramaya ve yerine getirmeye imkan vermemiştir. Çoğunluğu okuma-yazma bilmeyen bu insanlar, İslamiyet'in inanç esasları ile namaz ve oruç gibi fedakarlık ve disiplin isteyen ibadetleri ne kavrayabilmiş ne de yerine getirebilmiştir. Bu sebeple dervişler bu göçebe Türklere İslamiyet'i yumuşak bir ruh ve mana ile anlatmışlar, böylece Türklerin İslam'la şereflenmesinde önemli katkılar sağlamışlardır. Bu Müslümanlık anlayışı, göçebe Türkler eliyle XI. yüzyıldan itibaren Anadolu'ya taşınmıştır.


Ancak Cem Vakfı Başkanı İzzettin DOGAN'ın; Ahmed Yesevilerle, Yunus Emrelerle Anadolu'ya taşınan bu Müslümanlık anlayışını, kayıtlardan tamamen arındırılmış ve dini mükellefiyetleri sathi hale getirilmiş bir İslami anlayış olarak takdim etmesi, hatta; «Türklerin İslamiyet yorumu» olarak sunması; biçim olarak tamamen, muhteva olarak ise çok büyük oranda yanlıştır. Şüphesiz, Anadolu Aleviliği, Doğanın da belirttiği gibi yoğun İslami izler taşımakla beraber, kitabi bir kültür yerine aktarmacı ve sözlü anlatımla yaşatılmaya çalışıldığı için geçmişteki Şaman kültürü ve bir dönem İslam dünyasını kısmen etkilemiş olan «Batıni» akımların tesirleriyle şekillenmiştir.



Oysa şanlı bir geçmişe sahip olan Müslüman-Türklerin ezici bir çoğunluğu; temel İslami anlayışlara uygun olarak inanç, ibadet ve muamelatta ayrım kabul etmeyen, gönül zenginliğiyle ibadetlerin şekli tarafını yan yana yaşatan bir anlayışı taşımaktadır ve geçmişte olduğu gibi günümüzde de Türkler, İslam dünyasının en kibar ve en çok gelecek va'deden topluluklarındandır.


İRAN'DA İSLAMİYET'İN YAYILIŞI


İran, Hz. Ömer döneminde (642-650) yedi-sekiz yıllık bir mücadelenin ardından Müslüman-Arap orduları tarafından zaptedilerek Kufe'ye bağlı bir eyalet haline getirilmişti. İran'da yaşayan toplulukların İslam'a girişi ilk devirlerde başlamakla beraber, tamamen müslüman olmaları zaman almıştır. Hz. Peygamber'in kendi ehlibeytinden saydığı Selman-ı Farisi'nin de kavmi olan ve çoğu, Mecusi inançlara sahip İran kabilelerinden Deylemliler, Gılanlar ve Soğdların müslüman olması 850-900 yılları arasında tamamlanmıştır.


Zerdüştiler, eski mezhepleri ile yeni gelen din arasında bazı benzer noktalar görmek suretiyle İslamiyete kolayca intikal etmişlerdir. Çünkü İranlılar eski mezheplerinin temel hükümlerinden birçoğunun tahrife uğramamış bir şekilde Kur'an-ı Kerimde bulunduğu kanaatine varmışlardır. Bu süreçte eski dinlerindeki Ahura-Mazda ve Ehrimen dualizmi; doğru ve tek bir «Allah» inancı ve tanrı değil insanın düşmanı olan «şeytan» varlığının kabulü ile karşılanıyordu. Önceki dini metinlerinde geçen; öldükten sonra diriliş, melekler, cihanın altı devrede yaratılmış olması, ilk insanın ezeldeki masumiyeti, cennet ve cehennemin varlığı gibi hususlara İslamiyet'te katışıksız ve tertemiz bir surette tekrar tesadüf ediyorlardı. İslamiyet'e giren İranlılara namaz eski mukaddes kabul ettikleri kitapları Avesta'da geçen günde beş kere ibadetin aslı, bozulmamış şekli gibi geliyordu. T.W. Arnold; «İntişar-ı İslam Tarihi» adıyla lisanımıza tercüme edilen eserinde, İranlıların İslamiyet'i hiçbir zorlama olmadan ve isteyerek kabul etmiş olduğunu belirtir.


VIII. asrın sonlarına doğru Belh şehri asilzadelerinden Saman adlı zat, Horasan valisi Es'ad bin Abdullah'tan gördüğü saygı ve himaye üzerine İslam'ı kabul etmiş, hamisine nispetle oğluna da Es'ad ismini vermişti. 874-999 yılları arasında hüküm süren Samanoğulları hanedanı böylece oluşmuştur. Karahanlıların İslama girişlerinde bu hanedanın çok ciddi manevi desteği olmuştur.


IX. yüzyılın başlarında da Kablisiye hükümdarı Kerim bin Şehriyar müslüman olmuştur. 873 senesinde Deylem'de Nasıru'l-Hak Ebu Muhammed'in nüfuzuyla çok sayıda ateşperest de İslam'a girmiştir.


Hazar Denizi'nin sahillerinde oturan Aliye hanedanından Hasan bin Ali ise 912 yılında, İslami irfanı sayesinde, putperest ve değişik sapık mezheplerdeki Taberistan ve Deylem halkının önemli bir kısmının müslüman olmasına vesile olmuştur. Yine Deylem halkından Ebu'l-Hasan Mihyar, ateşperest iken kendisine şiir ve yazı sanatını öğreten meşhur şairlerden Şerif Rıza tarafından İslam'a ısındırılmıştır. Büyük coğrafyacı İbn-i Hurdadbih'in dedesi de Bermekilerden birisinin nüfuz, telkin ve teşvikiyle İslam'ı kabul etmiştir. Oysa ecdadı Belh şehrindeki Nev-Bahar ateşgedesinin kahini ve başrahibi idi.


İlimde değerli bilginler yetiştirmiş olan Farslılar; tebliğ açısından da İslamiyet'in Orta Asya, Çin, Afganistan ve Kuzey Hindistan'a yayılmasında çok önemli roller üstlenmişlerdir. Oryantalistlerin ve İslam dünyasını da etkisi altına alan ayrımcı ve dışlayıcı, ırkçı aydınların, İran etkisindeki topraklarda Mecusiliğin yeni İslami anlayışları temellendirdiğini iddia etmeleri sağlam delillerden mahrumdur. Günümüzdeki Fars kültür ve irfanının temellerini tıpkı Türk kültüründe olduğu gibi Kur'an ve sünnete dayalı İslam kültürü oluşturmaktadır. Geçmiş İran ve etkisindeki topraklarda Mecusi varlığı ve tesiri yok denecek kadar azdır. Burada İslam toplumlarında mezheplerin şekillenmesi ve rekabeti ayrı bir kulvarda yorumlanması gereken bir meseledir. Batılıların, İslam dünyasında var olan cereyanları mümkün olduğu kadar çeşitlendirme ve var olan ayrılıkları derinleştirme gayreti daima göz önünde tutulmalıdır.


TÜRKLERİN MÜSLÜMAN OLMALARI SIRASINDA DÜNYADA GENEL DURUM


711 yılında Talas Savaşı'yla başlayan Türklerin İslamiyet'le tanışma ve müslüman olma süreci 250 yıl sürmüş, 1000'li yıllara gelindiğinde Türk topluluklarının tamamı müslüman olmuştu.


Türk topluluklarının müslüman olması İslam dünyasına yeni bir soluk katmış, taze ve dinamik bir kuvvet kazandırmıştı. Çünkü bu sürecin yoğunlaştığı X. yüzyılın ikinci yarısında İslam dünyası siyasi, askeri ve içtimai açıdan son derece kötü bir durumdaydı.


Bu olumsuz süreci başlatan birçok sebep vardı. Hz. Peygamber ve Dört Halife dönemindeki heyecan ve coşku azalmış, yöneticilere refah ve zenginliğin rehaveti çökmüştü. Emeviler döneminden itibaren Hilafet merkezinde Bizans ve Sasani gelenekleri yer tutmaya başlamış, debdebeli hayat ve sefahat başta yöneticiler olmak üzere toplumda zaaf ve çürümelere yol açmıştı. Bu da dolaylı olarak din yolunda, yiğitlik ve bahadırlık peşinde olanların giderek azalmasına yol açmıştı.


Bu sebeplere bağlı olarak X. yüzyılın sonlarına doğru İslam dünyası ciddi bir yıkımın eşiğine gelmişti. Hilafete bağlı eyaletlerde büyük bir belirsizlik ve siyasi karmaşa hüküm sürmekteydi. Başkent Bağdat'ın eyaletler üzerindeki güç ve otoritesi iyice zayıflamış, kontrol altına alınamayan isyanlar sonucunda merkeze pamuk ipliğiyle bağlı çok sayıda devletçik meydana gelmişti. Sosyal ve siyasi anarşi taciz boyutuna ulaşarak iç güvenlikten eser bırakmamıştı. Emirler ve komutanlar birbirleriyle üstünlük yarışına girdiğinden, sınır güvenliği de büyük ölçüde tehlikeye düşmüştü. Sınırlardaki bu güvenlik zaafı ehl-i salibin iştahını kabartacak seviyeye gelmişti.

Dönemin büyük hıristiyan devleti Bizans'ın, İslam dünyasındaki bu dağınıklıktan yararlanmaya kalkışmaması beklenemezdi. Nitekim 960 yılının yaz aylarında Bizans komutanlarından Nikephoros Phokas büyük bir deniz filosunun başına geçerek Girite bir sefer düzenledi. Bütün kış boyunca süren sert bir kuşatmadan sonra Nikephoros'un kuvvetleri 961 Mart'ında adanın başkenti Kandiye'yi yeniden ele geçirdi. Böylece bir buçuk yüzyıl kadar Araplara ait olan ve Akdeniz havzasındaki deniz güçlerinin en önemli üssü olan Girit Adası yeniden Bizans İmparatorluğu'nun hakimiyeti altına girdi. Bizanslılar uzun yıllardan beri böylesine büyük bir zafer elde edememişlerdi.


Nikephoros Phokas İstanbul'da kendisi için yapılan muhteşem bir törenden sonra Anadoluda Seyfüddevle'ye karşı yürütülen mücadelenin başına geçirildi. Nikephoros bu harekatı da başarı ile tamamlayarak şöhretini iyice artırdı. Nikephoros'un güçleri Kilikya'daki Anzerbos, Maraş, Raban ve Dülük şehirlerini bir bir ele geçirdi. Zor bir kuşatmanın ardından 962 Aralık ayında Seyfüddevle'nin başkenti Halep de düştü. Nitekim şöhretli komutan ödül olarak genç imparatoriçe Theophano'nun teklifiyle, imparator oldu, taç giydi. Nikephoros 965 yılında donanmasıyla Kıbrıs'ı işgal ederek Doğu Akdenizde Bizans Devleti'nin konumunu iyice güçlendirdi.


Bizans İmparatorluğu'ndaki toparlanma Nikephoros Phokas'tan sonra Cimiskes ve Basilios II'nin zamanında da sürdü. İmparatoriçe olan fettan ve dessas Theophano, komutan Cimiskes'in metresiydi ve yatak odasında kocası Nikephoros'un öldürülmesinde de başrol oynamıştı. Hıristiyan saldırıları çok geçmeden İber Yarımadası'ndaki Endülüs İslam Devleti üzerine yöneldi. Bu bölgedeki Haçlı saldırıları sadece Endülüs müslümanlarını zayıflatmakla kalmamış, uzun yüzyıllar sürecek Büyük Haçlı Seferleri'nin de önünü açmıştı. Böylece İslam dünyasının kalbi Kudüse kadar uzanacak olan haçlı saldırılarının ayak sesleri duyulur hale gelmişti.


Aynı dönemde Kuzey Afrika'da güçlü bir siyasi figür olarak Batıni-Şii Fatımiler ortaya çıktı. Abbasi Halifelik merkezi Bağdat ise benzer aşırılıkları taşıyan Büveyhoğulları'nın siyasi ablukası altına girdi. Büveyhoğulları bununla da yetinmedi, gücünü Bağdat'ı esaret altına alma ve haraca bağlama seviyesinde bir baskıya dönüştürdü.


Çeşitli karmaşık akımların ortaya çıkması ve temel İslami akidelerin aşındırılması İslam alimlerini endişeye sevk etmiş, bu endişenin sonucu olarak 700-750 yılları arasında İslamiyet'le ilgili ekoller/mezhepler müesses hale gelmişti. Alimler arasındaki ton farklılıklarına rağmen temel kaygı daima İslamiyet'in istiklal ve bekasını korumak, Kur'anın temiz akidesini ve Hz. Peygamber' in sağlam sünnetini müdafaa etmek, İslamiyet' in ilk dönemlerdeki ruhunu korumak ve yaşatmak olmuştur. İslam-irfan okulları da yine bu dönemde benzer kaygılardan yola çıkarak ferdin nefisle mücadelesiyle ilgili asr-ı saadetten beri var olan çeşitli yol ve yöntemleri sistemleştirmişlerdi.


Ancak özellikle VI. ve VII. yüzyıllarda gerçekleşen büyük fetihler sırasında birçok toplum hızla İslam dairesine sokulabilmiş ancak aynı hız ve başarı bu kitlelerin İslami derinliğe kavuşturulmasında gösterilememişti. Özellikle İran, Afganistan ve İndus Nehri boyunca uzanan topluluklarda, lslam inanç ve kültürüyle mahalli meclisi ve putperest gelenekler arasında kalın bir çizgi çizilememişti. Bu durum zamanla şeklen İslami motifler taşıyan, ancak muhteva açısından eski din ve geleneklerin karışımı mahiyetinde birçok tehlikeli ve sapkın akımların ortaya çıkmasına yol açmıştı. Türklerin müslüman olduğu yıllar bu açıdan da sıkıntıların yaşandığı bir dönem olmuştu.


İslam dünyası bu kanlı felaketler içerisinde ümitsiz ve perişan, ardı ardına yaşanabilecek faciaların dehşet verici haşyetiyle titrerken tarihi bir olay gerçekleşti: Türkler lslamiyet'le tanıştılar.


Altay eteklerinin bu gürbüz ve cesur evlatları; Hz. Peygamber devrinin mücahidlerindeki samimi ve heyecanlı bir imanla en kesif zulüm bulutlarını tarumar ettiler, keskin ve devamlı şimşekler gibi lslam ufuklarını aydınlatmaya başladılar. İslamiyet'le şereflenen Türk boyları batının İslam dünyası üzerindeki baskısını dağıtacak, kimsesizlere sahip çıkacak, İslam medeniyetine büyük katkılar sağlayacak taze ve yeni bir güç olarak artık tarih sahnesine girmişti. Ancak İslam dünyasındaki mevcut cereyanların ister istemez İslamiyet'i yeni benimseyen Türklerin göçebe kesimlerine de intikal ettiği, henüz tam benimsenmemiş dini değerlerin içine Türk boylarının kendi kadim inanç ve adetlerinden de sızmalar olduğu unutulmamalıdır.


Başlangıçta Türkler askeri yönden kendilerinden yararlanılan bir güç olarak Abbasi Devleti bünyesinde yer almış, bu durum zamanla Türklerin askeri ve siyasi alanlardaki ağırlıklarının artmasına yol açmıştır. Şüphesiz Türklerin Orta-Asya, Kafkaslar, Afganistan, Hint ve Çine uzanan bölgelerde İslamiyet uğrunda aktif bir şekilde mücadele etmeleri insanlık tarihinin seyrini değiştirmiş, bu bölgelerdeki medeni seviyenin yükselmesinde belirleyici bir etkiye yol açmıştır. Nitekim İbn-i Fadlan isimli ünlü Arap seyyah, Orta Asya üzerinden çıktığı seyahatte çeşitli Türk ve İran topluluklarını resmettikten sonra Volga Nehri eteklerinde gördüğü Rus toplum hayatını seyahatnamesinde şöyle dile getirmiştir:


"Bunlar boylu-poslu, akça-pakça, sarışın, gürbüz insanlardır. Bellerinde iri baltalar taşır ve vücutlarına dövme yaparlar. Kadınları yarı-çıplak dolanır, mutlaka bir gerdanlık taşırlar. Göğüslerini hukka denilen metal kapaklarla kapatırlar. Güzel bir ırk olmalarına rağmen pistirler, domuz yer ve ağır kokarlar. İçer içer sızar, nadiren ayılırlar. Kadınlarıyla milletin içinde yatar­ kalkar, kuldan da utanmazlar. Suyla barışık değildirler ancak sabahları hancı kadın, leğen içinde su tutar. Sırayla yüzlerini yıkar, ağızlarını çalkalar, burunlarını sümkürtüp kaba atarlar. Sonra ardındaki kişi aynı suyla aynı işleri yapar. Su katran kesilir. Bilerek değiştirmezler, bunun kirlisini makbul tutarlar. Henüz putperesttirler. Ticaretleri yolunda gitsin diye totemlere hayvan adarlar. Hastaları bir başına arazide bırakırlar. İyileşip de dönerse ne ala, yok dönmezse çadırıyla beraber yakarlar. Gerçi hastalanmadan ölenleri de yakar, bunun için süslü bir kayık yapar, nadir kumaşlarla donatırlar. Canlı canlı paraladıkları sığırları, atları, horozları tekneye atarlar. Cariyelerini kenara çeker; «Mevtayla cennete gitmek isteyen hanginiz?» diye sorarlar. İçlerinden biri öne çıkar, ona kraliçe gibi davranır, allı-morlu giydirir, şarap içirip aklını başından alırlar. Sonra kızı bir çadıra kapatırlar, ölünün akrabaları peş peşe çadıra girer, zavallıya bayıltasıya tecavüz eder, canını çıkarırlar. Çığlıkları duyulmasın diye dışarıdakiler sopalarla kalkanlara vururlar. İhtiyar ve atletik cadılar çadıra girer, kızı doğrar. Onu da ölünün yanına tekneye atar ve çatır çatır yakarlar. Kazara rüzgar çıkarsa çok sevinir; «Bak, Tanrı yanına aldı!» diye bağırırlar:'


Rusların medeniyetten uzak utanç dolu vaziyeti sadece bir örnektir. Dereceleri farklı olsa da benzer durum Orta Asya, Kafkaslar ve Güney Asya kavimleri için de geçerliydi. Oysa Bağdat'tan Gırnata'ya kadar İslam kentleri o dönemde bilimde, mimaride, sanatta ve en önemlisi insanlıkta zirve noktada bulunmaktaydı.


TÜRKLERİN İSLAMİYET'E HİZMETLERİ


İLK MÜSLÜMAN TÜRK DEVLETİ İTİL BULGAR HANLIĞI


Bulgarlar önceleri Göktürk Kağanlığı'nın idaresi altında yaşıyorlardı. Ancak 630 da Göktürk Kağanlığı'nın fetret devrine girmesi üzerine Bulgarlar Büyük Bulgarya Devleti'ni kurdular. Fakat bu devlet uzun ömürlü olmamış, 665 yılından sonra komşu Hazar Kağanlığı tarafından parçalanmıştı. Bu parçalanmadan sonra Asparuh idaresindeki kalabalık Bulgar kütleleri Tuna'ya yönelmiş ve Balkanlara girerek Tuna Bulgarları Devleti'ni kurmuştur


"Tuna Bulgar Türkleri için bir dönüm noktası olarak kabul edilen devir, Pressian'dan sonra Bulgar tahtına oturan 1. Boris (852-889) zamanıdır. 1. Boris (Mihail)'in özellikle politik nedenlerle Hristiyanlığın Ortodoks mezhebini resmen kabul etmesiyle Bulgar Türklerinin tamamıyla Slavlaşması ve Bizans kültür dairesine girmesi süreci başladı. Slavca resmi dil haline geldi ve Bulgar üst düzey yönetici sınıf arasında gittikçe yayıldı. 1. Boris'ten sonra Türkçe isimler ve unvanlar bile atıldı. Slavların devlet yönetiminde eşit olarak söz sahibi olması ve Türklerle yerli Slav halk arasındaki evlilik ilişkilerinin artması Türk­ Bulgar devletinin Slavlaşmasını hızlandırdı. Bir süre sonra Bulgaristan Slav kültürünün ilk büyük merkezi oldu ve Bulgarlar bir asır sonra Slavca konuşan bir millet haline geldi. Bugün bile Bulgarlar, 1. Borisi'i Bulgar ulusunun gerçek kurucusu olarak görmektedirler.


Boris'in Hıristiyanlığı kabulü ve Bizans'tan gelen papazların Bulgar halkını yoğun bir şekilde Hıristiyanlığa sokmaya başlamaları üzerine pek çok Bulgar boyarı (ülke ileri gelenleri), Boris'in tavrını ihanet ve "büyük bedel ödeyen" Bulgar devletinin, can düşmanı olan Bizans İmparatorluğuna boyun eğmesi olarak düşündü. Bu sebeple Bulgar boyarları Boris'e karşı genel bir ayaklanma başlattılar. Fakat Boris bu ayaklanmayı demir yumruğu ile ezdi ve elli iki boyarı aileleri ile birlikte (acımasızca) idam ettirdi:'


Öte yandan bir kısım Bulgarlar da Volga ve Kama ırmakları bölgesine yerleşerek Orta Asya ve Kafkaslardan gelen tüccarlar eliyle müslüman oldular. Şüphesiz bu tüccarlar örnek kişilikleriyle İslamiyet'in yayılmasında önemli bir rol üstlendiler. Doğru terazi ve arşın kullanan, mukaddes gayeler taşıyan tüccarlar bir tür kara koloniciliği yoluyla bölgenin ticari hayatını şekillendirmişlerdir. Bağdat'tan başlayıp İran üzerinden Harezme ve Volga'ya uzanan ticaret kervanları yoluyla bu tüccarlar bölgede İslamiyet'in tanınması ve yayılışında etkili oldular.


Böylece İslamiyet, Türkler arasındaki ilk büyük başarısını İslam topraklarından çok uzaklarda Volga ve Kama Bulgarları arasında «Karanlıklar Ülkesi»nde elde etmiş oldu.


Bulgar tüccarları, İslam dünyasından, daha çok; dokuma kumaş, silah, lüks eşyalar, çanak ve çömlek ithal etmekteydiler. Buna karşılık; kürk, at-keçi derileri, oklar, kılıçlar, zırh, sığır ve doğanlar satmaktaydılar. İslam dünyasıyla ilişki içerisine girmeleri sonucu Bulgar ülkesinde deri tabaklama, kunduracılık ve tarım alanında büyük ilerlemeler meydana geldi. Nitekim 900 tarihlerinde Bulgarlar arasında İslam dinini kabul edenler çoğunluktaydı. Nihayet Şelkey oğlu Yıltaver (İlteber) Almış'ın İslam dinini benimsemesiyle İtil Bulgarları Müslümanlığı devlet dini olarak kabul ediyorlardı. Almış Han 920 tarihlerinde Abbasi Halifesine din alimleri ve mimarlar göndermesi için müracaatta bulunmuş, ayrıca isim ve unvanını da Emir Cafer bin Abdullah olarak değiştirmişti. Halife Muktedir-billah da din adamlarıyla mimarlardan oluşan bir heyet gönderdi. Aralarında ünlü seyyah ve bilgin İbn-i Fadlan'ın da bulunduğu bu heyet 922 Mayıs'ında Bulgar ülkesine ulaşmıştı. O tarihten sonra Bulgar ülkesi Abbasi Halifelerine bağlı bir müslüman yurdu, Bulgarlar da doğu Avrupa'da Türk-İslam kültürünün temsilcisi olmuşlardı.


Bulgarlar çok uzun bir süre refah içinde yaşadılar. 1236 yılındaki Moğol saldırısından sonra ise bütün şehirleri harabeye döndü ve büyük bir katliama maruz kaldılar. Tekrar toparlandılarsa da, 1361de Altınordu Devleti'nin, 1391 'de de Timur'un seferleri sonucu şehirleri yeniden tahrip oldu. Bulgarlar bundan sonra Kazan Hanlığı'na bağlı olarak yaşadılar. Bu hanlığın nüfusunu Bulgar, Kıpçak karışımı müslüman halk oluşturuyordu. Günümüzde Kazan Türkleri Rusya'da yaşayan müslüman milletlerin en etkili kısmını oluşturmaktadır. İtil Bulgar Türklerinin halefleri olan Tatarlar, bugünkü Rusya Federasyonu'na bağlı topraklarda yapılan cami, mescid ve medrese gibi kurumları bina eden topluluktur. Bu toplumun nesli ve dilinin bugün, genellikle Çuvaşlar tarafından sürdürüldüğü kabul edilmektedir.


ORTA ASYA'DA KURULAN İLK TÜRK-İSLAM DEVLETİ KARAHANLILAR



Karahanlı Devleti, Ötüken vadisinde hüküm süren Uygur Devleti'nin 840 yılında Kırgızlar tarafından yıkılması üzerine Orta Asya'da tarih sahnesine çıkmıştır. Karluk ve Yağma isimli Türk boyları bu devletin ilk kurucu unsurlarıydı.


Karahanlılar Batı Türkistan'da hüküm sürmüş ilk Türk-İslam devletidir. Esasen bir başka yönüyle de Karahanlılar dönemi Orta Asya ve Türk dünyasının bütünüyle İslam dairesine girdiği dönem olarak kabul edilir.


İlk hükümdarları Bilge Kül Kadir Han olan Karahanlılar, eski Türk kültüründen İslam kültürüne geçişi sağlayan bir köprü devleti olmuştur. Milli motifleri öne çıkmış olan bu devlet, klasik Türk devlet geleneğine uyularak iki kanat halinde idare edilmekteydi.


Karahanlıların ilk müslüman hükümdarı olan Satuk Buğra Han, amcasına karşı giriştiği taht mücadelesini kazandıktan sonra İslamiyet'i yayma görevini üstlenmiş, Orta Asya bozkırlarında müslüman olmayan Türk boylarına karşı mücadele ederek İslamiyet'in bayraktarlığını yapmıştır. Abdülkerim adını alan Satuk Buğra, gayrimüslim Karahanlılara ve diğer Türk boylarına karşı giriştiği mücadelede müslüman gönüllülerden de istifade etmiştir.


Abdülkerim Satuk Buğra Han'ın; halkı müslüman olmaya teşvik edişi, bilginlere verdiği destek ve bizzat İslamiyet'i yayma konusundaki kararlı tutumu, onu Türklerin tarihinde efsane isimlerden biri yapmıştır. Onun eliyle on binlerce çadır halkı öbek öbek müslüman olmuş ve İslamiyet'in doğu bölgesinde Çin sınırlarına kadar yayılması da böylece mümkün olabilmişti. Yusuf Has­ Hacib «Kutadgu Bilig» adlı eserinde bu yeni devletin yapısını ve hedeflerini şöyle ifade etmektedir:


"Gök gürledi nevbet davulunu vurdu: Şimşek çaktı, hakanın tuğunu çekti.

Biri kınından çıkınca, ona memleketler sunar: Biri nam ve şöhretini dünyaya yayar.

Büyük Tavgaç Buğra Han dünyaya hakim oldu: Adı kutlu olsun. Tanrı onu her iki cihanda aziz etsin.

Ey dinin izzeti, ey devletin kurucusu, ey milletin tacı, ey şeriatın hadimi.

Tanrı bütün dileklerini verdi; bundan sonra da Tanrı daima sana destek olsun.

Ey dünyanın süsü, ey ululuğun ziyneti, ey saltanatın nuru, ey dönek huylu saadetin bağını elinde tutan, 

Devran sana memleket ve taht verdi; tanrı bu taht ile bahtını daim etsin.

Hakan tahta oturunca, dünya asayiş buldu. Bundan dolayı dünya ona şahane hediyeler gönderdi.

Kimi doğudan binlerce armağan sunmaktadır; kimi batıdan hizmetine koşmaktadır.

Saadet hizmet için gelmiş, kapıda durur. Kapıda duran kulluk için durur.

Dünya kulluk için böyle hazırlandı; düşman boyun eğdi, ortadan kayboldu.

Hakanın namı, şanı dünyaya yayıldı. Onu göremeyen gözlerin uykusu kaçtı.

Dünya asayişe kavuştu ve nizam kuruldu. O adını kanunla yükseltti. 

Kim cömert yüzü görmek isterse, gelsin hakanın yüzünü görsün.

Kim mesut, kimseyi incitmeyen ve vefakar birini görmek dilerse onun yüzünü görsün. Onun her işi vefadır.

Zarar görmeden, kendine hep fayda sağlamak dilersen, beri gel, hizmet et, gönül ver, ısın.

Asil, alçakgönüllü, şefkatli ve yumuşak huylu bir kimse görmek istersen, gel onu gör ve gönül rahatına kavuş.

Ey iyi tabiatlı ve asil nesepli hakan, dünya senden mahrum kalmasın!

Ey devletli hükümdar, Tanrı sana saadet verdi; adını bin kere zikrederek ona şükür lazımdır."


Öteden beri İslam bilginlerinin yerleşerek ciddi ilim havzası haline getirdiği Kaşgar, Buhara ve Semerkant Karahanlıların önemli merkezleri oldular. Zamanla bütürtüyle Maveraünnehir havzası, doğu ve batı Türkistan, Karahanlı hakimiyetine girmişti.


Türkler müslüman olduktan sonra son derece sadık ve samimi bir tutum takınmışlardı. Nitekim Arapların Orta Asyaya yayılışları esnasında ecdatlarının mukavemetini üzüntüyle karşılayan efsaneler bile üretmişlerdi. Kaşgarlı Mahmud'a göre Fergana ve Şıkni arasında oturan halk, burada Hz. Peygamber'in ashabını mağlup etmiş; bu sebeple Hz. Ômer'in bedduasına uğrayarak gür sesleri kısılmış; bu günahın cezası evlatlarına da intikal etmiş ve onların da seslerinin kısık kaldığına inanılmıştı.


Samanoğulları Devleti'ni 999 yılında tamamen topraklarına katan Karahanlılar, bu kez bir başka Türk devleti olan Gaznelilerle karşı karşıya gelmişlerdi. Fetih politikalarını Uygurlar üzerine yönelten bu devlet, çok önemli zaferlerin ardından Uygurları da itaat altına almayı başarmıştı. Karahanlıların coşku dolu fütuhat ve gaza anlayışı Satuk Buğra Han'ın ölümünden sonra oğulları tarafından da devam ettirilmiştir.


Eski Türk devletlerinin en önemli zaafı olan iç çekişme ve şehzadelerin mücadelesi bu devletin de zayıf noktasını oluşturmuş, bu durum devletin önce parçalanmasına, ardından da yıkılmasına yol açmıştır. Doğu Karahanlılara Moğolların bir kolu olan Karahıtaylar, Batı Karahanlılara ise Harizmşahlar son vermiştir.




Ahmet Meral’in Kısa Dünya Tarihi adlı kitabından alıntılanmıştır.

Kelebekler Bahçesi / Konya

 


12 Ağustos 2023 Cumartesi

Gündelik Hayatımızda Çocukluk ve Çocuk Gereçleri-4


Karakoncolos


Zemherinin ilk on gününde sokaklarda dolaşır, rastladığı insanlara “Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun? Adın ne?” diye sorular sorar. Verilen cevaplarda hep ‘kara’ sözcüğünün bulunması gerekir. “Karaköy’den geliyorum”, “Karalardanım”, vb., yoksa elindeki kocaman tarağı insanın başına vurup öldürür. Bu günlerde evdeki taraklar kilit altına alınır. Evlerin çevresinde dolanır, açık kalmış küplere tükürür ve işer, hastalıklara neden olur. Kimi insanların yakınlarının seslerini taklit ederek onları dışarı çağırır, uyku halinde alıp götürür. O kimse uyanırsa evine dönebilir yoksa dışarda kalıp donarak ölür. Anadolu’da koncalıs, kocoluz, goncolos, con-galaz, congoloz, cokalaz, Tesalya, Makedonya ve Trakya’da karkandzali, kallikandzaros adlarıyla bilinir. Evliya Çelebi “Rum kefereleri ekseriya Esvet Nikola ve Sarı Saltık ve Meryem Ana ve Kasım ve Ayanta ve Hızır İlyas ve Şe’mûn ve Berhûk ve Kara Koncolos nâm bednâmları günlerinde perhiz üzere oldukları zaman" diye Kara Koncolosu da belirli bir zamana verilen ad olarak anar ki, eskiden 25 Aralık için ‘evvel-i kancalos’, 6 Ocak için ‘ahir-i kancalos’ denilmiştir ve adına köy seyirlik oyunu da vardır. Yunan deniz folklorunda khallikhavtzaros deniz ciniydi.



Karakura, Davara


Daha çok loğusalara musallat olan cin. Kedi büyüklüğündedir, uyuyanların üstüne çöker ve boğmaya çalışır. Anadolu’da kargura, karakora, karakada, karavura, garagura adlarıyla bilinir. Karabasanın asli nedenidir; 15-16. yüzyıl metinlerinde de karakura düşü olarak geçer.


Davara da gece rüyaya girip kâbusa neden olan yaratıktır, insanın üstüne çıkarak onu kıpırdayamaz duruma getirir ve bunaltır. Davaranın husyeleri sıkılarak esir alınması olanağı da vardır.


İngilizce rıightmare (kâbus) sözcüğü de insanın üstüne çökerek boğulma duygusu yaratan, uçan, dişi cini anlatır. Tarihi 1290’lara giden sözcük, 18. yüzyılın ortalarında kâbus anlamını kazanmıştır. Night sözcüğü gece, mare sözcüğü ise 1562’de yapılan tanımıyla uyuyanın göğsüne oturan canavardır, Lehçe mora, Çekçe mura ve Germen dillerindeki maron sözcüğüyle akraba çok eski bir kökten gelmektedir.



Hortlak


“Bazı kimseler fevt olup defn olunduktan sonra, kabrinde kefenin yudup, azasına gelip, bedenini humret ihata etmiş bulunsa, bu vech üzere olmasına bir sebep var mıdır?”


“Kudret-i rabbaniyeden baid değildir.” “Meyyit nice olmak gerektir?”

“Öte komak gerektir, Müslim adına zararı olmaz.”


“Bazı kimseler makberesinden çıkarıp ihrak etmeğe şeran kadir olurlar mı?”


“Olmazlar.”


Ebussuûd Efendi’nin hortlak fetvası böyle. Hortlak, dünya gailesi nedeniyle ruhu huzur bulamayıp gömüldüğü yerde yatamayan, kötü ruhlara bulaşmış ölü ruhudur. Hortlamasında gözü arkada kalmak kadar mezar yerinin de etkisi vardır. Ahmet Vefik Paşa hortlamayı “Yabani hayvanlar hort hort edip seslenmek, mezarda saadetsizlerin azabını çekmek” diye anlatır. Mezarından çıkan hortlak siyah kıllı tulum şeklindedir, Batılıların Casper filmiyle tanıttıkları gibi üstünde beyaz çarşaf yoktur. Hortlakçılar yolunu bekleyerek tüfekle ateş edip vurduklarında hortlak tulum gibi söner ve bir daha görünmez.


Birçok kabilede ölü ruhları canlılar dünyasıyla ilişki içindedir. Ölenin öteki dünyaya geçtiği ‘mevki’ bilindiği gibi, canlılar da ruhlar âlemiyle bu yolla ilişki kurabilirler, ama ölü ruhlarının dünya işlerine karışması o kadar yaygın bir durumdur ki, ölülerin gereğince gömülme ve anılma ritüellerinin önemi biraz da onlardan gelebilecek bu müdahaleleri engellemek içindir. Belki de hortlak hikâyeleri, ölüler dünyasıyla kurulan bu ilişkinin semavi dinlerin kabul edilmesinden sonra eski biçimini değiştirmesi nedeniyle ortaya çıkmıştır.


Hortlak, korku edebiyatının önemli bir parçasıdır. 18. yüzyıl Avrupa’sında akılcılık hortlakları günlük yaşamdan kovalarken, hortlak edebiyatı da gelişmiştir. Oscar Wilde’ın (1854-1900) deyişiyle, soyluluk iddia eden her aile, bir ortaçağ şatosuna ve şatoda zincirleriyle gürültü yapan bir hortlağa sahip olmak zorundaydı. Alman felsefesinin önemli terimlerinden Geist da İngilizce ghost’un akrabasıdır ve ölmek, ruh, hortlak ve esir anlamlarının hepsini barındırır. Sinemanın da sevdiği hortlak hikâyeleri, Ebussuûd Efendi’nin fetvasından da anlaşılacağı gibi, Anadolu kültüründe cinler, periler kadar yer tutmaz.



Vampir


Dinsel sapkın, suçlu ya da intihar etmiş kişinin ruhu geceleri ortaya çıkarak insanların kanını emer. Vampirler gün ışığından sakınmalı, mezarına veya memleket toprağıyla dolu tabutlarına zamanında geri dönmelidirler. Gölgeleri olmayışı ve aynada görülmeyişleriyle ayırt edilen vampirler haçtan, sarmısaktan ve ışıktan bizar olurlar. Kalplerine kazık çakılarak yok edilebilirler.


Vampir inanışının İskandinav veya Balkan kökenli olduğu söylenmektedir. Özellikle 1730’lu yıllarda Macaristan vampir öyküleriyle sarsılmıştır. İngiliz yazar Bram Stoker’in romanı Drakula (1897), tiyatroya aktarılması (1927), Tod Browning’in filmi (1931) vampir edebiyatını geliştirdi ve birçok öykü ve filmle bütün dünyaya yaydı. Son olarak ABD’li Anne Rice Vampirle Konuşmalar’la (1976) bu edebiyatı yeniden hortlattı.


Uçan memeli oluşları, körlükleri ve izbe yerlerde baş aşağı uyuyup gece avlanmaya çıkmalarıyla oldukça ‘anormal’ kabul edilen yarasaların bir de vampir türü vardır. Güney Amerika’da yaşayan vampir yarasa kan emmekle birlikte kurbanını öldüremez. Vampirler yarasaya benzetilir ama, bu yarasa türünün adını vampir edebiyatından aldığı anlaşılmaktadır.

Transilvanyalı Karanlıklar Prensi Kont Drakula klasikleşmiş vampir tipidir ve esin kaynağının 1456-1462 yıllarında Eflak voyvodalığı yapan Vlad Çepeş olduğu ileri sürülür. Vlad Çepeş insanları kazığa geçirterek cezalandırdığı ve iddialara göre bundan zevk aldığı için Kazıklı Voyvoda adıyla da anılır. Tuna’ya yaptığı bir seferde, merhametle kafası kesilen ve yakılanlar dışında, kazıklanacak 23.883 esir yakalamıştı. İktidarı Eflak soylularının kitle halinde öldürülmesiyle başlamış, herhalde 20.000 erkek, kadın ve çocuk şatonun penceresi önündeki ormanda kazığa geçirilmişti. Babasının adı Drakul’dur ve Vlad Çepeş de babasının adıyla anılan, halen ziyaret edilebilen şatoda yaşamıştır. Osmanlılara isyan ederek Niğbolu sancakbeyini de kazığa oturttuktan sonra Fatih üstüne sefer düzenlemiştir.


Stoker Drakula romanını yazarken, vampir hikâyeleri dinlediği Macaristan’a gittiği gibi, British Museum’da Vlad Çepeş’le ilgili kayıtlara rastlamış ve bu malzemeden yararlanırken şato dolayısıyla babanın adını birincil plana almıştır. Drakula’nın Macar kralı Matyas Corvin tarafından yakalanıp hapsedilmesi, hakkında 1463’de Viyana’da Almanca bir eserin yazılmasına yol açmıştı: Geschichte Dracole Wayde ve ortaya çıkan edebiyatın kaynağı bu kitap oldu.


Drakula’yla kurulan bu tarihi ilgiden başka, tarihimizde bir vampir vakası da kaydedilmiştir. 1833 yılında, yani Yeniçeri Ocağı’nın kapatılmasından yedi yıl sonra Tırnova kadısı Ahmed Şükrü Efendi’nin şehirde türeyen cadılarla ilgili hükümet merkezine yazdığı yazı, resmi gazete olan Takvimdi Vekayi’nin 19 Rebiülevvel 1249 tarih, 68 sayılı nüshasına da alınmıştır. Reşad Ekrem Koçu’nun (Yeniçeriler, 1964) bildirdiği bu kaynağa göre durum şudur: “Tırnova’da cadı türedi. Gün battıktan sonra evlere musallat olmaya başladı. Zahireye dair un, yağ, bal gibi şeyleri birbirine katar, ve kâh içlerine toprak karışdırur. Evlerin yüklüklerinde bulduğu yastık, yorgan, şilte ve bohçaları didikler, açar ve dağıtır. İnsanların üzerine taş, toprak, çanak, çömlek atar. Birkaç erkek ve kadının üzerine de saldırmış. Tecavüze uğrayanlar çağrıldı, soruldu. ‘Üstümüze sanki bir manda çökmüş sandık’ dediler. Bu yüzden iki mahalle halkı evlerini bırakıp başka tarafa kaçtılar.”


Cadılara karşı çare olarak, Islimye kasabasında cadıcılıkla tanınmış Nikola Tırnova’ya getirtilir, 800 kuruşa pazarlık edilir. Nikola, mezarlığa gidip elindeki resimli tahtayı çevirerek işaret ettiği mezarı açtırır. Yeniçeri zorbalarından Ali Alemdar ile Abdi Alemdar’ın mezarları açıldığında, cesetleri yarım misli büyümüş, kılları ve tırnakları üçer dörder parmak uzamış, açık gözlerini kan bürümüş halde bulunurlar. Bu iki yeniçeri halka birçok zulüm etmiş olmakla birlikte, Ocak kaldırıldığında yaşlanmış olduklarından cellada verilmemiş, ecelleriyle ölmüşlerdi. Nikola’nın öğüdü ile göbeklerine kazık çakılıp yürekleri kaynar su ile haşlandı ise de çare etmedi. Nikola’nın yakılmaları gerektiğini söylemesi üzerine şeran fetva alınarak odun yığını üzerinde cesetler yakıldı.


Reşad Ekrem'in yorumuna göre, bu cadı hikâyesi yeniçeri katliamını haklı çıkarıp, yeniçerilerle ittifak halindeki esnaf kesiminin muhalefetini bastırmak için yürütülen hükümet propagandasının parçasıdır. Bizim açımızdan önemli olan, cesetlere kazık çakılması ve Ebusuûd Efendi hortlakların yakılmasına cevaz vermediği halde, fetvayla yakılmalarıdır. Cadıcı Nikola’nın elindeki resimli tahta ikon olabileceği gibi, kendisinin cadıcı değil, vampirci olma ihtimali daha yüksektir. Yok etme işlemlerinin işaret ettiği üzere vampir tercüme edilerek cadı yapılmış olmalıdır.



Şahmaran


Yılanların (Farsça mâr yılan, mârân yılanlar demektir) şahı insan başlı, yılan gövdelidir. Yılan, Mezopotamya’nın ilk uygarlıklarından beri gömlek değiştirmesi nedeniyle ölümsüzlükle ilişkilendirilmiş, sonunda çağdaş tıbbın da arması olmuştur. Gılgamış destanında ölümsüzlük otunu çalan o olduğu gibi, yaşam ağacını bekleyen de odur. İslam kültüründe Binbir Gece Masalları’ndan beri oluşan, bilindiği kadarıyla 1429’dan beri Türkçede yazılıp üretilen hikâyesi Doğu’nun en önemli halk klasiklerindendir. Halk resminin de önemli konularındandır.



Kudret Emiroğlu’nun

GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ

kitabından alıntılanmıştır.

Mevlana Meydanı / Konya

 


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak