18 Nisan 2023 Salı

AKDENİZ MİTOLOJİSİNDE AŞK KAHRAMANLARI ve MÜZİSYENLER-4

 MÜZİSYEN ÇOBAN DAFNİS


Baştanrı Zeus'un postacısı tanrı Hermes'le sevişen güzel perikızı, günü gelince nur topu gibi bir oğlan çocuğu getirdi dünyaya ve Dafnis (Daphnis) adını verdi ona... Ne var ki böyle yarıtanrı doğan bütün bebeklerin başına geldiği gibi, bir tanrıdan gebe kalmanın verdiği günah duygusu ve çevre baskısıyla anası perikızı; götürüp bir ormana bıraktı onu içi yana yana... Yöredeki çobanlar bu güzel bebeği bulduklarında öz oğulları gibi bağırlarına bastılar onu ve "el bebek gül bebek" büyüttüler. Sürülerini otlatırken yanlarından hiç ayırmadıkları Dafnis, biraz daha serpilip gelişince, koyun keçi sürülerini tek başına otlatmaya başladı. Bu arada tanrıça Artemis, ormanda avcılık üzerine dersler veriyordu ona arasıra. Çobanların tanrısı keçi ayaklı Pan da flüt çalmasını; tanrı Apollon ve teyzeleri olan öteki perikızları da şiir düzmenin, lir çalmanın inceliklerini öğrettiler...


Çoban Dafnis, keçi ve koyunlardan oluşan kendi sürüsüyle birlikte, güneş tanrısı Helyos'un inek sürüsünü de otlatıyordu severek. Çünkü güneş en sevdiği, hiç ayrılmadığı tek tanrıydı onun için... Onun ışıklarıyla oynaşıyor, onlarla şekillendiriyordu yaşadığı çevreyi. Sürülerini otlatırken de günışığının tetiklediği coşkuyla kavalını çaldığında ya da içinden gürleyerek gelen şiirlerini, tanrı armağanı flütü eşliğinde ezgilere dönüştürdüğünde, çevredeki yırtıcı hayvanlar bile hemen uysallaşıyor; nerelerdeyseler apar topar gelip onun çevresine doluşuyorlardı. Hepsi de can kulağıyla dinlemeye başlıyordu bu ezgileri... Üstelik hem yakışıklılığı, hem de coşkulu şiirlerinin ve ezgilerinin büyüsüyle, genç kızların ve denizkızlarının gönlünde de her geçen gün daha fazla yer ediyordu... Ne var ki çoban Dafnis; gönlünü çelmek isteyen, ona yaklaşan hiçbir genç kıza fazla yüz gönül vermiyordu! Çünkü tanrıça Artemis'in ona aşıladığı bakir kalma tutkusunu kendi günlük yaşamında da aynen uyguluyordu. Ne var ki doğanın ve günışığının doyumsuzluğunu şiirlerine ve ezgilerine nakışlamak, onun yaşamının tek amacı gibiydi. Bu yüzden zamanının büyük kısmını, kırlarda ormanlarda sürüleriyle ve flütüyle baş başa kalarak geçiren müzisyen çoban Dafnis'in bu mutluluğu, ne yazık ki pek uzun sürmedi... Aşk tanrıçası Afrodit; onun tanrıça Artemis'in etkisiyle kendini kadınlardan uzak tutmasına çok içerledi. Hele hele evren güzeli bir aşk tanrıçası olarak kendisini hiç umursamaması da haliyle çok ağrına gidiyor; kıskançlığı ve öfkesi her gün daha da şahlanıyordu. Sonunda Afrodit; güzel perikızı Lika'ya (Lyca) deli divane tutulması için, Eros aracılığıyla aşk okları saldı müzisyen Dafnis'in saf yüreğine. Çok geçmeden de güzel Lika ile Dafnis, aşk dolu coşkulu günler yaşamaya başladılar dağlarda bayırlarda. Dafnis öylesine mutluydu ki, bir başka kadına yüz gönül vermeyeceği konusunda sevgilisi Lika'ya ant üstüne ant içerek söz verdi... Hem de cehennemin Stiks Irmağı üstüne!..


Sırılsıklam aşk içinde yaşayan ozan Dafnis; sevgilisi perikızı Lika üstüne coşkulu ezgiler dillendiriyordu durmadan; yeni yeni şiirler üretiyordu. Ama bir süre sonra Afrodit; bu kez bir başka perikızına tutulması için yeniden aşk okları saldı ozan Dafnis'in yüreğine. Hem de en yakıcı oklardan! Bu yüzden de Dafnis; haliyle sevgilisi Lika'dan gün gün uzaklaşmaya, bir başka perikızıyla düşüp kalkmaya başladı. Olup bitenleri öğrenen Lika da, sözünü tutmayan vefasız çoban Dafnis'in gözlerini kör etti!..


Artık hem çok sevdiği günışığını ve sürülerini görememenin acısı, hem de ilk sevgilisine verdiği sözü tutamamanın ezikliği, ona yepyeni buruk şiirler, yanık yanık ezgiler esinliyordu. Bu yolla ürettiği şiirler de dilden dile dolaşıyordu... Ne var ki yitirdiği sevgilisinin ve gözlerinin yokluğuna daha fazla dayanamadığı bir gün, yakınındaki bir dağın doruğuna tırmandı. Oradan da önündeki o büyük uçuruma bırakıverdi kendini!..


Ölümünden sonra birçok ozan, özellikle Teokritos ve Vergillius; kavalıyla sürüleri bile büyüleyen Dafnis üstüne birçok şiir yazdılar. Bu tür çoban ve doğa şiirlerine de onların ilk yaratıcısı olarak Dafnis'in adını verdiler. Dafnis'in canına kıydığı günü dillendiren bir şiirinde;


"Bir tek çoban bile o acı günlerde,

Sürmedi boğalarını ırmaklara!

(...) Ey Dafnis, inledi o gün senin ölümüne

Afrika'daki aslanlar bile!" diyordu Vergillius...


Olimpos'taki babası tanrı Hermes de onun zamansız ölümüne çok üzüldü haliyle. Ve onu istediği zaman görebilmek için gökyüzünde parlak bir yıldıza dönüştürdü. Sonra da onun kendini parçaladığı uçurumun yakınındaki kayalıklara bir pınar yerleştirdi. Sırf oğlunun anısına hep aksın; akarken de şiirlerini, ezgilerini mırıldansın diye...


Binyıllar süresince Sicilya'daki bütün sürüler ve doğa âşıkları, zaman zaman bu çoban çeşmesinden kana kana içtiler. Ozanlar ve sanatçılar da oraya gidip susuzluklarını giderdiler; çeşmenin yanında uzun uzun oturup dinlendiler. Ve çeşmeden akan suyun söylediklerini şiirlerinde, yontularında, resimlerinde dillendirdiler... 



Akdeniz Mitologyasından Efsaneler

Yaşar Atan

İslam Devletinde Ekonomi ve İdari Yapılanma-5

 


Devlet Adamlarının Gelirleri Kendi Ceplerine Atmaları


Bir halife zenginliğin zirvesine varır, rahat ve refaha, zevku sefaya dalar ve memleket işlerini bizzat idare etmezse o zaman hükumetin gücü vezir, vali, başkatib, mabeynci, kumandan gibi etrafında bulunanlara veya onun tarafından işleri idare edenlere veya hükümdar ile halk arasında aracı olanlara intikal eder. Sonunda bu devlet adamları hazine gelirlerini kendi ceplerine yönlendirerek ele geçirebildiklerini geçirirler, bulundukları makam ve mevki ile ahlaki durumlarına uyarak kendileri de israf ve savurganlığa dalarlar. Bu durum ancak işleri teftişe maruz kalmayan, yaptıklarından dolayı hesap vermek zorunda olmayan totaliter hükumetlerde vuku bulur. Bu çeşit hükümetlerin savurganlık devrinde hükümdarlara vekalet eden herhangi bir vezir, başkatib veya mabeyinci mutlaka büyük bir güce sahip olur. Özellikle Abbasi devletinde vezirlerin ve başkatiblerin bu şekilde elde ettikleri siyasal gücü doğal görmelidir. Zira Abbasilerde devletin bu çeşit büyük memurları lranlılardandı. Abbasi devleti İranlıların yardımıyla kurulduğu gibi, medeniyetleri de İranlı alimlerle parlamıştır. lşte bu yüzden Abbasilerde, hatta onların en parlak dönemlerinde, vezirlerin mevkii ve sözü çok önemliydi. Abbasilerde vezirin ne kadar önemli bir gücü ve makamı olduğunu anlamak için Bermekilerin Harunürreşid zamanındaki konumlarını göz önüne almak yeterlidir. Harunürreşid zamanında bütün devlet gelirleri Bermekilerin kontrolündeydi. Öyle ki Harunürreşid bazen az miktar bir paraya ihtiyaç duyar, ancak bunu bile bulamazdı. Bermekiler Harunürreşid'in arzu ettiği savurganlık ve baskıya engel olmak isteyince Harunürreşid de -çok iyi bilindiği şekilde- kendilerini perişan etti. Harunürreşid'den daha önce, Halife Mehdi de veziri Yakup b. Davud'u böyle harcamıştı. Mehdi Yakup'u vezir olarak görevlendirdiğinde ona bütün devlet işlerini terk ederek zevku sefaya ve eğlenceye daldı. Ancak halifenin bu durumu halka, özellikle de Arapların gururunu yaraladığından Yakup'la alay edilmeye başlandı.


Örneğin ünlü Arap şairlerinden Beşşar b. Berd şu iki beyti söylemişti:


"Ey Ümeyye oğulları! Uyanınız, uykunuz uzadı. Zaman yararlanma zamanıdır. Çünkü bugün gerçek halife Yakup b. Davud'dur. Ey ahali' Hilafetiniz mahvoldu. Artık Allah'ın halifesini ney ve ud arasında arayınız. "


Bu dedikodular Mehdi'ye haber verilince Mehdi Yakup'u huzuruna çağırmış, yakalatıp hapse atmıştır. Yakup yıllarca hapishanede kalmıştır.


Me'mun, devlet işlerini başlarda Kadı'l-kuzat Yahya b. Eksem'e devretmiş, Harunürreşid'in Bermekiler hakkında gösterdiği ilgi ve güven kadar kendisi de Yahya'ya aynı duygularla güvenmişti. Ancak daha sonra Yahya'dan rahatsız oldu. Vefatı sırasında kardeşi Mutasım'a şöyle vasiyet etti: "Geniş yetkilerle sakın vezir edinme; Yahya b. Eksem'in halka reva gördüğü muamelelerden ve kendisinin kötü ahlakından çektiğim felaketleri bilirsin. "


Araplar vezirleri çoğunlukla lranlı olduğundan dolayı sevmezlerdi. Vezirleri korkaklık, cimrilik, açgözlülük ve rüşvetçilikle suçlarlardı. Bir Arap'ın (bedevinin) şu iki beyti vezirlerin nasıl sıfatlarla anıldıklarını gösterir: "Öyle adam ki vicdanının aksine zahid olduğunu gösteriyor. Hediyeleri pek çok sever. Etrafı adamlarla çevrilmiş. Kendisinde vezir olduğuna delil olan korkaklık, cimrilik, açgözlülük gibi sıfatlar görüyorum.

Bununla birlikte vezirler birçok kere şahsi bir yarar için değil de sırf hazinenin savurganlıkla zarar görmemesi amacıyla halifelerin savurganlığını önlemeye çalışırlardı. Nitekim Halife Vasık ile veziri lbn el-Ziyad arasında öyle bir olay olmuştu. Vasık, Alem isminde bir cariyenin söylediği bir şarkıyı pek beğenmiş, cariyenin sahibine 5.000 dinar verilmesini emretmişti. Vezir lbn Ziyad paranın ödenmesini geciktirdi. Vasık bu gecikmeden dolayı kızmış ve paranın iki kat olarak ödenmesini emretmişti. Bunun üzerine vezir mecburen cariye sahibine on bin dinar verdi. Ancak çoğunlukla vezirler halifelerde idari zaaf ve acz gördükçe mali işlerde daha çok nüfuz sahibi olmak ve ellerinden geldiği kadar paraları kendi ceplerine indirmek için çalışırlardı. Bu sayede büyük servetlere sahip olmuşlardı.


Vezirler


Vezirler, devletin gerileme döneminde devletin parlak devrindeki halifelerin ve Beytülmal'in serveti kadar büyük servetlere sahip olmuşlardı. Sanki devletin gelirleri vezirlerin evlerine akıyordu. Bunun üzerine vezirlik büyük emel peşinde koşanların göz diktiği bir makam oldu. Bu mansıbı elde etmek için rüşvet ve hediyeler dağıtılmaya başlandı. Bununla birlikte birçok defa vezirlik, askere maaş ödeyebilenlere bedelsiz olarak teklif ve tevcih olunurdu. Fakat çoğunlukla bu mansıba erişmek için çok para dağıtılıyordu. Bu şekilde vezirlik ya doğrudan doğruya halifeden veya halifenin özel adamlarından biri aracılığıyla elde edilirdi. Nitekim H. 4. yüzyılın başlarında ünlü hattat lbn Mukle, bu mansıbı elde etmek için halife Razi'ye 1 milyon dinar vermişti. Aynı şekilde Kaim Biemrillah'ın veziri lbn Cüheyr, vezaret mansıbını elde etmek için söz konusu halifeye 30 bin dinar ödemişti. Halifenin yakın adamlarından biri aracılığıyla vezareti ele geçirmek için de çok para dağıtmak gerekiyordu. Vezirler, verdikleri bu paraların birkaç katını görevleri sırasında tayin edecekleri valilerden, nazırlardan (mutasarrıf veya müdürlerden), katiblerden vs. alacakları rüşvetle çıkaracaklarını iyi biliyorlardı.

Vezirlerin rüşvetçilikleri ve yolsuzluklarına örnek olarak rivayet okunan olaylardan birisi şudur: Halife Muktedir'in veziri Hakani, rüşvetçilikte o kadar ileri gitmişti ki; bir günde on dokuz kişiden rüşvet alarak Küfe'ye nazır tayin etmişti. Bunlar görev yerlerine gittiler ve orada buluştular. Durumu öğrenince ne yapacaklarını düşündüler. Nihayet en son tayin olunanın - kendisinden sonra yirmincinin gelmemesinden dolayı- o memuriyete hakkı olduğuna karar verdiler. En son gelen on dokuzuncu, memuriyet yerine, diğerleri de vezirin huzuruna gitti. Vezir bunları başka görevlere gönderdi. Şairlerden biri söz konusu veziri şöylece hicvetmişti:


"Öyle bir vezir ki hayasızlıktan usanmaz. Şimdi tayin ettiğini bir saat sonra azleder. Parayla gelenleri yanına yaklaştırır, parasız müracaat edenlerden yüz çevirir. Rüşvetçiler makamına çıkınca, bunlardan en ziyade kabul görecek olan en ziyade rüşvet götürendir. "


Valiler ve diğer memurlar vezirlerin gözündeki yerlerini devam ettirebilmeleri için onlara "hediye" adı altında her yıl belirli bir para takdim ederlerdi.


Bununla birlikte vezirlerden bazıları, -pek nadir olmakla birlikte- ne rüşvet kabul eder ne de haktan ayrılırdı. 10. Abbasi halifesi Mütevekkil Alellah'ın veziri olan Ubeydullah b. Yahya böyle iffetli ve dürüst bir adamdı. El-Fahri'nin rivayetine göre Mısır valisi daha önceki vezirlere hediye verildiği inancıyla Ubeydullah'a hediye olarak 200 bin dinar ile 30 sepet dolusu Mısır kumaşı göndermişti. Hediye vezirin huzurun getirilince vezir Mısır valisi tarafından gelen adama "Hayır ben bunu kabul etmem, valiler üzerine yük olamam" demiş, sepetleri açmış ve onlardan yalnız bir mendil alarak onu dizinin altına sokmuş. Bütün para ve kumaşların Divan hazinesine götürülerek kaydedilmesini ve bu paralarla Mısır hükumeti adına evler satın alınmasını emretmiştir. Halife Muktedir'in vezirlerinden olup daha önce bahsettiğimiz haraç listesini düzenleyen Ali b. lsa da iffet ve doğrulukla şöhret bulmuş vezirlerdendi. O devirler bunlar gibi iffet ve doğrulukla hareket etmiş diğer vezirlerden de mahrum değildi. Ancak kısaca denilebilir ki Abbasilerin gerileme döneminde vezirler çoğunlukla vezirlik makamına ancak servet sahibi olmak için geçerdi. Muktedir zamanında Ebu'l-Hasan b. el-Fırat üç kez vezir oldu. Birincisi H. 296'daydı. Üç yıl görevde kaldı. Bunun sonunda yanında 7 milyon dinar birikti ve hepsi müsadere edildi. lbn el-Fırat H. 304 yılında tekrar vezarete nasb ve 306'da da tekrar azledildi. Üçüncü defa 311 yılında tayin ve 312'de tekrar azledildi. Bu son iki defada üç yıl görevde kalmıştı. Azledildiği zaman yanında bulunan servet on milyon dinardan fazlaydı. Bunun dışında yılda 2 milyon dinar gelir getiren köy ve çiftliklere malik bulunuyordu. Böyleyken bile bu zat pek cömert bir adam olduğu için hiçbir Arap tarihçi onun hakkında kötü bir şey yazmamıştır. lbn el-Fırat vezaret makamına geçtikçe kar, mum ve kağıt fiyatları yükselirdi. Çünkü vezirin evinde bu üç şey çok tüketilirdi. Onun evinde ilkbahar, yaz ve sonbaharda herkese karlı su içirilirdi. Böylece vezirin evinden güneş battıktan sonra her kim çıksa büyük ve temiz bir mumla ona arkadaşlık edilir ve uğurlanırdı. Vezirin evinde kağıt odası adıyla bilinen bir oda vardı ki buraya giren kimse kağıda muhtaçsa istediği kadar almasına izin verilirdi. lbn el-Fırat hadis erbabına, şairlere, edebiyatçılara, fakihlere ve mutasavvıflara yirmişer bin dirhem ayırmıştı. İlim ve diyanet sahibi ileri gelen kişilerden ve fukaradan 5.000 kişiye maaş bağlamıştı. Bu maaşların en büyüğü 100 dinar, en küçüğü ise 5 dirhemdi. Daha önce Bermekilerin gösterdiği cömertlik onların hırs ve tamahlarını ve yargılanmalarını gerektirecek diğer durumlarını nasıl örtüp kapattıysa söz konusu vezirin cömertliği de diğer hatalarını örtmüştür. Cömertliği ile şairlerin dillerini kesmiş, tarihçilerin de kalemlerini kırmıştır.


Bunlar gibi büyük servetler toplayarak refah ve savurganlığa dalan daha pek çok vezir gelmiştir. Eski tip yönetim ve hükumetlerde bu gibi durumların olmasını doğal görmek gerekir. Vezirler Irak'ta olsun, Mısır'da olsun, Endülüs'te olsun her yerde büyük servet topluyorlardı. Mısır'da Tulunoğulları Devleti vezirlerinden olan Mardani kendisinden önce bir adamın uhdesine pek nadir geçebilen öyle büyük çiftliklere malikti ki bunların haracından başka yıllık net geliri 400 bin dinar tutuyordu. Bu zat pek çok bağış, atiye ve sadaka vermişti. 27 kez hacca gitmiş ve her defasında 150 bin dinar sarf etmişti. Yine bu cümleden olarak Fatımilerin ilk veziri Yakub'un malik olduğu emlak ve arazi arasında Şam'da yıllık 300 bin dinar gelir getiren mukataaları vardı. Ölümünde terk ettiği emlak, çiftlikler ve hayvanlar vs.'nin değeri 4 milyon dinara ulaşmıştı. Kızının çeyizi için harcadığı 200 bin dinar bunun dışındadır. Söz konusu vezir hizmetkar cariyelerden başka 800 kalfa ve odalık ve "vezirlik tayfası" adını alan 4 bin köle bırakmıştır. Fatimi halifelerinden Mustansır'ın veziri Eftal Emirü'l-Cüyuş benzeri duyulmamış büyük bir servet; yani altın olarak 60 milyon dinar ve 250 erdep miktarı Mısır nukudundan dirhem, 75 bin top atlas kumaş, 30 deve yükü Irak altınından yapılmış esans kutuları, on iki bin dinar kıymetinde mücevherat ile murassa bir altın divit, sayısız ve hesapsız elbiseler, at, katır, davar, cariye, köle vs. bırakmıştır.


Endülüs'te bulunan vezirlerin durumunu da bununla karşılaştırınız. Vezir ibn Şehid'in sunduğu hediye oralarda da vezirlerin ne kadar büyük bir servete malik olduklarını gösterir. lbn Haldun ve el-Makarri bu hediyeyi kitaplarında kaydediyorlar. El-Makarri belirtilen hediyenin ayrıntılarını 3 büyük sayfada ayrıntılarla yazıyor.

Osmanlı Devleti'nde de servetin en yüksek zamanında veya ondan az zaman sonra buna benzer durumlar olmuştur. Vezirler bu devlette de geniş çiftliklere sahip oluyorlardı. Çiftliklerin haracını ve öşrünü kurtarmak için, gelirlerinin büyük kısmını kendi mirasçılarına ait olmak şartıyla, o çiftlikleri bazı cami ve mescidlere vakfetmek hilesine başvurarak, gelirlerin kendileri ve varislerine kalmasını garanti altına alırlardı.


Abbasilerde vezirlerin gelir kapılarını -yukarıda gösterdiği­ miz şekilde memur tayininden alınan rüşvetler, valilerden gelen hediyeler, sahip oldukları nüfuz kuvvetiyle gasp ettikleri köy ve çiftlikler ile haraç gelirlerinden çaldıkları mallar teşkil ederdi. Vezirler, vezirlik gücüyle hadsiz hesapsız tarla ve çiftlikler gasp ettikleri gibi Hac'dan gelen gelirlerden de istedikleri kadar yürütürlerdi. Daha önce belirttiğimiz gibi o zaman tutulan hesap defterleri çalmayı engelleyecek veyahut ortaya çıkaracak şekilde düzenli ve ayrıntılı değildi. Bunun dışında maaş kesmek de vezirlere bir gelir kaynağı kazandırıyordu. Bazı memurlar görevlerinin başından ayrılamazlardı. Paraya muhtaçtılar. Bu ihtiyaç ile maaşlarını her ne şekilde olursa olsun almak isterlerdi. Vezirler kendilerini destekleyecek adamlar görevlendirirler ve bu adamlar aracılığıyla söz konusu memurların maaş senet ve koçanlarını (yani çeklerini) yarı fiyatıyla satın alırlardı. Daha sonra hazineden bu çekleri tam olarak tahsil ederlerdi. Fakihlere ve ileri gelenlere verilen maaşları da öylece kırarlardı. Bu ise memurların yarım maaş alması demekti. Vezirler zorunlu ihtiyaçlardan olan erzak ve eşyadan başka bir şehri veya bir haracı iltizam edenlerden rüşvet veya hisse olarak bir para alırlardı. Böylece vezaretin gücünü kullanır ve halifelerin göz yummaları sayesinde ticaret erbabından birçok mal gasp ederlerdi. Bu suretle vezirlerin kazandıkları paralara "murafık-ı vüzera" veya "menafi-i vüzera" (vezirlerin çıkarları) adı verildi. Bu kazanç kapıları insanlar arasında çok iyi bilinirdi. Nakit paraların ayarını azaltmak da vezirlerin kazançları arasındaydı. Ayrıca dinarları eksik olarak bastırır ve bundan büyük para kazanırlardı.


Söz konusu dönemlerde vezirlerin durumu böyleydi. Devletin önemli tüm işleri bunların elindeydi. Hal böyleyken askerin maaşının ödenmesi için sıkıştırılanlar ise vezirler değil halifelerdi. Bunun üzerine baskı altında kalan halifeler, para bulmak için vezirleri sıkıştırmaktan başka çare bulamıyorlardı. istenilen parayı kolaylıkla vermeyen vezirlerden zorla para alınırdı. Bu şekilde zorla para alınmasına "müsadere" adını veriyorlardı. Abbasilerin gerileme ve yıkılma devrinde bu müsadere usulü çok kullanılmıştır. Buna başvurmadan devlet harcamalarını karşılamak mümkün değildi. Hatta o devirde malı müsadere olunup öldürülmeyen vezire nerdeyse rastlanılmazdı.


Müsadere veya Özel Servete Devlet Adına El Koyma


Müsadere uygulaması lslam'da oldukça eski tarihlere dayanır. Buna Raşid Halifeler devrinde başlanmıştır. İlk defa malları müsadere olunanlar hükümet memurları olan valilerdi. O devirde bir vali kendi maaşından başka bir yolla -ticaret vs. şeklinde- para kazanacak olursa halife valinin kazancının yarısını alır ve devletin genel hazinesi olan Beytülmal'e koyardı. Hz. Ömer, Küfe, Basra ve Bahreyn valileri hakkında bu uygulamayı yapmıştır. O dönemde bu işleme "mukaseme" veya "müşatara - paylaşmak" adını veriyorlardı. Hilafet Emevilerin eline geçip de valiler zorbalıkla hareket ederek devlet mallarını tek başlarına ellerine geçirmeye başladıkları için, özellikle Emevilerin son dönemlerinde halifeler, valileri görevden aldıklarında, onlardan hesap sormadan, mal ve servetlerinden ele geçirilebilen şeyler el koymadan yakalarını bırakmazlardı. Söz konusu dönemde bu muameleye "istihrac" (çıkarma) adını veriyorlardı.


Abbasilerin ilk yıllarında valilerin büyük kısmı halifelerin kardeşlerinden ve amcalarından oluşuyordu. Bu valilerden bazılarının fena hareketleri ve icraatları olsa bile, istihrac veya mukaseme usulüne başvurularak mallarına devlet adına el konulmazdı. Sonraki dönemlerde valilikler yakın akraba dışındaki kimselerin ellerine geçince, bu valiler Mansur zamanında bile hırs ve tamaha, para kazanıp biriktirmek için şiddet kullanmaya başladılar. Bu nedenle halife Mansur valileri azledip görevden aldıkça, servetlerini müsadere eder ve "Beyt'ül-ma-li'l-mezalim" adıyla kurdurduğu hazineye gönderirdi. Daha sonra Mehdi zamanında (H. 158-169/M. 774-785) valilerin zulüm ve haksızlıkları haddi iyice aştığından halife halkın şikayetini bizzat dinleyip sıkıntıları gidermek zorunda kaldı. Bu şikayetler yalnızca valiler hakkında yapılıyordu. Daha sonra, Hadi, Harunürreşid, Me'mun ve H. 3. yüzyıl ortalarında Halife Mehdi'ye kadar bütün halifeler bu çeşit şikayetleri (yani mezalimi) bizzat dinleyip, haklarında hüküm veriyorlardı.


Valilerin halka yaptığı zulüm ve haksızlıklar konusunda halifelerin dikkatini çekenler vezirlerdi. Çünkü vezirler, özellikle de Bermekiler, halifenin vekili olarak devlet işlerini yürütüyorlardı. Halife bir valinin tayininde vezirle istişare ettiğinde, vezir tayini istenen vali hakkında görüşünü belirtirdi. Örneğin Harunürreşid, Ali b. lsa'yı Horasan'a vali olarak göndermek istediğinde, veziri Yahya b. Halid b. Bermek ile istişarede bulundu. Yahya tayini uygun bulmadı; ancak Harunürreşid vezirin muhalefetine rağmen Ali b. lsa'yı vali olarak tayin etti. Ali Horasan'a varınca halka binbir çeşit zulüm ve haksızlık büyük servet topladı. Harunürreşid'e at, esir, elbise, misk vs. mallardan oluşan eşi benzeri görülmemiş birçok hediye gönderdi. Halife Harunürreşid hediyeleri görünce beğendi. O sırada Yahya b. Bermek yanında duruyordu. Harunürreşid Yahya'ya "Bu adamı vali yapmayalım diyordun, sana muhalefette ne kadar bereket varmış, görüyor musun?" deyince Yahya "Efendim, ömür ve ikbaliniz devam etsin! Her ne kadar düşünce ve görüşümün doğru çıkmasını istersem de, müminlerin emirinin görüş açısından daha alim, ileri görüş ve zekaca daha isabetli olmasını candan isterim ... Ancak işte bir mahzur olmamak şartıyla ... Emin olunuz ki, bu vali ülkenin ileri gelenleri ve halka zulüm ve haksızlık yapmasa, malların çoğunu baskı ve zulümle almasaydı size bu hediyeleri gönderemezdi. Halka bu şekilde davranılmasına razı olursanız, hemen bu saatte bu hediyenin iki katını bir Kerh (Bağdat'ın bir mahallesi) tüccarından alabilirim" cevabını verdi.


Harunürreşid tarafından "Nasıl alabilirsin?" sorusuna Yahya "biraz önce Avn adındaki tacir bize bir sepet mücevherat gönderdi. Pazarlığa giriştik. 7 milyon dirhem verdik. Kabul etmedi. Şimdi arzu ederseniz kahyamı ona göndereyim. Mücevherata bir daha bakılması için gönderilmesini emredeyim. Getirdiğinde ise elinden alıp adamı kapı dışarı edelim. 'Öyle bir şey getirmedin' diye inkar edelim. lşte bu şekilde birden 7 milyon dirhem kazanmış oluruz. Onun gibi diğer iki tacire de öyle yaparız, elinizdeki hediyelerden daha çok elimize para ve eşya geçer," cevabında bulundu. Yahya'nın bu sözleri dikkat çekicidir. Bu olay o zamanlarda valilerin hesapsız para toplamak için ne derece güç ve baskı uygulayabileceklerini göstermektedir.


Yukarıda gösterdiğimiz biçimde, valiler arasında para sahibi olmak için hırs ve tamah göstermek Abbasilerin en parlak dönemlerinde dahi vardı. Bununla birlikte Bermekilerin bu tür yolsuzlık ve zulümleri önleme konusunda önemli hizmetleri olmuştur. Bu ünlü vezir ailesi, valilerin halka zulüm yapmalarını engelliyordu. Ancak Bermekilerin gözden düşerek, halife tarafından ortadan kaldırılmalarından sonra, yerlerine gelen vezirlerin bazıları iyi niyet, doğruluk ve samimiyet sahibi olmalarına rağmen, diğer bazıları ise kendi şahsi menfaatlerinden başka bir şey düşünmeyen kimselerden oldukları için, valiler fırsat bularak para toplamaya ve daha evvel gösterildiği üzere mevkilerini sağlamlaştırmak için vezirlere rüşvet vermeye başlamışlar; böylece büyük servet sahibi olmuşlardır.


Valiler


O dönemde bir valinin zengin olması elinde bulundurduğu güç ve kuvvet göz önüne alınırsa oldukça kolaydı. Özellikle her şeyde istediklerini yapabilen istila valileri (zorla ve savaşla vali olanlar) için pek kısa bir zaman içinde zengin olmak çok kolaydı. Valilere para getiren gelir kaynakları çoktu. Bir vali memuriyet yerine varır varmaz halk ona hediyeler getirirdi. Bu hediyeler binek hayvanı, cariyeler, paralar, elbise vs.'den oluşan büyük bir meblağdı. Vali bazen bu hediyeleri kendi almaz, memuriyeti kendisine tevcih eden veya bu konuda yardımda bulunan halifeye, vezire, saray hazinedar ustasına, mabeynciye veya saray erkanından diğer birine bırakırlardı. Bununla birlikte valiler eşya, kereste vs. ile ticaret gibi diğer kaynaklardan da gelir elde ediyorlardı. Bunun dışında paraya ihtiyaçları oldukça yeni yeni vergiler icat ederler ve bu vergilerin bazılarını 2-3 kere tahsil ederlerdi. Valiler bir taraftan vezirlere mevkilerini korumak için para verirken diğer taraftan görevden alındıklarında geçimlerini sağlamak için para sahibi olmak istiyorlardı. Valilere en çok gelir getiren şey ticaret mallarından alınan gümrük vergileriydi. Makdisi'nin rivayetine göre Yemen tüccarının mallarından 1/3'ü devlet tarafından gümrük vergisi olarak alınırdı. Yemen'de bir yük buğdayın gümrük vergisi yarım dinardı.


İnşaat ve tamirat da valilere bir başka kazanç kaynağıydı. Örneğin vali bir hükumet konağı inşa ettirdiğinde, bir köprü veya bir kanal kazdırdığında bin dinar sarf etmişse giderleri 10 bin, 100 bin dinar olarak göstererek hırsızlık yapardı. Hatta bazen valiler sarf ettikleri 10 dinarı 60 bin dinar şeklinde gösterirlerdi. Vezirler gibi valiler de halktan toprak ve çiftlikler gasp ederek çıkar temin ederlerdi. Bundan başka halktan topladıkları vergileri gümüş ve altına çevirirken para farkından da istifade ederlerdi. Bu kadar geniş gelirlere sahip olduktan sonra Harunürreşid'in Basra valisi bulunan Muhammed b. Süleyman'ın ev, emlak vs. gelirlerinden başka servetinin 50 milyon dirheme ulaşmış olmasına şaşmamak gerekir. Bu valinin günlük geliri 100 bin dirhemdi. Daha önce sözü geçen Horasan valisi Ali b. lsa'nın serveti 80 milyon dirheme ulaşmıştı. lşte bu sebepten dolayı Harunürreşid bunların mallarını müsadereden başka çare bulamamıştı.


İşin başlangıcında çoğunlukla valilerin malları vefatlarından sonra müsadere olunuyordu. Nitekim adı geçen Basra valisi Muhammed b. Süleyman'ın malları vefatından sonra zaptedilmişti. Sonraki yüzyıllarda valiler hayattayken bile servetlerine hazine adına el konulmaya, yani müsadere olunmaya başlandı. Nitekim Harunürreşid daha önce bahsettiğimiz Horasan valisi Ali b. lsa'ya böyle davranmıştı. Onu görevden alarak mallarını zapt ve müsadere etti. Söz konusu mallar 1500 deve yükünü bulmuştu. Söz konusu valinin oğlu lsa'nın Belh'teki konağının bahçesine gömerek müsadereden kurtardığı 30 milyon dirhem ise bunun dışındadır.


Vezirlerin Mallarına El Koyma


Bununla birlikte, valiler çok zaman geçmeden bağımsız emirler ve beyler konumuna geldiklerinden bunların mallarını müsadere zamanı da böylece sona ermiştir. Çoğunlukla valilerden Beytülmal için talep olunan şey iltizam bedeli vs. kabilinden belli bir meblağdan ibaret kalmıştı. Servet ve gelirlerin kontrolü bu dönemde vezirlerin eline geçmişti. Bu yüzden halifeler Beytülmal hazinesinin ihtiyaçlarını karşılamak için vezirlerin servetlerini müsadere etmekten başka bir çare bulamıyorlardı. Bu iş yapılırken bu servetlerin Beytülmal hazinesine ait gelirlerden gasp edilerek ve çalınarak toplanmış paralar kabul ettiklerinden bu işlemi zulüm ve haksızlık kabul etmiyorlardı.


Abbasilerde bu müsadere işlemleri ilk dönemlerde başlamıştı. Şu kadar ki başlangıçta müsadere, görevden alma ve cezalandırma şeklinde icra olunurdu. Bununla amaçlanan, siyasal bir suçtan dolayı vezirden intikam almak veya ondan kurtulmaktı. Abbasilerin ilk veziri Ebu Selma böyle bir nedenle öldürülmüştü. Horasanlı Ebu Müslim, Abbasi devletini nasıl kılıcıyla kurmuş ve güçlendirmiş ise Ebu Selma'da mali gücüyle aynı şekilde devletin güçlenip kuvvetlenmesine hizmet etmişken "Devleti Abbasilerin elinden alacak" diye Saffah'a haber verildi. Bunun üzerine Halife Saffah, vezirini Ebu Müslim'in eliyle katlettirdi. Daha sonra aynı durum Ebu Müslim'in başına geldi ve aynı suçlamayla kendisi de Saffah tarafından öldürüldü. Harunürreşid zamanında Bermekilerin ve Mu'tasım devrinde Fazl b. Mervan'ın başlarına gelen felaket de bu gibi nedenlerden doğmuştur. Sözü edilen Fazl b. Mervan'a layık görülen ceza azl ve hapisle birlikte parasına el konulmasıydı. Mutasım, vezirini görevden alıp hapse attığında, yapılan aramalar sonucunda konağında 1 milyon dinar kıymetinde nakit para ile 1 milyon değerinde altın eşya ve kap kacak ele geçirilmişti. Ancak daha sonra devlet zayıflayıp düşüşe doğru gittikçe müsadere de amacından çıkarak sırf vezirlerin mal ve servetine el koyma işlemi haline gelmiştir.


Halife Muktedir zamanında (H. 295-320) müsadere işlemi en şiddetli devrine varmıştır. Mutasım hilafete geçtiğinde 13 yaşındaydı. Bu nedenle vezirler meydanı boş bulmuşlardı. Bunun dışında bu halifenin dışında devlet işleri halifenin annesi, haremleri ve hademesinin elinde dönüyordu. Sonunda devlet perişan oldu. Hazineler boşaldı. Halife tahttan indirildi. Yenisi tahta geçirildi, yine tekrar indirildi. Sonunda öldürüldü. Bu halife döneminde çok vezir değiştiği gibi birçok vezirin malına da hazine adına el konuldu. Halife Muktedir'in ilk veziri lbn'ül-Fırat'tı. Üç kez vezirlik yaptı. Yanında ne kadar servet biriktiğini yukarıda görmüştük. Hepsi hazineye devredildi. lbn'ül Fırat'tan sonra Muktedir'in vezirlik makamına Hakani geçti. Daha önce gösterildiği şekilde bu zat kötü bir üne sahipti. Daha sonra vezaret makamına Ali b. lsa geçti. Faziletli ve namuslu bir kişi olan bu vezir, memleket işlerini ıslahla uğraşmışsa da anarşi, kargaşa ve yolsuzluk devletin damarlarına kadar işlemiş olduğu için bir fazla bir şey yapmaya gücü yetmedi. Bundan sonra Muktedir'e Hamid b. Abbas vezir oldu. Bu adam para toplama konusunda çok katı yürekliydi. Bunların dışında Ubeydullah b. Muhammed, Ahmed b. Ubeydullah b. el-Hasib, ünlü hattat lbn Mukle, Süleyman b. Hasan, Ubeydullah b. Muhammed Gülvazi, Hüseyin b. Kasım, Muktedir'e vezirlik yaptılar. Ancak bunların içinde derdest olunup hapse atılmamış veya öldürülüp malı mülkü hazineye gönderilmemiş kimse yok gibidir. Bu dönemde yalnız vezirlerin değil kadıların ve hizmetçilerin malları da müsadere ediliyordu. Muktedir'in bu müsaderelerden topladığı paraların toplamı 40 milyon dinara ulaşmıştı. Halifenin saçıp savurmasından dolayı boşuna harcadığı paralar 70 milyon dinarı aşıyordu. Yerinde ve gereğinde sarf ettiği paralar ise başkadır. Diğer vezirlerin durumu bunlarla kıyaslanarak anlaşılabilir.


Zaman geçtikçe devlet adına mala mülke el koymak, hazineye gelir sağlamak için başvurulacak en önemli araç olmuştu. Valiler halkın, vezirler valilerin, halifeler vezirlerin, valilerin ve halkın mallarını müsadere ediyorlardı. Bununla birlikte günümüzde uygar Avrupa ülkeleri bir savaş veya çok büyük bir projenin gerçekleştirilmesi için gerekli harcamaları karşılamak amacıyla nasıl borçlanma yoluna gidiyorsa halifeler de müsadere metodunu ancak asker aylıklarını veya diğer devlet harcamalarını karşılamak için paraya gereksinimleri olduğu zamanlarda yapıyorlardı.


Daha önce belirttiğimiz gibi bu tür paralar zaten hazinenin malı gibi düşünüldüğünden yapılan el koyma işlemi de adalete aykırı bir durum olarak kabul edilmiyordu. O dönemde böyle bir metodun uygulanması, devleti günümüzdeki gelişmiş devletlerin sırtında büyük bir yük olan genel borçlardan kurtarmıştı. Günümüzde bazı devletlerin gelirlerinin 1/4'ü veya 1/3'ü borçlarının sadece faizlerine gitmektedir. Bu nedenle söz konusu devletler -örneğin İngiltere- bu yük altından kalkabilmek için çeşit çeşit vergiler icat etmekte, insanın geçinmek için el attığı her işten vergi almaktadır.


Katibler


Devletin mallarına el koyarak paraları ceplerine indiren başka memur sınıfları da vardı. Haraç katibleri bunlardan biridir. Bunlar devletin asıl gelir kaynağı olan vergilerin toplanması işine baktıklarından zimmetlerine para aşırmakta güçlük çekmezlerdi. Bu memurlar gerek Emeviler zamanında, gerekse daha sonra haraç paralarını ceplerine atmaktan geri kalmamışlardı. Ancak işi çığrından çıkarmaları ve devletin başına bela kesilmeleri Abbasilerin gerileme ve duraklama devrine rastlamıştır. Halife Vasık H. 229/M. 843'te bu katibleri hapsettirerek çaldıkları paralara karşılık üzerlerine borç çıkarmış ve şiddet kullanarak bu parayı kendilerinden tahsil etmiştir. 13. Abbasi halifesi Mu'tez de H. 255 yılında bu memur grubuna aynı muameleyi yaptırmıştır. Basra'da Bardani ailesi yazıcılık yoluyla zengin olmakla ün kazanan bir aileydi.


Zenginlik yalnız haraç ve diğer hükumet dairesi katiblerine özel bir şey değildi. Halifelerin akrabalarının ve diğer devlet adamlarının özel katibleri de benzeri yollarla zengin oluyorlardı. Bunların kazandıkları paralar çoğunlukla rüşvet ve ihtilas (hırsızlık) yolundan gelirdi. Bunlar rüşvet ve hırsızlıkta o kadar ileri gitmişlerdi ki, vezirler zulüm ve haksızlıkla nasıl kötü ün kazanmışlarsa bunlar da zulüm ve baskıyla kötü şöhret kazanmışlar ve şairlerin alay ve eleştirilerine maruz kalmışlardı.

Valileri ve diğer memurları göreve getirmek için rüşvetle aracılık yapmak ve yarar sağlamak bu katiblerin kazanç kapılarından biriydi. Nitekim Halife Me'mun'un başkatibi Ahmed b. Ebi Halid, 3 milyon dirhem rüşvet karşılığında, Tahir b. el­ Hüseyin'in Horasan'a vali tayini için halifeye aracılıkta bulunmuştu. Vilayetlerdeki divan katibleri valilere gelen hediyeler ve rüşvetlerde valilerle ortaklaşırlardı. Bazen bu paraları yarı yarıya pay ederlerdi.


Hacipler (Mabeynci ve Teşrifatçılar)


Ülkenin servetini kullanmak, devleti yönetenlerin yakınında mevki sahibi olanların hepsine, özellikle halifelerin kapısında duran haciplere (mabeynci ve teşrifatçılara) serbestti. Hacipler halifelerin katında güç ve yetki sahibi olduklarından bu güçlerini çoğunlukla para kazanmak için kullanırlardı. Halifenin huzuruna çıkmak isteyenleri öne almak veya yetkilerini kötüye kullanarak önce engel olup zorluk göstermeden huzura çıkarmak için para alırlardı. Bu durum Dört Halife Dönemi'nde bile olmuştur. Mugire b. Şu'be "Hz. Ömer'in huzuruna girmemi kolaylaştırmak için Yerfa'ya vermek istediğim dirhem bazen avucumda terlerdi" diyor. Bu hacipler çok kere rüşvet alarak mansıp ve makam konusunda da aracılık ederlerdi. Nitekim 2. Abbasi halifesi Mansur'un hacibi Rebi b. Yunus, Yakub b. Davud'dan 100.000 dinar alarak kendisine vezirlik görevinin verilmesinde aracılık etmişti.




Corci Zeydan’ın İslam Uygarlıkları Tarihi Kitabından Alıntılanmıştır. 

17 Nisan 2023 Pazartesi

Safranbolu / Karabük

 


BUDACILIK ÜZERİNE NOTLAR

 


İ.Ö. 6 yy. Hindistan'da Vedaların sorgulandığı, arayış ve çıkışların olduğu dönemdir. Bu arayışı yapanlardan birisi de Siddharta Gautama'ydı. Söylenceye göre Siddharta (Buda) insan olarak doğmadan önce gökyüzündeki Tuşuta cennetinde yaşamaktaymış. Kendisine gelen bir esinle yeryüzünde doğmak zorunda olduğunu anlamış. Şimdiki Nepal sınırları içerisinde kalan Himalaya eteklerindeki Lumbini bölgesinin Kapilavatsu kentinde doğmuş Babası Suddhodha Şakya soyundan gelen bir kralmış. Babası doğan oğluna "amacına ulaşan" anlamına gelen Siddharta adını koymuş. Siddharta krallık içerisinde bir prens nasıl büyütülürse öyle büyütülmüş; bir prens nasıl eğitim alırsa öyle eğitim almış. Erken denebilecek bir yaşta kuzeni Yoshodhana ile evlenmiş. Bir oğlu olmuş. Adını Rohula koymuşlar. Sarayında mutlu bir yaşam sürüyormuş. Ne olmuşsa 29 yaşında olmuş. Yine söylenceye göre daha önce hiç karşılaşmadığı yaşam gerçeklerini görmüş: Hastalık, yaşlılık, ölüm ve huzur. Bu gerçekler onu öylesine etkilemiş ki o ünlü arayışına çıkmış. Amacı doğum-ölüm döngüsünden kurtulmak, yaşamın acılarına çare bulmak, gerçeğe erişmekmiş. Budacılık, Gautama Siddharta denilen genç prensin baba ocağını terk edip de yaşamın acılarına çare aramaya çıkmasıyla başlar.


Budacılık Hint felsefe ekollerinden astik olmayan ya da diğer bir deyimle ortodoks olmayan bir öğretidir.


Başlangıçta Buda'nın öğretisi basit ve sadeydi. Tek amacı vardı Buda'nın, o da yaşamın acılarından, ıstıraplarından insanları kurtarmak. Aydınlanmaya erişipte gerçeği görünce ilk vaazını Benares'de vermiştir. Benares vaazında Buda: "Doğmak acıdır, yaşlılık acıdır, hastalık acıdır. Ölüm acıdır, sevilmeyenle birleşmek acıdır, sevilenden ayrı kalmak acıdır. İstediğini elde edememek acıdır..." diyerek öğretisinin en önemli sacayağını ortaya koymuştur. Buda konuşmasının devamında acıyı doğuran nedenler olarak hırs ve arzuyu göstermiş ve ancak arzuyu, hırsı yenmekle acının üstesinden gelinebileceğini söylemiştir.


Geriye tek bir şey kalıyordu, o da hırsın, arzunun ortadan nasıl kaldırılabileceği. Buda, bunun için birçok öğretide izlerini görebileceğimiz sekiz aşamalı yolu gösteriyordu: Doğru sözlülük, tam davranış, doğru yaşama, tam uygulama, tam bilinçlilik, tam uyanıklık...


İşte Budacılığın özü budur. Buda 45 yıl boyunca Magadha ve Kosala krallıklarındaki kentlerde bu öğretiyi halka yaymaya çalışmıştır. Buda öğretisini yayarken yukarıdaki dipnottan da anlaşılacağı gibi bir taraftan Vedaların otoritesi, diğer taraftan bu otoriteye karşı çıkan düşünce akımları vardı.  Buda bir taraftan Upanişad Brahmanların idealizmine karşı çıkarken diğer taraftan kendisiyle aynı safta olan Çarvakalılar'ın (Maddecilerin) dünya görüşüne, yaşam anlayışına karşı çıkıyordu. Buda, kendi öğretisini bu iki öğreti arasında orta yol olarak gösteriyordu.


Buda Vedaların otoritesini reddedip kurban törenlerine, kastların yapısına karşı çıkarken amacı Hindistan'ın toplumsal yapısında bir değişiklik yapmak değildi. Özde reformcu olmasına rağmen reformculuğu, devrimciliği dışa dönük değil, içe dönüktü.


Buda'nın izdeşçilerini bağlı bulundukları kast yapısına bakmadan kabul etmesi o dönem Hindistanı için önemli bir hareketti. Ancak yine de Buda’nın öğretisine bağlı olanların büyük çoğunluğu üst kastlardan olmuştur.


Buda öldüğünde 80 yaşındaydı. Ölümünden sonra öğretisi Magadha ve Kosala krallıklarında izdeşçileri tarafından sürdürüldü. Ölümünden sonra ilk Budacı dinsel kurul (Konsey) Racagriha'da toplandı. Racagriha'da toplanan dinsel kurul Buda'nın sözlerinin derlenmesi ve kurallara dökülmesi kararını aldı. Ancak bu kurul aldığı kararı daha sonra yaşama geçiremedi.


İkinci dinsel kurul Buda'nın ölümünden aşağı yukarı 140 yıl sonra Vaişali kentinde toplandı. Ancak bu dinsel kurul da yeterli etkinlik gösteremedi. Bu kuruldan hemen sonra Budacılıkta ayrılık tohumlarının ekildiğini görüyoruz. Daha sonraki yüzyıllarda tam filiz verecek olan bu tohumlar Hinayana ve Mahayana Budacılığını doğurmuştur. Ayrılığı doğuran neden ise geleneğe bağlı olanlarla gelenekten kopup Budacılığa yeni bir yaklaşım, yeni bir soluk, yeni bir anlayış getiren Mahayana ekolü arasındaki düşünce ayrılığıdır.


Üçüncü Budacı dinsel kurul İ.Ö 250'ye doğru ünlü hükümdar Çandragupta'nın torunu Aşoka'nın girişimiyle Pataliputra'da toplandı. Kral Aşoka dedesi tarafından başlatılan Hindistan Birliğini kurma işini üstlenmişti. Aşoka diğer iki Budacı dinsel kurulun yapamadığını yaptı, Budacı öğretiyi kaleme aldırdı ve Tripitaka yasası diye bilinen derlemeyi hazırlattırdı. Aşoka'nın bu girişimi ve Budacılığın koruyuculuğunu üstlenmesi hiç kuşkusuz Budacılık tarihi açısından yeni bir sayfanın açılmasına neden olmuştur. Aşoka'nın Budacılığı benimsemesi söylentiye göre bugünkü Kalküta - Madras arasındaki Kalinga ülkesine yaptığı askeri sefer sırasında olmuştur. Kalingalıların direnmesi üzerine patlak veren büyük savaşta, düşmanlarının binlerce ölü verdiğini gören Aşoka derin bir pişmanlık duymuş ve bir daha savaşmama kararı almıştı. Aşoka bununla da yetinmemiş insanların da hiçbir zaman savaşmamasını sağlamak için ahimsa (şiddet göstermeme) anlayışına, ilkesine gönül bağladı. Aşoka'nın barışçı politika güdüp Budacılığı benimsemesi Budacılık için yeni bir dönemin başlangıcı olmuştur.


Aşoka Budacılığı yaymak için Hindistan’ın her tarafına, Gandhara'ya, Baktaria'ya, Birmanya'ya ve Seylan'a misyoner göndermiştir. Böylece Budacılık için güneyde Malezya, Seylan ve Endonezya'ya kadar kuzeyde de Tibet ve Nepal’i aşarak Çin'e kadar yayılma olanağı doğmuştur.


İmparatorluğu süresince Aşoka Hindistan'ın önemli yol kavşaklarına ve kilit noktalarına sütunlar diktirmiş ve sütunlar üzerine liberal din anlayışını, insan sevgisini temel alan yazılar kazdırmıştır.


Budacıların ikinci büyük koruyucusu hiç kuşkusuz Kanişka'dır. Kanişka döneminde Budacılığın altın devrini yaşadığı söylenebilir. Kanişka Kuşanların İ.S. 30 yıllarında Gandhara ve Pencab'ın hakimiyetini ele geçirmesiyle kurulmuş olan krallığın İ.S. 78 - 120 yılları arasında hükümdarlığını yapmıştır. Kendisi hakkında pek çok efsane yaratılmıştır. Onun zamanında Keşmir'de Budacı dinsel kurul toplanmıştır. Kuşan krallığının sınırları Kuzey Hindistan, Pakistan, Doğu Afganistan, Özbekistan ve Tacikistan'a kadar uzanıyordu. Budacılığın İç Asya'ya doğru yayılışı Kanişka zamanında olmuştur. Budacılığın yayılması için Kanişka İç Asya’da birçok keşiş tapınağı yaptırmıştır. Kanişka'nın yaşadığı dönemlerde Mahayana Budacılığı da gelişmeye başlamış, tanrısız, tapınaksız öğreti giderek tanrılar, yarı tanrılar, koruyucu ruhlar ve ayinlerle kalabalıklaşmış çoktanrılı bir din haline gelmişti. Ne var ki Budacılık Kanişka'dan sonra ana yurdu olan Hindistan’da önemini giderek yitirmiş ve birkaç yüzyıl süren parlak Budacı hükümdarlar döneminden sonra gösterişe dönük törenler ve uygulamalarla yozlaşıp İ.S. ikinci yüzyıla doğru çökmeye başlamış ve bunun üzerine kendisini toparlayarak yenileyen eski Brahmanizm yeni bir solukla ileri atılmıştır.


Budacılığın Brahmanizm'e karşı yenilgisini tam anlamıyla açıklayabilmek zor. Ancak bu dönemlerde (İ.S 2. yy.) özellikle Vişnuit Brahmanlar Buda'yı Vişnu'nun dokuzuncu avatarası (genedoğumu) olarak görüyorlar ve onun için dinsel törenler yapıyorlardı. Bu, Budacılığın Hinduculuk karşısında bir tür yenilgisiydi.


Budacılık Hindistan'da önemini kaybedip azınlık durumuna düşmesine karşılık komşu ülkelerde yayılmasına devam etti. Hindistan’dan kaçan keşişlerin İç Asya'daki önemli kentlerde yeniden yaşam alanları, dinlerini sürdürecek ortam bulduklarını görüyoruz. Bu kentlerden Hotan, Yarkent, Kaşgar ve Kuça Budacılığın İç Asya’daki tarihi açısından önemlidir. Bu kentlerde Budacılık birçok kültürle karışmış ve görkemli sanat eserleri ortaya çıkmıştır.


Bu bölgelerde 19. yy. başında yapılan kazılarda Budacılığa ait birçok tapınak ve çeşitli sanat eserleri ortaya çıkarılmıştır.


Budacılığın İç Asya'da yayılışı Türk tarihi ve kültürü açısından da önemlidir. Budacıların bu zengin ve renkli yaşamları İslamiyet İç Asya'ya gelene kadar devam etmiştir.



ESKİ METİNLERE GÖRE BUDİZM

(BUDACILIĞIN DİYALEKTİK YORUMU)

WALTER RUBEN

Hazırlayan: LÜTFÜ BOZKURT

PHILBY: İngiliz Gizli Servisinin 2 Numarası Sovyet Köstebeği 1963, Moskova

 



Stewart Menzies İngiliz Gizli İstihbarat Servisini (SIS) yönetecek ideal adam gibi görünüyordu. Yüksek sosyetenin içindeydi, bazılarına göre İngiltere Kralı VII. Edward'ın gayri meşru çocuğuydu, etrafındaki çok sayıda dostuyla gösterişli bir yaşamı ve hayatını rahatça sürdürmesine olanak sağlayan bir zenginliği vardı.


Adamlarının işlerini iyi bir şekilde yapacağına inanıyor ve yollarının üzerine çıkarak onları engellemiyordu, böylece servis esas olarak kendi kendini yönetiyordu. Günün birinde kendisine bir halef seçmesinin zamanı geldiğinde etrafına daha dikkatli bir şekilde baktı, atayacağı kişinin son yıllarda neler yaptığını bir kez daha gözden geçirdi.


Sonuçta Menzies'in yerine seçtiği halef Kim Philby adında sıcakkanlı birisi oldu. Cambridge Üniversitesi'nde öğretim üyesi olan Philby, İkinci Dünya Savaşı sırasında Menzies'in yönetimi altında yürüttüğü çalışmalarıyla profesyonel istihbaratın en iyi ve parlak adamlarından biri olarak değerlendiriliyordu ve daha üst görevlere getirilmesine kimsenin bir itirazı olamazdı.


Biraz saha tecrübe kazanması için Philby önce 1947-1949 yılları arasında Türkiye'ye gönderildi. Buradan da oldukça kıyak bir mevkiye aktarıldı; Washington'a gönderilerek SİS ile CIA ve FBI arasındaki irtibat sorumlusu yapıldı.


Amerikalılar kollarını açarak Philby'i kucakladılar; savaş zamanındaki başarılarının hikayelerini anlatarak pohpohladılar ve SİS'in anti-Sovyet bölümünü kurduğu sırada edinmiş olduğu bilgi ve tecrübeden kendilerine bir şeyler aktarmasını sağlamak için ellerinden geleni yaptılar. En üstteki yöneticiler de dahil olmak üzere Philby istediği herkese ulaşabiliyor, her yere girip çıkabiliyordu.


Kendisine bütün kapılar sonuna kadar açılmıştı. Philby'nin görevi iki Amerikan gizli servisiyle, CIA ve FBI ile iki İngiliz gizli servisinin SİS ve M16 arasındaki bilgi akışını sağlamaktı. Nitekim Philby de tam anlamıyla kendisini işe kaptırdı ve iki tarafın da toparladığı istihbarat bilgilerini denetimi altına aldı.


Menzies himayesine aldığı bu genç yeteneğin ABD'deki çalışmalarıyla ilgili olarak parlak raporlar alıyor ve ne kadar doğru bir halef seçtiğine ilişkin kendisini kutlamadan duramıyordu.


Ama bu arada küçük bir sorun vardı. Philby gerçekte diğer tarafa çalışıyordu, hayır canım ABD'ye değil Sovyetler Birliği hesabına çalışıyordu; yani kendisine karşı çalışmada uzman olduğu varsayılan yabancı güç hesabına faaliyet yürütüyordu.


1933 yılına dönerek devam edecek olursak; bu tarihte henüz Cambridge Üniversitesi'nde olan Philby Sovyet Gizli Servisi OGPU ajanlarının dikkatini çekmiş (muhtemelen onlarla işbirliği içindeki bir üniversite hocasının uyarısıyla) ve Sovyet davasına sempati gösteren genç ve ayrıcalıklı İngiliz entelektüellerinden biri olarak değerlendirilmiş, kendisine yakınlaşılmıştı.


Kurulan ilişki çerçevesinde politik ve teorik görüşlerini ifade edince belirli konuların ele alındığı felsefi araştırmalarda kendisinden yardım isteyerek işi ilerlettiler. Ancak kendisini OGPU'da işe alanlar hiçbir zaman niyetlerini açıkça söylemediler, maksatlarını tam olarak ortaya koymadılar.


Philby'nin kendi sözleriyle de durum şöyleydi: "Haziran 1933'de işe başladım ve İngiliz entelijansiyası arasına sızmakla görevlendirildim. Ancak bu görevin ne kadar uzun süreceğinin bir önemi olmadığı söylendi."


Washington'da Philby İngiliz ve Amerikan istihbaratıyla ilgili bilgileri değerlendirmek üzere derhal bir mekanizma oluşturdu; kendisini kontrol etmekte olan Sovyet ajanlarına birçok yararlı bilgiyi aktarıyordu tabu ama daha sonra dönüp kendisini tuzağa düşürecek herhangi kritik bir bilgiyi vermiyordu. Böylece asıl bağlı olduğu tarafın eline de kendisini deşifre etmekle tehdit edebilecekleri bir bilgi geçmemiş oluyordu.


Philby'nin Sovyetler Birliği'ne aktardığı sırlar hayli önemli olmakla birlikte asıl tahrip edici etki, herhangi bir operasyonu çökertmesi falan değil, İngiliz ve Amerikan istihbarat servisleri arasına kolay aşılmayacak bir güvensizlik duygusunu yerleştirmiş olmasıydı. İki ülke arasındaki özel güven ilişkileri bundan sonra hep bir kuşkunun gölgesi altında kalacak ve gizli servis ajanları bir daha en yakın yoldaşlarına bile bütünüyle güvenemeyeceklerdi.


Bununla birlikte Philby Menzies'in yerine SIS'in başına geçmeyi hiçbir zaman başaramadı. Menzies emekliye ayrılarak Philby'i yerine atayacak olsa bile, bu konuda onayı olması gereken Dışişleri Bakanlığı çaktırmadan Philby'i izlemeye karar vermişti. Nitekim bir süre sonra bu adamın hilekar olduğunu, zaman geçtikçe daha tedirgin ve gergin hale gelmeye başladığını gözlediler. Bu arada çift taraflı bu çalışmanın verdiği ağır yüke dayanmak için Philby de fazla içmeye başlamıştı. Dışişleri Bakanlığı Philby'i düşünülen görev için uygun bulmuyordu ama Menzies de zamanı geldiğinde himayesi altındaki adamın yükseleceğinden emindi ve bunda da ısrarlıydı.


Bununla birlikte Philby böylesi bir atamadan önce kendi kusurlarını ortaya dökünce Menzies de böylesine yüz kızartıcı bir işten kurtulmuş oldu. İngiliz Gizli Servisi içindeki Sovyet köstebekleri olan Donald MacLean ve Guy Burgess CIA tarafından açığa çıkarılırken Philby de bu operasyona yardım ederek böylece kendisini kurtarmaya çalışıyordu ama yine de tehlikeli ve nazik bir durumla yüz yüze olduğunu anlamıştı. Ve sonunda Moskova'ya kaçmayı başardığında gerçekten de kuşkulu hareketleriyle ilgili olarak bir süreden beri izlemeye alınmıştı.


Moskova'ya kaçarak kendisini açığa çıkarmasının bir nedeni de yerine bıraktığı dördüncü casusu, Sir Anthony Blunt'ı kurtarabilmekti. Nitekim Blunt, yıllar sonra İngiliz casus avcıları tarafından yakalandığında çoktan Kraliçe tarafından "Sir" unvanıyla ödüllendirilmişti bile.

Böylece vaktiyle SIS'in başına getirilmesi düşünülen en iyi casus, gerçekten de o zamana kadar İngiliz Gizli Servisinin bulduğu en iyi casustu.


Alıntıdır.

İSLAM TARİHİ-3

 RAŞİD HALİFELER DÖNEMİ (HULEFA-i RAŞİDİN)



HZ. ÖMER DÖNEMİ (634-644)


FETİH, ÖNCE GÖNÜLLERDE GERÇEKLEŞTİ


Hz. Ebubekir'in ölmek üzereyken yaptığı tavsiye üzerine müslümanların ikinci halifesi seçilen Hz. Ömer, Hz. Ebubekir döneminin de perde arkasındaki en önemli ve etkili kişisiydi. Hz. Ômer'in yönetimde kaldığı on yıl, İslam'ın Ortadoğu coğrafyasına yayılışı açısından en hızlı, askeri zaferleri açısından da en görkemli yılları oldu.


İslamiyet'in Ortadoğu halklarının gönlünde taht kurduğu, ordularıyla inanılmazı gerçekleştirdiği, Suriye ve Anadolu üzerinden Bizans'ı dize getirmeye başladığı, Kudüs, Filistin ve Mısır'ın müslümanlar eline geçtiği dönem de yine bu dönemdir. Şaşkınlık kadar hayranlık da uyandıran bu başarıların ardındaki önemli müessirlerin başında, İslam ordularının ulvi bir gaye etrafında birleşerek her türlü fedakarlığa katlanmaları ve davetçi kimliklerini askeri kimliklerinin önüne geçirmiş olmaları vardı. İslam zaferlerinin şanlı fihristine en büyük kayıtları düşüren bu muzaffer ordu, yaşlılara, kadınlara, çocuklara ve mabetlere çekilenlere dokunmuyor, yakıp-yıkma ve tahrip etme siyaseti izlemiyordu. Hakim oldukları topraklarda adil bir vergilendirmeye gidiyor ve en geniş anlamda din ve mezhep hürriyeti sağlıyordu.


İslam ordularının gerek bu yüksek ahlaki seviyesi ve gerekse Hz. Ömer'in dillere destan olmuş adaleti sayesinde fethedilen bölgelerde İslamiyet hızla yayılmakta ve adeta bölgedeki gayrimüslim çevrelerin bile tercih ettiği kurtarıcı bir yönetim olarak algılanmaktaydı. Nitekim Bizans İmparatoru Herakliyüs'ün çok büyük bir orduyla saldırıya geçeceğini haber alan İslam orduları komutanı Ebu Ubeyde bin Cerrah, işgal tehlikesiyle karşı karşıya kalan Suriye bölgesindeki şehirlerin valilerine daha önce halktan topladıkları cizye vergilerinin derhal iade edilmesini emrediyor ve halka hitaben şu açıklamayı yapıyordu:


"Büyük bir düşman kuvvetinin üzerimize doğru ilerlediğini haber aldık. Aramızdaki sözleşmeye göre bu vergi karşılığında sizi himaye edecektik. Fakat şimdiki durumda bu himayeyi sağlayamıyoruz. Bu sebeple ödediğiniz cizyeleri size geri veriyoruz. Şehrin ileri gelenleri bu alicenaplığa şöyle karşılık vermişlerdi:


"Ey müslümanlar! Bizanslılar bizim dinimizde bulunmakla beraber sizi onlara tercih ederiz. Çünkü bize verdiğiniz söze sadakatle bağlı kaldınız. Siz, bize karşı daha merhametlisiniz. Bize adaletsizlik yapmaktan sakınıyorsunuz. Sizin idareniz onlarınkinden elbette daha iyidir. Onlar bizim mallarımızı aldılar ve evlerimize el koydular:· Bu sözlerle yetinmeyip İslam ordusunun başarısı için de dua etmişlerdi. Bir başka rivayete göre ise:


"Bize asker bırakın, sizinle beraber şehrimizi sonuna kadar savunalım:· diyerek müslümanlardan yana açıkça tavır koymuşlardı. Öte yandan aynı durumla karşı karşıya kalan hıristiyan Emessa halkı, kale kapılarını Herakliyüs'ün askerlerine kapamışlar ve müslümanlara;


"Sizin hükumetinizin adaletini kesinlikle Bizanslıların haksızlıklarına tercih ederiz" demişlerdi.


BİZANS'TAN SURİYE ve FİLİSTİN'İN ALINMASI


Hz. Ebubekir döneminde başlayan Yermuk ve Ecnadin savaşları bu şartlar altında başarıyla tamamlanmış, Suriye ve Filistin tamamen İslam ordularının eline geçmiştir. Nitekim iki yıllık bir direnişin ardından Kudüs halkı teslim olmuş, yapılan bir akitle Patrik Sofranyus şehrin anahtarlarını Hz. Ömere teslim etmeyi kabul etmiştir. Bunun üzerine Hz. Ömer, kan dökülmesini ve mukaddes mekanların tahrip edilmesini önlemek ve Kudüs'ü barış yoluyla teslim almak üzere Medineden yola çıktı. Büyük bir sadelik ve alçakgönüllülük içerisinde Kudüs kentine girdi. Bu yolculuk sırasında tek binekleri olan deveye kölesiyle nöbetleşe binmesi, şehre girmek üzereyken sıranın kölesine gelmesine rağmen sırayı bozmaması Hz. Ömer'in faziletleri arasında dilden dile dolaşmış ve İslam edebiyatının sayfalarını altın harflerle süslemiştir.


Yapılan anlaşma icabı, hıristiyan ileri gelenleri büyük bir saygı içerisinde şehrin anahtarlarını Hz. Ömere teslim ettiler. Hz. Ömer Kudüs'te önce Mescid-i Aksayı, ardından da diğer hıristiyan kilise ve mukaddes mekanlarını ziyaret ederek şehri tanıdı. Bu gezisi sırasında yanındakilere namaz kılacağı uygun bir yer sorduğunda patrik, kendisine içinde bulunduğu kilisede kılabileceğini ifade etti. Ancak Hz. Ömer, orada namaz kılması halinde kendisini izleyen müslümanların da aynı şeyi yaparak o mekanı bir hıristiyan mabedi olmaktan çıkarabileceklerinden endişelendi ve teklifi kabul etmedi.


Hz. Ömer, Kudüs hıristiyanlarına verdiği emannamede Ortadoğu'nun yeni sahiplerinin adil, hoşgörülü ve hürriyetçi yönetim anlayışını şu tarihi sözlerle ortaya koydu:


"Bismillahirrahmanirrahim. Allah'ın kulu ve mü'minlerin emiri Ömer tarafından Kudüs halkına verilen emannamedir:


Emiru'l-mü'minin, hasta veya sağlıklı tüm halkın mal ve can emniyetinin korunacağını garanti eder. Aynı zamanda mabetlere, dinlerine veya dini sembollerine karışmayacağına teminat verir. Kiliseler mesken haline getirilmeyecektir. Daha önceden sahip oldukları haklar aynen korunacaktır. Halkın sahip oldukları şeylere herhangi bir zarar verilmeyecektir. Mezhepleri konusunda kendilerine bir baskı yapılmayacaktır. Hiç kimseye hiçbir şekilde zarar verilmeyecektir:' (Taberi)


Fetihleri kolaylaştıran en önemli unsurlardan biri de Bizans'a bağlı o bölgelerdeki baskıcı ve zalim yönetimlerdi. Antakya Patriği büyük Mihail, mevcut yönetimlerin bu zulmünü «Chronique» adlı eserinde şöyle anlatıyor:


"Her şeye kadir olan, fanilerin kurdukları imparatorlukları istediği yolda değişikliklere uğratan, onları dilediğine veren, düşkünü en üste çıkaran, Romalıların bize yaptığı kötülüklere şahit olan Cenab-ı Hak, hakim oldukları memleketin her tarafındaki kiliseleri yağma eden bu merhametsizlere karşı bizi Romalılardan kurtarmak ve onlardan intikam almak üzere güneyden İsmailoğullarını gönderdi. Böylece Romalıların zulümlerinden, kötülük ve gaddarca uygulamalarından kurtulduk:


Bizans'ın Suriye ve Filistin bölgelerinden kolayca çıkarılmasını müslümanların sadece askeri maharetlerine veya yeni dinin ahlaki öğretisini uygularken çevrelerine verdikleri olumlu intibalara bağlamak elbette ki eksik bir değerlendirme olur. Bizans'ın bölgedeki çöküşünün en önemli sebeplerinden biri de, hiç şüphesiz İstanbul Rum Kilisesi'nin doğu hıristiyanlarına ağır dini baskılar yapmakta oluşuydu. İstanbul Patrikliği'nin kendi itikadi şablonlarını bölge hıristiyanlarına zorla dayatmaya kalkması ve kabul etmeyenlere çeşitli eziyetlerde bulunması, Bizans'ın çözülüşünde göz ardı edilmemesi gereken ana dinamiklerden biridir.




MISIR’IN ALINIŞI


Tıpkı Suriyede olduğu gibi Mısır'ın kıpti sakinleri de monofizit bir hıristiyan inancı taşımaktaydılar. Bu sebeple İstanbul Rum Kilisesi'nin dayatmalarına şiddetle karşı çıkmaktaydılar. Nitekim Bizans imparatoru Herakliyus, Mısır'ı 628 yılında Sasanilerden geri aldığında Kıpti Monofızit Kilisesi'ni başkentteki imparatorluk kilisesiyle birleştirmek ve aradaki sürtüşmeleri ortadan kaldırmak istedi. Bu amaçla 631 yılında Yrus (Muvakkıs) adındaki bir piskoposu İskenderiye Patriği ve sivil otoritenin başkanı olarak Mısır'a gönderdi.


Ancak Bizans'ın bu yeni kilise ve vergi politikası, uzak Mısır eyaletindeki karmaşayı önlemekte başarılı olamadı. Özellikle vergilerin ağırlığı karmaşayı daha da artırmıştı. Yeni çıkarılan kelle vergisi dışında meslek erbabından ağır vergiler alınıyor, kadınlar, ev eşyaları hatta ölülerin gömülmesi bile vergiye tabi tutuluyordu. Ayrıca merkezden gönderilen bütün askeri ve idari görevlilerin yiyecek, içecek ve barınma dahil tüm masrafları yerli halktan karşılanıyordu.


İslam fetihleri için böylesine elverişli bir durumda Amr bin As Hz. Ömerden izin almaksızın Mısır üzerine yürüdü. Hz. Ömer bu davranışından dolayı Amr bin As'a kızmasına rağmen Zübeyr bin Avvam komutasındaki yaklaşık beş bin kişilik yardımcı bir kuvveti arkasından Mısır'a gönderdi. Amr önce Helipolis'i ve daha sonra da Zübeyr bin Avvam'ın yardımıyla Babilyon şehrini fethetmeyi başardı. Herakliyüs'ün ölümünden sonra (Şubat 641) Müslüman-Arap ordularının Mısır içlerindeki ilerlemesi devam etti. Bu sırada Bizans İmparatorluğu taht kavgaları içerisinde çalkalanıyor, bir taraftan da batı yakasında, İtalya'da Longobardlarla savaş halinde bulunuyordu. Bu durum Bizans'ın Mısır'a takviye güç göndermesini büsbütün engelliyordu. 642 yılı Eylül'ünde muzaffer İslam ordularının uzun süren kuşatmalarına dayanamayan tarihi İskenderiye şehri de sonunda teslim oldu. Büyük İskender tarafından kurulan ve Bizans'ın denizden askeri yardımına rağmen teslim olmaktan kurtulamayan İskenderiye şehri ile beraber Mısır toprakları da yapılan bir barış anlaşmasıyla İslam devletinin himayesine girdi.


Bu muazzam tarım ülkesinin arazisi, fetihten sonra yerli halka bırakılmış, idari, adli ve ekonomik yeni düzenlemelere gidilerek eski düzenin kötü izlerinin silinmesi devletin ana politikasını oluşturmuştur. Tarımın daha verimli hale getirilmesi için sulama kanalları açılmış, Nil Nehri'nin taşmasını önleyen ek tedbirler alınarak yerli halkın durumu iyileştirilmiştir. İmar faaliyetlerine hız verilmiş, bu amaçla Fustat şehri kurularak askeri ve idari yönden Mısır'ın merkezi yapılmıştır.


SASANİ İMPARATORLUĞU'NUN YIKILMASI ve İRAN'IN İSLAM HAKİMİYETİNE GİRMESİ


Hz. Ömer yönetiminin en önemli askeri başarısı, hiç şüphesiz doğunun büyük ve köklü imparatorluklardan biri olan Sasani İmparatorluğu'nun ortadan kaldırılması olmuştur. Bu muazzam gelişme, bereketli hilal olarak bilinen verimli toprakların ardı ardına müslümanların eline geçmesine yol açmıştır. Sasani İmparatorluğu'nun çökmesiyle İslam devletinin sınırları Irak, İran ve Horasan'a kadar genişlemiş, buna bağlı olarak daha sonraki dönemlerde gittikçe gelişecek olan klasik devlet kurumları da İslam devletinde ilk defa o dönemde kurulmuştur.


Bu fetihler, İtalyan tarihçi Caetani'nin iddia ettiği gibi: «Açlık ve yoksulluk içerisindeki heyecanlı bir halkın pek çorak olan sahraları bırakarak komşularının daha zengin ve verimli topraklarına saldırısı... » olarak izah edilebilecek bir durum değildi. Çünkü yüzyıllardan beri o verimli topraklar orada bulunmasına rağmen Araplar bedevi bir hayat tarzı içerisinde sadece birbirleriyle didişmekle kalmış ve tarihe kayıt düşecek hiçbir birliktelik becerisi ortaya koyamamışlardı. Nitekim bizzat Sasani lmparatoru'na çıkarak onu İslam'a ve Allah'ın emirlerine boyun eğmeye çağıran İslam elçileri ile onların bu mağrur ve cüretkar tutumları karşısında şaşkına dönen İran hükümdarı arasında geçen ilginç diyalog tarihin kayıtları arasındadır.


İSLAM ELÇİLERİ KİSRA'NIN SARAYINDA


Kisranın;


-Sizi buralara kadar getiren şey nedir? Bu ülkeye ve benim yanıma ne maksatla geldiniz?" sorusuna İslam davet heyetinin başkanı olan Nu'man bin Mukrin tarafından şu ifadelerle cevap verilmiştir:


-Ey padişah! Biz çok değil, kısa bir süre önce gayet yabani, medeniyetten uzak, cahil bir millet idik. Fakat Allah bize doğru yolu gösteren, iyiliğe sevk edip fenalıktan sakındıran bir elçi gönderdi. Bize dünya ve ahiret saadeti va'deden bu elçinin dinine girdik. O hak Peygamber bize bu dinin mesajını komşularımıza da duyurmamızı, onları da hidayet yoluna çağırmamızı istiyordu. Bu Peygamber emri gereğince zamanın halifesi bizi size gönderdi. Sizi bu hak dine davet ediyoruz. İslamiyet iyiyi kabul edip beğenen, kötülüklerden uzaklaştıran bir dindir. İsteyerek İslamiyet'i benimseyenlerin şeref ve itibarları artar. Eğer siz bundan kaçınırsanız sizin için ehven olan cizye vermektir. Onu da kabul etmezseniz bizimle sizin aranızdaki hukuku savaş belirler:


Bu mealdeki sözler üzerine İran Hükümdarı Yezdücerd şöyle dedi:


" -Yeryüzünde sizden daha zavallı, sayısı az ve daha fena halde bir millet bilmem. Biz eskiden beri sizin idarenizi Hirelilere terk etmiştik. Sizin hakkınızdan daha iyi geldiği için İran'a karşı ayaklanmayı aklınıza bile getirmezdiniz. Sonucu tehlikeli ve boş çıkacak hayallere kapılıp aldanmayınız. Yok, eğer gelişiniz ihtiyaçtan ise fakirlerinize yiyecek, reislerinize giyecek veririz. Size anlayışla davranan bir emir tayin ederiz:'


Kisranın bu sözlerine Kays bin Zürare şu karşılığı verdi:


-Ey hükümdar! Bunlar Arab'ın eşrafıdır. Eşraf eşraftan utanır. Eşraf, eşrafa hürmet ve saygı gösterir. Ya cizye, ya kılıç ... İkisinden birini seç! Yahut İslamiyet'i kabul ederek dinde kardeşimiz ol!


Bu sözlerden son derece rahatsız olan Kisra;


-Benden evvel bir elçi öldürmüş ceddim olsaydı, ben ikincisi olur sizi öldürürdüm. Şunu iyi biliniz ki, hepinizi Kadisiye hendeğine gömmek ve şehirlerinizi Şapurdan daha şiddetli bir biçimde çiğnemek için Rüstem'i göndermek üzereyim!" diyerek hiddetini ortaya koymuştur.


KÖPRÜ, KADİSİYE, CELULA ve NİHAVEND SAVAŞLARI



Sasanilerle ilk savaş Zapsuyu köprüsünün İran yakasında meydana gelmiş, savaşın kaderini ise filler belirlemişti. Nitekim Ebu Ubeyde bin Cerrah'ın komutasında saldırıya geçen İslam ordusundaki atlar fillerin homurtusuyla ürkerek paniklemiş ve ordunun dağılarak bozguna uğramasına yol açmıştı. Bu durumu önlemeye çalışmak amacıyla Ebu Ubeyde fillerden birinin hortumunu kesmiş ancak azgın fil tarafından çiğnenerek şehid düşmüştür. Müsennanın komutayı ele alması da bozgunu önleyememiş, çok sayıda şehid verilmiştir. Buna rağmen İran başkenti Medain'de çıkan isyan, uğranılan hezimetin boyutlarını biraz olsun hafifletmişti.


Bu gelişme Hz. Ömer'i çok üzmüştü. Önce civardaki bazı Arap kabilelerini Müsennaya yardım için görevlendirdi, diğer yandan da Sa'd bin Ebi Vakkas komutasında yeni bir orduyu Irak'a gönderdi. 636 yılında Kufe'ye otuz kilometre uzaklıkta bulunan Kadisiyede dört gün süren savaş, Hilal bin Alkame'nin ünlü İran komutanı Rüstem'i öldürmesi üzerine müslümanların üstünlüğüyle noktalandı. Böylece Fırat nehrinin batısını ele geçiren İslam ordusu, Kisranın şehri terk etmesi üzerine Sasani başkenti Medain'i kolayca teslim aldı.


İslam ordularının önlenemez ilerleyişiyle Celula denilen yerdeki Sasani ordusunun son direnişi de kırıldı ve Kisra bu kez de Horasan'a çekilmek zorunda kaldı.


İslam tarihine «Fetihler Fethi (Fethü'l-Fütuh)» diye geçen Nihavend Savaşı (642) ise sadece Sasani imparatorluğu'nun sonunu getirmekle kalmamış; İran, Azerbaycan ve Taberistan topraklarının birer birer müslümanların eline geçmesinin de yolunu açmıştır.


HZ. ÖMER'İN ŞAHSİYETİ


Kureyş kabilesinin Beni Adiyy koluna mensup olan Hz. Ömer, İslamın ilk doğduğu günlerde ona şiddetle direnç göstermiş hatta yeni dine girenlerin gittikçe arttığını görünce Hz. Peygamber'i bizzat öldürmeye niyetlenmişti. Bu amaçla yola çıkmış ancak kız kardeşinin evinde Kur'andan etkilenerek yolunu Safa Tepesi'nin eteklerinde bir İslam eğitim yuvası olan Erkam'ın evine çevirmiştir. Orada iyi karşılanmış ve Rasulullahın çağrısıyla müslüman olmuştur.


Hz. Ömer'in İslam'a girişi İslam tebliğ tarihinde önemli bir dönüm noktası olarak kabul edilmiştir. Onunla beraber müslümanların sayısı kırkı (çocuklarla beraber yüzü) geçmiş, bu müslümanların Kabede ilk defa topluca namaz kılması ancak onun katılımıyla mümkün olabilmiştir. Herkesin Medine'ye gizlice hicret ettiği bir dönemde o kendi kişiliğine uygun olarak açıktan hicret etmiş, kılıcını kuşanıp Harem'e giderek Kureyş'in ileri gelenlerine şöyle hitap etmiştir: «Annesini ağlatmak, hanımını dul, çocuklarını yetim bırakmak isteyen benim hicretime engel olsun! İşte gidiyorum!» Onun bu tavrı cesaret ve yiğitliğinin boyutlarını göstermektedir.


Hz. Peygamber'in bütün askeri faaliyetlerinde rol aldığı gibi, O'nun hikmet dolu uygulamalarının da şahidi olmuştur. Hz. Ebubekir'in seçiminde çok önemli rol oynadığı gibi, yeni kurulan İslam devletinin siyasi, ahlaki ve askeri stratejilerinin oluşmasında da halifenin bir numaralı yardımcısı olmuştur. Sert kişiliği, hasbi tavırları, şefkat dolu yüreği, alçakgönüllülüğü ve adalet prensibine bağlılığı onun yüzyılları aşarak günümüze ulaşan sembol kişiliğinin tezahürleridir.


Halife seçildiğinde ilk icraatı Fedek Bahçesi'ni Hz. Peygamber'in varislerine iade etmek olmuştu. Fedek Bahçesi Hz. Peygamber'in malı olup onu hayatında iken kızı Fatıma'ya bağışlamıştı.


İSLAM DEVLETİNİN TEŞKİLATLANDIRILMASI


Yeni fetihler sonucunda sınırların fevkalade genişlemesi ve yönetilen nüfusun öncekine göre kat kat artması, yönetimin yeni şartlara göre teşkilatlanmasını zaruri hale getirmişti. Bu amaçla Hz. Ömer tepeden tırnağa idari, adli, askeri ve mali alanda yeniden yapılanmaya gitti. Onun gerçekleştirdiği bu değişiklikler ve kurduğu müesseseler yüzyıllar boyu ilham kaynağı olmaya devam etmiştir. Bunları şöyle sıralayabiliriz:


iller oluşturuldu ve bu illere merkezden valiler atandı.


ilk adli teşkilat kuruldu, mahkemelere kadılar tayin edilerek geniş yetkilerle donatıldı.


Fethedilen ülkelerde Kufe, Basra, Fustat gibi yeni şehirler oluşturuldu. Buralara müslümanlar yerleştirildi. Bu kentler uzun süre hem ilim merkezi oldular hem de askeri açıdan önemli vazifeler gördüler.


İlk defa divan (danışma-şura meclisi) oluşturuldu.


Eğitime önem verildi, özellikle yeni fethedilen bölgelerin ve İslam ile yeni tanışanların dini açıdan aydınlanmaları için camiler açıldı.


İlk ordu teşkilatı kuruldu, daimi ordular ve ordugahlar oluşturuldu.


Memurlara, gönüllü askerlere ve din adamlarına maaş bağlandı.


İkta' isimli toprak düzeni yürürlüğe girdi. Bu sistemle toprak gelirlerine karşılık asker yetiştirme esası benimsendi.


Fethedilen yerlerde ilk defa gayr-i müslimlerin güvenlikleri ve askeri muafiyetlerine karşılık onlardan «cizye» vergisi alınmaya başlandı. Vergide adalete titizlikle uyuldu ve eski yönetimlerin ağır vergileri hafifletildi.


Hz. Ali'nin teklifi üzerine «hicri takvim» benimsenerek ilk defa uygulamaya konuldu.


HZ. ÖMER'İN ŞEHİD EDİLMESİ


Medinede Firuz isimli, künyesi Ebu.Lü'lüe olan Zerdüşti bir köle yaşıyordu. 642 yılında Sasani devletinin yıkılmasına yol açan Nihavend Savaşı'nda esir alınmıştı. Muğire bin Şu'be'nin kölesi olarak Medine'de çalışmakta ve kazancını sahibine vermekteydi. Ebu Lü'lüe, Hz. Ömere, sahibinin kendisinden almakta olduğu ücretin fazlalığını şikayet etti. Hz. Ömer, kendisine ne iş yaptığını sordu. Firuz marangozluk ve demircilik yaptığı cevabını verdi. Hz. Ömer: «Bu kazançlı mesleğe göre senden alınan miktar çok değildir» deyince kızarak yanından ayrıldı. Firuz ertesi gün sabah namazında Hz. Ömer'i elbisesinin içinde sakladığı bir hançerle ağır bir şekilde yaraladı. Yakalanmaktan kurtulamayacağını anlayınca da intihar etti. Hz. Ömer'in yarası da hayati tehlike arz ediyordu. Yaralanmasının üçüncü günü Kasım 644'te şehid oldu.


Hz. Ömer (r.a.)'ın bir suikast sonucu ağır yaralanmasının ardından yeni halifenin kim olacağı önemli bir mesele olarak ortaya çıkmıştı. Hz. Ömer'e kendisinin görüşü sorulduğunda, değişik kanaat ve tereddütlerden sonra yedi kişilik bir kurulun bu meseleyi üç gün içerisinde çözmesini tavsiye etmişti. Tavsiye ettiği «Hilafet Şurası» sadece rey hakkı bulunan Abdullah bin Ömer dışında şu altı büyük sahabeden oluşmaktaydı:


Abdurrahman bin Avf: Zühreoğulları kabilesine mensup zengin bir tüccardı. Uhud Savaşı'nda 20 yerinden yaralanmış ve hafif aksak kalmıştı. Yaşı ve fiziki yapısı ağır hilafet görevini yerine getirmeye pek elverişli olmadığı gibi kendisi de bu vazifeye talip olmamıştı.


Sa'd bin Ehi Vakkas: Zühreoğulları kabilesinden olup, Sasanilerle yapılan savaşlardaki başarılarıyla öne çıkmış gözde bir komutandı. Emirliği yürütüp yürütemeyeceği konusunda Hz. Ômer'in tereddütleri vardı.


Zübeyr bin Avvam: İslamiyet'in yayılışında önemli yararlılıkları görülen bu sahabi, Esedoğullarından olup, ticarette önemli başarılar göstererek çok zengin olmuştu. Başından beri makam ve mevkie düşkün değildi. Aynı zamanda Hz. Ebubekir'in damadıydı.


Talha bin Ubeydullah: Uhud Savaşı sırasında Hz. Peygamber'i korumaya çalıştığı sırada kolundan yaralanarak sakat kalan bu sahabi, Teym kabilesindendi.


Hz. Ali bin Ehi Talib: Ebu Talib'in oğlu olan Hz. Ali, Hz. Peygamber'in hem amcaoğlu hem de damadıydı. Çocuk yaşta müslüman oldu, ilmi, dindarlığı, takva sahibi olması ve şecaati ile tanınırdı. Hz. Ömer de onun başarılı ve yetenekli bir yönetici olduğunu takdir ediyor, ancak onun hilafete gelmesiyle Haşimoğulları'nın baskın hale geleceği ve dolayısıyla Emeviler başta olmak üzere birçok kabilenin rahatsızlığına yol açacağı endişesini taşıyordu.


Hz. Osman bin Affan: Emevi ailesinden takva ve hayırseverliğiyle meşhur, Hz. Peygamber'in iki kez damadı olmuş ve bu yüzden iki nur sahibi anlamına gelen «Zinnureyn» lakabıyla anılan bir sahabiydi. Halim-selim ve hoşgörülü mizacından Emevi ailesinin istifade edeceğinden korkuluyor ve bu durumun dahili çekişmeleri körükleyeceği endişesi taşınıyordu.


Hilafet şurasında Hz. Abdurrahman bin Avf belirleyici oldu. Uzun müzakerelerden sonra Mescid-i Nebevide Hz. Osman'a biat edilmiş, böylece Hz. Ômer'in genişleterek muazzam bir coğrafyaya yaydığı İslam devletinin yeni halifesi Hz. Osman olmuştu. Onu, son derece zor bir görev bekliyordu. İslam yayılışının sınır tanımaz bir noktaya ulaştığı bu devirde, çeşitli din, mezheb ve soydan meydana gelen unsurların kaynaştırılma zorlukları, yeni fetihlerin muhtemel güçlükleri elbette takva sahibi yeni halifenin yaşlı omuzlarında bir yük olarak duruyordu. Hz. Peygamber sonrası idari, adli, mali ve içtimai alanlarda devlette köklü yeni düzenlemelere gidilmiş, kadrolaşma açısından da çok önemli adımlar atılmıştı. Yeni halife Hz. Osman, bir yandan idari yapılanmaları kurum haline dönüştürme, öte yandan da fetihlerin aksatılmadan devam ettirilmesi gibi mühim meselelerle karşı karşıyaydı .



Ahmet Meral’in Kısa Dünya Tarihi adlı kitabından alıntılanmıştır.

İLMİHAL-1

 TEMİZLİK



I. İLKELER ve AMAÇLAR


Kur'ân-ı Kerîm'in birçok âyetinde, Hz. Peygamber'in hadislerinde ve örnek hayatında temizliğin önemi ve gerekliliği üzerinde ısrarla durulmuş, genel anlamda temizlik ve ibadet amaçlı temizlikle ilgili birtakım ilke ve ölçüler getirilmiş ve temizlik bazı ibadetler için ön şart sayılmıştır. Bu, İslâm dininin dünya hayatına hem âhirete uzanan bir köprü olması hem de insanın yaratılışından beklenen ulvî gaye ve hikmetlerin gerçekleşme alanı olması cihetleriyle önem vermesinin, insan hayatını maddî ve mânevî yönleriyle bir bütün halinde ele almasının ve neticede bu hayatı düzene koymada ferde yardımcı olmasının tabii bir sonucudur. Çünkü din, özü itibariyle mânevî kirlerden arınma, Allah'ı tanıma, O'na itaat ve ibadet etmeden ibaret gibi görünse de ruhun yücelişi ve insanın böyle mânevî bir bağlantı ortamına geçebilmesi için insanı çevreleyen fizik şartların da buna uygun olması gerekir. İbadet hayatıyla ve mânevî temizlenme ile beden ve çevre temizliği arasında sıkı bir bağın kurulması hatta Kur'an'da temizlikten, hem maddî hem de mânevî temizliği kapsayacak şekilde genel bir anlatımla söz edilmesi böyle bir anlam taşır. Öte yandan İslâm dini ferdin âhiret kadar dünya hayatında da her yönden mutlu ve huzurlu olmasını arzu ettiği, müslümanların sağlıklı ve güvenli bir toplum oluşturmasını dinî hayat için âdeta ön şart mesabesinde gerekli gördüğü için, başta beden temizliği olmak üzere maddî temizliği de dinî mükellefiyet kapsamında görmüş, bu konuda ferde bir dizi ödev ve sorumluluk yüklemiştir.


İslâm kültüründe genel anlamdaki temizlik ile ibadet amaçlı temizlik birbirini tamamlar ve birlikte bir anlam ifade eder. Bu sebeple İslâm bilginleri temizliği maddî temizlik, hükmî temizlik ve mânevî temizlik şeklinde üç safhalı bir faaliyet olarak görmüşlerdir. Beden, elbise ve çevre temizliği şeklinde ifade edilebilecek olan maddî temizliğin de, genelde ibadete hazırlık ve ön şart olarak, kimi durumda ibadet olarak değerlendirilmiş olması, ona, İslâm kültüründe bir ibadet içeriği kazandırıldığını gösterir. Abdest ve gusül, hükmî temizlik kademesidir. Üçüncü kademede ise kişinin uzuvlarını gıybet, yalan, haram yemek, mala hıyanet etmek gibi günahlardan, kalbini haset, kibir, gösteriş, hırs ve benzeri kötü huy ve hastalıklardan, hatta benlik ve bilincini Allah'ın gayrısından (mâsivâ) temizlemesi gelir. Müslümanın kademe kademe arınması ve temizlenmesi, Allah'ın huzuruna böyle bir safiyet ve arılıkla çıkması öğütlenir.


Maddî temizlik İslâm dininin fevkalâde önem atfettiği bir konudur. Kur'ân-ı Kerîm'de çevrenin ve ibadet yerinin temizliğinden söz edilir, Allah'ın temizlik konusunda titizlik gösterenleri sevdiği bildirilir (el-Bakara 2/125; et-Tevbe 9/108; el-Hac 22/26). Hz. Peygamber de "Temizlik imanın yarısıdır" (Müslim, "Tahâret", 1), "Allah temizdir, temizliği sever" (Tirmizî, "Edeb", 41), "Namazın anahtarı temizliktir" (Ebû Dâvûd, "Salât", 73; Tirmizî, "Tahâret", 3) buyurmuş; değişik vesilelerle beden ve çevre temizliğini emretmiş veya tavsiye etmiş, bu konuda davranışlarıyla ashabına ve bütün müslümanlara örnek olmuştur. İslâm'ın bu ısrarlı takibi neticesinde temizlik müslümanların hayatına dinî yönü de bulunan bir kültür ve gelenek olarak yerleşmiş, fıkıh kitaplarının ilk bölümünü temizlik (tahâret) konusu teşkil etmiştir. Bu bölümde ibadetlere hazırlık mahiyetinde ve onların ön şartı olan abdest, gusül, teyemmüm gibi hükmî temizliğin yanı sıra suların temizliği, dinen ve maddeten pis (necis) sayılan şeyler, temizlenme usulleri gibi konuların da ayrıntılarıyla ele alındığı görülür. Görünür kir ve pisliklerin giderilmesi "necâsetten tahâret", abdestsizlik durumunun kaldırılması ise "hadesten tahâret" olarak adlandırılır. Her iki tür temizlik de ibadete hazırlık olmakla birlikte aralarında mahiyet farkı olduğu açıktır. Bu farkı göstermek üzere Türkçe ilmihal kitaplarında birincisine "maddî temizlik", ikincisine "dinî temizlik" veya "mânevî temizlik" denilmiştir. Her iki nitelendirme eksik olduğu gibi yanlış anlaşılmaya da müsaittir.


İslâm dini, beden ve elbise temizliğini emrettiği gibi, kalp ve gönül temizliğini de emretmiştir. Beden ve elbise temizliği, görünen kir ve pisliklerin temizlenmesi anlamına gelir ve buna "maddî" (dış) temizlik denir. Dinimizin, üzerinde daha önem ve titizlikle durduğu temizlik ise kalp ve gönül (iç) temizliğidir. Kalbin temizliği, dünyevî ilişkiler boyutunda, insanın hemcinslerine karşı kötülük, kin ve haset gibi olumsuz duygulara kalbinde yer vermemesi, aksine iyilik ve hoşgörüyü ilke edinmesi anlamına geldiği gibi, tasavvufî boyutta, kalbin mâsivâdan arınması anlamına gelir ki her iki boyutuyla kalbin temizlenmesi, "gerçek" bir temizliktir. Bununla birlikte kalpten giderilen şey duyularla algılanır bir kir olmadığı için bu temizlik, maddî olmayan anlamında "mânevî" temizlik olarak nitelendirilmiştir. İslâm dini gerek maddî, gerekse mânevî temizliği önemle ve ısrarla emrettiğinden, bu iki tür temizlik için en genel anlamda "dinî temizlik" nitelemesini yapmak da mümkündür. Üçüncü bir temizlik çeşidi ise, özellikle namaz ibadeti için öngörülen ve fıkıh kitaplarında "hadesten tahâret" olarak isimlendirilen "ibadet amaçlı temizlik"tir. Bu tür temizlik, mahiyetçe bahsi geçen iki tür temizlikten farklı olduğu için bunun isimlendirilmesinde bazı sıkıntılar yaşanmıştır. Maddî ve mânevî temizliğin dinin emri olduğu ikinci plana düşürülecek şekilde, sadece bunun "dinî temizlik" olarak isimlendirilmesi uygun değildir. Çünkü, "dinî temizlik" ifadesinin, hem maddî (dış) temizlik hem mânevî (iç) temizlik hem de ibadet için öngörülen bu özel temizlik türünü içine alacak şekilde kullanılması mümkündür. İbadet amaçlı temizliğin, "hükmî temizlik" olarak nitelendirilmesi de eksik olup bazı zorluklar taşımaktadır. Çünkü "hükmî temizlik" ifadesi, esasında, "gerçek temizlik" mukabili olarak kullanılmakta, dolayısıyla gerçek temizliği içermemektedir. Halbuki abdest ve gusül, ibadet amaçlı olmakla birlikte gerçek temizliği içermektedir. Bu bakımdan "hükmî temizlik" ifadesi, sadece ibadet amaçlı olmakla birlikte gerçek temizlik içermeyen "teyemmüm" için kullanılabilir.


Diğer temizlik türlerinden ayırmak üzere, ibadete hazırlık olduğu için vesile ibadet olarak kabul edilen abdest, gusül ve teyemmüm için, "ibadet temizliği" veya "ibadet amaçlı temizlik" tabirini kullanmak daha doğru ise de, yaygın kullanıma uyarak "hükmî temizlik" ifadesini kullanmayı şimdilik sürdüreceğiz.

 



II. MADDÎ ve HÜKMÎ TEMİZLİK


Şüphesiz ki maddî temizliğin ölçütü ve temizlenme yolları toplumların kültür ve gelenekleriyle, şart ve imkânlarıyla sıkı sıkıya bağlantılıdır. Bu sebeple de İslâm dini, hem temizliğin gereklilik ve önemini sıklıkla vurgulayarak bu konudaki ana fikri canlı tutmaya, hem de hitap ettiği toplumların temizlik kültür ve usullerini imkânları ölçüsünde daha iyiye doğru geliştirmeye önem vermiştir. Böyle olduğu için de İslâm toplumlarında temizlik ana fikri, İslâm kültürünün aslî unsurlarından birini teşkil etmiştir. Suyun İslâm medeniyetinde ayrı bir önem kazanmasının bir sebebi de bu olmalıdır. Öte yandan suyun temizliği ve su ile temizlenme başta olmak üzere temizlik araç ve gereçlerinin toplumların şart ve imkânları, pozitif bilimlerin bu konudaki katkısı nisbetinde giderek değiştiği ve iyileştiği de açıktır. Bu sebeple fıkıh kitaplarında çevre ve beden temizliği konusunda yer alan çeşitli kıstas ve usuller bir yönüyle İslâm âlimlerinin temizlik konusuna verdiği önemi, onların bu gayeyi gerçekleştirmeye mâtuf çabalarını, bir yönüyle de içinde bulunulan şart ve imkânlara bağlılığı yansıtır.


Temizlik İslâm'ın çok önem verdiği dinî bir vecîbe ve sağlıklı yaşamanın önemli bir şartı olmasının yanı sıra insan olmanın onur ve şerefinin de gerektirdiği tabii bir durumdur.


Fıkhî bir terim olarak tahâret (temizlik), hem maddî pislikten ve kirlerden hem de hükmî kirlilik halinden (hades) temizlenmeyi kapsar. Bu sebeple hükmî temizlik aynı zamanda maddî temizliği de içine alır. Diğer bir ifadeyle, ferdin bedenini ve çevresini maddî kirlerden temizlemesi, hükmî temizlik için genelde ön şart durumundadır. Maddî temizliğin tabii usulü su ile temizliktir. Bu yüzden fıkıh kitaplarında suyun kendisinin temiz olması ve temizlikte kullanılması konusu üzerinde öncelikle ve önemle durulur.


Suyun bulunmadığı veya temizleyici nitelikte olmadığı durumlarda diğer temizleme araç ve usullerine başvurulur. Öte yandan temizliğin gerektiği şekilde yapılabilmesi için hükmî kirlilik hallerinin yanı sıra dinen kir ve pis (necis) sayılan şeylerin ve bunların temizlenme usullerinin de bilinmesi gerekir. Bu çerçevedeki bilgilerin bir kısmı bilimsel araştırma, tahlil ve deneyimi gerektirse de önemli bir kısmı bizzat fertler tarafından bilinip uygulanabilecek durumdadır. Bu sebeple de maddî ve hükmî temizlikle ilgili temel bilgiler ve pratik çözüm yolları ferdî mükellefiyet kapsamındaki ilmihal bilgileri arasında yer almıştır.


A) SULARIN HÜKMÜ


Kur'ân-ı Kerîm'de Allah'ın insanı ve diğer canlıları sudan yarattığı (el-Enbiyâ 21/30, en-Nûr 24/45, el-Furkan 25/54), temizlenme dahil birçok hikmete mebnî olarak gökten temiz su indirdiği (el-Bakara 2/22, 164, el-Enfâl 8/11, el-Furkan 25/48) belirtilerek suyun yeryüzündeki varlıkların hayatı açısından önemine ve aslî temizlik aracı olduğuna işaret edilir. Hz. Peygamber'in hadislerinde de yine su ile temizlenmenin önemi sıklıkla vurgulanarak durgun ve akarsuların, yağmur, kaynak, deniz ve göl sularının maddî ve hükmî temizlikte kullanılmasıyla ilgili temel açıklamalar yer alır. Durgun ve akarsuların temizliğinin sağlanması ve korunması, bu konuda önerilen tedbirler, getirilen yasaklamalar hadis kültüründe önemli bir yekün tutar.


Suların temiz sayılması ve temizleyici olması (hükmî temizlikte kullanılabilmesi) konusunda fıkıh literatüründe yer alan ayrıntılı bilgiler, yukarıda sözü edilen hadislerin ışığında müslüman toplumların asırlar boyunca oluşan bilgi ve tecrübe birikimlerinin ürünüdür. Hanefî fıkıh kültüründe su, doğal su özelliğine sahip olup olmaması yönüyle mutlak ve mukayyet su, yenilenme ve akıcılık özelliğine göre de durgun ve akarsu kısımlarına ayrılır. Sularla ilgili pratik bilgiler, literatürde bu ayırım ve adlandırma içinde verilmeye çalışılır.


a) Mutlak Su - Mukayyet Su


Yaratıldığı tabii halini koruyan, mahiyetini değiştirecek başka maddeler karışmamış suya mutlak su denilir. Yağmur, kar, deniz, ırmak, kaynak ve kuyu suları normalde böyledir. Mutlak suyun üç özelliği ve iki tabiatı vardır. Özellikleri, rengi, kokusu ve tadıdır; iki tabiatı da inceliği ve akıcılığıdır. Öte yandan mutlak su, temiz ve temizleyici olup olmama yönüyle beş kısma ayrılır. Suyun temizleyici sayılması, abdest ve gusül gibi hükmî temizlik aracı olabilmesinin câiz oluşunu, temiz sayılması ise diğer maddî temizlik ve kullanım aracı olabilmesini ifade eder.


Rengi, kokusu ve tadı bozulmamış, içine pis bir madde karışmamış, kullanılması mekruh ve şüpheli hale gelmemiş sular hem temiz hem de temizleyici sayılırlar. Tabiatta normal halde bulunan mutlak sular kural olarak böyledir. İnsanın, at, deve, sığır, koyun ve keçi gibi eti yenen hayvanların ve kuşların artığı sular da, bu sulara maddî bir pislik bulaşmadığı sürece kural olarak hem temiz hem temizleyicidir.


Temiz ve temizleyici olmakla birlikte kullanılması mekruh olan sular: Tavuk gibi eti yenen, kedi gibi eti yenmeyen evcil hayvanların, çaylak, doğan gibi yırtıcı kuşların artığı sular böyledir. Hz. Peygamber kedi hakkında "O pis değildir, çünkü aranızda dolaşıp duran yaratıklardandır" (Ebû Dâvûd, "Tahâre", 38) buyurarak bunlardan sakınmanın imkânsızlığına işaret etmiştir. Eti yenmeyen yırtıcı kuşların gagaları kemik olduğundan, artığı sular diğer yırtıcı hayvanlarınkinden farklı görülmüştür. Bu tür sularla abdest almak veya gusletmek mekruhtur. Ancak normal su bulunmadığında bu sular hem abdest ve gusül gibi hükmî temizlikte hem de maddî temizlikte kullanılabilir.


Abdest, gusül gibi hükmî temizlikte kullanılmış olan sular (mâ-i müsta`mel), maddî bakımdan temiz olsalar bile ikinci defa hükmî temizlikte kullanılamaz. Fakihler bu suların temizleyici olmadığını söylerken bunu anlatmak istemişlerdir. Ancak fakihlerin çoğunluğu aslî özelliklerini kaybetmemesi ve maddî bir kirlilik de taşımaması kaydıyla kullanılmış suyu temiz sayar ve bu suyun maddî temizlikte kullanılabileceğini söyler. Bazı fakihlerin ise ihtiyatla hareket edip kullanılmış suları dinen necis su grubunda mütalaa ettiği görülür. Bu görüş ayrılıkları suyun kıt olması halinde kullanılabilecek bazı ruhsatlar içermesi sebebiyle faydadan hâlî değildir. Abdestsiz veya cünüp olan kimsenin suyu almak veya sıcaklığına bakmak amacıyla elini suya sokmasıyla bu su kullanılmış sayılmaz.


Temiz ve temizleyici olmayan sular: İçine pislik düştüğü kesin olarak veya galip zan ile bilinen -tanımı aşağıda gelecek olan- az miktardaki sular ile içine düşen pislikten dolayı rengi, tadı veya kokusu bozulan büyük su birikintileri ve akarsular böyledir. Köpeğin, eti yenmeyen vahşi hayvanların artığı sular da temiz değildir.


Eşek ve eşekten doğan katırın artığı suların hükmî temizlikte kullanılıp kullanılmayacağı ise şüphelidir. Temiz su bulunmadığında bunlarla abdest ve gusül alınır ve ayrıca teyemmüm yapılır.


İçine temiz bir maddenin katılmasıyla incelik ve akıcılığını kaybeden mutlak sulara veya tabii bir oluşumla meydana gelip özel bir isimle anılan sulara "mukayyet su" tabir edilir. Gül suyu, meyve suyu, maden suyu, diğer helâl meşrubat türleri veya içinde nohut, mercimek benzeri temiz şeylerin pişmesiyle incelik ve akıcılığını kaybeden sular böyledir. Mutlak sular temiz ve temizleyicilik özelliğini kaybetmediği sürece hem maddî pisliğin temizlenmesinde hem de hükmî temizlikte kullanılabilirken mukayyet sular, normal su bulunmadığı zaman sadece maddî temizlikte kullanılabilir.


Hanefîler dışındaki diğer mezheplerde sular genellikle 1. Temiz ve temizleyici sular, 2. Temiz fakat temizleyici olmayan sular, 3. Temiz olmayan yani necis sular şeklinde üç kısma ayrılarak incelenirse de, bu konuda genellikle tecrübe ve gözleme dayalı bilgiler kullanıldığından mezhepler arasında kayda değer bir görüş farklılığı yoktur.


b) Durgun Su - Akar Su


Suyun durgun veya akar olması, durgun ise miktarı, o suyun temiz ve temizleyici olma özelliğini belirlemede etkin rol oynar. Akar sular ile büyük havuz niteliğindeki durgun sular üç temel vasfından biri değişmedikçe yani rengi, tadı veya kokusu bozulmadıkça içine düşen bir pislikten dolayı temiz ve temizleyicilik özelliğini yitirmez. Buna karşılık küçük havuz niteliğindeki durgun sular, içine bir pislik düşmekle üç temel vasfında değişme olup olmadığına bakılmaksızın temiz ve temizleyici olmaktan çıkar. Kural bu olmakla birlikte büyük ve küçük havuz ayırımında nasıl bir ölçünün kullanılacağında fıkıh mezhepleri arasında görüş farklılıkları vardır. Hanefîler'e göre durgun suyun derinlik ve hacminden çok yüzey genişliği önemlidir. Hanefîler'e göre su, avuçlandığında elin dibe değmeyecek derinlikte olması kaydıyla, yüzeyinin yaklaşık olarak 50 m2 olması, Şâfiî ve Hanbelîler'e göre ise hacminin iki kulle (yaklaşık 206 litre) ve daha fazla miktarda olması halinde büyük havuz hükmünü alır. Mâlikîler'e göre ise normal abdest ve gusül suyu kabının alacağı su az su hükmündedir.

 


Fakihlerin bu konudaki yaklaşım ve kıstasları dikkatlice incelendiğinde, onların hem suyun aslî özelliğini korumasına önem verdikleri hem de içine küçük bir pislik düştü diye bol miktarda suyun kullanılamaz olmasını önlemek istedikleri görülür. Böyle olunca suyun teminindeki kolaylık ve zorluk, suya düşen pisliğin tür ve miktarı da göz önünde bulundurulmak kaydıyla, mezheplerin bu konudaki farklı görüşlerinin bir ruhsat olarak değerlendirilebileceği, kişilerin kendi kültür, imkân hatta kalbî mutmainlikleri açısından bu ruhsatlardan birini seçebileceği söylenebilir. Diğer yandan suyun temel özelliklerinde bir bozulma olduğunda veya yapılan bilimsel incelemeler ve laboratuvar tahlilleri sonunda insan sağlığı ve çevre için zararlı olduğu tesbit edildiğinde bu suyun kullanımının dinen de câiz olmayacağı açıktır. Çünkü insanın sağlık, güvenlik ve huzur içinde yaşaması dinin genel hedeflerinden biri olduğu gibi bilimin de ana gayesini oluşturur. Bu sebeple fıkıh kitaplarında suyun maddî ve hükmî temizlikte kullanılabilmesi için aranan şartlar, suyun kullanımının dinî hükmüyle ilgili nihaî bir ölçü ve çözüm olarak değil, fertlere günlük yaşayışlarında kolaylık sağlamayı ve ortalama bir ölçü getirmeyi amaçlayan öneri ve katkılar olarak anlaşılmalıdır. Nitekim madenî kaplara konup güneşte ısıtılan suyun kullanımını bazı fakihlerin mekruh gördüğü, bunu söylerken de bu tür suların sağlığa zararlı olduğu noktasından hareket ettikleri bilinmektedir. Böyle olunca suyun temizliği konusunda fıkıh kültürümüzdeki bu tür yaklaşımları ilke ve amaç yönüyle değerlendirip günümüzdeki teknolojik gelişmelerden, arıtma ve tahlil imkânlarından ve pozitif bilimin sonuçlarından âzami ölçüde yararlanmak vazgeçilmez bir önem taşımaya başlamıştır.


B) MADDÎ ve HÜKMÎ KİRLİLİK


İslâm dini ferdî ve sosyal hayatın her alanında maddî temizliğe âzami titizliğin gösterilmesini istediği, belirli ibadetler için de buna ilâve olarak hükmî temizliği şart koştuğu içindir ki, maddî ve hükmî temizlik ve onun karşıtı olarak maddî ve hükmî kirlilik fıkıh ve ilmihal kültürünün temel kavramları arasında yer almıştır. Fıkıh literatüründe "tahâret" her iki tür temizliği de içine alan geniş bir kapsama sahipken maddî kirlilik genelde "necâset", hükmî kirlilik de "hades" terimleriyle ifade edilir. Beden, elbise ve namaz kılınacak yerde bulunan, namaz ve benzeri ibadetlerin sıhhatine de engel olan hakiki yani maddî pisliklerden temizlenmeye "necâsetten tahâret", abdestsizlik ve cünüplük gibi hükmî kirlilikten temizlenmeye de "hadesten tahâret" denilir. Her iki tür temizlik de namaz ve benzeri ibadetlerin ön şartı konumundadır.


a) Necâset


Necâset, hakiki ve maddî pislik, kirlilik demek olup böyle maddeye "necis" tabir edilir. İslâm'da bir şeyin temiz olması asıl olup necâset ârızî bir vasıftır. Bu sebeple fıkıh kitaplarında dinen necis sayılan maddeler ve necis sayılma ölçüleri zikredilmekle yetinilir.


Ana hatlarıyla ifade etmek gerekirse, etinin yenmesi ister helâl ister haram olsun, akıcı kanı olan kara hayvanlarından dinî usule uygun biçimde boğazlanmadan ölen veya öldürülen ve bu hükümde olan hayvanların etleri necistir. Kan, domuz eti, sarhoş edici içkiler, insan idrarı, dışkısı ve ağız dolusu kusmuğu, etinin yenmesi helâl olmayan hayvanların eti, idrarı ve dışkısı dinen necis (pis) olduğunda ittifak edilen maddelerdir. Fakihlerin çoğunluğu şarabı da maddeten necis saymışlardır.


Eti yenen hayvanların idrar ve dışkısını Mâlikî ve Hanbelîler necis saymazken Şâfiîler necis sayar. Hanefîler'e göre tavuk, kaz gibi kümes hayvanlarının dışkıları "necâset-i galîza" (ağır pislik), sığır, koyun, geyik gibi dört ayaklı hayvanlarınki ise "necâset-i hafîfe" (hafif pislik) olarak nitelendirilir. Hanefîler'e göre at, eşek ve katırın idrar ve dışkısı ile havada pislemeleri sebebiyle sakınılması zor olduğu için, atmaca, kartal, güvercin gibi kuşların dışkıları, hafif pislik grubundadır. Domuz ve köpekte ihtilâf olmakla birlikte canlı hayvanların bedenleri necis olmayıp salya, idrar ve dışkıları etinin hükmüne tâbi olarak ağır veya hafif necis sayılır. Hayvanların derisi tabaklanınca temiz olur. Hanefîler domuz derisini, Şâfiîler domuz ve köpek derisini hariç tutarak meytenin (murdar hayvan) derisinin tabaklanınca temiz olacağı görüşündedir. Meytenin, içine kan nüfuz etmeyen boynuz, kemik, tüy, diş gibi katı cüzleri de Hanefîler'e göre temizdir. Hanefî ve Mâlikîler'e göre meni necis olsa da kurumuş ise ovalamakla temizlenmiş sayılır.


İslâm dini temizliğe büyük önem vermiş olup bu aynı zamanda insanın sağlam yaratılışının da gereğidir. Vücut, elbise ve çevredeki necis maddelerin her bir zerresinin en iyi şekilde temizlenmesi arzu edilen bir şeydir. İdeal olan bu olmakla birlikte böyle bir temizlik her zaman için mümkün olmayabilir. Bu sebeple de İslâm bilginleri Kur'an ve Sünnet'teki kolaylık ve kolaylaştırma ilkesinden hareketle ibadetler için gerekli maddî temizliğin alt sınırını belirlemede bazı ölçüler getirmeye çalışmışlardır. Bu aynı zamanda namaz temizliği için hoşgörü sınırını da belirlediği için ferdî-dinî mükellefiyet açısından önem taşır. Hanefî fakihlerinin necis maddeleri ağır pislik-hafif pislik şeklinde ayırmaları da bu anlayışın ürünüdür.


Ağır necâset ile hafif necâset arasında kirlenmeye yol açma yönüyle bir fark yoktur, ikisi de kirlilik sebebidir. Bu ayırım daha çok namazın sıhhatine engel olup olmama yönüyledir. Ağır sayılan necis madde eğer katı ise yaklaşık 3.5 gramı (1 dirhem), sıvı ise el ayasını (avuç içi) kapsayacak miktarı ve fazlası vücut, elbise veya namaz kılınacak yerde bulununca namazın sıhhatine engel olur. Hafif necâsetin ise bir uzvun veya onu örten elbisenin dörtte birinden az miktarına bulaşmış olması namazın sıhhatine engel olmaz. Temiz olmayan bir maddenin hoşgörü sınırını aşmayan miktarı ile namaz kılmak mekruh sayıldığından, namaza başlanmadan önce her türlü kir ve pis maddelerden temizlenmek gerekir.


Öte yandan, dinde güçlüğü giderip kolaylığı sağlama düşüncesiyle, kaçınılması zor olduğu için vücut ve elbiseye sıçrayan idrar serpintileri, sokaklarda yürürken sıçrayan çamur parçaları, sinek ve benzeri haşerattan bulaşan pislikler, necis maddelerin buhar ve tozu gibi nesneler aynı hoşgörü sınırı içinde bulunmuştur. Bununla birlikte bu tür ruhsatlardan sadece ihtiyaç halinde yararlanmalı, imkân olduğu ölçüde namazda ve namaz dışında vücut, elbise ve çevre temizliğinde âzami ölçüde titizlik gösterilmelidir. Zaten namaz ruhun Allah'a yükselişini ve O'nun huzurunda duruşu simgelediğinden müslümanın en temiz ve güzel elbisesiyle namaza durması tavsiye edilmiştir. İmkânı olanların sadece namazlarda giymek üzere özel bir elbise edinmesinin yararından söz edenler, her ne kadar öncelikli olarak bu maddî temizliği gözetmiş olsalar da, gerek Peygamberimiz'in ve ashabının tarzlarına uymadığı gerekse ibadetin gündelik hayatın doğal bir parçası olduğu esprisini zedeleyeceği mülâhazasıyla, özel namaz elbisesi edinmek hoş karşılanmamış, bunun yerine mümkün olduğu ölçüde her zaman temizliğe dikkat etmenin gerektiği vurgulanmıştır.


b) Hades


Hades fıkıh dilinde, abdestsizlik veya cünüplük sebebiyle insanda meydana geldiği var sayılan hükmî kirliliği veya bu kirliliğin sebebini ifade eder. Hades, büyük hades ve küçük hades şeklinde ikiye ayrılır. Gusülle giderilebilen cünüplük (cenâbet), hayız ve nifas gibi hükmî kirlilikler büyük hades, abdestle giderilebilen hükmî kirlilik de küçük hadestir. Buna bağlı olarak gusül büyük hükmî temizlik, abdest de küçük hükmî temizlik adını almıştır. Buna göre cünüplük, hayız ve nifas halleri büyük hükmî kirlilik halini, abdesti bozan sebeplerin varlığı da küçük hükmî kirlilik halini doğurur. Bu kimselerin tâbi olacağı dinî mükellefiyet ve hükümler aşağıda ayrı ayrı anlatılacaktır.


C) TEMİZLEME YOLLARI


Hükmî kirlilik hali demek olan hadesten, hükmî temizlik usulü olan ve her birinin kendine mahsus ayrıntılı hükümleri bulunan abdest, gusül ve teyemmümle temizlenilir. Dinen temiz sayılmayan maddî kirliliğin (necâset) ise çeşitli yol ve usullerle giderilmesi mümkündür.


Hanefî mezhebinde necâseti temizleme yolları konusunda sosyal şartlar ve ihtiyaçlar dikkate alınarak daha toleranslı davranılmış ve kolaylık ilkesine ağırlık verilmiştir. Mâlikî mezhebinin bu konudaki tavrı da Hanefî mezhebine yakındır. Şâfiî ve Hanbelî mezheplerinde ise namazın sıhhatine engel olur düşüncesiyle temizlik konusunda daha sıkı şartlar getirildiği görülür.


Özetle ifade etmek gerekirse, temizliğin en genel ve tabii usulü su ile yıkamaktır. Suda kaynatma, ateşe sokma, silme, ovalama ve kazıma, kurutma, üzerine toprak serpme, içindeki suyun bir kısmını veya tamamını boşaltma, yapı değişikliği (istihâle), boğazlama ve tabaklama başlıca temizleme yol ve usulleri olarak zikredilebilir. Bunlar arasında içine necis bir maddenin düştüğü havuz, depo ve kuyuların temizliği ile büyük ve küçük abdest bozduktan sonra yapılacak beden temizliği ayrı bir önem taşır.


a) Depo ve Kuyuların Temizlenmesi


Fıkıh literatüründe kuyu, havuz ve depo sularının sağlık kurallarına uygun biçimde korunması, kirletilmeyip temiz tutulması, içine bir pislik düştüğünde ise temizlenmesi usulleri üzerinde önemle durulmuştur. Hanefî fakihleri, durgun suları büyük ve küçük havuz şeklinde ikiye ayırıp büyük havuzun yani "çok su"yun miktarını belirlemede suyun yüzey genişliğini esas almışlardır. Hanefîler'in bu ölçüsü gereği kuyular küçük su hükmünde olduğundan, içine necis bir madde düştüğünde temizlenmesi için duruma göre belli miktarda suyun, bazan da kuyunun tamamen boşaltılması gerekli görülür. Şâfiî ve Hanbelîler ise büyük havuz-küçük havuz ayırımında suyun hacmini esas almışlardır. Görüş ve ölçüleri ne olursa olsun, fakihlerin hareket noktası, suyun gerekmedikçe pis sayılmasını ve israfını önlemek, bunun yanı sıra suyun, içine düşen pislikten etkilenmeyecek ölçüde çok olması ve suyu kullanan kimsenin pislikle temas ihtimalinin de iyice zayıflaması durumunda suyu büyük havuz saymak olmuştur. Bununla birlikte bu konuda benimsenen ölçü ve miktarlar bu hukukçular tarafından aklî istidlâlle ve yapılan bazı deneylerle bulunmuş ictihadî görüşlerden ibarettir. Böyle olunca kuyu, havuz ve deponun ne miktarı boşaltıldığında ve hangi usuller uygulandığında dinen temizlenmiş sayılacağı hususu, suyun sağlık kurallarına fizikî ve maddî temizlik ölçülerine uygun olması gereğinden ayrı düşünülemez.


Fakihlerin konuyla ilgili ölçü ve önerileri suyun hem maddî yönden temizliğini sağlamayı hem de dinî yönden temiz ve temizleyici oluşuna açıklık getirmeyi amaçlar. Böylece bu suyla yapılan hükmî temizliğin ve ona bağlı olarak yapılan ibadetlerin sıhhatiyle veya iade yükümlülüğüyle ilgili objektif ve mâkul ölçüler geliştirilip kargaşanın ve keyfîliğin önlenmesine, mükelleflere kolaylık ve iç huzuru sağlanmasına çalışılmıştır. Fıkhın ilk dönemlerde ferdî ve sosyal hayatla ilgili bütün problemlere eğildiği ve müslüman toplumların âdeta hayat bilgi ve tecrübesini de kapsadığı düşünülürse, suyun temizliği ve temizlenme usulüyle ilgili bu görüşlerin fakihlerin bilgi ve tecrübe birikimlerini yansıtan ve maddî temizlik için ortalama bir tedbir getirmeyi amaçlayan görüşler olarak algılaması daha doğru olmaktadır. Bu konuda suyun teminindeki veya boşaltılmasındaki zorluklar, suya düşen necis maddenin miktarı, suyun miktarı ve şahısların kalben tatmin olmalarının da ayrı ayrı önemli olduğuna, kişilere bu çerçevede bir inisiyatif kullandırmanın doğru ve yeterli olacağına işaret etmek gerekir. Netice itibariyle suya dinen pis sayılan veya sağlık açısından zararlı bir maddenin düşmesi halinde bu depo, havuz ve kuyunun mümkün olduğu miktarda boşaltılması, ayrıca fen bilimleri ve sağlık açısından da yeterli düzeyde ve usulde temizliğin sağlanması gerekir.


b) İstibrâ ve İstincâ


İslâmî öğretiler bütün hayatı kuşatıcı nitelikte olduğu için, bu öğretilerde zaman zaman şahısların en özel ve mahrem görünen durumlarıyla ilgilenildiği ve bu konuda bazı emir ve tavsiyelerde bulunulduğu da olur. Tuvalet âdâbıyla ilgili olarak hadislerde ve fıkıh kültüründe birtakım kural ve önerilerin bulunması böyledir.


Küçük ve büyük abdest bozduktan sonra yapılması gereken maddî temizlik, gerek bunun akabinde yapılacak hükmî temizliğin ve ibadetlerin sıhhati gerekse ferdin sağlığı, beden ve elbise temizliği açısından önemlidir. Küçük abdest bozduktan sonra idrar yolunda kalabilecek idrar damla ve sızıntılarının tamamen kesilmesi için bir süre bekleme, bundan sonra vücuttaki idrar sızıntılarını temizleme işlemine fıkıh dilinde "istibrâ" denilir. Özellikle erkekler açısından istibrâ daha önemlidir. Şayet özür hali söz konusu değilse vücuttan idrar sızıntısı olduğu sürece abdest geçerli olmaz. Bunun için de idrarın vücuttan iyice çıkmasını beklemek, bu amaçla biraz hareket etmek, yürümek veya öksürmek gerekebilir. İdrar sonrası abdest alınmayacak olsa bile, temizlik iyi yapılmadığında geriye kalan idrar sızıntısı elbiseye bulaşacağından bu temizliğe dikkat edilmesi her zaman önemini korumaktadır. Bunun için Hz. Peygamber idrardan sakınmayı emretmiş, kabir azabının çoğunun idrardan sakınmama sebebiyle olacağını haber vermiştir (Buhârî, "Vudû", 55; İbn Mâce, "Tahâret", 26).


Çevre temizliği kadar beden ve elbise temizliği de gerek kişinin sağlığı ve beşerî ilişkileri gerekse ibadet hayatı için önem taşıdığından literatürde "istincâ" terimiyle ifade edilen temizlik yani büyük abdest bozulduktan sonra dışkı ve idrar yollarında yapılacak dışkı, idrar vb. temizliği de müslümanın hayatında ayrı bir önem taşır. Aslolan bu temizliğin su ile yapılmasıdır. Hatta su ile temizliğin İslâm toplum ve medeniyetinin en belirgin vasıflarından biri olduğu ve bu sebeple Müslümanların kavuştukları beden ve elbise temizliğinin Batılılar tarafından da hayranlıkla ifade edildiği görülür. Su bulunmadığı takdirde bu temizliğin en uygun temizlik araçlarıyla yapılması gerekir. Temizlik sol elle yapılmalı, suyun ve diğer temizlik araçlarının kullanımında israftan kaçınılmalı, fakat temizliğin titizlikle yapılmasından da ödün verilmemelidir. Fıkıh kitaplarında eğitim ve ilim aracı olduğu için kâğıdın istibrâ ve istincâda kullanılması doğru bulunmamış ise de günümüzde iki kâğıt türü birbirinden ayrıldığı ve kâğıdın imal ve temini kolaylaştığı için, özellikle büyük abdest temizliğinde suyun kullanımı ve kurulanma kaçınılmaz olmuştur. Bu itibarla Batı toplumlarında yaygın olduğu şekliyle sadece tuvalet kâğıdı ile temizlenmenin yetersiz olduğunu, su ile temizlik yapıldıktan sonra avret yerinin bez veya tuvalet kâğıdı ile kurulanmasının sağlık ve temizlik açısından daha uygun hatta gerekli olduğunu belirtmek gerekir.



Diyanet Vakfı Yayınlarının İlmihal Kitabından alıntılanmıştır.

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak