23 Temmuz 2023 Pazar

İRAN TARİHİ-1

 İRAN'IN COĞRAFÎ DURUMU


Memleket ve Dicle ırmağının doğusundaki dağlardan Afganistan’a kadar uzayan, kuzeyde Hazer  denizi, Harezm  bölgesi  güneyde Umman denizi, güney-batıda Basra körfezi ile çevrilen alan  Iran  platosunu teşkil eder. Eskiden daha geniş olan İran’ın bugünkü sınırları içindeki platoda, meskûn kısımlar kuzey-doğu, kuzey­ batı, güney-batı bölgeleridir. Orta kısım doğuya doğru daha çok genişliyen bir çölden ibarettir. Meskûn kısımlar, doğuda Horasan, Kuhistan, kısmen Siyistan, Kirman ve Mekran, kuzeyde Astarabad, Mazendran (Taberistan), Geylan, batıda Azerbeycan, Irak-ı Acem, Loristan, lozistan, Faristan, Laristan bölgelerine ayrılmaktadır.


Genel bakımdan plato oldukça yüksek, aynı çeşit alüvyonlarla örtülü vadilerden terekküp eder. Derin tabakalarda, yuvarlanmış çakıllardan, kumdan, topraktan ibaret bir karma vardır. Bu tabakalarda kuyular, yer altında galeriler açmak kolaydır. Yaylanın dördüncü zamanda su altında bulunduğu sanılmaktadır. Yayla güneyden kuzeye doğru tatlı bir meyil ile iner.


Yayla bitki türleri bakımından zayıftır. Umumi manzara çoraktır. Toprağın sarı rengi her yerde hâkimdir. İlkbaharda kısa bir zaman için ufak ağaçlar çiçek açar. Tepeler dağ bitkileriyle örtülür. Fakat yazın ilk sıcaklariyle bütün bunlar kaybolurlar. Nehirler boyunca sulanan topraklarda en çok rastlanan ağaç kavaktır. Ondan sonra Akçakavak, atkestanesi, karaağaç, dişbudak, söğüt ve ceviz ağaçları gelir, çam ve servi nadirdir. Servi, akasya, Türkistan dışbudağı bahçelerin tezyini için yetiştirilirler. Muşmula ve yoda ağacı dağlardaki vadilerde çok bulunur. Yemiş ağaçları hususi ihtimamla yetiştirilmektedir. Platonun üzüm ve kavunu meşhurdur.


Platonun Hazer deniziyle nihayetlenen kuzey bölgesi El-burz dağlariyle çevrilmiştir. Bu dağların en yüksek tepesi olan Demavend 5500 metre yüksekliğinde volkanik bir dağdır. Eski çağlarda Demavend'den lâcivert taş çıkarılırdı.

Elburz dağları, üzeri daima karlarla örtülü olan ve 5146, metre yüksekliğinde bulunan meşhur Küh-i baba ile Hindu-kuş dağlarına müntehi olur.


Elburz dağlarının kuzey bölgesinde iklim son derece mutedildir. Toprak her türlü bitki yetiştirmeğe elverişlidir. Bu sebepten bu bölgede her taraf yeşil mer'alar ve ormanlarla örtülüdür. Dağların eteklerini yalayan Hazer denizi sahilleri lâtif bir manzara arzederler. Hazer deniziyle dağ silsilesi arasında batıdan doğuya Geylan, Mazendran ve Astarabad vilâyetleri vardır. Hazerin en derin kısmı, Iran sahilleri civarıdır. Hazerin su seviyesinin, tarihin bilindiği zamanlarından beri alçalmakta olduğu tesbit edilmiştir. Kuzey bölgesi için çok faydalı olan Elburz dağları, serin rüzgârlarla yağmur bulutlarının önünü kestiğinden orta bölgelere çok zararlı olmaktadır.


Batıdaki Zagros dağları Urmiye gölü bölgesinden başlayarak güneye doğru uzanır, eski Akbatan (Hemedan) güneyinde Elvend adını alır ve Elâm dağlarını teşkil eder. Sonra doğuya dönerek Hind denizi sahillerine paralel olarak Indus ırmağının denize döküldüğü yere kadar gider.


Jeolojik bakımdan güneydeki ve doğudaki dağ zincirleri bir tek sistem teşkil ederler. Her ikisi de ibtidal üçüncü devre ait nummulit’li kalkerlerden mürekkeptir. İran'da gıranite-Urmiye gölü bölgesinde, Hemedan’a hâkim olan 3440 metre-râkımlı Alvend dağında rastlanmaktadır. Kuzey-batı köşesinde volkanik arazi ve Erdebil’in üstünde 4813 metre yüksekliğindeki Savalan dağı gibi, sönmüş yanar dağlar vardır.


Orta  iran çala Plâtoda kuzeyden güneye doğru inildikçe iklim   kuraklaşır, ısı   artar, toprak   bitki kabiliyetini kaybeder. Yaylanın iç taraflarına girilince tamamile bir çöl ile karşılaşılır. lran plâtosunun üçte ikisini teşkil eden bu çöl, ya rüzgârların havaya kaldırdığı, gayet ince kırmızımtrak bir kum ile örtülü geniş ovalar veya güneş ziyası altında parıldayarak uzaktan göl manzarası gösteren toz tabakalarile örtülü boş topraklardan ibarettir. Bu çöle güney halkı tarafından Deşti -Lut, kuzey halkı tarafından da Kavir adı verilmektedir. Kavir adı, güneşin şiddetli ziyası karşısında kuruyarak yerinde beyaz bir tuz tabakası bırakan geniş su birikintilerine verilmiş bir isimdir. Çölde rüzgârlarla yerlerini değiştiren kum tepeleri çok olduğundan bu bakımdan Afrika'nın büyük çölüne benzer. Kervanların bu çölü geçmeleri çok güçtür. Fırtınaya tutulmak çok tehlikelidir. Çölün batakları ve hareket halinde bulunan kum tepeleri arasında ölüm tehlikesinden kurtulabilmek büyük bir şanstır. Buralarda ırmak ayakları yerine çakıllı kum ile dolu sel yatakları görülür.


Çölün doğuya uzanan yerlerinde kışları hararet sıfırın altında kırka kadar iner, yazları ise sıfırın üstünde elliye kadar çıkar. Çölün orta ve güney kısımlarında bâd-ı-semum denilen yakıcı ve boğucu bir rüzgâr eser, yağmurlar toprağa inmeden havada tabahhur eder.


Çöl kısmı, çevresindeki meskûn araziye nisbetle çukur olmakla beraber deniz seviyesinden ortalama takriben 2^W İngiliz ayağı yüksekliktedir.


Bab bölgesi İran'ın en iyi ve en bitkili bölgesi batı taraflarıdır. Eski zamanlarda bu bölgenin kuzey tarafı Medye, güney tarafı ise Elâm ve Anşan adlariyle anılıyordu. Eski Medye bugünkü Iran Azerbaycan'ı ile Irak-ı Acemi kapsamakta idi. Azerbaycan sınırılarında Ararat, Savalan, Karadağ, Sehend dağları vardır. Sehend’in eskilerce mukaddes tanılan tepesi, Urmiye gölüne hâkimdir.


İran'ın en büyük gölü olan Urmiye, Van ve Lut göllerinden daha tuzludur. Deniz seviyesinden 4100 ayak yüksekliktedir. Kuzeyden güneye uzunluğu takriben 80 mildir. Genişliği ise 20 mildir. İran’ın belli başlı ırmakları bu bölgededir. Araks ırmağının aşağı kısmı İran ile Maveray-ı Kafkas arasında Sovyetlerle olan sınırı teşkil eder.


İran'ın en büyük ırmağı Urmiye gölü civarından çıkarak Reşt şehri doğusunda Hazer denizine dökülen Kızıl-Uzen ırmağıdır. Eskilerin Amardis dedikleri bu ırmak, Elburz dağlarını derin vadiler içinde katettikten sonra Sefid-rud (beyaz ırmak) adını almaktadır.




Medye'nin İklimi



Medye'nin  kışı  sert ve karı boldur.   İran şairlerine  yüksek ilhamlar  veren ilkbaharı  ise   çok lâtiftir. Bu mevsimde buralarda her taraf leylaklar, gelincikler, yaseminler, sünbüller ve menekşelerle örtülür. Kayalar arasında bile otlar bittiği görülür. Her türlü meyve bol bol yetişir. Yaz mevsimi ise kış kadar şiddetli ve yakıcıdır. Pelin ile kaba yoncanın Büyük Darius (Dârâ)'ıın seferleri esnasında Medye’den Yunanistan'a getirildikleri rivayet edilir. Zagros dağlarında Alaca geyik, bu dağların eteklerinde ise yabani koyunlar çoktur. Zagros dağları ve Medye eski zamanlardan beri at yetiştirmekle meşhurdur.


Güney -batı İran'ın  güneybatı bölgesinin Mezopotamya'ya hâkim olan kısmı, eski Elam mıntakasını  teşkil eder. Elam'ın  etekleri  Dicle kıyılarına  doğru alçalarak uzanır. Elam'ın arka bölgesi ise Persya denilen kısmı teşkil eder.


Büyük ırmakları olmayan İran'ın bu bölgede oldukça önemli iki ırmağı vardır. Bunlardan biri Kerha, diğeri ise Karun'dur. Bunlardan Kerha ırmağı, eski Elam ve Sus havalisini suladıktan sonra Şat-tül-Arab’a dökülür. Bu ırmağın Elvend dağından çıkan kolları arasında Babil'den Akbatan'a (Hemedan) giden eski büyük yol üzerinde Darius'un meşhur Bisütun yazıtını kapsayan 456 metre yükseklikte bir kaya bulunmaktadır. Çivi yazısı ve üç lehçe ile yazılmış olan bu kitabe Dârâ'nın zaferlerini anlatmaktadır.


Karun ırmağı, İran’ın seyrüsefere elverişli tek nehridir. İran'ın 180 kilometre iç topraklarına girmeğe elverişlidir. Bu yol Bahtiyari dağlarının eteklerinde nihayet bulmaktadır. Karun ırmağının bir kolu Şat-tül-Arab'a, diğer kolu ise Basra körfezine akar. İngilizler Muhammere'den Şuşter'e kadar bir kanal açmışlardır. Elâm dağlarının kuzey-doğusundan çıkan Zende-rud ırmağı Isfahan bölgesini sulamaktadır. Selçukluların bu eski başkentinin meşhur köprü-barajını geçtikten sonra Gao-Khana denilen bataklıkta kaybolur.


Persya veya Fâristan denilen bölge iklim bakımından az çok Medye'ye yakındır. Umman denizinden sarp dağlarla ayrılmıştır. Güneyde Laristan bölgesi ile çevrili olan Fâristan'ın bağ ve bahçelerle süslü olan bölgesini, sarp dağlardan sonra gelen yayla teşkil etmektedir. Bu bölgede şeftali, yasemin, leylak, mersin ağacı ve gül pek iyi yetişirler. Fâristan'ın yukarı ve doğu tarafları çöl ile nihayetlenir. Burada Mahalu ve Niris adlarındaki göller civarında, ırmak yataklarının teşkil ettiği yelpazenin merkezinde meşhur Şiraz şehri vardır. Niris gölü bir kara parçasiyle ikiye bölünmüştür. Bu iki gölden Mahalu gölü Şiraz'ın güney-doğusunda, Niris gölü ise bir az kuzey-doğusundadır.


Fâristan, Elâm ve Medye'den sonra yüzyıllarca İran'ın kalbi olmuştur. Ahamanişler zamanında İran'a başkent olan Pasargad, Perse polis (Istahr) ile Şiraz, Isfahan, Yezd, Kerman bu alandadırlar. İsfahan'la Şiraz arasında 5180 metre yükseklikte Kuh-i-Delma bulunmaktadır. Kimyon Kerman'a mahsus bir mahsuldür.


Doğu bölgesi 


İran'ın kuzey-doğu sınırını  eskiden Ceyhun (Oksus) ırmağı ayırıyordu. Fakat bu ırmak şimdi tamamen Sovyetler ülkesi içinde kalmıştır.  İran'ın Horasan vilâyetini teşkil eden kuzey-doğu bölgesi Orta Asya ile Yakın Şark arasında bir geçit olduğundan, karanlık devirlerden beri doğudan ve kuzey-doğudan akan göç dalgalarına yol olmuştur. En meşhur şehirleri Meşhed ile Kuşan'dır. Eski zamanlarda Horasan'ın beygirleri meşhurdu. Horasan'ın güney kısmı Kuhistan'ı teşkil eder, Reşt-Lut'u kuzey ve doğudan çeviren Kuhistan güneyindeki Hamun Farah, Afganistan'la sınırı teşkil eder. Bunun güneyindeki Seistan (Sakistan) ın bu kısmı bugün Afganistan sınırları içindedir. Burada Hamun denilen büyük Seistan gölü vardır. Gölün seviyesi mevsimlere göre değişir. Çünkü Hilmend ırmağı kaynağının bulunduğu yüksek dağlar karlarla örtülüdür. Suların azlığı veya çokluğu karların erimesine bağlıdır. Kış aylarında göl tamamen kurur. Bahardan itibaren gittikçe artan sularla dolar. Suların gittikçe artmasından gölün taşarak her tarafı kaplayacağı sanılır. Suyun pek çok olduğu yıllarda fazla sular, Gaudi-zerre denilen yerde Şila adı verilen geniş bir kanala akar. Burası 100 mil uzunluğunda ve 30 mil genişliğinde çukur arazidir. Hilmend ırmağının suları eskiden buraya akardı. Aynı tipten bir başka Hamun da Gazmodan’dır. Kirman’daki Halil ve Pampur ırmaklarının suları buraya dökülür.


Doğuda, Afganistan topraklarından akan Hilmend ırmağının döküldüğü Zerre gölü Seistan’da Afganistan’la Iran arasında büyük bir bataklık teşkil eder.


Gone  Bölgesi 


 İran’ın  Belücistan’la  sınırlanan  güney-doğu bölgesi Umman  denizi ile nihayetlenir. Lüristan  ve  Mekran bölgelerini  ihtiva  eden  bu  arazi  ile  Ormuz boğazını çevreleyen Bender Abbas bölgesi iklimce ekvator altında bulunan yerlerden farklı değildir. Burada hava çok sıcak ve çok kurudur. Bu kuruluk oralarda doğup büyümüş olanlar için bile tehlikeli olacak kadar fazladır.



İRAN TARİHİ 1.CİLT

EN ESKİ ÇAĞLARDAN İSKENDER'İN ASYA SEFERİNE KADAR

Ord. Prof. M. ŞEMSEDDİN GÜNALTAY

18 Temmuz 2023 Salı

Türk Soylu Halklarda Şaman ve Şamanlar-3

 


Şaman ve Ruhlar



Şamanın, ruhlar tarafından belirlenmiş bir kişi olduğunu daha önceki bölümlerde görmüş olduğumuz üzre, şamanizmin yayılmış olduğu her yerde buna inanılır. Tretjakov, Turuhansk bölgesindeki Tunguzların, şamanlık vazifesi için seçilen kişilerin gece rüyalarında “Khargi” isimli şeytanı gördüklerine inandıklarını anlatır ki, bu bölgedeki Tunguzlar, şamanların ruhuna “Martı” derler ve şaman ruhlarının bir süre sonra dünyaya geri dönerek, kendi akraba çevresinde genç kuşaklardan birinin bedenine girdiğine ve ona şamanlık yetenekleri kazandırdığına inanırlar. Şamanın “Martı”sının ne zaman geri döneceği belli değildir, bu süre kısa veya uzun olabilir. İnanışlarına göre, toprağa gömülerek defnedilen şamanların ruhları dünyaya geri dönemez. Şamanlık işaretlerini taşıyan kişiyi bulmak için akrabaları şamanın “Martı”sını temsil eden bir kuş resmi kullanırlar.


Altay Tatarları, şaman adayının hastalık nöbetleriyle olan mücadelesini gördüklerinde “ruh (tös) yerini buldu” veya “ruh azapta” gibi ifadeler kullanırlar. Buryatlar, şamanik vecd başladığında, “akrabaların ruhunun içine girmiş olduğunu” veya kimi zaman da “çılgınlığın ruhunun içine girdiğini” söylerler. Bu konuda şahit olduğu bir olayı Petri, şu şekilde tarif eder: “Çılgınlığın ruhu, şamanı ele geçirdiğinde, şaman önce öne doğru eğilir, bacaklarını açar, kafasını eğer ve yüksek sesle “abrrrr” şeklinde bağırmaya başlar”. Buryatlar bu hareketin, “şamanın içine ruh girdiği” anlamına geldiğini, her seferinde bunun olduğunu anlatırlar. Petri’nin aktardığına göre, bu esnada şaman dışarıdan bakan insanların gözünde tamamen bilinçsiz, kendinden geçmiş olarak görünür. Ruh kendisinden ayrıldıktan sonra şaman derin derin iç çeker, elbisesinin eteği ile yüzünü siler ve gittikçe daha hafiflediğini hisseder.

Ölen bir şamanın, bir başkasında ortaya çıkarak onu şamanlık mesleğine yönlendiren ruhuna Yakutlar “ämägät” adını verirler. Ölen şamanın bakır plâkadan insan görünümünde bir tasviri yapılıp, yeni şamanın elbisesine takılması, yeni şamanın şaman ayini esnasında “ämägät” aracılığıyla duyup görebileceğine inanılmasıyla ilgilidir. Yakut şamanlarının ayrıca “Käläni” adı verilen ve onlara yardım edip, refakat eden bazı ruhları vardır. Şaman, herhangi bir büyü veya ayine başlarken onları çadırına çağırır ve ayin esnasında onlarla konuşur. Şamanının iradesi altındaki cinlerin, güçleri ve becerilerine bağlı olduğuna inanılır. Schtschukin’in aktardığına göre, şamana ayinde yardımcı olan “Käläni”ler de muhtemelen aynı kabile veya soydan gelen ölmüş şamanların ruhları olup, vecd hâline geçtiklerinde şamanların adını söylediği ruh isimleri arasında bu “Käläni” ruhlarının da isimleri yeralır.


Soyun veya kabilenin ölmüş şamanları, Altay bölgesi halklarının inançlarında koruyucu ruhlar olarak yeralırlar. Altay Tatarları, bu ruhların şamanik vecd ayini esnasında şamanın başına, omuzlarına, kollarına ve ayaklarına oturduklarına ve şamana yardımcı olduklarına inanırlar. İnanışa göre şamanların emrindeki bu görünmez yardımcıların sayısı değişebilmekte, büyük bir şamanın on tane yardımcı ruhu varken, daha az kıdemli bir şamanın bir veya iki tane olabilmektedir. Anohin’in aktardığına göre birden fazla yardımcı ruhun olması durumunda, bu yardımcı ruhların reisliğini/liderliğini soyun atasının ruhu yapmaktadır. Bu koruyucu ruhlar grubunun büyüklüğü, şamanın ruhanî kuvvetlerine bağlı olduğundan dolayı bir şaman kendisine diğerlerinden daha fazla ruhu çekiyor olabilir, hâtta kudretli bir şaman başka bir şamanının ruhunu dahi ele geçirebilir. Altay halklarının inançlarında bu ruhların en önemli işlerinden biri, şamanlara tavsiyelerde bulunmalarıdır. Şaman ayininin en heyecanlı bölümü, şamanın bu koruyucu ruhlarla konuşmaya başlama anı olup, bu esnada onlara neler istediklerini ve diğer ruhların onlar aracılığıyla ne dilekler ilettiklerini sorar. Ruhlar âleminden bilgiler ve haberler getiren bu ruhların hizmetlerine değer biçilemez ve bu sebeple şaman onları hoşnut etmek için ayine başlarken bu ruhların (Körmös) resimlerine sunu olarak üzerlerine içecek serper. Anohin’in anlattıklarına göre, Altay Tatarları ile diğer halkların bu ruhların faaliyetleri hakkında çeşitli tasavvurları vardır. Altay Tatarları bu ruhların şamanın bedeninin dışında olduklarını düşünürken, diğer bir çok halk, bu ruhların şamanın bedenine girdiklerine inanırlar. Bu farklı bakışı, Golde şamanlarının koruyucu ruhlarını (seon) çağırırken, şamanın ağzını açıp, ruhları yutma hareketi yapmaları ve eğer ruhlar hayvan suretinde gelecek olurlarsa, o esnada içine giren hayvanın sesini taklit etmeleri şeklinden anlaşılmaktadır. Tunguzlardaki benzeri âdet ve inançlar hakkında Schrikogorov, Tunguzların ölen şamanın koruyucu ruhlarına “Syvén”ismi verdiklerini ve şamanın ölümünden sonra bu ruhların akrabalar arasında kendisine uygun bir kişi arayıp, sonra da kurban seçtiği bu kişiye şamanlık yetileri verdiklerini aktarır. Bu şekilde, hem koruyucu ruhlar şamanı etkileri altında tutma imkânı bulmakta, hem de şaman bu koruyucu ruhlar aracılığıyla diğer ruhlar üzerinde etki oluşturabilmekte ve zorda kalan kabile üyelerine yardımcı olabilmektedir. Çevrede serbestçe dolaşıp yaşayan akrabalarına huzursuzluk verebilecek olan bu ölmüş akraba ruhlarını etrafında toplayıp, denetimi altında tutabilme gücüne sahip olan bir şamanın kabile için ne derece büyük önem taşıdığı kolayca tahmin edilebilir. Anlayabildiğimiz kadarıyla, bu halkların inançlarına göre ölen şamanın ruhu, sonraki nesillerden bir toruna geçerken, tek başına geçmeyip, ölen şamanın koruyucu ruhları ile beraber geçer. Özel bir seçim sonucu şamanın bedenine giren bu “ruh”u, Tunguzlar, Yakutların “ämägät”i gibi tasavvur ederler ve bu şaman ruhunun diğer koruyucu ruhlardan ayrı bir yeri olduğuna inanırlar. Şamanın bedeninden ayrılıp ruhlar âleminden haberler ve sorulan soruların cevaplarını getiren ruh, bu ruh değildir, bu ruh aracılık yapar, diğer ruhlarla bağlantıya geçer, onlardan bilgi ve haberler alır, hâtta başka ruhları şamana yardımcı olmaya ikna edebilir veya zorlayabilir.

Şaman ayini esnasında şamanın bedenine giren “Syvén”ler güçleri, görünümleri ve yetenekleri bakımından çok değişik olabilirler. Onu etkisine alan ruha bağlı olarak şaman kendisine ait olmayan yetenek ve özellikler kazanabilir. Bu sayede yaşlı, çökmüş, hastalıklı bir şaman, kendi içine hareketli, enerjik bir ruh girdiğinde bir anda genç biri gibi dans etmeye ve üzerindeki ağır şaman kıyafetine rağmen bir metreye yakın yüksekliğe sıçrayabilmektedir. Âyin esnasında kendinden geçen çelimsiz zayıf bir kadın şamanı zapt etmek gerektiğinde, bazen güçlü kuvvetli bir grup erkeğin bile bunu zorlukla başardıkları görülmüştür. Eğer şamanın bedenine ateşten korkmayan bir ruh girecek olursa, şaman kızgın korlar üzerinde yürüyebilir, kızgın demiri eliyle tutabilir veya yanan bir mumu ağzına sokabilir. Hayvan suretindeki ruhlar da, şamanların bedenine girdiklerinde onlara hayvanların özelliklerini kazandırırlar, meselâ yılan görünümde bir “Syvén” içine girdikten sonra, şaman bir yılan gibi hareket edebilir. Tunguzların hortum suretinde olduğunu düşündükleri “Syvén” ise, şamanın bir hortum gibi dönmesini sağlar. Bedene giren ruhun, şamanın bedenî özelliklerini de etkileyebileceğine örnek olarak, bir kadın şamanın bedenine giren hamile kadın ruhu sebebiyle şamanın karnının şiştiği ve ruh şamanın bedeninden çıktığında tekrar eski hâline döndüğü anlatılır.

Tunguz ve Golde inançlarına göre şamanların içine giren ruhlar, sadece akrabaların ruhlarıyla sınırlı olmayıp, kimi zaman yabancı kabilelerden ruhlar da-özellikle de kadın şamanların- içine girebilmektedir. Bu yabancı “Syvén” yabancı bir dilde konuştuğu için, şaman da bu yabancı dili konuşmaya başlar. Bu sebeple ayin esnasında Tunguz şamanının Yakutça, Daurice, Mançuca veya Çince kelimeler söylediğine rastlanır. Eğer söz konusu şaman bu dilleri bilmeyen bir şamansa, bu durum şamanın ağzından yabancı bir ruhun konuştuğunun delili sayılır.

Bazı zamanlar ruhlar, şamanları bir araç olarak kullanır ve şamanın değişik amaçlar için başka ruhları çağırmasını sağlayıp, istenilen vazifeyi yaptıktan sonra bu çağrılan ruh bir anda kaybolur. Tunguzlar, ruhun ortadan kaybolmasıyla birlikte şamanın bir anda sakinleştiğini, yüzünü yıkayıp gözlerini ovuşturduğunu, su veya çay içip yorgun ve bitkin bir hâlde derin uykuya daldığını anlatırlar. Ertesi gün dinlenmiş ve huzurlu bir şekilde yatağından kalkan şaman, artık üzerinde herhangi bir baskı hissetmez.


Sahip oldukları ruhların, şamanlara olağanüstü özellikler kazandırabildiklerine olan inanç, sadece Tunguzlarla sınırlı olmayıp, Goldeler, ayin esnasında kendinden geçmiş bir şamanın ateşte yanmayacağına, soğukta donmayacağına veya suda boğulmayacağına, vücudunun ağır darbe veya yaralanmaları kaldırabileceğine, ona bir şey olmayacağına inanırlar. Petri, şamanların gösterdikleri kerametler arasında ateşte dans etmek, çıplak ayakla kor hâlindeki demir üzerinde yürümek, kor hâlindeki kömür parçalarını yutmak veya kaynayan suyu bir anda soğutmak gibi şeyleri saymaktadır. Sadece Sibirya halkları değil, Laponlar arasında da sık sık bahsi geçen bu olaylar, gerçek gözlemlere dayanmaktadır. Şaman adaylarının bile sara nöbetleri esnasında kendilerini ateşe ve suya atmak veya yarı çıplak halde karların arasında dolaşmak gibi fiilleri gösterdikleri, hiçbir acı hissi duymadan bedenlerini keskin cisimlerle kesen şamanlara rastlanması bilinen şeylerdir. Ancak, tecrübeli bir şaman asıl olarak ayine katılanları olağanüstü şeyler gördüğüne inandırmakta başarılıdır. Bu konuda özellikle Lehtisalo’nun Obdorsk Samoyedleri hakkında naklettikleri oldukça ilgi çekicidir: “Şaman elindeki bıçağı tek tek inceleyip kontrol eder ve herhangi biri kirli ise tekrar temizler. En büyük bıçak en sona bırakılır. Sonrasında gömleğini çıkartıp, bıçaklardan birini karnına saplar ve eliyle üstüne vurarak içeri girmesini sağlar, daha doğrusu katılanlar böyle görürler. Aynı şekilde diğer bıçakları da bedeninin değişik yerlerine saplar. Daha sonra en büyük bıçağı alıp, ilk vuruşta yarıya kadar, ikinci bir vuruşla da tamamen kafasına saplar. Şamanın yardımcısının bu yapılanlara yakından bakma izni yoktur, yaklaşmaya çalışırlarsa, şaman onu elindeki bıçakla tehdit eder. Şamanın yüzü siyaha boyalıdır ve konuşamaz haldedir, işaretlerle davulunu ister. Davul çalıp dans etmeye başladığında, bıçaklar teker teker vücudundan dışarı çıkarıp, yere düşmeye başlar. En sonunda başını sallamaya başlar ve önce bıçağın ucu sonra da tamamı görünür ve bıçak yere düşer. Şaman seyircilerin bıçağın biraz önce kafasına saplamış olduğu bıçak olduğunu teyit etmelerini ister.


Şamanın, izleyicilerin safiyane inançlarını kendi çıkarına kullandığı bu örnekte görüldüğü gibi, bazı kurnaz şamanların olayı bir hokkabazlık gösterisine çevirmeye başladıklarını da ortaya koymaktadır.



Uno Harva'nın Altay Panteonu adlı kitabında alıntılanmıştır.

Çeviren: Erol Cihangir

Safranbolu / Karabük

 


AKDENİZ MİTOLOJİSİNDE AŞK KAHRAMANLARI ve MÜZİSYENLER-15

 AKDENİZ'DE BİR AŞK ÖYKÜSÜ


Halkyone


Sabah yıldızı Eosforos'un (Eosphoros) oğlu kral Keyks ile karısı kraliçe Alkyone, çok mutlu bir birliktelik içinde yaşayıp gidiyorlardı. Bu mutluluk, karı-koca olarak baş başa verip yönettikleri ülkenin insanlarına da yansıyordu...


Kardeş halklar olarak algıladıkları komşu krallıkların parasında, malında hiç gözü olmadı karı-koca Keyks'lerin. Ülkelerinde kavga dövüş olmadığı için de günden güne yüzü daha da güleçleşen halk; çalışma saatleri dışında tiyatro, spor yarışmaları, şiir ve destan söyleşileri gibi sanatsal etkinlikler için bolca zaman bulabiliyordu... Ne var ki böylesi bir gelişim ve huzur sonunda ülkenin yakaladığı bu mutluluk ve birikim; komşu kralların kıskançlık ve talan tutkularını kamçılamakta gecikmedi!


Komşu kralların, ülkesinin topraklarında gözü olduğunu, bu yüzden de haince tuzaklar kurduklarını sezinleyen kral Keyks'in huzur ve mutluluğu da, günden güne gölgelenmeye başladı... Bu arada kraliçe Alkyone de son günlerde kocasının davranışlarında gözlemlediği huzursuzluğun nedenini öğrenmek istiyor, ama kocası da fazla bir açıklamada bulunmuyordu... Çünkü çok sevdiği karısını üzmek istemiyordu...


Sarayın demirbaş bilicisi bir gün üzgün krala; denizaşırı bir ülkede, adını bilmediği ama tapınağında tek başına oturan Barış Tanrısı'nın kendisine bir yol yordam gösterebileceğini söyledi...


Umarsız kral Keyks, bilicisinin bu sözlerinden çok etkilendi. Söz konusu Barış Tanrısı'na ulaşabilmek için hemen bir gemi hazırlattı. Ne var ki çok sevdiği kocasını yalnız bırakmak istemeyen kraliçe Alkyone de aynı gemide yer almak istediğini söyledi... Ama kral Keyks de karısıyla birlikte yaşamak istemiyordu bu serüveni. Çünkü menzili belirsiz bu yolculuk sırasında karşılaşacağı iyi kötü olaylar konusunda hemen hemen kesin bir bilgisi yoktu. Uzun tartışmalardan sonra kraliçenin sarayda kalıp ülkeyi başsız bırakmaması konusunda karşılıklı bir anlaşmaya vardılar. Birkaç gün sonra da kraliçe, Barış Tanrısı'nın bulunabileceği bilinmeyen bir menzile doğru yola çıkan kocasını gözyaşlarıyla uğurladı sahilden...


Kralın gemisi, daha yolculuğun üçüncü gününde, dur durak nedir bilmeyen çok azgın bir fırtınaya tutuldu... Bütün çabalarına karşın geminin batacağını anlayan kral Keyks çok üzüldü. Ne var ki bu hüznün hemen arkasından, gemi sulara gömülmeden önce, yüreğinde bir sevinç dalgasının kabardığını da duyumsadı: Çünkü bu yolculuğa birlikte çıkmadıkları için sevgili karısı kendisiyle aynı yazgıyı paylaşmayacaktı!.. Böyle bir rastlantı, onu son deminde sevince boğdu...


Kraliçe Alkyone; emekçilerin tanrıçası Atena'dan öğrendiği örgü örme, nakış işleme gibi uğraşlarla oyalanaraktan kocasının dönüşünü bekliyordu sabırsızlıkla. O yüzden diktiği bazı giysilerin üstüne, kendilerinin ve ülkelerinin mutluluğunu yansıtan ve gelecekleriyle ilgili şekiller, desenler nakışlıyordu durmadan...


Ama bir yandan da tanrıça Hera'ya, kocasının tez elden ve sağ salim dönebilmesi için yalvarıp yakarıyordu... Sürekli kocası Baştanrı Zeus'la didişen, bu yüzden de insanların sorunlarıyla uğraşacak zaman bulamayan tanrıça Hera, bu son olayda kraliçe Alkyone'ye çok acımakla yetiniyordu yalnızca! Çünkü kocası Baştanrı Zeus'un barışsever kralları sevmediğini ve onları bir şekilde cezalandırdığını, üzülmesin diye söyleyemiyordu Alkyone'ye!.. Sonunda Hera, gökkuşağının tanrıçası İris'i çağırdı yanına. "Git, uyku tanrısı Hipnos'a söyle. Zavallı Alkyone'nin düşüne girsin; ona kocası Keyks'in denizde boğulduğunu söylesin!" buyruğunu verdi.


Haberci tanrıça İris; rengârenk ebemkuşağına atladığı gibi bir solukta, masmavi göklerin derinliklerindeki uyku tanrısı Hipnos'un mağarasına doğru süzülüp gitti... Bu mağaranın içinde, pırıl pırıl çakıl taşlarının arasından akan bir dere vardı. Tanrı Hipnos, bu derenin tatlı şırıltısını her gece insanların yorgun dünyalarına buradan gönderiyor, onları sıkıntılarından arındırmaya, rahatlatmaya çalışıyordu. Tanrıça İris, Hera'nın isteğini iletti uyku tanrısı Hipnos'a.. Hipnos da; istediği her insanın kılığına girebilen oğlunu, bahtsız kraliçe Alkyone'nin yatak odasına gönderdi. Kral Keyks'in kılığına giren Hipnos'un oğlu, Alkyone'nin düşüne girdi ve gemisinin nasıl battığını bir bir anlattı. Sonra da ona karşı duyduğu derin sevgisini ve bağlılığını yineledi gözyaşlarıyla. Bundan böyle ülkeyi yönetme görevinin artık kendisine kaldığını söyledi. "Ben şimdi Ölüler Ülkesi Hades'e gidiyorum!" deyip ona veda etti. "Dur, ben de geliyorum!" diye bir çığlık atan kraliçe kan ter içinde uyandı... Her seferinde kafasından kovduğu bir kuşkunun acı gerçekliği, artık gelip ta yüreğine bir zıpkın gibi saplandı. Demek kocası ölmüştü!.. "Ben onsuz yaşayamam!" diye kendi kendine söylenmeye başladı. Pencereden dışarıya baktı: Ortalık yeni yeni ışımaya başlamıştı. Biraz öteden kızıl rubalı şafak tanrıçası Eos, rengârenk bir sabahı getiriyordu insanların ve tanrıların dünyasına... Daha birkaç hafta önce kral kocasını, deniz ötelerinde bilinmeyen bir yerlerde yaşayan Barış Tanrısı'na doğru uğurladığı limanı anımsadı birden... Apar topar giyinip saraydan dışarı çıktı...


Söz konusu limana doğru tir tir titreyerekten yürürken, olup bitenleri yeni baştan gözden geçiriyordu kafasında. O korkunç düşü görmezden önce Alkyone; kocası kral Keyks'in, Barış Tanrısı'nın bağışlayacağı renk renk, bir kucak dolusu barış çiçekleriyle döneceğini ve onları bütün Akdenizli kardeş halklara birlikte dağıtacaklarını düşlüyordu hep... Bunları düşüne düşüne yol alan Alkyone, limana vardığını anladı. Biraz ötedeki yüksek bir kayalığın keskin uçurumlu doruğuna doğru tırmandı. Ve tırmandığı doruktan, sevgilisi ve kocası Keyks'le buluşmak üzere, gözlerini yumup o büyük boşluğa bırakıverdi kendini!.. Artık habire düşüyor, düşüyordu Alkyone... Ama bir türlü bir yerlere değmiyordu ayakları! Dayanamayıp gözlerini açtığında, bembeyaz bir martıya dönüştüğünü, mavi suların üstünde süzülüp gittiğini gördü! Biraz daha yakından bakınca, yanında kendisine yoldaşlık eden bir martı gördü. Ve birden onun martıya dönüşmüş kocası olduğunu sezinledi sevinçle... Kocası da onu tanıyınca hemen coşkuyla, kanat kanada kenetlendiler... Ve öteki martılarla birlikte çığlıklar ataraktan, deniz üzerinde, barış kaynağı ufuklara doğru bir zıpkın gibi kayıp gittiler... 


Kraliçe Alkyone'nin yaşadığı bölgedeki deniz, yılda yedi gün dingin ve sessiz olurdu. Çünkü bu yedi gün süresinde, denizin durgun suları üzerinde kuluçkaya yatardı bütün martılar. Onun için de denizin durgun olduğu bu yedi güne, "Alkyone Günleri" ya da "Barış Günleri" diyordu o yörelerdeki Akdenizli halklar...


Akdenizli halklar öylesine barışa ve Alkyone'ye hasrettiler... 



Akdeniz Mitologyasından Efsaneler

Yaşar Atan

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak