1 Mayıs 2023 Pazartesi

ESMA-İ HUSNA-3

 



el-MELİK




a- Melik ve Mâlik isimlerinin lügat anlamları:


Meleke-yemlikü fiilinden türeyen sıfat-ı müşebbehe sıygasıdır. Bu sıyga devamlılık ve mübalağa ifade eder. Bu özelliğin Allah‟ta devamlı ve her konuda var olduğunu bildirir. Türkçe‟ye hükümdar olarak tercüme edilen Melik isimi, Kur‟an‟da nüzul sırasına göre ilk olarak Nâs süresinde “Meliki‟n-Nâs (Bütün insanların hükümdarı)” şeklinde geçmektedir.

Tâhâ 114 ve Mü‟minûn 116. ayetlerde “el-Melikü‟l-Hakk (Gerçek Hükümdar)” şeklinde Allah tanıtılmaktadır. Haşr 23 ve Cuma 1. ayetlerde ise “el-Melik (Mutlak hükümdar)” şeklinde marife ve el-Kuddûs ismi ile beraber zikredilmektedir. Böylece hem Allah‟tan başka gerçek melik olmadığı, hem de Allah‟ın hükümdarlığının her türlü eksiklik, kusur ve ayıptan uzak olduğu vurgulanıyor.

Ayrıca sekiz yerde de Melik ismi Allah‟tan başkaları için kullanılmaktadır. Melik ismi hem Hz. Yusuf dönemindeki hükümdar için hem de Hz. Yusuf için kullanılmıştır.

Hz. Musa ile Hızır yolculuğu anlatılırken o dönemde yönetici olan kimse için de Melik tabiri kullanılmaktadır.

Melik ismi iki kez de Tâlût için geçmektedir:

“Muhakkak ki Allah sizin için Tâlût‟u hükümdar (melik) olarak göndermiştir.”

Ayrıca Peygamberimiz (s.a.v) de şöyle buyurmuştur:

“Ümmetimden birtakım kimselerin, denizlerde tahtlar üzerinde melikler olarak veya tahtlar üzerindeki melikler gibi yolculuk yapıp Allah yolunda savaşacakları bana gösterildi.”

Bazı esmâ-i hüsnâ çalışmalarında el-Mâlik ismi de Allah‟ın isimleri içerisinde sayılmaktadır. Mâlik ismi, Milk mastarından türetilmiş ism-i faildir. Eşya ve mallara hem sahip olmayı hem de onlar üzerinde yetki, yönetim ve tasarruf sahibi olmayı ifade eder. Kur‟an‟da “Malik‟i yevmi‟d-Dîn (Ceza ve hesap gününün hükümdarı)” ve “Mâlikü‟l-Mülk (Otorite sahibi)” ifadeleri geçmektedir.

Fatiha süresindeki “Malik‟i yevmi‟d-Dîn” ifadesi başka bir kıraatte “ Meliki yevmi‟d-Dîn” şeklinde okunmaktadır. Bu ayetin böyle iki şekilde okunmasını müfessirlerimiz şöyle yorumlamışlardır:

1- Bu iki okunuş şekli kıyametin önemini ve azametini ifade eder.

2- Kıyamet günü Allah‟tan başka hiçbir kimsenin yetki ve otoritesinin olmayacağını belirtir.

3- Bütün insanlar Allah‟ın her konudaki hükümranlığını müşahede edecekler.

4- Dünyaya ve insan hayatına hâkim olan kurallar ortadan kalkacak ve bütün hüküm ve mülkün Allah‟a ait olduğu ortaya çıkacaktır.

“Din günü henüz var edilmediği halde neden Allah kendisini din gününün hükümdarı olarak nitelemiştir?” şeklindeki bir soruya alimlerimiz şu şekilde cevap vermişlerdir:

1- Mâlik kelimesi ism-i fâil kalıbındadır. Bu kalıp gelecek ifadeden fiil anlamında da kullanılır. Din gününe malik olacaktır demektir.

2- Malik kelimesi Kâdir anlamında da kullanılır. Yani O hem din gününü var etmeye kadirdir hem de o gün de mutasarrıftır.

3- Dünyada Allah‟ın mülkünde yaşadığı halde Firavn ve Nemrut gibi Allah‟a ortak koşarak meliklik iddiasında bulunanlar din gününde O‟na boyun eğeceklerdir. Allah‟ın Melikliğini kabul edeceklerdir. Bunu Kur‟an şöyle ifade eder:

“O gün onlar meydana çıkarlar. Onların hiçbir şeyi Allah'a gizli kalmaz. "Bugün hükümranlık kimindir?" denir. Hepsi: "Gücü her şeye yeten tek Allah'ındır" derler. Bugün herkese, kazandığının karşılığı verilir. Bugün haksızlık yoktur. Doğrusu Allah, hesabı çabuk görendir.” ( Mü‟min 16-17)

Mülk kökünden türeyen “Mâlikü‟l-mülk” ve “Melîk” isimleri de Allah için kullanılmaktadır.

“De ki: "Mülkün sahibi olan Allah'ım! Mülkü dilediğine verirsin, dilediğinden çekip alırsın, dilediğini aziz kılar, dilediğini alçaltırsın. Bütün iyilikler senin elindedir. Doğrusu Sen, her şeye Kadir'sin.” (Ali İmrân 26)

“Allah'a karşı gelmekten sakınanlar, güçlü hükümdarın katında, yüksek bir derecede, cennetlerde ferahlık ve aydınlık içindedirler.” (Kamer55)

Mübâlağa ifade eden ve mastar olarak kullanılan Melekût kelimesi Kur‟an‟da dört kez Allah için geçmektedir.

“Yakinen bilenlerden olması için İbrahim'e göklerin ve yerin hükümranlığını şöylece gösteriyorduk.” (En‟âm 75)

“Göklerin ve yerin melekutunu, Allah'ın yarattığı her şeyi ve ecellerinin yaklaşmış olması ihtimalini düşünmüyorlar mı? Bundan sonra hangi söze inanacaklar?” (A‟raf 185)

"Biliyorsanız söyleyin her melekutu elinde olan, barındıran fakat himayeye muhtaç olmayan kimdir?" (Mü‟minûn 88)

“Her şeyin melekutu elinde olan ve sizin de kendisine döneceğiniz Allah her türlü eksiklikten münezzehtir.” (Yasin 83)


b-Mülk kavramının anlamları:


Allah‟ın, mülk ile ilgili isimlerini daha iyi kavrayabilmek için mülk tabirinin ne anlamlara geldiğini öğrenmemiz gerekir:


1-Hükümranlık. (Bakara 102)

2-Yerin, göklerin ve ikisinin arasındakilerin hâkimiyet ve egemenliği. (Mâide 18)

3-Hükmetme yetkisi. ( Bakara 247)

4-Mutlak egemenlik. (Ali İmrân 26)

5-Mahşer sûru çalındığındaki hükümranlık.( En‟am 73)

6-Diriltme ve öldürme yetkisi.( Tevbe 116)

7-Nüfûz ve iktidar özelliği. ( Yusuf 101)

8-Hakim. ( Nâs 2)

9-Komutan ( Bakara 246)

10- Kral, yönetici.( Neml 34)


c-Melik isminin geçtiği ayetler:


Melik ismi Kur‟an‟da beş kez Allah‟a nispet edilir. Şimdi bu ayetleri teker teker incelemeye çalışalım:

1-“İşte Kuran'ı, Arapça okunmak üzere indirdik, onda tehditleri türlü türlü açıkladık ki belki sakınırlar yahut onlara ibret verir. Gerçek hükümdar olan Allah Yüce'dir.” (Tâhâ 113, 114)

Allah Kur‟an‟ı insanlar okuyup anlasınlar, içindeki her çeşit tehdidi ve uyarıyı kavrayıp sakınsınlar ve sorumluluk bilinci içinde yaşayıp öğüt alsınlar diye göndermiştir

Allah, Kur'an‟da, azabın ve cezanın tablolarını, sahnelerini zengin bir biçimde sergilemiştir.. Belki bu yolla ilahi mesajı yalanlayanların gönlündeki alıcı duyuları harekete geçer veya ahiretteki acıklı durumlarını hatırlatıp bu kötülüklerden vazgeçerler.

Bu Kur‟an Bâsıt ve alelâde bir makam tarafından indirilmiş bir kitap değildir. Tüm başların önünde eğildiği, zalimleri hüsrana uğratan, iyi işler yapan mü'minleri güvene kavuşturan, her şeyin asıl sahibi olan yücelerin yücesi, her şeyin üstündeki mutlak söz sahibi olan Allah‟ın sözüdür. Yerin, göklerin ve ikisinin arasındakilerin hakimiyet ve egemenliği O‟na aittir.

Gerçek Melik olan Allah, hem kullarını yaratır hem de onların hayatına Kur‟an‟daki yasalarla müdahale eder. Yaratıcı olarak Allah‟ı tanıyıp da Kur‟an‟ı kabul etmeyenler Allah‟a iman etmiş olmazlar. Kur‟an‟ın Allah‟tan geldiğini kabul ettiği halde ona göre hayatını düzenlemeyenler de Allah‟ı tanımıyor, O‟nu Melik olarak kabullenmiyor demektir.

O halde Melik, hem insanları yaratan hem de onların hayatına ve yaşam tarzına müdahale eden demektir. Melik; helal ve haram koyan, hakk ve batılın sınırlarını çizen demektir.

2-“Sizi boş ve anlamsız bir oyun için yarattığımızı ve Bize dönmek zorunda olmadığınızı mı sanıyordunuz? Gerçek hükümdar olan Allah yücedir. O'ndan başka ilah yoktur. O, yüce arşın Rabbidir.” (Mü‟minûn 116)

Bizim gördüğümüz ve görmediğimiz varlıkların her birinin ve içinde yaşadığı âlemlerin yaratıcısı ve tek sahibi Allah‟tır. Yaşadığımız evrenin ezeli ve ebedi hükümdarı da O‟dur. Tüm yıldızlar, insanlar, hayvanlar ve bitkiler, göremediğimiz âlemlerde yaşayan cinler, şeytanlar ve melekler ve daha bilmediğimiz pek çok varlık Allah‟ın hükümranlığı altındadır. Sayısız âlemin mülkünü elinde bulunduran ve buralarda hüküm süren olağanüstü düzenin hayat bulmasını sağlayan yalnızca âlemlerin Rabbi olan Allah‟tır.

Sonsuz kudret sahibi bir yaratıcıya inandığını iddia eden bir insanın kendisini başıboş görmesi mümkün değildir.

Allah‟ın sizi yalnızca oyun ve eğlence için yarattığını ve yaratılışınızın gerisinde hiçbir amaç bulunmadığını mı sanıyordunuz? Bu sanıyla, keyfinizce yiyip içiyor, neşeleniyor ve gülüp oynuyordunuz ha? Sizin yaratılmanıza karar veren sonra da sizi erkek veya kadın olarak var eden Allah sizi başıboş bırakmamıştır. Sizi çeşitli Şekillerde deneyecek sonra da yapıp ettiklerinizden dolayı sizi sorgulayacaktır.

O halde Melik; insanları belli bir hedef için yaratan, onları başıboş bırakmayan ve neticede onları yaptıklarından dolayı sorgulayacak olan mutlak hüküm ve egemenlik sahibidir.

3-“O, kendisinden başka ilah olmayan, hükümran, çok kutsal; esenlik veren, güvenlik veren, görüp gözeten, güçlü, buyruğunu her şeye geçiren, ulu olan, Allah'tır. Allah onların koştukları eşlerden (ortaklardan) münezzehtir. (Haşr 23)

Allah hem gerçek ilahtır hem de meliktir. Hem ibadete ve kulluğa layık olandır, hem de yaratıkları üzerinde emir ve hüküm sahibidir. Allah, yarattıklarından dolayı hem hayret edilen, hayranlık duyulan gerçek ilahtır, hem de her türlü hükümranlığın, saltanatın, tasarruf ve idarenin elinde bulunduğu mutlak meliktir. Hem kendisine yönelinip sevgi beslenen, hem de her türlü eksiklik ve kusurdan uzak hükümrandır. O hem duyu organlarıyla algılanmaktan münezzeh, hem de hikmetli yasalarıyla âlemlere egemendir.

O halde bu ayete göre Melik; hem gerçek mâbud, akılların sıfatları konusunda hayrete düştüğü, hayranlık beslenen, sevgi ve bağlılık gösterilen, zatı his ve duyu organlarıyla idrak edilemeyendir, hem de bütün kâinatta, dünya ve ahirette tasarruf ve saltanat sahibidir. Bütün bu özellikleri taşıyan Allah her türlü zaaf ve ayıptan uzaktır.

4-Göklerde olanlar ve yerde bulunanlar, hükümran (Melik), çok kutsal (Kuddus), güçlü (Aziz) ve Hakim olan Allah'ı tesbih ederler.” (Cuma 1)

Bu ayet, varlık dünyasında bulunan her şeyin sürekli olarak Allah'ı tesbih ettiği gerçeğini ifade etmektedir. Ve yüce Allah, Cuma suresinin konusu ile derin ilgisi bulunan bir sıfatı ile nitelenmektedir. Bu, adı Cuma suresi olan ve cuma namazının kendisiyle öğretildiği bir suredir. Cuma namazı zamanında müminlerin kendilerini Allah'ı anmaya adamaları, eğlence ve ticareti bırakmaları, her türlü uğraşıdan daha iyi kazançları olan Allah katındaki mükâfatı elde etmeye teşvik eden bir suredir. Bu nedenle Allah'ın "Melik" sıfatı söz konusu edilmektedir. Siz Allah‟ı zikretseniz de zikretmeseniz de Allah Meliktir. Göklerde olanlar ve yerde bulunanlar, Allah‟ı devamlı tesbih ederler ve yüceltirler. Allah‟ı anmak, kâr elde etme amacıyla peşinde koştuğunuz ticaret mallarından, oyun ve eğlenceden daha hayırlıdır. Cuma namazında Allah‟ın Rasülu hutbe okurken onu ayakta terk edip ticâri kar, oyun ve eğlence peşinde koşmanız size yakışmaz. Sonuçta göklerin ve yerin mirası Allah‟ındır. Bütün mülkler O‟nundur. Dünya hayatının ve ahiretin Meliki O‟dur. Bütün bu yaptıklarınızdan sorumlu tutulacaksınız.

Ayrıca Allah'ın "Kuddûs" sıfatına da değinilmektedir. Yani göklerde ve yerde bulunan her şeyin takdis ve tenzih ile kendisine yöneldiği yüce yaratıcı... Yeryüzü meliklerine benzemez. Her türlü beşerî eksiklik ve kusurdan uzaktır. Mülk ve otoritesinde hiçbir kimseye muhtaç değildir.

"Aziz" sıfatına da Yahudilerin kendisine çağrıldığı meydan okuyuşla ilgili olarak değinilmektedir. Ayrıca Aziz ismine, tüm insanların değişmez kaderi olan ölüm, Allah'a dönüş ve hesaba çekilme dolayısıyla yer verilmektedir.

Bu ayette, Allah'ın "Hakim" sıfatına da yer verilmektedir. Bu da yüce Allah'ın ümmi olan Arapları seçerek onların içinden bir peygamber göndermesi, bu peygamberin onlara Allah'ın ayetlerini okuyup gönüllerini arındırması, kendilerine kitabı ve hikmeti öğretmesiyle ilgilidir. Bu isimlerin hepsi girişleri ve bağları ince ve güzel olan çağrışımlardır.

Bu ayetten öğrendiğimize göre:

Melik; istediği topluma istediği kişiyi peygamber olarak gönderen ve bundan dolayı da asla sorgulanmayandır.

Melik; göklerde ve yerde olan her şeyin kendisini tesbih ettiği kimsedir.

Melik; örnek ümmet olma emanetini dilediği topluma veren ve dilediğinden de alandır.

Melik; her türlü yardımcıdan beri olan ve yaratıkların sahip oldukları nitelemelerden uzak olandır.

Melik; kendisine ve elçisine saygı duyan kullarını dünya ve ahiret hayatında mükâfatlandıran, saygısızlık yapanlara da ceza verendir.

5-“De ki: Sığınırım insanların Rabbine, insanların Melikine, insanların İlâhına.” (Nâs 1,2,3)

Kur‟an‟ın tamamı bize kötülük ve şerlerden nasıl korunacağımızı, nasıl afiyet içinde mutlu bir hayat yaşayacağımızı öğretir. Kitabımızın “Müavvizeteyn” diye adlandırılan Felak ve Nâs sürelerinde ise bizim bilemeyeceğimiz ve sakınamayacağımız düşmanlardan nasıl korunmamız gerektiği işlenmektedir. Yukarıdaki ayetlerde Allah, lütuf ve rahmetiyle Rasulünü ve biz kullarını kendisine sığınmaya ve koruması altına girmeye çağırıyor. Rabb, Melik ve İlâh olan Allah‟tan bir yardım olmadan sinsi şer odaklarından kurtulma imkânının olmadığını belirtiyor.

Allah‟ın, Rabb, Melik ve İlâh isimlerini anlamları ile öğrenip bu isimleri özellikleri ile kavramadan O‟na sığınılmaz. Allah, ancak kendisini hakkıyla tanıyanları korur. Allah‟tan başkalarından korunma ve sığınma isteyenler hem dünya hayatında hem de ahirette hüsrana uğrarlar. Allah‟ın emân ve zimmetinden uzak olurlar.

“Zulümde ısrar eden zalimlere meyledip onlara destek olmayın. Aksi halde ateş size dokunur. Gerçekte sizin Allah‟tan başka herhangi bir dost ve koruyucunuz yoktur. Sonra size yardım da edilmez.” (Hûd 113)


Bu ayetler ışığında Melik ismini şöyle tanımlayabiliriz:


Melik; ancak kendisine sığınılan ve kendisinden yardım istenendir.

Buraya kadar incelediğimiz Kur‟an ayetlerinden Allah‟ın dünya hayatında gerçek Melik olduğunu öğrendik. Aşağıdaki ayetler ise Allah‟ın ahiret hayatında da Melik olduğunu belirtmektedir:

“Gökleri ve yeri gerçekle yaratan O'dur ki "Ol" dediği gün (an) hemen olur; sözü gerçektir. Sura üfleneceği gün hükümranlık O'nundur. Görülmeyeni de görüleni de bilir. O Hakim'dir, her şeyden haberdardır.” ( En‟am 73)

Allah hem kıyametin başlamasında, hem de kıyamette olacak olaylar konusunda Melik‟tir.


“O gün gerçek hükümdarlık Rahman'ındır. İnkârcılar için yaman bir gündür.” (Furkan 26)

“O gün onlar meydana çıkarlar, onların hiçbir şeyi Allah'a gizli kalmaz. "Bugün hükümranlık kimindir?" denir. Hepsi: "Gücü her şeye yeten (Kahhar) ve tek olan (Vahid) Allah'ındır" derler. Bugün herkese, kazandığının karşılığı verilir. Bugün haksızlık yoktur. Doğrusu Allah, hesabı çabuk görendir.” (Mü‟min 16-17)

Dünya hayatında Allah‟ın hükümranlığını kabul etmeyenler ahirette O‟nu Kahhar ve tek Melik olarak kabul edeceklerdir. Dünyada Allah‟tan başka ilahlar, mabutlar ve şefaatçiler kabul edenler, o gün gerçeği kavrayacaklar. Büyük kurtarıcı diye tanıdıkları kimseler kendilerini yalnız bırakacaklardır. Müstekbirler ve bunlara itaat edenler birbirlerine lanet edecekler. Aralarındaki bütün ilişkiler sona erecek ve birbirlerinden kaçıp uzaklaşmaya çalışacaklardır.

“İnsanlar arasında, Allah'ı bırakıp O'na koştukları eşleri tanrı olarak benimseyenler ve onları, Allah'ı severcesine sevenler vardır. Müminlerin Allah'ı sevmesi ise hepsinden kuvvetlidir. Zalimler azabı gördükleri zaman, bütün kuvvetin Allah'a ait bulunacağını ve Allah'ın azabının şiddetli olduğunu keşke bilselerdi! Nitekim kendilerine uyulanlar, azabı görünce uyanlardan uzaklaşacaklar ve aralarındaki bağlar kopacaktır. Uyanlar: "Keşke bizim için dünyaya bir dönüş olsa da, bizden uzaklaştıkları gibi biz de onlardan uzaklaşsak" derler. Böylece Allah onlara, hasretini çekecekleri işlerini gösterir. Onlar cehennemden çıkmayacaklardır.” ( Bakara 165-167)

Melik kelimesinin çoğulu olan Mulûk kelimesi, Kur‟an‟da bir yerde İsrailoğullarına gönderilen komutanlar için, bir yerde de yeryüzünde fesat ve bozgunculuk çıkaran yöneticiler için kullanılmaktadır.

“Musa, milletine: "Ey milletim! Allah'ın size olan nimetini anın. İçinizden peygamberler çıkarmış ve sizi hükümdar yapmıştır, dünyada kimseye vermediğini size vermiştir" (Mâide 20)

“Doğrusu hükümdarlar bir şehre girdikleri zaman orasını bozarlar, şerefli kimselerini aşağılık yaparlar.” (Neml 34)


d-Melik isminin istılâhî anlamları:


Mülk kavramını içerdiği anlamları ve Melik isminin Allah için kullanıldığı ayetleri

Kur‟an‟dan öğrendikten sonra Melik isminin anlamlarını şöyle sıralayabiliriz:

Melik; yerin, göklerin ve ikisinin arasındakilerin hâkimiyet, egemenlik ve hükümranlığını elinde bulundurandır.

Melik; zatında, sıfatlarında ve fiillerinde hiçbir varlığa muhtaç olmayan, fakat her varlığın kendisine muhtaç olduğu kimsedir.

Melik; yoktan var ettiği her şey hakkında dilediği şekilde tasarrufta bulunan zâttır.

Melik; saltanatının şerefi yerde, göklerde, insan ve diğer canlılarda görülendir.

Melik; hem insanları yaratan hem de onların hayatına ve yaşam tarzına müdahale eden demektir.

Melik; helal ve haram koyan, hakk ve batılın sınırlarını çizen, hidayet ve dalâletin ölçülerini belirleyen demektir.

Melik; insanları belli bir hedef için yaratan, onları başıboş bırakmayan ve neticede onları yaptıklarından dolayı sorgulayacak olan mutlak hüküm ve egemenlik sahibidir.

Melik; hem gerçek mabud, akılların sıfatları konusunda hayrete düştüğü, hayranlık beslenen, sevgi ve bağlılık gösterilen, zatı his ve duyu organlarıyla idrak edilemeyendir, hem de bütün kâinatta, dünya ve ahirette tasarruf ve saltanat sahibidir. Bütün bu özellikleri taşıyan Allah her türlü zaaf ve ayıptan uzaktır.

Melik; ancak kendisine sığınılan ve kendisinden yardım istenendir.

Melik; istediği topluma istediği kişiyi peygamber olarak gönderen ve bundan dolayı da asla sorgulanmayandır.

Melik; göklerde ve yerde var olan her canlı ve cansız varlığın kendisini tesbih ettiği kimsedir.

Melik; örnek ve lider ümmet olma emanetini dilediği topluma veren ve dilediğinden de alandır.

Melik; her türlü eş, çocuk, ortak ve yardımcıdan berî olan ve yaratıkların sahip oldukları nitelemelerden uzak olandır.

Melik; kendisine ve elçisine saygı duyan, zikrini her şeyin üstünde gören kullarını dünya ve ahiret hayatında mükâfatlandıran, saygısızlık yapanlara da ceza verendir.

Melik; hem canlıları diriltme hem de öldürme özelliğine sahip olandır.

Melik; hem kıyametin başlamasında, hem de kıyamette olacak olaylar konusunda tek söz ve yetki sahibidir.

Melik; hükümranlığı kıyamete kadar devam edecek olandır.

Rasulullah  (s.a.v)  “..O  her an bir iştedir.” (Rahman  29)  ayetini  okudu  ve  şöyle buyurdu:

“Bir günahı bağışlamak, bir sıkıntıyı gidermek, toplumların bir kısmını yüceltip bir kısmını ise alçaltmak Allah‟ın işlerindendir.”


e-Allah geçmişte kimlere mülk vermiştir?


1- Allah, Hz. Süleyman‟a mülk ve saltanat vermiştir:

“Şeytanların Süleyman'ın hükümdarlığı (mülkü) hakkında söylediklerine uydular. Oysa Süleyman kafir değildi.” ( Bakara 102)

2- Allah, Hz. Davud‟a da mülk ve saltanat vermiştir:

“Davud Calut'u öldürdü, Allah Davud'a hükümranlık ve hikmet verdi ve ona dilediğinden öğretti. Allah'ın insanları birbiriyle savması olmasaydı yeryüzünün düzeni bozulurdu. Fakat Allah alemlere lütufkardır.” (Bakara 251)

3- Allah, Talut‟a da komutanlık mülkü verdi:

“Peygamberleri onlara "Allah size şüphesiz, Talut'u hükümdar (melik) olarak gönderdi" dedi. "Biz hükümdarlığa ondan layık iken ve ona malca da bir bolluk verilmemişken bize hükümdar olmaya o nasıl layık olabilir?" dediler, "Doğrusu Allah size onu seçti, bilgice ve vücutça gücünü artırdı" dedi. Allah mülkü dilediğine verir. Allah her şeyi rahmetiyle kaplar ve bilir. (Bakara 247)

4- Allah, Hz.İbrahim‟e ve ailesine de mülk vermiştir:

“Oysa İbrahim ailesine kitap ve hikmet verdik, onlara büyük hükümranlık bahşettik.” (Nisâ 54 )

5- Allah, Hz.Yusuf‟a da mülk vermişti:

"Rabbim! Bana hükümranlık verdin, rüyaların yorumunu öğrettin. Ey göklerin ve yerin yaratanı! Dünya ve ahirette işlerimi yoluna koyan sensin; benim canımı Müslüman olarak al ve beni iyilere kat." ( Yusuf 101)

6- Allah, Firavun ve hanedânına da otorite yetkisi vermişti:

“Firavun hanedanından olup imanını gizleyen mü‟min bir zat: "Ey milletim! Bugün memlekette hükümranlık sizindir, galip olanlar sizsiniz. Ama Allah'ın baskını bize çatınca O'na karşı bize kim yardım eder?" dedi. Firavun da: "Ben size kendi görüşümden başkasını söylemiyorum. Ben size ancak doğru yolu gösteriyorum" dedi. ( Mü‟min 29)


f-Allah kimlere mülk verir?


1-Allah, dilediği kimselere mülkünü verir.

2-Allah, dileyen kimselere mülkünü verir.

“Allah mülkü dilediğine verir. Allah her şeyi rahmetiyle kaplar ve bilir.” (Bakara 247)

Ayette geçen “Men yeşâu” ifadesi hem Allah‟ın dilediği kimselere hem de insanlardan isteyen kimselere mülkünü vereceğini belirtir. Allah çalışıp çabalayan ve arzulayan insanlara saltanat nasip eder. Miskince yatarak dua edenlere Allah mülkünü vermez. Allah her şeyi ilmi ile kuşatmıştır. Hangi ferdin, ailenin ve toplumun nimete layık olduğunu bilir. Mülk ve saltanatı her isteyene vermez. Çalışan ve mülk için gayret edenlere Allah hükümranlık verir. Hangi inanç ve düşünceye sahip olursa olsun çalışan ve inancının bedelini vaktiyle, malıyla ve canıyla ödeyen kimselere hakimiyet verir. Ama zalimlerin saltanatı ilelebet devam etmez. Zulüm asla pâyidâr olmaz. Müslüman da olsa zalimlerin hâkimiyeti ebedi değildir. Mülk kelimesini; peygamberlik, rızık ve bazı yetenekler olarak anlarsak Allah bu nimetleri dilediği kimselere verir.


e-Melik isminin bize yüklediği görev ve sorumluluklar:


1-Bazı komutan ve yöneticileri Melik ismi ile isimlendirebiliriz. Ama göklerin, yerin ve arasındakilerin sahibi ve hâkimi anlamında hiçbir kimseye Melik ismi verilemez. Bu konuda Rasulüllah (s.a.v) şöyle buyurur:

“Allah kıyamet gününde yeryüzünü avucuna alır, semayı da sağında dürüp katlar. Sonra da: “Ben Melik‟im! Yeryüzünün hükümdarları nerede?” der.”

Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurdu:

“Alllah kıyamet gökleri dürer ve sağ eline alarak şöyle buyurur: “Ben Melik‟im! Cebbarlar (zorbalar) nerede? Ben Melik‟im! Mütekebbirler (büyüklenenler) nerede?” Sonra yeryüzünü dürerek sol eline alır ve şöyle buyurur: “Ben Melik‟im! Cebbarlar (zorbalar) nerede? Ben Melik‟im! Mütekebbirler (büyüklenenler) nerede?”

“Melikü‟l-Emlâk (Hükümdarlar hükümdarı)” ismini insanlara vermek doğru değildir.

Peygamber (s.a.v) bu konuda şöyle buyurur:

“Allah katında isimlerin en hakir, aşağılık ve zelil olanı, kendisine “Melikü‟l-Emlak” adını veren kişidir.”

Bir başka rivayette de şöyle geçmektedir:

“Kıyamet gününde Allah‟ın en çok gazap edeceği, en adi ve hakir göreceği kişi dünyada iken “Meliku‟l-Emlak” diye adlandırılan kimsedir. Hâlbuki Allah‟tan başka melik yoktur.”

“Melikü Yevmi‟d-Dîn (Din ve ceza gününün tek sahibi)” ve “Malikü‟l-Mülk (Mülkün tek sahibi)” isimleri de Allah‟tan başkasına isim ve unvan olarak verilmez.

2-Peygamber ( s.a.v) ailesinden henüz konuşmaya başlayan çocuklara şu ayeti anlamıyla öğretirdi.

“O (Allah) ki, göklerin ve yerin egemenliği O‟na aittir; O herhangi bir çocuk edinmemiştir; egemenliğinde herhangi bir ortağı yoktur; çünkü her şeyi yaratan ve her şeyi belli bir yasalar örgüsüne göre düzene koyan O‟dur.” ( Furkan 2)

Rasulullah (s.a.v) Abdulmuttaliboğullarından her çocuk konuşmaya başlar başlamaz İsra suresinin 111. ayetini öğretirdi.

"Çocuk edinmeyen, hakimiyette ortağı bulunmayan, aczinden dolayı bir dosta ihtiyaç duymayan Allah'a hamdolsun de ve gerektiği şekilde onu büyükle." (İsra 111)

Bu ayetler, tevhit inancını en kapsamlı bir şekilde işleyen ayetlerdir. Allah, bu ayetlerde kendini özlü bir şekilde tanıtmaktadır. Bu ayetlerde hem Allah‟ın sahip olduğu özellikler belirtiliyor, hem de O‟na yakışmayan vasıflar ifade ediliyor. Kısaca Allah‟ın ne olduğu ve ne olmadığı açıklanıyor. Göklerin ve yerin mülkünün O‟na ait olduğu gerçeği öncelikle gündeme getiriliyor. Göklerde ve yerde gerçek egemenliğin, saltanatın ve hükümranlığın Allah‟a ait olduğunu çocuklarımıza öğretmeliyiz. Çocuklarımıza Allah‟ı Kur‟an ayetleriyle tanıtmalıyız. Kendimize göre birtakım yöntem ve metotlarla Allah‟ı tanıtmamalıyız. Allah kendisini en güzel bir şekilde Kur‟an‟da tanıtmıştır.

Allah‟ı sadece yaratıp takdir eden olarak tanıtmamalıyız. O‟nun aynı zamanda emretme ve yasaklama yetkisine sahip olduğunu da öğretmeliyiz. Yerin ve göklerin otorite ve egemenliğinin Allah‟a ait olduğunu Kur‟an‟la tanıtmalıyız. Sloganik söylemlerden kaçınmalıyız. Mutlak egemenlik, otorite ve hakimiyette O‟nun hiçbir ortağının olmadığını, hayat programı belirleme, hayata karışma, emretme ve yasaklama yetkisinin ancak Allah‟a ait olduğunu anlatmalıyız.

Allah‟ın, insan hayatının bütün bölümlerine müdahale etme yetkisinin olduğunu sık sık gündeme getirmeliyiz. O‟nun hükümranlığı sadece camilerde ve Ramazan ayında geçerli değildir. O, insan hayatının her bölüm ve birimi için kurallar koymuş ve bunlara uyulmasını istemiştir. Bireysel, toplumsal, ekonomik ve siyasal alanlar Allah‟ın kurallarına göre düzenlenince Allah, Melik olarak kabul edilmiş olur. Allah‟a hayatın sadece belirli kısımlarında söz hakkı tanımak Ku‟an‟ın bir bölümünü kabul edip diğer bölümünü kabul etmemek demektir. Bu ise tevhid inancına uygun düşmez.

“Kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Aranızda böyle yapanın cezası ancak dünya hayatında rezil olmaktır. Ahiret gününde de azabın en şiddetlisine onlar uğratılırlar. Allah yaptıklarınızdan gafil değildir. Onlar ahiret karşılığında dünya hayatını satın alan kimselerdir, bu yüzden azapları hafifletilmez, onlar yardım da görmezler.”( Bakara 85, 86 )

3-Şeytan, Hz. Adem ve Havva‟yı asla yok olmayacak bir mülk ve saltanat ile aldatmıştı.

“Şeytan ona sinsice fısıldayarak: “Ey Adem ! Sana ebedilik ağacını ve hiç yok olmayacak bir hükümranlığın yolunu göstereyim mi? dedi.” ( Tâhâ 120)

Şeytan Hz. Âdem‟in gönlündeki en hassas noktaya dokunmuştu. İnsanın ömrü sınırlıydı. İnsanın gücü sınırlıydı. Bu nedenle insan uzun hayatı, kayıtsız bir hâkimiyeti elde etmek istiyordu. İşte şeytan bu iki gedikten ona yanaşıyordu. Hz. Âdem, insanın fıtratını ve insanın zaaflarını üzerinde taşıyan bir yaratıktı. Bu nedenle verdiği sözünü unuttu. Ve yasağı çiğnedi.

Sinsi ve dönek şeytanların insan ve cin türleri günümüzde de mevcuttur. Kıyamete kadar insanları mülk ve saltanatla aldatmaya devam edeceklerdir. Günümüz çağdaş şeytanları da insanın fıtratında mevcut olan temayülleri ve hisleri çok iyi biliyorlar. İnsanda mevcut olan ebedi yaşama ve saltanat sahibi olma duygusunu devamlı galeyana getirmeye gayret ediyorlar. Bunun için her türlü yöntem ve taktiği kullanıyorlar. İnsanlara önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından yaklaşıyorlar.

“Şeytan Allah‟a: "Beni azdırdığın için, and olsun ki, Senin doğru yolun üzerinde onlara karşı duracağım; sonra önlerinden, arkalarından, sağ ve sollarından onlara sokulacağım. Onların çoğunu Sana şükreder bulamayacaksın" dedi.” (A‟raf 17)

Önden ve açıktan yaklaşarak ölümü ve kıyameti unutturup mal ve makam hırsını körüklerler. Arkadan gizlice yaklaşarak ya geçmişlerini unuttururlar ya da geçmişte yaptıkları bazı iyiliklerle avuturlar. Sağlarından yani birtakım kutsal değerlerle yaklaşarak insanları mal ve mevkinin kulu kölesi yaparlar. Zengin olmanın ve mevki sahibi olmanın önemini ve gerekliliği üzerinde durarak, kulluk ve infak görevinden uzaklaştırmaya çalışırlar. Sollarından yaklaşıp mal ve mevki sahibi olan insanları örnek gösterirler. İnsanları aşağılık kompleksine iterler.

Neticede insanlar “Mülk Allah‟ındır. Dünya fani. Ölüm haktır. Hepimiz öleceğiz” gibi sözler söylerler, ama malın ve mülkün kölesi olurlar. Allah‟a kulluk için değil dünya hayatının geçici zevklerini elde etmek için yaşar hale gelirler. Allah‟ın mülkünde Allah‟ın istediği şekilde yaşamazlar. O‟nun mülkünde O‟na isyan edip azgınlık yaparlar. Allah‟ın verdiği nimetleri O‟nun istediği şekilde harcayıp kullanmazlar.

Şeytanı dost edinen bu insanlar öleceklerini ve hesaba çekileceklerini dillerinden hiç düşürmezler; ama ölüm ve hesap için hazırlık yapmazlar. “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi de ahiret için çalış.” gibi bazı sözleri hadis diyerek düstur edinirler. Hâlbuki hadis diye meşhur olan bu sözün aslı şu Şekildedir:

“Şüphesiz bu din sağlamdır. Sen bu dinde yumuşak davranarak (rıfk) derinleş. Rabbine ibadeti nefsine nefret ettirme. Zira acele eden ne yol alabilir ne de binecek bir binek bırakır. Hiç ölmeyeceğini bilen bir kimsenin çalışması gibi amel et. Yarın öleceğinden korkan birinin sakınması gibi günahlardan sakın.”

Dünya hayatının ve nimetlerinin geçiciliği ile ilgili Hz.Peygamber (s.a.v)‟den birçok hadis rivayet edilmektedir:

“Kim dünyasını severse ahiretine zarar verir. Kim de ahiretini severse dünyasına zarar verir. Siz fani olan dünya nimetlerine karşılık ahiret hayatını tercin edip, üstün tutun.”

“Obur hayvanların yemek çanaklarına üşüştükleri gibi ümmetlerin de sizin üzerinize üşüşmeleri yakındır.” Ashab: “Ey Allah‟ın Rasulü! Bu durum o gün azlığımızdan dolayı mı olacak? diye sorunca Peygamber (s.a.v) şöyle buyurdu:

“Bilakis o gün sizin sayınız çok olacaktır. Fakat selin üzerindeki çer çöp gibi dağınık ve zayıf olacaksınız. Allah sizin korkunuzu düşmanlarınızın kalbinden çıkaracak ve kalplerinize Vehn hastalığı atacaktır.”

Bir adam: “Vehn hastalığı nedir ey Allah‟ın Rasulü?” diye sordu. Rasulüllah (s.a.v) da:

“Dünyayı sevmek ve ölümden hoşlanmamaktır.” buyurdu”

“Vallahi bundan sonra size fakirlik ve yoksulluk geleceğinden hiç korkmam. Fakat sizin için korktuğum tek şey; sizden önce gelip geçen ümmetlerin önüne dünya nimetlerinin yayıldığı gibi, sizin önünüze de yayılması ve onların birbirlerini haset ettikleri ve nefsaniyet güttükleri gibi sizin de birbirinize düşmeniz, onların helak oldukları gibi sizin de mahvolup gitmenizdir.”

Hz. Ali (r.a)‟ın Şu sözü konuyu ne güzel ifade ediyor:

“Müslümanlar! Dünya, arkasını çevirerek rüzgar gibi uzaklaşmakta, ahiret de onu karşılayarak aynı süratte yaklaşmaktadır. Her iki alemin de insanlar arasında çocukları, kendisine emel bağlayanları vardır. Siz ahiretin fazilet çocukları olun, dünyaya kul köle olmayın. Bugün amel günüdür, hesap yok. Fakat yarın hesap günüdür, amel yok.”

Kur‟an‟da 115 kez geçen dünya ve ahiret kelimeleri arasındaki ölçüyü şu ayet ne güzel belirlemektedir.

“Onlar, ne ticaret ne de alış-verişin kendilerini Allah'ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoyamadığı er kişilerdir. Onlar, kalplerin ve gözlerin allak bullak olduğu bir günden korkarlar. Çünkü o günde Allah, onları yaptıklarının en güzeli ile mükâfatlandıracak ve lutfundan onlara fazlasıyla verecektir. Allah, dilediğini hesapsız rızıklandırır.” (Nûr 37-38)

Müslümanın izzet ve şerefi mal ve mülk sahibi olmasında değildir. İzzet ve şeref, ekonomik ve siyasi kaygılardan dolayı Allah‟la ve kitabı Kur‟an‟la beraberliği devam ettirmek, bir de Allah‟ın bize emanet olarak verdiği nimetleri O‟nun yolunda harcamaktır.

“..Asıl şeref Allah‟a, O‟nun elçisine ve mü‟minlere aittir. Ama münafıklar bunun farkında değillerdir.”

Ey İman edenler! Malınızın mülkünüzün ve çocuklarınızın sizi Allah‟ı anmaktan (Kur‟an) alıkoymasına izin vermeyin. Çünkü kim böyle davranırsa ziyana uğrayanlardan olur.

Birinize ölüm yaklaştığı ve: “Ey Rabbim! Bana mühlet tanı da karşılıksız yardımda bulunup iyiler arasına gireyim” diye yalvaracağı zaman gelmeden önce size rızık olarak verdiklerimizden harcayın.” (Münafıkûn 8-10)

Allah böyle onurlu ve şerefli Müslümanlara dünya hayatında izzet, şeref, yardım ve zafer verecektir. Ahirette ise büyük saltanatlar ikram edecektir.

“Ve nereye baksan orada her türlü nimet ve büyük saltanat görürsün.” (İnsan 20)

“Ey iman edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticareti size göstereyim mi? Allah'a ve Resûlüne inanır, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. İşte bu takdirde O, sizin günahlarınızı bağışlar, sizi zemininden ırmaklar akan cennetlere, Adn cennetlerindeki güzel meskenlere koyar. İşte en büyük kurtuluş budur. Seveceğiniz başka bir Şeyler de var: Allah'tan yardım ve yakın bir fetih. Müminleri bunlarla müjdele.” (Saff 10-13)

 4- Yeryüzünde bozgunculuk yapan, fesat çıkaran meliklerin kul ve kölesi olmamalıyız.

“Doğrusu hükümdarlar bir şehre girdikleri zaman orasını bozarlar, şerefli kimselerini aşağılık yaparlar.” ( Neml, 34)

Allah‟a ve Rasulüne itaat etmeyen, insanların inançlarına uygun bir şekilde yaşamalarına karşı çıkan azgınlarla itaat etmemeliyiz. Yeryüzünde fesat ve bozgunculuk çıkarıp, nesli, ürünleri ve kültürü yok edenlere asla boyun eğmemeliyiz. Kâfirlere karşı merhametli, mü‟minlere karşı da zorba ve zalim olanlarla hiçbir zaman gönül bağımız olmamalıdır. Her türlü zalim ve zulümden nefret etmeliyiz. Hem namaz kılıp hem de Allah düşmanı zalimleri alkışlayanlar sırat-ı mustakimden ayrılmış, Allah‟a savaş açmışlardır.

Zalimin kimliğine bakmadan karşı çıkan, mazlumun da kim olduğuna bakmadan destekçisi olan Allah Rasulü (s.a.v) bu konuda şöyle buyurur:

“Her kim, bir kimsenin zalim olduğunu bildiği halde, ona yardım etmek için onunla birlikte yürürse kesinlikle İslam halkası onun boynundan çıkarılır.”

“Ümmetimin zalime karşı “Sen zalimsin” demekten çekindiklerini görürseniz onların varlıklarıyla yoklukları birdir demektir. Onların kurtuluşlarını ümit etmeyin.”

5-Allah‟tan başka yardımcı, kurtarıcı ve şefaatçiler edinmeyeceğiz. Kıyamette gerçek hükümranlık sadece Rahman olan Allah‟a ait olacaktır. Tek ve Kahhâr olan Allah‟tan başka hiçbir makamın, gücün ve kimsenin sözü geçerli olmayacaktır. O‟nun izni olmadan hiçbir kimse, hiçbir kimseye aracı olamayacaktır. Cennete girmesi için şefaat edemeyecektir. Her hangi bir kimsenin referansı geçerli olmayacaktır. O gün bütün insanlar Allah‟ın huzurunda toplanacak ve ancak Allah‟ın izin verdiği kimseler konuşabileceklerdir. Onlar da ancak doğruyu söyleyeceklerdir.

Durum böyle iken bizim bazı insanlara bağlanıp onlardan medet beklememiz, Allah‟ı hakkıyla tanımadığımızı gösterir. Kendi kafamıza göre şefaatçi listeleri belirlememizin hiçbir geçerliliği yoktur. Cüce insanları yüce tanıyıp onların kurtarıcılığına inanmak tevhid inancı ile taban tabana zıttır.


h-Kur‟an‟da mülk istemekle ilgili dualar:


1-“Süleyman: "Rabbim! Beni bağışla, bana benden sonra kimsenin ulaşamayacağı bir hükümranlık ver; Sen şüphesiz, daima bağışta bulunansın." dedi.” (Sâd 35)

2-“De ki: "Mülkün sahibi olan Allah'ım! Mülkü dilediğine verirsin; dilediğinden çekip alırsın; dilediğini aziz kılar, dilediğini alçaltırsın; iyilik elindedir. Doğrusu Sen, her şeye kadirsin.” (Ali İmran 26)

3-“Musa: "Rabbim! Ben ancak kendime ve kardeşime söz geçirebiliyorum; artık bizimle bu yoldan çıkmış milletin arasını ayır." dedi. “(Maide 25)

4-“De ki: "Allah'ın dilemesi dışında ben kendime bir fayda ve zarar verecek durumda değilim. Görülmeyeni bileydim, daha çok iyilik yapardım ve bana kötülük de gelmezdi. Ben sadece, inanan bir milleti uyaran ve müjdeleyen bir peygamberim." (Araf 188)

5-“De ki: "Allah'ın dilemesi dışında ben kendime bir fayda ve zarar verecek durumda değilim. Her ümmet için bir süre vardır, süreleri sona erince bir an bile geciktirilmezler ve öne de alınmazlar." (Yunus 49)


ı-Peygamberimizin Melik ismi ve Mülk kelimesi ile yaptığı duâlar:


1-Peygamberimiz (s.a.v), Hz Ebû Bekir‟e sabah kalkarken ve akşam yatağına girdiği zaman şöyle dua etmesini öğretti.

“Allah‟ım! Sen göklerin ve yerin yaratıcısı, her şeyin melîki ve sahibisin Ben şehâdet ederim ki, Senden başka ilâh yoktur. Nefsimin, şeytanın ve ortaklarının şerrinden Sana sığınırım.”

2-Peygamber (s.a.v) sabah kalktığı zaman şöyle dua ederdi:

“Sabaha girmiş olduk, bütün mülk de Allah‟a aittir. Bütün hamdler hiçbir ortağı olmayan Allah‟a mahsustur. Allah‟tan başka hiçbir ilâh yoktur ve öldükten sonra diriliş O‟nadır.”

3-Peygamber (s.a.v) geceleyin şöyle duâ ederdi:

“Geceye girdik. Mülkün tamamı Allah‟a aittir. Bütün hamdler hiçbir ortağı olmayan Allah‟a mahsustur. Allah‟tan başka ilah yoktur. Dönüş ancak O‟nadır.”

4-Peygamberimiz, Hz. Muaz‟a: “Üzerinde dağ kadar borç olsa dahi okuduğun zaman Allah‟ın seni ondan kurtaracağı şu duâyı oku.” diyerek şu duâyı öğretti:

“Ey mülkün hakiki sahibi olan, âlemlerde dilediği gibi tasarruf eden Allah‟ım! Sen mülkü dilediğine verir, dilediğinden de çeker alırsın. Sen dilediğini aziz eder, yükseltir, dilediğini zelil kılar, alçaltırsın. Bütün hayır ve iyilik yalnız Sen‟in kudretindedir. Sen‟in her şeye gücün yeter.”

“Ey dünyanın ve ahiretin Rahmanı! Dünyayı ve ahireti dilediğine verir, dilediğine de vermezsin. Bana merhamet et. Rahmetinle beni Sen‟den başkasının merhametine muhtaç etme.”

5- Peygamber ( s.a.v) bazen rükûsunda şöyle dua ederdi:

“Melik ve Kuddus olan, meleklerin ve Cebrail‟in Rabbi olan Allah, her türlü eksiklikten uzaktır.”

6- Peygamberimiz (s.a.v), vitir namazını A‟lâ, Kâfirûn ve İhlâs süresi ile kılardı. Selam verdiği zaman ise üç defa, üçüncüsünde sesini yükselterek şöyle derdi:

“Melik ve Kuddûs olan Allah her türlü noksanlıktan uzaktır.”

7- Hz.Aişe ( r.a) Peygamber ( s.a.v)‟in gece namaz için kalktığında okuduğu dua ve zikirleri şöyle rivayet eder: Gece kalkınca onar kez “Allahu Ekber”, “Elhamdu lillâh”, “Sübhânallahi ve bihamdihi”, “Sübhânallahi‟l-Meliki‟l-Kuddûs”, “Estağfirullah” ve “Lâ ilâhe illallah” der, sonra da on kez şöyle dua ederdi:

“Ey Allah‟ım! Dünyadaki ve kıyamet günündeki sıkıntılardan Sana sığınırım.”



Dr. Ramazan SÖNMEZ

AKDENİZ MİTOLOJİSİNDE AŞK KAHRAMANLARI ve MÜZİSYENLER-8

 


MARSYAS'IN KAVALI VE KRAL MİDAS'IN KULAKLARI




Aydın'dan Muğla'ya giderken Gökbel denen yerde, uzak yıldızlardan düşmüşe benzeyen kayalık tepeler arasından bir yol geçerdi. Ve bu yol kıvrıla kıvrıla, ine çıka dere tepe zorlukla ilerlerdi. Akıllara durgunluk veren bu bir başka gezegen sessizliğinde, her an, o ana dek hiç görülmemiş bir yaratık, örneğin bir Satiros ya da perikızları çıkabilirdi karşınıza... Gene bu kayalar arasından kaynaklanıp söğütlerin gölgesinde akan, yüzeyi ayna gibi parlak bir çay da şaşırtabilirdi insanı... Günümüzde Çine Çayı denen bu akarsuya, ilkçağlarda Marsyas Çayı deniyordu...


Ve o zamanlar bu çayda yıkanıp güneşlenen, kıyılarında ezgiler söyleyip oyunlar oynayan perikızları da vardı... Gene zaman zaman Marsyas Çayı'nın yaratılış serüvenini dillendiren yanık kaval ezgileri de dökülürdü bu dağlardan...


Bu çaya adını veren Marsyas, Frigya krallığı zamanında büyük ve ünlü bir müzisyendi. Tanrı Diyonisos'un alayında da çalgıcılık yapan ve bir Satiros olan Marsyas; dağlarda bayırlarda gezip tozarken, o güzelim Akdeniz göklerinde duyduğu ve yaşadığı varolma sevincini, yedi delikli kavalıyla yanık ezgilere dönüştürür; sonra da onları bütün Akdeniz coğrafyasındaki acılı halklara yansıtırdı... Marsyas; yoksul ezgiler döktürdüğü bu kavalının, tanrı Apollon'un icat ettiği üç telli Grek lirinden çok üstün olduğunu düşünüyordu hep. Zaten "ney"in atası olan onun bu kavalına, "Frigya kavalı" da deniyordu.


Bazı ozanlar; insan gönlünü çok uzak diyarlara götürüp getiren Marsyas'ın bu kavalını, aslında güzel sanatlar tanrıçası Atena'nın geyik boynuzundan yaptığını söylüyorlardı. Çünkü tanrıça Atena, Olimpos tanrılar ülkesinde bunaldığında çok sevdiği dünyamıza gelir, bu kavalını çala çala, dağ bayır demeden gezer tozar, kimselere anlatamadığı aşklarını yanık ezgilere dönüştürürdü...


Evren güzeli tanrıça Afrodit'le Baştanrı Zeus'un karısı Hera bir gün; Atena'nın müzikteki olağanüstü yeteneğini çok kıskandıklarından, onun bu kavalı çalarken yanaklarının balon gibi şiştiğini ve bu yüzden de çok çirkinleştiğini söylediler yüzüne karşı. Onu inceden inceye alaya aldılar... Bunun üzerine Atena da doğruca ayna gibi duruluğuyla ünlü Çine Çayı'na gitti ve kaval çalarken dupduru akan suda görüntüsünü seyretmeye başladı. Gerçekten de kavalı öttürebilmek için balon gibi şişirdiği yanaklarını görünce kavalını fırlatıp attı hemen! Ve onu bulup çalanın da başına umulmadık illetler gelsin diye ilençler yağdırdı!.. Bir süre sonra da Marsyas, bu büyüleyici ve ilençli kavalı bulup çalmaya başladı... 

Müzisyen Marsyas; yeni bulduğu bu kavalıyla keçi ayaklı tanrı Pan ve şarap tanrısı Diyonisos için de pek çok aşk ve oyun ezgileri besteledi. Zaten Diyonisos'un doğa dinine derinden bağlıydı. Aynı zamanda yaşam ve bereket tanrıçası Kibele'nin de çok yakın dostuydu. Bir ara sevgilisini yitiren çok memeli Ana Tanrıça Kibele, büyük bir üzüntüye kapılmış, umarsız çıkmazlara saplanmıştı. O yüzden Marsyas da onu biraz avutabilmek için hiç yalnız bırakmadı ve bütün Anadolu'yu yer yer ezgiler söyleyerekten, birlikte dolaşmaya başladılar... İşte tanrıça Kibele'yle birlikte, kavalıyla yanık ve yoksul ezgiler döktüre döktüre böyle yol alırlarken, Aydın taraflarında, Sultanhisar (Nisa) beldesine düştü yolları. Tam o sırada da tanrı Diyonisos; Satiroslardan ve Maynadlardan oluşan sazlı sözlü alayıyla birlikte, zaten kendisinin doğum yeri olan aynı kentteydi. Hatta güzel sanatlar ve musiki alanında büyük yeteneği olan ışık tanrısı Apollon da oradaydı. Diyonisos'un çalgılı cümbüşlü alayında, içtiği şarabın etkisiyle de coşan Marsyas; Apollon'un üç telli lirine durup dururken meydan okudu... Kendi kavalından döktürdüğü ezgilerin, müzisyen tanrı Apollon'un üç telli lirinden çıkan ezgilerden çok üstün olduğunu söyledi çevresindekilere! Haliyle bu meydan okumayı anında duyan tanrı Apollon, Marsyas'a bir ezgi yarışması önerdi. Öneriyi sevinçle kabul eden Marsyas'la tanrı, hemen bir yarışma başlattılar... Frigya kralı Midas'la birlikte sanatçıların esinperileri olan dokuz kişilik Musa'lar da bu yarışmada hakem oldular.


Tanrı Apollon, Olimpos'taki tanrıları bile coşturan en ünlü ezgilerini dillendirmeye başladı. Hem liriyle, hem de sözlü şiirleriyle... Ve insanoğlunun değil ulaşması, düşlemesinin bile söz konusu olmadığı mutluluklar ülkesi Olimpos'u anlatmaya çalışıyordu... Oradaki tanrıların şehvet, dinginlik ve varsıllık içinde; bütün insani illetlerden uzak yaşamlarından söz ediyordu... Yeryüzündeki bütün insanların; tanrıların bu yaşamlarını sürdürmeleri için ellerinden geleni yapmaları gerektiğini söylüyordu. Bu dünyadan göç ettikten sonra, Olimpos'taki tanrıların onları ödüllendireceğinden söz ediyordu... Tanrı Apollon; yer yer coşkulu, yer yer ürkütücü notalarla dillendiriyordu bütün bu anlatmak istediklerini...


Sıra Marsyas'a gelince, o da tanrıça Kibele'nin mutsuz aşklarını anlatan ezgiler döktürdü önce... Sonra da Anadolu'nun dağlarını, denizlerini betimleyen, Akdenizli halkların konukseverlik ve karşılıklı dayanışma duygularını dillendiren ezgileri, kavalından yanık yanık üflemeye başladı... Ve Apollon'un söylediklerine ters olarak, Akdeniz halklarının bu güzelim topraklarda, tanrıların ve onların elçilerinin elinde oyuncak ve köle olduklarını da anlattı...


Aslında bütün insanların bütün dünya coğrafyalarında, tanrılar kadar mutlu olmamaları ve kardeşçe yaşamamaları için hiçbir neden olmadığını dillendirmeye çalıştı. O yüzden tanrıların insanlara biçtiği yazgıyı el ele verip değiştirmekten söz etti. Marsyas'ın inceden inceye, öksüz kavalından döktürdüğü bu ezgiler, dağlardan taşlardan ebemkuşakları gibi düğüm düğüm çözülerekten bütün Anadolu'yu harmanladı. Oralardaki insanların gönüllerine sindi. Perikızları da, bu kavalın yaydığı yanık ezgilerden çok etkilendiler; kendilerinden geçtiler. Ne var ki iş oylamaya gelince, tanrı Apollon'un şerrinden ürktükleri için haliyle oylarını ondan yana kullandılar. Hakemler kurulundaki kral Midas ise, ülkesi Anadolu gibi buram buram insanlık ve aşk tüten o yanık ezgilerin büyüsüne kapıldığından, tanrı Apollon'u bırakıp ölümlü müzisyen Marsyas'tan yana kullandı oyunu! Haliyle kavalcı Marsyas, bire dokuz yenilmiş sayıldı! Çünkü Musa'ların sayısı dokuzdu! Bu sonuç üzerine müzisyen Marsyas; tanrı Apollon'un parmaklarıyla çaldığı liriyle yetinmeyip araya sözlü şarkı da karıştırdığı için yarışmanın adil olmadığını öne sürdü. Çünkü hem kaval çalmak, hem de sözlü şarkı söylemek olası değildi! Bunun üzerine tanrı Apollon da çalgıların tersinden çalınarak yarışmanın yenilenmesini önerdi!.. Kavalı tersinden üfleyip çalmak da mümkün olmadığından Marsyas, haliyle yenilmiş sayıldı...


Ne var ki tanrı Apollon; müzisyen Marsyas'ın hem Olimposlu tanrılara meydan okumasına, hem de yarışmanın adil olmadığını öne sürmesine çok öfkelendi. Bu düpedüz tanrılara bir isyandı...


Zaten becerisine ve dehasına güvenip bir tanrıyla bir ölümlünün yarışmaya girmesi de ne demek oluyordu? Böylesi duyguların öfkesiyle hemen Marsyas'ın derisini yüzdürüp, örnek olsun kabilinden, oralardaki bir mağaranın önüne astırdı!..


Ama sanatçıların esinperileri olan Musa'lar da; Apollon'un şerrinden ürküp oylarını ondan yana kullanmış olmalarına ve bu yüzden de Marsyas'ın böyle bir yazgıya kurban gitmesine çok üzüldüler. Sonra da öylesine çok ağladılar ki, bu gözyaşlarından hemen oracıkta oluşan bir selcik, giderek bir çaya dönüştü... İşte günümüzde Çine Çayı denen bu akara, Marsyas Çayı demeye başladı o çağın insanları...


Ne var ki Akdenizli halkların çilelerini dillendirmek için kavalından üflediği ezgiler, yalnızca yüreğine ve kafasına değil, derisine bile sinmişti Maryas'ın... O yüzden Anadolu dağlarından yoksul bir kaval sesi çözülüp geldiğinde, onun mağara ağzına asılmış o derisi hemen ürperir, titremeye başlardı...


Yarışmada hakem olan kral Midas'a gelince... Tanrı Apollon; bir tanrı ezgisinin benzersiz güzelliğini sezemeyecek kulakları olduğu gerekçesini öne sürerek, oyunu Anadolulu hemşehrisi Marsyas'tan yana kullanan Frigya kralı Midas'ın kulaklarını da, hemen eşek kulaklarına dönüştürüverdi!..

 


Kral Midas Kimdi?

 


Frigya'nın ilk kralıydı Midas ve Anadolulu Anatanrıça Kibele'ye tapıyordu... Hatta onun adına yaptırdığı tapınağın da başrahibiydi... Gene Midas, doğa ve şarap tanrısı Diyonisos'a da gönülden bağlıydı... Bu tanrının insanlara cömertçe dağıttığı doğa ve dünya nimetlerinden payını her zaman almasını bilirdi. Zaten Anadolu'da ve yakın coğrafyalarda, dağ-bayır demeden tanrı Diyonisos'la birlikte dolaşan yarı insan, yarı hayvan bedenli Satiroslardan oluşan alayını da buyur ederdi sarayına sık sık. Onları uzun süre, gönülden ağırlardı...


İşte arkasındaki şen şakrak "Satiroslar"dan ve kadın "Maynadlar"dan oluşan alayıyla, bütün Akdeniz ülkelerine doğa sevgisi, yaşam sevinci ve barış saçarak giden tanrı Diyonisos; gene her zamanki gibi Midas'ın ülkesi Frigya'ya da uğradı bir gün. Haliyle kral onları sarayında verdiği görkemli bir şölenle iki gün iki gece ağırladı... Ne var ki şölen sırasında şarabı fazla kaçıran Satiroslardan biri, sarayın bahçesindeki güllerin arasında uyuyakalmış, Diyonisos'un alayı da onu almadan saraydan ayrılıp gitmişti... İşte Kral Midas; tanrı Diyonisos'un alayından olan bu Satiros'u on gün on gece, sazlı sözlü eğlencelerle konuk etti sarayında. Sonra da götürüp tanrı Diyonisos'a teslim etti. Kralın konukseverliğinden son derece etkilenen tanrı, ona kendisinden bir şey dilemesini istedi hemen... Midas da, içindeki iblisin dürtüsüyle olacak, "her dokunduğu şeyin altına dönüşmesini" istedi. Ne var ki Diyonisos, böyle bir yeteneğin çok uğursuz bir şey olduğunu söyleyemedi krala. Ve dileğini hemen yerine getirdi...


Artık kral Midas'ın dokunduğu her şey, haliyle kaskatı altın kesilmeye başladı!.. Örneğin ayakkabıları, el sürdüğü kapılar, açtığı pencereler hep altına dönüşüyordu... İşin kötüsü eline aldığı yiyecekler de, içeceği su da altına dönüştüğünden artık doğru dürüst yiyip içemez oldu... Haliyle açlıktan susuzluktan ölecek durumlara düştü... Sonunda Diyonisos'a yalvar yakar olup ayaklarına kapandı. Kendisini bu hallere düşüren o uğursuz yeteneği hemen geri almasını istedi. Kralın durumuna acıyan Diyonisos da, gidip Gediz Nehri'nde yıkanmasını salık verdi ona. Midas da hemen nehre gidip iyice yıkandı. Yıkandığı ırmağın suları altın rengine kesilip öylece, sarı sarı aktı birkaç gün süresince... Hatta bu sular, kıyıdaki kumların üstünde sapsarı altından bir tül bile oluşturdular! Böylece Midas da, bu her tuttuğunun altına dönüşmesi illetinden kurtuldu; zenginlik hırsından da arındı... Artık kendini tümden doğaya, doğanın sunduğu nimetlere, güzel sanatlara, özellikle musikiye adadı...


İşte yukarıda da anlatıldığı gibi günlerden bir gün, tanrı Apollon'la bir ölümlü olan Marsyas arasında düzenlenen ilk musiki dalındaki yarışmada kral Midas; dokuz esinperisi güzel Musa'lar ile birlikte hakemlik etti. Ama oyunu tanrıdan yana değil de Marsyas'tan yana kullandığı için tanrı Apollon da öfkelenip onun kulaklarını eşek kulaklarına dönüştürüverdi!..


Artık bu durumundan çok utanan kral Midas, kulaklarını saçlarının içine gömüp saklamaya başladı ve başına da bir kalpak geçirdi... Haliyle sarayından çıkıp halkın arasına da giremiyordu... Ve onun bu sırrını yalnızca sarayın berberi biliyordu. Ve kral bu sır konusunda da onu sık sık uyarıyordu: Durumunu halka duyurması halinde bunu yaşamıyla ödeyeceğini söylüyordu hep... Ne var ki işi gereği zaten geveze olan berber, can korkusuyla saklamaya çalıştığı bu sırrı birilerine söyleyemezse, hemen öleceğini düşünmeye başladı... Bu yüzden sık sık kimsesiz kırlara atıyordu kendini... Gene böyle kırlara sığındığı bir gün, sazların bulunduğu bir yerde, derince bir çukur açtı... Bir duyan, bir gören olmasın diye sağına soluna iyice bakındı. Kimsenin duymayacağından emin olduktan sonra da açtığı o derin çukura eğilip; "Midas'ın kulakları... var... Midas'ın eşek kulakları var!.." diye bağıra bağıra döktü içini... Artık bu ürkünç ve saklanması olanaksız sırrın ağırlığından kurtulan berber, kimselerin de kendini görüp duymadığından emin olarak, bir kuş hafifliğiyle hemen saraya döndü...


Ne var ki berberin açtığı çukurun çevresinde, daha berber saraya dönmeden bir yel esmeye başladı hafiften hafiften... Bu yelle salınan ve sallanan sazlar; berberden duyduklarını, inceden inceye hışırdayaraktan, oradan gelip geçenlere fısıldamaya başladılar... Onlar da kente gidince sazlardan bu duyduklarını kulaktan kulağa yakınlarına duyurdular... Böylece kral Midas'ın eşek kulakları olduğunu, bütün Frigya halkı öğrendi!


Haliyle halk, bu gerçeği gözleriyle görebilmek için kralın başını açmasını istemeye başladı... Ne var ki Frigyalıların, yöneticilerini bu yakından tanıma tutkusu, giderek daha sonraki halklara da umarsız ve bulaşıcı bir hastalık gibi bulaşacaktı...


Ve egemen krallar da, kendilerini hep kusursuz göstermek ve gerçek kimliklerini saklamak için, buyruklarındaki halklara durmadan kan ağlatacaklardı... 



Akdeniz Mitologyasından Efsaneler

Yaşar Atan

NASIL ÖLDÜRÜLDÜLER-7

 

I.  ANDRONİKOS (1185)


Anadolu Selçukluları'nın 1176 yılında, Bizans ordusuna karşı kazandığı ve II. Malazgirt Zaferi olarak bilinen savaştan sonra, Bizans iyice karışmış, siyasî istikrarsızlık baş göstermiş ve gücü ele geçiren imparatorluk tahtına oturmuştur. 12 yaşındaki veliahd Aleksius'u öldürüp imparatorluk tacını giyen I. Andrinikos, iki yıl kadar saltanat sürdükten sonra, 1185 Eylülünde, İstanbul'da çıkan bir halk ayaklanması sebebiyle tahtından indirilmiş ve tarihte eşine az rastlanır bir vahşetle katledilmiştir.

İmparator, yakalandıktan sonra boynuna ve ayaklarına zincir takılarak Anemos Kalesi'nde hapsedilmiş ve isyanın elebaşlarından Isokios'a gösterildikten sonra,  binbir türlü hakaretle yumruklanıp tekmelenmeye başlanmıştır. Dişleri kırılıp, saçları yolunan eski imparator daha sonra dışarı çıkarılınca, kocalarını öldürdüğü yahut kör ettirdiği kadınlar ona tokat atmak için yarışmışlar; bundan sonra bir eli ve cinsel organı kesilmiş, ekmeksiz ve susuz bırakılarak daha önce kaldığı zindana atılmıştır.


Bir kaç gün sonra bir gözü çıkarılarak, başı açık olduğu ve sırtında sadece bir iç gömleği olduğu halde bir deveye bindirilip İstanbul sokaklarında dolaştırılmıştır. Halk içinden en aşağılık ve reziller, ne onun işgal etmiş olduğu mevkiye, ne de vaktiyle ona karşı vermiş oldukları bağlılık yeminine hiç bir saygı göstermeksizin, kızgınlığın son haddinde küfürler savurmak için birikmişlerdir. Bazıları kafasına sopalarla vurmuş; başkaları suratına pislik atmış, daha başkaları taşlar savurup vücuduna şiş saplamışlardır, iyice sapıtmış bir kadın başından aşağı bir kazan dolusu kaynar su boşaltmıştır.


Nihayet onu ayaklarından asmışlar, bütün bu azaplara inanılmaz bir dayanıldık gösterdiğine şahit olmuşlardır. Bir ara ağzını açarak bu kudurmuş barbar kalabalığa:


-Artık kırılmış bir fidanın üstüne niçin yürüyorsunuz?" dediği duyulmuştur.


Halkın canavarlığına nihayet yoktur. Daha fazla tatmin olmak için gömleğini yırtıp paramparça etmişler; adamın biri kılıcını ağzından bağırsaklarına kadar sokmuştur. Her biri kılıcını iki eliyle tutan iki İtalyan, hangi kılıcın daha iyi ve hangisinin daha usta olduğunu denemek için bunları, bütün güçleriyle imparatorun vücuduna sallamış ve onu neredeyse ikiye bölmüşlerdir. Bu sırada sağlam elini ağzına götürerek can verdiği görülmüştür. Bazıları bu hareketi yaralarından  akan  kanı  içerek susuzluğunu gidermek için yaptığını sanmışlardır.



III.  KILIÇARSLAN (1205)


Çocuk yaşta Selçuklu sultanı olan III. Kılıçarslan, Rükneddin Süleyman Şah'ın oğludur. Babasının ölümünden sonra yedi ay kadar sultanlık yapmış, daha sonra Konya'yı kuşatan amcasının oğlu Gıyaseddin Keyhüsrev tarafından yakalanarak Kevele Kalesi'ne hapsedilmiştir.  Burada yay kirişiyle boğdurulduğu rivayet edilmiştir.



CAMUKA (1206)


Dünyanın gelmiş geçmiş en büyük imparatorluklarından birini kurmuş olan Cengiz Han'ın en yakın arkadaşı,  kan kardeşi ve komutanlarından biriydi. Daha sonra kendisinden ayrılıp düşmanları safına geçmiş; hatta onları kışkırtıp Cengiz üzerine saldırmalarını sağlamıştı. Uzun mücadelelerden sonra mağlup edilen ve yakalanarak Cengiz'in huzuruna getirilen Camuka, eski arkadaşından, kanının yere dökülmeden öldürülmesini rica etti. Şaman inancına göre "insanın ruhu kanında  olduğu için" bir soylunun, kanının dökülerek öldürülmesi ona yapılmış en büyük hakaret ve kötülük sayılırdı. Bu inancın daha sonraki asırlarda, hatta Osmanlılar döneminde de devam ettiği görülmüştür. Düzmece Mustafa'nın, II. Murad'a, kendisinin bir şehzade gibi kanının dökülmeden öldürülmesi gerektiğini söylediği kaynaklarımızda yazılıdır. Anadolu Selçukluları dönemi boyunca sultan ve şehzadeler hep yay kirişiyle boğulmak suretiyle kanları dökülmeden öldürülmüşlerdir.


Cengiz, eski arkadaşının teklifini kabul ederek onun öldürülmesine yeğeni Alçıday'ı memur etti.


Alçıday, yaptığı hataların ve ihanetenin cezası olmak üzere Camuka'nın bütün mafsallarını birer birer kırıp dayanılmaz işkencelere uğrattıktan sonra, özel olarak hazırlanan tahta bir alet üzerine yatırıp bel kemiklerini de kırarak öldürdü.



I. GIYASEDDİN KEYHÜSREV  (1211)


Anadolu Selçuklularının altıncı hükümdarı ve Sultan II. Kılıçarslan'ın 12 oğlunun en küçüğüdür. Ağabeyleri ile giriştiği taht mücadeleleri sonunda hükümdar olmuş ve nihayet 1211 yılında Bizanslılarla yapılan bir savaş sırasında, ordusunun büyük bir zafer kazanması üzerine, savaş meydanını gezerken, ölüler arasından fırlayan bir Frenk askerinin ani saldırısı ve kılıç darbeleri altında devrilerek şehid olmuştur. Sultanı öldürdüğünü söyleyerek imparator Laskaris ve kaçan Bizans ordusunu geriye döndürüp Selçuklu kuvvetlerinin mağlup olmasını sağlayan hain Frenk askeri, zaferin kazanılmasından sonra Laskaris tarafından katledilmiş ve imparator Sultan Gıyaseddin Keyhüsrev'in cenazesini Selçuklulara teslim etmiştir. Bir süre Akşehir'de kalan cenaze daha sonra oğlu İzzeddin Keykavus tarafından Konya'ya getirilerek Sultanlar Türbesi'ne defnedilmiştir.



NECMÜDDİN KÜBRA (1221)


Kübrevî Tarikatı'nın kurucusu ünlü bir mutasavvıftır. 1145 yılında Harezm'in bir köyünde doğup büyümüş, genç yaşta ilimle meşgul olmaya başlamış ve daha ziyade hadis sahasında temayüz etmiştir. 35 yaşlarında iken tasavvuf mesleğine girerek kısa zamanda olgunluğa erişip kendi bölgesi olan Harezm'de bir tekke açmıştır. İlmi, takvası ve yüksek şahsiyetiyle etrafına çok sayıda insan toplanan ve birçok değerli talebe yetiştiren Necmüddin Kübra, 1221 yılında Harezm'in Moğollar tarafından işgali sırasında, şehri terkedip kaçmadığı gibi, kafir Moğollarla cihada girişmiş; eline geçirdiği taşları onlara fırlatarak mücadele ederken göğsüne saplanan bir okla yere düşüp şehid olmuştur. Son nefeslerini verirken kafir Moğol askerlerinden birinin saçını kavradığı ve askerin onun elinden saçının kesilmesiyle kurtulabildiği rivayet edilmiştir. Büyük mutasavvıf şairlerden Mevlâna Celaleddin bir şiirinde bu olaya işaretle şunları söylemiştir:


"Bir elden  nûş edip iman şarâbın

Bir elde perçem-i  kâfir  tutarlar!"


Adına nisbet edilen Kübrevî Tarikatı pek fazla yaygınlaşmamakla beraber o, yazdığı çok kıymetli eserler sebebiyle kendisinden sonra gelen mutasavvıflar üzerinde ziyadesiyle etkili olmuştur.

Mevlâna Celaleddin'in babası Bahaüddin Veled'in de onun müritlerinden olduğu söylenmiştir.

Necmüddin Kübra'nın asıl ismi Ahmed'tir. Şehid edildiği sırada yaşı seksene ulaşmış bulunmaktaydı.

 


FERİDÜDDİN-İ  ATTAR (1221)


Birbirinden önemli eserleri sebebiyle İslâm dünyasının yüksek şahsiyetlerinden olduğu kabul edilen Feridüddin Attar, bugün İran sınırları içinde kalan ve Meşhed kentine yakın küçük bir kasaba halindeki Nişabur'un bir köyünde doğmuştur. Burada, attarlıkla meşgul olan babasının yanında yetişip büyümüş, o dönemlerde bir ilim merkezi sayılan Nişabur'da eğitimini tamamlamış ve tasavvuf mesleğine olan sevgisi sebebiyle eserlerini bu vadide vermiştir. Tezkiretü'l- Evliya, Mantık al-Tayr ve İlâhînâme isimli kitapları çok tanınmıştır.


Asıl ismi Muhammed olan ve Attar lakabını kullanan bu büyük şair-mutasavvıf kendisinden sonra gelenleri de derinden etkilemiştir. Hatta Mevlâna Celaleddin Rûmî söylediklerinin çoğunun Attar'ın sözü olduğunu belirtmiştir.


Moğolların Nişabur'u istila ettikleri 1221 yılında 90 yaşına ulaşmış bir ihtiyar olan Attar; taş taş üstünde kalmayan ve binlerce insanın kadın, çocuk, genç, yaşlı denmeden öldürüldüğü bu hengame içinde bir Moğol askerinin eline esir düşmüş, rivayetlere göre kendisinin bir torba samana satılması gereken çok değersiz bir kimse olduğunu söylemiş ve bu söze sinirlenen Moğol çerisi gazaba gelerek başını kılıçla kesip onu şehid etmiştir.  Halen bir ziyaretgah olan türbesi Nişabur'dadır.



CELALEDDİN HARİZMŞAH (1231)


Büyük Selçuklu imparatorluğu yıkılmaya yüz tutarken Horasan'da Harezmşahlar Devleti kurulmuştur.  Bir süre bölgenin tamamında gerçek bir hakimiyet kuran Muhammed Harizmşah zamanında Cengiz Han'ın orduları bölgeye girmiş, büyük bir vahşetle halkı katliama tabi tutmuş, Muhammed Harizmşah ve oğulları büyük zorluklarla kaçmayı başarmışlardır. Hazar Denizi'nde, küçük bir adada, acılar ve yoksulluklar içinde ölen Muhammed Harizmşah, yerine, kahraman oğlu Celaleddin'i halef göstermiş, intikamını almasını istemiştir.

Celaleddin Harizmşah son hükümdar olarak akıl almaz mücadelelere girişip Moğolları epeyce uğraştırdıysa da,  Anadolu  Selçuklu  Sultanı Alaaddin Keykubat  ile  savaşa  tutuşmak gibi büyük bir hata yapınca orduları dağılmış, kendisi de canını kurtarmak için Eyyubi hükümdarı Melik Eşrefe sığınmak üzere kaçarken, Silvan dağlarında, daha önce kardeşlerinden birini öldürdüğü  bir  Kürt  aşiret  reisi  tarafından katledilmiştir.



TERKEN HATUN (1233)


Harzemşahların kudretli hükümdarlarından Muhammed Harizmşah'ın annesidir. Dönemin ileri gelen şahsiyetlerinden biri idi. Çok nüfuz kazanmış; Harezm ülkesinin gerçek hakimi durumuna geçmişti. Kendisine "Meliketü'n-nisâi'l-âlemîn", "Uluğ Türkan", "İsmetü'd - dünya ve'd-dîn" deniliyordu. Oğuzlardan Sarı Cenkçi Bey Beyatî'nin kızı idi.


1220 yılında Cengiz Han'a esir düştü ve onun tarafından Karakurum'a götürüldü. Burada 13 yıl süren ağır bir esaret hayatı yaşadı. Öyle ki günlük yiyeceğini bile Cengiz Han'ın sofrasının artıklarından, bizzat gelip toplamak suretiyle temine mecbur tutulmuştu. 1233 'te ihtiyar yaşta öldü veya öldürüldü.


Terken Hatun'un pek çok siyasî hatalar yaptığı biliniyor. Hatta Otrar'da bulunan bir adamı, Cengiz'in ticaret kervanına ait malları gasbetmiş, 450 tüccarı hunharca öldürmüş olduğundan Moğolların gazabı doğmuştu.


Terken Hatun taklit edilemeyecek kadar güzel yazı yazabilen, ordular sevk ve idare edebilen, Kübrevî tarikatına bağlı, son derece haris, çabuk kan dökebilen bir kadındı. Oğlu, hükümdar Muhammed Harizmşah'ın çadırını başına yıktırıp görevden aldığı bir veziri, hiç bir şey olmamış gibi vazifesi başında tutabilen Terken Hatun, yaptıklarının hesabını yukarda anlatıldığı gibi pek ağır biçimde ödemiş ve Moğol zulmünün kurbanlarından biri olmuştur.

Cengiz,  Otrar'da  tüccarları  öldüren  valiyi yakalayınca onu da işkence ile öldürmüş, kulağına ve gözlerine erimiş gümüş akıtmıştır.



I. ALAEDDİN  KEYKUBAT (1237)


Anadolu Selçuklularının onuncu ve en kudretli sultanı olarak tarihe mal olmuştur. Gıyaseddin Keyhüsrev'in küçük oğludur. Ağabeyi İzzeddin Keykavus'un ölümü üzerine tahta çıkmış, pek çok zaferler ve başarılar kazandıktan sonra, kudretinin doruğunda ve henüz 45 yaşında iken Kayseri'de şehid edilmiştir. Ölümüne, çok sevdiği av etine karıştırılmış kuvvetli bir zehrin sebep olduğu bilinmektedir. Aşçıbaşını ele geçirerek sultanın zehirlenmesini sağlayanlar, oğlu II. Gıyaseddin Keyhüsrev ve yakın adamlarından Sadettin Köpek isimli bir vezirdir.

Sultanın zehirlenerek şehid edildiğinde takvim yaprakları 1237 yılının Ramazan Bayramını gösteriyordu. Cenazesi tahnit edilerek Konya'ya getirilmiş ve Sultanlar Türbesi'ne defnedilmiştir.


SADETTİN KÖPEK (1238)


Anadolu Selçukluları'nın büyük vezirlerindendir. Aynı zamanda, kudretli bir sanatkar ve mimardır. Alaaddin Keykubat zamanında şöhret kazanmış, bir süre sonra sultanın oğlu ile anlaşarak onu zehirletmiş ve yerine geçen II. Gıyaseddin Keyhüsrev'e rağmen devletin tek yetkilisi gibi hareket etmeye başlamıştır. Rivayetlere göre henüz 17 yaşındaki bu yeni sultanı da ortadan kaldırıp Selçuklu tahtına oturmayı düşünen Sadettin Köpek, dönemi içinde akıl almaz cinayetlere imza atmış, kendisine engel gördüğü herkesi acımasızca katletmiştir.


II.. Gıyaseddin Keyhüsrev durumun gittikçe kötüye gittiğini ve kendi saltanatının da ayakları altından kaymaya başladığını anlayınca, ustaca bir plan yapıp, Beyşehir Gölü kıyısındaki Kubadabad Sarayı'nda düzenlediği yemekli bir toplantı sırasında, daha önceden kendisini görevlendirdiği Kayseri Subaşısı Emir Karaca vasıtasıyla Sadettin Köpek'i öldürtmüştür. Onun feci sonu ile ilgili ayrıntıyı veren Selçuklu tarihçisi Ibn-i Bibi'nin yazdıklarına göre; yemek sırasında bir ihtiyaç için dışarı çıkan Sadettin, karşısında pür silah bekleyen Karaca ve adamlarını görünce feryada başlamış, kaçmaya çalışmışsa da hemen yakalanmış ve Bayraktar Togan Bey'in boynuna vurduğu keskin kılıç darbesiyle yere yıkılmıştır.


Sadettin öldürüldükten sonra, sultanın emriyle cesedi bir kafese konulup, sarayın yüksekçe bir burcuna asılmıştır. Sultan, bu zalim adamın öldürüldüğünü herkes görsün ve sevinsin diye böyle bir karar almıştır. Halk kafesteki parçalanmış cesedi seyretmek için surların dibine toplanmış, tam bu sırada ipi kopan ağır kafes kalabalığın üzerine düşmüş ve bir seyircinin ölümüne sebep olmuştur. Olayı kendi penceresinden seyreden genç sultan; "Vay uğursuz alçak! Ölümünden sonra bile kan döküyor!" demekten kendini alamamıştır.



II. GIYASEDDİN KEYHÜSREV  (1248)


Babası Alaeddin Keykubat'ı zehirleterek öldürdükten sonra, henüz 17 yaşında iken Anadolu Selçukluları tahtına oturan II. Gıyaseddin Keyhüsrev zevk ve sefa âlemlerinde vakit geçirmekte ve vahşi hayvanlarla oynamakta idi. 9 seneye yakın bir süre tahtta kalmış ve sonunda Alaiye (Alanya) Kalesi'nde, nasıl olduğu anlaşılamayan bir ölümle vefat etmiştir. Görgü tanıklarının ifadesine göre vahşi hayvanlarla oynamaktan çok hoşlanan sultan, bahçede iken "İmdat! İmdat!" çığlıklarıyla sarayı ayağa kaldırmış ve yanına yetişenler onun hiç bir şey söyleyemeden can verdiğini görmüşlerdir.

Cenazesi Konya'ya nakledilerek Sultanlar Türbesi'ne defnedilmiştir. Hadise 1246 yılının Ocak ayı içinde cereyan etmiştir ve sultan henüz 25 yaşındadır.



MUSTA'ZIM BİLLAH  (1258)

Abbasi hanedanından gelen son halifedir.

Moğolların Bağdat'ı işgal için ilerledikleri haberlerine inanmamış; "bu bizim tahtımızdır, onlara müsade etmezsek gelemezler!   demiş, fakat büyük gafletinin sonunda Tatarlar Bağdat'a girmiş, şehri yakıp yıkarak korkunç bir katliam gerçekleştirmişlerdir. Musta'zım, Hülagu Han tarafından zincire vurulup hapsedilmiş; Moğol hakanı yedi gün yedi gece düşündükten sonra, kanı yere akmadan öldürülsün diyerek onu keçe bir çuval  içine  sokmuş,  ağzı bağlanan çuval Moğol çerilerinin atları tarafından çiğnenmiş ve son Abbasi halifesi bu çuval içinde feci şekilde can vermiştir. Hülagu Han'ın korktuğu tek şey; "Bu adamın kanı yere düşerse zelzele ve diğer felaketler doğabilir!" diyen şamanist büyücülerin sözleri idi.  1258 yılında katledilen Musta'zım Billah şehid edildiğinde 48 yaşındaydı. Oğulları Ebubekir ve Ahmed  de  kendisi  ile  beraber öldürülmüşlerdir.




IV. KILIÇARSLAN (1266)


Anadolu Selçukluları'nın 13. hükümdarıdır. 28 yaşında iken veziri Emir Pervane ve Moğolların entrikaları sonucu çağırıldığı Aksaray'da, Napşı Noyan isimli Moğol komutanının çerileri tarafından yay  kirişiyle  boğdurularak  şehid edilmiştir. Moğolların ve Selçukluların törelerine göre  hanedana  mensup  olanlar  mukaddes kimseler sayıldıklarından kanlarının akıtılması doğru  değildir ve  onlar  mutlaka  boğulmak suretiyle öldürülürler. Nitekim IV. Kılıçarslan da üç tuğlu saltanat çadırında böyle boğdurulmuştur. Cenazesi Konya'ya nakledilerek ecdadının türbesine defnedilmiştir.




III. GIYASEDDİN  KEYHÜSREV  (1277)


Anadolu Selçukluları'nın son hükümdarlarındandır. Pek çok mücadeleden sonra tahta çıkmış, kardeşleriyle kavgalara tutuşmuş, sonunda Moğolların yardımını almak üzere İlhanlı memleketine gidince Argun Han tarafından Erzincan'da hapsedilmiştir. 1277 yılının Kurban bayramında, hapsedildiği yerden çıkarılıp yeniden Selçuklu tahtına oturtulmayı beklerken, odası önünde ayak sesleri duyup irkilmiş ve ellerinde yay kirişleri tutan Moğol çerilerini görünce hiç bir harekette bulunmadan boynunu uzatmıştır. Gözleri kanlı, iri kıyım 10 Moğol çerisi işlerini çabuk bitirmişler ve tıpkı babası IV.  Kılıçarslan gibi onu da genç yaşta öldürmüşlerdir.




EMİR PERVANE (1277)


Anadolu Selçukluları'nın ünlü veziri, uzun yıllar saltanat naibi ve çocuk sultanların iktidarında memleketin gerçek hakimi... Siyasetinin temeli Moğollarla işbirliğine dayandığı için yıllarca görevini sürdürebilmiş, fakat sonunda bazı hareketlerinden şüphelenen Moğol hükümdarı Abaga Han tarafından Aladağ'a çağrılıp muhakeme edilmiş ve idamına karar verilmiştir.

İki yüz  Moğol  süvarisi, Pervane ve yanında bulunan otuz iki yakınını atlara bindirerek idam mahalline götürmüşler, burada iki rekat namaz kılma müsadesi alan Pervane, Tatar kılıçlarına boynunu  uzatırken:  "Size  hizmet edenlerin mükafaatı bu mu olacaktı?" diye bağırmış, fakat hiç titrememiştir.



NASIL ÖLDÜRÜLDÜLER?

YAZAN: AHMET EFE

30 Nisan 2023 Pazar

NUSAYRİLİĞİN İÇYÜZÜ

 


 

ALEVİLİK veya NUSAYRİLİK


(Seyyid Abdülhüseyin Mehdi Askerinin (H. 1400 münasebeti) Kuveyt’te yayınlanan eserinin özeti olarak tercümesidir.)


Bilindiği gibi İslâmiyet Arap yarımadasında zuhur etti. Bu bakımdan tabir caizse, ilk muhataplar Araplardı. Dolayısıyla onlar eliyle ve merkezden muhite doğru hızla yayıldı. On yılda bütün Arap yarımadasını tuttu. Ve hemen işaret edelim ki, daha bu noktada bile putperest, hristiyan ve yahudi inançlı birçok kişi ve kabilenin çıkarları haleldâr olmuştu. Bu yüzden de daha o günlerde birtakım suikastler, yıkıcı plân ve gizli teşkilâtlanmalar olmuştu.


Sınırlar; Şam'a, Mısır’a, Irak ve İran'a uzanınca da, daha geniş bir cephe ile karşılaştı. Mecusi, Hindu, Yahudi, Hristiyan vs. gibi çeşitli din mensupları İslâm'a girdi. Bir kısmı eski alışkanlıklarını devam ettirirken, bir kısmı da kasten ve sırf İslâmî İçinden bozmak için eski dinlerindeki bazı ilke ve inanışları İslâmî renkte ve İslâmi tabirlerle yaşatmaya, yaymaya çalıştı.


İşte çeşitli hurafe ve sapık inanışlar, bunlara bağlı mezhepler böyle zuhur etti:


(Bunun en çarpıcı yönü ise, İslâmi temaları ve kutsal mefhumları aşırı noktalara vardırma tutumudur ki, buna «Ğulüv» denir. Bu tür ifratçılara da «Ğulat» veya «Galiye» tabir edilir.) Bunlar ister tarikat, ister mezhep adı altında olsun, İslâm şeriatının hududunu aşan, onu çığırından çıkaran, batıl noktaya vardıran davranış ve düşünüşlerdir. Her devirde de dış düşmandan çok daha zararlı olmuşlardır. Hele bir de «Nusayrilik» gibi özellikle islâmdan intikam almak için ortaya atılmış bir nazariye olursa!...



Nusayrilik türünde; İsmailiye, Safeviyye. Mevlevilik, Bektaşilik, Babailik, Bahailik. Kadyanilik sayılabilir. Ama bizim konumuz ve bütün bunların en eşedi katıksız kâfiri Nusayriliktir ki; şu an Suriye topraklarında on binlerce sünni müslümanın can ve namusunu çiğnemektedir....



Kurucusu ve Tarihçe:


Nusayriliğin kurucusu, «Ebu Şuayb M. bin, Nusayr en-Numeyri el-Basridir. H. III. cü asırda yaşadı. Acem asıllı ve (şiaca meşhur) on iki imamdan Ebulhasen el-Askeri'nin kölesiydi. Onunla beraber; Aliyyül-Hâdi (214-254), Hasenül-Askeri (230-260) ve Muhammed Mehdi; (255 -?) dönemini idrak etti. Onların çevresinde Şii kültürüyle büyüdü.

Ve bu İbni Nusayr, kendisini «Bab» olarak tanıttı. Ama Hasan Askeri’nin vefatından, sonra ve özellikle Mehdi'nin kayboluşuyla fitnesini daha da ileri götürdü ve kaybolan M. Mehdi'nin ölmediğini ve geri geleceğini söylerken fitneci Askerinin de ilah olduğunu ve kendisinin Peygamber olarak gönderildiğini açıkladı.


Çünkü o Gulat'ın inancını esas alıyor. Allah'ın bû zatın şeklinde tecelli ettiğini ifade ediyordu.


Esasen bu iddiasını Hasan Askeri zamanında da ortaya atmıştı ki; o zat bir dostuna yazdığı mektubunda; «İbni Nusayrin dediklerinden teberri ederim, Allah’a sığınırım. Allah ona ve iddiasına lanet etsin...» diye yazıyordu.


Bu Nusayri taifesi bugün, Türkiye’nin güneyinde, Lübnan’ın kuzeyinde, Suriye’nin sahil ve dağlık bölgelerinde, Türkistan ve İran’da oldukça kalabalıktır.


Bu isim (Nusayrilik) dinî ve tarihî bir ünvandır. Ama mahalli olarak değişik isimle anılırlar. Meselâ, Anadolu’nun batısında «Tahtacı», İran'da «Alevi veya Aliye tapanlar» diye tanınırken; Türkistan'da ve Türkiye'de ayrıca «Kızılbaş» tabiriyle de anılırlar. Bir yönüyle Şii istılahlarıyla konuşan ve kullanan bu taife, bir yönüyle de Batıniliğin en aşırısını yaşarlar...


Öte yandan, birçok inanç ve işlerinde de; Yahudi, Hristiyan ve Mecusi gibidirler...

Hal böyle iken; Fransa’nın I. Dünya Savaşı sonrası, Suriye’yi ve Türkiye'nin güney kısmını işgali sırasında bu taifeye dayanmış, buna karşılık da, ilerde Nusayrilere bu bölgede devlet kurma va’dinde bulunmuşlardır. Bu arada, Nusayriliğin, hem şiiler hem sünnilerce kâfir ve mürted sayıldığı için, tutunabilmesi bakımından Fransızlar bu taifeyi «Aleviler» diye tanıtmayı uygun gördü ve Nusayriler de bu ismi benimsediler. Çünkü İmam Ali'ye nisbet edilmiş olmak, İbni Nusayre nisbetten daha garantiliydi...




1 —  «ĞULÜV» ve «ĞULAT»


Ğulüv, bir üslup ve tutum ifade eder. Ama İslâma karşı bir hareketin tavrı ve adıdır... Gayesi; İslâmı içinden vurmaktır. Ve tabii en tehlikeli ve en müessir bir yıkım metodudur bu...


Çünkü İslâma karşı olduğunu belirtme şöyle dursun, ona hizmet onun gerçeğini bulmak sloganıyla meydana çıkıyor... İslâm tabirlerini kullanıyor, İslâm büyüklerinin adını kullanıyor. Meselâ; Hak diyor. Rıza diyor, Muhammed ve Ali diyor, bütünüyle İslâmî savunur görünüyor... En hararetli savunucu gibi...


Ğulüv: aşırılık ve aşırı gitme, işi çığırından çıkarma, çığırtkanlığı ile de hak yoldakileri itham edip hain ve zalim ilân etme manalarını içine alır. Bu anlamıyla, ehli sünnet dışındaki her fırkada bu tavır vardır. Ancak «Galat» ismi, «sevgide aşırı giderek beşeri ilâhlaştıran zümreler» için kullanılmıştır.


Ve ilk bakışta bu tipler belli olur. Meselâ; «salih kişiler, meleklerden de, nebilerden de üstün olur» diyebilen bir Sünni çıkabilir. O ğulüv, yapmıştır. Yahut; «Allah hakkıyla tanıyan ve fena fillah derecesine varan kişiden şer'i sorumluluklar düşer» diyebilen bir ehli tarik çıkabilir. O da ğulüvdedir. Aşırılığa düşmüştür... Yine: «Resulullah, benden sonra nebi yoktur. Allah’ın dilediği müstesna» buyurdu, diyerek; yeni peygamber gelmesine cevaz verenler olabilir. (Mutezile gibi). Habıti (H. 232) nin dediği gibi: «Alkıh kadim Halîktir, Meryemoğlu İsa ise hadis halîk İddiası, domuzun beyni ve yağı helâl diyen, tenasuha inananlar olur. Hariciler gibi; namaz, iki rekat sabah, iki yatsıdan ibarettir diye sadece Hud suresinin 114. ayetini alıp öbür ayetleri pas geçenler bulunur.


Meymuniye (ki yahudi İbni Meymunun kurduğu sistemdir) gibi kişinin torunlarıyla nikâhının caiz olduğunu iddia edenler olmuştur. Halbuki sadece, Yusuf suresini okumak yeterdi, anlamak için... Hepsi ğulüv, aşırılık ve sapıklıktır...


Ama «Ğulüv» adeta Şia mezhebinin asli sıfatı, tavrı ve bir ana prensibi olarak biline geldi... Ve bunun kaynağı ve ilk muharrik sebebi de, imamet meselesidir. Ehl-i beyt sevgisinde aşırı gitmeyle başlar. Ama hemen kaydedelim ki; Şianın bütün kollarında Ehl-i beyt sevgisi ve İmametin evlad-i Aliye vasiyyet edildiği iddiası varsa da, ne İsnaaşeriye, ne de Zeydiye veya Caferiye, Gulat'a benzer. Onlarda Gulüv yoktur. Bunlar arasında, aşırıların bulunabilmesi de toptan bu zümreleri itham etmeyi gerektirmez...


ulüv: Haddi aşmaktır. Bir şeyden maksat neyse, onun dışına taşmaktır. Kur’an-ı Mübin’de: «Dininizde aşırı gitmeyin» buyuruluyor. Hadisi şerifte de: «Dininde ğulüvden menederim, çünkü sizden önce geçen milletler dinde aşırılıklarından battılar» buyuruldu. Çünkü Allah'ın dini orta yoldur, ifrat ve tefriti meneder. Ulema bu tutum ve tavrı çeşitli şekilde tarif eder. Meselâ «Gulat», müslüman görünümünde bulunan ama Ali ve evladına uluhiyet isnad ederek, onlara bağlılığını güya ki böylece ifade eden garip tiplerdir. Onları olduğundan fazla göstermekle bu sapıklığa düşmüşlerdir. Abdülkerim Şehristani’nin ifadesi ise şöyle: «Galiye taifesi, İmam edindikleri zevat hakkında aşırı görüşlere saplanan, yaratılışa bile karşı gelen bir garip kafa yapısına sahiptir. Çünkü beşere ilahlık isnadeden kişi hangi çağda yaşarsa yaşasın vahşet hali göstermiş olur.».


İbni Haldun ise «Gulat», İmamlara uluhiyet isnad etmekle imandan çıkmanın ötesinde akıl hududlarını da çiğnerler. İster beşeri ilâh saysın, ister uluhiyetin o beşere hûlul ettiğini (onun içine girdiğini, onda tecelli ettiğini) iddia etsin...» diyor.


 


Gulat Taifesinin En Belirgin Kanaati:


1-Hulül: 


Bu görüş, Gulat’ın en baş ve temel sapma noktasını teşkil eder.


Bu, ilâhın bütünüyle veya cüzi olarak yahut zatıyla veya ruhuyla beşere geçmesi demek olur. «Gulat», bu halin peygamberlerde veya imamlarda vuku bulduğunu savunur. Geçmişte bu oldu. Hristiyanların «Allah İsa şeklinde cesetlendi» demesi. Hint dinlerinde tanrılarının bazı insan ve varlıklarda görünmesine inanışı böyledir. İslâmi dönemde ise bunun mucidi, yahudi dönmesi Abdullah İbni Sebe’dir. Bunlara göre Ali (RA.) gerçek anlamda ilâhtır. Bu Sebeiyye görüşüdür. Beyaniye ise. Ali'ye cüz'î şekilde uluhivvet girmiştir, dolayısıyla o gaybi bilir der.


Hattabiye taifesine göre ise, İmam Ali ilah, Hasan ve Hüseyin'in evladı ise Allah'ın evlatlarıdır. Bu iddia Ca'fer es-Sadık'a ulaşınca onlara lanet etmiştir. Ama Hattabi mel'un bu sefer de kendisinin ilah olduğunu iddiaya kalkmıştır.


 


Şeriyye zümresi, «Allah;  Muhammed, Ali, Hasan-Hüseyin ve Fatîmâ’ya hulûl etti» der.

Nusayrilere göre ise; «Allah Ali’ye hulûl etmiştir. Ali daha yer gök yaratılmadan vardı...» İbn Nusayr, aynı zamanda Ebulhasen Askerinin de tanrı olduğunu savundu.. Kendisinin de peygamber olarak onun tarafından önerildiğini iddia etti. 


Gulat hakkında değişik görüşler vardır. Bazısına göre fars kaynaklıdır. Bazılarına göre mesih fikrinden gelir. Her ne olursa olsun tevhid akidesini iptal eden «HulüI» fikrini bütün İslâm uleması şiddetle reddeder. 




2 — TENASÜH;


Tenasüh, ruhun cesed değiştirdiğine inanmaktır. Yani ölen insanin ruhu ya bir insana, ya bir bitkiye ve hayvana intikal eder. Orada yeni bir hayata başlar. Bu ölüm ötesini, ahiret hayatını, sevap ve ikabı, cennet ve cehennemi inkâr demektir. Ve zaten bütün Gulat, özellikle Nusayriler bunları inkâr ederler. Ve derler ki; ruh iyi bir cesede geçerse cennet orasıdır, kötü bir cesede geçerse orası da onun cehennemidir. İmam Eş’ari de «makalât» kitabında bunların böyle İnandıklarını ifade etmektedir. Şehristani ise: Gulatın bütün kollarının hulûl ve tenasüh görüşünde ittifak halinde olduklarını; bu fikrin de mecusi (mozdekizm) ve Hint (Brahmanizm) felsefelerinden gelme olduklarını söyler.


Bütün İslâm uleması, bu fikri de şiddetle reddeder. Çünkü tenasuha inanmak, islâmın temel akidesinden kıyamet ve hesap gününü şumüli ile inkâr demektir.



3 — TEVİL:


Bu da bütün gulatın ve bilhassa Nusayriliğin üçüncü büyük ilkesidir. Tevil, Nusayrilerin anlayışında; ilmi manâdaki gibi değildir. Çünkü muhakkak ulemanın anlayışında tevil; bir delile dayalı bir lafzın manasını eıi yakın manâdan az yakın olana yormaktır. Eğer lafzın yorumu yapıldığı o manâyla alâkası yoksa, bir karine de mevcut değilse, o fasit bir tevildir. Nassları oyuncak yapmaktır. İşte gulatın yaptığı budur. Çünkü onlar; Kur'an’ın bir zahiri, bir de batınî olduğunu iddia eder. Batınî manânın esas olduğunu söyler, her lafzın gizli bir manâsını çıkarmağa çalışırlar. Tabii kendi zevk ve anlayışlarına göre..


Bu cümleden olarak «Beyaniye» kolunun reisi Beyan İbni Sem’an: «Bu insanlar için bir beyan, müttekiler için hidayet ve öğüttür.» ayeti kerimesini şöyle tevil ediyor: «Beyan benim hidayet de öğüt de benim...» «Allah’ın vechinden başka her şey helak olucudur», «Herkes fani olur, yalnız Rabbinin vechi kalır» ayetlerini de şöyle tevil ediyor; «Allah nurdan bir adamdır, her tarafı yok olur, sadece yüzü kalır.» Başka bir taife de, müttakilere, salihlere kurtuluş vadeden ayeti imama vasıl olanlar şeklinde tevil ederler, cennet imamdır derler. Cehennemse onun zıddıdır. Benzer teville bütün haramları ve bütün şeri ahkâmı tevil ve tağyir ederler, cennet imamdır derler. Cehennemse onun zıddıdır Benzer tevillerle; farzları, haramları ve bütün şeri ahkâmı tevil ve tağyir ederler. Haram birtakım insanların isimleridir. Uymamız gerekir. Harama ise kendilerinden kaçınmamız gereken kimselerin isimleridir... gibi.


Bundan dolayı İmamı Gazali; böyle haşri, hissi cezaları teville inkâr edenleri tekfir etmek caizdir der.


Gulatın ve Nusayrilerin ehlisünnet akidesini ve bütün islâm ahlâkını yıkmakta kullandıkları en güçlü silah da işte bu tevil metodudur. Gulatın en eşeddi ise muhakkak ki Nusayrilerdir. Ve tevil metoduyla en şen’i günahları helal sayarlar. Meselâ: Erkeğin erkekle nikâhı ve cinsi ilişkisi Kişinin kızkardeşi veya torunuyla nikâhlanması. Namaz, oruç ve zekâtın; gereksizliği. Hz. Ebubekr gibi büvüklere lânetle anmaları. Mum söndürme ve toplu zina İçkiyi helâl saymaları...




HEDEFLERİ:


İslâmî yıkmaktır ve şu usullerle:


Dini kargaşa; Bir liderleri şöyle diyor ; «Ben Muharrimed'in dininden bunalıyorum, ordum yok ki onlarla savaşayım. Malım da yok aleyhte harcayayım. Ancak uzun vadeli hile ve plânlarım var. İmkân buldum mu, Muhammed'in dinini karmakarışık ederim.,


Nitekim onlar ilk iş olarak hulûl prensibi ile vahted akidesini gölgelemeğe kalktıkları gibi Muhammed (S.A.V.)'in son peygamber olduğunu da inkâr ettiler. Yeni bir peygamber geleceğini İddiaları bir yana, bizzat kendilerini de peygamber ilan edenler oldu. Öte yandan da Kur'an-ı Kerim’in lafızlarını tevil ederek ahkâmını tahrif ettiler. Yine onda tenakuzlar bulunduğunu söyleyenler oldu.  Ama tabii işlerine geldiği yerde de,  ona başvurmadan geri kalmadılar...


Aynı çizgide sünneti tahrife de kalktılar. Tarihte hadis uyduranların hemen hepsi bu, gulat arasından çıkmıştır. Nitekim İbn'il-Esir şöyle diyor : «İslâm düşmanları ona karşı kuvvet kullanamayınca hileye başvurdular; hadis uydurdular. Bunlarla dinin ana esaslarına zıt fikirler yaymağa çalıştılar. Sahih hadisleri ise tevil veya uydurma ayıplarla örtmek istediler...» Nitekim bu yalancılardan (Abdülkerim bin Ebi el-Avca) idam edilirken 4000 adet hadis uydurduğunu itiraf etti.


İslâm hakimiyetini yıkmak: Bu fitne ve anarşi demektir. Galiye fırkasının her devirde ve her iklimde tutumu bu olmuştur. İslâmî idarelere imkân buldukça başkaldırmışlardır. Ve bilhassa dış müdahalelerde ve istilalarda yabancılara ajanlık yapmış ve gayri müslimlere yardımcı olmuşlardır.


Gulat Hakkında Şer’i Hüküm;


İslâm ulemasının hangi mezhep ve tarikattan olursa olsun. İttifak ettiği ve onlara inanmaksızın hiç bir ferdin mümin sayılmıyacağı üç büyük din temeli var.


1 —  Allah’ın var ve bir olduğu.  Bütün kemal sıfatlarıyla muttasıf, her noksandan münezzeh (sıfatı subutiye sıfatı selbiyye) olduğu.


2 — Bütün peygamberlerin genel olarak. Hz. Muhammed (s.a.s.) ise özel olarak risaletini tasdik.


3 — Ölümden sonra dirilmeye, hesap ve ikaba; bunun için de dünya hayatının fani, kıyametin gelici olduğuna inanmak.


İcmalen bunları tastikle birlikte, Resulullah'in getirdiği dinin, zaruri olarak bilinmesi gereken öbür esaslarına; helâl ve haramlara, farzlara (namaz, oruç... gibi, haram ve helal olan nikâhlar, hırsızlık ve kati... gibi) inanmak da bu üç esasa bağlıdır. Mümin bu ise, kâfir de, bunlardan birini veya zaruriyeti diniyeden birini veya birkaçını inkâr edene denir. Gazali'nin ifadesiyle de; «Resulullah'tan bize tevatüren nakledilen şeylerden birini (Bunun dışındakiler ise füru kabul edilmiş) inkâr eden, sapıktır denmiş. Öte yandan, imanın altı esası, buna bağlı olarak küfre düşmenin sebepleri, çeşitli Sünni ve şii ulemanın kitaplarında tafsilatlandırılmıştır ki; meselâ şafi’i ulemasınca, namazı özürsüz terkeden de küfürdedir...


O halde bir kişinin küfre düşmesi ve kâfir denmesinin şart ve hükmü, asgari olarak başta saydıklarımızdan ibaret bile olsa, gulat için hüküm şu olur «Hulûl» inancıyla: Allah'ın birliği, kemal sıfatları ve noksandan münezzeh olduğu açısından kâfirdirler. «Tenasüh» inancıyla da; kıyamet, ahiret, hesap ve ikabı kaldırmışlardır. Kur'an’in yasak ettiği; kızkardeş, hala, teyze gibi kimselerle nikâhı, erkeğin erkekle cinsi ten temasını caiz görüşleri; namaz, oruç, hac, ibadetlerini teville iptal edişleri, gusle lüzum görmeyişleri de; zaruriyeti diniye veya te'vatüren gelen hükümleri iptalden ötürü kâfirdirler. Ayrıca Resulullah'a izafe ettikleri şeylerle ve bilhassa son nebi olmadığını iddia ile o kapıyı da kapatmışlardır..


Bütün yönleriyle kâfir olan Gulat, paravan olarak İslâmî sloganları kullanıyorsa, bu onlar için bir fazilet değil, çok daha şeni bir suçtur.

Bunun için de başta şia uleması olmak üzere topyekûn ehli sünnette bunların gayri müslim (yahudi, hristiyan ve mecusilerden daha kâfir) oldukları ve yeryüzünün bunlardan temizlenmesi gerektiğinde ittifak etmişlerdir. Ve demişlerdir ki; kadınlar nikâh edilmez, kestikleri yenmez, hatta bunlar islâm toprağına, kadınları müslüman evine misafireten bile sokulmaz...




ÇEŞİTLİ KAYNAKLARA GÖRE NUSAYRİLİK



Şia - Isnaaşeriyeye göre:


Meşhurdur, Suriye’nin batısındaki Nusayri dağları. Yani orta sakinlerinin isminden gelir bu ad. Ama bu zümre, Suriye ve Lübnanda bu isimle anılırken, Türkiye’nin güney kesiminde «Tahtacılar», İran ve Türkistan’da «Anlialıcılar», bazı yerlerde ise «Kızılbaşlar» diye anılır. Bu mahalli isimler bir yana, ilmî adları ve tarifleri «Gulat» veya «Ğaliye fırkası»dır. Tarihi ve kurucusu yönündense «Nusayr bin Numeyr»e izafeten «Nusayriler» diye bilinirler. Adları farklı anılsa da felsefeleri ve yaşayışları birbirine uygundur.

 


İslâmın «Vahdaniyet» «Risalet» ve «Ahiret» akidesi bunlarda yoktur. İslâmın «helal ve haramları» bunlarda yok. Tüm insanlığın «ahlâk ilkeleri» (Meselâ, dübürden teması meşru saymaları yüzünden) bunlarda yoktur.


Ama yanlışlıkla bunlar «Şia'nın» bir kolu sanılmıştır: Çünkü, başlangıcında «Nusayr bin Numeyri» Şia İsnâaşeriye cemaatı içinde görünmüştü. Ama imamlara uluhiyet atfetmekle, bu cemaattan kovulmuştu. «Alevi» adı ise bunlara, Suriye’yi işgal eden Fransızlarca verildi. Çünkü, Fransa o zümreye dayanarak ülkeyi elde tutuyordu. Daha doğrusu, onlar, sünni kitleye karşı varlıklarını her zaman olduğu gibi Fransız (yabancı) istilasına dayıyarak sürdürme arzusundalardı. Nusayriler de uyanıklık ederek, kendilerini «Alevi» yani Hz. Ali'ye bağlı, yani «Şii» göstermeyi uygun gördüler. Hatta tarihte, 12 imamdan Haşan Askeriye nisbetleri olduğu iddiasıyla İsnaaşeriye kolundan olduklarını yaydılar. Zira «Nusayrilik» ta zamanında Şianın lânetine uğramış, her müslüman onların küfrünü öğrenmişti. Şimdi bir İslâm ülkesinde barınabilmek; özellikle, yabancı istilasından destek olarak iktidar olmak eski sıfatlarıyla asla mümkün değildi. Hatta ehli sünnet uleması bunların temizlenmesini baş vazife diye bildirmişti. Tutunabilmek için, Hz. Ali'ye nisbet daha uygundu, taraftar ve korunma temin ederdi, öyleyse, bu yönüyle en doğru haberi Şii kaynakları verecek.



Nusayrilik Nedir, Ne Zaman Çıkmış? Kimin İcadıdır?



Nevbahtinin, «Firakiş-Şia»sı, Said el-Kımmi’nin «El-Makalat vel-Fırak» adlı eserleri başta gelir. Önce onları konuşturalım:


Sa'd el-Kımmi, Şiiliği, kaynağını, çıkışını, kollarını ve esaslarını tafsilatıyla verdikten sonra, sözü «Gulot»a getiriyor ve İbni Nusayrin ortaya attığı haince tezi inceliyor. Haşan Askeri ile olan alakasını (daha doğrusu alakasızlığını) anlattıktan sonra diyor ki; «Şiiler, Ali’yi sevenlerdir, özellikle imametin nassla ona ve evladına — gizli veya açık— vasiyet ettiğini savunurlar. Onlardan imametin alınmasını da zulüm sayarlar... Bunlar on iki fırkadır. Temelde ise üç kolu vardır. Yani temel ilkelerinde, ğUlat, Zeydiyye ve İmamiyeden, ibarettirler.


Sözü «Galiye» fırkasına getirip: «Bunlar aşırılık gösterip sapan, Mazdek tipi zındıklardır. Dehrilere de benzerler. Allah kahretsin... Hepsi de Allah’ın Rububiyetine dil uzatır. Allah’ın — hâşâ— bedenden bedence gezen bir nur olduğunu söylerlerken; birbine atfederler. Sonra herbiri ötekinden teberri eder onu müfteri ilan edip lânet okur.»

 


Nusayriler içinse, ifade şudur: «Ali bin Muhammed - El Askeri imametine inananlardan bir gayri meşru zümre ise «M. bin Nusayr en-Numeyri»nin nebi olduğunu iddia edenlerdir. Derler ki, onu Ali bin M. El-Askeri, nebi ve resul olarak gönderdi... Ve bu kişi «Tenasüh» iddia eder. Ebu Haşan (A. bin M. el-Askeri) hakkında müfrit laflar eder: Ona ilahlık atfeder. Haramları hep meşru ve mubah sayar kendilerin birbiriyle nikâhını helâl sayar. Bunu da üstelik tevâzîra gereği addeder. «Mefulluâu» alçak gönüllülük sayar. Allah'ın bunları yasaklamıyacağını savunur. Ve Ibni Nusayrin ölümünden sonra da bunlar üç kola ayrıldılar. Ayrılıkta, bu kişinin ölüm sebebinden başladı...»


Bundan sonra, Nevbahti de aynı olayları nakledip aynı hükme varıyor da, sözünü şöyle tamamlıyor. «Bu fırka gulattan olup, şiadan bazı sloganlar aparmışlardır. Esasında, Mazdekizm, Dehrilik karışımı zındık bir dindir bu. Allah lanet etsin, hepsi de uluhiyeti insana izafede birleşen çeşitli fırkalara ayrılmışlardır...

Ebul-Hasan Askeriye ilahlık izafesinde ve İbni Nusayri peygamber kabul etmede, tenasuha inanma ve haramları mübah saymadaki sapıklıklarını, Nevbahti de tıpkı el-Kıhımî gibi dile getiriyor.


Bir de «Kütübur-Rical»lere bakıyoruz; («Rical’ul-Keşşiy», «Rical’ul-Tusi, «Rical’ül-Hilli», «Min A'lâm-II-Karnirrâbi» gibi). Hepsi de Nusayri liderleri ve özellikle. Haşan Askerinin yaşadığı dönemdeki kurucuları hakkında, birbirini tamamlayıcı bilgi veriyor. Bu meyanda liste veriyorlar.


«Ali bin Haske, Kasım bin Yaktiyn, Hüseyin bin Ali el-Havatımi, Haşan bin Ma'ruf bin Boba ve Muhammed bin Nuseyr en-Numeyri» meşhurlarındandır.


Kaşşi eserinde; mutedil şiadan bazılarının bu konuda görüşlerine temasla, İbrahim bin Şeybe'den naklediyor: Ebu Hasen el-Askeriye mektup yazdım. «Hakkınızda çeşitli şeyler söyleniyor, öyleki, ağza alınmaz ve tekrarı caiz olmaz. Biz bu noktada tevakkuf ediyoruz. Meselâ, «Namaz fahşa ve münkerden korur» ayetini «İmama uyan kurtulur» diye; «Namazı kılın zekâtı verin» mealindeki ayeti ise, «İmama uyup itaat etmek» anlamına geldiği şeklinde batınî manâ veriyor ve bunu da size izafe ediyorlar. Ve diyorlar ki; namaz, zekât, oruç...


Bunlar hep bazı zevatın fitnelerinden kinayedir.


Onlara parayı, pulu, malı mülkü anlatma. Siz bu bağlılarınıza ikazda bulunsanız da, dinlerini berbad eden bu tür fikir ve iddialardan vazgeçseler... Ve İmam muhterem, şöyle cevap verdi; «Bu bizim yolumuz olamaz. Onlardan uzak kalın.»


İmam Hz. ayrıca şu mektubu da yazdı, bir bağlısına: «Numeyri'nin iddialarından Allah'a sığınırınn. İbni Baba da öyle. Ve sizi topyekûn dostlarımı uyarıyorum, bu heriflerden uzak olun. Allah'ın laneti onlara. Bunlar halkın beynini yıkıyor, inancını sömürüyorlar. Allah onları kahretsin. Fitneleri başlarına geçsin de lanetle anılsın bu sahtekârlar.».


Kaşşi daha sonra, Nusayrilik konusu üzerinde duruyor: «M. bin Nusayr el-Fehri en-Numeyri’nin iddiasına göre; kendisi nebidir. Ona da Ebul-Hasen el-Askeri göndermiştir, Böylece bu zata tenasüh ve gulüv isnad eder. Onu Rab sayar. Haram olan şeyleri de nebi kendisne mubah kıldığını  söyler. ..»


Ebu Cafer et-Tusî ise (Ö. 460 H.) : «İbni Nusayr, Ebu Muhammed el'Hüseyin bin Ali’nin cemaatından idi. O ölünce, kendisinin zamanın imamı olduğunu iddiaya kalktı... İlhad ve cehlini ortaya koydu.»


Ebu Talib el-Enbari ise: «İbni Nusayr mahut tavrıyla ortaya çıkınca, Ebu Cafer ona lanet etti ve ondan teberri etti. İbni Nusayr ise Ebu Cafer’e bağlılığını ve sevgisini bildirse de, kabul edilmeyip tard edildi» diyor.


Dr. Eşşeybi'nin «Şia fikri ve Sofilikle Çatışma» adlı eserinde de, çeşitli bilgiler verdikten sonra, tarihçesi şöyle özetleniyor : «Nusayriliğin Doğuşu; Hasan Askeri dönemine rastlar. Ondan sonra ani bir yayılma göstermiş. Daha sonra da, ulemanın tahlil ve tenkitleriyle tepki görmüş, zamanla azalıp bazı bölgelere çekilmişlerdir. Bugün ise Lazkiye dağlık bölgesinde cemaatler halinde yaşarlar. Bu zümrenin, İmam Ali hakkında çok aşırı görüşlere gulüv göstermiş olduğu herkesçe bilinir. Yine Haşan Askeri’nin sağlığında, İbni Nusayr ve bağlılarından teberri ettiği ve bunları lanetlediği de kaynaklarda vardır.»


Nusayrilerin görüşleri bahsinde ise «Nusayriler. Haşan Askerinin çevresindeki kişilerdi. O vefat edince, îbni Nusayr’ın ona vekil olduğunu ileri sürdüler, imam olduğunu söylediler. Allah’a iftirada bulundular. Tenasühü savunup, haramları da mubah gördüler. Ve nihayet bu zümrenin liderleri kendilerini ilâh ilân ettiler.»



EHL-İ SÜNNET KAYNAKLARINDA NUSAYRİLİK



Geçen bahiste görüldü ki, Nusayrilerin şiilerle alâkası yok. Şiiler onları kendinden saymadığı gibi; Nusayriler de şia görüşünü benimsemiyor, oniki imamın görüşleriyle de amel etmiyorlar. Sadece o imamların isimleriyle şia mezhebinin bazı sembollerini kullanıyorlar. Ama tam anlamıyla müâihid ve dehri bir kafayla. İmamlar da onlardan teberri ediyorlar ve onlara lanet ediyor... Bütün bunlar karşısında hâlâ Nusayriler şianin bir koludur, denebilir mi? Hâlâ İbni Nusayr «Bab» olabilir mi? Ama tebaası böyle zannedebilir, babalarının dedelerinin aldandığı gibi aldanabilir...


Ama bir de ehl-i sünnet ulemasını konuşturursak, artık tereddüde mahal kalmaz. Çünkü her şeye rağmen; ehl-i sünnetle şianın mutedil kolları arasında bile anlaşmazlıklar bulunsa da; Sünni ulemanın bu konuda hakkı teslim ettiklerini görüyoruz. Ve şiayı temize çıkarıp, Nusayrilerin ayrı bir din veya dinsizlik olduğunu söylüyorlar.


Şeyh Abdülkadir Bağdadi ( ? - 429 H.) şunu söylüyor: “Bunlar, imamlara uluhiyet izafe eder, şeriatı nefyeder, farzları iskat ederler. Bağlandıkları Numeyriye (İbni Nusayr) de Allah’ın hulul ettiğine inanırlar. Hepsinin de baş hedefi, Tevhid akidesini bozmaktır.”


Ali bin Hazm (456 H.) ise bunların, nübüvvetin bitmediğine inandıklarını söyler. Yine. Ali'yi ilâh sayan bu zümrenin çok garip bir iddialarını da ekler ve «Bu fırka Hz. Ali’nin katili», . İbni Mülcem'in yeryüzünde en üstün kişi olduğunu, çünkü Ali'yi öldürmekle, «Lâhûti Ruhu ceset karanlığından kurtardığını» savunurlar der!.


M. Abdülkerim Şehristani ise, 548 H.) : Bütün Gulat fırkalarını sayıp, Nusayrilere gelince bunların ve İshakîlerin Gulat-ı Şia’dan olduklarını söylüyor. Hepsinin Ehl-i Beyt imamlarına ulûhiyet izafe etmekte aynı olduklarını, izahda farklılaştıklarını belirtiyor. Ve diyor ki; Nusayriler Cebrailin iyi insan, şeytanın kötü insan kılığında görünmesi gibi Allah da (hâşâ) insan sûretinde görünüp (önce Resulullah (s.a.v.), sonra Ali ye Evlâdı) görünüp onun dilinden konusmus, onlara yardım etmiştir, derler. Bunun isbatını da kendîlerince şöyle yaparlar; Resulullah (s.a.v.) buyurdu ki; «Ben zâhirle hükmederim, Allah ise sırları takib eder» işte bundandır peygamberin müşriklerle savaşması, Ali’nin ise münafıklarla savaşmış olması. Yine derler ki; Ali yerler, gökler yaratılmadan da vardı.

'Fahruddin Razi ise (544 - 606 H .): gulat çeşitli fırkalara ayrılmıştır.  Bunlardan biri de Nusayrilerdir, bunlara göre Allah zaman zaman Ali'ye hulûl etmiştir. Meselâ: Hayber’in kapısını kopardığı zaman böyle idi.


Bir de çağımızda yetişen ehl-i sünnet alimlerini dinleyelim: Dr. Haşan İbrahim Haşan şunları söyler: «Nusayrîler Gulat-ı Şia’dandır. Yaşadıkları yer Lübnan ve Suriye arasındaki Nusayriye dağları. Hama, Humus ve Halep çevreleridir. Kuzeyde ise Antakya ve Güney Anadoluda yaşarlar. Günümüzde «Aleviler» diye tanınsa da kurucularına nisbetle esas adları Nuseyridir. Bu kişi bir şii fakihi olup Haşan Askerî’nin etbâ’ından idi... Nusayri ismi Nasara ismine tesadüfen benzememiştir. Çünkü büyük miktarda hristiyan inanç ve ahlâkiyyâtından izler görülür. Meselâ: En büyük bayramlarından biri Milad bayramı. Haç bayramıdır... Tarih boyunca da bütün şii ve sünni müslümanlar bunları gayri müslim, mülhid, putçu ve putperest kabul etmişlerdir.» 


Muhammed Ebu Zehra da «İslâm Mezhepleri» kitabında; Nusayrilerin Suriye’de oturan bir taife olduğunu. Ali evlâdının mutlak marifete sahip olduğuna ve yarı ilah olduklarına inandıklarını bâtınîler gibi şeriatın zahir ve batınının olduğunu savunduklarını, bunu ancak imamların bilebileceğini söylüyor ve diyor ki: «Zâhiri kabul etmezler, her ayetten bâtınî manâ çıkarırlar ve bu davranışlarını da şia İmamlarına atfederler. Halbuki Şia imamları onları lanetler ve onlardan teberri eder. Özet olarak; Nuseyriler Ali'nin ilah olduğuna; bazısı onun Ay'da yaşadığına, bazısı da güneşte yaşadığına inanır, ruhun tenasuhuna inanırlar, onlara göre SIR kelimesi üç harflidir (Ayın, Mim, Sin) yani Ali. Muhammed, Selman.... İnanış sistemleri çeşitli din ve mezheplerden müteşekkildir.


Hülâsa; görüyoruz ki bütün Ehl-i sünnet, Nusayriliğin Galiye'den olduğunda ittifak ediyorlar. Hepsi de bunların gayri müslim olduklarını ve aslâ İslâmî bir muameleye layık olmadıklarını ifade ediyorlar. Ibn-i Teymiyye bile bunların; küffar olduklarını, kestiklerinin yenilmeyeceğini, karılarının nikâh edilemiyeceğini, mürted olduklarından cizye ile hayat hakkına sahip olamayacaklarını çünkü ne beş vakit namazı, ne orucu ne de haccı kabul etmediklerini, Allah'ın haram kıldıklarını da helal saydıklarını bildiriyor.


Bir cümleyle Nuseyrilik apayrı bir inanç sistemiyle esasta putperesttirler. Görünüşte İslâm ismini kullanırlar.



MÜSTEŞRİKLERE  GÖRE  NUSEYRİLİK



Müsteşrikler ve misyonerler Nuseyrîliğin sırlarını ortaya koymak için büyük gayret sarfettiler. Onların inanışlarını, kitaplarını ve felsefelerini araştırdılar. Bunlar arasında Amerikalı bir misyoner enteresan bir plânla en gizli sırlarını tespit etti.


Adana’da Süleyman isminde bir genci kandırdı, Adanalı Süleyman önce hristiyan oldu ve Lazkiye vilayetine gittiler. Adı geçen misyoner Adanalı Süleyman’dan aldığı bütün bilgileri değerlendirdi. «Süleymanın Sâfiyeti» adı ile bir kitap neşretti. Beyrut’ta 1863'te neşredilen bu kitapta Nuseyri akaidinin en önemlileri şöylece tespit ediliyordu.


1).Nuseyrilik, Ali'yi ilâh sayan aleviliktir. Bir kısmı onu Ay’da, bir kısmı Güneşte  der. Onun için de bütün yıldızlar Ay ve Güneş kutsaldır.

2).Ruhun cesed değiştirdiğine inanırlar. İyi ruhlar yıldızlara çıkar derler

3).Onlara göre şeyin sırrı olan kelime üç harflidir. 

4 — Nusayrilerin Kur'an'dan başka mukaddes kitapları vardır. Kur’an ikinci derecededir.

5 — Nusayri akidesinin esası, Mezopotamya ve Suriye'de eski çağlardan beri süregelen «VESENİYE» yani yıldızlara tapan putperestliktir. Görünüşte ise müslüman ve şiidirler.


Aynı şekilde bunların kutsal kitaplarından iktibaslar yaparak 1937’de akidelerini topluca anlatan Massignon, 1946’da Hamburg'da kitap neşreden Strothmann ve ötekiler bu konulara eğilmiş ve açıklık getirmişlerdir.


Meselâ: Dr. Filip Hatte «Nuseyrilik eski Veseniye'nin kalıntısı olup Lübnan havalisinde İslâm ve Şii görünümünde devam etmektedir.

 


Hristiyanlık döneminde bunun tesirinde kalmış, islamın bu ülkelere hakim olmasıyla, yaşama imkânı bulan bu akide İslâmî bir renge bürünerek devam etmiştir. İsimler ve tâbirler değişmiş öz aynen devam etmiştir: Yıldızların kutsal sayılması buna açık misaldir. Nusayriliği İslâmî renkte kuran ise Haşan Askerî’nin hayranlarından birisidir. Bu mezhep gizli bir teşkilât ve batini bir eğitime dayanır. Gulat-ı Şia tabiatında olup Ali'yi ilâh sayar, bunlara Alevi de denir. Ancak bu isim Fransızların bu bölgeyi işgalinden sonra kullanılmaya başlanılmıştır.


Hülâsa; müsteşrik ve misyonerlerin tespitleriyle de, Nuseyriliğin Harranlı Sâbii döneminden beri gelen bir putperest din olup, bugün İslâmî ve Şİİ görünümünde devam etmekte olduğu; kendilerini şii gösteren bu zümrenin şiileri beğenmediği ve yüzeyde kalmakla suçladığı anlaşılmaktadır.




KENDİ KAYNAKLARINA GÖRE NUSAYRİLİK



Geçen bunca izahtan vardığımız netice şudur ki; Nuseyrilik, ta Fenikeliler zamanına kadar uzayan bir geçmişi olan eski bir dinin kalıntısıdır. Yıldızlara perestiş eden «Sâbiiliğin» devamıdır. Nasranilik (Hristiyanlık) da onun üstünden geçip bazı kalıntılar bırakmıştır. İslâm da onu çiğnemiş, onun birçok umdesini değiştirmiş, etkilemiş ama temeldeki şek ve ilhad sürüp gelmiştir. Görünüş ve ifadeleriyle islâm kılığına giren Nusayrilik, ruh ve kalıp olarak aslını korumuştur.


Şimdi biz, bütün bunlara rağmen, gerek şiilerin, gerek sünnilerin, Nusayriler hakkında söylediklerinin asılsız, iftira ve haksızlık olduğunu kabul edelim : Ve farzedelim ki Nusayriler gerçekten müslümandır ve mutedil ve samimi: şiidirler.


 


Aynı şekilde müsteşrikler de araştırmalarında, Sünni ve şiilere uyarak yazmış ve haksız ifadelerde bulunmuşlardır.


Peki gerçekleri nereden öğreneceğiz? Çünkü sırri bir mezheptir Nusayrilik. Batını esas alırlar, sırlarını ifşa edenleri de diri diri yakarak cezalandırırlar. Onlar içindekilerini asla açıklamaz ve hep olduklarından farklı görünürler.


Bu gizliliklere rağmen; çeşitli vesilelerle onlar arasına girenlerin tesbit ve ifadesiyle; onların hristiyan bayramlarını kutladıkları, hristiyan isimlerini kullandıklarını açıkça görür.


Meselâ: «İydül Kıyame» bayramı, Yuhanna, Matta, Hilâne... isimleri gibi. Eh, diyelim ki, bu tip bir araştırmada da yanılma mümkün. O halde bu mezhebin gerçek yüzü nasıl anlaşılır. Evet, tek yol kaldı, o da kutsal bildikleri kitaplarını incelemek.


Nusayrilik kendilerini Alevi saydıklarına göre herhalde; M. Emin et-Tavil’in «Tarihül-Aleviyyin : Alevilik Tarihi» kitabındaki tespitlere de itiraz etmezler. Çünkü bu zat Türkiyeli bir alevi olup, Suriye'ye göçmüş, orada Lazkiye şehrinin mahkeme azalığına kadar yükselmiş, sayılır bir kişidir. Tarihçidir. Aleviliğindeki taassubundan ötürü bu eseri yazmıştır.


Bu eserini Türkçe yazmış, sonra da kendisi Arapçaya çevirip ilâveler yaparak 1919'da yeniden Suriye'de neşretmiştir. Adamın temel görüş ve hedefi ise : «Tecdid, ıslah ve yeniden selef yolunu taklid» dir. Bu iddia ile çıkan M. Emin, kendi taifesini itimad ettiği bir kişi, eseri de onlarca muteber kaynaktır.


Şimdi nakiller yapalım oradan : «Mehdinin kayboluşuna kadar» Aleviler ve tüm şia, imamlara ittiba eder, onların tavsiyesiyle itminan bulurlardı. Mehdi ortadan kaybolunca halk adeta boşlukta kaldı. Çünkü Resulullah «Ben ilmin şehriyim, Ali de kapısıdır» ve «İlim arıyan kapıya başvurur» buyurmuştu.


İmam kaybolunca da onun yerini tutacak biri gerekti. İşte on iki imamdan her birinin bir de «BAB»ı vardır:

Ali (imam) — Selman (Bab)

Haşan         » — Kays  bin  Varaka »

Hüseyin         » — Reşid el-Hicri »

Aii Zeynelabidin » — Kenger »

M. Bakır » — Yahya bin Muammer»

C. Sadık » — Cobir bin  Yezid »

Musa Kâzım » — El-Kahilî »

Ali Rıza » — Fadl bin Ömer »

M. Cevad » — M.  bin  Mufaddal »

Ali el-HadI » El-Kâtibi »

Haşan el-Askerî         » İbni Nusayr »



Muhammed Mehdinin ise «BAB»ı yok. Çünkü o kaybolurken «BAB» Ebu Şuayb, yani İbni Nusayr mevcuttu, bütün sıfatlar onda toplanmıştı. «BAB» olmak ise elinin esaslarındandır.

Ama bunlar (Bablar) imamlar gibi dini himaye gücüne sahip olmadıkları için birtakım esrar perdelerine bürünmeğe ihtiyaç duymuşlardır. Takva yönünden ise “Bab”lar tamlık gösterir. İmamlardan sonra Babların da sonuncusu, Ebu Şuayb M. bin Nusayr el-Basri en-Numeyri alevilerin baş mercii olmuştur. Ondan sonra M. bin Cündüp Ve Abdullah bin Canbulani gelmiş ve kendi ismiyle anılan tarihi kurmuştur (235, 287 H.). Mısır’a gitti. Orada tanıdığı Husaybi'yi kendine çekti... Husaybi'den sonra iki merkez oluştu aleviler için: Suriye-Halep’te M. Ali el-Cisri reis idi. Bu zat İbni Kasım et-Taberani diye tanınır (358-426).»


Babların izinde aleviler üç kola ayrıldı: Bab olan İbni Nusayr’e bağlananlar. İşte bu kitap onlardan bahseder. Bir de İshakiler var, îshak en-Hahî’ye bağlıdırlar. Bab tanımıyanlar ise, Caferilerdir ki konumuz dışındadır.




Bunlar da gösteriyor ki, «Alevi» tabiri Nusayrileri ifade ediyor. Babiliği kuran İbni Nusayr’dır. Caferiler ise bu prensibi kabul etmezler. Yani Nusayrilik Şiadan ayrılmış aşırı ve kâfir bir fırka olmuştur.

 


Nusayrilerin Din Kitapları, Eğitim ve Tebliğ Usul ve Esasları:


«Kitabu Ta'limi Diyanet’in. - Nusayriye» adlı risaleden (Paris Millî Kütüphanesi 6182 No.). Sual cevap şeklindeki öğretmeyi görelim;


1  - 4 ' Bizi kim yarattı?

—  Emirelmüminin Ali bin Ebi Talib.

2 — Ali’nin ilah olduğunu  nerden  biliyoruz?

— Kendisinin hutbesinden: «... Benim sırların sırrı, göklerin delili ben... Nübüvvet sırrının hâzinesi ben!..»

3 —  Bizi Rabbimizi tanımaya kim çağırdı?

— Muhammed. Çünkü o, «O sizin ve benim rabbim» derken, Ali’yi kasdetmiştir.

4 —  O ilâh ise, nasıl insan gibi göründü?

— Hayır o Muhammed’le perdelendi,  Ali’ye göründü.

 5 — Rabbimiz kaç kere İnsan gibi göründü?

— Yedi kere göründü.


a). Habil ismiyle, Adem olarak.

b). Şit ismiyle, Nuh şahsında.

c). Yusuf ismiyle.  Yakup şahsında.

d). Yuşa ismiyle, Musa’nın şahsında.

e). Asaf ismiyle, Süleyman’ın şahsında.

f). Batıra ismiyle, İsa’nın şahsında.

g). Ali ismiyle, Muhammed’in şahsında,


Ve bu talim sürüp gidiyor, 100 soru ve 100 cevap tam; ilk dokuzu Hz. Ali’nin ilâh olduğunu, 80 kadarı da Hulûl ve tenasühü telkin eder.

90 dan sonrası ise; Peygamberliğin bitmeyip devam ettiğini, içkinin kutsal olduğunu, Takiyye (su tutma) nın önemini, yıldızların kutsallığını... öğretmeğe çalışıyor (bu da dinin Asur, Babil, Akat dinleri gibi uzayda gözlenenlerin etkisiyle temellenen bir din olduğunun açık isbatıdır.



NUSAYRİLİK ve SURİYE'de NUSAYRİ ZULMÜ

Hazırlayanlar:

Ali Gülşehri — Resul Tosun


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak