18 Temmuz 2023 Salı

Türk Soylu Halklarda Şaman ve Şamanlar-3

 


Şaman ve Ruhlar



Şamanın, ruhlar tarafından belirlenmiş bir kişi olduğunu daha önceki bölümlerde görmüş olduğumuz üzre, şamanizmin yayılmış olduğu her yerde buna inanılır. Tretjakov, Turuhansk bölgesindeki Tunguzların, şamanlık vazifesi için seçilen kişilerin gece rüyalarında “Khargi” isimli şeytanı gördüklerine inandıklarını anlatır ki, bu bölgedeki Tunguzlar, şamanların ruhuna “Martı” derler ve şaman ruhlarının bir süre sonra dünyaya geri dönerek, kendi akraba çevresinde genç kuşaklardan birinin bedenine girdiğine ve ona şamanlık yetenekleri kazandırdığına inanırlar. Şamanın “Martı”sının ne zaman geri döneceği belli değildir, bu süre kısa veya uzun olabilir. İnanışlarına göre, toprağa gömülerek defnedilen şamanların ruhları dünyaya geri dönemez. Şamanlık işaretlerini taşıyan kişiyi bulmak için akrabaları şamanın “Martı”sını temsil eden bir kuş resmi kullanırlar.


Altay Tatarları, şaman adayının hastalık nöbetleriyle olan mücadelesini gördüklerinde “ruh (tös) yerini buldu” veya “ruh azapta” gibi ifadeler kullanırlar. Buryatlar, şamanik vecd başladığında, “akrabaların ruhunun içine girmiş olduğunu” veya kimi zaman da “çılgınlığın ruhunun içine girdiğini” söylerler. Bu konuda şahit olduğu bir olayı Petri, şu şekilde tarif eder: “Çılgınlığın ruhu, şamanı ele geçirdiğinde, şaman önce öne doğru eğilir, bacaklarını açar, kafasını eğer ve yüksek sesle “abrrrr” şeklinde bağırmaya başlar”. Buryatlar bu hareketin, “şamanın içine ruh girdiği” anlamına geldiğini, her seferinde bunun olduğunu anlatırlar. Petri’nin aktardığına göre, bu esnada şaman dışarıdan bakan insanların gözünde tamamen bilinçsiz, kendinden geçmiş olarak görünür. Ruh kendisinden ayrıldıktan sonra şaman derin derin iç çeker, elbisesinin eteği ile yüzünü siler ve gittikçe daha hafiflediğini hisseder.

Ölen bir şamanın, bir başkasında ortaya çıkarak onu şamanlık mesleğine yönlendiren ruhuna Yakutlar “ämägät” adını verirler. Ölen şamanın bakır plâkadan insan görünümünde bir tasviri yapılıp, yeni şamanın elbisesine takılması, yeni şamanın şaman ayini esnasında “ämägät” aracılığıyla duyup görebileceğine inanılmasıyla ilgilidir. Yakut şamanlarının ayrıca “Käläni” adı verilen ve onlara yardım edip, refakat eden bazı ruhları vardır. Şaman, herhangi bir büyü veya ayine başlarken onları çadırına çağırır ve ayin esnasında onlarla konuşur. Şamanının iradesi altındaki cinlerin, güçleri ve becerilerine bağlı olduğuna inanılır. Schtschukin’in aktardığına göre, şamana ayinde yardımcı olan “Käläni”ler de muhtemelen aynı kabile veya soydan gelen ölmüş şamanların ruhları olup, vecd hâline geçtiklerinde şamanların adını söylediği ruh isimleri arasında bu “Käläni” ruhlarının da isimleri yeralır.


Soyun veya kabilenin ölmüş şamanları, Altay bölgesi halklarının inançlarında koruyucu ruhlar olarak yeralırlar. Altay Tatarları, bu ruhların şamanik vecd ayini esnasında şamanın başına, omuzlarına, kollarına ve ayaklarına oturduklarına ve şamana yardımcı olduklarına inanırlar. İnanışa göre şamanların emrindeki bu görünmez yardımcıların sayısı değişebilmekte, büyük bir şamanın on tane yardımcı ruhu varken, daha az kıdemli bir şamanın bir veya iki tane olabilmektedir. Anohin’in aktardığına göre birden fazla yardımcı ruhun olması durumunda, bu yardımcı ruhların reisliğini/liderliğini soyun atasının ruhu yapmaktadır. Bu koruyucu ruhlar grubunun büyüklüğü, şamanın ruhanî kuvvetlerine bağlı olduğundan dolayı bir şaman kendisine diğerlerinden daha fazla ruhu çekiyor olabilir, hâtta kudretli bir şaman başka bir şamanının ruhunu dahi ele geçirebilir. Altay halklarının inançlarında bu ruhların en önemli işlerinden biri, şamanlara tavsiyelerde bulunmalarıdır. Şaman ayininin en heyecanlı bölümü, şamanın bu koruyucu ruhlarla konuşmaya başlama anı olup, bu esnada onlara neler istediklerini ve diğer ruhların onlar aracılığıyla ne dilekler ilettiklerini sorar. Ruhlar âleminden bilgiler ve haberler getiren bu ruhların hizmetlerine değer biçilemez ve bu sebeple şaman onları hoşnut etmek için ayine başlarken bu ruhların (Körmös) resimlerine sunu olarak üzerlerine içecek serper. Anohin’in anlattıklarına göre, Altay Tatarları ile diğer halkların bu ruhların faaliyetleri hakkında çeşitli tasavvurları vardır. Altay Tatarları bu ruhların şamanın bedeninin dışında olduklarını düşünürken, diğer bir çok halk, bu ruhların şamanın bedenine girdiklerine inanırlar. Bu farklı bakışı, Golde şamanlarının koruyucu ruhlarını (seon) çağırırken, şamanın ağzını açıp, ruhları yutma hareketi yapmaları ve eğer ruhlar hayvan suretinde gelecek olurlarsa, o esnada içine giren hayvanın sesini taklit etmeleri şeklinden anlaşılmaktadır. Tunguzlardaki benzeri âdet ve inançlar hakkında Schrikogorov, Tunguzların ölen şamanın koruyucu ruhlarına “Syvén”ismi verdiklerini ve şamanın ölümünden sonra bu ruhların akrabalar arasında kendisine uygun bir kişi arayıp, sonra da kurban seçtiği bu kişiye şamanlık yetileri verdiklerini aktarır. Bu şekilde, hem koruyucu ruhlar şamanı etkileri altında tutma imkânı bulmakta, hem de şaman bu koruyucu ruhlar aracılığıyla diğer ruhlar üzerinde etki oluşturabilmekte ve zorda kalan kabile üyelerine yardımcı olabilmektedir. Çevrede serbestçe dolaşıp yaşayan akrabalarına huzursuzluk verebilecek olan bu ölmüş akraba ruhlarını etrafında toplayıp, denetimi altında tutabilme gücüne sahip olan bir şamanın kabile için ne derece büyük önem taşıdığı kolayca tahmin edilebilir. Anlayabildiğimiz kadarıyla, bu halkların inançlarına göre ölen şamanın ruhu, sonraki nesillerden bir toruna geçerken, tek başına geçmeyip, ölen şamanın koruyucu ruhları ile beraber geçer. Özel bir seçim sonucu şamanın bedenine giren bu “ruh”u, Tunguzlar, Yakutların “ämägät”i gibi tasavvur ederler ve bu şaman ruhunun diğer koruyucu ruhlardan ayrı bir yeri olduğuna inanırlar. Şamanın bedeninden ayrılıp ruhlar âleminden haberler ve sorulan soruların cevaplarını getiren ruh, bu ruh değildir, bu ruh aracılık yapar, diğer ruhlarla bağlantıya geçer, onlardan bilgi ve haberler alır, hâtta başka ruhları şamana yardımcı olmaya ikna edebilir veya zorlayabilir.

Şaman ayini esnasında şamanın bedenine giren “Syvén”ler güçleri, görünümleri ve yetenekleri bakımından çok değişik olabilirler. Onu etkisine alan ruha bağlı olarak şaman kendisine ait olmayan yetenek ve özellikler kazanabilir. Bu sayede yaşlı, çökmüş, hastalıklı bir şaman, kendi içine hareketli, enerjik bir ruh girdiğinde bir anda genç biri gibi dans etmeye ve üzerindeki ağır şaman kıyafetine rağmen bir metreye yakın yüksekliğe sıçrayabilmektedir. Âyin esnasında kendinden geçen çelimsiz zayıf bir kadın şamanı zapt etmek gerektiğinde, bazen güçlü kuvvetli bir grup erkeğin bile bunu zorlukla başardıkları görülmüştür. Eğer şamanın bedenine ateşten korkmayan bir ruh girecek olursa, şaman kızgın korlar üzerinde yürüyebilir, kızgın demiri eliyle tutabilir veya yanan bir mumu ağzına sokabilir. Hayvan suretindeki ruhlar da, şamanların bedenine girdiklerinde onlara hayvanların özelliklerini kazandırırlar, meselâ yılan görünümde bir “Syvén” içine girdikten sonra, şaman bir yılan gibi hareket edebilir. Tunguzların hortum suretinde olduğunu düşündükleri “Syvén” ise, şamanın bir hortum gibi dönmesini sağlar. Bedene giren ruhun, şamanın bedenî özelliklerini de etkileyebileceğine örnek olarak, bir kadın şamanın bedenine giren hamile kadın ruhu sebebiyle şamanın karnının şiştiği ve ruh şamanın bedeninden çıktığında tekrar eski hâline döndüğü anlatılır.

Tunguz ve Golde inançlarına göre şamanların içine giren ruhlar, sadece akrabaların ruhlarıyla sınırlı olmayıp, kimi zaman yabancı kabilelerden ruhlar da-özellikle de kadın şamanların- içine girebilmektedir. Bu yabancı “Syvén” yabancı bir dilde konuştuğu için, şaman da bu yabancı dili konuşmaya başlar. Bu sebeple ayin esnasında Tunguz şamanının Yakutça, Daurice, Mançuca veya Çince kelimeler söylediğine rastlanır. Eğer söz konusu şaman bu dilleri bilmeyen bir şamansa, bu durum şamanın ağzından yabancı bir ruhun konuştuğunun delili sayılır.

Bazı zamanlar ruhlar, şamanları bir araç olarak kullanır ve şamanın değişik amaçlar için başka ruhları çağırmasını sağlayıp, istenilen vazifeyi yaptıktan sonra bu çağrılan ruh bir anda kaybolur. Tunguzlar, ruhun ortadan kaybolmasıyla birlikte şamanın bir anda sakinleştiğini, yüzünü yıkayıp gözlerini ovuşturduğunu, su veya çay içip yorgun ve bitkin bir hâlde derin uykuya daldığını anlatırlar. Ertesi gün dinlenmiş ve huzurlu bir şekilde yatağından kalkan şaman, artık üzerinde herhangi bir baskı hissetmez.


Sahip oldukları ruhların, şamanlara olağanüstü özellikler kazandırabildiklerine olan inanç, sadece Tunguzlarla sınırlı olmayıp, Goldeler, ayin esnasında kendinden geçmiş bir şamanın ateşte yanmayacağına, soğukta donmayacağına veya suda boğulmayacağına, vücudunun ağır darbe veya yaralanmaları kaldırabileceğine, ona bir şey olmayacağına inanırlar. Petri, şamanların gösterdikleri kerametler arasında ateşte dans etmek, çıplak ayakla kor hâlindeki demir üzerinde yürümek, kor hâlindeki kömür parçalarını yutmak veya kaynayan suyu bir anda soğutmak gibi şeyleri saymaktadır. Sadece Sibirya halkları değil, Laponlar arasında da sık sık bahsi geçen bu olaylar, gerçek gözlemlere dayanmaktadır. Şaman adaylarının bile sara nöbetleri esnasında kendilerini ateşe ve suya atmak veya yarı çıplak halde karların arasında dolaşmak gibi fiilleri gösterdikleri, hiçbir acı hissi duymadan bedenlerini keskin cisimlerle kesen şamanlara rastlanması bilinen şeylerdir. Ancak, tecrübeli bir şaman asıl olarak ayine katılanları olağanüstü şeyler gördüğüne inandırmakta başarılıdır. Bu konuda özellikle Lehtisalo’nun Obdorsk Samoyedleri hakkında naklettikleri oldukça ilgi çekicidir: “Şaman elindeki bıçağı tek tek inceleyip kontrol eder ve herhangi biri kirli ise tekrar temizler. En büyük bıçak en sona bırakılır. Sonrasında gömleğini çıkartıp, bıçaklardan birini karnına saplar ve eliyle üstüne vurarak içeri girmesini sağlar, daha doğrusu katılanlar böyle görürler. Aynı şekilde diğer bıçakları da bedeninin değişik yerlerine saplar. Daha sonra en büyük bıçağı alıp, ilk vuruşta yarıya kadar, ikinci bir vuruşla da tamamen kafasına saplar. Şamanın yardımcısının bu yapılanlara yakından bakma izni yoktur, yaklaşmaya çalışırlarsa, şaman onu elindeki bıçakla tehdit eder. Şamanın yüzü siyaha boyalıdır ve konuşamaz haldedir, işaretlerle davulunu ister. Davul çalıp dans etmeye başladığında, bıçaklar teker teker vücudundan dışarı çıkarıp, yere düşmeye başlar. En sonunda başını sallamaya başlar ve önce bıçağın ucu sonra da tamamı görünür ve bıçak yere düşer. Şaman seyircilerin bıçağın biraz önce kafasına saplamış olduğu bıçak olduğunu teyit etmelerini ister.


Şamanın, izleyicilerin safiyane inançlarını kendi çıkarına kullandığı bu örnekte görüldüğü gibi, bazı kurnaz şamanların olayı bir hokkabazlık gösterisine çevirmeye başladıklarını da ortaya koymaktadır.



Uno Harva'nın Altay Panteonu adlı kitabında alıntılanmıştır.

Çeviren: Erol Cihangir

Safranbolu / Karabük

 


AKDENİZ MİTOLOJİSİNDE AŞK KAHRAMANLARI ve MÜZİSYENLER-15

 AKDENİZ'DE BİR AŞK ÖYKÜSÜ


Halkyone


Sabah yıldızı Eosforos'un (Eosphoros) oğlu kral Keyks ile karısı kraliçe Alkyone, çok mutlu bir birliktelik içinde yaşayıp gidiyorlardı. Bu mutluluk, karı-koca olarak baş başa verip yönettikleri ülkenin insanlarına da yansıyordu...


Kardeş halklar olarak algıladıkları komşu krallıkların parasında, malında hiç gözü olmadı karı-koca Keyks'lerin. Ülkelerinde kavga dövüş olmadığı için de günden güne yüzü daha da güleçleşen halk; çalışma saatleri dışında tiyatro, spor yarışmaları, şiir ve destan söyleşileri gibi sanatsal etkinlikler için bolca zaman bulabiliyordu... Ne var ki böylesi bir gelişim ve huzur sonunda ülkenin yakaladığı bu mutluluk ve birikim; komşu kralların kıskançlık ve talan tutkularını kamçılamakta gecikmedi!


Komşu kralların, ülkesinin topraklarında gözü olduğunu, bu yüzden de haince tuzaklar kurduklarını sezinleyen kral Keyks'in huzur ve mutluluğu da, günden güne gölgelenmeye başladı... Bu arada kraliçe Alkyone de son günlerde kocasının davranışlarında gözlemlediği huzursuzluğun nedenini öğrenmek istiyor, ama kocası da fazla bir açıklamada bulunmuyordu... Çünkü çok sevdiği karısını üzmek istemiyordu...


Sarayın demirbaş bilicisi bir gün üzgün krala; denizaşırı bir ülkede, adını bilmediği ama tapınağında tek başına oturan Barış Tanrısı'nın kendisine bir yol yordam gösterebileceğini söyledi...


Umarsız kral Keyks, bilicisinin bu sözlerinden çok etkilendi. Söz konusu Barış Tanrısı'na ulaşabilmek için hemen bir gemi hazırlattı. Ne var ki çok sevdiği kocasını yalnız bırakmak istemeyen kraliçe Alkyone de aynı gemide yer almak istediğini söyledi... Ama kral Keyks de karısıyla birlikte yaşamak istemiyordu bu serüveni. Çünkü menzili belirsiz bu yolculuk sırasında karşılaşacağı iyi kötü olaylar konusunda hemen hemen kesin bir bilgisi yoktu. Uzun tartışmalardan sonra kraliçenin sarayda kalıp ülkeyi başsız bırakmaması konusunda karşılıklı bir anlaşmaya vardılar. Birkaç gün sonra da kraliçe, Barış Tanrısı'nın bulunabileceği bilinmeyen bir menzile doğru yola çıkan kocasını gözyaşlarıyla uğurladı sahilden...


Kralın gemisi, daha yolculuğun üçüncü gününde, dur durak nedir bilmeyen çok azgın bir fırtınaya tutuldu... Bütün çabalarına karşın geminin batacağını anlayan kral Keyks çok üzüldü. Ne var ki bu hüznün hemen arkasından, gemi sulara gömülmeden önce, yüreğinde bir sevinç dalgasının kabardığını da duyumsadı: Çünkü bu yolculuğa birlikte çıkmadıkları için sevgili karısı kendisiyle aynı yazgıyı paylaşmayacaktı!.. Böyle bir rastlantı, onu son deminde sevince boğdu...


Kraliçe Alkyone; emekçilerin tanrıçası Atena'dan öğrendiği örgü örme, nakış işleme gibi uğraşlarla oyalanaraktan kocasının dönüşünü bekliyordu sabırsızlıkla. O yüzden diktiği bazı giysilerin üstüne, kendilerinin ve ülkelerinin mutluluğunu yansıtan ve gelecekleriyle ilgili şekiller, desenler nakışlıyordu durmadan...


Ama bir yandan da tanrıça Hera'ya, kocasının tez elden ve sağ salim dönebilmesi için yalvarıp yakarıyordu... Sürekli kocası Baştanrı Zeus'la didişen, bu yüzden de insanların sorunlarıyla uğraşacak zaman bulamayan tanrıça Hera, bu son olayda kraliçe Alkyone'ye çok acımakla yetiniyordu yalnızca! Çünkü kocası Baştanrı Zeus'un barışsever kralları sevmediğini ve onları bir şekilde cezalandırdığını, üzülmesin diye söyleyemiyordu Alkyone'ye!.. Sonunda Hera, gökkuşağının tanrıçası İris'i çağırdı yanına. "Git, uyku tanrısı Hipnos'a söyle. Zavallı Alkyone'nin düşüne girsin; ona kocası Keyks'in denizde boğulduğunu söylesin!" buyruğunu verdi.


Haberci tanrıça İris; rengârenk ebemkuşağına atladığı gibi bir solukta, masmavi göklerin derinliklerindeki uyku tanrısı Hipnos'un mağarasına doğru süzülüp gitti... Bu mağaranın içinde, pırıl pırıl çakıl taşlarının arasından akan bir dere vardı. Tanrı Hipnos, bu derenin tatlı şırıltısını her gece insanların yorgun dünyalarına buradan gönderiyor, onları sıkıntılarından arındırmaya, rahatlatmaya çalışıyordu. Tanrıça İris, Hera'nın isteğini iletti uyku tanrısı Hipnos'a.. Hipnos da; istediği her insanın kılığına girebilen oğlunu, bahtsız kraliçe Alkyone'nin yatak odasına gönderdi. Kral Keyks'in kılığına giren Hipnos'un oğlu, Alkyone'nin düşüne girdi ve gemisinin nasıl battığını bir bir anlattı. Sonra da ona karşı duyduğu derin sevgisini ve bağlılığını yineledi gözyaşlarıyla. Bundan böyle ülkeyi yönetme görevinin artık kendisine kaldığını söyledi. "Ben şimdi Ölüler Ülkesi Hades'e gidiyorum!" deyip ona veda etti. "Dur, ben de geliyorum!" diye bir çığlık atan kraliçe kan ter içinde uyandı... Her seferinde kafasından kovduğu bir kuşkunun acı gerçekliği, artık gelip ta yüreğine bir zıpkın gibi saplandı. Demek kocası ölmüştü!.. "Ben onsuz yaşayamam!" diye kendi kendine söylenmeye başladı. Pencereden dışarıya baktı: Ortalık yeni yeni ışımaya başlamıştı. Biraz öteden kızıl rubalı şafak tanrıçası Eos, rengârenk bir sabahı getiriyordu insanların ve tanrıların dünyasına... Daha birkaç hafta önce kral kocasını, deniz ötelerinde bilinmeyen bir yerlerde yaşayan Barış Tanrısı'na doğru uğurladığı limanı anımsadı birden... Apar topar giyinip saraydan dışarı çıktı...


Söz konusu limana doğru tir tir titreyerekten yürürken, olup bitenleri yeni baştan gözden geçiriyordu kafasında. O korkunç düşü görmezden önce Alkyone; kocası kral Keyks'in, Barış Tanrısı'nın bağışlayacağı renk renk, bir kucak dolusu barış çiçekleriyle döneceğini ve onları bütün Akdenizli kardeş halklara birlikte dağıtacaklarını düşlüyordu hep... Bunları düşüne düşüne yol alan Alkyone, limana vardığını anladı. Biraz ötedeki yüksek bir kayalığın keskin uçurumlu doruğuna doğru tırmandı. Ve tırmandığı doruktan, sevgilisi ve kocası Keyks'le buluşmak üzere, gözlerini yumup o büyük boşluğa bırakıverdi kendini!.. Artık habire düşüyor, düşüyordu Alkyone... Ama bir türlü bir yerlere değmiyordu ayakları! Dayanamayıp gözlerini açtığında, bembeyaz bir martıya dönüştüğünü, mavi suların üstünde süzülüp gittiğini gördü! Biraz daha yakından bakınca, yanında kendisine yoldaşlık eden bir martı gördü. Ve birden onun martıya dönüşmüş kocası olduğunu sezinledi sevinçle... Kocası da onu tanıyınca hemen coşkuyla, kanat kanada kenetlendiler... Ve öteki martılarla birlikte çığlıklar ataraktan, deniz üzerinde, barış kaynağı ufuklara doğru bir zıpkın gibi kayıp gittiler... 


Kraliçe Alkyone'nin yaşadığı bölgedeki deniz, yılda yedi gün dingin ve sessiz olurdu. Çünkü bu yedi gün süresinde, denizin durgun suları üzerinde kuluçkaya yatardı bütün martılar. Onun için de denizin durgun olduğu bu yedi güne, "Alkyone Günleri" ya da "Barış Günleri" diyordu o yörelerdeki Akdenizli halklar...


Akdenizli halklar öylesine barışa ve Alkyone'ye hasrettiler... 



Akdeniz Mitologyasından Efsaneler

Yaşar Atan

17 Temmuz 2023 Pazartesi

DÎNİ SÖZLÜK “K”

 KASAS SÛRESİ:

 

Kur'ân-ı kerîmin yirmi sekizinci sûresi.

 

Kasas sûresi, Mekke'de nâzil oldu (indi). Seksen sekiz âyet-i kerîmedir. Mûsâ aleyhisselâmın kıssası geniş şekilde bildirildiği için sûreye Sûret-ül-Kasas denilmiştir. Ayrıca Mûsâ aleyhisselâmın çocukluğundan îtibâren hayâtı, mücâdeleleri, tevhîd ehlinin zaferi ve dünyâ servetine güvenilmemesi bildirilmektedir. (Senâullah Dehlevî, Taberî, Râzî)

 

Allahü teâlâ Kasas sûresinde meâlen buyuruyor ki:

 

(Resûlüm!) Sen sevdiğini hidâyete kavuşturamazsın. Allahü teâlâ dilediğini doğru yola kavuşturur. (Âyet: 56)

 

Kim Kasas sûresini okursa, Mûsâ aleyhisselâmı tasdîk (kabûl) ve tekzîb (inkâr) edenlerin adedince ona sevâb verilir. Gökte ve yerde hiçbir melek yoktur ki, kıyâmet günü onun sâdıklardan olduğuna şâhid olmasın. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)

 

KASD:

 

Teşebbüs, niyet; bilerek, isteyerek, kalbe gelen bir fikri, düşünceyi yapmak için karar verme.

 

Allahü teâlâ, kullarına merhâmet ederek, onların işlerinin yaratılmasını, onların kastlarına, arzûlarına tâbi kılmıştır. Kul isteyince, kulun işini yaratmaktadır. Bunun için de, kul mes'ûl (sorumlu) olur. İşin sevâbı ve cezâsı, kula olur. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Kerâhet-i tahrîmiyye (harama yakın olup, amelin sevâbını gideren şeyi) işleyen, eğer kast ile işlerse âsî (isyân edici) ve günâhkâr olur. (Kutbüddîn İznikî)

 

KASEM:

 

Yemîn. Bir işi yapmak veya yapmamak için Allahü teâlânın ismini söyleyerek söz verme.

 

KÂSİD:

 

İşlemez, revâçsız, kıymetsiz. Çarşıda pazarda geçmez olan para. (Kesâd)

 

KASÎDE-İ BÜRDE:

 

İslâm âlimlerinin meşhûrlarından ve evliyânın büyüklerinden Muhammed bin Saîd Busayrî hazretlerinin, sevgili Peygamberimizi öven meşhûr kasîdesi. Bu kasîdeyi rüyâsında Peygamber efendimize okuduğu ve Peygamber efendimiz de ona bürdesini yâni hırkasını hediye ettiği için bu kasîdeye Kasîde-i Bürde denilmiştir.

 

İmâm-ı Busayrî hazretleri felç olmuş, bedeninin yarısı hareketsiz kalmıştı. Bu sırada Peygamber efendimizi medh eden, öven bir kasîde yazdı. Rüyâda Resûlullah'a okudu. Peygamber efendimiz kasîdeyi beğenip, arkasından mübârek hırkasını çıkardı ve İmâm-ı Busayrî'ye giydirdi. Bedeninin felçli yerlerini de mübârek eli ile sığadı. Uyandığında, Resûlullah efendimizin bereketiyle şifâ bulup, vücûdunda felç kalmadığını gördü. Hırka-i Seâdet de arkasında idi. Onun için bu kasîdeye Kasîde-i Bürde denildi. Bürde, hırka palto demektir. İmâm-ı Muhammed bin Saîd Busayrî 1295(H. 695) senesinde vefât etti. (M. Sıddîk bin Saîd)

 

Çeşitli dillerde doksandan fazla şerhleri (açıklamaları) olan Kasîde-i Bürdeye, Kasîde-i Bür'e (Şifâ kasîdesi) diyenler de olmuştur. (Kâtib Çelebi)

 

Kasîde-i Bürde'den bâzı beytlerin tercümesi şöyledir:

 

Hazret-i Muhammed'in kerem (cömertlik) yağmurlarından, Bir damla olmak ister, bilcümle peygamberân. 

Zâhirî ve bâtınî, rûhânî ve cismânî, 

Varlıkların hepsinden odur Hakk'a sevgili.

Hudutsuzdur zâtının fazîlet ve kemâli, 

Mümkün değil anlatma dil ile kemâlini.

 

KASÎDE-İ EMÂLÎ:

 

Ehl-i sünnet vel-cemâat îtikâdını anlatan ve altmış yedi beytten meydana gelen meşhûr kasîde. Kasîdenin asıl adı Bed-ül-Emâlî olup, yazarı Ali Ûşî'dir.

 

Eskiden her din âlimi Kasîde-i Emâlî'yi ezbere bilirdi. (Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî)

 

Kasîde-i Emâlî'nin çeşitli dillerde yazılmış şerhleri yâni açıklamaları vardır. Bunlardan en kıymetlisi, Muhammed bin Süleymân el-Halebî'nin yazdığı Nühbet-ül-Leâlî'dir. (Kâtib Çelebi, Muhammed Reyhavî)

 

Kasîde-i Emâlî'nin beytlerinden bâzısının Türkçe tercümesi şöyledir:

 

Mevlâmız mahlûkların ilâhıdır biliniz. 

Kemâl sıfatlarla muttasıftır (sıfatlanmıştır) Rabbimiz. 

Münezzehtir Rabbimiz, hanımdan hizmetçiden, Oğlu ve kızı yoktur, berîdir her birinden. 

Cennet ile Cehennem ebedî olacaktır. 

İçlerinde olanlar devamlı kalacaktır. 

Îmândan sayılmazlar bütün hayırlı işler, 

İbâdetler îmânın parçası değildirler. 

Ehl-i sünnet üzere tevhîd hakkında yazdım, 

Fevkalâde bal gibi te'sirli oldu nazmım. 

Bu nazm mü'min kalblere rahatlık, neş'e verir, 

Âb-ı zülâl gibidir, ruhlara hayât verir.

 

KASR-ISALÂT:

 

Seferde, yolculuk hâlinde dört rek'atli farzları iki rek'at kılmak.

 

KASVET:

 

Katılık, sertlik, kalbden hayır (iyilik) ve yumuşaklığın çıkması.

 

Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:

 

Ne var ki bunlardan sonra yine kalblerinize kasvet geldi. İşte onlar (yâni kalbleriniz)

 

şimdi katılıkta taş gibi, yâhut daha da ileri. Çünkü, taşlardan öylesi var ki, içinden ırmaklar fışkırır. Öylesi de var ki, çatlar da ondan su kaynar. Taşlardan bir kısmı da, Allah korkusuyla yukarıdan aşağı düşer. Allah, yapmakta olduklarınızdan aslâ gâfil değildir. (Bekara sûresi: 74)

 

Lüzumsuz çok konuşmak kalbe kasvet verir. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî)

 

...Kasvetli kalb, Allahü teâlâdan uzaktır. (Hadîs-i şerîf-Muvattâ)

 

Zevk ve safâ sürmek için çok yaşamayı isteyen tûl-i emel sâhibleri; ibâdetleri vaktinde yapmazlar, tövbe etmeyi (günâhlara pişmân olmayı) terk ederler, kalbleri kasvetli olur, ölümü hâtırlamazlar, vâz ve nasîhatten ibret almazlar. (Muhammed Hâdimî)

 

Kalbinde kasvet bulunan kimse; tûl-i emel sâhibi olur, Allahü teâlâyı unutur, nefsinin arzu ve isteklerine uyar. (Senâullah Pâni Pûtî)

 

Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma şöyle vahy etti (bildirdi): "Uyanık ol, kendine dost ara, sevincine ortak olmayan bir dostu kendinden uzaklaştır, onunla arkadaşlık etme; çünkü böyle bir dost, kalbine kasvet verir..." (Muhammed bin Nadr Hârisî)

 

Halâveti (mânevî tadı) üç şeyde arayınız: Namazda, zikirde (Allahü teâlâyı anmada), Kur'ân-ı kerîm okumada. Eğer buralarda halâveti bulamadıysanız, biliniz ki, kalbiniz kasvet sebebi ile kapalıdır. (Hasan-ı Basrî)

 

Harama bakmak, kalbe kasvet verir. (Bişr-i Hafî)

 

KÂTI-I TARÎK-I İLÂHÎ:

 

İnsanların Allahü teâlânın emirlerine ve yasaklarına uymalarına ve rızâsına kavuşmasına mâni olan, hidâyet ve saâdetlerini engelleyen, saptırıcı, yol kesici.

 

İnsanların îmân etmesine, İslâmiyet'i öğrenmelerine ve İslâmiyet'e uymalarına mâni (engel) olan din düşmanları kâtı-ı tarîk-ı ilâhîdirler. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Din bilgilerinde hakîkî âlimlerin bildirdiklerine tâbi olmayan ve kendi akıllarına ve keyflerine göre hüküm veren sapık din adamları, kâtı-ı tarîk-ı ilâhîdirler. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Tasavvufta yetişmemiş, kemâle ermemiş ve kendisine mürşîd (rehber) ismini ve süsünü veren sahte tarîkatçılar kâtı-ı tarîk-ı ilâhîdirler. Onların sohbetleri öldürücü zehirdir. (Muhammed Ma'sûm)

 

KAT'Î DELÎL:

 

Kesin delil. Âyet-i kerîmeler ve tevâtürle bildirilen mânâsı açık hadîs-i şerîfler.

 

Kur'ân-ı kerîmde, kat'î delîl ile ve söz birliği ile anlaşılmış emirlere farz denir. Ve yine Kur'ân-ı kerîmde; "Yapmayınız" diye kat'î delîl ile yasaklanan şeylere haram denir. (İbn-i Âbidîn)

 

KAT'-İ RAHM:

 

Sıla-i rahmi yâni akrabâ ile görüşmeyi, haberleşmeyi kesme.

 

İçlerinde kat'-i rahm edenin bulunduğu bir topluluğa (cemâate) rahmet inmez. (Hadîs-i şerif-Edeb-ül-Müfred)

 

Kat'-i rahm, büyük günâhtır. Erkek olsun, kadın olsun zî rahm-i mahrem (nikâhlanmak, evlenmek haram olan) akrabâyı ziyâret etmek vâcibdir. (Abdülganî Nablüsî)

 

KÂTİL:

 

İnsan öldüren.

 

Kâtilin ölmesi veya velîlerin affetmesi yâhut mal vererek anlaşmaları ile, kısâs (kâtilin öldürülmesi) sâkıt olur (düşer). (İbn-i Âbidîn)

 

Kâtile kısâs yapmaya hakkı olan velî,  maktûlün yâni öldürülenin vârisleri yâni mîrasçılarıdır. (İbn-i Nüceym)

 

KATL:

 

İnsan öldürme.

 

Allahü teâlâ, âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:

 

... (Kısas ve zinâ gibi şeylerden dolayı meşrû) bir hak olmadıkça, Allah'ın haram ettiği cânı katl etmeyin... (En'âm sûresi: 151)

 

Ekber-i kebâir (büyük günahlar): Bir şeyi Allahü teâlâya ortak etmek, adam katl etmek, anaya-babaya karşı gelmek, yalancı şâhidlik yapmaktır. (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Buhârî)

 

Yol kesiciler, döğüşürken katl edilirse, yıkanmaz ve namazları kılınmaz. (İbn-i Âbidîn, Kâşânî)

 

KATOLİK:

 

Hıristiyanlıktaki mezheblerden biri. Roma kilisesinin kendine verdiği ad. Katolik kilisesine mensup kimse. Merkezi Roma'da (Vatikan'da) olup, rûhânî lideri papadır.

 

Roma imparatoru Konstantin, 310 senesinde hıristiyanlığın yayılmasına izin verdi ve kendi de hıristiyan oldu. İstanbul şehrini yaptı. Roma'dan İstanbul'a taşındı. Mîlâdın 395. senesinde Roma devleti ikiye ayrıldı. Roma'daki papaya tâbi olanlara katolik, İstanbul'daki patriğe bağlı olanlara ortodoks denildi. (Ahmed Cevdet Paşa, Harputlu İshâk Efendi)

 

1572 yılı Ağustos ayının yirmi dördüncü günü St. Barthalmi yortusunda katolik olan dokuzuncu Şarl (Carl) ve kraliçe Katerina'nın emri ile Pâris civârında altmış bin Protestan öldürüldü. Meşhûr Fransız edîbi Voltaire 1759'da yazdığı Candide adlı eserinde, katolik papazların, yanlış telkinde bulunduklarını ve fen düşmanlığı aşıladıklarını, dînî akîdeleri (inançları) bozduklarını ve çeşitli hîlekârlıkta bulunduklarını yazmaktadır. (M. Sıddîk Gümüş)

 

KAVED:

 

Kısas olarak, öldüreni öldürme. (Kısas)

 

Bir insanı haksız olarak, amden (kasten, bile bile) öldüren kimseye kaved lâzım olur. (İbn-i Âbidîn)

 

Muhârebede, iki tarafın askeri karıştığı zaman, kâfir sanarak, müslümanı amden (kasten, bilerek) öldürene kaved lâzım gelmez. (İbn-i Âbidîn)

 

KAVİYY (El-Kaviyyü):

 

Allahü teâlânın Esma-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her şeyi tam olarak yaratmakta kuvvet sâhibi olan, her şeyi yaratıp, varlıkta devâm ettiren; dilediğini yapmak kendisine zor gelmeyen.

 

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

 

Şüphesiz Allahü teâlâ Kaviyy'dir. Îmândan yüz çevirene ıkâbı (azâbı) şiddetlidir. (Enfâl sûresi: 52)

 

El-Kaviyy ism-i şerîfini söyliyenin cismine, bedenine kuvvet gelir. (Yûsuf Nebhânî)

 

KAVL:

 

Müctehid (Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden din bilgilerini elde edebilen) âlimlerin bir işin hükmünü bildiren sözü yâni re'yi, ictihâdı.

 

Öğle namazının vakti, zevalden yâni her şeyin gölgesi en kısa olduğu zamandan, kendi boyu kadar veya boyunun iki misli uzayıncaya kadar devâm eder. Birincisi, İmâmeyn'in (İmâm-ı Ebû Yûsuf'la, İmâm-ı Muhammed'in) kavli, ikincisi, İmâm-ı a'zam'ın kavlidir. Şimdi ikindi ezânları, İmâmeyn'in kavline göre okunmaktadır. (M. Sıddîk bin Saîd)

 

Kavl-i Kadîm:

 

İmâm -ı Şâfiî'nin Bağdâd'daki ilk ictihâdlarına (Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden çıkardığı hükümlere) verilen ad. Bunlara onun mezheb-i kadîmi de denir. İmâm-ı Şâfiî, kavl-i kâdimini el-Hucce adlı eserinde topladı. Mısır'a yerleşince, muhîtin (yörenin) örf ve âdetlerini de nazar-ı îtibâra (dikkate) alarak yaptığı yeni ictihâdlarına kavli cedîd (yeni ictihâdları) denildi.

 

Keffâret-i iskât yâni meyyiti (ölüyü) namaz, oruç gibi dünyâda iken yerine getiremediği borçlarından kurtulmak için, borcu kadar, fidye denilen belli miktârda mal veya paranın fakirlere dağıtılması husûsunda vasiyet etmedi ise, velînin (meselâ babasının) keffâret iskatı yapması Hanefîde lâzım olmaz. Şâfiî mezhebinde vasiyet etmedi ise de, velînin iskat yapması lâzımdır. Şâfiî'nin kavl-i kadîmine göre, velîsi meyyitin namaz ve oruçlarını kazâ eder. (Muhammed Mazharî)

 

KAVME:

 

Namaz kılarken rükûdan kalkıp uzuvlar hareketten kesildikten sonra en az bir kerre sübhânallah diyecek kadar ayakta durmak.

 

Namâzı cemâat ile kılmak ve tümânînet (uzuvların hareket etmemesi) ile kılmak, rükûdan sonra kavme yapmak ve iki secde arasında celse yapmak (sübhânallah diyecek kadar durmak) sünnettir. Kavmenin ve celsenin farz olduğunu bildiren âlimler de vardır. (Abdullah-ı Dehlevî)

 

Peygamber efendimiz, bir gün Eshâb-ı kirâmına; "Hırsızların büyüğü kimdir bilir misiniz?" buyurdu. "Bilmiyoruz. Siz buyurun!" dediklerinde; "Hırsızların büyüğü, namazından çalandır ki, namazın erkânını tamam yapmaz" buyurdu. Bu hırsızlıktan da sakınmalıdır ve büyük hırsız olmaktan kurtulmalıdır. Niyeti doğru yapmalıdır. Niyet doğru olmazsa, ibâdet sahîh, doğru olmaz. Kırâati doğru okumalıdır. Rükû'u, secdeleri, kavmeyi ve celseyi, itminân ile yapmalıdır. Yâni rükû'dan kalkınca tam dikilip, bir tesbîh miktârı durmalı ve iki secde arasında doğru oturup yine bir tesbih miktârı öyle durmalıdır. Böylece, kavmede ve celsede, itminân (tumânînet, hareketsizlik) hâsıl olur. Böyle yapmayanlar, hırsızlardan olur ve çok azâblara yakalanır. (İmâm-ı Rabbânî)

13 Temmuz 2023 Perşembe

Dünyaya Yön Veren Müslüman Bilim Adamları-1

 Ebu Musa Câbir bin Hayyan



Ebu Musa Câbir bin Hayyan, Latince: Geber ya da Geberus; d. 721 ya da 722 Horasan - ö. 808 ya da 809 (Kufa), Abbasi döneminde yaşamış Fars bilimadamıdır. Câbir bin Hayyan ilk pratik simya (alşimi) âlimdir. Orta Çağ Avrupası’nın Simya alanına büyük ölçüde etki etmiş ve Kimya’nın da esasını oluşturmuştur.


Günümüz dünyasında atomla ilgili ilk çalışmaların ingiliz fizikçi John Dalton (1766-1844) tarafından yapıldığı, uranyumun çekirdeğinin parçalanabileceği fikrinin de Alman kimyacı Otto Hahn (1779-1868) tarafından ortaya atıldığı fikri yaygındır. Halbuki onlardan 1000 yıl önce yaşamış ve dönemin en büyük ilim merkezlerinden Harran Üniversitesi’nde rektörlük yapmış olan Câbir bin Hayyân, maddelerin atomik yapısını gösteren tespitler yaparak, reaksiyonlarda belirli kütlelerin belirli kütlelerle reaksiyona girdiğini söylemiştir. Atom hakkında, ancak asırlar sonra anlaşılabilecek şu sözleri söylemiştir:


“Maddenin en küçük parçası olan “el-cüz’ü la yetecezza” (Atom) da yoğun bir enerji vardır. Yunan bilginlerinin söylediği gibi bunun parçalanamayacağı söylenemez. Atom parçalanabilir. Parçalanınca da öyle büyük bir güç oluşur ki bir anda Bağdat’ın altını üstüne getirebilir.”


Böylelikle görülmektedir ki, Hayyan, Dalton ve Hahn’dan yüzyıllar önce bu buluşları gerçekleştirmiştir.


Kimyager ve Eczacı olan bir babasının oğlu olarak Horasan’da doğmuş ve Yemen’de okuduktan sonra Kufa’ya giderek Abbasi halifesi Harun Reşid’e saray âlimi olarak hizmet etmiştir.


Kimya dışında Eczacılık, Metalürji, Astroloji, Felsefe, Fizik ve Müzik gibi geniş alanda 400’ü aşan eser bıraktığı söylenirse de ancak 20 civarında eseri bugüne kalmıştır. Bazı eserlerinin aslında öğrencileri tarafından yazıldığı anlaşılmıştır. Nitrik asit, Hidrojen klorür ve Sülfürik asit’in rafine ve kristalize yöntemlerini bulduğu Kral suyu’nu icat ettiği ve Sitrik asit, Asetik asit, Tartarik asid’i keşfetiği düşünülmektedir. İmbik geliştirmiş ve kendisinin ortaya attığı Baz kavramıyla Kimya’nın gelişmesine katkıda bulunmuştur.


Kendisi o yüzyıldan atomun parçalanacağını görmüş büyük bir bilim adamıdır.

Ayrıca daha sonra zehirlilerin zehirlisi olan arsenik tozunu elde eden ilk kişidir.


Agathodaemon, Hermes Trismegistus, Pisagor ve Sokrates’i saydığı ve Eski Yunan, Eski Mısır ve Şia Sufizminden etkilendiği düşünülmektedir.


Eserlerinden 12. yüzyılında Latince’ye çevirilmiş olan “Kitab al-Kimya” adlı eseri, Simya ve Kimya kelimelerinin kökeni olmuştur. 



Dünyaya Yön Veren Müslüman Bilim Adamları

Yazar: Hacı Mahmut Hatun

Safranbolu / Karabük


 

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak