24 Mayıs 2023 Çarşamba

İslam öncesi Araplarda Bilim, Eğitim ve Kültür-4

 Cahiliye Çağında Şiir


Araplara göre şiir uyaklı ve vezinli sözden oluşur. Oysa bu tanım nazımlar için geçerli olabilir. Asıl şiirin tanımı bu değildir. Çünkü nazım şiirden ayrıdır. Bir insan şair olur ancak nazmı bilmeyebilir. Böylece bir insan nazım olur ancak nazm ettiği sözlerde şiir denilecek bir şey bulunmaz. Bununla beraber nazmın şiire ne kadar tatlılık ve incelik verdiğini ve onun duygulara olan etkisini ne kadar artırdığını inkar etmek mümkün değildir. Nazım, şiirin bir kalıbından ibarettir. Genel anlamda şiire gelince; bunu kapsadığı ifade üslüplarıyla ve düz yazının üstün olarak duygular üzerindeki etkileri yönünden kısa bir cümleyle tanımlamak olası değildir. Düz yazı ile şiir arasındaki fark şudur ki, düz yazıda hayatın eylemlerinden gördüğümüz veya çıkardığımız şeyleri benzetmeye veya kanıt ve delile dayandırarak söyleriz. Şiirde ise kişisel içerleme ve öfkelerimizle doğan duygularımızı benzetme ve kanıt aramaksızın betimleriz. Şu durumda düz yazı "Aklın dilidir" şiir ise "Ruh veya kalbin dilidir" demek gerekir. Bazılarının tanımına göre şiir, gözükmeyen gerçeklerin görünen biçimidir."


Bu yüzden şiir çok eskidir. Eskide olsun yenide olsun dünyada hiçbir millet şiirden ayrı kalamaz. Şiir milletlerin edep aynası, din, olay ve ahlaklarının divanıdır.


İnsanlar, akıl ve düşüncelerini sistematik olarak kullanmayı öğrenmeden önce duygusal yönden ilerlemeyi ve kalben harekete geçmeyi öğrendiklerinden, bilimle konuşmaktan önce şiirle konuşmuştur. lnsanlık olaylarının en eskisinin hayallerden olması ve şiir kitaplarının milletlerin düzenlediği ve koruyup bıraktığı şeylerin en eskisi bulunması bundan kaynaklanıyor. Söz konusu şiir kitaplarında bizden önce gelenler dini, edebi ve kahramanlıklarının törenlerini vs. diğer şeyleri her şeyden önce kaydetmişlerdir. Hintlilerde Mahabharata ve Ramayana, Yunanlılarda Ilyada ve Odysseia, Romalılarda Eneide ve Yahudilerde Tevrat'ın bazı bölümleri, İranlılar da şehname, o milletlerin özellikle ibadetleri, ma'budları, adetleri, ahlak ve olayları kapsayan şiirlerden başka bir şey değildir. Çünkü şiir duyguların dilidir. Ruhta oluşan duygu ve hisleri betimler. Nefis onunla amacına ulaşmak ister onda kıyas ve delil aramaz. Din ise teslimiyet ve hayal aleminde dolaşıp akabilmesi için, ruhu en iyi besleyen ve ona güç veren gıdalardandır.


İbrani Şiiri


Sami milletler hayallere ve hayal dünyasına en çok düşkün olan milletlerden oldukları için duyu organlarıyla temas etmeyen inançlara diğer milletlerden daha çok yöneldikleri gibi, yine bu sebepten şairce düşüncelerde de diğer milletlerden daha fazla ileri gitmişlerdir. Sami milletlerin bıraktıkları şiirlerde bunu açıkça görürsünüz. Samilerin bu alanda en eski eseri Tevrat'tır. Şairce düşünceler Tevrat'ın en eski ciltlerinde görülmüştür. (sefer-i tekvin - kitab-ı tekvin) (s. 4/23) de Limek'in kendi iki karısı Ade ve Sıla'ya söylediği sözler tamamı kaybolup yalnız matla'ı kalmış olan ve asıl lbranicesi vezinli ve uyaklı şiir olduğunu göstermekte bulunan bir manzumenin bir bölümünden başka bir şey değildir. Bu beyitler, lbranilerde manzumların en eskisini ve bütün dünyada uyaklı şiirlerin ilkini oluşturur.


Tevrat'ta şairce tasavvurların daha birçok örneği vardır. Hz. Musa elinde iki şahadet levhası bulunduğu halde dağdan indiği zaman (Huruç, 32: 17) Yaşu Hz. Musa'ya "Orduda bir savaş sesi vardır" deyince Hz. Musa "o ses zafer veya yenilgi sesi değildir. İşittiğim şarkı ve müzik sesidir" cevabını vermiştir. Bu parçanın bir beyit olduğu ve Hz. Musa'nın onu bu yerde söylediği sanılıyor.


Tevrat'ta Eyyub'un kitabı, gibi birtakım bölümler daha vardır ki bunlar tamamen şiirdir. Hatta bu bölümün aslında bir Arapça şiir olduğu da rivayet olunur. Eşiya'nın kitabı, Davud'un mezamirleri vs. hepsi şiirdir. lbrani şiiri Hz. Süleyman zamanında egemen olan asayiş ve düzen, geniş mülkler, halkın içinde bulundukları bolluk ve zenginlik çağında en yüksek dereceye ulaşmıştı.


Araplarca el-Me'mün'un zamanı nasıl altın bir çağ ise Musevilerce de Hz. Süleyman'ın çağı öyle kabul edilir. Ayrıca el­ Me'mün nasıl hakim (hikmetle sıfatlanmış) ve şair idiyse Hz. Süleyman da öyleydi.


Arap Şiiri


Araplar lbraniler gibi sami milletlerden olduklarından şiir konusunda da onlar gibi yaratılıştan gelen bir yeteneğe sahiptiler. Artı olarak Arap dilinin sahip olduğu zenginlik şairce tasavvur ve duyguları ifade etmede lbranice'den çok daha uygundur. lklim ve geçim durumlarını göz önüne alacak olursak, Araplar çöllerde yaşadıklarından eylem, düşünce ve diğer durumlarda hür ve bağımsız olmalarından dolayı şairce duygu ve betimlemelerde lbranilerden daha çok yetenekli olduklarını görürüz. Yaşamlarının gereği Arapların çoğunlukla şiirlerini kahramanlık, fedakarlık, yiğitlik, ata binmede ustalık vs. şeyler oluştururdu. lbranilerin şiirleri ise bu toplumun en görünür özelliği olan zillet (aşağılık, horluk), inkisar (kırılma, gücenme) ve tedeyyünden (dinini koruma ve sakınma) ibaretti.


Şiirde nazım kullanma işinde, ulusların kullandıkları yöntemler çeşitlidir. Ancak şiir genellikle manzum olur. Bazı uluslar, şiirin yalnızca manzum olmasıyla yetinerek uyağa önem vermemişlerdir. Bazıları ise tam aksi olarak şiiri ölçüsüz ancak uyaklı söylemişlerdir. Bazıları ise şiirin hem ölçülü hem de uyaklı olması gerektiğini kabul ettiler. Araplar arasında şiirin manzum ve uyaklı olması şarttır. Yoksa o gibi sözler yani manzum ve uyaklı olmayan cümleler şiir sayılmaz. Oysa kardeşleri olan Süryanilerle lbranilerde şiirlerin yapısı bunun tam tersidir. Eski Süryaniler olan Afram Süryani ve lshak Antaki'nin şiirlerinde olduğu gibi şiirde uyak kullanmayıp yalnız nazımla yetinirlerdi. lbranilerin şiirlerinde ise ne vezin ne de uyak bulunurdu. Belki yalnızca uyağa dikkat olunuyordu. Bu yüzden lbraniler uyak ile beraber şairlere özgü dini duygu ve düşünceleri içeren Kur'an-ı Kerim ayetlerini işittikleri zaman kendi dillerindeki şiirle karşılaştırarak onu da şiir sanmışlardı.


Hiç kuşkusuz uyak ve veznin bir tınısı vardır ki, bunlar şaire özgü anlamların insan benliği üzerindeki etkilerini artırır. Ancak hiçbir zaman yalnızca vezin ve uyak sözü şiir yapamaz. Hatiplik veya güzel söz söyleme sanatı ölçülü ve uyaklı olmadığı halde insanı etkiler ve duyguları heyecanlandırır. Bu da şairlere özgü duygu ve düşüncelerden sayılmıştır. Yalnız uyaklı ve vezinli değildir.


Şiirde Nazım


Araplarda şairce tasavvurlar yaratılıştan gelen bir yetenekse de nazım sonradan ortaya çıkmıştır. Büyük olasılıkla önceleri şiiri atasözleri gibi ezberleyip kullanmak için kısa cümlelerden oluşturuyorlardı. Hikmetli sözler de bu şekildedir. Durumdan anlaşılıyor ki, şiir o halde yani "emsal" (kıssa, hikaye ve masal) sınıfından olarak birçok yüzyıllar geçirmiştir. Bundan sonra biri masal veya öykü anlatırken sözü tesadüfen bir veya birbirine yakın manada iki atasözü şeklinde cümlelerin sonu veya ortası uyaklı iki bölüm yapmış. Bu uyaklarla sözde bir tını ortaya çıkmış ve belli bir makamla söylenmiştir. Halk bunu onun ağızından işitip almış, sevinç anlarında veya yolculukta, develer arkasında şarkı şeklinde söylemeye başlamışlardır. Bilindiği üzere musiki dili doğal bir dildir. Bu şekilde vezin ve uyak tınısı halkın hoşuna giderek bir uyak üzerine bir veya iki dize eklemişler. Böylece en basit olarak "recez" vezni ortaya çıkmış. Bir öğünme veya bir ayrılma (şöhret ve üstünlük yarışması) için bir şairin şaire yakışır duyguları heyecana geldikçe recezden 2 veya 3 beyit şiir söylemiştir. Böylece yüzyıllar geçmiş ve zamanla büyük şairler yetişmiş ve recez de geliştirilmiştir. Kasidelere gelince, bu alanın en büyük üstatları ve en ünlüleri şairlerin imamı lmru'l Kays ile beşinci miladi yüzyılda yaşamış olan büyük babası Mühelhel'dir. Rivayete göre Araplarda ilk kaside söyleyen Mühelhel ve kasideleri ilk uzun yapan, şiiri ilk kez bölüm ve çeşitlere ayıran ve şiire açıklık veren, ona his yoğunluğunu katarak ağlayan lmru'l Kays idi. Atları hızlı ve çabuk hareket eden karakuşlara ve geyiklere ilk benzeten de bu şairdir. lmru'l Kays böylece Araplarda ilk duygusal gazel vs. de söyleyen şairdir. lmru'l Kays'ın Rum ülkelerine yaptığı gezilerde onların veya Yunanlıların şiirlerini işiterek Arap şiirinde bir ilerlemeyi oluşturmak istemesi de mümkün gözükmektedir. Zaten yaratılıştan gelen zekası bu yeni kültür ve şiirlerle bir kat daha parlar. Kendisinde bulunan şairlik yeteneğini, bu yeni bilgilerle besleyip güçlendirerek Arap şiirinde bir yenilik oluşturmuştur. Cahiliye devri şairleri Rum ülkesine nadiren ayak basarlardı. Bunlar Arap beldelerinden yola çıksalar bile, pek azı hariç, Belka ve Hire'den öteye geçmezlerdi.


Araplar en eski tarihlerinden beri yaratılışlarından gelen şairlik yeteneklerine sahiptirler. Öncelikle yaratılıştan hayal sahibi olan sami ırkındandırlar. İkincisi, çöllerde yaşayarak hürriyet ve bağımsızlığa alışmış bir toplumdurlar. Üçüncüsü, göçebelik özellikleri ve işleri, aralarında düşmanlık ve övünmenin yerleşmesine neden olmuş, bu gibi zihni durumlar yetenekleri artırmada destekçi olmuştur. Dördüncüsü, dillerinin nazma çok uygun ve yatkın olmasıdır. Araplar çok eski bir ulus oldukları için eski zamanlarda da şiir söylemiş olmaları gerekir. Oysa Arapların eserlerinden günümüze ulaşan en eski şiirler lslam'dan önce 2 yüzyıldan öteye geçmiyor. Acaba Araplar o tarihten daha önce şiir söylemiyorlar mıydı? Bize göre Araplar o zamanlarda da kardeşleri lbraniler gibi şiir söylemişler ve şiirle uğraşmışlardır. Yukarıda sözü geçen Eyyüb'un kitabında geçen şiirin, o eski Arap şiirleri kalıntısından olması ve bunun lbrani dilinde korunarak asıl Arapça'sının kaybolmuş bulunması olasıdır. Bu şiir lbranice'de korunmamış olsaydı, Arapların okuyup yazma bilmemelerinden ve okuyup yazma bilen toplumlardan uzak bir şekilde yaşamalarından dolayı diğer eski Arap şiirleri gibi yok olup gidecekti.


Araplarda Şiirin Çok Kullanılmasının Nedenleri


Arapların lslamiyet'ten önce gerçekleşen son uyanışları çağındaki devre ait olarak bize bıraktıkları şiirlerin çokluğu, daha eski zamanlarda da oldukça çok şiir yazdıklarının kanıtı sayılır. Araplar o son bir veya iki yüzyıl içinde o kadar çok şiir yazmışlardır ki, diğer toplumlarda, özellikle göçebelik zamanlarında birkaç yüzyıl içinde o kadar şiir söylenmemiştir. Homeros'un llyada ve Odysseia'sı Yunanlıların Cahiliye dönemine ait şiirlerin büyük bölümünü oluşturuyor. Oysa o iki manzum eserin beyit sayısı 30.000 i geçmez. Aynı şekilde Hintlilerin Mahabharata'sı 20.000 ve Ramayana'sı 48.000 beyitten fazla değildir.


Araplara gelince lslam'dan önce son uyanışları döneminde yazdıkları şiirlere ait gördüğümüz bilgilere göre bunlar, sözü edilen sayıdan çok daha fazla şiir söylemişlerdir. Araplar manzumelerini beyde değil kasidelerle sayarlardı. Rivayete göre "kitab al-humase" yazarı Ebu Temmam, Cahiliye devri şairlerine bağlı olmak üzere kaside ve makta'lardan başka 14.000 ercuze ezberlerdi. Hammad Raviye alfabeden her harfin kafiyesinden bin kaside olmak üzere 27 bin kaside ezberlemişti.


Halife Harunürreşid zamanında yetişen Arap tarih ve edebiyatı bilginlerinden Esmai 16.000 ercuze ve Ebu Da'dam hepsinin ismi Amr olmak üzere 100 şairin şiirini ezberlemişlerdi. Bu rivayetlerde abartma bulunduğu sanılmakla beraber, özellikle lslam devrinde şiir rivayetçilerine intikal eden şeylerin ancak Cahiliye devri şiirlerinin bir kısmı olduğunu göz önüne alırsak yine de Araplardan kalan manzumelerin çokluğuna kanıt sayılırlar.


Cahiliye devri şiirlerini aktaran ravilerinden birçoğu lslam fetihleri sırasında ölmüşlerdi. Bu yüzden bunların hafızalarında bulunan şiirler de onlarla beraber yok olup gitmiştir. Ebü Amr bin el-Ala diyor ki: "Arap şiirlerinden size az bir şey kaldı. O şiirlerin hepsi size ulaşmış olsaydı daha pek çok bilgi ve şiir görürdünüz."


Artı olarak, Arapların bu kadar çok şiir söyledikleri dönem, Yunanlılar ve Hintlileri şiir söylemeye ve yazmaya teşvik eden devlet, birlik, din vs. sahibi olmak gibi bir itici güce bağlı olmadıkları bir dönemdir. Araplar hükumetsiz ve sözü edilen diğer teşvik edici nedenlerden yoksun bulundukları halde, yalnızca yaratılışlarında bulunan şairlik duygularına bağlı olarak şiirler söylemişlerdi. Bu yetenekleri olmasaydı, Romalılarda olduğu gibi şiir söylem ve düzenlenmesi için devlet kurduktan sonra düşünme ve zihinsel yetenekleri açılıncaya kadar bekleyeceklerdi. Çünkü Romalılarda şiir kültür ve sanatı devlet kurduktan birkaç yüzyıl sonra ele alınıp düzenlenebilmiştir. Latin şiiri, Roma'nın kuruluşunun ancak sekizinci yüzyılında (birinci miladi asırda) Auguste ve Tibere zamanlarında altın çağına ulaşmış, daha sonra gerilemeye başlamıştır. Günümüz Avrupa milletlerinde de aynı durum söz konusudur. Bunlarda da şiir ancak devlet kurduktan, bilim ve eğitimde epey yol aldıktan sonra olgunlaşma devrine ulaşmıştır.


Şiirin Bölümleri


Şiir konu açısından iki büyük bölüme ayrılır. Birincisi, şairin kendi duyguları veya kendisini ilgilendiren kişilerin (kabile ve milletin) duygularını kapsar. İkincisi, şairin bu konular dışında çeşitli durumları tavsif ettiği şiirlerden ibarettir. Birinci kısma Avrupalılar "Lyric" yani şarkı veya musiki adını verirler. Bu isim "ud" anlamına gelen "Lyre" kelimesinden türetilmiştir. Sevgi, arzu, aşk övgü, hamaset, övünme, intikam gibi benzeri nefsin duygularıyla masal ve öykü, hüküm vs. gibi deneyim çokluğu ve akıl gücüyle ile oluşan şeyler bu kısma girer. İkincisi, şiirin diğer çeşitlerini içine alır. Avrupalılarca "Epic" adı verilen şiir hikayesi (olayları betimleyen şiirler) ve "Drama" adı ile bilinen açıklayıcı ve uygulayıcı şiirler (tiyatroya ait şiirler) bu kısma giren şiirlerdendir. Sami ulusların ve özellikle lbranilerin birçok şiiri birinci kısımdandır. lbraniler mersiye okumada, duygusal şiir söylemede, ağlamakta, arzu ve şikayetleri dile getirmede çok ileri noktalara ulaşmışlardır. Tevrat'taki mazmurlar ve mersiyeler vs. duygusal masal ve öyküleri anlatan şiirler ise hüküm çeşidindendir. Kısaca denebilir ki, lbranilerde şaire özgü duygular ibadet, yakınma, bağlılık gibi dinsel duygulara yönlendirilmiştir.


lbranilere dayandırılan bu düşünceler Araplar için de geçerlidir. Şu kadar ki Araplarda şairlere özgü duygu ve düşünceler kendilerinin durum ve konumlarının gerektirdiği övünce, cesaret ve kahramanlık, gazel, kılıç ve atları anlatma ve övme gibi şeylere yönlendirilmiştir. Araplarda şiir ondan fazla çeşide ayrılmıştır bunların çoğu gazel, fahr (övünme), medh (övme), heca' (şekil, kıyafet), 'ıtab (azarlama, paylama), i'tizar (af ve özür dileme), zühd (dünyadan el etek çekme), resa' (ağıt), tehniyet (kutlama), vaid (tehdid), tahzir (uyarma, sakındırma), hamaset (yiğitlik, cesaret ve kahramanlık) gibi duyguları anlatan şiir ve müsiki cinsinden, bazıları da zühriyat ve hamriyat (çiçek ve şarapa ait şiirler) gibi nitelendirme, bazıları da ahlak ve hikmet gibi öğüt ve nasihat çeşidindendir. Bunların anlamları incelenirse şairin kişisel duygularını veya bağlı olduğu kabilenin duygularını anlatan şeylerden oluştuğu görülür. Nitelendirici şiir veya öykü ve masal anlatan şiire gelince, bunun esas olarak Arap dilinde olmadığını söyleyemezsek de, Arap şiirinde ve özellikle Cahiliye zamanına ait şiirler arasında bu gibi şiirlerin çok az olduğunu itiraf etmek zorundayız. Bu çeşit şiirler bazı alet ve araçların veya bazı hayvanların, kıssa ve olayların nitelendirilmesini içeren şeylerden oluşmuştur. Homeros'un Ilyada ve Firdevsi'nin Şehnamesi tarzında olan kıssa şiirine gelince; Araplarda bu çeşit bir şiirle söylenmiş yapıt yoktur. Bununla beraber bu durum, Arapların o gibi eserler ortaya koymadıklarını göstermez. Bizce Araplar kendi kabileleri arasında gerçekleşen ünlü savaşların bölümlerini nazm ettikleri halde kaydedilmediği için o tür şiirler kaybolmuş ve yalnız her kasidesi bir olayın tamamını veya bir kısmını anlatan birtakım parçalar kalmış ve lslamiyet'in doğuşundan sonra şiir kayıt ve derlendiği zaman öncekilerin eseri olmak üzere bu parçalar da toplanmıştır.


Daha önce de birkaç kez işaret edildiği gibi, Araplarda şairlik doğuştan gelen genel bir yetenektir. lçlerinde şiir söylemeyenler çok azdı. Hatta deliler ve hırsızlar bile şairdi. Erkekler arasında olduğu gibi kadınlar içinde de ünlü şairler vardı. Şair olmayanlar da şiir okumak için kurulan toplantı yerlerine devam ederek şiirden yararlanmanın yollarını ararlardı. Çoğu kez kadınlar da şiir söyler, şairleri anarlar, şiirleri eleştirmek veya övmek ve şairlerin birbirlerine üstünlüklerini belirlemek için meclis kurarlardı. Birçokları henüz çocukluk yaşında edebiyat ve şiir hakkında hiçbir bilgi ve eğitim almaksızın şiir söylerlerdi. Şiir yeteneği olmayan birisi aralannda alay konusu olur, bu onun için bir eksiklik ve bağlı olduğu kabile için de bir ayıp sayılırdı.



Şairlerin Yerleri ve Dereceleri


Araplar şiir okuma ve güzel söz söyleme konusunda çocuklarının gayret ve ilgilerini artırmak için büyük çaba harcarlardı. Çünkü Cahiliye çağında şairler, toprağın koruyucuları, olayların hafızları ve bilgilerin nakledicileriydiler. Öyle ki, Araplar kendilerinden büyük bir şair yetişmesini büyük bir komutanın yetişmesine yeğliyorlardı. Bu nedenle bir kabilede bir şair çıktığında, diğer kabileler o kabilenin yanına gelerek kutlamada bulunurlar ve düğünlerde yapıldığı gibi yemekler pişirilir, kadınlar toplanıp ud çalarak eğlenirlerdi. Büyükler küçükler birbirlerini tebrik ederdi. Böyle bir şaire sahip olmanın ırzlarını diğer şairlerin saldırısından korumaya, soy ve soplarını korumaya, kabileye ait durum ve olayları ebedileştirmeye ve isimlerini yüceltmeye hizmet edeceğine kesinlikle inanıyorlardı.


Gerçekten de Cahiliye devri Araplarının olayları, bilim ve kültür ve ahlakıyla ilgili bize ulaşan bilgiler ancak bu şiirler yoluyla aktarılmıştır.


lslami dönem Arapları kendilerinden önceki Cahiliye devri Araplarıyla ilgili olay ve haberleri onların bıraktığı şiirlerden çıkarmışlardır. Ünlü Sicistani, ancak bu şiirlerden aldığı bilgilerle kitabını yazabilmiştir. lbn Kuteybe vs. gibi Alimler de eski şairlerin durumlarını bu şiirlerden bularak şairlerin hayatlarıyla ilgili eserler yazmışlardır. Şehirlerin dağların derelerin vs.'nin tanım ve nitelendirilmeleri hepsi bu şiirlerden alınmıştır. Cahız'ın Kitab al-Hayvan'ı ve Ebu Hanife-i Dineveri'nin Kitab al-Nebat'ı gibi hayvan ve bitkilerle ilgili yazılan kitapların temeli de bu şiirlerdir. Arapların Cahiliye dönemlerinde bağlı oldukları dinlerin ne olduğu, o şiirlerden öğrenildiği gibi ziyafetlerde, düğünlerde, matemlerde vs.'de ne gibi adet ve geleneğe dikkat ettikleriyle ilgili ne biliniyorsa yine bu şiirler sayesinde öğrenilmiştir.


Aşiretlerinin ırz ve adını güçlü ve etkileyici şiirleriyle savunan ve koruyan bir kısım şairlerde zikrediliyor. Ziyad A'cem'in Abdülkays kabilesini Ferazdak'ın kötüleyici dilinden ve Utbe b. Rebia'nın Kusay oğullarını korumaları gibi. Bu şekilde hareket eden daha birçok şair vardır. Eski zamanlarda Araplar şiir ve şairlere saygı ve hürmette çok ileridir. Bu nedenle eski şiirlerden yedi kaside seçerek bunları altın mürekkeple, Mısır kumaşı üzerine dolambaçlı bir şekilde yazdıktan sonra Kabe'nin duvarına asmışlardı. "Muallakat-ı seb'a" (yedi askı) bunlardır. Bu Yedi Askı'ya, bu yüzden "müzehhebat" da (altınla yazılmış ve süslenmiş) denilir: lmru'l Kays'ın müzehhebesi, Züheyr'in mühezzebesi gibi. Bununla birlikte bazıları müzehhebatın, muallakattan ayrı şiirler olduğunu da iddia etmişlerdir. Cahiliye devrinin en seçkin şiiri 49 şaire ait 49 kasideden oluşur. Bu kasideler her biri 7 kasideyi içermek üzere 7 koleksiyona ayrılmıştır. Her koleksiyon bir özel isimle anılır: Muallakat, mücemherat, müntakiyyat, müzehhebat, merasi', müşevvebat, mülhamat. Tüm bu şiirler Ebü Zeyd Ensari'nin Cemheretü eşd'r el-Arap adındaki kitabında toplanmıştır.


Şiirin Etkisi


Şiirin ırz, namus ve adın korunması üzerindeki büyük etkisinin nedeni, Arapların yaratılışlarında var olan hamaset ve hayal duygusundan dolayı belli sözlerden çok fazla etkilenmeleri ve belki yalnız bir beytin kendilerini ayaklandırıp sakinleştirmeye yeterli bulunmasıdır. Bu yüzden şairlerin taşlamalarından korkarlar ve övmeleriyle övünürlerdi. Hatta Hz. Ömer iki şair arasında ortaya çıkan bir anlaşmazlık kendisine getirilince bu işe karışmaktan çekinirdi. Anlaşmalığın çözümünü şair Hasan b. Sabit gibi şairlere havale ederdi. Hz. Ömer bir şair, halkı diliyle rahatsız edecek olsa ihtar ve tekdire başvurmaksızın daha şiddetli bir ceza şekli olarak bu tür şairlerin benzeri şiir söylemelerine engel olurdu. Örneğin, Hatie adındaki şaire 3000 dirhem vererek bir daha kötü şeyler söylemeyeceğine dair kendisinden söz almıştı. Araplar kendilerinden sonrakilere kalır da dillerde dolaşır korkusuyla, taşlamadan veya hicivden çok çekinirlerdi. Kabileler arasında ortaya çıkan savaşlarda bir şair esir düşerse kendilerini hicvetmeyeceğine dair ondan yeminli söz alırlardı. Kimi zaman, yine bu amaçla şairin dilini bir parça kayışla bağlarlardı. Nitekim Teym oğulları "yevm-i kilab" olarak bilinen günde Abdyagus ibn Vakkas adındaki şairi esir ettikleri zaman dilini böyle bağlamışlardı.


Aynı şekilde, şairlerce övülmek için elden gelen her türlü fedakarlığı da yaparlardı. O dönemde şairler kimi överlerse o adamın mevkii ve itibarı yükselirdi. Övülen kişinin kızları varsa kolayca koca bulurlardı. Nitekim el-A'şa el-Ekber adındaki şair Ukkaz panayırında Muhallak adındaki bir kişiyi bir kasideyle övünce o kişi bununla ün kazanmış ve derhal kızları nişanlanmıştı. Yine şairlerden Miskin Daremi'de siyah yaşmak takan güzel bir kadını iki beyitle övünce elde kalan siyah yaşmaklar halk arasında kapışılır olmuştu.

Bunun üzerine halk siyah yaşmaklara yönelmiş, hepsini satın almıştır. 


Şairlerin Lakapları (Takma isimleri)


Eski Araplar döneminde, şairlerden her biri kendi şiirinde geçen bir sözle lakaplanırdı. Avf b. Sa'd b. Malik şiirinde geçen "erkaş" (benekli) lakabıyla lakaplanmıştı. Diğer tüm şairlerin de bu şekilde lakapları vardı. Arap kabileleri şairlik derecesinde de farklı gruplara ayrılıyordu. Şairlikte en seçkin kabile Rebia idi. Büyük şairlerden Mühelhel, Merkaşi Ekber, Merkaşi Asgar, Turfe b. el-Abd, Ömer ibn Kumle vs. bu kabileye bağlıydı. Daha sonra Kays kabilesi geliyordu. Büyük şairlerden iki Nabiga, Züheyr b. Ehi Selma, Rebia, Lebid vs. bu kabiledendi. Sonra Temim kabilesi geliyordu. Mudar şairi Evs b. Hacer bu kabile şairlerindendir. lkinci derecede Hüzeyl kabilesi vs. şairleri gelir. Himyerlilerden de bazı şairler vardı. Garip olan nokta şudur ki, diğer Arap kabileleri, Kureyş kabilesinin her şeyde kendilerinden önde ve ilerde olduğunu kabul ettikleri halde yalnızca şiirde ona bu üstünlüğü vermezlerdi. Durumdan anlaşıldığına göre Arapların Arap olmayanlarla karışmaları yeteneklerini güçlendirerek kendilerini şiir yazmaya yöneltmiştir. Bu yüzden Irak taraflarına en fazla yakın olan kabileler en çok şiirle uğraşanlardı. En şairleri de İranlılarla karışan kabilelerdi. Bunlardan daha üstün şair olanlar ise hem İranlılar hem de Rumlarla ilişkide bulunanlardı.


Kısacası şiir Araplar arasında çok yaygın ve etkin bir araçtı. Hiçbir kabile kendisini savunmaya ve duygularına tercüman olmaya yarayacak bir veya daha fazla şairden yoksun değildi. Şiir Cahiliye devrinde olayların korunması edep, ahlak ve geleneklerinin hazinesiydi. Bu yüzden "Şiir Arapların divanıdır" denmiştir. Atasözleri de, milletin adet, ahlak, gelenek ve göreneklerinin aynası olması açısından şiir gibi kabul ediliyordu. Arapların Cahiliye çağındaki gelenek ve göreneklerinden birçoğu o zamana ait atasözlerinden çıkarılmıştır.





Corci Zeydan’ın İslam Uygarlıkları Tarihi Kitabından Alıntılanmıştır.

23 Mayıs 2023 Salı

DÎNİ SÖZLÜK “K”

 KABA KUŞLUK (Dahve-i Kübrâ):

 

Oruç müddetinin yarısı, öğleden bir saat evvelki zaman. (Dahve-i Kübrâ)

 

KABA NECÂSET:

 

İnsandan çıkınca abdesti veya guslü gerektiren her şey, eti yenmeyen hayvanların, (yarasa hâriç) ve yavrularının yüzülmüş, dabağlanmamış derisi, eti, pisliği ve bevli ile süt çocuğunun pisliği, bevli ve ağız dolusu kusmuğu, insanın ve bütün hayvanların kanı ile şarab, leş, domuz eti ve kümes ve yük hayvanlarının, koyun ve keçinin pisliği. (Necâset)

 

Deride, elbisede, namaz kılınan yerde, dirhem miktarı veya daha çok kaba necâset yoksa, namaz sahîh olur ise de dirhem miktarı bulunursa tahrîmen mekruh olur ve bunu yıkamak vâcibdir. Dirhemden çok ise yıkamak farzdır. Az ise sünnettir. Şarabın damlasını da yıkamak farzdır, diyen âlimler de vardır. Necâset (pislik) miktarı bulaştığı zaman değil, namaza dururken olan miktarıdır. Dirhem miktarı kaba necâsette dört gram ve seksen santigram ağırlıktadır. Akıcı necâsetlerde açık el ayasındaki suyun yüzü genişliği kadar yüzeydir. (İbn-i Âbidîn)

 

KÂBE-İ MUAZZAMA:

 

Yeryüzünde yapılan ilk mâbed. Müslümanların kıblesi. Arabistan'ın Mekke-i mükerreme şehrindeki Mescid-i Harâm'ın ortasında bulunan taştan yapılmış dört köşeli binâ. Beytullah, Beyt-ül-haram, Bekke, Beyt-ül-atîk, Hâtime, Basse, Kadîs, Nâzır, Karye-i Kadîme adları ile de anılmıştır.

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

 

Allahü teâlâ, Kâbe'yi, o Beyt-i Harâm'ı insanlar için din işlerinde bir düzen ve dünyâda cinâyetten emin bir yer kıldı. (Mâide sûresi: 97)

 

Kâbe-i muazzamaya bakmak sevâbdır. İlk görüldüğünde yapılan duâlar kabûl olunur. Peygamber efendimiz aleyhisselâm Kâbe-i muazzamayı gördüğü zaman; "Ey Allah'ım! Bu beytin şerefini, saygısını, heybetini arttır. Hac ve umre yapanların da şerefini, din gayretini, azametini (büyüklüğünü) ve keremini (cömertliğini) ziyâde et" diye duâ ederdi. (Ezrâkî)

 

Kâbe-i muazzamayı, ilk olarak meleklerin yardımıyla Âdem aleyhisselâm inşâ etti. Nûh aleyhisselâm zamânındaki tûfana kadar zaman zaman tâmir edildi. Tûfandan sonra, İbrâhim aleyhisselâmın, zamânına kadar yeri belirsiz olarak kaldı. İbrâhim aleyhisselâm oğlu İsmâil aleyhisselâmla birlikte Allahü teâlânın emriyle Kâbe-i muazzamayı yeniden inşâ etti. İbrâhim aleyhisselâmdan sonra zaman zaman yıkılıp yeniden inşâ edilen Kâbe-i muazzama, Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem otuz beş yaşındayken, Mekkeliler tarafından, 683 (H.64) te Eshâb-ı kirâmdan (Peygamber efendimizin arkadaşlarından) Abdullah bin Zübeyr ve Emevî halîfelerinden Abdülmelik bin Mervân'ın Mekke vâliliğine tâyin ettiği Haccâc bin Yûsuf tarafından tekrar inşâ edildi. (Ezrâkî)

 

Kâbe-i muazzama 17 metre yükseklikte olup, dört köşe ve taştandır. Kuzey duvarı 8,8, güney duvarı 7, doğu duvarı 11,9, batı duvarı 12,8 m. uzunluğundadır. Doğu ve güney duvarları arasındaki köşede Hacer-ül-esved taşı vardır. Kâbe-i muazzamanın doğu duvarında bir kapı vardır. (Eyyûb Sabri Paşa)

 

KÂBE KAVSEYN:

 

Peygamber efendimizin Mîrac gecesinde bilmediğimiz bir şekilde Allahü teâlâya yakınlığından kinâye olan bir tâbir.

 

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

 

O (Muhammed aleyhisselâm) Rabbine Kâbe Kavseyn veya daha yakın oldu. (Necm sûresi: 9)

 

Ehl-i sünnet âlimleri buyurdu ki: "Mîrâc, ruh ve cesed birlikte olarak Mekke-i mükerremeden Kudüs'e ve oradan yedi kat göke, sonra Sidre denilen yere ve Sidre'den Kâbe Kavseyn makâmına uyanık olarak, gece bir anda götürülmüş ve getirilmiştir. Bunu yapan, Allahü teâlâdır ve ancak O yapabilir. (Abdülhakîm Arvâsî)

 

Peygamber efendimiz Kâbe Kavseyn makâmına varınca ne Cebrâil aleyhisselâm ve ne de başka hiçbir vâsıta olmadan doğrudan doğruya Allahü teâlâ O'na vahyetti, bildireceğini bildirdi. Beş vakit namaz bu sırada Farz kılındı. (Fahreddîn Râzî)

 

Kâbe Kavseyn tahtının Sultânı sen, ben bir hiçim, Misafirinim dememi saygısızlık sayarım.

 

(Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

 

KÂBİD (El-Kâbid):

 

Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Ölürken rûhları bedenlerden alan, verdikleri sadakaları zenginlerden kabûl eden.

 

El-Kâbid ism-i şerîfini söyleyen, elem ve sıkıntılardan kurtulur. (Yûsuf Nebhânî)

 

KABR (Kabir):

 

Ölen insanın defnedilmesi, gömülmesi için kazılan yer, mezar.

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:

 

Allahü teâlâ, rüzgârı, rahmeti olan yağmurdan önce müjdeci gönderir. Rüzgârlar, ağır olan bulutları sürükler. Bulutlardan ölü olan toprağa su yağdırırız. O yağmurlu yerden meyvalar çıkarırız. Ölüleri de kabirlerinden böyle çıkaracağız. (A'râf sûresi: 56)

 

Kabir, Cennet bahçelerinden bir bahçe, yâhut Cehennem çukurlarından bir çukurdur. (Hadîs-i şerîf- Ahvâl-ül-Kubûr)

 

Meyyit kabre konduğu zaman, amelleri onun etrâfını sararlar. Allahü teâlâ, o amelleri konuşturur. Ameller şöyle der: "Ey bu kabirde yapayalnız kalan kul! Dostların, çoluk-çocuğun senden ayrılıp, gittiler. Bugün senin benden başka bir arkadaşın ve yakının yok. (Yezîd Rakkâşî)

 

Kabir hergün beş defâ; "Ben, yalnızlık yeriyim. Bana gelecek kişi Kur'ân-ı kerîm okuyarak kendine arkadaş edinsin. Ben karanlık yeriyim, bana gelecek kişi, namaz kılarak beni aydınlatsın. Ben, altı -üstü toprak olan bir yerim. Bana gelen sâlih amel ile gelip yatağını hazırlasın. Ben, yılanı ve çıyanı içimde barındıran bir yerim. Bana gelen tiryâk ile gelsin. O tiryak da; Besmele-i şerîf ve çok gözyaşı dökmektir. Ben, Münker ve Nekir adındaki suâl meleklerinin suâl soracakları bir yerim. Bana gelen onlara cevap verebilmek için (Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah) sözünü çok söylesin diye seslenir. (Muhammed bin Selâme el-Mısrî)

 

Kabre yılanlar, dışardan gelir sanma. Sizin kötü amelleriniz, sizin için engerek yılanıdır. Dünyâda iken yediğiniz haramlar da kabre yılan olarak gelir. (Ebû Mansur Abbâdî)

 

Kabr Azâbı:

 

Îmânsız ölenin ve günahkâr müslümanın kabre konulduktan sonra çektiği, nasıl olduğunu bilemediğimiz azâb, cezâ.

 

Üzerinize idrâr sıçratmayınız! Çok kimseye kabir azâbı bundan olacaktır. (Hadîs-i şerîf-Tezkire-i Kurtubî)

 

Gizleyebilseydiniz, bu kabirlerdeki azâbı duymanız için Allahü teâlâya duâ ederdim. (Hadîs-i şerîf-Ahlâk-ul-Ulemâ)

 

Kabir azâbı, şu üç şeydendir: Gıybet, koğuculuk ve üzerine idrâr sıçratmak. (Hadîs-i-şerîf-Letâif-ül-Meârif)

 

Ölmek istemeyiniz. Kabir azâbı çok acıdır. Ömrü uzun olup İslâmiyet'e uymak büyük seâdettir. (Hadîs-i şerîf-Berîka)

 

Kabir azâbı rüyâ gibi değildir. Kabir azâbı, azâbın görüntüsü değildir, azâbın kendisidir, âhiret azâblarındandır. Dünyâ azâbına benzemez. Dünyâ azâbları, âhiret azâbları yanında hiç kalır. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Kabir azâbı vardır. Kabir azâbı hem rûha, hem de bedene olacaktır. (İmâm-ı Muhammed bin Hasen Şeybânî)

 

Kabr Hayâtı:

 

İnsanın ölüp kabre konmasından, kıyâmet koparak, mahlûkların diriltilmelerine kadar geçen zaman.

 

Kabir hayâtı, dirilerin hayâtı gibi değildir. Dünyâ hayâtında hayâtın nizâmı için hem his yâni duygu, hem de irâde ile hareket vardır. Kabir hayâtında ise, hareket etmek lâzım değildir. Hattâ, kabir hayâtında hareket olmaması lâzımdır. O hayatta bulunanların, elem ve azâb duymaları için, yalnız his etmeleri yetişir. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Kabir hayâtı  insanlara göre  değişir.  "Peygamberler, kabirlerinde namaz kılarlar"

buyruldu. Peygamber efendimiz Mîrâc gecesinde Mûsâ aleyhisselâmın kabri yanından geçerken, kabirde namaz kılarken gördü. Kabir hayâtı şaşılacak bir şeydir. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Kabr-i Seâdet:

 

Peygamber efendimizin mübârek kabr-i şerîfleri. Hücre-i seâdet de denir.

 

Kabr-i seâdetin bulunduğu yer hazret-i Âişe vâlidemizin odası idi. Peygamber efendimiz burada vefât etti. "Peygamberler, vefât ettikleri yere defn edilirler" hadîs-i şerîfine uyularak buraya defn edilmiştir. Burada, hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer'in kabr-i şerîfleri de vardır. (Eyyûb Sabri Paşa)

 

Kabr Suâli:

 

Ölü defn edildikten sonra kabre gelen Münker ve Nekîr adlı iki meleğin meyyite îmândan ve îtikâddan sordukları suâller.

 

Ölü kabre konulunca, yanına iki melek gelir. Onu tutarlar. "Rabbin kimdir?" diye suâl ederler. Ölü; "Rabbim Allahü teâlâdır" der. (Peygamber efendimizi kast ederek) "Size gönderilen o zât kimdir?" diye suâl ederler. Ölü; "O, Allahü teâlânın Resûlüdür, peygamberidir" der. "Bunu nereden biliyorsun?" derler. Ölü; "Allahü teâlânın kitâbı Kur'ân-ı kerîmde okudum. O'na îmân ettim ve O'nu tasdîk ettim" der. (Hadîs-i şerîf-Letâif-ül-Meârif)

 

Münker ve Nekir isminde iki melek; "Rabbin kimdir. Dînin nedir? Peygamberin kimdir? Kıblen neresidir?" diye suâl sorarlar. Allahü teâlâ kimi muvaffak eder ve kimin kalbine hak sözü yerleştirirse, der ki: "Sizi vekil ederek bana kim gönderdi ise, Rabbim odur. Benim Rabbim Allah, peygamberim Muhammed aleyhisselâm, dînim dîn-i İslâm'dır." (Muhammed bin Hüseyn el-Acurrî)

 

Mü'minlerden dokuz kimseye kabir suâli olmaz: Şehîd, düşman karşısında nöbette iken ölen, vebâ, kolera gibi bulaşıcı hastalıktan ölen, böyle hastalıklar yayıldığı zaman kaçmayıp, sabr ederek; başka sebeplerle ölen, sıddîklar, bâliğ (gusül abdesti alacak yaşa gelmiş) olmayan çocuklar, Cumâ günü veya gecesi ölenler, her gece Tebâreke sûresini, Secde sûresini okuyanlar ve ölüm hastalığında (İhlâs) sûresini okuyanlar. (İbn-i Âbidîn)

 

Kabr Ziyâreti:

 

Ölümü ve âhireti hatırlayıp ibret almak, mezarlıkta medfûn (gömülü) olanlara duâ etmek ve Kur'ân-ı kerîm okumak ve velî olan ölülerin rûhlarından istifâde etmek maksadıyla bir kabre veya mezarlığa gitmek.

 

Kabir ziyâretini önce yasaklamıştım. Şimdi ziyâret ediniz! Böylece dünyâya gönül vermekten kurtulur, âhireti hâtırlarsınız. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Mâce)

 

Kabrimi ziyâret eden, beni diri iken ziyâret etmiş gibi olur. (Hadîs-i şerîf-Taberânî)

 

Bir kimse mü'min kardeşinin kabrini ziyâret eder ve kabir yanında oturup selâm verirse, meyyit onu tanır ve selâmına cevab verir. (Hadîs-i şerîf-Şevâhid-ül-Hak)

 

Kabrimi ziyâret edene şefâatim vâcib oldu. (Hadîs-i şerîf-Şifâ-üs-Sekâm)

 

Ölümü hatırlamak ve ölüden ibret almak için kabir ziyâret etmek ve sâlihlerin, velîlerin kalblerinden bereketlenmek müstehâbdır. (İmâm-ı Gazâlî)

 

Meyyitin çürüdüğünü, yanaklarının, dudaklarının döküldüğünü, ağzından pis suların aktığını, karnının şişip patladığını, içine kurtların böceklerin dolduğunu düşünerek, ibret almak için, kabir ziyâreti yapılır. (İmâm-ı Gazâlî)

 

Kabir ziyâretinin çok faydası vardır. Bir velînin kabrini ziyârete giden kimse, yolda hep onu düşünür, ona teveccühü (kalben yönelmesi) her adımda artar, mezarı başına gelip toprağını görünce, hep onunla meşgul olur. Teveccühü arttıkça, ondan istifâdesi artar. Evet, ruhlar için bir mâni, perde yoktur. Onlar hatırlandığı her yerde Allahü teâlânın izniyle hazır olurlar. Fakat dünyâda iken, yıllarca berâber bulunduğu beden o topraktadır. Onun için, rûhun o    toprağa uğraması, nazarı ve bağlılığı, başka yerlere olandan daha çoktur. (Alâüddevle Semnânî)

 

KABRİSTÂN:

 

Mezarlık, ölülerin gömüldüğü yer.

 

Kabristâna giren kimse, Yâsîn sûresini okursa, o gün meyyitlerin azâbları hafifler. Meyyitlerin sayısı kadar, ona da sevâb verilir. (Hadîs-i şerîf-Habl-ül-Metîn)

 

Bir kimse, kabristândan geçerken on bir kerre İhlâs sûresini okuyup, sevâbını meyyitlere hediye ederse, kendisine ölüler adedince sevâb verilir. (Hadîs-i şerîf-Habl-ül-Metîn)

 

Dünyâ gamından, nefsin sıkıştırmasından hafifleyip kurtulmak istiyorsanız, kabristanları sık sık ziyâret ediniz. (Hacı Bayram-ı Velî)

 

KABÛL:

 

Almak, râzı olmak. Alış-veriş, kirâlama, nikâh gibi sözleşmelerde yapılan teklife rızâ göstermek.

 

Bir kimse birisine, falan malını bana şu kadar liraya sat diye yazıp, o da, o malı sattım diye cevap yazsa, alış veriş sahîh, geçerli olmaz. Birincisinin kabul ettim diye tekrar yazması lâzımdır. (Kayseri Müftîsi Mes'ûd Efendi)

 

Bir kimse Zeyd'e ve Amr'e şu malımı size 10 bin liraya sattım dese, yalnız Zeyd kabûl etse alış veriş sahîh geçerli olmaz. (Abdürrahîm Efendi)

 

KABZ:

 

Teslim almak.

 

Küçük çocuğa yapılan bağışı, kendisi, anası veya velîsi kabz edebilir. (Abdullah-ı Mûsulî)

 

Hibe (karşılıksız bağışlanan ve hediyye edilen mal) kabz edilince mülk olur. Satın alınan mal ise söz kesilince, kabz edilmeden evvel mülk olur. (Ali Haydar Efendi)

 

Kabz ve Bast:

 

Tasavvuf yolunda ilerleyenlerde görülen sıkıntı ve ferahlık.

 

Kabz (sıkıntı, daralma) ve bast (ferahlık ve genişlik) insanı uçuran iki kanat gibidir. Kabz hâli gelince üzülmeyiniz. Bast sâhibi olunca da sevinmeyiniz. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Hâllerin değişik olması mahlûkların sıfatıdır, özelliğidir. Temkîne yâni hâllerin değişmemesine kavuşanlar da, az da olsa değişiklikten kurtulamaz. İnsan kabz ve bast arasında değişir durur. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Kabz ve bast, erbâb-ı kulûbda (tasavvuf yolunun başlangıcında bulunan evliyâda) hâsıl olur ki, onlar başlangıç ehlidir. Müntehî (yolun nihâyetine varanlar) için kabz ve bast yoktur. (Ahmed Fârûkî)

 

Bahâeddîn-i Nakşibend kuddise sirruh, kabz hâlinde istiğfârı yâni bağışlanmayı istemeyi, bast hâlinde de şükretmeyi emretmiştir. (Mevlânâ Safî)

 

KADDESALLÂHÜ TEÂLÂ ESRÂREHÜMÜL'AZÎZ:

 

Daha çok tasavvuf büyüklerinin, evliyâ zâtların isimleri anılınca ve yazılınca söylenen veya yazılan Allahü teâlâ onların kıymetli sırlarını temiz, mübârek eylesin mânâsına duâ ve saygı ifâdesi. Bir kişi için Kaddesallahü sırrehü; iki kişi için Kaddesallahü sırrehümâ denir.

Kıyâmette yâni öldükten sonra diriltilip, dünyâda yapılan işlerin hesâbının verileceği gün; önce Peygamberler aleyhimüssallevâtü vetteslîmât, sonra sâlih kullar, Allahü teâlânın sevdiği ve kendilerinden râzı olduğu evliyâ-yı kirâm kaddesallahü teâlâ esrârehümül'azîz Allahü teâlanın izni ile günahı çok olan mü'minlere şefâat edecek, onları azâbdan kurtaracaktır. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Allahü teâlâ meleklere, cinlere çeşitli şekil alabilmek kuvveti verdiği için, çok sevdiği evliyânın kaddesallahü esrârehümül'azîz rûhlarına da bu kuvveti vermektedir. Onlardan birçoğu bir anda çeşitli yerlerde değişik işler yaparken görülmüşler, sıkıntı ve tehlikeli durumlarla karşılaşanlar yardım istediklerinde, Allahü teâlânın izni ile onlara yetişmişlerdir. Bu evliyânın kaddesallahü teâlâ esrârehümülazîz yaptıkları yardımdan bâzan haberi olmakta, bâzan da olmamaktadır. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Evliyâ-yı kirâm herkes gibi dört hak mezheb (Hanefî, Şâfiî, Mâlikî, Hanbelî)den birine tâbi olarak, uyarak yükselmişlerdir. Cüneyd-i Bağdâdî, Süfyân-ı Sevrî, Abdülkâdir-i Geylânî, Hanbelî idi. Ebû Bekr-i Şiblî, Mâlikî idi. Cerîrî, Hanefî idi. Hâris-i Muhâsibî, Şâfiî idi. kaddesallahü teâlâ esrârehüm. (Abdülhak-ı Dehlevî)

 

KA'DE-İ AHÎRE:

 

Namazda son oturuş.

 

Ka'de-i ahîrede; erkekler sağ ayağını dikip sol ayağı üzerine oturur. Kadınlar, teverrük eder. Yâni kaba etlerini yere koyup ayaklarını sağ tarafından çıkararak oturur. (Halebî)

 

Ka'de-i ahîrede, tehiyyât duâsı okuyacak kadar oturmak farz, tehiyyat duâsını okumak ise, vâcibdir. (Muhammed bin Kutbüddîn İznikî)

 

KA'DE-İ ÛLÂ:

 

Üç ve dört rekatli namazların ikinci rek'atındaki oturuş.

 

Ka'de-i ûlâda, oturmak vâcib, tahiyyat duâsını okumak ise, sünnettir. (Muhammed bin Kutbüddîn İznikî)

 

Ka'de-i ûlâda Allahümme selli diyenlerin namazı bozulur. Çünkü salli yerine selli denince mânâ bozulmakta dolayısıyle namaz da bozulmaktadır. (Abdülazîz Dehlevî)

 

KADER:

 

Allahü teâlânın ilm-i ezelîsi (başlangıcı olmayan ilim sıfatı) ile, ilerde olacak hâdiseleri ezelde (başlangıcı olmayan öncelerde) bilip takdîr etmesi; alın yazısı. (Kazâ ve Kader)

 

Kader, Allahü teâlânın bir sırrıdır. (Hadîs-i şerîf-İhyâ-u Ulûmiddîn)

 

Kader, tedbîr ile sakınmakla değişmez. Fakat kabûl olan duâ, o belâ gelirken korur. (Hadîs-i şerîf-İhyâ-u Ulûmiddîn)

 

Kader değişmez. Kazâ kadere uygun olarak meydana gelir. Kazâ her gün çok değişip sonunda kadere uygun olunca yaratılır. (Ebüssü'ûd Efendi)

 

Kadere Rızâ:

 

İnsanın, Allahü teâlânın kendisi hakkında takdîr ettiği şeylere rızâ göstermesi, hoşnud olması başına gelen belâ ve musîbetlere sabredip, boyun eğmesi.

 

Kendinize, evlâdınıza kötü duâ etmeyiniz. Allah'ın kaderine rızâ gösteriniz. Nîmetlerini arttırması için duâ ediniz. (Hadîs-i şerîf-Berîka)

 

İslâm dîni ve bütün semâvî (ilâhî) dinler her işin Allahü teâlânın takdîri ve irâdesi (dilemesi) ile olduğunu bildirdi. Fakat insan bir işin ezelde (başlangıçsız öncelerde) nasıl takdîr edildiğini bilmediği için, Allahü teâlânın emrine uyarak çalışması ve kadere rızâ göstermesi lâzımdır. Kazâ ve kadere inanmak, kadere rızâ göstermek insanın çalışmasına mâni olmaz, bilakis çalışmasını kamçılar. (Muhammed Ma'sûm Fârûkî)

 

İnsan, başına gelen belâ ve musîbetlere sabretmeli, kadere rızâ göstermelidir. Allahü teâlânın dostlarına dünyâ sıkıntılarının ve belâların gelmesi bunların günahlarının affolmasına sebeb olur. Sözün doğrusu şudur ki, sevgiliden gelen her şeyi gülerek sevinerek karşılamak lâzımdır. O'ndan gelenlerin hepsi tatlı gelmelidir. Sevgilinin sert davranması, ikrâm, ihsân ve yükselmek gibi olmalıdır. Böyle olmazsa, sevgisi tam olmaz. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Dünyâda huzûr ve rahat kadere rızâ göstermektedir. (M. Sıddîk bin Saîd)

 

KADERİYYE:

 

Hicrî ikinci asırda Vâsıl bin Atâ tarafından kurulan ve "Kul kendi fiillerini kendi yaratır" diyerek kaderi yâni işlerin, Allahü teâlânın takdîri ile olduğunu inkâr eden bozuk fırka. Bu fırkaya Mu'tezile adı da verilir.

 

Kaderiyye (îtikâdında olanlar) bu ümmetin mecûsîleridir (ateşe tapanlarıdır). (Hadîs-i şerîf-Ebû Ya'lâ)

 

Kaderiyye fırkasında olanlara selâm vermeyiniz. Hastalarını ziyâret etmeyiniz. Cenâzesinde bulunmayınız, sözlerini dinlemeyiniz ve onlara sert cevab veriniz! Hakâret ediniz. (Hadîs-i şerîf-Şir'at-ül-İslâm)

 

Kaderiyye fırkasının dediği gibi, insan dilediğini, kendi yaratıyor zannetmek, "Her şeyi yaratan Allahü teâlâdır" âyet-i kerîmesine inanmamak olur. (M. Hâlid-i Bağdâdî)

 

KÂDI:

 

İslâm hukûkuna göre hüküm veren hâkim.

 

Kâdılar üç kısımdır: Biri Cennet'te, ikisi Cehennem'dedir. Hakkı bilen ve ona göre hüküm veren kâdı Cennet'tedir. Hakkı bilen fakat ona göre hüküm vermeyen kâdı Cehennem'dedir. Bilmediği hâlde hüküm veren kâdı da Cehennem'dedir. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Mâce, Ebû Dâvûd, Tirmizî)

 

Kâdı yerine oturunca, onun yanına iki melek iner ve zulmetmedikçe ona yol gösterirler. Onu muvaffak kılmaya çalışırlar. Eğer zulmederse, oradan ayrılıp kendi hâline bırakırlar. (Hadîs-i şerîf-Ebû Dâvûd)

 

Kâdı da müftî gibi mutlak olarak Ebû Hanîfe'nin kavilleriyle (ictihadlarıyla, fetvâlarıyla) amel etmeli, ondan sonra Ebû Yûsuf'un, ondan sonra İmâm-ı Muhammed'in, daha sonra İmâm-ı Züfer ve Hasan ibni Ziyâd'ın fetvâlarıyla bu tertip üzerine hüküm vermelidir. (Secâvendî)

 

Kâdının müctehid olması evlâdır, daha iyidir. Eğer müctehid kâdı bulunmazsa âdil, sâlih, dîninde emniyetli, aklında, anlayışında güvenilir olan biri seçilir. Ayrıca fıkhı ve sünneti de iyi bilmesi lâzımdır. (İbn-i Hümâm)

 

KADÎM:

 

Başlangıcı olmayan.

 

1. Allahü teâlânın zâtına âit sıfatlarından. Varlığının evveli, başlangıcı olmayan.

 

Biliniz ki, Allahü teâlâ kadîm olan zâtı ile vardır. O'ndan başka her şey, O'nun var etmesi ile var olmuş, O'nun yaratması ile yokluktan varlığa gelmiştir. O, sonsuz olarak var idi. Kadîmdir, ezelîdir. Yâni hep var idi. Varlığından evvel yokluk olamaz. O'ndan başka her şey yok idi. Bunların hepsini, O, sonradan yarattı. Kadîm ve ezeli olan, bâkî ve ebedî (sonsuz) olur. Hâdis ve mahlûk olan (sonradan yaratılan), fânî ve geçici olur, yâni yok olur. Allahü teâlâ birdir. Varlığı lâzım olan, yalnız O'dur. İbâdete hakkı olan da, yalnız O'dur. O'ndan başka her şeyin var olmasına lüzum yoktur. Olsalar da olur, olmasalar da. O'ndan başka hiçbir şey, ibâdet olunmağa lâyık değildir. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Allahü teâlânın kâmil, noksan olmayan sıfatları vardır. Bunlar, hayât (diri olmak), ilim (bilmek), sem' (işitmek), basar (görmek), kudret (gücü yetmek), irâde (istemek), kelâm (söylemek) ve tekvîn (yaratmak)'dir. Bu sekiz sıfata, sıfât-ı sübûtiyye denir. Bu sıfatları da kadîmdir. Yâni sonradan olma değildir. Kendinden ayrı olarak, ayrıca vardır. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

 

2. Zaman bakımından eski olan şey.

 

Kadîm, kıdemi üzre terk olunur yâni; İslâm esaslarına uygun olarak öteden beri mevcûd olan şey, aksine delîl olmadıkça eski şekli üzere bırakılır. Zarar kadîm olmaz, yâni zarar olan şeye kadîm olduğuna dâir karar verilip de bulunduğu hâl üzere bırakılamaz. (Ali Haydar Efendi)

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak