22 Nisan 2023 Cumartesi

ESMA-İ HUSNA-2

 


er-RAHMÂN VE er-RAHÎM


Rahmân ve Rahîm isimleri “Rahmet” kelimesinden türemiştir. Rahmet sözlükte, acıma, sevme, şefkat etme, rikkat (yufka yüreklik, acıma ve incelik) sahibi olma, ihsan etme ve bağışlama gibi anlamlara gelir.


Rahmet, rahmet edilene bağış ve lütuf gerektiren bir kalp yumuşaklığı ve merhamet duygusudur.


Rahmet, Allah için kullanıldığı zaman, ihsan ve lütuf; insanlar için kullanıldığı zaman ise acıma, bağış ve kalp yumuşaklığı kastedilir. Kur‟an, Allah‟ı tanıtırken öncelikle O‟nun Rahmân ve Rahîm oluşundan söz eder. Allah‟ın rahmet özelliği ile ilgili olarak Esmâ-i Hüsnâ‟ da otuza yakın isim geçmektedir. Rabbimizin kullar hakkında en çok işleyen ve en belirgin özelliği rahmettir. Allah‟ın kullarına gazap etmesi veya onları cezalandırması bir şarta bağlı iken, rahmet sıfatı herhangi şarta bağlı değildir. Allah‟ın rahmeti bütün yaratıklar hakkında geneldir.


“O kendisi için rahmeti yazmış (farz kılmış) tır.” ( En‟am 12)


Evrendeki her varlık O‟nun rahmetinin sonucudur. Hayat ve hayatı devam ettiren araçlar, bağışta bulunma ve rızıklandırma, kabiliyet ve irade verme, organlar ve yiyecekler, içecekler ve yerler, üzerinde olanlar ve gökler hepsi o geniş rahmetin neticesidir.


Allah insanlara merhamet ettiği için onlara hem akıl ve muhakeme gücü, hem de onları doğru yola götürecek peygamberler ve kitaplar göndermiştir.


“Sana kitabı (Kur‟an) her şeyi açıklayıcı, hidayet ve rahmet olarak ve müminlere müjde olarak indirdik.” ( Nahl 89)


Allah, Hz. Muhammed‟i (s.a.v) de alemlere rahmet olarak göndermiştir.


“Seni âlemlere ancak rahmet olarak gönderdik.” (Enbiya 107)



A-KUR‟AN‟DA RAHMET KAVRAMI




1-Kur‟an rahmet kavramını bazen cennet anlamında kullanır:


“Sabredenler, kendilerine bir bela geldiği zaman: “Muhakkak ki biz Allah‟ın kullarıyız ve biz O‟na döneceğiz.” derler. İşte Rablerinden onlara bağışlama ve rahmet (cennet) vardır.” (Bakara 156-157)


“Kıyamet gününde yüzleri bembeyaz olanlar Allah‟ın rahmeti (cenneti) içindedirler; orada ebedi kalacaklardır.” (Ali İmran 107)


2-İnsanlara karşı yumuşak huylu davranmak da Allah‟ın bir rahmetidir:


“Allah‟tan bir rahmet ile sen onlara yumuşak davrandın. Şayet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. O halde onları affet bağışlanmaları için duâ et...” (Ali İmran 159)


3-Rahmet kavramı Allah‟ın maddi ve manevi yardımı için de kullanılır:


“Şüphesiz ki Allah‟ın rahmeti (yardımı) iyilik yapanlara yakındır.” (Araf 56)


4-Allah‟ın kullarını sıkıntılardan kurtarması da rahmettir:


“Hud‟u ve onunla beraber olanları rahmetimizle kurtardık. Ayetlerimizi yalanlayıp da iman etmeyenlerin kökünü kestik.” (Araf 72)


5-Rahmet kelimesi sıkıntıdan sonra gelen bolluk, bereket ve esenlik anlamına da gelir:


“Kendilerine dokunan bir sıkıntıdan sonra insanlara bir rahmet (esenlik) tattırdığımız zaman bir de bakarsın ki ayetlerimiz hakkında komplo kurmaya çalışırlar.” (Yunus 21)


6-Allah‟ın insanlara çocuk vermesi de bir rahmettir:


“Melekler İbrahim‟in karısına Şöyle dediler: “Ey ev halkı! Allah‟ın rahmeti ve bereketi sizin üzerinizedir. Şüphesiz ki O, övülmeye layıktır, iyiliği boldur.” (Hûd 73)


7-Allah‟ın kullarını affetmesi de bir rahmettir:


“De ki: “Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah‟ın rahmetinden (affından) ümit kesmeyin! Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan ve çok esirgeyendir.” (Zümer 53)


8-Anne-babaya karşı iyi davranmak da Allah‟ın bir rahmetidir:


“Onlara iyi davranarak alçak gönüllülükle üzerlerine kanat ger ve: “Rabbim! Küçüklüğümde onlar beni nasıl yetiştirmişlerse şimdi de sen onlara öyle rahmet et.” diyerek duâ et. ( İsra 24)


9-Kur‟an‟ın kıyamete kadar baki kalması da Allah‟ın bir rahmetidir:


“Eğer biz dilersek sana vahyettiğimizi ortadan kaldırırız sonra da bu durumda sen de bize karşı hiçbir koruyucu bulamazsın. Ancak Rabbinin rahmeti (sayesinde Kur‟an baki kalmıştır.) Çünkü O‟nun sana lütufkârlığı çok büyüktür.” (İsra 86-87)


10-Allah‟ın salih insanların çocuklarını koruması da rahmettir:


“Rabbin istedi ki, o iki çocuk güçlü çağlarına erişsinler ve Rabbinden bir rahmet olarak hazinelerini çıkarsınlar...” (Kehf 82)


11-Allah‟ın kullarının duâlarını kabul etmesi de rahmettir:


“Bunun üzerine biz tarafımızdan bir rahmet ve kulluk edenler için öğüt olmak üzere onun (Eyyub‟un) duâsını kabul ettik kendisinde dert ve sıkıntı olarak ne varsa giderdik. Ve ona aile efradını, ayrıca bunlarla birlikte bir mislini daha verdik.” (Enbiya 84)


12-Peygamberimiz (s.a.v)‟in gönderilmesi de bir rahmettir:


“Biz seni alemlere ancak bir rahmet olarak gönderdik.” (Enbiya 107)


13-Kur‟an da Allah‟ın en büyük rahmetidir:


“Elif, lâm, mîm. Bunlar hikmetli kitabın ayetleridir. İyilik yapanlar için hidayet ve rahmettir.” (Lokman 1-2-3)


14-Allah‟ın eşler arasında sevgi ve ülfet yaratması da bir rahmettir:


“Kaynaşmanız için size kendi cinsinizden eşler yaratıp aranızda sevgi ve merhamet var etmesi de Allah‟ın gücünün delillerindendir. Doğrusu bunda, iyi düşünen bir kavim için ibretler vardır.” (Rûm 21)


15-Allah‟ın, ölümünden sonra yeryüzünü diriltmesi de rahmettir:


“Allah‟ın rahmetinin eserlerine bir bak: Arzı, ölümünden sonra nasıl diriltiyor! Şüphesiz O, ölüleri de mutlaka diriltecektir. O, her şeye kadirdir.” (Rûm 50)


16-Savaşta zafer kazanmak da Allah‟ın bir rahmetidir:


“De ki: Allah size bir kötülük dilerse O‟na karşı sizi kim korur; ya da size rahmet (zafer) dilerse size kim zarar verebilir? Onlar Allah‟tan başka ne bir dost bulabilir ne de bir yardımcı.” (Ahzâb 17)


17-İnsanların gemilerle boğulmadan yolculuk yapmaları da Allah‟ın rahmetidir:


“Dilersek onları suda boğarız. O zaman ne onların imdadına koşan olur, ne de onlar kurtarılırlar. Ancak bizim tarafımızdan bir rahmet ve belli bir zamana kadar dünya nimetlerinden faydalandırmamız müstesnadır.” (Yâsîn 44)


18-Yağmur da Allah‟ın bir rahmetidir:


“Rüzgarları rahmetinin (yağmur) önünde müjdeci olarak gönderen O‟dur.” (Furkan 48)


19-Gecenin dinlenme, gündüzün de rızık arama vakti kılınması Allah‟ın bir rahmetidir:


“Rahmetinden ötürü Allah, geceyi ve gündüzü yarattı ki geceleyin dinlenesiniz, gündüzün de O‟nun rızkından arayasınız ve şükredesiniz.” (Kasas 73)


20-Allah‟ın ibadetlere karşılık mükâfat vermesi de bir rahmettir:


“Ey iman edenler! Allah‟tan korkun ve peygamberine inanın ki O, size rahmetinden iki kat ecir versin ve size ışığında yürüyeceğiniz bir nur lutfetsin; sizi bağışlasın. Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” (Hadid 28)


21-Allah‟ın muhacirleri koruması da rahmettir:


Onlara: "Siz onlardan ve Allah'tan başka taptıklarından ayrıldınız, bunun için mağaraya girin ki, Rabbiniz size rahmetini yaysın ve size işinizde kolaylık göstersin" denildi. ( Kehf 16)


Görüldüğü gibi Allah‟ın bizlere olan rahmeti çok boyutlu ve geniştir. Allah‟ın rahmeti hayatımızın her yönünü kuşatmıştır. Allah, rahmetini bir an kaldırsa yeryüzünde yaşanmaz. Hayat sona erer. Allah‟ın rahmetine karşı bizlerin üzerine düşen birtakım görevler ve sorumluluklar vardır. Öncelikle O‟nu hakkıyla tanımalıyız. Ona olan imanımızı güçlendirmeliyiz. Onun en büyük rahmeti olan Kur‟an‟ı anlayarak ve üzerinde düşünerek okumalıyız. Kavradığımız ayetleri bireysel, toplumsal ve sosyal hayatımızda uygulamalıyız. Kur‟an‟ın hayat programı ve nizamı olması için elimizden gelen bütün gayreti göstermeliyiz.


Allah‟ın kullarına karşı merhametli olmalıyız. Onları Allah‟ın en büyük rahmeti olan Kur‟an‟la ve Hz.Peygamberle tanıştırmalıyız. Hz. Muhammed‟den başka gerçek önder ve rehber olmadığını insanlara duyurmalıyız.


Allah‟a ve Rasülüne itaat eden mü‟minleri dost edinip onlara şefkat ve rahmet kanatlarımızı germemiz gerekir. Mü‟minlere karşı merhametli, kâfirlere karşı ise vakurlu ve şerefli olmamız gerekir. Kur‟an‟a ve Hz. Muhammed‟e düşman olanları dost edinmemeliyiz. Onlara karşı Kur‟an‟ın öngördüğü şekilde mücadele etmeliyiz.



B-HADİSLERDE ALLAH‟IN RAHMETİ



Aşağıdaki hadisler de Allah‟ın, kulları üzerindeki rahmetini en güzel bir şekilde anlatmaktadır:


Ebu Hûreyre (r.a)‟den rivayet edildiğine göre Rasulüllah (s.a.v) şöyle buyurdu: "Allah mahlukâtın olmasına hükmettiği zaman -Müslim'in rivâyetinde: "Allah mahlukatı yarattığı zaman"- yanında bulunan, Arş'ın gerisindeki bir kitaba Şunu yazdı: "Muhakkak ki rahmetim gazabıma galip gelmiştir."


Buhâri nin bir diğer rivâyetinde: "Rahmetim gazabıma galebe çaldı" denmiştir.


Buhâri ve Müslim'in bir rivâyetlerinde: "(Rahmetim) gazabımı geçti" denmiştir.


Ebü Hüreyre (r.a)‟den rivayet edildiğine göre Rasulüllah (s.a.v) şöyle buyurdu: "Allah, rahmeti yüz parçaya böldü. Bundan doksan dokuz parçayı kendine ayırdı. Yeryüzüne geri kalan bir parçayı indirdi. (Bunu da cin, insan ve hayvan mahlukatı arasında taksim etti.) Bu tek parçadan nasibine düşen pay sebebiyledir ki mahlukat birbirlerine karşı merhametli davranır. At, (hayvan) yavrusuna basmamak için ayağını bu sayede kaldırır."


Selmânu'l-Fârisi (r.a)‟den rivayet edildiğine göre Rasulüllah (s.a.v) şöyle buyurdu:


"AIlah'ın yüz rahmeti var. Bunlardan biriyle mahlukat kendi aralarında birbirlerine merhamet gösterirler. Doksan dokuz rahmet de Kıyamet günü içindir."


Rasulüllah (s.a.v) şöyle buyurdu: "Allah, arz ve semayı yarattığı gün, yüz rahmet yarattı. Her bir rahmet göklerle yer arasını dolduracak kadardır. Ondan yeryüzüne tek bir rahmet indirmiştir. İşte anne, yavrusuna bununla şefkat eder. Vahşi hayvanlar ve kuşlar birbirlerine bununla merhamet ederler. Kıyamet günü geldiği vakit Allah, rahmetine bunu da ilâve ederek (tekrar yüze) tamamlayacaktır."


Ömer İbnu'l-Hattâb (r.a) şöyle anlatıyor: "Rasulüllah (s.a.v) 'a bir grup esir getirilmişti. İçlerinde bir kadın vardı, göğüsleri sütle dolu idi. Bu kadın (sağa sola) koşuyor, esirler arasında bir çocuk bulduğu zaman onu yakalayıp kucaklıyor, göğsüne bastırıyor ve emziriyordu. (Dikkatleri çeken bu manzara karşısında), Hz. Peygamber:


"Bu kadının, çocuğunu ateşe atacağına kanaatiniz olur mu?" dedi. Bizler:


"Hayır!" diye cevap verince Hz. Peygamber:


"(Bilin ki), Allah'ın kullarına olan rahmeti, bu kadının çocuğuna olan şefkatinden fazladır" buyurdu."


Rasulullah (s.a.v) Şöyle buyurdu:


“Allah sadece kullarından merhamet sahibi olanlara rahmet eder.”


Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurdu:


“İnsanlara merhamet etmeyene Allah da rahmet etmez.”


Rasulullah (s.a.v)‟ın yanına bedevilerden bir grup insan geldi ve şöyle dediler:


-Ey Allah‟ın Rasulü! Sizler çocuklarınızı öper misiniz? Rasulullah (s.a.v) da:


-Evet, buyurdu. Onlar:


-Ama biz vallahi çocuklarımızı öpmeyiz, dediler. Rasulullah (s.a.v) da:


-Allah sizin kalplerinizden merhameti söküp aldıysa ben ne yapabilirim? buyurdu.”


Rasulullah (s.a.v) Şöyle buyurdu:


“Eğer mü‟min Allah katındaki cezayı bilseydi, hiç kimse cenneti ümit edemezdi. Eğer kafir de Allah katındaki rahmeti bilse, hiç kimse cennetten ümidini kesmezdi.”


Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurdu:


“Sizden biriniz, “Allah‟ım! Dilersen beni bağışla, dilersen bana merhamet et” diye dua etmesin. Çünkü Allah‟ı zorlayacak hiçbir kimse yoktur.”


Allah‟ın rahmeti hem dünya hayatını hem de ahireti kuşatır.


“Kıyamet günü yüzleri ağaranlara gelince onlar Allah‟ın rahmetinde olacaklardır. Onlar orada ebedi kalacaklardır.” ( Ali İmran 107)


Allah insanlara rasgele rahmet etmez. Kulların da bazı görev ve sorumlulukları yerine getirmeleri gerekir. Allah her şeyi belli bir yasaya bağlamıştır. Buna “sünnetullah” denir. Rahmetinin gelmesi de bazı kurallara bağlıdır. Allah‟ın rahmetinin gelmesi için insanların ilk fail olması gerekir. İlk çaba, gayret ve hareket insanlardan ve toplumdan gelmesi gerekir. İnsanın veya toplumun Allah‟ın rahmetine layık bir inanç ve yaşam tarzına sahip olmaları gerekir. İkinci aşamada Allah devreye girer ve rahmete hak kazanan insan ve toplumlara rahmetini gönderir. Allah‟ın rahmeti hiçbir kimsenin tekelinde değildir. Allah‟ın torpilli kulları yoktur. Allah rahmetini iman edip salih ameller işleyen ve rahmeti celbeden çalışmalarda bulunanlara indirir.


“Dilediğine (dileyene) azap eder, dilediğine (dileyene) de rahmet eder. O‟na döndürüleceksiniz.” (Ankebût 21)


“Rabbini sizi çok daha iyi bilir. Dilerse (dileyene) rahmet eder dilerse (dileyene)

azap eder.” (İsra 54)


“Herkes için yaptıklarına göre dereceler vardır. Rabbin onların yaptıklarından gafil değildir. Rabbin ğaniydir, rahmet sahibidir. Dilerse sizi yok eder de arkanızdan yerinize dilediği kimseleri getirir. Nasıl ki, sizi de başka bir kavmin neslinden meydana getirdi.” ( En‟am 132,133)


“Rahmetimizi dilediğimiz kimselere isabet ettiririz. İyilik yapanların mükâfatlarını asla zayi etmeyiz.” ( Yusuf 56)


“ Allah rahmetini dilediği (dileyen) kimselere tahsis eder.” ( Bakara 105)


“Dileyeni (yahut dilediğini) rahmetine girdirir. Zalimlere ise şiddetli bir azap hazırlamıştır.” ( İnsan 31)


Bu ayette geçen “Men Yeşâü” ifadesini hem dileyeni hem de dilediğini şeklinde tercüme etmek mümkündür. Allah‟ın rahmetine ulaşma konusunda Allah‟ın dilemesi önemli olduğu gibi insanların istemesi de önemlidir. Peygamberlik, mucize ve zenginlik gibi bazı rahmet ve lutüflar Allah‟ın dilemesi ile gerçekleşir. Ama ilim, Allah‟ın yardım ve zaferi, cennete girmek gibi rahmet çeşitlerinde kulun iradesi önceliklidir.



C- ALLAH KİMLERE RAHMET EDER?


Bunları Allah‟ın en büyük rahmeti olan Kur‟an‟dan öğrenmeye çalışalım.


1-Allah, iyiliği emredip kötülüklerden sakındıran, namazı kılıp zekâtı veren ve Allah‟a ve Rasulüne itaat edenlere rahmetini indirir:


“İnanan erkekler ve inanan kadınlar, birbirlerinin velisidirler. İyiliği emrederler, kötülükten men ederler, namazı kılarlar, zekâtı verirler, Allah'a ve Elçisine itâat ederler. İŞte onlara Allah rahmet edecektir. Allah daima üstündür, hüküm ve hikmet sâhibidir.”(Tevbe 71)


“Allah‟a ve Rasulûne itaat edin ki, merhamet olunasınız.” ( Ali İmran 132)


“Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin ve peygambere itaat edin ki, merhamet olunasınız.” (Nur 56)


2-Allah Kur‟an‟a uyan ve müttaki olanlara rahmet eder:


“Bu indirdiğimiz mübarek bir kitaptır. Artık ona uyun ve müttaki olun ki rahmete nail olasınız.” ( En‟am 155)


3-Allah Kur‟an okunurken susup dinleyenlere rahmet eder:


“Kur‟an olunduğu vakit, hemen onu dinleyin ve susun ki merhamet olunasınız.” (A‟raf 205)


4-Allah istiğfar edenlere rahmet eder:


“Hz. Salih kavmine şöyle dedi: Ey kavmim! Niçin iyilikten önce çabucak kötülüğü (rahmetten önce azabı) istiyorsunuz? Allah‟tan mağfiret dilemeli değil misiniz? Olur ki esirgenirsiniz.” (Neml, 46)


5-Allah dünya ve ahiret azabından korkan ve günahlardan sakınanlardan rahmetini esirgemez:


“Onlara, “Önünüzdeki ahiretten ve arkanızdaki günahlarınızdan korkun ki merhamet olunasınız” denildiğinde aldırmazlar.” (Yasin 45)


6-Müslüman kardeŞlerinin aralarını düzeltenlere Allah rahmet eder:


“Mü‟minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve takvalı olun ki merhamet olunasınız.” ( Hucurât 10)


7-Başlarına bir bela ve musibet geldiği zaman “ İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn” diyerek Allah‟ı hatırlayanlara Allah rahmet eder:


“Onlar başlarına bir bela geldiğinde “Şüphesiz ki biz Allah‟a aidiz ve O‟na döneceğiz” derler. İŞte onlara Rablerinden mağfiret ve rahmet vardır. İşte onlar hidayete erenlerdir.” ( Bakara 155-156)


8-Allah, iman edip hicret eden ve kendi yolunda cihad edenlere rahmet eder:


“Şüphesiz ki iman edip hicret edenler ve rahmetini ümit edenlerdir. Allah ğafûr ve rahîmdir. 

Allah yolunda cihad edenler, Allah‟ın  rahmetini umarlar.” ” (Bakara 218)


“Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenlere, Allah tarafından derece derece rütbeler, mağfiret ve rahmet vardır. Allah ğafûr ve rahîmdir.” ( Nisa 95-96)


9-Allah kendi dinine sarılanlara rahmet eder:


“Allah‟a iman edip O‟na sarılanları Allah, kendi katından bir rahmete ve lütfa girdirecektir. Onları, dosdoğru bir yola iletecektir.” (Nisa 175)


10-Allah yeryüzünde fesat çıkarmayan, korku ve ümitle dua edenlere ve muhsinlere rahmet eder:


“Yeryüzünü ıslah ettikten sonra, orada fesat çıkarmayın. Ve Allah‟a korku ve ümitle dua edin. Şüphesiz Allah‟ın rahmeti iyilik yapanlara yakındır.” ( A‟raf 56)


11-Allah peygamberin yanında yer alanlara rahmet eder:


“Nihayet Hûd‟u ve beraberindeki mü‟minleri, tarafımızdan bir rahmetle kurtardık ve o ayetlerimizi yalanlayıp iman etmeyenlerin kökünü kestik.” ( A‟raf 72)


12-Allah sabreden ve salihlerden olanlara rahmet eder:


“İsmail‟i, İdris‟i ve Zülkifl‟i de hatırla! Bunların hepsi sabredenlerdendi. Onları da rahmetimizin içine aldık, çünkü salihlerden idiler.” ( Enbiya 85,86)


13-Allah, Allah‟a ve ahiret gününe iman edip infak edenlere rahmet eder:


“Yine bedevilerden öylesi vardır ki, Allah‟a ve ahiret gününe inanır ve harcadıklarını, Allah katında yakınlıklara, Peygamber dualarına vesile sayar. Dikkat edin! Bunlar gerçekten kendileri için Allah katında yakınlıktır. Allah onları cennetine koyacaktır. Çünkü Allah bağışlayıcıdır, merhametlidir.” (Tevbe 99)


14-Allah, müşriklerden ve putlardan uzaklaşanlara rahmet eder:


“Mağaradakilerden biri arkadaşlarına Şöyle dedi: Mademki, kavminizden ve onların


Allah‟ı bırakıp taptıkları putlardan uzaklaştınız. O halde mağaraya çekilin de Rabbiniz rahmetinden size genişlik versin ve size işinizde kolaylık göstersin.” ( Kehf 16)

 

D-KİMLER ALLAH‟IN RAHMETİNDEN ÜMİT KESERLER?


“De ki: Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah‟ın rahmetinden ümit kesmeyin! Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.( Zümer 53)


Allah‟ın rahmeti her şeyi kuşattığı halde bazı insanlar Allah‟ın rahmetinden ümit keserler. Allah‟ı hakkıyla tanıyamayan bu insanlar Allah‟ın ayetlerine karşı önyargılı hareket ederler. Gerçeklere karşı kulaklarını, gözlerini ve kalplerini kapatırlar. Kur‟an bu insanları şöyle niteliyor:


1- “Allah‟ın ayetlerini ve O‟na kavuşmayı inkâr eden kafirler Allah‟ın rahmetinden ümit keserler.” ( Ankebût 23)


2- “Allah‟ın rahmetinden ancak hak yoldan sapanlar ümit keserler.” (Hicr 56)


E-ALLAH‟IN RAHMETİ OLMASAYDI NE OLURDU?


1-Hüsrana uğrardık:


“Eğer sizin üzerinizde Allah‟ın fazlı ve rahmeti olmasaydı, muhakkak hüsrana uğrayanlardan olurdunuz.” ( Bakara 64)


2-Şeytanlara uyardık:


“Eğer sizin üzerinizde Allah‟ın fazlı ve rahmeti olmasaydı, pek azınız müstesna, şeytana uyup giderdiniz.” ( Nisa 83)


3-Kâfirler bizi Allah‟ın yolundan saptırırlardı:


“Allah‟ın sana olan lütfu ve rahmeti olmasaydı, onlardan bir grup seni Allah yolundan saptırmaya yeltenirlerdi.” (Nisa 113)


4- Büyük bir azap dokunurdu:


“Eğer dünyada ve ahirette Allah‟ın lütuf ve rahmeti üstünüzde olmasaydı, içine daldığınız bu iftiradan dolayı size mutlaka büyük bir azap isabet ederdi.” ( Nur 14 )


5- Asla kimse bizi temize çıkaramazdı:


“Eğer üstünüzde Allah‟ın lütuf ve rahmeti olmasaydı, içinizden hiçbir kimse asla (günahlarından) temize çıkamazdı. Fakat Allah dilediğini arındırır. Allah her şeyi işitir ve bilir.” ( Nur 21)



F-RAHMAN İSMİNİN ANLAMI


Rahmân, Allah‟a ait özel bir isim ve sıfattır. Pek fazla ve sürekli merhamet sahibi demektir. “Fa‟lan ” kalıbında olan Rahmân ismi hem ihsan ve bağışın bolluğunu hem de sürekli ve sonsuz olduğunu ifade eder. Allah‟ın şefkat ve merhametinin en yüksek derecesini gösterir. O‟nun rahmeti tıpkı kendisi gibi ezelî ve ebedîdir, yani başlangıcı ve sonu yoktur. Rahmân ismi genellikle ibadet ve ulûhiyyet ifade eder. Şu ayet de bu görüşü destekler.


“Senden önce gönderdiğimiz peygamberlere sor: Rahmândan başka ibadet edilecek tanrılar kılmış mıyız?” (Zuhruf, 45)


Burada yüce Allah, ibadete hak kazananın Rahmân olduğunu haber vermektedir. Bundan dolayı Rahmân ismi sadece Allah için kullanılmıştır. Rahmân ismini sadece peygamberlik iddiasında bulunan yalancı Müseylime kullanmıştır. Müseylime el- Kezzab (Allah‟ın laneti onun üzerine olsun) kendisine “Rahmânu‟l-Yemame (Yemame Kabilesinin Rahmanı)” adını verme cesaretini göstermiştir.


Rahmân kelimesini Türkçeye bir kelime veya cümle ile tercüme etmek imkânsızdır.


Bazı tercümelerdeki esirgeyen kelimesi Rahmân isminin tam tercümesi değildir.


Rahmân isminin tesniye (ikil) ve çoğul kullanımları yoktur. Nekra (belirsiz) olarak Kur‟an‟da hiçbir ayette geçmemekte, 57 yerde hep er-Rahmân şeklinde belirli bir isim olarak ifade edilmektedir. Allah‟ın ulûhiyyetini ifade ettiği için Allah‟tan başkası için kullanılmamıştır. Kur‟an‟da Rahman ismi sadece Rahîm ismi ile beraber zikredilmiştir.


“De ki: İster “Allah” diye duâ edin ister “Rahmân” diye. Hangisini derseniz, en güzel isimler hep O‟nundur.” ( İsra 110)


“Meryem: "Eğer Allah'tan sakınan bir kimse isen senden Rahman'a sığınırım." dedi. (Meryem 18)


“Rahman arşa hükmetmektedir.” (Taha 5)


O gün gerçek hükümdarlık Rahman'ındır. İnkârcılar için yaman bir gündür.” (Furkan 26)


“Sen ancak, Kur‟an'a uyan ve görmediği halde Rahman'dan korkan kimseyi uyarabilirsin. Artık o kimseyi, bağışlanma ve cömertçe verilecek bir ecirle müjdele.” (Yasin 11)


“Rahman olan Allah'ı anmayı görmezlikten gelene, yanından ayrılmayacak bir şeytanı arkadaş veririz.” (Zuhruf 36)


“Onlara: "İŞte bu cennet, Allah'a yönelen, O'nun buyruklarına riayet eden görmediği Rahman'dan korkan, Allah'a yönelmiş bir kalple gelen sizlere, hepinize söz verilen yerdir. Oraya esenlikle girin, işte sonsuzluk günü budur." denir.” (Kâf 32-34)


“Gökleri yedi kat üzerine yaratan O'dur. Rahman'ın bu yaratmasında bir düzensizlik bulamazsın. Gözünü bir çevir bak, bir çatlak görebilir misin? (Mülk 3)


“De ki: "Bizim inandığımız ve kendisine güvendiğimiz, Rahman olan Allah'tır. Kimin apaçık bir sapıklık içinde olduğunu yakında bileceksiniz.” (Mülk 29)


“O, göklerin, yerin ve ikisi arasında olanların Rabbidir. O, önünde kimsenin konuşmayacağı Rahman olan Allah'tır. (Nebe 37-38)


Bütün bu tanımlarda da görüldüğü gibi Allah‟ın Rahmân ismi hem dünya hayatını hem de ahiret hayatını kapsamaktadır.


Rahmân; sonsuz rahmet sahibi, sürekli merhamet eden, merhametinden dolayı nimet veren veya şefkatinin çokluğu sebebiyle ihtiyaçları devamlı giderendir.


Rahmân; yarattığı varlıkların ihtiyacını en iyi bilen, onlara nimetlerini karşılıksız olarak veren ve onlardan hiçbir şeyi esirgemeyendir.


Bütün âlemlerin yaratılması, düzenlenmesi, onlar hakkında bazı kanunların konulması da Rahmân isminin sonucudur. Rahmân evrendeki bütün varlıkları yaratmış, her birine ayrı bir özellik ve görev vermiştir. Bütün varlıklar belirli bir süreye kadar görevlerini yerine getirirler. Varlıkların sahip oldukları bütün özellikler ve kabiliyetler Rahmân‟ın eseridir. Bu açıdan bakıldığı zaman Rahmân isminin anlamının ne kadar geniş ve kapsamlı olduğunu anlarız. Rahmân olan Allah ayrım yapmadan bütün kullarının rızklarını, şartlara uygun olarak verir.


Rahmân, kullarının bütün ihtiyaçlarını giderir ve onlara yardım eder. Nimetlerini esirgemez, bunları karşılıksız verir ve nimet vermesi hiç bitmez.


Rahman; bütün övgülere layık olandır. O âlemlerin rabbidir. (Fatiha 3)


Rahman; kendisinden başka ilah olmayandır. İbadete layık olan O‟dur. (Bakara 163) Rahman; kullarına doğru yolu bulmaları için kitap ve peygamber gönderendir. (Ra‟d 30)


Rahman; sadece kendisine duâ edilendir. (İsra 110)


Rahman; sadece kendisine sığınılandır. (Meryem 18)


Rahman; sadece kendisine adak adanandır. (Meryem 26)


Rahman; şeytana uyanlara azap gönderendir. (Meryem 45)


Rahman; mucizeler ve mesajlar sahibidir. (Meryem 58)


Rahman; vaadinde durarak kullarına cenneti verendir. (Meryem 61)


Rahman; kullarına mühlet verendir. (Meryem 75)


Rahman; gaybı bilendir. (Meryem 78)


Rahman; yerde ve gökte bulunan bütün kulların, huzurunda toplanacağı kimsedir. (Meryem 93)


Rahman; şefaat yetkisini elinde bulundurandır. (Meryem 87)


Rahman; eş ve çocuk edinmeyendir. (Meryem 92)


Rahman; iman edip salih amel işleyen kullarını sevgiyle kuşatandır. (Meryem 96)


Rahman; arşa hâkim olandır. (Taha 5)


Rahman; gerçek Rabbdir. (Taha 90)


Rahman; bütün seslerin, huzurunda kısıldığı kimsedir. (Taha 108)


Rahman; şefaat etme iznini verendir. (Taha 109)


Rahman; kullarına hatırlatmada bulunandır. (Enbiya 36)


Rahman; gece ve gündüz gelebilecek olan azaptan insanları koruyandır. (Enbiya 42)


Rahman; sadece kendisinden yardım istenilendir. (Enbiya 112)


Rahman; kıyamet gününde tek söz sahibi olandır. (Furkan 26)


Rahman; sadece kendisine secde edilendir. (Furkan 60)


Rahman; sadece kendisine kul köle olunandır. (Furkan 63)


Rahman; görülmediği halde sadece kendisinden korkulandır. (Yasin 11)


Rahman; fayda ve zarar verme özelliğine sahip olandır. (Yasin23)


Rahman; melekleri kendine kız çocuğu edinmekten uzaktır. (Zuhruf 19)


Rahman; Kur‟an‟ı öğretendir. (Rahman 1)


Rahman; görünen ve görünmeyen âlemi bilendir. (Haşr 22)


Rahman; yaratmasında herhangi bir kusur olmayandır. (Mülk 3)


Rahman; kuşlara uçma kabiliyeti verendir. (Mülk 19)


Rahman; kendisine karşı asla yardım edilmeyendir. (Mülk 20)


Rahman; sadece kendisine iman ve tevekkül edilendir. (Mülk 29)


Rahman; göklerin, yerin ve ikisi arasındaki her şeyin Rabbidir. (Nebe 37)


Rahman; huzurunda O‟nun izni olmadan söz söylemeye kimsenin güç yetiremediğidir. (Nebe 39)


Rahmân ismini daha iyi anlamak için Kur‟an‟ın 55. süresi olan Rahmân süresine bakmak gerekir. Bu süre sahabe tarafından “Arûsu‟l-Kur‟an (Kur‟an‟ın gelini)” olarak isimlendirilmiştir. Bu süreyi tanımadan Rahmân isminin anlamını tam olarak kavrayamayız.


“Rahmân olan Allah Kur‟an‟ı öğretti. İnsanı yarattı. İnsana beyanı (konuşup ifade edebilmeyi) öğretti.” (Rahmân 1-4)


Allah‟ın bizlere en büyük rahmeti Kur‟an‟ı bize gönderip öğretmesidir. Biz Kur‟an‟la hakkı batıldan ayırt ediyoruz. Doğru yolun sınırlarını öğreniyoruz. Allah‟a nasıl kulluk yapacağımızı öğreniyoruz. Cenneti ve cehennemi tanıyarak haksızlık ve zulümden uzak durmaya çalışıyoruz. Kur‟an‟ı rehber edinip hayatımızı ona göre şekillendirmeye gayret ediyoruz. Bütün bunlar Allah‟ın rahmetinin birer göstergesidir.


Allah‟ın bizi insan olarak yaratması da büyük bir rahmettir. Bizi hem insan olarak yaratmış, hem de bize diğer varlıklara vermediği bazı özellikler vermiştir. İrade, seçme hürriyeti, akıl, zeka ve beyan gibi özellikler bizlere verilmiştir. Hem düşünüp aklımızı kullanabiliyor hem de düşüncelerimizi ifade edebiliyoruz.


Rahmân: güneşi, ayı, yıldızları ve bitkileri bizim emrimize amade kılmıştır. Yeryüzünü bize boyun eğdirmiş, onun her türlü nimetlerinden faydalanma imkanı vermiştir.


Rahmân bizi çamur gibi kuru balçıktan yaratmıştır. Aslımızı bize hatırlatması, gururlanmamamızı tavsiye etmesi de rahmetinin gereğidir.


Doğuyu ve batıyı, denizleri ve içindeki nimetleri bize bahşeden Allah‟tan başka kim Rahmân olabilir? O‟nun dışındaki her varlık yok olmaya mahkumdur. Ancak celal ve ikram sahibi olan Allah‟ın zatı ve gücü kalıcıdır. Yerde ve göklerde olan her şey O‟ndan ister, O‟na muhtaçtır. O‟nun izni olmadan hiçbir güç yeryüzünün sınırları dışına çıkamaz.


Rahmân olan Allah adaletini gerçekleştirmek için kıyameti yaratacaktır. İyiler yaptıkları iyiliklerin karşılığını görecek, kötüler de yaptıkları kötülüklerin cezasını çekeceklerdir. Bu da Allah‟ın eşsiz rahmetinin bir göstergesidir. Suçlular o gün simalarından tanınacak, perçemlerinden ve ayaklarından tutulup yalanladıkları cehenneme atılacaklardır. Orada ateş ile kızgın su arasında dolaşıp duracaklardır.


Dünyada Allah‟a kulluk yapanlar ise sık ağaçlı, içinden pınarlar fışkıran ve her türlü meyvenin çift çift bulunduğu cennetlere gireceklerdir. Mü‟minler orada koltuklara yaslanıp ağaçların gölgelerin altında hoş vakit geçireceklerdir.


Allah‟ın kıyamet, cennet ve cehennem sahnelerini bize haber vermesi Rahmân isminin gereğidir. Bizleri ana babamızdan, evlatlarımızdan ve dostlarımızdan daha çok seven Allah, bizim kurtuluşa erişmemizi, cennetlere girmemizi ve cehennemden kurtulmamızı istiyor. Bizler de ana babamıza, evlatlarımıza ve dostlarımıza merhamet etmek ve iyilik yapmak istiyorsak onlara Kur‟an öğretmemiz, onları Kur‟an ile tanıştırmamız gerekir.


Mekkeli müşriklerin bir kısmı Allah‟ın Rahmân özelliğini kabul ediyor, bir kısmı da kabul etmiyordu.


“Onlara: “Rahmân‟a secde edin!” denildiği zaman: “Rahmân da neymiş? Bize emrettiğin şeye secde eder miyiz hiç?” dediler. Bu onların daha fazla nefretlerini artırdı.” (Furkan 60)


Hudeybiye AntlaŞması sırasında da Hz. Ali Peygamber (s.a.v)‟in emriyle “Bismillahirrahmânirrahîm (Rahman ve Rahim olan Allah‟ın adıyla)” yazınca Süheyl b. Amr şöyle itiraz etmişti: “Bismillahirrahmânirrahîm‟in ne demek olduğunu bilmiyoruz. Bunun yerine bizim bildiğimiz şey olan “Bismikallahümme (Senin adınla Allah‟ım)” diye yaz.”


“Ve onlar Rahmân‟ı inkâr ederler” (Ra‟d 30) Bu ayetler ve Hudeybiye olayı onların bir kısmının Allah‟ı Rahmân olarak kabul etmediklerini ortaya koyar.



G-ALLAH‟IN RAHÎM İSMİNİN ANLAMI:


Allah‟ın Rahîm ismi özel bir sıfattır. Allah‟ın mü‟min kullarına olan merhametini ifade eder. O, dünya hayatını Allah‟ın rızasına göre değerlendiren, şükreden ve isyan etmeyen mü‟min kullarına özel bir rahmetle davranacaktır.


Rahîm sıfatı daha çok mü‟min kullar hakkında gerçekleşecektir. Bu sıfat aynı zamanda geniş bir merhamet ve rahmet manasını da taşımaktadır. Allah hem merhametlidir, hem de kullarına yardım eder, onları korur ve nimetlerini onların üzerine yayar.


Rahîm; bütün övgülere layık olandır. (Fatiha 3)


Rahîm; tevbeleri kabul edendir. (Bakara 37)


Rahîm; kulların yaptıklarını zayi etmeyip karşılığını verendir. (Bakara 143)


Rahîm; kendisinden başka hiçbir ilah olmayandır. (Bakara 163)


Rahîm; zorda kaldığı için haram işleyen kullarını affedendir. (Bakara 173)


Rahîm; fitneden vazgeçen kullarını bağışlayandır. (Bakara 192)


Rahîm; samimi kullarının ibadetlerindeki eksiklikleri tam kabul edendir. (Bakara 199)


Rahîm; iman edip hicret eden ve Allah yolunda cihad eden kullarına merhamet edendir. (Bakara 218)


Rahîm; kadınlarına haksızlık yapıp, sonra vazgeçenleri bağışlayandır.


Rahîm; peygambere tabi olanları affeden ve onlara acıyandır. (Ali İmran 31)


Rahîm; küfürden sonra iman edip durumlarını düzeltenleri affedendir. (Ali İmran 89)


Rahîm; affedilmek isteyenleri affeden, cezalandırılmak için gayret edeni de cezalandırandır. (Ali İmran 129)


Rahîm; namuslu yaşayanları affeden ve onlara merhamet edendir. (Nisa 25)


Rahîm; yeryüzünde fesat çıkarıp sonra da tevbe eden kimseleri bağışlayandır. (Maide 34)


Rahîm; hırsızlık yapan, sonra da tevbe edenleri affedendir. (Maide 39)


Rahîm; allah üçün üçüncüsüdür diyerek şirk koşan, sonra da pişmanlık içinde Allah‟a yönelen Hıristiyanları bağışlayandır. (Maide 73-74)


Rahîm; Kâbe‟yi insanların diriliş, ayaklanma ve huzura duruş merkezi yapandır. (Maide 97)


Rahîm; bilmeden kötülük yapıp sonra tevbe eden ve durumunu düzeltenleri bağışlayandır. (En‟am 54)


 

Rahîm; insanları yeryüzünün halifeleri kılan, bir kısmını bir kısmına denemek için üstün kılandır. (En‟am 165)


Rahîm; savaşta elde edilen ganimetleri helal kılarak kullarına acıyandır. (Enfal 69) 

Rahîm; müşriklerden tevbe edip namazı kılan ve zekât verenleri bağışlayandır. (Tevbe 5)

Rahîm; zayıf, hasta ve fakirliğinden dolayı Allah yolunda savaşa katılamayan, ama Allah‟a ve Rasulüne karşı samimi olanları affedendir. (Tevbe 91)


Rahîm; Allah‟a ve ahiret gününe iman eden, Allah yolunda harcadıklarını, kendilerini Allah‟a yaklaştıran ve Elçinin dualarında anılmalarını sağlayan vesileler olarak görenleri rahmetiyle kuşatandır. (Tevbe 99)


Rahîm; iyi davranışlarını kötü olanlarla karıştırdıktan sonra günahlarının farkında olanları esirgeyen ve bağışlayandır. (Tevbe 102)


Rahîm; sadakaları kabul ederek kullarına merhamet edendir. (Tevbe 104)


Rahîm; Allah yolunda hicret edenlere ve muhacirlere yardım edenlere rahmet kanatlarını gerendir. (Tevbe 117)


Rahîm; tembelliğinden dolayı cihada katılmayan, sonra da Allah‟tan başka sığınacak kimse olmadığını anlayanların tevbelerini kabul edendir. (Tevbe 118)


Rahîm; kullarının sıkıntılarını giderendir. (Yunus 107)


Rahîm; peygamberin yanında yer alan kullarını helak olmaktan kurtarandır. (Hud 41)


Rahîm; halis kullarını nefislerinin kötülüklerinden koruyandır. (Yusuf 53)


Rahîm; cennette inananları nahoş duygu ve düşüncelerden arındıran, onları birbirleriyle kardeş olarak mutluluk tahtları üzerine oturtan, onları yorgunluk ve bitkinlikten uzak tutandır. (Hicr 47-49)


Rahîm; evcil hayvanları insanların emrine amade kılandır. (Nahl 5-7)


Rahîm; nimetleri sayılamayacak şekilde çok ve bol olandır. (Nahl 18)


Rahîm; cihad edip sabreden kullarına yardım edendir. (Nahl 110)


Rahîm; denizleri ve gemileri bize boyun eğdirendir. (Hacc 65)


Rahîm; iffetli kadınlara iftira atıp sonra da tevbe edenleri bağışlayandır. (Nur 5)


Rahîm; mü‟minler arasında ahlaksızlığın yayılmasından hoşlanıp sonra da tevbe edenleri bağışlayandır. (Nur 20)


Rahîm; akrabaya, muhacirlere ve fakirlere yardım etmeyeceğim diye yemin eden sonra da bu yemininden vazgeçen erdemli kimseleri affedendir. (Nur 22)


Rahîm; zorla fuhuş bataklığına atılanlara merhamet edendir. (Nur 33)


Rahîm;  Allah ve Rasulünün izin verdiği ölçülere dikkat edenlere rahmet edendir. (Nur 62)


Rahîm; yeryüzünün mucizelerini düşünüp bundan ibret alanları bağışlayandır. (Şuara 7-9)


Rahîm; Hz. Musa, Hz. İbrahim, Hz. Nuh, Hz. Hud, Hz. Salih, Hz. Lut, Hz. Şuayb‟ın ve beraberindeki inananların kıssalarından ders çıkaranlara acıyandır. (Şuara 68,104,122,140,159,175)


Rahîm; bir haksızlık yaptıktan sonra kötülüğü iyiliğe çeviren kimseyi esirgeyendir. (Neml, 11)


Rahîm; dilediğine yardım edendir. (Rum 5)


Rahîm; toprağa giren ve ondan çıkan her şeyi, gökten inen ve ona yükselen her şeyi bilendir. (Sebe 2)


Rahîm; Kur‟an‟ı indiren, dosdoğru yol üzere olan peygamberimizi gönderendir. (Yasin 2-4)


Rahîm; cennetteki kullarına barış, mutluluk ve esenlik dolu sözlerle ikramda bulunandır. (Yasin 58)


Rahîm; rahmetinden asla ümit kesilmeyendir. (Zümer 53)


Rahîm; Rabbim Allah‟tır diyen ve sebatla doğru yolu izleyenleri cennette ağırlayandır. (Fussilet 32)


Rahîm; meleklerin kendisini hamd ile tesbih ettikleri ve yeryüzündekiler için kendisinden bağışlanma diledikleri kimsedir. (Şura 5)


Rahîm; huzurunda hiç kimsenin arkadaşına yardımı dokunmayacak olandır. (Duhan 41)


Rahîm; peygamberlerle insanlar arasında şahit olarak yeterli olandır. (Ahkaf 8)


Rahîm; peygambere saygısızlık yapıp da tevbe edenleri bağışlayandır. (Hucurat 5)


Rahîm; zan, tecessüs ve gıybetten sakınanlara merhamet edendir. (Hucurat 12)


Rahîm; Allah‟a ve Rasulüne itaat edenlerin amellerinden hiçbir şey eksiltmeyendir. (Hucurat 14)


Rahîm; korkan ve duâ eden kullarını yakıcı fırtınaların azabından koruyan ve cennetine koyandır. (Tur 28)


Rahîm; Allah‟tan korkan ve peygambere iman edenlere rahmetinden iki kat ecir veren, onlara yürüyecekleri bir nur kılan ve onları bağışlayandır. (Hadid 28)


Rahîm; kulları arasında sevgi bağıyla yakınlık oluşturandır. (Mümtehine 7)


Rahîm; peygambere bağlılık taahhüdü içinde bulunan kimselerin günahlarını affeden ve onlara acıyandır. (Mümtehine 12)


Rahîm; Allah‟ın haram kıldığını helal kılıp sonra da pişman olanları bağışlayandır. (Tahrim 1)


Rahîm; kendinden bağışlanma isteyenleri bağışlayan rahmet kaynağıdır. (Müzzemmil 20)


Rahîm; insanların batıl yollarla birbirlerinin mallarını yemelerini ve birbirlerini mahvetmelerini yasaklayarak rahmet kanatlarını gerendir. (Nisa 29)


Rahîm; Allah yolunda üstün çaba gösterenlere dereceler veren, onları bağışlayan ve onlara rahmet edendir. (Nisa 96)


Rahîm; Allah yolunda hicret edenlere yeryüzünde birçok rızık yolları ve bereketler bahşedendir. (Nisa 100)


Rahîm; Allah‟ın öğrettiğine göre hükmeden, hainlerle tartışmaya girmeyen ve onların bağışlanması için Allah‟a duâ edenlere rahmet eden, hatasını anlayan hainleri bağışlayandır. (Nisa 105,106)


Rahîm; kötülük yapıp kendisine zulmettikten sonra affetmesi için Allah‟a yalvaranları bağışlayandır. (Nisa 110)


Rahîm; hanımları arasında adaletli davrananlara rahmet kaynağıdır. (Nisa 129)


Rahîm; Allah‟a ve elçilerine iman edip onlar arasında hiçbir ayrım yapmayanları bağışlayandır. (Nisa 152)


Rahîm; İnsanların bolluk ve bereketinden rızıklarını aramaları için denizde gemileri yüzdürendir. (İsra 66)


Rahîm; yerin ve göklerin sırlarını bilendir. (Furkan 6)


Rahîm; tevbe eden, iman eden ve salih amel işleyen kimselerin kötülüklerini iyiliğe değiştirendir. (Furkan 70)


Rahîm; sadakat gösterenleri, sözlerini tutmalarından dolayı ödüllendirip bağışlayandır. (Ahzab 24)


Rahîm; insanlara melekleriyle nimetlerini bahşeden, onları karanlıklardan aydınlığa çıkaran ve mü‟minlere rahmet kaynağı olandır. (Ahzab 43)


Rahîm; peygamberine birçok eş bahşederek merhamet edendir. (Ahzab 50)


Rahîm; mü‟min kadınlara toplum içine çıktıklarında namuslu olarak tanınmaları ve rahatsız edilmemeleri için dış kıyafetlerini üzerlerine almalarını emrederek onlara rahmet edendir. (Ahzab 59)


Rahîm; münafık ve müşrik erkeklere ve kadınlara azap eden ve mü‟min erkek ve kadınları da bağışlayandır. (Ahzab 73)


Rahîm; yerin ve göklerin hâkimiyetini elinde bulundurup dilediğini bağışlayan dilediğine de azap edendir. (Fetih 14)


Bütün bu tanımlarda da görüldüğü gibi Allah‟ın Rahîm ismi hem dünya hayatını hem de ahiret hayatını kapsamaktadır.


Rahîm ismi Kur‟an‟da 114 kez geçmektedir. 72 yerde Ğafur ismi ile beraber kullanılmaktadır. Bu Allah‟ın hem günahları bağışlayıcı olduğunu hem de kullarına merhamet edici olduğunu ifade eder.


“Şüphesiz size ölü hayvan etini, kanı, domuz etini, Allah'tan başkası için kesilen hayvanı haram kılmıştır. Fakat darda kalana, başkasının payına el uzatmamak ve zaruret miktarını aşmamak üzere günah sayılmaz. Çünkü Allah bağışlayandır, merhamet edendir.” (Bakara 173)


“De ki: "Allah'ı seviyorsanız bana uyun. Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah affeder ve merhamet eder." (Ali İmran 31)


“Ettiği zulümden sonra tevbe edip düzelen kimse, bilsin ki Allah onun tevbesini kabul eder. Allah şüphesiz bağışlayandır, merhametli olandır.” (Maide 39)


Rahîm ismi Kur‟an‟da 9 kez Tevvab ismi ile birlikte zikredilmiştir. Allah, rahmetinden dolayı kullarının tevbelerini kabul eder.


“Âdem, Rabbinden bazı emirler aldı ve onları yerine getirdi. Rabb'i de bunun üzerine tevbesini kabul etti. Şüphesiz o tevbeleri daima kabul edendir, merhametli olandır.” (Bakara 37)


“İbrahim ve İsmail, Kâbe‟nin temellerini yükseltiyordu: "Rabbimiz! Yaptığımızı kabul buyur. Şüphesiz ki, Sen hem işitir hem bilirsin" "Rabbimiz! İkimizi Sana teslim olanlardan kıl, soyumuzdan da Sana teslim olanlardan bir ümmet yetiştir. Bize ibadet yollarımızı göster, tevbemizi kabul buyur, çünkü tevbeleri daima kabul eden, merhametli olan ancak Sensin." (Bakara 127-128)


“ Bütün genişliğine rağmen yer onlara dar gelerek nefisleri kendilerini sıkıştırıp Allah'tan başka sığınacak kimse olmadığını anlayan, savaştan geri kalmış üç kişinin tevbesini de kabul etti. Allah, tevbe ettikleri için onların tevbesini kabul etmiştir. Çünkü O tevbeleri kabul eden, merhametli olandır.” (Tevbe 118)


Rahim ismi Kur‟an‟da 9 kez Raûf ismi ile beraber kullanılır. Allah‟ın hem merhametli hem de kullarına karşı yumuşak davrandığı ifade edilir.


“Böylece sizi insanlara şahid ve örnek olmanız için tam ortada bulunan bir ümmet kıldık. Peygamber de size şahid ve örnektir. Senin yöneldiğin yönü, Peygambere uyanları, cayacaklardan ayırt etmek için kıble yaptık. Doğrusu Allah'ın yola koyduğu kimselerden başkasına bu ağır bir şeydir. Allah ibadetlerinizi boşa çıkaracak değildir. Doğrusu Allah insanlara şefkat gösterir, merhamet eder.” (Bakara 143)


“Andolsun ki, Allah, sıkıntılı bir zamanda bir kısmının kalpleri kaymak üzere iken Peygamber'e uyan Muhacirler ile Ensarın ve Peygamberin tevbelerini kabul etti. Tevbelerini, onlara karşı şefkatli ve merhametli olduğu için kabul etmiştir.” (Tevbe 117)

 

“Kendi kendinize zor varacağınız memleketlere, yüklerinizi taşırlar. Doğrusu Rabbiniz şefkatlidir, merhametlidir.” (Nahl 7)


Rahim ismi bir ayette Vedûd ismi ile beraber geçmektedir. Allah, kullarına acizliğinden veya korkaklığından dolayı merhamet etmez. Bilakis onlara olan sevgisinden dolayı onlara rahmet eder. Allah hem sever hem de rahmet eder.


"Rabbinizden mağfiret dileyin, O'na tevbe edin, doğrusu Rabbim merhamet eder ve çok sever." (Hud 90)


Rahim ismi bir ayette de el-Berr ismi ile beraber geçmektedir. Allah herhangi bir gücün zorlaması ile kullarına rahmet etmez. İyilik yapma özelliği Allah‟ın zatında vardır. Allah‟ın rahmeti çok geniş ve çok boyutludur. Bütün insanları ve evreni kapsar. Allah‟ın rahmetinde sınır yoktur.


"Doğrusu bundan önce ailemizin yanında bile korku içindeydik. Allah lütfedip bizi kavurucu azaptan korudu. Doğrusu bundan önce de O'na yalvarıyorduk. Şüphesiz O, iyilik yapandır, acıyandır" derler.” (Tûr 26-28)


Rahim ismi Kur‟an‟da 13 kez Aziz ismi ile beraber geçmektedir. Bu beraberlik rasgele değildir. Allah mutlak galiptir. Asla mağlup edilemez. Hem kendisi şereflidir, hem de insanlara şeref verir. Kullara olan merhameti acziyetinden dolayı değildir. Şereften yoksun olduğu için de merhametli değildir. O, güçlüdür, O‟nun gücüne kimse karşı koyamaz. Hem Rahim özelliği hem de Aziz özelliği Allah‟tan başka hiçbir kimse de aynı anda bulunamaz.


“Yeryüzüne bakmazlar mı? Orada, bitkilerden nice güzel çiftler yetiştirmişizdir. Şüphesiz bunlarda Allah'ın kudretine işaret vardır, ama çoğu inanmazlar. Rabbin şüphesiz güçlüdür, merhametlidir.” (Şuara 7-8-9)


“Rabbin şüphesiz güçlüdür, merhametlidir. Şüphesiz Kuran Alemlerin Rabbinin indirmesidir.” (Şuara 191-192)


“Gökten yere kadar olan bütün işleri Allah düzenler, sonra, işler sizin hesabınıza göre bin yıl kadar tutan bir gün içinde O'na yükselir. O, görülmeyeni de görüleni de bilendir, güçlüdür, merhametlidir.” (Secde 5-6)


Rahim ismi bir kez de Rabb ismiyle beraber geçmektedir. Allah kullarına sadece merhamet etmekle kalmaz. Rabb özelliğiyle, rabb ismiyle onların hayatına karışır ve müdahale eder. Allah hem yaratır hem de terbiye eder. Evrene ve insan hayatına düzen ve nizam koyar. Emretme ve yasaklama yetkisine sahiptir. Kimseye sormadan, danışmadan karar alma yetkisi vardır. Dilediğini yapar, yaptığından dolayı kimseye hesap vermez. Allah bütün bu özelliğiyle beraber kullarına merhamet eder. Rahmetini onlara dilediği şekilde yayar.


“Doğrusu bugün, cennetlikler eğlenceyle meşguldürler. Onlar ve eşleri gölgeliklerde, tahtlar üzerine yaslanmışlardır. Orada meyveler ve her istedikleri onlarındır. Merhametli olan Rab katından onlara selam vardır.” (Yasin 55-58)


Rahim ismi 6 kez de Rahman ismi ile beraber geçmektedir. Bu birliktelik hem Allah‟ın uluhiyyetine hem de rahmetinin sonsuzluğuna işaret eder.


“Ha, Mim. Bu Kitap, merhametli olan Allah katından indirilmedir; bilen bir millet için müjdeci ve uyarıcı olmak üzere Arapça okunarak ayetleri uzun uzun açıklanmıştır. Ama insanların çoğu yüz çevirmiştir, onlar işitmezler de.” (Fussilet 1-4)


“O, görüleni de görülmeyeni de bilen, kendisinden başka ilah olmayan Allah'tır. O, acıyıcı olandır, acıyandır.” (Haşr 22)


“İlahınız bir tek ilahtır. O, merhamet eden, merhametli olandan başka ilah yoktur.” (Bakara 163)


Rahîm ismini Kur‟an‟da bazen marife bazen de nekra olarak görmekteyiz. Tekil ve çoğul kullanımı da vardır. Bu Rahîm isminin hem Allah için hem de insanlar için kullanılabileceğini ifade eder. Nitekim Peygamber (s.a.v) Rahîm sıfatı ile Kur‟an‟da nitelenmiştir:


“Şüphesiz ki size sizden aziz bir elçi geldi. Zorlanmanız ona ağır geliyor, üstünüze titriyor; mü‟minlere karşı çok şefkatlidir, çok merhametlidir.” (Tevbe128) 

 

H-RAHMAN VE RAHİM İSİMLERİNİN ARASINDAKİ FARKLAR


1-Rahmân sıkıntı ve ayıpları gideren, Rahîm ise kalpleri ve gizlilikleri aydınlatandır.

2-Rahmân sadece Allah için kullanılırken Rahîm insanlar için de kullanılabilir.

3-Allah dünyanın Rahmân‟ı, ahiretin de Rahîm‟idir. “Ey dünyanın Rahmân‟ı ahiretin de Rahîm‟i” şeklindeki dua meşhurdur.

4- Rahmân sadece Allah‟a has olan rahmeti ifade eder, Rahîm ise kulların merhametine de işaret eder.

5- Rahmân kullara Kur‟an‟ı öğreten, Rahîm de Kur‟an‟a uymakla şeref ve ikramda bulunan.

6- Rahmân, kullardan sadır olması düşünülemeyecek şekilde nimet veren, Rahîm ise kullardan da sadır olması mümkün olacak şekilde nimetlendirendir.

7- Rahmân ismi Rahîm‟den daha şümullüdür.“Rahmân arşı istiva etti” ayetinde olduğu gibi Allah‟ın ilim ve kudretinin genişliğini ifade eden arş ile beraber zikredilmektedir.

8- Rahmân ismi bütün mahlûkatı kuşatırken Rahîm sadece mü‟minleri kapsamaktadır.

9- Rahmân, Allah‟ın yüce, şerefli, onurlu, görkemli ve ihtişamlı nimetlerini belirtir.

Rahîm ise Allah‟ın ince, sınırlı ve tafsilatlı nimetlerine delalet eder.

10- Kur‟an‟da “Rahmân‟ın kulları”  ibaresi geçerken  “Rahîm‟in kulları”  ifadesi yoktur.

11- Rahmân sadece Rahîm ismiyle beraber geçmektedir. Rahîm ismi ise Tevvâb, Azîz, Ğafûr, Raûf, Rabb ve Berr isimleri ile beraber zikredilmektedir.

12-Rahmân genel olarak bütün nimetleriyle bütün yaratıklarına merhamet edendir. Rahîm ise onları hidayete iletmek, onlara lütuflarda bulunmak suretiyle mü‟minlere merhametli olandır.

13-Rahmân kendisinden istenildiği zaman verendir. Rahîm ise kendisinden dilekte bulunulmadığı zaman gazaplanandır.



Ġ- RAHMAN VE RAHİM İSİMLERİNDEN ÇIKARILACAK DERSLER


Allah‟ın rahmetiyle O‟nun Rahmân ve Rahîm isimlerini anlamları ile öğrendik. Bu bilginin üzerine bize de bazı görev ve sorumluluklar düşmektedir. Allah bize verdiği ilim nimetini, üzerimizde görmek ister.


Allah‟ı önce kendimiz rahmet sahibi olarak tanıyacağız. O‟nun rahmeti olmadan biz hiçbir şeye sahip olamayız. O‟nun nimetlerini saymakla bitiremeyiz. O‟nun rahmetiyle yaşıyor, O‟na kulluk etmeye çalışıyoruz. O‟nun af ve rahmetiyle cennete girmeyi arzuluyoruz. Hiçbir insan O‟nun rahmeti olmadan cennete giremeyecektir. Bütün bu nimetlere karşılık şükreden bir kul olmalıyız. Hayatımızı şükür üzere bina etmeliyiz. Şükür sadece sözle yapılan bir ibadet değildir. Gerçek şükür bedenle, azalarla ve hayatın her alanında O‟na kul olarak yapılır.


Allah‟ın en büyük rahmeti olan Kur‟an‟ı iyi tanımalıyız. Anlayarak ve üzerinde düşünerek okumalıyız. Hayatımızı bütün yönleriyle Kur‟an‟a göre düzenlemeliyiz. O‟nu diğer insanların da tanıması için çaba harcamalıyız. Öncelikle ana, baba, evlat ve dostlarımızı Kur‟an nimetiyle tanıştırmalıyız.


İnsanlara Allah‟ı tanıtırken öncelikle rahmet sıfatı ile tanıtmalıyız. İnsanlara Allah‟ı sevdirmeli, O‟nu öcü olarak, cayır cayır yakan, cehenneme atan, cezalandıran ve taş yapan olarak tanıtmamalıyız. Bu konuda Peygamberimizin şu sözünü unutmamalıyız:


“Size gerçek fakihi ( dini kavrayan kimseyi) haber vereyim mi? Gerçek fakih:


1-İnsanları Allah‟ın rahmetinden ümitsizliğe düşürmeyen,

2-Onlara, Allah‟a isyan hususlarında kolaylık tanımayan,

3-Onları Allah‟ın azabından emin kılmayan,

4-Kur‟an‟ı başka kaynaklara meylederek terk etmeyendir. Şüphesiz ki kendisinde ilim olmayan ibadette, kendisinde anlama olmayan ilimde, kendisinde düşünce olmayan okuma da hiçbir hayır yoktur.”


Kur‟an birçok ayette Allah‟ın rahmet özelliğini ve bunun insanlar üzerindeki yansımalarını anlatır. Allah‟ı bu yönüyle tanıtmamız insanların kalplerini yumuşatacak ve onları Allah‟a kulluğa yöneltecektir.


Âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed‟i de hayatı ile hadisleri ile tanımalıyız. O‟nu imam ve rehber olarak tanımalı ve tanıtmalıyız. Kur‟an‟ın yanında mutlaka hadis okuma programı takip etmeliyiz. Hayatı yanlışlarla ve kusurlarla dolu olan insanların hayatını ve sözlerini öğrenmek ve öğretmek yerine Allah‟ın koruması ve gözetimi altında olan Hz.Muhammed‟i tanımak ve tanıtmak, Allah‟ın rahmetine saygının en güzel ifadesidir. Çocuklarımıza ve sevdiklerimize Kur‟an ve sünnet eğitimi vererek Allah‟ın rahmetine şükretmiş olacağız.


Ana-babamıza karşı da merhametli olmalıyız. Onlar da Allah‟ın bize bir rahmetidir. Şirki, günahı ve isyanı emretmedikleri sürece onlara itaat etmeli, onların gönüllerini hoşnut etmeliyiz. Onlara rahmet ve şefkat kanatlarımızı germeliyiz. Onları üzecek hareket ve sözlerden uzak durmalıyız. Onları azarlamak, onlara “öf” bile demek Rabbimiz tarafından yasaklanmıştır.


“Rabbin, yalnız Kendisine ibadet etmenizi ve ana-babaya iyilik etmeyi buyurmuştur. Eğer ikisinden biri veya her ikisi, senin yanında iken ihtiyarlayacak olursa,  onlara karşı "Öf" bile demeyesin, onları azarlamayasın. Onlara acıyarak alçak gönüllülük kanatlarını ger. İkisine de hep tatlı söz söyleyesin ve: "Rabbim! Küçükken beni yetiştirdikleri gibi sen de onlara merhamet et!" de.” (İsrâ 23-24)


“Biz insana, ana ve babasına karşı iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Annesi onu, güçsüzlükten güçsüzlüğe uğrayarak karnında taşımıştı. Çocuğun sütten kesilmesi iki yıl içinde olur. Bana ve ana babana şükret diye tavsiyede bulunmuşuzdur. Dönüş Bana'dır. Ey insanoğlu! Ana-baban, seni, körü körüne Bana ortak koşman için zorlarlarsa onlara itaat etme. Dünya işlerinde onlarla güzel geçin. Bana yönelen kimsenin yoluna uy. Sonunda dönüşünüz Bana'dır. O zaman, yaptıklarınızı size bildiririm.” (Lokman 14-15)

Müslüman, Allah‟ın yaratıklarına karşı da merhametli olandır. Allah‟tan öğrendiğimiz bu özelliği biz de kullara sergilemeliyiz. İnsanlara merhametli olmakla alakalı olarak Peygamberimiz (s.a.v) şöyle buyuruyor:

"Allah, merhametli olanlara rahmetle muamele eder. Öyleyse, sizler yeryüzündekilere karşı merhametli olun ki, semâda bulunanlar da size rahmet etsinler. Rahîm (akrabalık bağı) Rahmân'dan bir bağdır. Kim bunu korursa Allah onunla (rahmet bağı) kurar, kim de koparırsa Allah da ondan (rahmet bağını) koparır."

Hz. Cerir (r.a) anlatıyor: "Rasulüllah (s.a.v) şöyle buyurdu:

“Merhamet etmeyene, merhamet edilmez. Bağışlamayan da, bağışlanmaz.”

Hz. Cerir (r.a) anlatıyor: "Rasulüllah (s.a.v) şöyle buyurdu:

"Allah, insanlara merhamet etmeyene rahmette bulunmaz.”

Ebu Hüreyre (r.a)'den gelen bir diğer rivâyette Rasulüllah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

"Merhamet; ancak şaki'nin (ebedi hüsrâna uğrayanın) kalbinden çıkarılabilir."

Ebu Hureyre (r.a) anlatıyor: "Rasulüllah (s.a.v) bir gün, torunu Hasan (r.a)'ı öpmüş idi. Bu sırada yanında bulunan Akra' İbnu Hâbis, (sanki bunu tuhaf karşıladı ve:) "Benim on tane çocuğum var. Fakat onlardan hiçbirini öpmedim." dedi. Rasulüllah (s.a.v) ona bakıp:

"Merhamet etmeyene merhamet edilmez." buyurdu."

Rezin şu cümleyi de ilâve etti: Ayrıca Rasulullah (s.a.v) Şöyle de buyurdu: Allah sizin kalbinizden merhameti çıkardı ise ben ne yapabilirim?"

Müslüman, insanî özelliklerini yitirmemiş olan bütün insanlara merhametli davranır.

Onlara insan olarak değer verir. Onların doğuştan kazandıkları haklarına karşı saygılı davranır.

Batıl da olsa inanç ve düşüncelere sövüp hakaret etmez.

“Allah'tan başka yalvardıklarına sövmeyin ki, onlar da cahillikle ileri giderek

Allah'a sövmesinler. Böylece her ümmete işini güzel gösterdik, sonra dönüşleri Rab'lerinedir. O, işlediklerini haber verir.” (En‟am 108)

Ancak Allah‟a ve İslam‟a hakaret edenler saygı ve merhameti hak edemez. Tevhid inancının yayılmasına ve tanınmasına engel olanlara Müslümanlar hak ettikleri meşru cevabı verirler. Onlara karşı onurlu ve zorludurlar. Onları asla dost edinmezler.


“Ey İnananlar! Aranızda dininden kim dönerse bilsin ki, Allah, sevdiği ve onların O'nu sevdiği, inananlara karşı alçak gönüllü, inkârcılara karşı güçlü, Allah yolunda cihad eden, yerenin yermesinden korkmayan bir millet getirir. Bu, Allah'ın dilediğine verdiği bol nimetidir. Allah her şeyi kaplar ve bilir. Sizin dostunuz ancak Allah, O'nun Peygamberi ve namaz kılan, zekât veren ve rüku eden müminlerdir. Kim Allah'ı, Peygamberini ve inananları dost edinirse bilsin ki, şüphesiz Allah'tan yana olanlar üstün gelirler.


Ey iman edenler! Kendilerine sizden önce kitap verilenlerden, dininizi alaya ve eğlenceye alanları ve inkârcıları dost olarak benimsemeyin. İnanıyorsanız Allah'tan sakının.” ( Mâide 54-57)


Müslümanlar kendi aralarında çok merhametlidirler.


“Muhammed Allah'ın elçisidir. Onun beraberinde bulunanlar, inkârcılara karşı sert, birbirlerine merhametlidirler. Onları rükûa varırken, secde ederken, Allah'tan lütuf ve hoşnutluk dilerken görürsün. Onlar, yüzlerindeki secde izi ile tanınırlar. İşte bu, onların Tevrat'ta anlatılan vasıflarıdır. İncil'de de şöyle vasıflandırılmışlardı: Filizini çıkarmış, onu kuvvetlendirmiş, kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş, ekincilerin hoşuna giden ekin gibidirler. Allah böylece bunları çoğaltıp kuvvetlendirmekle inkârcıları öfkelendirir. Allah, inanıp yararlı işler işleyenlere, bağışlama ve büyük ecir vadetmiştir.” ( Feth 29)


Nu‟man bin Beşir ( r.a)‟den rivayetle Allah Rasülu ( s.a.v) şöyle buyurdu:


“Mü‟minler birbirlerini sevmede, merhamet etmede, yardımlaşmada bir vücut gibidirler. Vücudun bir organı hastalandığında, bütün vücut uykusuzluk ve ateşle onun acısına ortak olur.”

Müslümanların dertleriyle ilgilenme konusunda Allah Rasulü ( s.a.v) şöyle buyurur:

“Müslümanların durumlarıyla, dertleriyle ilgilenmeyen onlardan değildir.”


Müslümanlara merhametli davrandığımız gibi onlara sabırlı olmayı, hak dava üzerinde mücadeleye devam etmeyi de tavsiye etmeliyiz. Sabrı tavsiyenin yanında insanlara karşı merhametli davranmayı ve rahmet kanatlarını onlara germeyi de tavsiye etmeliyiz. Rahmet kaynağı Kur‟an bu gerçeği şöyle ifade eder:


“Bir de iman edip birbirlerine sabrı ve merhameti tavsiye edenlerden olmak gerekir.” (Beled 17)

Müslüman, insanlara merhametli davrandığı gibi hayvanlara da merhametli davranır.


Hz. Ebu Hureyre (r.a) anlatıyor: "Rasülullah (s.a.v) buyurdular ki: "Bir adam yolda yürürken susadı ve susuzluğu arttı. Derken bir kuyuya rastladı. İçine inip susuzluğunu giderdi. Çıkınca susuzluktan soluyup toprağı yemekte olan bir köpek gördü. Adam kendi kendine: "Bu köpek de benim gibi susamış" diyerek tekrar kuyuya indi. Mestini su ile doldurup ağzıyla tutarak dışarı çıktı ve köpeği suladı. Allah onun bu davranışından memnun kaldı ve günahlarını affetti."


Rasulüllah'ın yanındakilerden bazıları:

"Ey Allah'ın Rasülü! Yani bize hayvanlara yaptığımız iyilikler için de sevap var mı?" dediler. Rasulullah (s.a.v) da:

"Evet! Her yaş ciğer (can) sahibi için bir sevap vardır" buyurdu."

Bir diğer rivâyette Rasulullah (s.a.v) Şöyle buyurmuştur:


"Fâhişe bir kadın, sıcak bir günde, bir kuyunun etrafında dönen bir köpek gördü, susuzluktan dilini çıkarmış soluyordu. Kadıncağız mestini çıkararak onunla su çekip köpeği suladı. Bu sebeple kadın Allah tarafından mağfiret olundu."


İbni Ömer (r.a) anlatıyor: "Rasülullah (s.a.v) şöyle buyurdu:


"Bir kadın, eve hapsettiği bir kedi yüzünden cehenneme gitti. Kediyi hapsederek yiyecek vermemiş, yeryüzünün haşerâtından yemesi için de salmamıştı."


Abdullâh İbnu Câfer (r.a) anlatıyor: "Rasulullah (s.a.v)'ın kazâ-i hâcet yaparken geri tarafından perdelenmek için en ziyâde tercih ettiği sütre, bir bina veya bir hurma kümesi idi. Bir seferinde Ensâr‟dan bir zâtın bahçesine girdi. Orada bir deve vardı. Deve Rasulüllah (s.a.v)'ı görünce inledi ve gözlerinden yaşlar aktı. Aleyhissalâtu vesselâm deveye yaklaştı ve gözyaşlarını sildi. Hayvan sâkinleşti.


"Bu devenin sahibi kim?" diye sorarak ilgi gösterdi. Ensar'dan bir genç:


"O bana aittir ey Allah'ın Rasülü!" deyip ortaya çıkınca Hz. Peygamber onu payladı:


"Allah'ın sana mülk kıldığı bu deve hakkında Allah'tan korkmuyor musun? Bâk! Bu bana şikâyette bulundu. Sen bunu doyurmuyor ve fazla çalıştırarak da yoruyormuşsun."


Hz. Ebu Hureyre (r.a) anlatıyor: "Rasulüllah (s.a.v) şöyle buyurdu:


"Hayvanlarınızın sırtını minberler yerine koymayın. Şurası muhakkak ki tek başınıza güçlükle gidebileceğiniz bir yere sizi götürmeleri için Allah onları sizlere hizmetçi kıldı. Arzı da sizin durma yeriniz kıldı. Öyleyse ihtiyaçlarınızı duran hayvanının sırtında değil arz üzerinde görün."


Rasulullah (s.a.v) ateşe verdiğimiz bir karınca yuvası gördü. "Kim yaktı bunu?" diye sordu. "Biz!" dedik. Bunun üzerine:

"Ateşle azap vermek sadece ateşin Rabbine hastır" buyurdu."


Rasulullah (s.a.v) hastalıklardan ve dertlerden bahsedip şöyle buyurdu:


"Mü'mine bir hastalık gelir, sonra da Allah ona şifa verirse, bu hastalık onun geçmiş günâhlarına keffâret, geri kalan hayatı için de bir öğüt olur. Şâyet münâfık hastalanır, sonra da afiyet verilirse o, sahibi tarafından bağlanıp sonra da salıverilen fakat niçin bağlandığını, niçin salıverildiğini bilmeyen bir deve gibidir."


Rasulullah (s.a.)‟ın yanında oturanlardan biri:


"Ey Allah'ın RasüIü, hastalıklar da neyin nesi? Ben hiçbir zaman hastalanmadım." dedi.

Rasulullah (s.a.v) da:


"Kalk! Sen bizden değilsin" buyurdu."


Hz. Ebu Hureyre (r.a) anlatıyor: "Rasulüllah (s.a.v) şöyle buyurdu:


"Peygamberlerden birini bir karınca ısırdı. O da (öfkelenerek) karıncanın yuvasının yakılmasını emretti ve yakıldı. Allah da ona şöyle vahyetti: "Seni bir karınca ısırmışken sen tesbih eden bir ümmeti yaktın."


Rahman isminin anlamlarını öğrendikten sonra; Rahman‟ın hakiki kullarının sahip oldukları özelliklere sahip olmamız gerekir.


“Rahman'ın kulları yeryüzünde tevazuyla yürürler. Bilgisizler kendilerine takıldıkları zaman onlara güzel ve yumuşak söz söylerler.


Onlar, gecelerini Rableri için kıyama durarak ve secdeye vararak geçirirler.


Onlar, "Rabbimiz! Bizden cehennem azabını uzaklaştır. Doğrusu onun azabı sürekli ve acıdır. Orası şüphesiz kötü bir yer ve kötü bir duraktır" derler.


Onlar, sarf ettikleri zaman ne israf ederler ne de cimrilik, ikisi arasında orta bir yol tutarlar.


Onlar, Allah'ın yanında başka ilah edinip ona yalvarmazlar. Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar. Zina etmezler. Bunları yapan günaha girmiş olur. Kıyamet günü azabı kat kat olur, orada, alçaltılarak temelli kalır. Ancak tevbe eden, inanıp yararlı iş işleyenlerin, işte Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah bağışlar ve merhamet eder. Kim tevbe edip yararlı iş işlerse şüphesiz o, Allah'a gereği gibi yönelmiş olur.


Onlar yalan yere şehadet etmezler; faydasız bir şeye rastladıkları zaman yüz çevirip vakarla geçerler. Kendilerine Rablerinin ayetleri hatırlatıldığı zaman, kör ve sağır kesilmezler.


Onlar: "Rabbimiz! Bize eşlerimizden ve çocuklarımızdan gözümüzün aydınlığı olacak insanlar ihsan et ve bizi, Allah'a karşı gelmekten sakınanlara önder yap" derler.


İşte onlar, sabrettiklerinden ötürü cennetin en yüksek dereceleriyle mükâfatlandırılırlar. Orada esenlik ve dirlik dilekleriyle karşılanırlar. Orada temellidirler. Orası ne güzel bir yer ve ne güzel duraktır!


De ki: İbadetiniz (duanız) olmasa Rabbim size ne diye değer versin? Ey inkârcılar! Yalanladığınız için, azap yakanızı bırakmayacaktır.” (Furkan 63-77) 



K-KUR‟AN‟DA GEÇEN ALLAH‟IN RAHMETİNİ İSTEMEK İLE İLGİLİ DUÂ ÖRNEKLERİ


1-“Nuh dedi ki: “Ey Rabbim! Ben senden hakkında bilgim olmayan şeyi istemekten sana sığınırım. Eğer beni bağışlamaz ve esirgemezsen ben ziyana uğrayanlardan olurum.” (Hud 47)

2-“Zira kullarımdan bir zümre: “Rabbimiz! Biz iman ettik; öyle ise bizi affet, bize acı. Sen merhamet edenlerin en hayırlısısın” demişlerdi.” (Mü‟minûn 109,118)

3-“Allah her şahsı ancak gününün yettiği ölçüde mükellef kılar. Herkesin kazandığı hayır kendine, yapacağı şerde kendinedir.

Rabbimiz! Biz unutursak veya hataya düşersek bizi sorumlu tutma.

Ey Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır bir yük yükleme.

Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmediği işler de yükleme. Bizi affet! Bizi bağışla! Bize acı! Sen bizim mevlamızsın. Kafirler topluluğuna karşı bize yardım et.” (Bakara 286)

4-“Onları esirgeyerek alçak gönüllülükle üzerlerine kanat ger ve: “Rabbim! Küçüklüğümde onlar beni nasıl yetiştirmişlerse Şimdi de sen onlara öyle rahmet et” diyerek duâ et.” ( İsra 24)

5-“Rabbimiz! Bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi eğriltme. Bize tarafından bir rahmet bağışla. Lütfu en bol olan sensin.” (Ali İmran 8)

6-“O yiğit gençler mağaraya sığınmışlar ve: “Rabbimiz! Bize tarafından bir rahmet ver ve bize, şu durumumuzdan bir kurtuluş yolu hazırla.” demişlerdi.”( Kehf 10)

7-“Arşı yüklenen ve bir de onun çevresinde bulunanlar (melekler) Rablerinin hamd ile tesbih ederler. O‟na iman ederler. Mü‟minlerin de bağışlanmasını isterler: “Ey Rabbimiz! Senin rahmet ve ilmin her şeyi kuşatmıştır. O halde tevbe eden ve senin yoluna girenleri bağışla. Onları cehennem azabından koru.” derler. ( Mü‟min 7)

8-“Onlar dediler ki: “Allah‟a dayandık. Ey Rabbimiz! Bizi o zalimler topluluğu için deneme konusu yapma. Ve bizi rahmetinle o kafirler topluluğundan kurtar.” (Yunus 85,86)

9-“(Süleyman) onun sözünden dolayı gülümsedi ve dedi ki: “Ey Rabbim! Beni gerek bana gerekse ana babama verdiğin nimete şükretmeye ve hoşnut olacağın iyi işler yapmaya muvaffak kıl. Rahmetinle beni iyi kullarının arasına kat.” ( Neml 19)

10-“Yakup dedi ki: “Daha önce kardeşi (Yusuf) hakkında size ne kadar güvendiysem bunun (Bünyamin) hakkında da size güveneyim mi? Oysa Allah koruyup gözetici olarak sizden elbette daha iyi daha üstündür. Çünkü O merhametlilerin en merhametlisidir. ( Yusuf 64)

11-“Eyyub‟u da an. Hani Rabbine: “Başıma bu dert geldi. Sen merhametlilerin en merhametlisin” diye niyaz etmişti. ( Enbiya 83)

12-“Onlar: “Rabbimiz biz kendimize zulmettik. Eğer sen bizi bağışlamaz, bize merhamet etmezsen kesinlikle hüsrana uğrayanlardan oluruz” dediler. ( A‟raf 23)

13-“Musa dedi ki: “Ey Rabbim! Beni ve kardeşimi bağışla ve bizi rahmetinin içine koy. Sen merhamet edenlerin en merhametlisisin.” (Araf 151)

14-“Musa, tayin ettiğimiz vakitte huzurumuzda bulunmak üzere kavminden yetmiş er seçmişti. Ne zaman ki bunları o sarsıntı yakaladı. Musa dedi ki: “Rabbim! Dileseydin bunları ve beni daha önce helak ederdin. Şimdi bizi, içimizdeki o beyinsizlerin yaptıkları yüzünden helak mi edeceksin? O da sırf Sen‟in imtihanın. Sen bununla dilediğini saptırırsın, dilediğini de doğru yola iletirsin. Sen bizim dostumuzsun. Bizi bağışla ve bize merhamet et. Sen bağışlayanların en hayırlısısın.” (Araf 155)



L-PEYGAMBERİN VE SAHABENİN RAHMAN VE RAHİM İSİMLERİ İLE YAPTIĞI DUÂ ÖRNEKLERİ


Bir kişi Müslüman olduğu zaman Rasulullah ( s.a.v) ona şöyle dua etmesini öğretirdi:

“Ey Allah‟ım! Beni bağışla, bana rahmet et, beni hidayete erdir, bana afiyet ver ve beni rızıklandır.”

Hz. Ali‟den rivayet edilen, unutma anında okunması gereken duada Peygamber (s.a.v)


Allah ve Rahmân adı ile başlayarak şöyle dua ediyor:


“Ey Allah! Ey Rahmân! Celâlin ve cemâlinin nuru hakkı için senden kitabını bana öğrettiğin gibi hafızamda tutmamı ve razı olduğun şekilde okumamı nasip etmeni istiyorum.


Ey Allah! Ey Rahmân! Senden kitabınla gözlerimi aydınlatmanı, onunla dilimi açmanı, onunla kalbimden üzüntüyü gidermeni, göğsümü ferahlandırmanı ve bedenimi yıkamanı diliyorum. Zira hakkı bulmakta ancak sen yardımcı olursun, onu bana ancak sen verirsin. Güç, kuvvet ve hareket ancak Allah iledir.”


Peygamber (s.a.v) namazda tahiyyat duasını bitirince şöyle dua ederdi:


“Ey Allah‟ım! Sen her türlü eksiklik ve kusurdan uzaksın. Senden başka gerçek ilah yoktur. Ey Ğaffar! Benim günahlarımı ört. Ey Tevvâb! Benim tevbemi kabul et, amellerimi ıslah et. Şüphesiz ki sen dilediğin kimselerin günahlarını affedersin. Sen ğafûr ve rahimsin.


Ey Rahmân! Bana merhamet et. Ey Affedici! Beni affet. Ey Raûf! Bana şefkat et.

Ey Rabbim! Bana, verdiğin nimetlere şükretme gücü ver. Bana, Sana güzel ibadet edebilme gücü ver.

Ey Rabbim! Senden bütün hayırları ister, bütün şerlerden de Sana sığınırım.


Ey Rabbim! Benim işlerimi hayırla aç, hatırla sonuçlandır. Bana, Sana kavuşma konusunda şevk ve arzu ver. Beni, bana zarar verecek sıkıntılardan, saptırıcı fitnelerden ve kötülüklerden koru. Sen kimi koruma altına alırsan şüphesiz ki o kıyamet gününde rahmete ulaşır. İşte bu en büyük kurtuluştur.”


Allah Rasülü (s.a.v) istihare duasında şöyle de dua ederdi:


“Ey Allah‟ım! İlmine müracaat ederek Senden hayır isterim. Kudretine dayanarak senden güç isterim. Senden yüce ihsanını isterim. Sen bilirsin ben bilemem, Sen güç yetirirsin ben güç yetiremem. Sen bilinmeyenleri en iyi bilensin. Eğer bu işin ( burada ihtiyacımız olan konu söylenir) benim için; dinim, yaşantım ve ahiretim konusunda hayırlı olacağını biliyorsan onu bana kolaylaştır ve bana bereketli kıl. Benim için nerede olursa olsun hayır takdir et. Ey Rahmân beni ondan hoşnut kıl.”


Rasulullah (s.a.v), Hz. Muaz‟a: “Üzerinde dağ kadar borç olsa dahi okuduğun zaman Allah‟ın seni ondan kurtaracağı şu duâyı oku.” diyerek şu duâyı öğretti:


“Ey mülkün hakiki sahibi olan, âlemlerde dilediği gibi tasarruf eden Allah‟ım! Sen mülkü dilediğine verir, dilediğinden de çeker alırsın. Sen dilediğini aziz eder, yükseltir, dilediğini zelil kılar, alçaltırsın. Bütün hayır ve iyilik yalnız Sen‟in kudretindedir. Sen‟in her şeye gücün yeter.”


“Ey dünyanın ve ahiretin Rahmanı! Dünyayı ve ahireti dilediğine verir, dilediğine de vermezsin. Bana merhamet et. Rahmetinle beni Sen‟den başkasının merhametine muhtaç etme.”


Katade, şöyle dua ederdi:


“Ey Allah‟ım! Bizi tehdidinden korkanlardan kıl. Ey Bârr ve Ey Rahîm! Bizi va‟dettiğin nimetleri ümit edenlerden kıl.”


Hz. Ali (r.a) şöyle dua ederdi:


“Ey Allah‟ım! Sen‟den her şeyi kuşatan rahmetini, her şeye galip gelen otoriteni, her şeyi dolduran saltanatını, kimsenin karşı çıkamadığı kuvvetini, her şeyi aydınlatan nurunu, her şeyi kapsayan ilmini, her şeyin kendisiyle yok olduğu ismini, her şey yok olduktan sonra baki kalacak olan yüzünü (rızanı) isterim.


Ey Nur! Ey Kuddus! ( bu ifadeyi üç kez kullandı.) Ey ilklerin ilki! Ey sonların sonu! Ey Allah! Ey Rahman! Ey Rahim! İntikamın inmeden önce benim günahlarımı bağışla. Pişman olduğum günahlarımı bağışla. Kısmetleri tutup engel olan günahlarımı bağışla. Nimetleri değiştiren günahlarımı bağışla. Belaların inmesine sebep olan günahlarımı bağışla. Gökyüzünün rahmet yağmurlarına engel olan, ölümü çabuklaştıran, arzu ve istekleri karartan ve duaların kabulüne engel olan günahlarımı bağışla. Haya perdesini ortadan kaldıran günahlarımı bağışla.


Hz. Ebu Hureyre Şöyle dua ederdi:


Ey Allah‟ım! Senden isterim. Ey Allah! Ey Rahman! Ey Rahim! Ey yardım talebinde bulunanların yardımcısı! Ey korkanların emniyet kaynağı! Ey desteği olmayanların destekleyicisi! Ey dayanağı olmayanların dayanağı! Ey hazinesi olmayanların hazinesi! Ey zayıfların koruyucusu! Ey fakirlerin hazinesi! Ey kendisinden rahmet ümit edilen azamet sahibi! Ey helak olanların kurtarıcısı! Ey gaflet içinde boğulanların kurtarıcısı! Ey ihsanda bulunan! Ey güzelleştiren! Ey nimet veren! Ey fazilet sahibi! Ey Aziz! Ey Cebbar! Ey Mütekebbir! Sen gecenin karanlığının, gündüzün aydınlığının, güneşin ışınlarının, ağacın hışırtısının, suyun şırıltısının, ayın nurunun kendisine secde ettiğisin. Ey Allah! Senin hiçbir ortağın yoktur. Senden bu isimlerinle, kulun ve rasulün Muhammed (a.s)‟a ve aline salat etmeni isterim.


İbni Abbas (r.a) şöyle dua ederdi:


“Ey sağlam ip ve olgun iş (din) sahibi olan Allah‟ım! Ebedîlik gününde, sana en yakın olan şahitlerle, rüku‟ ve secde edenlerle ve ahitlerini yerine getirenlerle beraber cenneti isterim. Ey Rahîm! Hem çok seven hem de çokça sevilensin. Sen dilediğini yaparsın.”


İbn Ebî Evfâ ( r.a) şöyle dua ederdi:


“Ey Allah‟ım! Bu gündüzün başını barış, ortasını kurtuluş ve sonunu da başarı kıl. Ey Merhametlilerin en merhametlisi olan! Senden dünya ve ahiret hayırlarını isterim. Biz sabaha kavuştuk, mülk ve otorite, büyüklük ve azamet, yaratma ve emretme yetkisi, gece, gündüz ve içindekiler tek ve hiçbir ortağı olmayan Allah‟a ait olarak sabahladı.


Allah, Rahman ve Rahimdir. Kullarına merhamet etmekle kalmaz aynı zamanda Melik‟tir. Hem mülkün sahibi hem de otorite sahibidir. Evrende yegâne mutasarrıftır. Allah acizliğinden ve korkaklığından dolayı merhamet sahibi değildir. O, dilediği şekilde emretme, yasaklama, yaratma, hükmetme ve cezalandırma gücüne sahip olduğu halde Rahman ve Rahim‟dir. Yeryüzünde de bazı melikler var. Ama onlar Allah gibi merhamet sahibi değillerdir.


Bugün bazı insanlar merhamet sahibi olabilir, ama Allah gibi Melik değillerdir.



Dr. Ramazan SÖNMEZ

21 Nisan 2023 Cuma

İSLAM TARİHİ-4


RAŞİD HALİFELER DÖNEMİ (HULEFA-i RAŞİDİN) HZ. OSMAN DÖNEMİ (644-658)



HZ. OSMAN'IN HAYATI ve ŞAHSİYETİ


577 yılında Taif'te doğduğu rivayet edilen Hz. Osman, Mü'minlerin Emiri olarak seçildiğinde 67 yaşında olmalıdır. Kureyş'in Emevi kolundan, ticaretle zengin olmuş bir aileden hayata adım atmış olan Hz. Osman, babasından sonra ticaretle bizzat ilgilenmiş ve böylece zenginliğinin yanında seyahatlerle de bilgi ve görgüsünü artırmıştı. Yumuşak mizacı, ciddi, efendi ve oturaklı tavırlarıyla Mekke toplumunda mümtaz bir yeri vardı. Hz. Peygamber İslam'ı tebliğe başladığında, Hz. Osman 34 yaşında bulunuyordu. Yakın dostu Hz. Ebubekir'in telkin ve teşvikiyle müslüman olmuş ve ilk müslümanlar arasında yer almıştı.


İslamiyet öncesinde Hz. Peygamber'in ailesi Haşimilerle, Ümeyyeoğulları arasında her alanda var olan amansız rekabet ve çekişme yüzünden kabilesi Ümeyyeoğulları'ndan ağır baskılar görmüş ve işkenceye varan sözlü ve fiili saldırılara direnme başarısını göstermişti. O, müslümanlara Mekkedeki eziyet ve baskıların çekilmez ve dayanılmaz bir seviyeye ulaştığı zorluk yıllarında ailesiyle Habeşistan'a hicret eden heyette yer almıştı.


Hz. Osman İslam'ı kabul ettikten sonra Hz. Peygamber'in kızı Rukiye ile evlenmiş onun rahatsızlanması yüzünden Bedir Savaşı'na katılamamış ve iyi bir eş olarak ona bakmıştı. Onun vefatı üzerine Hz. Peygamber, diğer kızı Ümmü Gülsüm'ü kendisiyle nikahlayarak onu şereflendirmiş ve hısımlık bağını da devam ettirmiştir. Hz. Osman bazı askeri seferlere katılmasına rağmen savaşçı bir kişiliğe sahip değildi. O daha çok cömert ve uyumlu tavırlarıyla tebarüz etmiş mümtaz bir şahsiyetti. O, zenginliğini İslamiyet'in emrinde kullanmaktan kaçınmaz, bu uğurda gıpta edilecek fedakarlıklar içerisinde olurdu. Tebük Gazvesi'ne katılan binlerce askerin ihtiyaçlarını sağlamış ve savaş erlerinin atlarının temininde büyük yararlılıklar göstermişti.


İslam davetinin önündeki en büyük engellerden birinin aşıldığı Hudeybiye barışına giden süreçte Mekke'deki akrabalarının çokluğundan dolayı elçi olarak o seçilmişti. Mekkede alıkonulduğu halde, öldürüldüğü yolunda bir şayia mü'minlere ulaşınca Rıdvan Biatı akdedildi ve Hz. Peygamber, bu sözleşmede bir elini diğer elinin üstüne koyarak Hz. Osman adına biat gerçekleştirdi.


Hz. Osman fakirlere yardım eder, ihtiyaçlarını giderir, akrabalarına da oldukça müşfik davranırdı. O; sevgi, şefkat ve merhamet duygusu çok yüksek kişiliği yanında edep ve hayasıyla da gerek toplumda gerekse Hz. Peygamber'in yanında değerli bir mevkie sahipti. O, Hz. Peygamber' in ardından görev yapan Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer'e de devlet yönetiminde yardımcı olmuş, o zatların en yakın müşavirleri arasında yer almıştı.


FETİHLER ve SİYASİ OLAYLAR


Hz. Osman'ın halifelik vazifesine başladığı Kasım 644'te ilk işi, yeni fethedilen ülkelerde meydana gelen karışıklıklar ve tehlikeli isyanları bastırmak olmuştu. Bu dönemde İslam devleti, bir yandan Bizans'ın kaybettiği toprakları yeniden ele geçirme girişimleri açısından tedbirli ve duyarlı bir tutum geliştirmiş, öte yandan da doğuda ve Kuzey Afrika'daki İslam fetihlerinin hızla devam ettirilmesi yolunu izlemişti.


BİZANS DEVLETİ'YLE İLİŞKİLER


Bizanslılar Mısır'ı geri almak amacıyla 645 yılında lskenderiye Limanı'na denizden çok sayıda asker çıkarmışlar, ancak Kıpti halkla birleşen kentin müslüman muhafızları başarılı bir savunma yapmış, kente saldıran güçlü Bizans kuvvetlerinin girişimini boşa çıkarmışlardı. Sonuç alamayan Bizans kuvvetleri, Mısır'ın iç kısımlarına doğru ilerlemişse de Mısır Valisi Amr bin As komutasındaki İslam ordusuna yenilerek dağılmışlardı.


KUZEY AFRİKA'YA ORDU GÖNDERİLMESİ


Hz. Osman, Kuzey Afrika'nın fethi için Abdullah bin Sa'd bin Ebi Serh'i büyük bir orduyla Afrika'ya göndermişti. Bu zat, Mekke'nin alınışı sırasında genel af dışında bırakılmış, geçmişte azılı bir İslam düşmanı idi. Ancak Hz. Osman, sütkardeşi olan İbn-i Ebi Serh'i aracılık ve ricalarıyla affettirmeyi başarmıştı. Mısır'a vali gönderilmesinin ardından Amr bin As ile anlaşmazlığa düşmüş, Amr'ın azledilmesi üzerine tek başına Mısır'ın hakimi haline gelmişti. Hz. Osman yeni Mısır valisinden fetihleri Afrika istikametinde yaymasını istemiş, bu amaçla da kendisine merkezden takviye kuvvetler göndermişti. Bu yardımcı kuvvetler içinde Abdullah bin Mes'ud, Abdullah bin Ömer ve Abdullah bin Zübeyr de bulunuyordu. Bu güçlü İslam ordusu 649-650 yıllarında Batı Afrika sahillerini birer birer ele geçirerek önemli başarılar elde ettiler. Bu askeri gelişmenin ardından Bizans'ın bölgedeki güçleri dağıtılmış, Rum genel valisi öldürülmüş, başta Libya'daki Subaytula şehri olmak üzere birçok kent ve Tunus ele geçirilmişti. Artık Atlas Okyanusu'na kadar bütün yerler İslam ordularının akınlarına müsait hale getirilmişti. Bu arada on beş ay devam eden fetihlerde büyük ganimetler ele geçirilmiş, Abdullah bin Zübeyr tarafından Medine'ye gönderilmişti. Elde edilen bu ganimetlerin paylaşılmasında güçlük çekilmiş bu yüzden ganimetlerin toptan satışına karar verilmişti. Hz. Osman'ın amcasının oğlu ve katibi Mervan bin Hakem'in bu ganimetleri satın alıp parasının tamamını ödeyememesi ve kalan borcunun Hz. Osman tarafından affedilmesi çeşitli dedikodulara yol açmış, halk arasında hoşnutsuzluk meydana getirmişti. Ayrıca İbn-i Ebi Serh'e önce ganimetlerin beşte birinin beşte biri hediye edilmiş, tepkilerin oluşması üzerine tekrar «Beytü'l-mal»e kaydedilmişti.


Müslümanlar bu dönemde keşif mahiyetinde de olsa ilk defa Endülüs'e ayak basmış ve Kuzey Afrika'da Bizans'ın siyasi ve askeri etkisi giderek kaybolmaya yüz tutmuştu.


ERMENİSTAN'IN FETHİ


Habib bin Mesleme komutasındaki İslam orduları bu dönemde Bizans'a bağlı Ermenistan'ı bütünüyle ele geçirmişti.


ANADOLU'YA DÜZENLENEN SEFERLER


Medinedeki hilafet değişikliği yüzünden İslam devletinin birçok eyaletindeki isyan ve karışıklıklardan istifade etmek isteyen Bizans, sadece Kuzey Afrika'ya asker çıkarmakla kalmamış, güneye de birlikler sevk etmişti.

Mavriyan isimli Bizanslı kumandanın yönetiminde büyük bir ordunun Sivas ve Malatya yörelerine gelmesi üzerine Hz. Osman, Irak'taki orduların Şam'daki İslam kuvvetlerine yardıma gitmesini emretmiş, Bizans'ın bu askeri girişimine, bazı Anadolu kalelerini ele geçirmekle cevap vermişti. İslam ordularının Antakya ve Tarsus'u aşıp Kapadokya'ya kadar uzanması düşmana gözdağı vermiş, aynı ordu dönüşte de Çukurova bölgesindeki kaleleri güçlendirerek savunma tedbirlerini artırmıştı.


DENİZLERDEKİ MÜCADELELER ve KIBRIS'IN FETHİ


Hz. Osman döneminin en önemli gelişmelerinden biri de, Suriye sahillerinde ilk İslam donanmasının kurulmuş olmasıdır. Bu yeni askeri güç, İslam devletinin denizlerde de rakipleriyle başarılı mücadele vermesine ve ilk deniz fetihlerinin gerçekleşmesine imkan sağlamıştır.


Daha Hz. Ömer döneminde Suriye valisi ve geleceğin Emevi devletinin kurucusu Muaviye bin Ebu Süfyan'ın, bir donanma kurmak için halifeye yaptığı müracaat kabul edilmemişti. Hz. Ömer'in izin vermemesinde, bu güçlü valinin nüfuzunu kontrol altında tutma düşüncesi rol oynamış olabilir. Belki de Bizans'la iki bölgede süren savaşa bir yenisini eklemenin, içinde bulunulan duruma uygun olmayacağı düşünülmüştür. Yoksa Hz. Ömer'in deniz gücü oluşturmayı prensip olarak reddetmesi muhtemel gözükmemektedir. Böylece ilk İslam donanmasının oluşturulması Hz. Osman'ın, Suriye valisinin müracaatını olumlu karşılaması suretiyle meydana gelmişti.


Suriye ve Mısır valilerinin gönüllülerden hazırladığı donanma ile ilk deniz seferi Kıbrıs'a düzenlendi. Bu ilk sefere sahabenin ileri gelenlerinden Ebu Zer, Ebu'd-Derda, Ubade bin Sabit ve ensardan Ümmü Haram isimli bir kadın da iştirak edip, çok önemli yararlılıklar gösterdi ve ilk müslüman kadın deniz şehidi olarak tarihe geçti.


Yoğun çatışma ve mücadelelerin ardından Kıbrıs fethedilmiş, çok sayıda esir ve ganimet de ele geçirilmişti. 7.000 altın yıllık cizyeye bağlanan Kıbrıs, anlaşmanın bozulması üzerine gönderilen takviye kuvvetlerle bir kez daha itaat altına alınmıştır. Bu hadiseden sonra Doğu Akdeniz'in güvenliğine titizlik gösterilip, adaya müslümanlar yerleştirilerek kalıcı hakimiyet kurma yoluna gidilmiştir.


ZATÜ'S-SAVARi SAVAŞI (655)


İslam tarihine «Yelkenler Savaşı» olarak geçen bu savaş Bizans donanmasıyla İslam donanmasının ilk büyük karşılaşması olmuştu. İslam ordularının Bizans'ı Kuzey Afrika'da, Anadolu ve Akdenizde, Kıbrıs cephelerinde ağır yenilgilere uğratması, denizaşırı ülkelerde de hakimiyet kurmaya başlaması üzerine Bizans İmparatoru Konstantin müslümanların deniz gücünü yok ederek Suriye ve Mısır sahillerine yeniden yerleşmek amacıyla çok güçlü bir donanmayla Akdeniz'e gelmişti. 500 parçadan oluşan Bizans donanmasıyla Finike açıklarında bir çatışma meydana gelmiş ve Bizans donanması denizlerde de ağır bir yenilgiye uğratılmış, İmparator Konstantin yaralı vaziyette canını zor kurtarabilmişti. Böylece müslümanlar ilk büyük deniz savaşını kazanırken Bizans'la denizlerde de boy ölçüşecek güce ulaştığını hatta üstünlüğünü kabul ettirmiştir. Bu zaferin ardından lslam donanması Girit ve Malta'ya seferler düzenlediği gibi, Rodos Adası'nı da ele geçirmiştir.



İRAN'DAKİ FETİHLERİN TAMAMLANMASI



Hz. Ömer döneminde İran fetihleri tamamlanmış olmasına rağmen, güçlü medeniyetlere ev sahipliği yapmış bu topraklarda, yer yer isyanlar ve ciddi karışıklıklar meydana gelmişti. İşte bu dönemde bir yandan bu isyanlar bastırılırken öte yandan bölgeye müslümanlar yerleştirilerek yerli halk, İslamiyete ısındırılmaya çalışılmıştır. 651 yılında Ahnef bin Kays komutasındaki İslam ordusu Cürcan, Horasan ve Toharistan'ı aldığı gibi Ceyhun Irmağı aşılmış ve Türklerle ilk temaslar meydana gelmişti. Güneyde ise Taberistan'ın tümü ve Sind bölgelerinde bazı yeni topraklar da ele geçirilmişti.



KAFKASYA'DA YAPILAN FETİHLER


İran fetihlerinin tamamlanmasından sonra İslam orduları Kafkas dağlarını aşarak Hazar ülkesine girdiler. Hazarların önemli şehirlerinden Belencir önünde yapılan savaşın başarısızlıkla sonuçlanması üzerine müslümanlar, Kafkasların güneyine çekilmek zorunda kaldılar. Böylece yöneticileri Museviliği kabul etmiş tek Türk topluluğu olan Hazarlar, İslam ordularının Kafkasları aşarak Orta Avrupa'ya girmelerini engellemiş oldu. İdareleri altında hıristiyan, şamanist ve diğer dinlere ait topluluklar bulunan Hazar Türkleri, ticarette oldukça ileri gitmiş bir toplumdu. Ayrıca Bizans ile askeri ve ticari işbirliği içerisindeydi.


Hz. Osman dönemi bir bakıma bölgede Hz. Ömer'den sonra İslami ağırlığın korunması ve kalıcı bir hakimiyetin yerleştirilmesi yönünde önemli adımların atıldığı bir dönem olmuştur. Nitekim Hz. Ömer'in vefatının ardından Azerbaycan ve Ermenistan'da karışıklıklar çıkmış, bu karışıklıklar normal vergilerin dahi ödenmediği tam bir kargaşa ortamına dönüşmüştür. Bunun üzerine bölgeye seferler düzenlenmiş, istikrar sağlanarak otorite yeniden tesis edilmiştir.



HZ. OSMAN'IN KUR'AN'A HİZMETLERİ


Bilindiği gibi, Kur'an-ı Kerim Hz. Ebubekir'in devrinde toplanarak mushaf haline getirilmişti. Onun vefatının ardından Hz. Ömere geçen bu resmi mushaf, onun şehid edilmesinden sonra da kızı Hz. Hafsa'ya emanet edilmişti.


Hz. Enes bin Malik'ten gelen bir rivayete göre, Azerbaycan ve Ermenistan seferlerine katılan Suriye ve Iraklılar arasında Kur'an-ı Kerim'i okumada farklılıklar meydana gelmişti. Bu ihtilaftan müteessir olan Huzeyfe bin Yeman, Hz. Osman'a müracaat ederek bu farklı okuyuş şekillerinin ileride İslamiyet için tehlikeli sonuçlar doğuracağı uyarısında bulundu ve meseleye çözüm bulunmasını istedi. Bunun üzerine Hz. Osman, Hz. Hafsa'dan ricada bulunarak yanındaki mushafı emanet olarak kendisine yollamasını istedi.


Hz. Ebubekir'in döneminde hazırlanan bu ilk Kur'an-ı Kerim nüshası, Zeyd bin Sabit başkanlığındaki komisyon tarafından esas alınarak çoğaltıldı. Çoğaltılan bu nüshalar, 651 yılında Mekke, Basra, Kufe, Şam ve Mısır valiliklerine gönderildi. Bir örneği de Medine'de bırakıldı. Bu yedi nüshadan biri bugün Özbekistan'ın Taşkent şehrindeki bir kütüphanede duvara gömülü çelik bir kasa içinde muhafaza edilmektedir. Ayrıca Hz. Osman'ın bizzat kendi el yazısıyla yazdığı kabul edilen bir Kur'an-ı Kerim de bugün Topkapı Sarayı Mukaddes Emanetler bölümünde sergilenmektedir.


İLK AYRILIK HAREKETLERİ ve İÇ KARIŞIKLAR


Hz. Ebubekir döneminde Arap Yarımadası'nın dışına taşan fetih faaliyetleri, Hz. Ömer ve Hz. Osman döneminde daha da artarak devam etmiştir. Neticede İslam devletinin sınırları oldukça genişlemiş ve pek çok bölgeye hakim vaziyete gelmiştir. Dört beş asırdır Bizans ve Sasani hakimiyeti altında yaşayan çeşitli din, mezhep ve etnik gruba ait topluluklar, fetihlerle beraber İslamiyet'i esas alan bu yeni devletin hakimiyetini kabul etmiştir. Ancak hızla İslamlaşmalarına rağmen eski inanış ve pratiklerini tümüyle terk edemeyen bu toplulukların İslamiyet'in tevhid esasına dayalı birleştirici potasında erimeleri tamamıyla mümkün olamamıştı. Bu yeni topluluklar her ne kadar İslami dalganın etki alanına girmiş, İslamiyet'in yüksek adalet prensiplerine dayalı siyasi yönetimine razı olmuş, hatta islamiyet'i kalben benimseyerek din olarak seçmişlerse de, bu yeni dinin gereklerini istenilen seviyede özümseyememişlerdi. Bu yüzden toplumun değişik katmanlarında az da olsa hala eski din ve geleneklerini, batıl alışkanlıklarını sürdürenlere rastlanmaktaydı.


Bölgenin 10- 15 yıl gibi kısa bir sürede hallaç pamuğu gibi harmanlandığı ve eski yönetimlerin çökertildiği bu döneme, şüphesiz, Raşid Halifeler'in ve onlara yardımcı zatların üstün çabaları damga vurmuştu. İnsanlık tarihinin bu en büyük değişim ve dönüşümü öncelikle yarımadayı ayağa kaldırmış, bu büyük ilahi dalganın akisleri daha sonra Atlas Okyanusu'ndan Maveraünnehir'e kadar olan bölgelerde yaşayan bütün kitlelerde değişik oranlarda yankı bulmuştur. Ancak bu süratli değişime kitleler arzu edilen bir biçimde ayak uyduramamıştı. Ne yazık ki, bu yeni kitleler İslamiyet'in dahili derinliğini, nezaket ve zarafetini, yüksek ideallerini yeterince kavrayamamıştı.


Tüm çabalar; Allah sevgisiyle, cehennem korkusunu iliklerine kadar hisseden ve yaşayan Medine'deki bir avuç sahabe ile yeni müslüman olmuş kitleler arasındaki duyuş, düşünüş, yaşayış ve anlayış farkını kapatmaya yetmemişti. Öte yandan Hz. Peygamber sonrasındaki bu muazzam fetihlerin getirdiği ganimetlerle toplum; süratle zenginleşmiş, bunun neticesi olarak da servet ve refahın yol açtığı bazı menfi davranışlar toplumda yavaş yavaş yaygınlaşmaya başlamıştı. Birden zenginleşmenin getirdiği hazımsızlık ve iktidar hırsı bazı kesimlerin hayatlarından tevazu ve sadeliği çekip almış, dinin iç derinliği olan zühdü ve takvayı unutturmaya başlamıştı. Özellikle ikinci kuşak için durum biraz daha vahimdi. Onlar büyük zahmetlere katlanmadan, kolay gerçekleşen fetihlerle önemli mevkilere, muazzam gelirlere, bolluk ve refaha kavuşmuşlardı.


Hz. Osman döneminin sonlarına doğru meydana gelen fitne ve ayrılık hareketlerinin çıkmasında servet ve refahın oluşturduğu bu çürümenin de etkili olduğu asla göz ardı edilmemelidir.


Bu derin ihlas kaybından meydana gelen kavga ve hizipleşmenin figüranlığı da henüz İslamiyet'i istenilen şekilde özümseyememiş yeni kitleler tarafından yapılmaktaydı.


Fitne ve ayrılıkların palazlanmasındaki bir başka etki de mağlup milletlerin intikam duyguları ile yaptıkları teşebbüslerdi. Bu teşebbüsler lslam tarihinde, belki de bir efsane, bir mevhum şahsiyet olan Abdullah bin Sebe ile sembolleşmiş ve onun üzerinden tevhid inancı tahrif edilmeye çalışılmıştır.


Bu fitne olayları incelenirken yahudi, hıristiyan ve diğer azınlıkların gizli emel ve amaçları dikkate alınmalı, ancak etkileri abartılarak bütün fitnelerin onlardan kaynaklandığına odaklanılmamalıdır. Çünkü her ne kadar cazip ve açıklayıcı görünse de, bu kolaycı yaklaşım tarihin değişim ve dönüşüm kaidelerine uymamaktadır. Nitekim Yüce Allah:


"Allah bir topluluğa verdiğini, o topluluk kendisini bozup değiştirmedikçe değiştirmez." (er-Ra'd) buyurarak değişim ve dönüşümün bizzat o toplumun kendi öz tavır ve davranışlarından beslendiğini hatırlatmaktadır.


Bu fitne ve karışıklıklarda katalizör işlevi gören en önemli etkilerden biri de, tüm iyi niyetine rağmen Hz. Osman'ın siyasi sistemde Emevi ailesine belirleyici bir rol vermesidir. Tarihçiler bu konuda hemen hemen ittifak halindedir.


Hz. Ömer'in titizlikle koruduğu siyasi dengeler, bu ailenin yönetime getirilmesiyle tüm yapıyı altüst edecek biçimde bozulmuştur. Emevi ailesinin birçok ferdi, geç sayılabilecek bir dönemde, ancak Mekke'nin fethinden sonra İslam dairesine girmişti. Bu aileye mensup kişilerin aynı dönemde en üst seviyedeki görevlere getirilmesi, ekonomik, sosyal ve siyasi yapıyı menfi bir şekilde etkilemekle kalmamış, çoğu liyakatsiz ve sicilleri tartışmalı olan bu kişilerin uygulamaları yüzünden halk ile idarenin arası da açılmıştır. Böylece yönetimle halk arasında ilk defa güven bunalımı meydana gelmiştir.


Hz. Osman, yaratılış itibarıyla yumuşak huylu ve yakınlarına düşkündü. Ayrıca zahid ve takvalı kişiliğiyle temayüz etmişti. Kimseyi kırmamaya çalışması özellikle hilafetinin son yıllarında istenmeyen yönetim zaaflarının ortaya çıkmasına yol açmıştı. Kendisi hilafetin merkezi Medinede Hz. Peygamber'in sünnetini, İslamın örf ve adetini titizlikle muhafaza etmeye çalışırken Basra, Kufe, Şam ve Mısır gibi önemli vilayetlerde devlet görevlilerinin yanlış tutum ve davranışları halkın yoğun şikayetlerine sebep olmaktaydı. Öyle ki, Kufe Valisi Velid bin Ukbe içki içtiği şikayeti üzerine geri çağırılmış ve kendisine had cezası tatbik edilmişti. Onun yerine gönderilen Said bin As da Kufelileri aşağılayan konuşmaları sebebiyle halkta derin bir nefret uyandırmıştı. Mısır valisi Abdullah bin Ebi Serh'in ve Şam valisi Muaviye'nin uygulamaları da toplumun çeşitli katmanlarında huzursuzlukların artmasına yol açmıştı.


Hz. Osman iyi niyetle göreve getirdiği hırslı akrabalarını kontrol edemiyor, belki onların yanlış bilgilendirmelerine maruz kalıyordu. Bu arada siyasi ikbal peşinde koşan veya görevinden azledilen valilerin çevirdiği entrikalar, yönetimin halkın gözünden düşmesine yol açmıştı. Ayrıca kin ve nefretle İslam birliğini parçalamak isteyen bazı azınlıkların gayretleri de sinsice sürmekteydi.


HZ. OSMAN'IN ŞEHİD EDİLMESİ


Kargaşa ve isyanın ilk açık belirtisi Kufede görülmüş, olaylar kısa zamanda Basra ve Mısır'a sıçramıştı. Nihayet 656 yılında 500 kişilik bir grup, isyanı devletin merkezi Medine'ye ulaştırdı. İsyancılar aralarından seçerek görevlendirdikleri iki kişiyi şikayetlerini bildirmek üzere Hz. Osman'a gönderdiler. Mısırlı isyancılar, valileri Abdullah bin Sa'd bin Ebi Serh'ten şikayet ediyorlar ve görevinden alınmasını istiyorlardı. Hz. Osman Mısırlıların şikayetlerini dinledikten sonra kendilerine hak vererek Muhammed bin Ebubekir'i Mısır'a yeni vali olarak görevlendirdi. Hz. Osman'ın bu kararı, heyetin yatışmasına ve memnun bir biçimde Medine'den ayrılmalarına yol açtı. Ancak dönüş yolunda yakaladıkları bir kişinin üzerinde ele geçirilen uydurma bir ferman, isyanın yeniden nüksetmesine sebep oldu. Hz. Osman'a ait olduğu süsü verilen bu fermanda eski vali Abdullah'ın görevinde bırakıldığı bildiriliyor, ayrıca Muhammed bin Ebubekir'in Mısır'a geldiğinde tutuklanması ve isyancıların ileri gelenlerinin öldürülmesi isteniyordu. Böylece Mısırlılar tekrar Medine'ye yöneldiler ve Basra ile Kufe şehirlerinden gelen isyancılarla birleşerek Medine'yi kuşatma altına aldılar.


İsyancılar, sahabenin ileri gelenlerinden Hz. Ali, Hz. Talha ve Hz. Zübeyr'i ziyaret ederek onlardan destek istediler. Ancak hiçbiri bu desteği vermediği gibi, onları şiddetle azarlayıp kovarak durumu Hz. Osman'a bildirdiler. Hz. Ali bununla da yetinmeyerek can güvenliği tehlikesine karşı oğulları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'i Hz. Osman'ın yanına gönderdi. Ayrıca Ubeydullah bin Ömer ve Abdullah bin Zübeyr de isyancıların artan taşkınlıklarını önlemeye ve Hz. Osman'ı korumaya çalıştılar.

Hz. Osman asilerin artan baskılarına ve gittikçe daralan kuşatmalarına aldırmadan mescidde namaz kıldırmaya devam etmekteydi. Sahabenin ileri gelenlerinin, olayların yatışması konusunda yaptığı teşebbüsler ise Mervan bin Hakem engeline takılmış, kaos ortamı hızla trajik bir boyuta doğru tırmanmıştır.


Hz. Osman büyüyen ve çetrefil bir hal alan isyanın sert bir biçimde yatıştırılıp asilerin Medineden çıkarılmasına müslüman kanı döküleceği gerekçesiyle razı olmadı.


Nihayet 22 günlük kuşatmanın ardından büyük bir facia gerçekleşti. İsyancılar Hz. Osman'ı korumaya çalışan bazı sahabilerin engelleme çabalarına rağmen Hz. Hasan'ı da yaralayarak Hz. Osman'ın evine girmeye muvaffak oldular. Bu sırada Kur'an okumakta olan Hz. Osman acımasızca şehid edildi. ( 17 Haziran 656) İsyancılar ayrıca Medinede taşkınlıklarını sürdürdüler ve bazı yağma faaliyetlerine de katıldılar. Olay başta Medine olmak üzere bütün İslam dünyasında büyük üzüntüye sebep oldu.



Ahmet Meral’in Kısa Dünya Tarihi adlı kitabından alıntılanmıştır.

Safranbolu / Karabük

 


Nihayetinde BBC de Bir Bürokrasidir 1967, İngiltere

 


Bir yayın kuruluşu olarak İngiliz BBC'nin kaliteli yayıncısı oldukça azdı. 70 yılı aşan bir süre BBC konserler, belgeseller, komediler, çocuk programları, eğitim programları, drama dizileri, çağdaş ve klasik oyunlar üretti ve yayımladı; radyo ve televizyon haberleri tüm dünyada en güvenilir ve saygın haberler olarak kabul ediliyordu.


1922 yılında İngiliz Posta Teşkilatı tarafından İngiliz Yayım Şirketi (British Broadcasting Company-BBC) olarak kaydı yaptırılıp, ruhsatı alınırken Posta Genel Müdürlüğü'nün, yani patronunun uygun bulduğu hizmeti sağlamak amacını taşıyordu. Niyetler mükemmeldi. Şirket radyoda İngiliz ürünlerinin tanıtımını yapıyordu. Halk üzerinde kötü veya olumsuz bir etkilemeye yol açmadıktan sonra yayınlarında özgürdü. Mali olarak ise doğrudan izleyicilerinin ödemeleriyle ayakta duracaktı.


BBC yayınlarını dinlemek ve daha sonra televizyonları izlemek isteyenler Posta Teşkilatına belirli bir ruhsat ücreti ödemek zorundaydılar. Başlangıçta yılda 10 şilin olan ücret daha sonraları 70 paunda kadar çıktı. Hükümetin desteğindeki bir tekel olarak BBC on yıllar boyunca yayın alanını istediği gibi elinde tuttu.


Bağımsız radyo ve televizyon kuruluşlarına izin verilmesine ve BBC'nin işgalindeki yayın dalgalarından yararlanmalarına kadar uzun zaman geçti. Bundan sonra bile satılan her televizyon, alıcısı BBC'yi izlese de izlemese de, bir ruhsat parası ödemek zorundaydı. Bu ödemeler ve programların telif ücretleri BBC'nin mali kaynaklarını oluşturuyordu.


Bir kamu kurumu ve bürokratik bir aygıt olmasına rağmen ne yayımlayacağı konusunda hayli geniş bir özerkliğin tadını çıkarıyordu. Tam gün TV yayını 1980'lerin ortalarına kadar onaylanmadı. Ticari kaygılar taşımamanın sağladığı rahatlıkla BBC yayınları düzeyli, tarafsız ve kaliteli olma olanağına kavuşuyordu.


Bu özgürlük ve avantajlardan yararlanan BBC tümüyle ticari bir TV kanalında yer alması çok zor çocuk programları, konserler ve diğer eğitici yayınlar yapabiliyordu. Radyoda da dünyaca ünlü orkestraların yanı sıra İngiliz ve Amerikan pop müziğinin yıldızları, Beatles, Rolling Stones, Jimi Hendrix, Chuck Berry konserleri dinlenebiliyordu. En ünlü programlarından biri 1963'ten 1989'a kadar devam eden bilimkurgu dizisi Doctor Who (Doktor Kim) idi.


Ama bu arada, maalesef BBC de, herhangi bir kamu kuruluşunda görülebilecek bazı dertlerden mustaripti. Gelirleri sabit olan herhangi bir şirket bazı harcamalarını kısmak ve bütçesinde belli kısıtlamalar yapmak zorundaydı. Buna BBC de dahildi.

 


İlk BBC programları Film Merkezinden sağlanan uzun süreli film ve oyunlardan oluşuyordu. Ticari kayıtların devreye girmesiyle birlikte BBC arşivlerine de standart bir ölçü getirildi. Personele bütün programların film kopyalarını saklama emri verilmişti ama video ve ses kayıtları için aynı emir tekrarlanmamıştı.


1978'e kadar BBC Mühendislik Bölümünün denetiminde olan video kasetler ancak bu tarihten sonra film merkezine aktarıldı. Kasetler nispeten daha küçük bir arşivde saklanıyor ve zaman zaman dış ülkelere satış olanağı olup olmadığını anlamak için yeniden izleniyordu. Pek çok görsel ve sesli programlar ve diziler, filmler, belgeseller başka ülkelere satılıyordu. 1970'ler ve 1980'lerde dünyada en çok izlenen bilimkurgu dizisi Doctor Who da bunlardan biriydi.


Sonra arşivlerdeki yerlerin yeterli olmadığı ve pahalıya mal olduğu günler geldi. Böylece 1967 yılında adı bilinmeyen bir bürokrat, günlerden bir gün depolarda bulunan ses ve video kasetlerini silip temizleyerek yeniden kullanılabileceğini akıl etti ve harekete geçti. Gerek Film Merkezi, gerekse Mühendislik Bölümü tüm programların tarihsel kopyalarının tutulmasından diğerinin sorumlu olduğunu düşünüyordu.


Ve 1978'e gelindiğinde birçok program bir güzel yok edilmiş ve elde hiçbir kopyası kalmamıştı. BBC bir arşiv sorumlusu tayin ederek nelerin yok edildiğini saptamak ve dünyanın her tarafından, yabancı yayın kurumlarından ve koleksiyonculardan kendi orijinal programlarının kopyalarını bulmak için uğraşmaya başladı. Kaybedilen hazinelerin ancak çok azının kopyası bulunabildi.


Bu arada büyük bir şans eseri olarak dünyaca ünlü Doctor Who'nun eksik bölümleri de toparlanabilmişti. Yakın zamanlarda iki müzik prodüktörü ortaya çıktı ve vaktiyle verilen silme emrine uymadıklarını ve Rolling Stones'un ilk kayıtları da dahil olmak üzere bazı eşi olmayan programların kayıtlarını sakladıklarını açıkladılar. Şimdi bu "kayıp kasetler" BBC'ye küçük bir servet kazandırabilir ama geri gelmeyenler dikkate alındığında elde olanlar pek bir şey değildir.


Üç-beş kuruş tasarruf edelim derken müzik ve yayın tarihinin paha biçilmez eserleri kaybolmuştu. Boş kasetlerin fiyatı 2 ile 9 pound arasında değişiyordu. Oysa bunların üzerinde orijinal olarak kaydedilmiş programlardan BBC milyonlarca pound kazanabilirdi. Kaybolanlar arasında Beatles'ın ilk konserleri, önemli dramalar, belgeseller ve tarihsel spor programları yer alıyordu.


Bugünkü değerleri milyarları bulurdu. Ama depoda bir parça yer kazanmak ve birkaç bin pound tasarruf etmek için akıl almaz bir iş yapılmıştı. Zamanında üzerinde doğru dürüst düşünmeden bulunulan bir çözüm uygun gibi görünmüştü ama eşine az rastlanır bir rezalet ortaya çıkmıştı.


Alıntıdır.


AKDENİZ MİTOLOJİSİNDE AŞK KAHRAMANLARI ve MÜZİSYENLER-5


ORYON


Dillere destan çapkınlığı yüzünden gene karısı tanrıça Hera'yla kavga etti Baştanrı Zeus... Öfkesini yatıştırmak için de oğlu tanrı Hermes'i ve kardeşi deniz tanrısı Poseydon'u (Poseidon) yanına alıp Olimpos tanrılar ülkesinden ayrıldı. Hep birlikte Trakya bölgesinde bir kır gezisine çıktılar...


Yolları üstünde karşılaştıkları İryos (İrios) adlı bir çoban, sürüleriyle yalnız başına oturduğu dağ evine buyur etti insan kılığındaki bu tanrıları; neyi var neyi yoksa önlerine koydu hemen... İryos'un bu içten konukseverliği karşısında çok duygulanan tanrılar, bir şey dilemesini istediler ondan. Çoban, hiçbir dileği olmadığını söylediyse de konuk tanrılar çok ısrarcı oldular. Bunun üzerine; "Öyleyse bir dilekte bulunacağım, ama gülmeyeceksiniz..." diye başladı İryos. "Yoksulluk yüzünden şimdilik evlenemiyorum. Ama gene de bir çocuğum olsun istiyorum!.."


Bunun üzerine tüccar kılığındaki Baştanrı Zeus, hemen bir düve kurban etmesini ve derisini getirmesini istedi çoban İryos'tan... Ve bir süre sonra çobanın getirdiği derinin üstüne tek parmağıyla bir delikanlı deseni çizdi. Ve bu deriyi toprağa gömmesini, orada dokuz ay bekletmesini söyledi çobana...


İryos, dokuz ay sonra topraktan çıkardığı derinin arasında nurtopu gibi bir oğlan çocuğu buldu. Sevinçten havalara uçtu haliyle. Koyun-keçi sütüyle beslediği ve Oryon (Orion) adını verdiği bebek, tez büyüyüp serpildi. Artık yeni yetmelik çağına ulaşınca da denizlerin dalgaları üstünde, dağda bayırda, her yerde gönlünce yürüyüp koşmaya, rahatça avlanmaya başladı. Üstelik bu boylu boslu, yakışıklı Oryon'u görüp de gönlünü kaptırmayan kadın-kız yok gibiydi!..

Bir ara kral Minopyon'un (Minopion) kızı Merope'ye vuruldu Oryon. Merope de zaten Oryon'a vurgundu... Gelenek olduğu üzere Oryon kızı babasından istetti. Ama bir çoban çocuğunu damat olarak benimsemek hangi kralın onuruna yaraşırdı ki? Kral, damat adayının dileğine gülüp geçti!.. Ne var ki birbirlerine deli divane vurulan Merope'yle Oryon, bir yolunu bulup kaçtılar... Haliyle kral, isyancı Oryon'u yakalatmak için adamlarını seferber etti... Bir sonuç alamayınca başka yollara başvurduysa da ne kızının, ne de Oryon'un izini buldurabildi! Artık onunla başa çıkamayacağını anlayan kral Minopyon, armağanlara boğup gönlünü ettiği bir Satiros'a Oryon'un gözlerini kör ettirdi! Kızını da onun aracılığıyla sarayına getirtti. Artık gözlerini ve sevgilisini yitiren umarsız Oryon da, ülke ülke dolaşmaya başladı. Bir gün Lemnos adasında demirci topal tanrı Hefaystos'la (Hephaistos) karşılaştı. Ona başından geçenleri bir bir anlattı. Delikanlının serüvenlerinden çok etkilenen demircilerin ve ateşin tanrısı Hefaystos; bir yardımcı verdi kör Oryon'un buyruğuna. Ve bu yardımcıya, Oryon'u sürekli doğuya, güneş tanrısının oturduğu yerlere doğru götürmesini söyledi...


Oryon'la yardımcısı, nice serüvenlerden sonra güneş tanrısı Helyos'u buldular. Tanrı Helyos, bir gencin sırtında taşıdığı iyi yürekli Oryon'a acıdı; görmeyen gözlerini özel ışınlarıyla iyileştirdi. Gözleri açılır açılmaz da karısını bulmak ve kraldan öcünü almak üzere Şiyos'a (Chios) döndü Oryon. Ne var ki kral da damadının geri döndüğünü duyar duymaz bir mağaraya saklandı. Bütün aramalarına karşın karısını da kralı da bulamayan Oryon, umarsız yeniden yollara düştü...


Bir gün Girit adasında dolaşırken av ve ay tanrıçası Artemis'le tanıştı. Yakışıklı ve sevimli Oryon'a günden güne daha çok ısınmaya başlayan tanrıça, onunla birlikte sık sık ava çıkmaya başladı... Bu birlikteliğin sonunda Artemis; iyi yürekli Oryon'un ışığa ve doğaya olan sevgisiyle daha derinden bütünleşmeye ve bu dünyayı, tanrıların ülkesi Olimpos'tan daha fazla sevmeye başladı. Ne var ki Artemis'in erkek kardeşi tanrı Apollon da, kız kardeşinin bir ölümlüye bu denli deli divane tutulmasına çok öfkelendi. Kız kardeşine bağırdı çağırdı... O ölümlü delikanlıdan hemen ayrılmasını söyledi... Ama tanrıça Artemis de, canı kimi isterse onu sevmekte özgür olduğu yanıtını verdi.


Artık kız kardeşini sözle yola getiremeyeceğini anlayan tanrı Apollon bir gece, solgun ay ışıklarıyla zar zor aydınlanan Girit adasına geldi; orada kız kardeşi tanrıça Artemis'le buluştu. Sağdan soldan konuşa konuşa, birlikte dolaşmaya başladılar deniz kıyısında. Bir ara avcılık konusu açıldı. Ok kullanmada çok ünlü olan tanrıça Artemis; "Benimle kimsenin avcılık konusunda yarışamayacağını kabul etmelisin!" dedi kardeşi tanrı Apollon'a...

Bunun üzerine tanrı Apollon; ta ötelerde, denizin üstünde duran yuvarlak bir gölge gösterdi kız kardeşine. Ay ışığında kımıldayan bu hedefi tek okla vurup vuramayacağını sordu. Artemis yanıt vermeye bile gerek duymadan, iyice gerdiği yayına yerleştirdiği oku, sözkonusu hedefe saldı hemen! O anda da sahilde uyuklayan Oryon'un köpeği acı acı havlamaya başladı!.. İki kardeş tanrı, vurulan şeyin ne olduğunu birlikte görmeye gittiler. Tanrıça Artemis denizin üstünde yüzen kanlı başı görünce dehşetten donakaldı! Vurduğu hedef, ayışığında yüzen can sevgilisi Oryon'du! Tanrıça o kadar üzüldü ki, kendini bu duruma düşüren kardeşi tanrı Apollon'la çok uzun süre konuşmadı... Ve Artemis, okuyla öldürdüğü sevgilisini kendisinden ayırmaması için babası Baştanrı Zeus'a yalvar yakar oldu...


Ve sonunda Zeus; kendisinin de çok sevdiği  Oryon'u ve onun köpeğini; gökyüzünde tanrıça Artemis'in yakınlarında dolaşan bir yıldız takımına dönüştürdü... 



Akdeniz Mitologyasından Efsaneler

Yaşar Atan

20 Nisan 2023 Perşembe

İslam Devletinde Ekonomi ve İdari Yapılanma-6

 


Abbasi Ülkesi: Şehirler ve Halkın Serveti


Ülke şehirler ve köyler olmak üzere ikiye ayrılıyordu.


Şehirler


Medeniyet veya uygarlık alanı, o dönemin medeniyet kurallarına uygun olarak şehirlerle sınırlıydı. Köylerde uygarlıktan bir ize rastlanamazdı. Halife ile yakınları, saray halkı, valileri ve vezirleri nerede toplanırsa servet, rahat, ün ve güç de orada bulunurdu. Bu kişiler şehirlerde ve özellikle başkentlerde otururlardı. Bu yüzden Bağdat, Basra, Şam, Fustat, Kahire, Kayravan, Kurtuba, Gırnata vs. şehirleri bayındır hale gelmiş; köy ve çiftliklerse ziraate ayrılmış yerler olarak şehirlerde bulunan binalardan ve konumuz olan medeniyetten pay alamamıştır. Servet ve zenginlikten nasip almış şehirlerde, halk halifenin ve devlet adamlarının etrafında mükafatlara, ihsanlara, hediyelere ve hilatlara nail olarak veya bolluk ve rahat içinde yaşamıştır. Uygarlaşmış bu kentlerde, alimler, şairler, müzisyenler ve nedimler toplanırlar, halifenin, beylerin yahut diğer devlet adamlarının cömertlikleriyle geçinirlerdi.


Harunürreşid'in veziri Fazl b. Yahya'nın sözleri o dönemin sosyal tabakasını gösterir: "İnsanlar dört gruptur. Öncelikle padişahlardır ki kendi haklarıyla o mevkiye yükselmişlerdir. !kincisi vezirlerdir ki, fatanet (çabuk kavrayış, zihin açıklığı ve anlayış) ve dirayetleriyle (zeka, bilgi ve tecrübe) bu mevkilerini elde etmişlerdir. Üçüncüsü halkın yüksek tabakasıdır ki bunlar zenginlikleriyle bu mevkiyi tutmuşlardır. Dördüncüsü orta tabakadır ki bunlar diğer tabakalara ilim ve edep yoluyla girmişlerdir. Şu dört tabakadan sonra gelen halk ise boş, değersiz ve akılsız yaratıklardan ibarettir. Bunlar yiyip yatmaktan başka bir şey düşünmezler.


lbn Haldun hükümdarı alemin ve uygarlaşmanın kök ve temeli kabul ettiğinden, hükümdar tarafından verilen maaşlar ve yapılan harcamaları memleketin servetinin ve gelirlerin çokluğunun bir göstergesi kabul ediyor ve şöyle diyor: "Hükümdar paraları veya devlet gelirlerini kendi nefsi için bir tarafa saklar veya paraları ortadan yok edip de gerekli yerlerde harcamazsa emrindeki memurlar ile devlet ve hükumet idarecileri ve askerin elindeki paralar azalır. Bunlar doğal olarak emirleri altında bulunan adamlara ve yakınlarına maaş veremezler; bunun üzerine bu kısım halkın harcamaları azalır. Oysa halkın önemli bölümünü bunlar oluşturur. Ülkede arz ve talebi en çok harekete geçiren, piyasaları canlandıran en önemli şey bunların harcadığı paralardır. Bunlar harcayacak para bulamazlarsa o zaman ülke piyasasında işler durur. Alış­veriş kesilir, ticaretten para kazanmak güçleşir. Bunun sonucunda haraç ve devlet gelirleri düşer. Çünkü devlet gelirleri ülkede bayındırlığın devam etmesi, alışverişin gözde olması ve kazanç kapılarının sürekliliğine bağlıdır. Halk kazanç kapıları bulmalıdır ki vergi ödeyebilsin. Harcama olmaz ve gelirler azalırsa bu durumdan sorumlu olan devlettir. Söylediğimiz gibi devlet, gelirler ve giderler açısından halkın en büyük revaç pazarı veya revaç pazarlarının aslı ve· esasıdır. Devletin alıp verme gücü bozulup da harcamaları azalırsa, onun da diğer pazarlar ve alışverişler gibi veya daha katı bir duraklamaya uğraması doğaldır."


lslam şehirleri esas olarak hükümdarlardan ve ikinci derece devlet adamlarından oluşuyordu. Hükümdarların devlet adamlarını bu derece yükseltmeleri onların zeka, anlayış ve tecrübelerinden dolayıydı. Üçüncü dereceden zenginler ve dördüncü dereceden ilim ve edep ile yükselen orta tabakayı oluşturan halk, diğer iki tabakanın keyif ve arzusuna bağlıydı. Bunlardan daha aşağı olan halk ise normal insan mertebesinde sayılmıyordu. Oysa sosyal yapının sözü edilen bölünme biçimi, bireysel hürriyet yüzyılı olan zamanımızdaki sosyal yapının özüne aykırıdır. Bugün her birey, işçi, katib, esnaf veya hükumet memuru, ayrı ayrı iş ve mesleğe sahip olsa da, kendisini cemiyetin bir organı kabul eder.


Abbasiler çağında; kent halkı halife, emirler vs. devlet adamlarının çevresinde geçinirler, onların gölgesinde yaşarlardı. Halifeler, emirler ve diğer hükumet adamları ele geçirdikleri devlet gelirlerinden onları yararlandırırlardı. Gelirler çok olursa yararlanma da o oranda çok olurdu. Devletin gelirleri haraçtan, haraç ise araziden elde edilirdi. Arazi ise çiftçilerin içinde çalıştıkları köylerden ibarelli. Şu durumda Abbasi servetinin kaynağı köylerdi ve bu servet çiftçilerin alınterinden toplanırdı. Çiftçiler her çağda, özellikle tarım ülkelerinde zenginliğin temelidir. Oysa çiftçi -özellikle eski medeniyetlerde­ zenginlikten ve servetten en az para alan insandır. Söz konusu devirlerde servet ve kuvvet hükümdarların veya hükümdar adına yönetimde bulunanların ve diğer devlet adamlarının elinde bulunurdu. Bireyler ise hükumet adamlarının maiyetleri, yardımcı ve destekçileri, uşak ve kulları sayılırlardı. İnsanlığın bu ikinci kitlesinden bir bölümü devlet adamlarının muhtaç olabilecekleri çeşitli binaları, elbise ve mücevheratı hazırlamak için sanayiyle uğraşırlardı. Diğer bir bölümü hükumet adamlarına konaklarında ve kaşanelerinde hizmet etmek üzere doktorluk ve katiblik sanatlarını öğrenirdi. Diğer bir kısmı idareci sınıfın keyfini yerine getirmek için çalgı şarkı öğrenmeye çalışır, bir diğer kısmı da yine idareci sınıfının hoşnutluğunu kazanmak için şiir, düzyazı vs. ile uğraşır veya toprakta çiftçilikle uğraşan bir çiftçi olurdu. Çiftçiler her zaman ve mekanda ülke halkının çoğunluğunu oluştururlardı.


Şu durumda kentlerin refah ve zenginliği, söylediğimiz nedenlerden dolayı hükumetin veya hükumet adamlarının zenginliğine bağlıydı. Harunürreşid'in sarayı heyetler ve çevreden halifeye gelen misafirlerle ve Beytülmal de para ile dolup taştığı, Bermekilerin paraları avuç avuç dağıttığı devirlerde, Bağdat'ta bulunan esnaf -özellikle mücevherler ve pahalı mefruşat tüccarı- büyük bir saadet ve servet içindeydi. Çünkü medeniyetin refah ve sarfiyat devri bu iki çeşit ticaretin rağbet görmesine neden olur. Daha önce gösterildiği üzere Bağdat'ta Kerh mahallesinde bulunan tüccardan bir mücevhercinin bir sepet içinde gösterdiği mücevherler için, Yahya Bermeki tarafından pazarlık yapılmış ve 7 milyon dirhem verilmişken mücevherci bunu az bularak vezire satmamıştı. Oysa bu mücevherler dükkanda bulunanların yalnızca bir kısmıydı. Burdan öyle bir tacirin toplam servetinin ne derce büyük olduğu anlaşılmaz mı? Bu mücevher satıcısından başka lbn el-Cassas adında diğer bir mücevherci vardı ki, bu adamın serveti H. 302 yılında Halife Muktedir tarafından müsadere edilmiş ve bu sırada bu tüccarın evinden alınan mal ve eşyanın değeri 20 milyon dinarı geçmişti. Bağdat'tın ileri gelenlerinden Muhammed b. Ömer adında birinin yıllık vergisi 2 milyon 500 bin dirheme ulaşıyordu. Bağdat'ta ve diğer şehirlerde bulunan diğer tüccarları da bunlarla karşılaştırabiliriz. lstahır kentinde yaşayan Beni Hanzala ailesinin bireylerinden olan Ömer b. Uyeyne'nin çok büyük bir serveti vardı. Bu yüzden bir milyon dirhem harcayıp mushaflar (Kuran-ı Kerim) satın alarak onları lslam kentlerinde ücretsiz dağıtmıştı. Söz konusu ailenin sahip olduğu çiftliklerin yılık vergisi 10 milyon dirhemdi. Yine bu zenginlerden birisi olan Mirdas b. Ömer'in arazi ve akarlarının vergisi 3 milyon dirhem tutuyordu. Bunun amcaoğlu Muhammed b. Vasıl da onun serveti kadar büyük bir servete sahipti. Seyraf şehrinde serveti 60 milyon dirhemi aşan tacirler vardı. Bu tacir bu büyük serveti deniz ticareti yoluyla üd, kafur, amber, mücevherat, hızran, fildişi, abanoz, karabiber vs. alıp satarak kazanmıştı. Bunlardan birisi bir konağın yapılması için 30 bin dinar harcamıştı. Doğu kentlerinin çoğunda bu gibi birçok zengin vardı.

Vezirler, ve diğer bürokratlardan başka devletin refah ve zenginlik devrinde halifelere yaklaşıp hulafaya onların ihsan ve bağışlarına kavuşanların, saraylarda halifelere hizmet edenlerin servetleri de bunlardan aşağı değildi. Harunürreşid'in şarkıcısı lbrahim el-Musuli öldüğünde 24 milyon dirhem değerinde bir servet bırakmıştı. Aynı şekilde Harunürreşid'in hekimbaşısı olan Cibril b. Bahtişu öldüğünde arkasında çiftlikler, mücevherler ve nakitten oluşan 90 milyon dirhemlik bir mal varlığı bırakmıştı.


Kentleri de göz önüne alacak olursak çoğunlukla servetin halifelerle onlara mensup olan kişilerin elinde bulunduğunu görürüz. Şu kadar ki o dönemde tüccara varıncaya kadar tüm servet sahipleri -çok azı hariç- ancak halifelere ve diğer hükumet adamlarının kanatları altına girerek servetlerini güvence altına alıyorlardı.


Köyler


Köy halkı asıl halktan, yani "haraç verenler" (haraçgüzarlar/ehl-i haraç) adıyla anılan çiftçilerden oluşuyordu. Bunlar toprak sahibi olan halife ve emirlere veya onlara bağlı olan güç sahiplerine, özellikle lslam'dan önce Irak ve Fars'ta büyük mukataa sahibi olup dahhakin (dahhaklar) adıyla bilinenlere ücretle veya ortaklıkla çalışırlardı. Ülkede lslamiyet yayıldıkça bu dahhaklar malik oldukları servet ve ülke halkı arasında elde ettikleri güç ve öncelik nedeniyle hükumet adamları yanında söz sahibi oldular. Asıl çiftçiler ise daha önce belirttğimiz sebeplerden dolayı çok azı toprak ve mala sahip olabiliyorlardı.


Şu durumda köylerin halkını çiftçilerle o sınıftan olan halk oluşturuyordu. Bunlar geçinecek derecede bir şey bulurlarsa ona razıydı. Bunların çoğu ağır bir yoksulluk içinde yaşıyordu.

Öyle ki tüm yaşamı boyunca dinarı görmeyen adamlar bile vardı. İnsanların yaratılışı ve sınıflara ayrılışı gerçekten dikkat çekicidir. Şehirlerdeki devlet adamları dinarları avuçlarla tüketir, bağışlar ve hediye ederken köylerdeki çaresiz halk oldukça fakir, her şeye muhtaç, her şeyden yoksun ve acıklı bir sefalet içindeydi. Öyle ki onlardan biri bir dinarın yüzünü görse sevincinden onu birkaç kez öpüp başına koyacaktı. Veya o zavallılardan biri kendisine on veya yirmi dinar verilse sevincinden çıldırıp kendini kaybedecekti. Nitekim öyle bir olay H. 3. yüzyıl ortalarında Mısır emiri bulunan Ahmed b. Tulun ile bir balıkçı arasında yaşanmıştı. Ahmet b. Tulun inşa ettirdiği saraylar, koruluklar, bahçeler, ahırlar vs.'den dolayı cömertlik ve savurganlığıyla ünlenmişti. Her ay yoksullara bin dinar sadaka verirdi. lhsan ve bağış ve cömertlikte o kadar ileri gitmişti ki yoksullara sadaka dağıtan vekili kendisine başvurur ve "Bazen üstü çarşafı, parmağında altın yüzük bulunan bazı kadınlar gelip sadaka almak için el uzatıyorlar. Bu gibilere vereyim mi?" diye sorunca ibn Tulun "Sadaka istemek için sana kim el uzatırsa ona ver," cevabını vermişti. Soğuk bir günde lbn Tulun ata binerek Fustat bölgesinde dolaşmaya çıkmıştı. Nil Irmağı kenarında yarı çıplak ve pejmürde bir balıkçı ile yanında aynı durumda olan bir çocuğa rastladı. Balıkçı ağını nehre atmıştı. lbn Tulun balıkçı ile çocuğun soğukta o perişan halini görünce çok üzüldü. Yanında bulunan Nesim adındaki uşağa "Nesim, bu balıkçıya yirmi dinar ver" dedi ve yürüdü. Uşak balıkçıya parayı verdikten sonra lbn Tulun'a yetişti. Ibn Tulun ise biraz dolaştıktan sonra yine aynı yerden geçti. Balıkçı yere serilmiş, ölmüştü. Çocuk da ölünün başucunda duruyor, ağlıyor, feryad ediyordu. Ibn Tulun önce, kendi adamları olan sipahilerden birisinin bu adamı öldürerek elindeki parayı aldığını zannetti. Çocuktan durumu sordu. Çocuk ağlayarak "Bu adam (eli ile Ibn Tulun'un para veren uşağını göstererek) babama bir şey verdi. Babam o şeyi elinde evire çevire sonunda düşüp öldü" cevabını verdi. Ibn Tulun uşağa "Bu adamı ara, paralar üzerinde mi göreyim," dedi. Uşak atından indi ve adamın üzerini aradı. Para olduğu gibi duruyordu. Ibn Tulun paranın olduğu gibi durduğunu gördü ve çocuğa parayı almasını söyledi. Çocuk reddetti "Bu şey babamı öldürdü, ben alırsam beni de öldürür!" dedi. Bunun üzerine lbn Tulun merhamete geldi ve şehrin kadısı ile şeyhlerini çağırdı. Gelirleri çocuğa verilmek üzere 500 dinar ile gelir getiren bir evin satın alınmasını buyurduktan başka çocuğun adını kendisine aylık bağlananların defterine yazdırdı. "Bu çocuğun babasının ölmesine sebep olan benim. Zenginliğin yavaş yavaş olması gerekir. Bu balıkçıya dinarları birer birer vermek gerekiyordu. Parayı teker teker alsaydı gözüne öyle büyük görünmeyecekti" yorumunda bulundu.


Başkent yakınında yaşayan bir kişinin durumu böyle olursa devletin savurganlığından, bağışlarından ve aylıklarından uzak bulunan köylerdeki halkın durumunun nasıl olabileceğini burdan çıkarabiliriz.


İslam Şehirleri


lslam şehirleri tabiriyle anlatılmak istenen; Müslümanların kendi yaşamları için kurdukları yeni şehirlerdir. Bunlar ele geçirilen lran ve Rum şehirlerinden başkadır. Irak, Şam, Mısır, Afrikiyye ve Endülüs bölgelerinde kurulmuşlardır. Bu kentlerden Basra, Bağdat ve Kahire gibi bazıları günümüze kadar gelişerek varlıklarını sürdürmüşse de Mısır'daki Fustat ve Endülüs'teki Zehra ve diğer bazıları tamamen yıkılıp gitmişlerdir. Konumuzla yakın ilgisi olduğundan dolayı, tamamlayıcı bir bölüm olarak söz konusu şehirlerden en önemlilerinin lslam medeniyeti dönemlerinde ulaştıkları bayındırlık seviyeieri hakkında bilgi vereceğiz. Ancak bundan önce Arapların veya Müslümanların söz konusu kentleri kurmalarının sebeplerini kısaca belirtmek isteriz.


lslam'ın ilk yıllarında Müslümanlar; çadırlarda yaşıyor, davar, at vs. hayvancılıkla uğraşıyorlardı. Surlar ve kentler içinde kapalı bir yerde oturmayı sevmezlerdi. İslamiyet yayılınca Irak, Şam ve Mısır bölgelerini ele geçirmek için bir araya geldiler, bu savaşlara giderken eşlerini ve çocuklarını da yanlarında götürmeye ve kenti ele geçirince çevresinde çadırlar kurup yerleşmeye başladılar. Bu yerleşme yeri onların ordugahlarını oluşturuyordu. Hazret-i Ömer çevredeki şehirlerde oturan İslam askerleri ile kendi arasında su veya nehir gibi su engellerinin bulunmamasını şart koşardı. Bununla amacı gerektiğinde devesine binerek askere yardım etmek isteyen birliklerin önünde bir su engelinin bulunmamasıydı. Hz. Ömer'in bu kuralından dolayı Amr b. el-As Fustat'ta, Sad b. Ebu Vakkas ise Küfe ve Basra'da yerleşmişti. Genellikle bu yeni şehirler o bölgeyi ele geçiren askerin konak yerleriydi. Bu gibi yerlere 'rabıta' veya 'measker' adını verirlerdi. Buralarda uzun süre kalacaklarını anladıklarında ise bölgeyi cadde, sokak ve pazarlara bölerek kendileri için evler, köşkler yaparlardı. lslam'ın ilk yıllarında hep bu şekilde hareket ettiler. Basra, Küfe, Fustat şehirleri bu şekilde kurulmuştu.


Daha sonra Müslümanlar hakimiyet alanlarını iyice büyüterek lslam topraklarının sınırlarını genişlettiklerinde, kentleri bir fetih hatırası ya da düşmana karşı sığınma yeri olarak kurmaya başladılar. Nitekim ikinci Abbasi halifesi Mansur Bağdat'ı kendisine bir sığınak olmak üzere kurdurmuştu. Fatımilerin Kahire'yi kurmaları da aynı sebeptendi. Birçok kez halifeler halkın gürültü ve patırtısından uzaklaşmak ve rahat yaşamak amacıyla kentler kurdurdular. Samarra, Mütevekkiliye, Zehra gibi şehirler bu amaçla kurulanlardan bazılarıdır.


Yüzyılımızdaki gezginler gezdikleri ve dolaştıkları kentleri nasıl tanımlıyor ve anlatıyorlarsa lslam tarihçileri de kentleri çoğunlukla öyle tanımlayıp nitelemişlerdir. Yalnız lslam tarihçileri o kentlerin nüfus ve yüzölçümü konusunda nadiren bilgi verirlerdi. Genellikle kentlerde bulunan cami, hamam gibi mimari eserler üzerinde dururlardı. Bununla birlikte birçok yerde aşağıda görüleceği gibi akıl ve mantığa uymayacak derecede abartılı bir anlatım biçimi kullanmışlardır. En önemli İslam kentleri kuruluş sırasıyla şunlardır:


Basra


Müslümanların kurduğu en eski kent Basra'dır. Günümüze kadar ayakta kalan bu kent H. 16. yılda Utbe b. Gazvan tarafından kurulmuştur. Basra'nın yeri önceleri Mekke ile onun arasında su bulunmayan bir ordugah olarak seçilmişti. Fırat'ın batısında kurulan bu yer ile Mekke arasındaki yerler kumsallar, dağlar ve ovalardan oluşuyordu. Ara bölgede hiçbir ırmak yoktu. İlk önce kamıştan bina edilen bu kent sonra yangından korkularak -Küfe hakkında vereceğimiz bilgilerden anlaşılacağı gibi- Hz. Ömer'in izniyle kerpiçle inşa olundu. Kent, lslam askerlerini oluşturan kabilelere göre her kabile bir sınır içinde olarak bölümlere ayrılmıştı. En büyük caddesinin genişliği 60 (1 arşın 68 cm.) arşındı. Bu cadde şehrin hurma serip kurutulacak yeriydi. Diğer caddeleri 20, sokakları 7 arşın genişliğindeydi. Her iki kabile arasındaki sınırın ortasında büyük bir meydan yeri bırakılmıştı ki bu yerler at bağlamak ve mezarlık için ayrılmıştı. Evler ise birbirlerine bitişikti. Basra Irak bölgesinin iskelesi, Şam ve Fars bölgeleri arasında orta bir kent olduğundan önemli bir ticari merkez olduğu için kısa bir sürede çok gelişmiş, Emeviler zamanında Irak'ın idare merkezi olmuştur. Hatta Halit b. Abdullah'ın valiliği döneminde uzunluğuna iki, genişliğine iki fersah; yani 36 mil kare büyüklüğüne varmıştı. Kentin bulunduğu yer dağsız ve düz bir araziydi. Bu alan günümüzdeki Kahire kentinin yerleşim alanından daha büyüktür.


Basra, ticaret erbabının toplandığı bir merkez olduğundan Abbasiler devrinde zengin bir şehir olmuştu. Kentin ticareti doğuda Hindistan ve Çin'e, batıda Merakeş ve Endülüs'e, güneyde ise Habeşistan'a kadar uzanıyordu. Ticaret gemileri Basra limanına demir atarak kumaş ve ıtriyat vs.'den oluşan ticaret mallarını taşırlardı. Ticaret yapmak veya yerleşmek isteyenler ve her yönden gelen halkın çoğu sayesinde kentin zenginliği iyice artmıştı. Kentte birçok kaşaneler, bahçeler, meydanlar, havuzlar yapılmıştı. lbn Havkal: "Basra şehri güzel toplantı yerleri, hoş manzaraları, ilginç meydanları, nefis meyveleri ve geniş havuzlarıyla ünlüdür. Yolları gelen giden gezginler veya yolculardan bir an bile boş kalmaz." Basra limanı yüzlerce ticaret gemisinin uğradığı bir yerdi. Hükumetin Basra'da yalnız bir tacirden aldığı yıllık verginin 100 bin dinara ulaştığını daha önce görmüştük. Kentin büyük ve küçük tüccarlarının o devirde ne ölçüde servet sahibi oludğu da bundan çıkartılabilir.

Basra halkı ticaret amacıyla her yöne sefer yapmakla ün salmış, öyle ki bu durum atasözü veya vecize haline gelmiştir: "Dünyada ticaret arkasında en fazla koşanlar Basralılar ile Huzistanlılardır. Fergana'da (o güne göre en uzak doğu), Sus'ta, Aksa'da (o güne göre en uzak batı), her nerede olursa olsun orda bir Basralı'ya, bir Huzistanlı'ya veya bir Hireli'ye rast gelmemek mümkün değildir." 


Basra kentinin Bilal b. Bürde (H. 118/M. 736) zamanındaki genişliği ile kanallarının sayısını, hatta kayığın geçmesine uygun olan bu kanalların 120 bine ulaştığını, herkes gibi H. 4. yüzyılda yaşamış lstahri de acayip bularak bu rakamları bizzat araştırdığını ve sonunda o kadar kanalı bizzat müşahede ederek sayıda bir abartma olmadığını belirtmiştir: "Bilal zamanında su kanallarının bu kadar çok bulunmasını mümkün görmüyordum. Ancak daha sonra Basra bölgesinin birçok noktasını bizzat dolaştım. Bazen bir ok atımından fazla büyüklüğü olmayan yerde birçok su kanalları görüyordum. Bu küçük kanalların hepsinde küçük kayıklar işleyebiliyordu. Bu küçük kanallardan her birinin, onu kazıp yapan şahsın ismine veya bağlı olduğu yere göre bir adı vardı. Buna dayanarak boyuna ve enine bu kadar büyük olan söz konusu bölgede bu kadar çok sayıda kanallar bulunduğuna inanmaya başladım." Basra'dan söz ederken de aynı şeyleri söylüyor.


Her ikisinin de bu konudaki açıklamaları kesinken yine biz bu kadar kanalın bulunmasını abartılı görüyorduk. Sonunda yıllarca Basra'da yaşamış araştırıcı bir kişiye rastgeldik. Bu kişi Basra vilayetinin o dönemdeki genişliğinin, kanallarının ve küçük kanallarının sayı olarak çok büyük miktarda olabileceğinden gerek lstahri gerekse lbn Havkal'ın verdiği bilgilerin abartılı kabul edilmemesi gerektiği yorumunda bulundu. Bu yorumu destekleyen bir kanıt da 36 mil kare alanında bulunduğunu belirttiğimiz Basra ile yalnız kent merkezinin kastedilmiş olmamasıdır. Buna Fars Denizi (Basra körfezi) kıyısındaki Abadan'a kadar bütün tarlalar ve arazi de dahildi. Bu tarlalar ve arazinin hepsi ekili ve bayındırdı. lbn Havkal ve lstahri diyorlar ki:

"Basra bölgesinin Abdesi mevkiinden Abadan'a kadar 50 fersah boyunca birbirine bitişik hurmalıklar vardır ki insan nerde bulunsa kendini bir hurma bahçesi ve bir kanal önunde görür veya hurmalık göz önünden hiç kaybolmaz." Şimdi uzunlukça o büyüklükte bulunan alanın en az yarısını düşünsek, yani boyunun 150, eninin de 57 mil kare olduğunu kabul etsek söz konusu bayındır arazinin yüzölçümü 11.250 mil kareye ulaşır ki o halde her mil karede on küçük kanal bulunuyordu demektir. O ise akla aykırı bir durum sayılmaz. Allah en iyisini bilir.


Kufe


Bu kent Basra'nın kuruluşundan birkaç ay sonra Sa'd b. Ebi Vakkas tarafından kurulmuştur. Kuruluş nedeni şuydu: Sa'd Irak'ı fethedip lranlıları mağlup ettikten sonra lranlıların başkenti olan Medain'de ikamet etmek istemiş ve Halife Hz. Ömer'e bu amaçla özel bir heyet göndermişti. Özel heyette bulunan kişiler halifenin huzuruna varınca Hz. Ömer bunların renklerinde ve hallerinde bir değişiklik olduğunu görerek bunun sebebini sordu. Heyettekiler, "Bölgenin kötü havası bizde bu değişikliği yaptı" dediler. Bunun üzerine Hz. Ömer Arapların develerine uygun gelmeyen yerlerin kendilerine de uygun gelmeyeceğini düşünerek Müslümanların yerleşmesi için uygun bir yer seçilmesini emretti. Hz. Ömer Sa'd b. Ehi Vakkas'a şöylece bir emir gönderdi: "Süleyman ile Huzeyfe'yi gönder arasınlar. Hem karası hem denizi olan ancak sizinle aramda bir deniz veya bir köprü olmayan bir yerleşim yeri bulsunlar."


Sa'd aldığı emre göre hareket etti. Fırat'ın arkasında, Fırat ile Hire arasında bir yer seçtiler. Evler çadırlara yakın olsun diye ilk önce Basra'da olduğu gibi Küfe'de de kamıştan yapılmıştı. Ancak çok geçmeden bu evler yandı. Kerpiçle inşa olunması için Hz. Ömer'den izin istediler. Ömer, her adamın üç evden fazla inşa etmemesi ve bu evlerin çok uzun yapılmaması kaydıyla buna izin verdi. Hz. Ali, şehit olacağı zamana kadar Küfe şehrini başkent olarak kullandığından Şiilerce bu şehrin önemi büyüktür.


Fustat


Mısır'da Müslümanlar tarafından kurulan ilk kenttir. (H. 18/M. 640) yılında Amr b. el-As tarafından bugünkü Kahire ile eski Mısır arasında kurulmuştu. Amr'ın camisi ile onun çevresinde bulunan ve dağ kadar uzayan harabeler söz konusu kentten bugüne kadar gelen kalıntılardandır. Araplar günümüzde eski Mısır'da 'Hıristiyan Manastırı' veya 'Deyr-i Mar Circis' adıyla bilinen Babil kalesini ele geçirmek için geldikleri zaman Fustat'ın bulunduğu yeri ordugah edinmişlerdi. Kaleyi ele geçirince lskenderiye'yi ele geçirmek için oradan ayrılmak istediler. Amr b. el-As kendi otağının sökülüp götürülmesini emretti. Otağı yıkmak istediklerinde içinde bir yaban güvercininin yavru yapmış olduğu görüldü. Amr "Bu hayvan bize sığındı. Ona kötülük edilemez" dedi. Otağın yani çadırın olduğu gibi bırakılmasını emrederek orada yaşayan Kıptileri otağı korumakla görevlendirdi. Amr b. el-As oradan lskenderiye'ye gitti. Şehri ele geçirdikten sonra Medine'de bulunan Halife Hz. Ömer'e bu bölgedeki fetihleri ve başarıları rapor etti. Yerleşim yeri için de Hz. Ömer'e danıştı. Hz. Ömer mektubu götüren adama "Benimle Müslümanlar arasında engel olarak su engeli var mıdır?" diye sorunca bu adam "Ey mü'minlerin emiri, Nil Irmağı taşarsa su yayılır" cevabını verdi. Bunun üzerine Hz. Ömer Amr b. el-As'a şöyle bir emir yazdı: "Gerek kışın, gerek yazın olsun kendileri ile benim aramda bir su engel olacak bir yerde Müslümanların yerleşmesini istemem. Öyle bir yerde olmalarını isterim ki deveme binip yanlarına gitmek istesem gidebileyim." Amr b. el-As bu emri alır almaz lskenderiye'de bir askeri kuvvet bırakarak diğer mücahitlerle beraber Babil kulesine döndü. Buraya geldikleri zaman daha önce bıraktıkları çadırı eskisi gibi kurulmuş ve içi güvercinle dolmuş buldular. lslam askerleri çadırın çevresinde yüklerini indirdiler ve o çadırı ordugahlarının merkezi yaptılar. Bu yere o zamandan Fustat (otağ) adını vermişlerdi. Daha sonra Berber kabileleri çoğalarak askerin yerleşmesi için evler yapmaya başladılar. Bunun üzerine Amr b. el-As Babil kulesinin kuzeyinde kalan şehrin plan ve projesini yapıp ona Fustat adını verdi. Bu plana göre şehir yirmi mahalleye ayrılmıştı. Mahallelere hıtat adı verilmişti. Amr halkı gruplarına ve kabilelerine göre bu mahallelere yerleştirmek için emrinde bulunan dört kişiyi görevlendirmişti.


Bundan sonra Müslümanların Mısır'daki güçleri arttıkça Fustat'ın bayındırlığı da o ölçüde arttı. O derecede ki burası birçok yönden Basra ve Küfe şehirlerini geçiyordu. Fustat'ın Nil boyunca uzunluğu üç mile ulaşmıştı. Arap tarihçileri bu şehrin gelişmişliğini göstermek amacıyla içinde 26 bin mescid, 8 bin cadde ve sokak, 1170 hamam bulunduğunu anlatıyorlar. Ancak bu rivayet inandırıcı olmaktan çok uzaktır. Bununla birlikte bu derece abartılı bir anlatım, yine de kentin oldukça bayındır bir seviyeye ulaştığını göstermektedir.

Fustat halkının nüfus oranının çok yükselmesi nedeniyle, konut sıkıntısı baş göstermiş ve sorunu çözebilmek için binalar iki, üç hatta bazıları yedi kat inşa edilmişlerdi. Bazen bir binada iki yüz kişi yaşardı. Bu binalardan birinin yapım giderleri 700.000 dinara ulaşıyordu. Bu bina Ahmed b. Tulun'un oğlunun harem konağıydı. Söz konusu binalardan büyüklüğü ve sahiplerinin zenginliği dillere düşmüş, deyim haline gelmişti. Örneğin bunlar arasında ünlü bir konak vardı ki ona Abdülaziz'in konağı derlerdi. Nil üzerinde bulunan bu konak o derece büyüktü ve nüfusu da o kadar kalabalıktı. Öyle ki, söz konusu konağa ihtiyaçlar için her gün dört yüz tulum su götürülürdü. Bazı tarihçilerin anlattığına göre; Nil kenarında bulunan evlerin pencerelerinden Nil'in üzerine makara ve iple uzatılmış kovaların sayısı on altı bine ulaşıyordu. Miladi 9. yüzyılın, sonlarında Ahmed b. Tulun'un oğlu Humaruye zamanında Fustat'ı ziyaret eden bir adam şehrin mamuriyet ve zenginliğinden bahsederken diyor ki: "Hizmetime bakmak için bir uşak aradım ama bulamadım. 'Bu şehirde o kadar çok hizmetçi kullanılır ki bir uşak iki üç kişiye birden hizmet eder' dediler. 'Şehirde ne kadar uşak vardır?' diye sorduğumda da 'Yetmiş (?) uşak var. Bu işten para kazanıp hizmeti bırakanlar hariç bu uşaklardan her biri üç kişiye birden hizmet eder' cevabını verdiler. 


Sözü edilen tüm bu ifadeler Fustat kentinde yaşayan halkın büyük zenginlik ve refah içinde olduğunu gösterir. Fustat halkı pek çok yatak kullanırlardı. Bazen bir adamın binlerce yatağı olurdu. Fustat halkından birinin her yatağı bir odalık cariyeye ait olmak üzere üç yüz yatağı bulunduğu rivayet olunmuştur. Elbise vs.'de de böyle yaparlardı. Bazen bu şeylerin fiyatları çok pahalanırdı. Ancak alım gücünün yüksekliğinden dolayı halk bu pahalılıktan hiç etkilenmezdi. Kuzai diyor ki: "Humariye'nin kızı Katru'n-neda'nın çehizi arasında her biri on dinar değerinde bin kemer vardı ki bunun toplam değeri on bin dinara ulaşmıştı." Yiyecek ve içecekte aradıkları kalite, lezzet ve istedikleri harcamaları da bu bilgilerle kıyaslayabilirsiniz. Detayları üzerinde durmak çok zaman alacağından kısa kesiyoruz. Makrizi, vs. tarihçiler Fustat'la ilgili çok detaylı bilgi verirler.


Bağdat


Abbasilerin başkentiydi. İkinci Abbasi halifesi Mansur tarafından (H. 145/M. 762) yılında kurulmuştur. Yeri birçok kez değiştiği halde şehir günümüzde hala ayaktadır. Kuruluşuna sebep şuydu: Birinci Abbasi halifesi Saffah, hilafet makamına geçince Irak ve Fars'ta kendisini destekleyenlerin sayısı iyice artınca, kardeşi Mansur'la beraber Kufe'ye yerleşmeye karar verdi. Daha sonra Saffah Ambar'ın yakınında bir şehir kurarak bu şehre Abbasiler ile Aleviler arasındaki bağlantıya işaret olmak üzere Haşimiyye adını verdi. Kardeşi ile beraber buraya taşındı. Saffah bu şehirde öldü. Mezarı buradadır. Saffah'tan sonra halife olan kardeşi Mansur burada birkaç yıl oturduktan sonra Ravendiye halkının saldırısı üzerine şehirden nefret etmeye başlamış ve yeni bir şehir kurma düşüncesiyle bir yer aramaya başlamıştır. Kendisine bugünkü Bağdat'ın yerini göstererek en uygun yerin burası olduğunu söylediler. Abbasi halifesi Mansur burada bir şehir kurarak ona Bağdat adını verdi. Burası 'Medinet'ül Mansur' (Mansur'un şehri) adıyla bilinir oldu.


Mansur Bağdat şehrini Dicle lrmağı'nın batı tarafında daire biçiminde kurdurmuş ve çevresini saray halkına, mevalisine ve yakınlarına mukataa olarak vermişti. Üçüncü halife Mehdi asker ordugahını Dicle'nin doğusuna taşıyarak buraya Mehdi ordugahı adını verdi. Bundan sonra güç ve kuvvet sahibi insanlar ve devlet adamları bu tarafa geçmeye başladılar ve burada birçok bina yaptılar. Daha sonra halife de aynı bölgeye taşındı. Halifelerin sarayları, bahçeleri nehir boyunca uzanmaktaydı. Bağdat'ın sözü edilen doğu tarafına Rasafe ve batı tarafına Kerh adını vermişlerdi.


Bağdat Me'mun devrinde en mamur devrine ulaşmıştı. Rivayete göre o sırada Bağdat'ın bina ve bahçeleri 56.750 cerib (60 x 60 arşın, 1 arşın = 68 cm.) alanı işgal ediyordu. Bu alanın 26.750 ceribi doğuda, 27.000 ceribi de batı bölgesindeydi. Bilindiği gibi bir cerib 3.600 ziradır. Fidana oranı 100/333,5'tur. Buna göre bütün Bağdat'ın yüzölçümü 16.000 fidan demektir (her fidan 4.200 metrekaredir). Bu miktar oldukça büyük bir yüzölçümü gösterir. Bununla birlikte bu durumdan anlaşıldığına göre Bağdat birbirlerine bitişik çeşitli mahallelerden oluşuyordu. Hatib-i Bağdadi Bağdat'ın kırk mahalleden oluştuğunu ve Me'mun zamanında Bağdat'ta bulunan hamamların 65.000 olduğunu söylüyor. Seyrü'l-Mülük adlı kitabın yazarı da Bağdat'ın ulaştığı mamuriyeti gösterirken şu bilgileri veriyor: "O sırada Bağdat'ta 60.000 hamam vardı. Her hamamda en az bir hamamcı, bir kalfa, bir çöpçü, bir ateşçi ve bir saka olmak üzere beş kişi bulunurdu. Her hamamın çevresinde beş mescid bulunuyordu." Bu hesaba göre Bağdat'ta 300.000 mescid vardı. Her mescidde beşer memurdan aşağı bulunmayacağına göre sözü edilen mescidlerde 1.500.000 kişinin görevli olduğu anlaşılır.


Yukarıda verilen bilgilerde aktarılan bayındırlık derecesi, bugünkü ölçülere uymadığından rakamların doğruluğunu kabul edemiyoruz. Ancak yukarıda da söylediğimiz gibi, bu abartılar bile insanı hayrete düşüren medeniyet döneminde Bağdat'ın yüksek bir bayındırlık ve uygarlık seviyesine ulaştığını göstermektedir. Taberi'nin (H. 255/M. 868) yılında patlak veren isyandan söz ettiği sırada verdiği bilgiler de yukarıdaki yorumları desteklemektedir. Taberi "Rivayete göre ayaklanma sırasında halktan kayıklarla iki köprüyü geçenlerin sayısı 100.000 kişiydi" diyor. Kaçanlar bu kadarsa kaçamayanların sayısının bundan çok olması gerekir. Bu duruma göre Bağdat'ın o dönemdeki nüfusunun 1.500.000 veya 2.000.000 kabul edilmesi abartılı bir sayı kabül edilmemelidir.


Bağdat'ın çevresinde, Fırat ile Dicle arasında bulunan yerlerin o dönemlerdeki mamuriyeti de unutulmamalıdır. H. 4. yüzyılda o yerleri bizzat gören lbn Havkal "Bağdat'la Küfe arası birbirine bitişik ve sınırları ayırt edilmez mamur arazilerden oluşmuştur. Bu yerler genellikle Fırat'tan açılan kanallarla sulanır ...." diyor. Yukarıda sözü geçen kentlerden başka batıda, yani Tunus'ta, Kayrevan, lrak'ta Vasıt; Mısır, Şam ve Fars kıtalarında diğer şehirler gibi Müslümanların kurmuş olduğu bazı önemli kentler daha vardır. Bir de daha önce kurulmuş olan Şam, Kurtuba, Gırnata, Tulaytule, lskenderiye gibi şehirler Müslümanlar zamanında daha fazla büyümüş, eskisinden daha büyük mamuriyete kavuşmuştur.



Corci Zeydan’ın İslam Uygarlıkları Tarihi Kitabından Alıntılanmıştır. 

19 Nisan 2023 Çarşamba

Türk Soylu Halklarda Tabiat Ruhları-3

 

Kadın ve Av


Bütün Sibirya halkları, kadın ve av arasında çok hassas bir ilişki olduğuna inanırlar. Bu inançtan hareketle, kadınların özellikle adet veya hamilelik dönemlerinde erkeklerin avdaki şanslarını azaltacağını, basiretsizlikleriyle hayvanların başka bölgelere kaçmasına sebep olacağını düşünürler. Turuhansk bölgesindeki Tunguzların geleneklerine göre adet dönemindeki kadınlar, topluluktaki erkeklerden tamamen uzak durur, hâtta bu dönem boyunca bir başka çadırda yaşarlar. Bu dönemlerde, çadırdaki silahlar ve diğer av gereçleri çadırın arkasına veya başka bir yere konulur, adet gören kadınların avcıların oldukları çadırların etrafında dolaşmaları hâtta av hayvanlarının karşısına çıkmaları bile yasaklanır. Aynı yasak Kuzey Yakut bölgesinde köyün yakınlarındaki nehire su içmeye inen yaban ren geyiği sürüsü orada olduğu müddetçe, hamile kadınların köyde bir çadırda bekleyip, dışarı çıkmama ve geyiklerin olduğu tarafa bakmamaları şeklinde devam eder. Hamilelerin yaban ren geyiklerinin dolaştığı bir yoldan geçmeleri veya onlar etrafta iken nehirdeki bir tekne içinde oturmaları da yasaktır, çünkü onların varlıkları, geyiklerin korkup o bölgeyi terk etmesine sebep olabilir. Kadınların hamilelik dönemlerinde, kocalarının da uymaları gereken bazı kurallar vardır ki, bazı bölgelerde ava çıkmaları bile uygun bulunmaz.


Kadınların neden hamilelik dönemlerinde ormandaki hayvanlar için zararlı oldukları sorusuna dair elimizdeki kaynaklarda çok çeşitli ve çelişkili açıklamalar vardır. Ostyaklar, ayının doğacak çocuğun ileride kendisini avlayacağını düşündüğü için hamile kadınlardan nefret ettiğini ve hamile kadınları yakaladığında karınlarını parçaladığını anlatırlar. Lule-Lappmark’a da bu soruya benzer şekilde; “Doğacak çocuk erkekse, ayı hamile kadına kızgındır” cevabını vermiştir. Ancak, halk arasındaki yaygın inançları yansıtan bu tür açıklamalar, özellikle ayı veya geyik gibi önemli bir av yakalandığında sadece hamile olanların değil, bütün kadınların etraftan uzaklaştırılması anlayışını açıklamaktan uzaktır.


Bu konuda anlatılan sebeplerden biri de, kadınların esrarlı bir şekilde av malzemelerini ve avcıları “kirlettikleri”dir. Kadınların sadece kara avcılığına değil, balık avına çıkmaları da yasaktır. Soyoteler, kadınların suyu kirletmeye müsait oldukları için, balık avına götürülmediğini anlatırlar. Yenisey Ostyakları, bir kadın nehre girecek olursa, balıkların Kuzey denizine kadar kaçtıklarını anlatırlar. Kadınların, orman hayvanları konusundaki yasaklarıysa, balıkçılıkta olduğundan daha da sıkıdır. Avlanan hayvanların derilerinin yüzülmesi, etlerinin parçalanması, hâtta pişirilmesi kadınlara yasak işler arasındadır. Çoğu yerde kadınların çiğ eti veya işlenmemiş taze yüzülmüş deriye dokunmaları bile bu yasaklar içindedir. Yakut inanışlarına göre kadınlar, yeni yüzülmüş bir ren geyiği derisine basmaktan veya kemiklerinin üzerinden geçmekten, kurutulmamış bir tilki postuna dokunmaktan sakınmaları gerekir. Bu sebeple Yakutların yeni yüzülmüş ve işlenmemiş ayı, geyik, tilki, kunduz ve kakım postlarını satmaktan kaçındıkları anlatılır. Bunun sebebi, bu postları sattıkları kişilerin bu yasaklara riayet etmemeleri durumunda artık avda şanslarının yaver gitmeyeceğinden korkmalarıdır. Golde kadınlarının da avlanan ayının kafasına bakmaları yasaktır ve ayı için düzenlenen törenlere de katılamazlar.


Kadın ve av hayvanları arasındaki bu olumsuz ilişkinin nereden kaynaklandığını araştırırken dikkât çeken bir husus da, hayvanın yakalanmasından sonra kadınların uyması gereken kuralların, erkeklerin ava giderken eşleri sebebiyle uymaları gereken kurallardan çok daha geniş kapsamlı olmasıdır.


1917 yazında Turuhansk bölgesinde Tunguzların avladıkları ayının postunu çadırın girip çıktıkları kapıdan değil, arka tarafta, çadırın altından içine soktuklarını duymuştum. Bunun sebebini, ayının kadınların kullandığı yoldan eve girmeyi istememesi şeklinde açıklamışlardı. Buryatlar da avı çadıra kapıdan sokmayıp, bir avcının avladığı su samurunu çadır duvarında açılan bir delikten içeri soktuktukları görülmüştür. Avladıkları bir tilki veya vaşağı kulübenin penceresinden içeri sokan Yakutlarla, bazı Moğol kabilelerinde kurban edilen hayvanların etleri pişirilip akrabalara dağıtılırken, etlerin çadırın kapısından değil, kapının solunda çadır duvarında açılan bir delikten dışarı çıkartan Moğollarda da görülmektedir. Bu geleneğin, eski av gelenekleriyle bağlantılı olduğu gayet açıktır. Benzeri şekilde Kamçaladlar da avlamış oldukları su samurunu, çadırın bacasından aşağı atarak içeri sokmaktadırlar. Bazı Gilyak kabileleri, kafası olan bir ayı postunu çadırın içine kapıdan değil, bacadan iğne yapraklı ağaçlardan yapılma bir çubuğun ucuna takarak içeri taşırlar. Amur vadisi kabileleri avlanan ayıyı pencereden kulübeye, Laponlar, ayı ve ren geyikleri yanında, avladıkları tavşan, sansar, vaşak, kunduz, samur, hâtta kuşları ve ruhlara kurban ettikleri hayvanları da çadırın arka tarafında açtıkları ve içinden ancak sürünerek geçebildikleri bir aralıktan, kütük evlerde oturan Ostyaklar da ayı postunu kapıdan değil, arka pencereden kulübeye sokup, kulübeden kilere götürürken de aynı yolu takibederler.


Bu gelenekleri incelediğimizde, çadırlardan kütük evlere geçişte bu âdetlerin devam ettirilmiş olduğunu görüyoruz, ancak bu bin yıllık geleneğin nasıl teşekkül ettiği hakkında söz konusu halklar da bu hususta herhangi bir açıklama getirememektedirler. Thomson nehri kıyısında yaşayan Kızılderililer, avladıkları avı çadırlarına kapıdan içeriye almamalarını “kapıyı kadınların kullanması” olarak açıklamalarına karşılık, bu soruya Tunguz ve Laponların da aynı şekilde cevaplândırmış olmaları oldukça dikkât çekicidir. Keza, Lapon avcılar, avladıkları ayıyı eve taşırken kadınların geçtiği yollardan geçmemeleri, kadınların da ayının geçtiği yoldan geçmeleri istenmeyen bir şeydir, hâtta avlanan ayıyı taşıyan ren geyiklerini bile kadınların bir yıl boyunca kullanmalarının yasak oluşu da bunlara ilâve edilecek âdetler arasındadır.


Kadınların maruz kaldıkları bu sınırlamaların av bittikten sonra daha da katı bir biçimde devam etmesi, bu yasakların avın başarısızlığa uğramasından ziyade, avlanan hayvanın kadın için tehlike yarattığı düşüncesinden kaynaklandığını ortaya koymaktadır.


Bu halkların çoğunun ölen kişinin cesedini kulübeden çıkartırken kapıyı kullanmayıp, çadır duvarı aralanarak dışarı çıkarttıkları mânidar olmakla birlikte, tabii olarak bunun ardında, kapıdan çıkartılan ölünün rahatlıkla çadıra geri dönüş yolu bulabileceği düşüncesi yatmaktadır. Bazı bölgelerde, ölen kişinin cenazesini dışarı taşıyanların ayak izlerinin bile silinmesi, bu geleneğin doğuşu hakkında bize bazı ipuçları vermekte, ölen kişi ve hayvanın ruhlarının izleri takip edebilecekleri inancı, bütün avcı toplumlarda görülen ve muhtemelen avcılıkla geçinen bu insanların tabii hayatın gözlemlerinden doğduğunu göstermektedir.


Bu tehlikelere karşı alınan tedbirlerin evdeki erkek ve çocuklardan ziyade, kadınları ve özellikle de hamile kadınları kapsıyor olması, tehlikenin özellikle onlara yönelik olduğu inancının hâkim olmasının işaretlerine, Tunguz kadınlarında, avcılar avdan döndüklerinde bir tedbir olarak yüzlerini örtüp, ayı etini ya bir eldivenle veya tahta bir kaşıkla tutarak yemelerinde ve özellikle Lapon kadınlarının çeşitli korunma tedbirlerine başvurduklarında görmekteyiz.


Bu gelenekler derinlemesine incelendiğinde, ilk ortaya çıkışının kadınların kirli veya aşağı varlıklar olarak görülmesinden değil, sadece onları korumaya matuf olduğu anlaşılmaktadır. Bu koruyucu kısıtlamaların küçük kızları veya yaşlı kadınlardan ziyade, doğum yapabilecek yaştaki kadınları kapsaması, kadınların cinsellikleri ve doğurma yetenekleriyle ilgili olduğu kesindir. Hamile kadınların ölmekte olan bir kişiden veya cesedinden uzak durmalarına sebep olan aynı korkular, onların öldürülen hayvanlar konusunda da tedbirli olmalarını gerektirmektedir. Sadece hamileler değil, diğer kadınlar da sadece cinsiyetleri sebebiyle, ruhların hedefi olabilirler. Finlilerin, avladıkları ayıyı eve getirdiklerinde terennüm ettikleri bir şarkının sözleri bu konuda bazı ipuçları vermektedir:

Varokatten vaimoraukat,

Koruyun kendinizi zavallı kadınlar,

Varokatten vatsojanne,

Kadınlar, karnınızı koruyun,

Kokekatte kohtujanne!

Ana rahminizi sakının!


İlkel halkların inanışlarında, ruhların ana rahmindeki cenine girip tekrar dünyaya gelmeye çalıştıkları inancının olması, dolayısıyla hamile kadının korunması, gelecek kuşakların korunması demektir.

Meselâ, Yakutlarda görülen, “hamile bir kadının yeni yüzülmüş bir ayı postuna oturması halinde, çocuğunun kötü karakterli olacağı” inancı bu tasavvurla ilgili bir durum olup, ruhların kadınlara rahim hastalıkları da getirebileceğine inanılır. Högström, Laponların noelde etrafta dolaşan ruhlara kurban verdiklerini ve “kadınların rahimlerini delmemeleri” dilediklerini aktarırken, Jaschtschenko’da, Kola’daki Lapon kadınlarının, ruhların yaşadığı kutsal bir yere yaklaştıkları her seferinde belli bir rahatsızlık hissediklerinden, yabancı bir bölgeden geçerken aynı rahatsızlığa tutulduklarında, etrafta kutsal bir yer olduğuna hükmettiklerini anlatır. Bu örnekler gözönüne alındığında, tedbir maksatlı bu kısıtlama ve kuralların, cinsiyetlerarası görev dağılımını daha anlaşılır hâle getirmekte ve öldürülmüş olan hayvanın bile, hâlen bir korku nesnesi olması, kadını eti yerken bile tedbirli olmaya zorlamaktadır. Hem Sibirya, hem de Laponyada yaygın olarak hamile bir kadının av hayvanının kanını veya kalp ve karaciğer gibi organlarını yemesi uygun bulunmadığı gibi, Soyeteler arasında genel olarak hamile bir kadının ayı eti yemesi yasaktır. Yakutlarda hamile kadın ve kocasının ren geyiğinin iç organlarıyla, hayvanın baş etiyle, butunu yememeleri gerekir. Tunguzlar, Vogullar, Juraklar, Laponlar gibi bazı halklar arasında daha da katı bir âdet vardır ki, buna göre bir av hayvanının, özellikle bir ayının başından veya bedeninin döşünden çıkan eti yemeleri yasak olduğundan, bu yasak parçalar genelde diğerlerinden ayrı pişirilirler. Bu yasak ve kısıtlamalarının kökeninde, hayvan vücudunun bu bölgelerinde hayvanın ruhunun veya ruhanî kuvvetlerinin gizli olduğu inancı yatmaktadır.



Uno Harva'nın Altay Panteonu adlı kitabında alıntılanmıştır.

Çeviren: Erol Cihangir

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak