3 Nisan 2023 Pazartesi

İSLAM ÖNCESİ TÜRK TARİHİNİN KAYNAKLARI ÜZERİNE

 

Tarih ilminin yapılmasına, yani tarihin yazılmasına aracı olan her şeye kaynak diyoruz. Bu bakımdan eski Türk tarihinin kaynaklarını üç kısma ayırıyoruz.


A-Sözlü Kaynaklar


B-Arkeolojik Buluntular


C- Yazılı Kaynaklar  (Kütüphane malzemeleri)


Şimdi sırasıyla bunlar üzerinde duracağız.


A-Sözlü Kaynaklar


I-Mitoloji, Efsane, Destan ve Eski Türk İnançları


Sözlü olarak günümüze gelen tarihi kaynakların başında mitoloji, eski Türk inançları, örf ve adetleri gibi unsurlar gelir. Dünyanın en çok din değiştiren toplumlarından biri olan Türkler, zaman içerisinde bu dinlerin bazı taraflarını kendi gelenek ve görenekleriyle de birleştirerek günümüze kadar taşımıştır.

Türk örf ve adetleriyle beraber, töre adını verdiğimiz toplumsal düzenin gereği olan yasalara ait ilk kayıtları Çin yıllıklarıyla, Orkun kitabeleri, Divanü Lügat-it Türk ve Kutadgu Bilig gibi yazılı kaynaklarla, destanlarda görebilmekteyiz. Ayrıca Türk yurtlarını gezen seyyahların eserlerinde de bu töre ve geleneklere rastlanılır. Mesela 585 yılında, Kök Türk Kağanlığının başında bulunan Işbara Kagan, içeriden ve dışarıdan vurulan darbeler yüzünden bunalmış ve Çin imparatorluğundan yardım istemişti. Onun bu dileğine olumlu cevap veren Çinliler, buna karşılık Işbara Kagan'dan "Çin adetlerini benimsemelerini" talep ettiler. O da; "bizim adet ve geleneklerimiz çok eski çağlardan beri devam edegelmiştir. Bundan dolayı onları değiştirmeye benim gücüm yetmez. Bizim topraklarımızda idare edilenlerle, yönetenler arasında kurulmuş olan düzeni yaralamağa ben cesaret edemem", diyerek her şeye rağmen törelerinden vazgeçemeyeceğini söylüyordu.

Türk töresine verilen önemi bu şekilde Çin kaynaklarından öğrendiğimiz gibi, Kök Türkçe yazıtlardan da kanunların yerinin Türk devlet yapısına nasıl tesir ettiğini görüyoruz. Kitabelere göre, iyi bir kagan ülkesinin törelerini, yani kanunlarını düzenlemeli ve yaymalıdır. Bumın ve lstemi kardeşler kaganlığın başına geçer-geçmez ülkeyi ve töreyi düzenlediler!. Çünkü kuvvetli bir devletin varlığı için gerekli olan şartlardan birisi de kanunlara sahip olmadır.

Her ne kadar Türk milleti kanunlarını yazılı olarak saklamadıysa da, yüzyıllardan beri sözlü olarak gelen töre hükümleri herkes tarafından bilinmekte ve kayıtsız-şartsız uyulmaktadır. Töre hükümlerine aykırı davrananlar ise en ağır şekilde cezalandırılırdı. Bütün Türk sülaleleri gibi. Çingiz Han'ın kurmuş olduğu hanedanlıkta töreye dayanıyordu.

Bilindiği gibi Türk düşüncesinde önemli bir yer teşkil eden otoriter devlet anlayışının iki dayanağından biri töreye sıkıca bağlılık, biri de devlet kuruluşlarının işleyişine damgasını vuran bu nizamda dikkatli ısrardır. Kanunlardan mahrum bir devletin yaşaması zaten düşünülemez.

Araştırmacıların bazılarına göre, tarih sözlü bir ortam içerisinde başlamış ve ifade edilmiştir. Sözlü kaynakların içerisinde saydığımız mitolojinin kadrosuna ise, "tarihte adı geçmeyen veya artık unutulmuş büyük kahramanlara ait efsaneler" girer. Bu açıdan konuya bakacak olursak, tarihimizde gerçekle hikayenin karışmış olduğu pekçok efsaneye sahibiz. Bunların başında, Türklerin şimdilik tarihi kaynaklardan öğrendiğimiz ilk devletleri olan Hunların hükümdarı Mo-tun'un hayatı gelir. Malumdur ki, Mo-tun'un gençliği ve mücadeleleri Çin kaynaklarında renkli bir şekilde anlatılmakta ve bunlar Türk tarihine ait ilk destanı materyaller olarak göze çarpmaktadır. Bunun yanısıra Mo-tun ile Oğuz Kağan'ın aynı kişi olduğunu iddia edenlerin de varlığından bahsetmekte fayda vardır. Hun birliğinin en kudretli ve meşhur hükümdarı olan Mo-tun (M.Ö. 209-174), babasının kendisini varis göstermemesi üzerine, emrinde bulunan ve kendisinin eğittiği bir tümen asker ile babasını bir sürek avında suikast sonucu öldürmüş ve Hun birliğinin başına geçmişti. O sırada ülkede birtakım karışıklıklar olduğundan zayıf bir halde bulunan Mo-tun'dan komşuları olan Tung-hular, babası Tuman'ın hiç durmadan 1000 mil koşabilen atını istemişlerdi. O da bir kurultay toplayıp, durumu vezirlere sormuş, devlet ileri gelenleri bu atın verilmemesi yolunda karar verdikleri halde, Mo-tun bu atı gelen Tung-hu elçisine vermişti. Bu olaydan kısa bir müddet sonra hiçbir töre ve gelenek tanımayan Tung-hular bu kez de Mo-tun'un hatununu istediler. Devlet meclisi derhal savaş ilan etmeyi teklif ettiyse de, Mo-tun kendi eliyle hatununu verdi. Her ne pahasına olursa olsun Türklerle savaşıp, onların ülkesini ele geçirmeyi planlayan Tung-hu hükümdarı ordusunu toplayarak, sınırda bulunan terkedilmiş, çorak bir araziye girdi. Hükümdar elçi gönderdi ve Mo-tun' dan bu toprağı istedi. O da, hemen kurultayı topladı ve devlet ileri gelenlerinin görüşünü sordu. Onlar da Mo-tun'un daha önceki kararlarını göz önünde bulundurarak, "bu toprak parçasını ha terk etmişiz, ha terk etmemişiz, ne fark eder" dediler. Bunun üzerine Mo-tun kızarak şöyle kükredi: "Toprak devletin temelidir. Biz onu başkasına nasıl verebiliriz" dedikten sonra, toprağı verme taraftarı olanların başını hemen kestirdi.

Türk tarihi için son derece önemli olan bu efsanevi vesika Çin'in ilk resmi tarihi sayılan Shih-chi adlı yıllığın 110. bölümünde kaydedilmiştir.

Bundan başka efsanevi unsurların içinde bulunduğu Türklerin türeyişleriyle alakalı sözlü kaynakların içerisinde Kök Börü ve Ergenekun efsaneleri gelir ki, bunların da Türk tarihi açısından önemi; milletimizin karakterini ve milli yapısını yansıtmasıdır. Bu efsaneleri de şöyle özetleyebiliriz: "Her şeyin sahibi olan Tanrı bir gün yukarıda mavi gökleri yarattı. Sonra bu muazzam uzay boşluğu içerisine dünyaları yerleştirdi. Önce göğü, sonra da yağız-yeri yaratmıştı. Bütün bunlara rağmen eksik olan bir şey vardı. Bu yaratmış olduğu evrene öyle bir şey eklemeliydi ki, hem kendisinin yarattıklarının en üstün varlığı, hem de bu dünyanın bir anlamı olmalıydı. Böyle düşünürken kendisinden de bir şeyler kattığı insanı vücuda getirdi. Ye "yukarıda mavi gök, aşağıda yağız yer kılınmış; ikisinin arasında da insanoğlu yaratılmıştı". Fakat Tanrı, insanları farklı farklı yarattı. Onları çeşitli ırklara, kabilelere böldü. O, insan ırklarının bu şekilde birbirlerini tanımalarını ve karışmamalarını istiyordu.

Binlerce yıl geçtikten sonra insanoğlu yeni yeni şeyler öğrendi, başka başka özellikler kazandı. Irklar zamanla birbirlerinden tefrik edilmek için çeşitli adlar almaya başladılar.

İşte bunlardan birisi vardı ki, o zamana kadar yaratılmış olan hiçbir ırka, hiçbir soya benzemiyordu. Tanrı, bu ırka o vakte kadar meydana getirdiği hiçbir soyda olmayan meziyetler ve hünerler bahşetti. Bu ırk dünyanın en savaşçı, en zeki, en dürüst, en güzel ahlaklı ırkıydı. Bulunduğu coğrafyada ona korkuyla karışık bir saygı hissi vardı. Bu ırk zayıfların ve haklıların koruyucusu, zalimlerin ve haksızların düşmanıydı.

Yukarıda her ırkın kendini diğerlerinden ayırmak için adlar almaya başladığını söylemiştik. O zamanlar, bahsetmiş olduğumuz bu ırkın başında tıpkı kendisi gibi çok cesur, yiğit ve akıllı bir kişi vardı. Herkes onun sözünü dinler, yap dediğini yapar, yapma dediğini yapmazdı. Bu kişinin adı 'Türk'tü. Türk "güç, kudret, erdem" demekti. Onun soyundan gelen kişiler de bu özelliklerinden dolayı o öldükten sonra, bu adı almayı uygun buldular.

Türk'ün yeryüzünde bu kadar sevilmesi, bu ırkın üstünlükleri yüzünden dünyada bazı ayrıcalıklara sahip olması, çevredeki toplumların ve ülkelerin bazılarının ona düşman olmasına sebep oldu. Onun bu düşmanları aralarında gizli planlar yaparak; Türk milletini bir gün tuzağa düşürerek büyük bir bozguna uğrattılar. Bu korkunç baskından bir çocuk haricinde kimse kurtulmamıştı. Düşman askerleri bu çocuğu öldürmemişler, fakat kol ve bacaklarını keserek bir bataklığa atmışlardı.

Yeryüzünde olup-biten bu işleri Tanrı makamından seyrediyordu. Kendi yaratmış olduğu, bu kutlu ırkın yok olmasına razı olmadı. Onun için bu çocuğun yanına bir dişi kurt gönderdi. Bu dişi börü, çocuğa et ve yiyecek getiriyordu. Bunlarla beslenen çocuk ölümden kurtuldu. Biraz büyüyen bu çocuk kurtla birleşti ve kurt ondan gebe kaldı. Etrafta kurt gibi yaşayan bir çocuğun olduğunu duyanlar, onu öldürmeye geldikleri zaman, kurt Tanrı'dan gelen buyruğu dinleyerek, çocukla birlikte yaşadıkları göl kıyısının kuzeyinde bulunan bir dağa kaçtı. Bu dağın içerisinde çok büyük bir mağara vardı. Börü çocuğa yol göstererek mağaranın içerisine girdi. Ortasında otları, ağaçları, nehirleri ve gölleri olan bir ova bulunuyordu. Bu ovanın genişliği onlarca km2 idi. O kadar güzel bir yerdi ki, Tanrı bu Türk çocuğunu adeta cennetin dünyadaki bir eşi olan bu yere özellikle getirmişti. Onun burada çoğalmasını, güçlenmesini ve yeniden kendi adaletini uygulamasını istiyordu. Börü burada on erkek çocuk doğurdu. Bu on çocuk büyüyünce, bu dağı binbir güçlükle geçip, on tane kız kaçırarak buraya getirdiler ve burada çoğaldılar. Bunlardan birisi kendisine Aşina soyadını alarak, çadırının önüne kurt başlı bir sancak astı. Daha sonra bunların hepsinin başı oldu.

Aradan yıllar geçti, Türkler buraya sığmaz oldular. Artık Ergenekun (Kunların çoğaldığı, ergenleştiği yer-Halkın çoğaldığı yer) adı verilen bu kutlu yurttan çıkmak gerekiyordu. Çünkü onlar yıllarca atalarından çeşitli hikayeler dinlemişlerdi. Yaşadıkları, çoğaldıkları bu yurdun dışında bir zamanlar atalarının hükmettiği çok geniş ülkeler vardı. Burada durup, oturmak onlara yakışmazdı. 'Türk'ün yaradılışının bir gayesi bulunuyordu. O sadece ok çekip, kılıç sallayan bir kavim değildi. Tanrı onu yeryüzünde adaleti ve düzeni sağlasın diye göndermişti. Dürüstlüğün ve iyi ahlakın timsali olması için vazifelendirmişti. Bu görevlerini icra etmesi için yeniden dünyanın içine dalmalıydı. Fakat buna bir engel vardı. Bu geniş ovadan çıkmanın bir yolunu bilmiyordu. İçlerinden akıllı bir demirci Çıkıp, kendisinin bir planı olduğunu söyledi. O, dağın bir yerinde demir madeni olduğunu ve burayı eriterek dışarı çıkabileceklerini söylüyordu. Buna herkes yürekten sevindi. Çoluk-çocuk, yaşlı-genç herkes elinden geldiğince çalıştı. Kimi odun toplayıp yığdı, kimi körük dikti. Dağın birçok yerinde sıra sıra kömür dizildi. Yamaçların sağına-soluna bir sıra odun, bir sıra kömür kondu. Dokuzyüz deve derisinden yapılan körükler çalıştı; en yaşlı Türk odunları ateşledi ve ellerini göğe kaldırarak ulu Tanrı 'ya yalvarmaya başladılar. Tanrı yeryüzüne göndermiş olduğu bu kavmin dualarını işitti. Demir dağ eridi. Türkler hep bir ağızdan "Tanrı Türk'ü korusun" diye bağırıyorlardı ve O'da yeryüzünün efendisi bu kavmi esirgedi. Yol açıldı. Ancak onların bu günü unutmalarına imkan yoktu. Bu kutlu gün bayram ilan edildi. Hayatlarının yeniden başlangıcı, yeni yılın ilk günü olarak kabul gördü. Bütün Türk boyları yaşadıkları müddetçe bu günü unutmadılar. Ergenekun Bayramı'nda çeşitli oyunlar, eğlenceler ve spor müsabakaları düzenledikleri gibi, atalarının yeniden çoğaldıkları bu yere her sene giderek kurbanlar kestiler. Buraya "Ata sini" yani "Kutlu Atalar Mezarlığı" adını vererek, orada kurultaylar düzenlediler. Yeni yılı karşılarken, burada merasim yaptılar, hanedanlar devletin başına geçerken halkın da katıldığı, kağanlık seçimlerini burada yaptılar".

Hun ve Kök Türk döneminin efsanelerinden sonra biraz da Uygurlarınkinden bahsedelim. Bilindiği gibi, Kök Türklerden sonra Türk devletinin başına Uygurlar geçtiler. Çin kaynakları Uygurların, Kök Türkler gibi Hunların neslinden oldukları yolundaki haberlerde hem-fikirdirler ve onların da kurttan türediğini söylerler. Hatta Çin yıllıklarında Uygurların sesinin kurda benzediği zikredilmektedir. Uygurlara ait iki önemli efsane mevcuttur: Bunlardan birisi Türeyiş, diğeri Göç Efsanesidir ki, konuları kısaca şöyledir: "Hunların eski tanhularından birinin o kadar güzel iki kızı vardı ki, Tanrının onları insanoğulları ile evlendirmek için yaratmış olduğuna inanmıyordu.

Böylece kızlarını daha yüce biriyle evlendirmek için memleketinin kuzey taraflarında yüksek bir kule yaptırdı. İki konçuy buraya hapsedildiler. Bir börü, Hun konçuylarının yaşadığı kulenin etrafında gece-gündüz dolanıyordu. Kulenin dibinde kendine bir in yaptı. Küçük kız, bu kurdun babalarının kendileriyle evlendirmek istediği varlık olduğuna inanarak, kuleden aşağıya inerek kurtla evlendi. İşte bunlardan olan çocuklar Uygur halkının atalarıdır. Söylendiğine göre Uygurların sesleri kurtlarınkine benzer.

Uygurların eski yurtlarında Karakurum adında bir dağ vardı. Bu dağdan iki nehir çıkardı. Birinin adı Selenge, diğeri Togla. Bu iki nehir arasındaki bir ağaç üzerine bir gün kutlu bir ışık indi. Bu ışık dokuz ay boyunca devam etti ve ağacın gövdesi şişti. Dokuz ay on gün sonra bu ağacın içinden beş çocuk çıktı. En küçüğünün adı Bugu idi. Memleketini çok iyi idare ettiği için han oldu. Kendisinden sonra gelenlerde Uygurların kağanı oldular.

Daha sonra onlar Çinlilerin T'ang sülalesiyle birçok savaşlar yaptılar. Uygur prensesleri Karakurum'daki kutsal bir dağda oturuyorlardı. Çinliler, Uygurların zenginliğinin buradan geldiğine inandılar. Onun için, "siz bizim prensesimizi aldınız, buna karşılık sizin kutlu dağınızdaki taşları biz alıp kullanmak istiyoruz" dediler. Devlet ileri gelenleri buna karşı çıktılarsa da, kağanı kandırdıklarından dağı parçalayarak Çin'e götürdüler. Bu taşların götürülmesinden sonra bütün hayvanlar göç, göç diye bağırmaya başladılar; kağan öldü ve Uygurlar Turfan'a göç etmek zorunda kaldılar. Böylece "Uygurların Göç ve Türeyiş" efsanelerini de özetlemiş olduk.

Zaman içerisinde meydana gelen destanlar yukarıda görüleceği üzere birçok mitolojik unsuru bünyelerinde toplamıştır. Türk dili ve edebiyatının en mühim bakiyelerinden olan destanlar Türk tarihi açısından da kaynak özelliği taşır. Destanlar Türk milletinin tarih sahasına çıkışıyla başlar, günümüze kadar gelişen edebiyatımızda ise üzerinde sıkça söz edilen bir tür olarak görülür. Geniş zaman çizgisi içerisinde bazan tarih, bazan da almış olduğu unsurlar icabı bir hayat hikayesi anlamındadır. Destanlar milli ülkülerle donanmış manzum eserlerdir. Çağlardan beri sürüp-gelen bu destanlar, milli ruhu ifade eder. Milli ruhu hayatta tutabilmek, hatta milli tarihi yaratabilmek için pek çok milletin uydurma destanlar bile yazdığına tarih şahit olmuştur. Mesela bugünkü Fars milletinin bir ırk olarak ayakta kalabilmesi milli şairleri Firdevsi'nin yazmış olduğu Şehname'ye bağlıdır.

Türk destanlarına bir nevi halk tarihi de diyebiliriz. Türk destanları üzerinde çalışan ilk Türk ilim adamı Ziya Gökalp'tir. Ziya Gökalp'in vaktiyle ilkokul çocukları için çıkan "Çocuk Dünyası" adlı haftalık dergide "Türk Tufanı" başlığı ile yazdığı bir manzume Oğuz Kağan Destanı'nın değiştirilmiş bir şeklidir. Sonra bir Başkurt Türkü olan Z.Velidi Togan, Türk destanlarının sözlü olarak yaşadığı coğrafyayı ve lehçeleri bilip, aralarında bulunmuş olmanın avantajını da kullanıp, destanlarımızı tasnif etmeye çalışmış ve bazı karanlık noktaları aydınlatmıştır.

Milli destanın meydana gelmesi için üç merhalenin geçmesinin lazım geldiği kabul edilir:

1-Destani ruhlu bir milletin çeşitli devirlerdeki maceralı hayatını halk şairleri ufak parçalar halinde söyler,

2-Milletin bütününü ilgilendiren bir hadise, bu çeşitli destan parçalarını bir merkez etrafında toplar,

3-Sonunda, millette büyük bir medeni hareket olur ve o sırada çıkan aydın bir halk şairi bu parçaları toplayarak milli destanı yaratır.

Destanlarımızı bir de nazma çekme çalışmaları oldu, Bunu yapanlar da daha önce söylediğimiz Ziya Gökalp'tan başka, Rıza Nur ve Basri Gocul'dur. Oğuz Kağan Destanı'nı nazım şekline sokan Rıza Nur 6100 mısrayı aşan büyük bir eser meydana getirdi. Son olarak bu hususta gayret gösterenler kişilerden birisi N.Yıldırım Gençosmanoğlu oldu.

Ancak sayısı yüzün üzerinde olan Türk destanlarının tasnifi, incelenmesi, yorumlanması hala tamamlanmış değildir. Bu ortak destanlarımızın bazıları ve konuları şöyledir:

1-Abılay Han Destanı, bugünkü Kazak Türklerine ait olup. 15. yüzyıldaki Kazak boy birliğinin teşekkülünün izlerini taşır.

2-Alp Er Tonga Destanı'na ait ilk bilgileri Kaşgarlı Mahmut vermektedir. Divanü Lilgat-it-Türk'de Afrasyab olarak geçen Turan hükümdarı Alp Er Tonga ile birleştirilmektedir. Afrasyab, Turan-İran savaşları sebebiyle ilk önce Şehname'de zikredilir. Ancak, Kaşgarlı'nın bahsettiği Alp Er Tonga'nın, Şehname'de geçen Afrasyab ile bir olduğu yolunda şüpheler vardır. Bize göre Alp Er Tonga, 714 yılında Beş-Balık'ın kuşatılması sırasında tuzağa düşürülerek öldürülen, Kapgan Kağan'ın büyük oğludur. Kişilik olarak Köl Tigin'e benzeyen, Kök Türkler arasında çok sevilen ve bütün ömrünü Türk milleti için harcamış olan Tonga Tigin'in kahramanlıkları ölümünden sonra da Türkler arasında yaşamış ve bir efsane olarak Kaşgarlı'nın çağına kadar gelmiştir. Kaşgarlı Mahmud'da Türkler arasında yaşayan bu destanı duyduğu için eserinde zikretmiştir.

3-Alpamış Destanı'nın en çok Kara-Kalpak varyantı meşhurdur. Dede Korkut hikayelerinden, "Bay Böre Bekoğlu Bamsı Beyrek" hikayesi Türk dünyası içinde en bilineni olup, Kara-Kalpakların ve Kazakların Alpamış veya Alpamsı, Başkurtların Alpamış, yahut Alpamşa adlı hikayeleri Dede Korkut'taki Bamsı Beyrek hikayesinin değişik coğrafi bölgelere göre işlenmiş varyantlarıdır.

4-Çingiz Han Destanı. Çingiz Han, bazıları sevsede, sevmese de, Türkleri bir bayrak altında toplayan, dünyanın en büyük hükümdarlarının başında yer alan, emrindeki küçücük bir kuvvet ile milyonlarca km.lik toprakları ele geçiren bir kişidir. Hem Türkler için, hem de Moğollar için son derece önemli bir insan olan Çingiz'in hayatı ve mücadeleleri zaten bir destan gibidir. Onun destanlaşmış hayatına ait bilgileri yazılı olarak biz, Moğollar'ın Gizli Tarihi'nden, Reşidüddin'in Camiü't-Tevarih'inden ve Cüveyni'nin Tarih-i Cihangüşa'sından öğreniyoruz. İşte bu kaynaklardaki bilgiler Türk ve Moğol halkı arasında yüzyıllardan beri sözlü olarak anlatılmaktadır. Daha sonraları yazıya geçirilmiş olan Çingizname'nin çeşitli nüshaları bulunmaktadır. Bunların arasında Paris, Berlin, British Museum nüshalarını sayabiliriz.

5-Çora Batır Destanı, Kazan'ı son Rus saldırısında müdafaa eden Çora Batır'ın kahramanlıklarını ihtiva eder. Bilindiği gibi Çora Batır ve Koçak Oğlan Kazanı kahramanca savunmuşlar ve onların yiğitlikleri Kazan Türkleri arasında sonradan destanlaşmıştır. Çora Batır Destanı, Sovyet-Rusya zamanında yasaklanan Türk destanlarındandır.

6-Dede Korkut Hikayeleri'nin nakilcisi olan, Dede Korkut'un adındaki Dede'nin Korkut kadar eski olmadığı ve bunun efsanevi Korkut'un yaşlılığını nitelemek için asıl ada sonradan eklendiği şüphesizdir.

Dede Korkut Kitabı'nın önsözünden anlaşıldığına göre Korkut Ata, Hz. Peygamber zamanına yakın bir vakitte yaşamıştır. Birçok tarihi kaynaklar ve hemen hemen bütün rivayetler, Korkut Ata'nın keramet sahibi bir kişi olduğu noktasında birleşirler. Bazı kaynaklar ve söylentiler, Dede Korkut'u 295-300 yıl yaşamış gibi gösterirler.

Dede Korkut Kitabı'nda onu vezir veya devlet adamı karakteri ile değil, ozanlar başı olarak görüyoruz. Destani hikayelerde ona bağlanıp, mal edilen başlıca işler şunlardır: Güzel sözler, hikmetler söylemek, Oğuzların türlü yönlerine ilişkin hikaye ve rivayetler anlatmak, hanların ve beglerin methiyelerini söylemek, eğlence ve törenlerde şarkılar çalmak, iyi insanlara hayır-dualar etmek, kötüleri kınayıp, ayıplamak ...Hayatı hakkında olduğu gibi, ölümü hakkında da bilgi yoktur. Mesela Kazak Türkleri arasında kopuz ve dombranın yapıcısıdır.

Asıl adı "Kitab-ı Dede Korkut ala Lisan-ı Taife-i Oğuzan" olan bu eser Oğuzların Azerbaycan ve Kuzey-doğu Anadolu yörelerindeki yaşayışlarını dile getirir ve İslam öncesi Türk hayatından da önemli izler taşır.

Dede Korkut'un 1950 yılına kadar tek nüshası biliniyordu. Dresten Kütüphanesindeki bu yazmadan ilk olarak bir Alman (Fleischer) söz etmiştir. Türkçe ilk baskısı Kilisli Rıfat tarafından yapıldı (1916). 1938' de O.Ş.Gökyay, bu nüshayı esas tutarak Türkiye'deki en mükemmel neşirlerinden birini yaptı. 1950'de Vatikan Kütüphanesinde E.Rossi ikinci bir yazmayı buldu ve 1952'de bazı eklerle yayımladı.

Dede Korkut hikayelerinin her biri başlı başına bağımsız gibi görünüyorsa da, hepsi birden bütünlük meydana getirmektedir.

7-Kalaç Destanı olarak biz Şu Destanı'nı görmekteyiz. Şu Destanı'nı araştırmacılar Türklerin eski devirlerine, yani Saka çağına mal ederler. Bu da, Kaşgarlı Mahmud'un Türkmen kelimesini açıklarken verdiği kayıtlara dayanmaktadır. Destanın ana teması şöyledir: İskender Doğu ülkelerine sefere çıkıp, nihayet Türk topraklarına dayanmıştı. Bugünkü Hocent'in bulunduğu yerde otağını kurmuş olan Şu adındaki Türk hükümdarı İskender'in gelişine hiç aldırış etmemiş, fakat İskender'in ordusu pek kalabalık olduğundan dolayı Türkistan’ın içlerine çekilmişti. Ancak onun tebasından 22 bey geç kaldıkları için orada kalmışlardı. Sonradan oraya ordunun izini takip eden iki kişi daha geldi. Yorgun ve bitkin olan bu iki kişi, diğer yirmi iki kişiyle tanıştılar, konuştular. İki kişi İskender'in buralardan da gelip-geçeceğini ve kimseye dokunmayacağını söylediler. Bunun üzerine diğer 22 kişi onlara "Kal aç" dediler. İşte bu iki kabileyle Türkmenlerin sayısı yirmi dört oldular.

8-Kublandı Batır Destanı, Özbek Türklerinin kahramanlık hikayeleridir. Burada hem İslam öncesi, hem de İslamiyet sonrası kültür unsurlarını görebiliriz. Özellikle bu destanda, 'Türk'ün kadına ve atına verdiği önem vurgulanmaktadır.

9-Manas Destanı, Kırgız Türklerinin 9. yüzyıldan sonra devlet sahibi olmalarını ve bunun için yaptıkları savaşları bünyesinde barındırır. Adı geçen asırdan 20. asra kadar Kırgız Türkleri arasında yaşayan, nesilden nesile sözlü olarak devredilen bu destan Türk kültürünün aşağı-yukarı bin yıllık bir bölümünü bütün halinde verir. Bu destanı ilk defa Batı alemine Çokan Velihanoglu (Velihanov) tanıttı. Destan, Kırgız ve genellikle Türkistan Türklüğü içerisinde görmüş olduğu rağbet üzerine bir de Manasçı adı altında halk şairi grubu vücuda getirmiştir. Barthold'a göre Manas Destanı 9. ve 10. yüzyıllarda teşekkül etmiştir. Destanın bugünkü vatanı olan Kırgızistan' da birçok boylar Manas veya oğlu Semetey'e izafe olunduğu gibi, Doğu Türkistan' da Manas nehri ile Manas şehri vardır. Manas adını taşıyan bu yerler, Türklerin rivayetlerine göre destanı kahramanın adı ile alakalıdır. Kafkasya'da da Manas adını taşıyan bir çay ve Talas vadisinde Manas'a ait bir türbenin olduğunu da zikretmekte fayda vardır. Bugün Manas Destanı'nın çeşitli rivayetleri bulunmaktadır:

1 -Sagımbay Orazbekoğlu Rivayeti, 1912-1930 yılları arasında tesbit edilmiş olup, 378 mısra halinde bir özettir.

2- Yolay Rivayeti ki, bu daha çok Radloff'un adıyla anılır. Bu rivayet Tokmak kentinin güneyindeki Şamsı ırmağı kıyılarında yaşayan konar-göçer kabilelerin bir ferdi olan Kırgız Manasçı'sı Yolay'dan kaydedilmiştir. Bu varyant 17.774 mısradır.

3-Çokan Valihanoğlu Rivayeti,  Manas konusunda derlenmiş ilk rivayettir. 19.000 mısradan fazladır.

4-Bekmurat Rivayeti, 32.000 mısradır.

5-Karalay Sayakbayoğlu Rivayeti, 40.000 mısra olup, 60 gecede tamamlanmıştır.

Manas Destanı'nda hem eski Türk dininin, hem de İslamiyetin izleri vardır.

Eski Türk kabile hayatı ve Türk dünya görüşü rastlanan ögelerdendir.

10-Oğuz Kağan Destanı'nın bugün bilinen tek nüshası vardır, o da Paris'te Fransız Milli Kütüphanesindedir. Uygur harfleriyle yazılmış olan bu nüsha İslam öncesi motifleri ihtiva eder. Bu eserin en iyi neşri 1932'de W.Bang ve R.R.Arat tarafından almanca olarak yapılmış ve 1936'da Türkiye Türkçesine çevrilmiştir.

Uygur Türkçesi ile kaydedilen Oğuzname’nin yanı sıra çeşitli eserlerde de tesbit edilen İslami dönemin izlerini taşıyan Oğuznameler de vardır. Elde bulunan destani rivayetlerin esasını da İlhanlı veziri Reşidüddin'in Camiü't-Tevarih'indeki farsça varyant teşkil eder. Sonra bazı değişikliklerle 15. yüzyılda Yazıcıoğlu tarafından Batı Türkçesine, 17. yüzyılda da Ebu 'l-gazi Bahadır Han aracılığıyla Doğu Türkçesine aktarıldı.

Oğuzname rivayetlerinde Oğuz Destanı'nın muhtevası olarak önce Oğuz'un soyu, dünyaya gelişi ve büyümesi bölümü, sonra Oğuz'un fetihleri ve boylara ad vermesi kısmı, daha sonra Oğuz'un yurdunu ikiye bölüp, oğulları arasında taksim etmesi bölümü ve Oğuz'un vasiyeti ve töresi göze çarpar.

11-Olonholar, Saha Türklerinin kahramanlık destanları ve sözlü edebiyatlarının zirvesidir. Olonholarda Sahaların mistik savaşçılarını, kahramanlarını ve kötü ruhlarla olan mücadelelerini görebiliriz. Bugün Saha Cumhuriyetinde Olonhoların toplanmasının birinci devresi bitmiştir. Olonhoların 150 tam metni ve 80' den fazla kısa özeti toplanmıştır. Şimdiye kadar 17 tam metin, 28 kısa özet ve 21 küçük parça basılmıştır. Bunların büyük bölümü Rus ihtilalinden önce hazırlanmıştı. Daha sonra Olonholar üzerinde incelemeler başlamıştır ki, bu da Sovyet-Rusya dönemine rastlamaktadır. Olonhoların bazı bölümleri o kadar uzundur ki, anlatılması birkaç gün sürer ve özel okuyucuları vardır.

Olonhoların hangi tarihi devreye ait oldukları konusunda anlaşmazlıklar vardır. Bunu bir neticeye vardırmak için Güney Sibirya ve Moğolistan'daki konar-göçerlerin içtimaı hayatlarının tetkik edilmeleri gerekmektedir.

Diğer yandan Türk tarihini yakından ilgilendiren birtakım yabancılara ait destanları da zikretmek lazımdır. Bunlar da tarihimiz ve kültürümüz için önemlidir. Türk olmayan kavimlerin bu destanları arasında İranlıların Şehname'sini, Almanların Nibelungen'ini, Rusların İgor Bölüğü Destanlarını sayabiliriz. Bu destanların pek çoğu doğrudan Türklerle alakalı olduğu gibi, bir kısmı da dolaylı olarak Türklerle ilgilidir.  


B-Arkeolojik Buluntular


Bütün dünya milletlerinin olduğu gibi, Türk milletinin de eski tarihini ve kültürünü aydınlatabilmek için ilk başta onlardan kalan maddi belgelere başvurmak zorundayız. Bunların içine ise daha çok arkeoloji, sanat tarihi ve etnografya malzemeleri girer.

Maddi kültür unsurları arasında çeşitli iskan yerleri, bengütaşlar, balballar, mezarlar, kap-kacak, hülasa her türlü maddi eşya yer alır. Konar-göçer bir hayat tarzını benimseyen Türkler özellikle kışlak merkezlerinde, barındıkları yapıları inşa ettiler. Doğuda Yenisey ve Selenge nehirlerinden başlamak üzere batıda Tuna'ya, yani Orta Avrupa'ya kadar Türklere ait pek çok yerleşim yerine rastlanılmaktadır.

Asya ve Avrupa topraklarında Türklerden kalma buluntu yerlerini ve çağlarını şöyle tasnif etmek mümkündür:

1-Taş çağı (M.Ö. 1O.000-M.Ö. 1700)

a-Geç Taş çağı (M.Ö. 10.000'ler)

b- Yontma Taş çağı (M.Ö. 8000-3000)

2-Bakır çağı M.Ö. 2500-1700 yılları arası olup, bu buluntu yerlerine Altay-Sayan, Minusinsk vadilerinde rastlanılır. Bu döneme ait Türklerden kalma at ve koyun kemikleri bulunmuştur. Demek ki, Türkler M.Ö. 2500'lerden beri koyunu biliyordu.

3- Tunç çağı M.Ö. 1700-1000 yıllarını ihtiva eden Andronova kültürüyle ön plana çıkar ki, burası Minusinsk bölgesindedir. Fakat Tunç çağı'nın Türk coğrafyasının çeşitli yerlerinde izleri vardır. Mesela, Tuva Tunç çağı, Tuva Cumhuriyeti sınırları içindeki Ulug-kem bölgesinde bulunmuştur. Burada çıkan kalıntılar M.Ö. 2000-700 yılları arasında olup, Tölöslere aittir. Kazak Tunç kalıntıları, Kazakistan topraklarında yer alıp, M.Ö. 2000-700 yılları dönemidir. Kara-sug Kültürü, M.Ö. 1300-700 yılları arasıdır ve Yenisey çevresiyle, Kögmen Dağları havalisinde ortaya çıkmıştır. Bu kültür de eski Tölös kabilelerinden kalmadır. Bu dönemin özelliği olan yassı mezar kültürünü Baykal Gölü' nün güney-doğusunda, Ötüken Dağları (Hangay), Selenge-Orkun, Tamır ırmakları ve Baykal Gölü çevresinde görüyoruz ve M.Ö. 1000 yıllarına aittir. Burada ortaya çıkarılan arkeolojik malzemeler, Minusinsk bölgesinde keşfedilen Tagar Kültürüyle benzerlik gösterir.

4-Demir çağı, buluntuları tıpkı Tunç çağı gibi Türk ülkelerinin farklı bölgelerinde rastlanılmaktadır:

a-Uyuk (Tuva) Kültürü, M.Ö. 700-200 yılları arasında oluşmuştur.

b-Tagar Kültürü ise, M.Ö. 700-M.S. 100 tarihlerine konulup, Kögmen Dağları ve Yenisey' in kolları çevresindedir.

c-Esik (Yesik) Kalıntıları M.Ö. 500 yıllarına ait olup, 1969 senesinde Kazakistan'ın Esik kasabasında başlayan kazılar neticesinde ortaya çıkarılmıştır. Kazakistanlı ilim adamlarından Kemal Akişev'in başkanlığında başlayan bu kazılarda elde edilen en mühim eser, gümüş bir kap üzerindeki Kök Türk harflerinin arkaik şekli olarak kabul edilen ve M.Ö. 5. yüzyıldan kalma olduğu söylenen yazılardır. Bu harfiyatta keşfedilen diğer önemli bir buluntu da, tamamen altınla işlenmiş üzerinde bir zırh bulunan Türk tiginine ait cesettir. Bu yüzden ilim literatürüne "Altın Elbiseli Adam" olarak geçti. Ayrıca bunların yanında 4000 parça altın eşya çıkarıldı. Esik kalıntılarının bulunduğu coğrafya Issık Köl çevresi, Ala- Tag, İli Vadisi, Çu- Talas arası, Kuz-Orda ve Taraz havalisinden ibarettir. Bu bölge tarihin en eski devirlerinden beri Türklerin yurdudur. Esik mezarlarından çıkarılan altın levhalar üzerinde at, dağ keçisi, geyik, pars, kurt ve yırtıcı kuşlara ait motifler vardır.

d-Taştık Kültürü, M.Ö. 300-M.S. 400 yıllarını ihtiva edip, yine Kögmen ve Yenisey bölgesinde ortaya çıkarıldı. Taştık kültürünün buluntuları arasında küçük hayvan heykelleri vardır. Kiselev, Taştık kültürünü doğrudan doğruya Kök Türk kültürünün ön hazırlığı olarak kabul eder.

e-Pazırık Kültürü, Altun- Yış (Altay), Yarış Ovası (Cungarya), Tarbagatay Dağları, Kara İrtiş ve Yumar (Ab) Vadileri etrafında ortaya çıkmıştır. Pazarık mezarları ilk defa 1919 senesinde S.I.Rudenko ve M.P.Gryaznov adlı iki ilim adamı tarafından bulundu. Sibirya'da Ulagan vadisinde, Pazırık denilen yerde, tamamen donmuş mezarlar içinde cesetlere ve eşyalara rastlanıldı. Pazırık mezarlarında M.Ö. 400-200 yıllarına ait halılar, giyim eşyaları, ayakkabılar, arabalar, mumyalanmış kadın ve erkek cesetleri, at koşumları, müzik aletleri ve süs eşyaları bulundu.

Tarih öncesi çağları ve kültürlerini böylece özetledikten sonra bulunan eşyaları da belki şöyle tasnif edebiliriz.

1-Her türlü giyim-kuşam eşyaları

2-Çeşitli süs eşyaları. Küpe, düğme, kopça, bilezik, gerdanlık, ayna, toka, kemer uçları

3-Savaş aletleri. Ok ucu (termen), balta, bıçak, süngü, kılıç, zırh, kalkan, bayrak, tug vs.

4-Ev aletleri. Çekiç, balta vs.

S-Mutfak eşyaları. Her türlü kap-kacak.

6-At koşumları. Eğer, gem, üzengi, kayış tokaları.

7-Ev eşyaları. Halı, kilim, döşek, vs.

8-Müzik aletleri. Her türlü çalgı.

9-Her türlü mimari yapı ve heykeller.

10-Tamgalar. Türk kültüründe tamgaların önemi son derece büyüktür. Türk, sahip olduğu bütün varlıklara tamgasını vurarak, onların adeta mülkiyetine sahip olmuştur. Çanağından, çömleğine, koyunundan, atına, mezar taşından, sahip oldukları toprakların sınırlarına kadar her yere tamgasını kazımıştır.

11-Bengü-taşlar.


c-Yazılı Kaynaklar


Hiç şüphesiz tarihin önemli kaynakları arasında yazılı belgeler yer alır. Yazılı kaynaklar denilince de akla kitabeler, sözlükler, siyaset-nameler, coğrafya eserleri, genel ve özel tarihler ve ayrıca kültürümüz için önemli olan fal kitapları, dini metinler, mektuplar ve yarlıklar gelir.


d-Kitabeler


Bugün tarihçiler, özellikle İslamiyet öncesi Türk tarihinin yerli kaynakları bakımından çok az belgeye sahiptirler. 19. yüzyılın sonlarına kadar başvuru kaynaklarımızın temelini Çin yıllıkları ve seyahat notları meydana getiriyordu. Kök Türkçe yazıtların ortaya çıkması ilim alemini bir anda harekete geçirmiştir. İlk defa Kök Türkçe yazılı abidelerin varlığından bahseden, 13. yüzyıl tarihçilerinden Cüveyni olmuştur. Daha sonra bir botanikçi olan Messerschmidt, 1721' de, Yenisey vadisinde yaptığı araştırmalar sırasında, Kök Türkçe ile yazılmış taşların varlığından haber vermiş, fakat o bu taşların hangi dille ve kimlere ait olduğunu bilmediğinden yankı uyandıramamıştı. Ama ilim aleminin en büyük keşiflerinden biri olan Kök Türk yazıtlarının bulunması ve dünyaya tanıtılması, lsveçli bir subay olan Strahlanberg sayesinde oldu. Bu yazıtların okunması için dünyada büyük bir yarış başlamış ve ilk önce büyük alim Thomsen abideleri deşifre etmiştir. Böylece araştırmacıların eline kıymeti hiçbir şey ile ölçülemeyecek olan vesikalar geçmiş oldu. Buna rağmen, belli başlı birkaç kitabenin dışındaki diğer kitabelerden yararlanma yoluna gidilmemiştir.

Hunlardan sonra Türk devletinin başına Tabgaçlar geçmişler, onların peşinden de Kök Türk Aşina ailesi Türk birliğini sağlamıştır. Bugün istifade edilen yazıtların tarihi bakımdan en kıymetlileri Kök Türklere aittir. Hunların neslinden olduklarını söyleyen Kök Türklerin ardından Uygurlar da, Kök Türklerin izini takip etmişler, onlar gibi gelecek nesillere haber vermek için büyük devlet kitabelerini diktirmişlerdir. Bununla beraber, Hun dönemi yazıtı olarak daha önce bahsetmiş olduğumuz Esik Yazıtı gösterilmektedir.


a-Kök Türk Dönemi Yazıtları


1-Bilge Kagan Yazıtı: Oğlu, İçen tarafından Bilge Kağan'ın ölümünden  (734) sonra 735 yılında diktirilmiştir. Bilge Kağan ve Köl Tigin Yazıtlarının ilk i kopyası Rus arkeoloğu Yadrintsev tarafından çıkarılmıştır. Bu yazıtları ilk defa, W.Radloff tarafından, Die Alttürkischen Inschriften der Moııgolei, St.Petersburg 1895, adlı eserde neşredilmiştir. Yazıtın Türkçe kısmını Yollug Tigin yazmış olup, çince kısmını ve süslemeleri Çinliler yapmıştır. Bilge Kağan'ın yazıtı, Köl Tigin'inkinden bir kaç cm. uzundur. Bu yüzden doğu cephesinde 41 satır vardır. Yazıtın batı cephesinde Çince kitabe olmakla beraber, Çince kitabenin üzerinde ayrıca Türkçe yazılar devam etmektedir.

2-Köl Tigin Yazıtı: 731 yılında ölmüş olan Köl Tigin'in kitabesini ise kardeşi Bilge Kağan, 732 yılında yine Yollug Tigin'e yazdırtmıştır. Bu yazıta ait bilgiler de, Bilge Kağan 'ınkiyle aynıdır. Kök Türk Kağanlığının başlangıcından itibaren Bilge'nin ölümüne kadar olan tarihi olaylar bu yazıtlarda zikredilmektedir. Kitabe kaplumbağa şeklinde bir kaide taşına oturtulmuştur. Yüksekliği 3.75 metredir. Yukarıya doğru daraldığından doğu ve batı cephelerinin genişliği aşağıda 132 cm, yukarıda 122 cm. dir. Güney ve kuzey cepheleri aşağıda 46, yukarıda 44 cm. dir. Doğu cephesinin üzerinde kağanın işareti, batı cephesinde Çince kitabe vardır.

3-Tunyukuk Yazıtı: İki ayrı taştan ibaret olan Tunyukuk Yazıtı, muhtemelen 725-726'larda ölen ünlü Türk devlet adamı Tunyukuk tarafından ölmeden evvel diktirilmiştir. Birinci ve daha büyük olan taşta 35, ikinci taşta 27 satır vardır. Bu abide de yazı yukarıdan aşağıya doğru yazılmış, fakat diğer ikisinin aksine satırlar soldan sağa doğru düzenlenmiştir. Bilge ve Köl Tigin yazıtlarının yakınında, Moğolistan'ın Koşo-Çaydam bölgesinde bulunmuştur. Bu yazıt da, Radloff tarafından adı geçen eserde ilk defa neşredildi.

Taşların çepe-çevre etrafında Çin oymaları tarafından yapılma sekiz tane heykel vardır ki, hepsinin başları kırılmıştır. Burada takriben 150 metre kadar uzunlukta bir sıra balbal vardır. Yazıttan anlaşıldığına göre, İlteriş ve Tunyukuk istiklal mücadelelerine birlikte girmişlerdir. Ayrıca Tunyukuk'u Çin kaynakları da teyit etmektedir. Bu yıllıklarda hep İlteriş ve Tunyukuk'un adları yan yana geçmektedir. Tunyukuk yaptığı işlerden dolayı haklı olarak kendini övmektedir. Özellikle Tokuz-Oğuzların elinden Ötüken'in alınması, Kırgız, Türgiş ve Sogd seferleri bu yazıtlarda anlatılmaktadır. Tunyukuk yaşadığı müddetçe Türk devleti en parlak zamanlarından birini geçirdi. Devletin sınırları batıda Temir Kapı'ya, doğuda da zaman zaman Çin Denizi'ne kadar uzandı. Tunyukuk yazıtının diğer yazıtlardan farklı bir tarafı Bilge ve Köl Tigin' e yer verilmeyişidir. Özellikle Köl Tigin'in adı hiç geçmez.

4-Ongin Yazıtı: 1891 yılında Yadrintsev tarafından Moğolistan'daki Ongin lrmağına yakın bir yerde bulunduğundan, bu ad ile anılmıştır. 8. yüzyıla ait bir yazıt olup, ilk defa Radloff tarafından adı geçen eserde neşredildi. Abide de esas olarak 12 satır bulunmakla beraber, yan tarafının en üstünde 7 satırdan oluşan kısa kısa yazılar vardır. Ayrıca yazıtın hemen yanındaki balbalın üzerinde de bir satır yazı mevcuttur.

Her halde 731 yılında dikilmiş olan bu yazıtın kimin adına kazındığı konusunda araştırmacılar arasında farklı görüşler mevcuttur. Yazıtta bir felaketten bahsedilmektedir, bu da muhtemelen 630'daki felaket yılıdır. Bilindiği gibi bu olay Köl Tigin ve Bilge Kağan yazıtlarında da geçer. 8. yüzyıla ait bir yazıt olup, ilk defa Radloff tarafından adı geçen eserde neşredildi.

5-Köl İç Çor Yazıtı: Orta Moğolistan'da, İhe-Hüşotu denilen yerde, W.Kotwicz tarafından bulunduğu için bu ad ile de anılan yazıt, Kök Türklerin ünlü devlet adamlarından biri olan Tarduş Köl İç Çor'un anısına dikilmiştir. Aynı zamanda Tonyukuk'un da akrabası olma ihtimali olan Köl İç Çor Türk tarihinde önemli bir yere sahiptir. Köl İç Çorluk idari bir unvandır. Bazı ilim adamlarının belirttiğine göre, 8. yüzyılda batıdaki Tarduş beglerinin reisi Köl İç Çor unvanını taşıyordu. Hunlarda olduğu gibi, Kök Türk ve Uygurlarda da ordular boy düzeni üzerine teşkilatlandırılmış olup, ordu komutanları olan şadlara yardımcı olmak için, tecrübeli Köl İç Çorlar ve Apa Tarkanlar tayin olunmuştur. Kitabede pek çok Türk ve gayri-Türk kavmin adını da görebiliriz (Karluk, Tokuz-oguz, Türgiş, Tarduş, Kıtan, Tatabı, Tezik vs). Coğrafi açıdan da değerli olan yazıtta Beş-balık, Yinçü Ögüz, Temir Kapı gibi coğrafi terimlere de rastlamaktayız. Yazıtta Köl İç Çor'un savaş mücadelelerinden özellikle, 714 yılındaki Beş-Balık savaşları hakkında bilgi vardır. Yazıtın batı tarafında 12, doğu yüzünde 13, kuzey yönünde 4 satır mevcuttur.

Yazıtı ilk defa W.Kotwiez-A.Samoiloviteh, "Le Monument Turc d'Ikhe-khuchotu en Mongolie Centrale", Rocznik OrientalistycZllY, Tom. 4, Warszawa 1928, adlı makalelerinde yayınlamışlardır.

6-Bugut Yazıtı: Moğol arkeologlarından C.Dorçsuren tarafından 1956 yılında, Moğolistan'daki Bugut şehrine 10 km uzaklıkta bulunduğu için bu ad ile anılmaktadır. 6-8. yüzyıla ait olup, Sogd alfabesiyle yazılmıştır. Yazıtın tam olarak korunamamış olan üst tarafındaki kabartmada; belden yukarısı Türklerin efsanevi atası olan kurt, belden aşağısı insan olan bir yaratık bulunmaktadır. Özellikle yazıtın bir taş kaplumbağa sırtına oturtulmuş olması, buranın bir han mezarlığı olduğunu göstermektedir.

Kök Türklerin ilk zamanlarına aittır. Adını başka hiçbir kitabede göremediğimiz, Mo-kan'ın ve Taspar'ın küçük kardeşi Mahan Tigin adına dikilmiş olup, yazıtta onun iyi ve yetenekli biri olduğu zikredilir. Bu yazıtta Mahan Tigin'e kağan da denmektedir. Bugut Yazıtını S.G.Klyaştomıy-V.A.Livşiç, "The Sogdian Inscription of Bugut Revised", Acta Orientalia, 26/1, Budapest 1972 adlı makalede en iyi neşrini yaptılar.

7-Çoyren Yazıtı: Ulan-Batur'a 15 km uzaklıkta, Sansar-Ula Kurgan'ının güneyinde bulunmuştur. Üzerinde üç tamga bulunan bu yazıt 1929'da Ulan-Batur Müzesine getirilmiştir. Bu yazıtta ünlü vezir Tonyukuk'un nesebi sayılmaktadır. 6 satırdan ibarettir.

8-Hoytu- Tamır Yazıtları: 1893 yılında Klementz tarafından bulundular. Orkun Nehrinin Hoytu- Tamır bölgesindeki kayalar üzerindeki bu yazıtlar 8. yüzyıla ait olup, Kök Türk dönemindeki Beş-Balık seferlerini anlatmaktadır. Yine ilk defa bu yazıtları Radloff neşretmiştir. Hoytu- Tamır Yazıtlarının tamamı on parçadır.

9-Uybat III Yazıtı: 1721'de Messerchmidt tarafından Uybat Nehrinin sol tarafında keşfolunmuştur. Fakat bu bölgede daha pek çok yazıt mevcuttur. Yazıt Tarkan Sangun adlı bir Türk begine aittir. Yazıtta Türk tarihi için oldukça öneme sahip bir isme tesadüf etmekteyiz. Köl İç Çor Yazıtının 12. satırında geçen İl Çor adını, bu kitabenin 8. satırında da görüyoruz. Bu İl Çor'un adı Çin kaynaklarında To-si-fu olarak transkripsiyon edilmiş olup, büyük bir ihtimalle İlteriş ve Kapgan Kağanların kardeşidir. Yazıtta toplam 17 satır vardır.


b-Uygur Dönemi Yazıtları


1-Aru-Han Yazıtı: 1962 senesinde Moğolistan'ın Bulgan şehrinin yakınlarında bulunmuştur. E.Tryjarski, "L'Inscription Turque runifarme tl' Arkhanen, en Mongoli, Ural-Altaische Jahrbücher, Vol. 36, Wiesbaden 1965, adlı makalesinde ilim alemine tanıtmıştır. Yazıt 3 satırdan ibarettir. Uygurların ilk dönemine ait olmalıdır.

2-Sevrey Yazıtı: Bu yazıt 1948'de Sovyet Bilimler Akademisinin Gobi'ye gönderdiği ilim heyeti tarafından bulunmuştur. Sevrey Yazıtında Sogdça kelimelerde yer almaktadır. Yazıtın Uygur kağanlarından Bögü'ye ait olduğu tahmin olunmaktadır. Kitabe 3. satırdan itibaren okunmaktadır ve 7 satırdır.

3-Şine-Usu Yazıtı: Türk tarihinin ve kültürünün en mühim eserlerinden birisidir. 1909 senesinde Moğolistan'a yapılan bir ilim gezisinde, Şine-Usu Gölü havalisinde bulunduğundan bu ad ile anılmıştır. Şine-Usu Türkçede "Yeni Su" demektir. Yazıt hem ne kadar Moyun-Çor'a ait ise de, babasının yaptığı icraat ve meydana gelen hadiselerden bahsettiğinden ayrı bir değer taşır. Şine-Usu Yazıtında pek-çok yer adına rastlanılmakta (lrtiş Ögüz, Selenge, Orkun, Kem, Yar-Ögüz, Yarış Yazı, Kögmen, Kara-Kum vs) ve S.Gömeç, "Şine-Usu Yazıtında Geçen Bazı Yer Adları", Bilge, 18, Ankara 1998 adlı makalesinde bu yer adları üzerinde durmuştur. Yazıtın kuzey tarafında 12, doğu tarafında 12, güney cephesinde 15, batısında 10 satır mevcuttur. Ayrıca yazıtın batı tarafının kenarında da bir satır bulunmaktadır.

Yazıtın kuzey tarafı ilk dört satırı Kök Türklerden izler taşır. Moyun-Çor'un babası Köl Bilge'nin Tokuz-Oguzları kendi safına çektikten sonra başarılı olduğu anlaşılmaktadır. Onlar önce Kök Türkleri bertaraf etmişler, sonra Basmıl ve Karlukları yenerek, Türk devletinin başına geçmişlerdir. Uygurlar yazıttan da anlaşılacağı üzere, 748 yılındaki Atalar Mezarlığında yapılan törenden sonra, millet tarafından kendilerini idare etmeğe layık görüldüler. Kitabedeki bu "Ata Mezarlığı" motifi, Türk neslinin çoğalmasına sebep olan Türk ataların gerçek veya sembolik mezarlarının olduğu fikrini çağrıştırıyor. Bu da bize Ergenekun Destanı'nı hatırlatmaktadır. Bu yazıttan çıkan diğer bir netice de, hükümdarlık alametleri arasında Atalar Mezarlığına sahip olmak da vardır. Şine-Usu Kitabesinde son olay Selenge'de Sogdlu ve Çinli ustalara Bay-Balık adında bir şehir inşa ettirilmesi zikredilmektedir.

Yazıttan ilk G.J.Ramstedt, "Zwei Uigurische Runeninschriften in der Nord-Mongolei", Journal de la Societe Finno-Ougrienne, Vol. 30, Helsinki 1913/1918, isimli makalesinde bahseder. Başlangıçtan itibaren Moyun-Çor Kagan döneminin de olaylarının anlatıldığı bir tarihi vesikadır.

4-Terhin Yazılı: Bu yazıt da, Uygur kaganı Moyun-Çor tarafından diktirilmiştir. 1970 yılında Moğolistan' da bulundu. Yazıtı ilim alemine S.G.Klyaştomıy, "Terhinskaya Nadpis", Sovyetskaya Tyurkologiya, No 3, Baku 1980, adlı yazısıyla tanıtmıştır diyebiliriz. Bu yazıt üzerine Türkiye'de T.Tekin ve S.Gömeç çalışmışlardır.

Toplam 30 satır ve bir de taş kaplumbağa üzerindeki cümleyi sayarsak 31 satırdan ibaret olan bu yazıt, Uygurların ünlü kaganı Moyun-Çor devrinin başlangıcından 753 yılına kadarki olaylardan bahseder. Yazıtın başında daha önceki meşhur Türk hükümdarlarının adlarının sayılması ve Bumın Kagan'ın adına burada da rastlamamız, bizi Uygurların da başlangıçta kendilerini Kök Türklerin devamı olarak gördüklerini düşünmemize sevketmektedir. Kitabe aşağı-yukarı Şine-Usu ile aynıdır. Burada da pek çok Türk boyu (Kasar, Bars, Apa İsi, Süngüz, Başkan vs) ve kavmin adını görmekteyiz.

5-Tez II Yazıtı: İlk defa 1915 yılında B.Y.Vladimirtsov tarafından bulunmuş, yazıtın o zamanlar neşredilmesine izin verilmemiş, fakat 1976 senesinde ikinci defa, Tez Nehri kıyısında, S.Kareabay ve A.Ochir tarafından keşfedilmiştir. Yazıt Bögü Kagan dönemine aittir. Bu yazıtı da ilim alemine S.G.Klyaştomıy, "The Tes Inseription of the Uighur Bögü Qaghan", Acta Orientalia, 39/1, Budapest 1985, adlı yazısında tanıttı. En son olarak S.Gömeç neşretti. Yazıtın batı tarafında 6, kuzeyinde 5, doğusunda 6, güney tarafında 5 satır bulunmaktadır.

Yazıt herhalde 770-779 yılları arasında dikilmiştir. Bögü Kağan'ın faaliyetlerinden çok babası Moyun-Çor ve dedesi Köl Bilge Kağan hakkındadır. Türk tarihi ve kültürü için oldukça değerli olan yazıt bugüne kadar iyi korunabilmiş olsaydı, ondan daha çok faydalanmak mümkündür. Terhin yazıtında olduğu gibi Tez II yazıtında da "dokuz bakan"dan bahsedilmektedir. Bu dokuz bakanın üçünün iç bakan, altısının da dış bakan olduğu söylenmektedir.

6- Karabalgasun Yazıtı: Uygur tarihinin 833 yılına kadar bir özetidir. Üç dilli olması hasebiyle evrensel bir niteliği de bulunan bu yazıt, Türk tarihi ve kültürü açısından oldukça büyük öneme haizdir. Türkçe, sogdça ve çince olan yazıtın Türkçe bölümü oldukça yıpranmıştır. Abide de toplam 52 satır Türkçe yazı vardır ki, bunların çoğu birer kelimedir. Yazıt 1889 tarihinde Yadrintsev'in Kuzey Moğolistan'ı ziyareti sırasında büyük bir harabede bulundu. Yazıtın ilk neşri Radloff'un eserinde olmuştur.

7-Suci Yazıtı: Ramstedt bu yazıtı 1900 yılında Urga'dan Handu-Wang manastırı'na giderken buldu. Yeri Kuzey Moğolistan bölgesidir. Onbir satırdan ibaret olup,  en üstünde bir tamga vardır.  Boyla Kutlug Yargan adındaki bir Kırgız bakanın adına dikilmiştir.

8-A-Çor Yazıtı: 8. asrın son zamanlarına ait bir yazıttır ve 1857 senesinde, Kostrau adlı bir Rus tarafından bulundu. Bulunduğu yer Abakan'ın sol sahilindeki Koybal bozkırındaki Açur Köyüdür. Yazıt Uygur vezirlerinden ve komutanlarından olan bu Ögesi İnançu Bilge adına diktirilmiştir. Yazıtın ön tarafı, sağ ve sol yönlerinde 4'er satır mevcuttur. Arka tarafında ise bir satır bulunmaktadır. Türk tarihi ve kültürü bakımından son derece kıymetli olan bu yazıtı ilim alemine Radloff tanıtmıştır.

9-Şivet-Ulan Yazıtı: Sadece üç kelimesi okunabilen, ancak Uygur adına rastlanılması bakımından değerli bir yazıt olan Şivet-Ulan'ı ilk defa G.J.Ramstedt, "Materialien zu den Alt-türkischen Inscriften der Mongolci" , Journal de la Societe Finno-Ougriemıe, 60/7, Helsinki 1912, adlı makalesinde tarif etmiştir.

10-Altın-Köl II Yazıtı: Yine tarihimiz ve kültürümüz açısından değerli yazıtlardan birisi olan Altın-Köl II, 1878'de Korçakoff adlı bir köylü tarafından, Abakan'ın sağında, Altın-Köl'ün 1 km uzağında bulundu. Yazıtın üç tarafında da kayıt olup, hepsi üçer satırdan ibarettir. 9. yüzyıla ait olan bu kitabe hakkında ilk bilgileri Radloff'un eserinde görmekteyiz.


c- Türgiş Yazıtları


l-Uybat Yazıtı: 1886 yılında, Uybat nehri bölgesinde D.A.Klementz bulmuştur. Taşın dar yüzü üzerinde bir insan tasviri bulunmaktadır. Yazıtın ön tarafında bir, sol tarafında iki ve sağ tarafında da iki olmak üzere beş satırdır. Sağlığında elçi olan bir Türk'e ait olan yazıtı ilim alemine Radloff adı geçen eserinde tanıtmıştır.

2-Tuba III Yazıtı: Messerschmidt tarafından 1721 senesinde, Yenisey'in solundaki Tez ve Erba arasında bulundu. Bu taş üç satırdan ibarettir. Yazıt büyük bir Türgiş beyine aittir. Radloff'un sayesinde ilim alemi bu yazıttan faydalanmıştır.

Tuba III Yazıtında da, daha önce Uybat I'de geçen Kara Kan adını görmekteyiz. Bir de metinde Türgiş ülkesi geçmektedir. Tahminen 8. yüzyılın ilk yarısına ait bir kitabedir.


d-Altı-Bag Bodun Yazıtları


1-Bay-Bulun II Yazıtı: Dört satırdan ibaret olup, Ulug-Kem'in sol tarafındaki Bay-Bulun Kurgan'ı harabelerinden çıkarılmıştır. İlk defa yazıtın metnini, S.V.Kiselev, "Neizdanniye Nadpisi Yeniseyskih Kırgızov", Vestnik Drevlley Istorii, No 3, Moskova 1939, adlı makalesinde verdi.

Kart Takınal Öge adlı bir beg için dikilmiştir. Kitabenin dördüncü satırında Altı-Bag Bodun ismi geçer. Batıda On-Okların başında bulunan Tardu'nun 603'te ortadan kaybolmasından sonra, yerine tahta çıkan Çor Yabgu, Tölös beglerinin kendisine suikast yapmalarından korktuğu için bazı liderleri öldürttü. Bundan dolayı Tölös boylarının önemli bir kısmı ayaklandı. İsyan eden altı Tölös boyu (Uygur, Bayırku, Ediz, Tongra, Bugu, Apa-İsi) birleşerek Altı- Bag Bodun 'un meydana getirdiler.

2-Uyuk-Tarlak Yazıtı: 1888 tarihinde, Aspelin tarafından Uyuk nehri havalisinde bulunan yazıtlardandır. İki satır ve yazıtın üzerinde bir de tamga vardır. Yazıta ait ilk bilgileri Radloff tan öğreniyoruz.

Yazıt El Togan Tutuk isimli Altı-Bag Bodun'a mensup bir beg adına hazırlanmıştır. El Togan Tutuk altmış yaşında ölen bir elçidir.

3-Kemçik-Kaya Başı Yazıtı: 1879'da Adrianov tarafından Kemçik ırmağının 8. km yukarısında bulundu. Yazıtın özelliği hem sağdan sola, hem de soldan sağa doğru yazılmış olmasıdır. 9 satır halinde yazılmıştır. Tograk adlı bir Türk beyinin yazıtıdır. Bu yazıtı D.A. Klementz, "Drevnosti Minusinskogo", Pamyatlliki Metaliçeskih t.)Joh, Tomsk 1886, isimli yazısında tanıtmaktadır.

Kitabede adı geçen Inançu Külüg Çigşi'nin Karabalgasun Yazıtında geçen Inançu ile aynı adam olma ihtimali söz konusudur. Altı-Bag Bodun'a mensup bu elçi çok önemli seyahatler yapmıştır. İlk önce 810 senesinde 30 kişilik bir heyet ile Çin'e gitmiş, sonra 813'te bir evlilik dileğinde bulunmak üzere bu ülkeyi bir kere daha ziyaret etmiş, 821 'de bu evliliği gerçekleştirmek amacıyla yine Çin'de bulunmuş ve Hotan'a gitmiştir. Yazıtın 7. satırındaki Kırkız katıl bitimişill cümlesinden, sanki Kırgız ülkesinde de bulunduğu sonucu çıkmaktadır.


e-Oğuz Yazıtları


1-Hangita-Hat Yazıtı: Bu yazıttan ilk defa Y.Rintchen, Les ictographiques  Dessiglles et les bıscriptiolls sur les Rochers et sur les Steles ellollgolei, Ou1an- Bator 1968, adlı eserinde bahseder. Yazıt 7. yüzyılın anlarında Tokuz-Oguz Kagan'ı Baz Kagan'ın oğlunun anısına dikilmiştir. İki satır halindedir.

2-Barlık Yazıtı: 1891 'de Klementz tarafından Elegeş'in batı tarafındaki, şarlık nehri havalisinde bulundu. Bundan başka üç yazıt daha vardır. Altı-Oguz birliğine dahil olan bir bey adına dikilmiştir. Uç satırdan ibarettir. Yazıttan ilk defa Radloff haber verir.

Yazıttan Oğuzların 7-8. yüzyıllarda birkaç birlik teşkil ettikleri ortaya çıkmaktadır. Mesela bu yazıtta Oğuzların altı boy halinde teşkilatlandıkları söylenirken, Şine-Usu Yazıtında hem Sekiz-Oguz, hem de Tokuz-Oguz boyunu görüyoruz. Bilge Kağan Yazıtında da bir Üç-Oguz ittifakı vardır. Eğer bunların hepsinin aynı yüzyıllarda var olduğunu düşünecek olursak, Oğuz birliğinin sayısı 26 olur. 10. yüzyılda ise, Oğuzlar 24 boy halinde teşkilatlanmışlardır. Bu da gösteriyor ki, çağlar içerisinde Oğuz federasyonlarına çeşitli boylar girip-çıkmış ve 10. yüzyılda da son şeklini almıştır.


f-Kümül Yazıtları


l-Kejilig-Hobu Yazıtı: 1916 senesinde Adrianov tarafından, adı geçen bölgedeki Ejim kıyısında bulundu. Yazıtta bir de tamga vardır. Onbir satır halindedir ve yazıt hakkındaki ilk ciddi bilgileri S.E.Malov'un Yeniseyskaya Pismemıosti Tyurok, Moskova-Leningrad 1952, adlı eserinde görüyoruz. Bir Türk boyu olan Kümüllere aittir.

Kümül adı, Çin kaynaklarında Sha-toların bir kabilesi olarak geçen Çümüll Çlımlıllardan (Tch'ou-yue) gelmektedir. Çin yıllıklarında onların Türklerin bir bölümü olduğunu ve Kök Türklerin fetret devresinde Beş-Balık taraflarına çekildiklerini görüyoruz. Onların adını Kaşgarlı Mahmud'un Divanü Lügat-it Türk'ünde de görebiliriz. Bu yazıt Kümül Öge adına dikilmiştir.

2-Kızıl-Çıra II Yazıtı: 19I6'da Adrianov tarafından Bayan-Köl ırmağı kıyısındaki Kızu-Çıra mıntıkasında keşfedildi. Altı satır olan bu yazıtı da Malov ilim alemine tanıtmıştır.


g-Az Yazıtları


1-Bayan-Kol Yazıtı: 1971 yılında Tuva bölgesinde bulundu. Yazıtta Altı-Azların tarihi yurtlarının kesin sınırları çizilmektedir. Yaklaşık 2.5 metre uzunluğundadır. Üç yüzünde de birer satır vardır. Yazıt hakkındaki bilgileri, D.D.Vasilyev'in "Tyurkskaya Runiçeskaya Nadpis iz Okrestnostey Bayan-Kola (Tuva)", Sovyetskaya Tyurkologiya, No 3, Baku 1976, adlı makalesinden öğrenmekteyiz.

Azlar hakkında pek çok görüş mevcuttur. Azlar menşei itibarıyla Türk boyları içerisine dahil edilmeseler bile zaman içerisinde Türk kültürü arasında erimişler ve Türkleşmişlerdir. Bayan-Kol Yazıtından çıkan neticeye göre, 8. yüzyılda Azların altı urug halinde ve Tannu-Ola'nın batısındaki Mugur bölgesinde yaşadıkları anlaşılmaktadır.

2-Mugur-Sargol Yazıtları: 1976 ve 1978 senelerinde bulundu. Yeri Yenisey'e 2.5 km uzaklıktaki Mugur bölgesi olduğu için bu ad ile anılmaktadır.

1.Mugur yazıtını N.A.Baskakov, "Naskalnaya Runiçeskaya Nadpis v Terezennike-Buyuk Uriçişça Mugur-Sargol Tuvinskoy ASSR", Sovyetskaya Etnografiya, No 3, Moskova 1978, isimli makalesinde, II. Mugur yazıtını, D.Vasilyev, "Novaya Drevnetyurskaya Nadpis iz Tuvi", Arkeologiçeskiye Otkrıtiya, 1979, Moskova 1980, adlı yazısında vermektedirler.

Az adına ilk defa tarihi bilgi olarak, Bilge ve Köl Tigin Yazıtlarında 709 yılındaki Kök Türk-Kırgız savaşları sırasında rastlıyoruz. 710 senesinde Türgişlerle yapılan muharebede de, herhalde Türgişlerin safında yer almışlardır. Çünkü bu savaşlarda Türgiş liderinin komutanlarından birinin unvanı Az Tutuk' tur. 714 yılında ayaklanan Azları, Bilge ve Köl Tigin bir kez daha mağlup ettiler. Az adı Uygur kitabelerinden Şine-Usu ve Terhin Yazıtında da görülür. Fakat Uygurlar çağında onların hakimiyetini tanımışlardır. Çünkü artık  mühim bir siyasi kuvvetleri yoktur.


h-Peçenek Yazıtları


Türk milletinin bir parçası olan Peçeneklere ait bu yazıtlar 1799 senesinde, Macaristan'ın Torontal vilayetindeki Nagy-Szent-Miglos denilen yerde, bir evin avlusunda bulundu. İlk önce Attila'nın definesi sanılan bu eserlerin üzerindeki yazılar çözülememiş ve Viyana Müzesine kaldırılmıştı. Kök Türk yazıtlarını çözen Thomsen bunların Attila'ya ait olmadığını söylemiş ve G.Nemeth, kalıntıların Peçenek Türklerinin izlerini taşıdığını ve Kök Türkçenin devamı olan bir Türkçe ile yazıldığını A Nagyszentmiklosi Kincs Feliratai, Budapest 1932, adlı eserinde söylemişti. 9-10. yüzyıllara ait olduğu sanılan bu eşyaların üzerinde hem Kök Türk harfli metinlere rastlanıldığı gibi, hem de Grek harfleriyle yazılmış parçalara tesadüf edildi.


ı-Bulgar Yazıtları


Bulgaristan'ın çeşitli yerlerinde, mesela Pliska, Preslav ve Madara gibi merkezlerde eski Bulgar Türklerine ait 90 kadar kitabe bulunmuştur. Bunlar genellikle Grek alfabesiyle yazılmıştır. Preslav'da bulunan bir yazıt Kril alfabesiyledir. Bunlardan Madara Yazıtı, kabartmalı sağlam bir kaya üzerindedir. Kabartmadaki tasvir sahnesinde, elinde mızrak, ata binmiş bir süvari vardır. Tasvir sahnesinin Kurum Han'a (9. yüzyıl) ait olduğu tahmin edilmektedir.


i-Sekel Yazıtları


Tokuz-Oguz boylarından birisi olan Sekeller, bugün hala Macaristan'ın doğusunda küçük bir grup olarak hayatlarını sürdürüp, 13. yüzyıldan beri Macar kaynaklarında zikredilirler. Daha önce bir yazıtları bulunmayan Sekellere ait ilk yazıt İstanbul'da bulundu. Osmanlılar zamanında İstanbul'a gelen bir Sekel elçisi şikayetlerini kaldığı hanın duvarlarına yazmış ve 1553'te bunlar kopya edilmişti. Büyük alim Thomsen bunun da Türkçe olduğuna karar verdikten sonra Macarlar tarafından okundu. 17. yüzyılda bir tahta üzerine, 1864'te de bir kilisede başka yazıtlar keşfedildi.

Bunun yanısıra Moğolistan'dan Macaristan'a kadar uzanan coğrafyada binlerce Türk yazıtı bulunmuştur. Bunların tarihi açıdan pek bir önemi yoksa da, kültür tarihimiz açısından son derece önemlidirler. Bunları da; Yenisey, Altay, Kırgız- Kazak, Fergana, Moğolistan ve Avrupa Yazıtları şeklinde tasnif edebiliriz.


2-Kutadgu Bilig


Kutadgu Bilig, Yusuf Has Hacib tarafından yazılmıştır ve aslı 6425 beyit, ekleri ile birlikte 6645 beyitten oluşan bu eser 1070'de tamamlanmıştır. Kara-Hanlı hükümdarı Ebu Ali Hasan b. Süleyman Arslan'a sunulmuştur. Şairin gücünü takdir eden hakan kendisine haciplik görevini vermiştir. Bir buçuk yılda tamamlanmıştır.

Yazar tecrübeli bir fikir adamı sıfatıyla devrinin hayat felsefesini ortaya koymaktadır. Yusuf Has Hacib birbirine çok sıkı bir şekilde bağlı bulunan fert, toplum ve devlet hayatının ideal biçimde düzenlenmesinde gerekli olan anlayış, bilgi ve erdemlerin neler olabileceği ve bunların nasıl elde edileceği, nasıl kullanılacağı üzerinde durur. Bu eser birçoklarının sandığı gibi üst düzeydeki devlet görevlilerine iyi olmaları için ahlak dersi veren kuru bir öğüt kitabı değildir. Bu eserde fertlerden, her devirde gerçekleşmesi güç olan bazı erdemler ve fedakarlıklar istenmekte, yazarın kendi çevresi eleştirilmekte ve bazı gerçeklere yer verilmektedir.

Türk yazı diline ve onun inceliklerine hakim olan Y.H.Hacib İslam sanatçılarını örnek alarak, eserinde aruz veznini kullanmıştır. Kutadgu Bilig dört esası temsil eden sembolik dört kişi üzerine düzenlenmiş bir eserdir.

1-Kanun  ve adalet (Kün- Togdı)

2-Mutluluk  (Vezir Ay-Toldı)

3-Akıl ve ilim (Vezirin oğlu Ögdülmüş)

4-Hayatın sonu, akibet (Ogdurmuş)

Kutadgu Bilig'in bilinen üç yazması vardır: Viyana Yazması, Uygur harfli olup, 1439'da kopya edilmiştir. Kahire yazması, arap harflidir. Fergana yazması, 13. yüzyılda kopya edilmiştir. Kutadgu Bilig, ilim dünyasınca tanındığı 1825 senesinden beri üzerinde en çok fikir yürütülen Türk eserlerinden biri olmuştur. Vambery, Kutadgu Bilig ahlaki bir eğitim kitabı, Alman O.Alberts felsefi bir kitap ve İbn Sina tesirindedir derken, Macar J.Thury çince bir eserin Türk görüşüne uydurulmuş bir tercüme, Barthold ise içerisinde gerçek hayattan uzak, kuru mecazlar bulunan bir kitap olduğunu söylemiştir. F.Köprülü de eserde İbn Sina tesiri olduğunu iddia eder. S.M.Arsal, Farabi etkisine işaret etmiştir. B.Ögel, "İslam ve İran edebiyatının da tesirleri altında kalmıştır" der. R.R.Arat ise, kitabın herhangi bir yerden tercüme değil, tamamen orijinal olduğunu belirtmektedir.

Kutadgu Bilig adının manası konusunda da fikir birliğine varılamamıştır. Y.H.Hacib, kitaba "Kutadgu Bilig" adını koydum, okuyanı kutlu kılsın ve ona yol göstersin, demekle yetinmiştir. Kutadgu kelimesi etimolojik olarak Kut+ad+gu/ kutlu olmak demek ise de, "kut"un manası konusunda tartışmalar vardır. Kutadgu Bilig, "hükümranlık, siyasi hakimiyet bilgisi" veya "devlet" ya da "devletli olma bilgisi" manalarına gelmektedir.


3-Divanü  Lugat-it-Türk


Divanü Lugat-it-Türk'ü yazmış olan Kaşgarlı Mahmud Barsganlı olup, doğum yeri Kaşgar'dır. Kaşgarlı Mahmud daha memleketinde iken kuvvetli bir medrese eğitimi görmüş, devrinin İslam ilimlerini oradaki Türk bilginlerinden öğrenip, icazet almıştı. Kaşgarlı Mahmud arapça ve farsçayı mükemmel şekilde bildiği gibi, ana dili ohm Türkçeyi de birçok diyalektleriyle biliyor ve konuşuyordu.

Kaşgarlı Mahmud ne pahasına olursa olsun Araplara Türk dilini öğretmek maksadıyla gramer yazmış, Türk kültürünü eksiksiz olarak, çağın ilim alemine sunmuştur. K.M., aynı zamanda yüce ruhlu bir Türk milliyetçisiydi. DLT, Türk milletinin büyüklüğünü, eşsiz kahramanlığını, ilim, sanat, yurt idaresi, tarım ve benzeri hususlarda meydana getirdiği büyük şeyleri türlü vesilelerle sayar. K.M., o devirdeki büyük ve geniş bir arapçılık akımı içerisinde Türkçülük idealinin, yani İslam camiası içerisinde Türk'ün ve Türklüğün o nisbette önemli bir yeri bulunduğunun güçlü savunucularından olmuştur.

Adından da anlaşılacağı üzere DLT, her şeyden önce bir Türk sözlüğüdür. Türündeki en eski Türk sözlüğüdür. Yazarının tarifine göre, malzemesini halk ağızlarından derleme teşkil etmiş, zaman zaman Türk halk edebiyatından da faydalanılmıştır. İrili ufaklı birçok Türk boy ve uruglarından derlenmiş bir şiveler sözlüğü karakterini taşımaktadır. DLT, yalnız bir sözlük değildir. Türk tarihine, coğrafyasına, mitolojisine, folklor ve halk edebiyatına kısacası Türk milli kültürüne ait zengin bilgileri içine alan ansiklopedik bir eserdir. Madde başı olan kelimelerle örnekleri Türkçe, sözlerin açıklamaları arapçadır.

Divanü Lugat-it-Türk 1072'de Bağdat'ta yazılmaya başlanmıştır.

1072-1074 tarihleri arasında tamamlanmış, 1077 senesinde tekrar tekmil edilerek Halife el-Muktedi'ye sunulmuştur. Tek nüshası 1266'da kopya edilmiştir. Katip Çelebi, DLT'ü görmüş ve Keşfiz' zünun adlı eserinde bundan söz etmiştir.

Divanü Lugat-it-Türk'ü ilk ele geçiren Ali Emiri Efendi olmuştur. Talat Paşa'nın aracılığıyla bu arapça nüsha İstanbul'da Kilisli Rifat Bilge'nin nezareti altında üç cilt olarak basılmıştır. DLT, Besim Atalay tarafından üçü esas, biri tıpkı basım ve diğeri de dizin olmak üzere 5 cilt olarak 1943 yılında tekrar neşredildi.

Bize bütün Türk boy ve uruglarının coğrafi yayılışı, sosyal yaşayışları, gelenekleri hakkında değerli bilgiler vermektedir. Bu bilgilerin anayurdun tarihi coğrafyasını aydınlatmak bakımından büyük bir değeri vardır. DLT' deki harita, ilk Türk dünya haritası olması bakımından önemlidir.

Divanü Lugat-it- Türk, Türk folkloru ve edebiyatı açısından da eşsiz bir hazinedir. Kitapta Türk maddi kültürüne ait zengin bilgiler yanında, halk şiirine, musikisine, gelenek ve göreneklerine dair dağınık fakat çok değerli malzeme de vardır.


4-Sözlükler


a-Codex Cumanicus: Kırım'da, 1303 yılında İtalyan misyonerlerin tanzim ettiği söylenen Codex Cumanicus adlı Latince-Farsça-Kumanca sözlük (Tek nüshası Venedik'te bulunmuş olup G.Kun tarafından 1880'de neşredilmiştir) Kırım çevrelerindeki Kıpçak Türkçesi hakkında bilgi verir. Kuman-Kıpçaklar, Batu'dan çok evvel, Kırım'da Cenovalı ve Venedikli katolik misyonerlerle, fransisken rahiplerinin telkinleri yoluyla hristiyanlığa sokulmaya çalışılmışlardır. İşte bu İtalyan misyonerler Kuman- Kıpçaklar arasında dini propagandayı kolaylaştırmak ve ticarete yardımcı olmak üzere, pratik hayatta kullanılsın diye 2500 kelimelik bir sözlük hazırlamışlardır. Bu sözlük 1303 tarihlerinde Sogdak şehrinde tanzim edildi. Kuman-Kıpçak Türkçesine ait bazı gramer kaideleriyle birlikte içinde İncil'den tercümeler, bazı katolik ilahileri ve atasözlerinin Türkçe tercümeleri vardır. Sözlüğün Türk kültür hayatı hakkında da eşsiz bir değeri bulunmaktadır.

b-Kitabü'l-İdrak Li-Lisan'iI-Etrak: Türkçeyi öğretmek gayesiyle Ebu Hayyan adlı bir Arap tarafından kaleme alınmıştır. 1312'de Kahire'de tamamlanan sözlük biri lügat, öbürü de gramerden oluşan iki bölümdür. İki nüshası da İstanbul'dadır. Ahmet Caferoğlu tarafından 1931' de neşredilmiştir.

c-Kitab-ı Mecmu u Tercüman-ı Türki ve Acemi ve Mogoli: Yazarı bilinmemektedir. Yusuf el Konevi adlı bir Türk tarafından 1343 tarihinde kopya edilmiştir. Yaklaşık 2000 kelimeyi ihtiva eder. Eserin tek yazma nüshası Hollanda'dadır (Lciden). 1894'te almanca olarak basıldıktan sonra, 1970'de Almatı' da tekrar yayınlandı.

d-E't- Tuhfetü'z-Zekiyye fi'l-Lügati't- Türkiye: Önsözünde Kıpçak Türkçesiyle yazıldığı belirtilmektedir. Yazılış tarihi belli olmamakla beraber, 1425'ten önce yazıldığı tahmin olunmaktadır ve Mısır'da kaleme alınmıştır. Biri gramer, diğeri de lügat olmak üzere iki kısımdan meydana gelmektedir. Arapça- Türkçe lügat kısmında arapça kelimeler alfabe sırasına göre tertiplenmiş ve karşılarında da Türkçeleri verilmiştir. Eserin tek yazma nüshası İstanbul'dadır. Tıpkı basımı 1942'de Budapest'de yapılmıştır. Besim Atalay da eseri Türkçeye tercüme ederek, 1945'te tekrar neşretmiştir.

e-Kitilbü Bulgatü'l-müştak fi Lügati't Türk ve'l-Kıfçak: Abdullah e't-Türki tarafından yazılmıştır. Tek nüshası Paris'tedir. Arapça ve Türkçe bir lügat mahiyetini arzeder. 1938'de isimler kısmı, 1954'te fiiller bölümü Warszava'da basılmıştır.

f-Kavaninü'l-Külliye Li-Zabt'I-Lügati't- Türkiye: 15. Yüzyıl başlarında Kahire'de yazılmıştır. Bir nüshası vardır, o da İstanbul'dadır. Türkçe gramer şeklindedir. 1928' de Kilisli Rıfat Bilge tarafından neşredilmiştir.

g-İbn-i Mühenna Lügati: Cemaleddin İbn-i Mühenna tarafından 13. yüzyılda kaleme alınmıştır. 1820 kelimeyi ihtiva etmektedir. İlk defa İstanbul'da 1340 neşredilmiştir. Çoğu malzemesini halkın dilinden almış, maddi ve manevi unsurlara bolca yer verilmiştir.

h-Mukaddimetü'l-Edeb: Meşhur tefsir ve lügat alimi Zemahşari'nin Harezmşah Atsız'a sunduğu arapça bir sözlüktür. 12. yüzyıla ait eserin nüshaları arasında en eskileri  Harezm Türkçesi  ve farsça tercümeleridir. Divanü Lugat-it-Türk'den sonra Orta Türkçenin en zengin kelime hazinesine sahip bir dil yadigarı olduğu görülmektedir. Moğolca ve Türkçe tercümeleri 1938' de, farsça tercüme, 1950'de yapılmıştır.

ı-Muhakemetü'I-Lügateyn: İran edebiyatı hayranlarına   karşı Ali  Şir Nevai'nin  (1441-1501)  Türkçeyimüdafaa  eden eseridir.  Türkçeyi yüksek bir sanat dili haline getirmek, Türk ruhunu ve milli gururunu yükseltmek onun en büyük ülküsü idi. Ölümünden bir sene önce yazdığı bu kitaba göre; gramer ve kelime zenginliği bakımından Türkçe, farsçadan daha üstündür. Birçok neşri olan eser 1941' de Türkiye' de de basılmıştır.

i-Şeyh Süleyman Efendi Lügati: Eserin adı "LOgati Çagatay ve Türki Osmanı" adını taşımasına rağmen Özbek Türkçesi ağırlıklıdır. Eser 19. yüzyıla ait olup, Şeyh Süleyman Efendi İstanbul'da Özbek Tekkesi şeyhliğini de yapmıştır. Almanca tercümesi ile beraber 1902' de i. Kunos tarafından Budapest' de yayınlanmıştır.


S-Çin Yıllıkları


Türkler kadar eski bir tarihe sahip olan Çinliler, tamamen yerleşik bir toplum oldukları için, onlarda tarih yazıcılığı bizden çok evvel gelişti. Çinliler M. önceki çağlardan itibaren çevrelerindeki halklarla ilgilenmeye başlamışlar ve onlara ait pek çok şeyi resmi tarihlerinde kaydetmişlerdir. Biz bugün İslam öncesi Türk tarihine ve kültürüne ait pek çok hususu bunlardan öğrenebilmekteyiz. İslam öncesi Türk tarihi açısından Çin kaynaklarını şöyle sıralayabiliriz:

l-Shih-Chih (M.Ö. 255-M.Ö. 207). Tarihi hatıralar. Çin'in en eski tarihi olup, M.Ö. 1. asra kadar olan olaylar Sse-ma Chien tarafından M.Ö. 80 tarihinde tertip edilmiştir.

2-Chien Han-shu (M.Ö. 206-M.S. 24). İlk Han kitabı. Pan-chu tarafından yazılmış, sonra birtakım ekler yapılmıştır.

3-Hou Han-shu (25-219). Sonraki Han kitabı. Fan-ye tarafından tertip edilmiştir.

4-San Kuo-Chih (220-264). Üç Sülalenin tarihi. Chen-shou tarafından yazılmıştır.

5-Wei-shu (300-550). Tabgaç tarihi. Wei-chou tarafından 551-554 yılları arasında telif edilmiştir.

6-Chou-shu (550-557). 629 yılında Ling-hu Te-feng adlı birisi yazmıştır. 50 cilt olup, Kök Türk döneminin ilk kaynaklarındandır. 557-580 yılları arasında hüküm süren Chou hanedanının yıllığıdır. Kök Türklerin 557' den önceki tarihleri hakkında epey bilgi vardır. 50. ciltte müstakil bir Kök Türk bölümü yer alır.

7-Pei Ch'i-shu (550-576). Li Te-lin tarafından yazılmaya başlanan bu eseri, onun ölümünden sonra oğlu Li Po-yüe, 636 tarihinde tamamladı. 50 cilttir.

8-Sui-shu  (589-618).  636'da  Wei Cheng adında biri tarafından yazılmıştır. Sui hanedanının yıllığı olup, 85 ciltten ibarettir.

9-Chiu T'ang-shu (618-916). Eski T'ang kitabı. Tarihçi Liu Hsü tarafından yazılmıştır. 200 cilt olup, eserde 821 senesinden önceki olaylar umumiyetle bir arşiv vesikası gibi kısa olarak anlatılmıştır.

10-Hsin T'ang-shu (618-916). Yeni T'ang sülalesi kitabı. 1060 senesinde WO Yang -hsin ve Sung-chi tarafından hazırlanmıştır. 225 ciltten meydana gelir. Batıdaki On-Oklar hakkında bilgi vardır.

11-Wu Tai-Shih (907-960). Beş Sülalenin tarihi. 950'de Negu Yang-chien tarafından telif edilmiştir.


6-Batı Kaynakları


Latin ve Bizans kaynakları özel adların kaydedilmesi bakımından Çin yıllıklarına nazaran daha değerlidirler. Bunların arasında Marcellinius'un 4. yüzyıla (353-378) ait eserini, Olimpiodoros'un 5. yüzyıldaki (407-425) kitabını, 410'a kadarki olayları anlatan Zosimos'u, 433-468 yıllarını tasvir eden Ptariskos'u, İmparator Justinien ve Theodora' nın resmi tarihçisi Prokopios' u tanıyabiliriz. Bizans kaynaklarında ilk defa Aghathias (ölm. 582) Türk ismini kullanmış ve Avarlardan bahsetmiştir. Theophanes Byzantios, Zemerkhos 'un Kök Türklere olan elçiliğini ve 566-581 yılları vakalarını zikreder. Yine 6. asır Bizans tarihçilerinden Menandros, Orta Asya için Türkiye tabirini kullanmaktadır ve Türklerin harp usullerini anlatır.


7-Seyahatnameler


Türk tarihinin önemli kaynaklarından birisi de seyahat notlarıdır. Çeşitli çağlarda Türk ülkelerine gitmiş olan yabancılar, daha sonraları ülkelerine döndükleri vakit bu seyahatlarını kaleme alarak yayınlamışlardır. Gittikleri yerlerin etnik yapısı da dahil olmak üzere, kültürel, siyasi, ekonomik ve askeri yönlerinin anlatıldığı bu seyahat notları tarihimizin aydınlatılması hususunda bizlere yol göstermektedir.

1-Hsüan Tsang Seyahatnamesi: Bir casus olan bu adam, Çinli budist rahiptir. 7. asırda (629-645) Çin başkentinden kalkıp, hacı olmak amacıyla Hindistan'a gitmek için Orta Asya'dan geçmiş ve Kök Türklerin batı taraflarında gezmiştir. Issık-Köl'ün kuzey-batı sahilini takip ederek Tokmak (Suyab) ile Talas nehri arasındaki bir yerde T'ong Yabgu ile karşılaştı. Turfan'dan İndus nehri kıyısına kadar Tong Yabgu'nun himayesinde seyahat etti. T'ong Yabgu onun refakatine Tamgacı unvanlı bir kişiyi memur kıldı. T'ong Yabgu'ya Budizm hakkında bilgiler verdi. Notlarında yabgunun ve otağının kendisini çok etkilediğini, yabgunun yanında 200 kadar subayın olduğunu söyler. T'ong Yabgu'nun oğlu Tardu Şad tarafından idare edilen Kunduz havalisini de gezdi. Seyahatnameyi S.Julien, Memoires sur les Countries Occidentales par Hiouen-thang, Paris 1857, adlı kitabında tanıtmaktadır.

2-Wang Yen-te Seyahatnamesi: Bu şahısta Çinli bir casus rahiptir. 10. yüzyılda Turfan ve Beş-Balık bölgesindeki Uygurların arasında bulunmuş; duyduklarını ve gördüklerini teferruatlı bir rapor halinde sunmuştur. Kuzeydeki Sung imparatoru tarafından 981 'de Kara-Koço'ya elçi olarak gönderilen Wang Yen-te' nin seyahatini, S.Julien, Melanges de Geographie Asiatique et de Philologie cinico-indienne, Paris 1864, neşretti.

Wang Yen-te ve arkadaşları seyahatini tamamlayarak 984 tarihinde Çin'e döndüler. Wang Yen-te başkente dönüşünden sonra gezisi hakkında hazırladığı raporu imparatoruna takdim etti. Bu seyahatnamede pek çok yer, şahıs ve kabile adı geçmekle beraber, halkın gelenek ve görenekleriyle, günlük hayat hakkında da bilgi vardır.

3-Tamim ibn Bahr Seyahatnamesi: Muhtemelen 821 yılında Uygur sarayına giden bir Arap seyyahıdır. Ona göre kağanın kendi çadırıyla 12.000 kişilik ordusu ve her birinin 13.000 kişiye sahip olduğu 17 kumandanı vardı. Çadırların ihtişamı ve nizamı mükemmeldi. Ona göre Barsgan ile Turfan arasındaki yolun ova kısmında devamlı köy ve kasabalar içinden gidiliyordu. Buranın henüz gayri-müslim olan ahalisinin çoğunluğunun Türklerden olduğunu öğreniyoruz. Bu seyahatnameyi V.Minorsky, "Tamim ibn Bahr's Journey to the Uyghurs, Bruxelles 1948, adlı eserinde tanıtmaktadır.

4-İbn Fazlan Seyahatnamesi: 920-921 tarihlerinde Bulgar hükümdarı İlteber Almış'ın talebi üzerine, Abbasi halifesi Muktedir Billah, İslamiyeti öğretmek maksadıyla adamlar ve Hazarlara karşı kullanılacak bir kalenin inşası için para göndermişti. Bu elçilik heyetindeki Ahmed b. Fazlan adındaki katibin Türk ülkelerinde gördüklerini, duyduklarını döndükten sonra kaleme almasıyla bu seyahatname ortaya çıkmıştır. Bu eserde eski Türklere ve kuzey ülkelerine dair verilen bilgilerin doğruluğu diğer ortaçağ müelliflerinin ve yakın zamandaki seyyahların yazdıklarıyla da doğrulanmaktadır. Seyahatnamede pek çok Türk boyunu, onların örf ve adetleriyle, yaşayışlarını görmekteyiz. Seyahatnamenin tek nüshası İran'ın Meşhed şehri kütüphanesindedir. Z.V.Togan tarafından 1923 senesinde keşfedildi ve onun tarafından Ibn Fadlans Reisebericht, Leipzig 1939, adıyla basıldı.

5-Plano Carpini Seyahatnamesi: Papa'nın 1245-1246'da Karakurum'u ziyaret eden elçisinin hatıratıdır. 13. Yüzyıl Orta Asya'sı hakkında bize bilgi verir. Özellikle Uygurların inançlarından bahseder. O, Cuci ulusu hakkında da çok değerli malumatlar verir. Cuci'nin mezarının nerede olduğunu bile söylemektedir. Seyahatname almanca olarak F.Risch tarafından, Geshichte der Mongo/en und Reiseberichte, Leipzig 1930, adıyla basıldı.

6-William Rubruquis Seyahatnamesi: Fransız kralının 1253' te Karakurum'da bulunan elçisinin raporudur. 1900 tarihinde W.Rockhill tarafından neşredildi. Uygur budistleri hakkında bilgi verir. Onların dini törenlerinden, inançlarından ve bazı dualarından bahseder. Türkistan'ın pek çok yerini gezip-görmüştür. Mesela Yedi-su bölgesinin tarım ve otlak arazilerini anlatır. Mengü Han'ı ziyaret eden Rubruquis, onun pek çok özelliğini nakleder. İdil ile Don nehirleri arasında karargahı olan Batu'nun oğlu Sartag'ı da gördü. Berke'nin İslamiyeti kabul etmesinden, ülkesinde domuz eti yenmesinin yasaklanmasından bile söz eder. O, Kıpçakların defin merasimlerinden, mezarlarından ve eski Türk dininden bahsetmektedir.

7-Marco Polo Seyahatnamesi:   1271-1291 yılları  arasında  Venedikten, Pekin' e seyahatlar  yapmıştır.  Tüccarlık yapan babası ve amcası ile birlikte 1271 yılında yola  çıktılar.  İran ve İç Asya'yı geçtikten 3 yıl sonra  Çin'e  ulaştılar. Han-Balık'da  (Pekin) Kubilay'ın sarayına gittiler (1275). Hanın hizmetine girdi. Çeşitli görevlerle ülkenin birçok yerini gezip-dolaştı.  Gördüğü yerler hakkında notlar tuttu, işittiği hikayeleri yazdı. Kısaca Kubilay'ın sarayında uzun müddet kalan Marco Polo, görüp ve duyduğu pek çok değerli bilgiyi hatıratında zikretmektedir.   1291 'de ondan izin alarak, deniz yoluyla Hürmüz Körfezi'ne ulaştı. Oradan kara yoluyla Trabzon'a ve yine gemiyle İstanbul'a ve nihayet Venedik'e geldiler.  İki cilt halinde H.Yule,  The Book  of Marco  Polo,  London 75, adıyla bu seyahatnameyi neşretti.

8-İbn Batuta Seyahatnamesi: 14. yüzyıl Türk ve İslam dünyasının tarihi ve kültürü açısından değerli bir seyahatname de Tanca'lı İbn Batuta'ya aittir. O Mısır, Suriye, Arap yarımadası, Irak, İran, Doğu Afrika, Anadolu, Karadeniz'in kuzeyindeki Türk illeri, Türkistan, Hindistan, Çin, Endülüs ve Sudan gibi ülkeleri dolaşmıştır. Ünlü seyahatnamesini 1356 yılında yazdı. Eserinde gittiği yerler ve bu yerlerin yöneticileri, adet ve gelenekleri hakkında değerli bilgiler vardır. 1854 senesinde C.Defremery-B.Sanguinitti tarafından yayınlandı.

9-Ruy Gonzales de Claviyo Seyahatnamesi: İspanyol Claviyo, Kastilya kralının elçisi olarak Semerkant'ta bulunan Temür'ü ziyaret etmiştir (1403-1406). Önce İstanbul'a, oradan Trabzon ve Erzincan'a, Hoy'dan Tebriz'e, Elburuz dağlarından geçerek Meşhed'e ve Temür'ün doğduğu Keş'ten Semerkant'a gitmiştir. Buraya gelirken geçtiği yerleri anlatmakla kalmayıp, Temür'ü ve Temür'ün sarayını da teferruatlı bir şekilde tanıtmıştır. Eserine "Büyük Temürleng" adını veren Claviyo'nun seyahatnamesi, Drevnik Putişestviya ko dvoru Timura, Petersburg 1881, adıyla rusça olarak en iyi neşri yapılmıştır.

10-Gıyaseddin Nakkaş Seyahatnamesi: Orijinali Sefaretname-i Çin adını taşıyıp, 1419'da Gıyaseddin Nakkaş, Şahruh tarafından Çin imparatoruna elçi olarak gönderilmiştir. Aslı farsça olan seyahatname, M.Quatremere tarafından fransızcaya tercüme edilmiştir.


S-Coğrafya ve Genel Tarih Eserleri


1-Yahya el-Belazuri, Fütuhu'l-Büldan, adlı eserinde, Peygamberin zamanından itibaren üç asır boyunca yapılan İslam fetihlerini anlatır. 9. asır tarihçilerinden olan Belazuri Arap yarımadası, Suriye, Filistin, Irak, Mısır, Kuzey Afrika, Endülüs, İran, Azerbaycan, Horasan ve Sind bölgelerinin fetihlerini ele alır. M.Goeje, 1863'de bu kitabı basılmıştır.

2-Yazıh el- Yakubi, Kitab'ül-Büldan, 891 yılında yazılan bu eserde de İslam fetihlerinden bahsedilir. Eseri M.De Goeje, 1892'de neşretti.

3-Cerir el-Taberi, Tarihü'r-resul ve'l-mulük, ıo. yüzyıla kadar olan tarihi hadiseleri ihtiva edip, Türklere ait pek çok Malumat verir. Taberi, ilk büyük İslam tarihçilerinden biri olarak kabul edilmektedir. Bu eser de M.De Goeje tarafından 1879-1901 yılları arasında Hollanda' da basıldı.

4-Hüseyin el-Mesudi, Muruc'ül-zeheb ve Maadinü'l-Cevahir adlı eserinde; Arabistan, İran, Horasan, Mısır ve Hindistan'a ait bilgiler verir. Bu eser P.Courteille ve B.Meynard tarafından 1861-1877 yılları arasında 9 cilt olarak neşredilip, ilim aleminin hizmetine sokuldu.

5-Mücmelü'I-Tevarih, 897-898 tarihinde yazılan bu eserin yazarı belli değildir. Türklerin nesebi ve Türk kabileleri hakkında bilgi verir.

6-Tahir el-Mukaddisı, Kitabü'l-bad'i ve'l-Tarih, 966'da Büst şehrinde, Samaniler zamanında yazılmıştır. Eserde Türklerin gelenek ve göreneklerine dair Malumatlar vardır. C.Huart tarafından 1899-1916 arasında 5 dil olarak neşredildi.

7-İbn Hurdadbih, Kitab el-mesalik ve'l-memalik, 840'da yazılmıştır. Doğu Türkleri hakkında bilgiler mevcut olup, M.Goeje 1889'da bu eseri bastı.

8-Ebu İshak İstahri, Kitab el-mesalik ve'l-memalik, 951'de kaydedilmiştir ve Hazar Bulgar, Peçenek, Horasan, Maveraünnehir, Harezm Türkleri hakkında Malumatlar verir. M.De Goeje, 1870 bu eseri yayınladı.

9-Muhammed İbn Havkal, 943-977 yılları arasında çeşitli yerleri ve bilhassa Horasan ve Hazar Denizi etrafını, Sicilya'yı ve sayısız ülkeyi dolaşmıştır. Eserinin adı Kitab el-mesalik vel-memalik'tir. Kitap 976'da yazılmıştır. Eserinde İstahri gibi Hazar Denizi ve Maveraünnehir civarındaki Türkler hakkında tafsilatlı bilgiler verir. M.De Goeje, Leiden 1873' te kitabı yayınladı.

10-Ahmed el-Mukaddisı, Ahsenü'l-Takasimfi Marifet-i Ekalim, Hazar ve Maveraünnehir'e komşu Türklerden bahseder. M.De Goeje 1877'de bu coğrafya kitabını neşretti.

11-Ebu'l Reyhan Biruni, 973'te Harezm'de doğan ve 1051 'de Gazne'de ölen Biruni, İslam dünyasının yetiştirdiği en büyük alimlerden biridir. Çeşitli eserlerinde Türkler ve Türk ülkeleriyle ilgili dağınık halde, fakat sağlam notlar bulunmaktadır.

12-Rustah el-Hemedani, 9. asırda yaşayan İran menşeili İslam coğrafyacılarındandır. 903 yılında tamamladığı Kitab el-alak el-nefise adlı eserinin Türklere ait bölümünün ilk yarısının Peçeneklerin sonuna kadarki kısmı eksiktir. Hazarlar bahsinden sonraki kısım mevcuttur. Verdiği bilgiler tertipli ve kıymetlidir. Gerdizi'nin eserinde verilen Malumat, bu eserde sunulan bilgilerle büyük bir benzerlik gösterir. 1892'de M.De Goeje yayınlamıştır.

13-Yakut el-Hamavi, Mucem'ül-Büldall adlı eserini 13. yüzyılın başlarında tamamlamıştır. Anadolulu bir Türk olma ihtimali vardır. Kitap ticaretiyle uğraşmış, uzun müddet Harezm ve Maveraünnehir'de oturmuştur. Bu kitap 1866- 1873 tarihleri arasında 7 cilt halinde F.Wüstenfeld tarafından Leipzig'de basılmıştır.

14-Sıbt ibn'il-Cezvi, Mirat.üz-zemall fi Tarih'i-ayall adlı kitabında Türk tarihine ait pek kıymetli bilgiler zikretmektedir. 13. yüzyıla ait bu eser, .R.Jewett tarafından 1950,de basıldı.

15-Ebu'l Ferec, Chrolzic olz Syriacull adlı eserinde Türklerden de bahseder. Aslen Yahudi iken sonradan Hristiyan olmuş ve Hülagu'nun yanında Meraga'da bulunmuştur.  P.Bedjan eseri 1890'da Paris'te yayınladı.

16-Ebu'l Ferec, Tarih u Muhtasar'il-düvel adlı tarihinde de Türklere ait pek çok bilgi vardır. Türklerden bahseden kısmı, Ş.Yaltkaya'ca 1941 'de Tarih Kurumu'nda basıldı.

l7-İsmail Ebu'l Fida, Kitab'ül-muhtasar fi Ahbari'l-beşer, 14. yüzyıla aittir. Kitabı 1789-1794 yılları arasında 5 cilt olarak, J .Reiske ve Adler neşrettiler.

18-Hudud'ül-Alem, 10. yüzyılda kaleme alınan bu kitabın yazarı belli olmayıp, Türklere ve Türk ülkelerine ait son derece kıymetli bilgilerle doludur. 1937'de V.Minorsky, Londra'da bu eseri yayınladı.

19-İbn Rustah, El-a'lak el-Nefise'nin de yazıldığı tarih bilinmiyor. M.Goeje 1892'de bu kitabı yayınlamıştır. Eserde Hazar ve Bulgar gibi Türk boylarından bahisler vardır.

20-Ebu Said Gerdizi, Zeyn 'ül-Ahbar, 11. yüzyılın başlarında yazılmıştır. Özellikle Horasan tarihi için mühim olan bu eser, Barthold tarafından 1897 neşredildi.

21-Ata Melik Alaaddin Cüveyni, Tarih-i Cihangüşa, 13. yüzyıla aittir. Bağdat'ta vezirlik de yapan Cüveyni'nin eseri Türk tarihi ve kültürü bakımından kıymetlidir. İlk defa Mirza Muhammed Kazvini tarafından 1912'de yayınlandı.

22-Minhac Cuzcanı, Tabakat-ı Nasıri, Çingiz'in ve oğullarının fetihlerini anlatır. 1260'da yazılan eserde Harezmşahlar ve Hindistan Türk sülaleleri tarihinden de bilgiler vardır. W.Lees 1864'te bu eseri Calcutta'da bastı.

23-Reşidüddin Fazlullah, Cami'üt-tevarih iki cilt halinde olup, Türk ve Moğol tarihi için son derece önemlidir. Bu eseri, I. Berezin, 1855-1888'de ilk defa yayınladı.

24-Lütfullah Hafız Ebru, Zeyl'i-Cami'üt-tevarih, adlı bu eser, Reşidüddin'in devamıdır. Temürlüler devrinde yaşamış olup, Şahruh'un tarihçisidir. H.Beyani tarafından, Tahran'da 1938'de neşredildi.

25-Hamidullah Kazvini,  Tarih-i  Güzide, 14. asır İslam ve Türk  tarihidir. E.Browne,  1910'da bu eseri yayınladı.

26-Şerafeddin Yezdi, Zafer-name, 15. yüzyılda yazılmış olup, Temür'ün tarihidir. Çağatay hanları ve Türk tarihine ait değerli bilgileri ihtiva eder. Malahdat, 1887-1888'de neşretti.

27-Şibanı-name, yazarı belli değildir. Özbek Türklerinin tarihi hakkında bilgi verir. 16. asrın başında (1503) yazılmış olup, 1849'da I.Berezin bu eseri yayınladı.

28-Habur-name, Temür'ün soyundan Fergana begi Ömer Şeyh Mirza'nın oğlu Zahirüddin Babur (ölümü 1530) tarafından, Türkçe "Vekayit" adıyla, bir hatırat kaleme alınmıştır. 16. yüzyılda Afganistan ve Hindistan bölgesine hakim olan bu Türk begi, kendisinin ve askerlerinin Türk olmasından övünç duymaktadır. Çağatay Türkçesiyle yazılmış olan nüsha 1857'de N.tlminsky tarafından Kazan' da basılmıştır.

29-Haydar Mirza Duglat, Tarih-i Raşidı, Çağatay hanlarının 1546 senesine kadarki tarihidir. 1864'te Z.Velyaminov tarafından basıldı.

30-Ebu'l-gazi Bahadır Han, Şecere-i Türk, 17. yüzyılda kaleme alınmış olup, Çingizlilerin ve kendi çağına kadar Harezm Özbeklerinin tarihidir. B.Desmaison 1861'de yayınladı.


9-Fal Kitapları, Öğüt Kitapları, Mektuplar, Yarlıklar


1-Irk Bitig: Tun-huang civarındaki tapınaklarda bulunan ve Kök Türk harfleriyle yazılan bir kitaptır. Tamamı 104 sayfa ve 65 paragraftan ibarettir. Her paragraf'ın başında birden dörde kadar içleri kırmızı mürekkeple dolu siyah daireler vardır. Talihini denemek isteyenler, zarlar atıp numarasına göre bu paragraflardaki yazıları okumaktadırlar. Kitap tahminen 10. yüzyıldan kalma olup, V.Thomsen, "Dr.M.A.Stein's Manuscripts in Turkish Runic Script from Miran and Tun-Huang", Journal of the Royal Asiatic Society, London 1912, adlı makalesinde bunun hakkında bilgi vermektedir.

2-Toyok Yazıtları: İdi-Kut şehrinin 15 km. doğusunda, Toyok vadisinde bulunmuştur. Metinlerin tarihini yuvarlak olarak 600-800 seneleri olarak gösterilmektedir. Bu üç metinde kağıtlar üzerine yazılmış olup, öğüt kitabı mahiyetindedir. Toyok yazıtlarını ilim alemine A.Von Le Coq, Köktürkisches aus Turfan, Sonderabruck 1909, adlı eserinde tanıtmıştır.

3-Miran Metinleri: Kağıtlar üzerine Kök Türk harfleriyle yazılmış olan bu belgeleri, A.Stein 1907' de, Tun-huang bölgesinde Miran kalesi harabeleri içinde bulmuştur. Üç kısımdan meydana gelmektedirler. 9- 10. asıra ait bu belgede, muhtemelen bir savaş sonrası ele geçirilen ganimetlerin ve malzemelerin kimlere verildiğine dair tutulmuş bir kayıttır. Metin hakkında Thomsen yukarıdaki makalesinde malumat sunmaktadır. En son bu metinlerin tarihi değerlendirmesini S.Gömeç "Miras Metinleri Üzerine Bir Çalışma", Türk Kültürü, 34/394, Ankara 1996'da yapmıştır.

4-Maitrisimil: Eski Uygur Türkçesi ile yazılmış, dini bir drama piyesi şeklinde tertip edilmiştir. Manası "Geleceğin Burkan'ı Olan Maitreya ile Buluşma" biçiminde açıklanabilir. Bu eserde Burkan'ın halefi olan ve binlerce yıl sonra dünyaya ineceğine inanılan Maitreya'nın hayatı dini bir destan şeklinde anlatılmaktadır. Eserin Hintçeden Toharcaya, oradan da Türkçeye çevrildiği sanılmaktadır. Başında "görülecek şey, seyredilecek şey" diye tarif edilmektedir. Önsözden sonra "ülüş" denilen 27 bölüm gelmektedir. Her bölümün başında "aşağıdaki dini hadiseyi, filan ve falan yerde düşünmek gerekir" diye bir kayıt vardır. Türkçe nüshada bazan devam eden hadise kesilerek, bu olayla ilgili nazari düşüncelerin ispatına çalışılır. Bu metin dini bir masaldır, fakat kendinden de anlaşılacağı üzere bu gibi masallardaki unsurlar o devrin adet ve geleneklerini aksettirmektedir. Buna göre Orta Asya'da şu veya bu münasebetle çeşitli halk eğlenceleri düzenleniyor ve genellikle dolunay vakitlerinde sahneleniyordu. Netice olarak eski Türkçedeki birçok masalların zaman zaman sesli okuma sınırını aşarak, bunların basit bir şekilde dramlaştırıldığı anlaşılmaktadır. Bu eser ilk defa A.von Gabain tarafından Wiesbaden 1957 ve Berlin 1961 iki cilt halinde basılmıştır.

5-Sekiz Yükmek Yaruk: En aşağı halk tabakalarının bile anlayabileceği basit bir dille yazılan bu eserin yüzden fazla nüshası vardır, fakat maalesef bunların çoğu tam değildir. Burkan'ın vermiş olduğu vaazların toplandığı bir kitap şeklindedir. Bu eserde basit halk inançları, iyi amel işlemenin faziletleri ön planda gelir. Sekiz türlü şuurun ve buna dayanan maddi alemin teşekkülü ile bunların çarpışması esere basit cümlelerle serpiştirilmiştir. L.Ligeti 1971' de Sekiz Yükmek Yaruk'u yayınladı.

6-Altun Yaruk: 10. asrın başlarında veya bundan biraz önce Sınku Seli Tutung adında bir Türk'ün Çinceden Uygur Türkçesine aktardığı bir eser olarak kabul edilmektedir. Burkancılığın talimatlarının en yüksek maddelerini içine alır. Eser kopuk kopuk parçalar halinde günümüze kadar geldiğinden, üzerinde fazla bir değerlendirme yapılmamıştır. Beş-Balıklı bir Uygur Türkü olan Sınku Seli Tutung'un eserinde Türkçe şiirler de yer almaktadır. Bilinen dört nüshası olan eserin, Uygur Türkçesindeki nüshasını F.W.K.Müller 1908'de neşretmiştir.

7-Ahmed Yesevi Hikmetleri: 11. yüzyılın ikinci yarısında dünyaya gelen ve 1166'da vefat eden Ahmed Yesevi, Türk milletinin manevi hayatında asırlarca nüfuz etmiş bir şahsiyettir. Ahmed Yesevi ile kurulan tarikat bütün Türk illerine tesir ederek, Türk lslamiyetinin yayılmasına aracılık etmiştir. Divan-ı Hikmet'in en eski yazmaları 16. asra aittir. İlk baskılarından biri Kazan 1896 tarihlidir.

8-Atebetü'l-Hakayık: Tam yazılıŞ tarihi belli olmamakla beraber, 12. asır Türk edebiyatı mahsullerinden sayılan bu eser, Edib Ahmed Yüknek tarafından tertip edilmiştir. Konu ve edebi türü itibarıyla Kutadgu Bilig'in devamı sayılabilir. Atebetü'l-Hakayık'ın altı nüshası bulunmaktadır. Bütün nüshaları karşılaştırarak, R.R.Arat 1951' de yeniden neşretmiştir.

9-Siyaset-name: Diğer adıyla Siyerü'l-molok'u yazan Selçuklu veziri Nizamü'l-mülk'tür (1018-1092). Eserde Türk devlet teşkilatı, kültür hayatı, devletler hukuku gibi konularda bilgiler bulmak mümkündür. Pek çok nüshası ve neşri olmakla beraber ilk olarak 1891' de Paris 'te basılmıştır.

10-Hukuk Belgeleri: Maniheist manastırlara ait yönetmelik, askeri birliklere verilen gereç ve yemekler üzerine makbuzlar, Uygurlarda yazılı belge düzenleme geleneğini ortaya koyan örneklerdir. Bunlardan başka toprak satışı, toprak kiralama, evlat edinme, borç para verme, hayvan kiralama, vergi toplama, vergilere itiraz etme ve benzeri gibi değişik konularda düzenlenmiş birçok belge bulunmuştur. Özellikle Uygur Türklerine ait bu hukuk vesikaları üzerine en eski olarak A.Grünwedel (1906), A. von Le Coq (1918), A.Caferoğlu (1934) gibi kişiler çalışmışlardır. En son olarak bu konuda Ö.İzgi'nin (Ankara 1987) bir yayını bulunmaktadır.

11-Li Te- Yü'nün Mektupları: 840'tan sonraki Uygur tarihi için en önemli kaynaklardandır. Uygurlar bu tarihte, Kırgızlar tarafından büyük bir yenilgiye uğratıldıktan sonra, etrafa dağılarak sefalet içerisinde kalmışlardı. Çin başbakanı olan Li Te-yü ve taraftarlarının fikrine göre, Uygurlar Çin' in eski dostlarıdır ve Çin'in felaket zamanlarında yardıma gelmişlerdi. Bu sebeple Uygurlara yardım edilmesi gerekirdi. Li Te-yü Çin imparatoruna, bu konuda pek çok mektup yazmış ve ricada bulunmuştu. Bu mektupları yazarken, dolayısıyla Uygurların tarihinden de bahsetmişti.



İSLAM ÖNCESİ TÜRK TARİHİNİN KAYNAKLARI ÜZERİNE

Doç. Dr. S. GÖMEÇ

Çatalhöyük / Çumra / Konya

 


2 Nisan 2023 Pazar

KAVİMLER GÖÇÜ VE ROMA İMPARATORLUĞU

 


Kavimler Göçü ve Hunların Rolü


Tarih boyunca çok büyük nüfus hareketleri yaşanmıştır. Yaşanan bu hareketlilik dönemin ve gelecek tarihin siyasi, sosyal, iktisadi, askeri yapılarını derinden etkilemiştir. Tarihteki Hun kitlelerinin göçü de etki alanındaki batı dünyasını özellikle de Bizans İmparatorluğu ve Batı Roma’nın iskân politikalarını derinden etkilemiştir. Bu büyük göç her iki imparatorluğun nüfusunda ve demografik yapısında büyük değişiklikler meydana getirmiştir. Bu etki sadece göçün yaşandığı yüz yıllarla sınırlı kalmayıp daha sonraki dönemlerin nüfus politikaları üzerinde de belirleyici etken olmuştur. Hun idaresinde Ho-han-yeh’in başa geçtiği tarih olan M.Ö 58, aynı zamanda çöküş sürecinin başladığı dönem olmuştur. Özellik Tanhu Tsü-ti-hou (Chu-t'e-ho) zamanından itibaren (M.Ö. 101-96 ) başarılı akınlar kesilirken aynı zamanda zengin güney batı toprakları (Tanrı dağları-Cungarya, Turfan, Yarkent, Kuça vb.) işgale uğramıştır. Bu durum ekonomik olarak devleti zayıflatırken baskı altından kurtulan Çin’in o güne kadar ödediği hediye ve vergi gibi ekonomik destekte kesilmiş oldu. Kurtuluş yolu olarak Çin’in himayesine girmeyi gören Ho-han-yeh ‘in düşüncesi kardeşinin sert tepkisine neden olurken anlaşmazlık devletin bölünmesine neden oldu. Çiçi’nin egemenliği altındaki topluluklar daha önceden Altaylara gelen Türk toplulukları ile beraber Batı Türkistan’a doğru ilerlediler. Çi-Çi iktidarının son bulması sonucunda Türk kitleleri mekânsal olarak dağınık bir şekilde Aral gölü, Kafkasların kuzeyi, Soğdiyana (Seyhun ötesi), Dinyeper Nehri civarlarında varlıklarını devam ettirmişlerdir. Tanhu Yu (M.S.18-46) zamanında tekrar bir toparlanma süreci yaşansa da ölümüyle birlikte istikrarsızlık yeniden başlamıştır. M.S 46 yılında başa geçen amcası Pu’nun iktidarını tanımayan Pi, tabiileriyle birlikte kuzeye çekilmesi sonucunda Hunlar bölünmüş oldular. Kuzey Hunlarının 155 yılında dağılması sonucunda Hun topluluğu batıya doğru göç etmeye başladı. Burada, daha önce Güney Kazakistan bölgesine gelmiş olan Çi-Çi kalıntıları ile birleştiler.


Yazılı kaynaklarda Hun adına ilk olarak Çin kaynaklarında M.Ö. IV. Yüzyılda rastlanılmaktadır. Uzun zaman Doğu’dan gelen kavimlerin tamamı gerek Bizans gerek Ermeni gerekse de Latin tarihçiler nezdinde İskit adıyla tanımlanmıştır. Suriyeli kaynaklarda ise bazen Hunlar için kullanılan tanım Ostrogotlar olmuştur. Alanların mağlup edilmesine kadar geçen sürede ne doğulu ne de batılı kaynaklarda batıya doğru göç eden bu Hun kitleleriyle ilgili bilgiler yoktur. Konunun ilgilisi bilim adamları tarafından Moğol, İslav, Kafkas kavimlerinin bir kolu olarak farklı farklı milletlerle ilişkilendirilmiş hatta Germen soyundan oldukları yönünde irtibatlar kurulmaya çalışılmıştır. Yapılan çalışmalar neticesinde Avrupa Hunlarının Asya Hunlarının torunları oldukları açıklığa kavuşturulmuştur.


Alanların, Hun kitleleri tarafından itilmesiyle başlayan batı yönlü hareket, Karadeniz’in kuzeyinde yaşayan topluluklarda kaosun yaşanmasına neden olurken hun idaresini kabullenmeyen topluluklar varlıklarının devamını sağlamak için batıya doğru göç etmek durumunda kaldılar. Karadeniz’in kuzeyinde yaşayan toplumlar üzerinde derinden tesirler bırakan Hunlar, bu milletlerin hatıralarında ve kaynaklarında olumsuz olarak tanımlanmış şekilde yer etmiştir. Dönemim şahitlerinin verdiği bilgiler yaşanılan korkular çerçevesinde değerlendirilmelidir. Yurtlarını terk etmelerinin ve büyük acılar yaşamalarının müsebbibi olarak gördükleri Hunları, yaşam tarzlarını küçümseyici ve aşağılayıcı dış görünüşlerini çirkinleştirici, varlıklarını ise efsanelere dayandırdığı bir topluluk olarak mağlupları tarafından aktarılmıştır.


Hunların batı yönündeki kitlesel göçleri başlamadan önce Karadeniz’in kuzeyini oluşturan coğrafyada birçok farklı millet yaşamaktaydı. Volga’dan Fin Körfezine uzanan topraklarda birçok Fin kavmi yaşarken, Aral gölü ile Don ırmağı arasındaki bölgede de Alanlar bulunmaktaydı. Don ırmağı ile Dinyester ırmağı arasındaki bölge, Ostrogoların hâkimiyet sınırlarını oluştururken, bunun batı bölümünde ise Vizigotlar yaşamaktaydı. Transilvanya ve Galiçya’da Gepidlerin, günümüz Macaristan topraklarında bulunan Tisza nehri civarları ise Vandalların etkisi altındaydı. Tanrı dağlarından Tuna nehrine kadar uzanan geniş alanda hâkimiyet kuran İskitler, M.Ö II. yüzyılda Doğusunda Sarmatların Batısında ise Gotların baskısına karşı duramadılar ve hâkimiyetlerini kaybettiler. İskit bölgesinde hâkimiyeti ele geçiren Sarmatlar ise MS. II yüzyıla kadar Karadeniz’in kuzeyinde varlıklarını devam ettirdiler. Bu bölge MS 180’li yıllarda Baltık denizi kıyısındaki yurtlarını terk ederek doğuya yönelen Gotların hâkimiyeti altına girdi. Gotlar burada iki gruba ayrılarak Ostrogotlar ve Vizigotlar adıyla ayrı ayrı devletler olarak tarihin sahnesindeki yerlerini aldılar.


Kavimler Göçünün Nedenleri


Kısaca tanımlarsak; IV. Yüzyıl ile VI. Yüzyıl arasında Hunların Aral Gölü ile Hazar Denizi arasındaki bölgeden Avrupa yönünde ilerlerken önlerine çıkan barbar kavimlerini yerlerinden etmesiyle sonuçlanan olaya kavimler göçü denilmiştir.


Kavimler göçü sonuçları bakımından devrin imparatorluklarını parçalayıp yıkacak kadar güçlü, devletlerin etnik ve demografik yapılarını değiştirecek kadar da tesirli özelliklere sahiptir. Hun kitlelerinin başında, onları hedefe ulaştırma konusunda kitleleri disiplin içinde sevk ve idare eden güçlü yöneticilerin varlığı en önemli etkenlerden biri olmuştur. Göçün batı yönünde gerçekleşmesinde, yaşadıkları Orta Asya’nın coğrafi yapısı yol ve yön gösterici olmuştur. Topluluğun izleyeceği güzergâh doğudan batı yönlü istikametine doğru planlanmıştır. Bunun için izlenecek yol ise siyasi ve coğrafi nedenler dikkate alınarak halkını güvenli şekilde ulaştırabileceği Kuzey Yoludur. Bu hat hem Ural dağlarından Orta Avrupa’ya kadar iklimsel olarak benzer coğrafi özellikler taşımaktadır hem de kitlelerin ilerlemesine engel teşkil edecek Çin, İran Bizans gibi siyasi ve askeri yönden güçlü devletlerin tehdit alanlarında bulunmamaktadır.


Halkın Besin İhtiyacının Karşılanamaması


Hunların büyük göçten önce yaşamış oldukları Orta Asya coğrafyası oldukça zor iklim koşullarına sahip sert bir coğrafyadır. İklimin tarım alanlarını kısıtladığı bu zorlu coğrafyada sahip olunan hayvanlar en büyük geçim kaynağı durumundaydı. Bozkır coğrafyasının soğuk iklimi kıt imkânlar sunarken kalabalık kitlelerin ihtiyaçlarının büyük bölümünü sağlayan hayvancılık, yaşamın temel kaynağı konumuna gelmişti. Var olan topluluğu bir arada tutabilmek için onları doyurmak gerekiyordu. Bu nedenle zengin otlaklara sahip olma isteği boyların kendi aralarındaki iç mücadelesinin en önemli nedenlerinden biri olarak öne çıkmıştır. Bu nedenler ise yeni otlaklara ulaşmayı zorunlu kılmıştır. İdil boylarında 4 asır kadar yurt tutan Hunların nüfusları bu süre zarfında artmış, hayvanları çoğalmış, idil boyları kalabalık Hun kitlesinin ihtiyacını karşılayamaz duruma gelmişti. Geniş topraklara ve verimli otlaklara ihtiyaç vardı.


Toplumların nüfusu yaşam şekillerine ve ihtiyaçlarına göre şekillenmektedir. Göçebe yaşam tarzına sahip Türk toplulukları için insan sayısının fazlalığı coğrafyanın ve diğer topluluklarının zorluklarına ve tehditlerine karşı koymanın bir unsuru olarak görülmüştür. Yaşadıkları sahalar değişmemesine rağmen nüfusun hızla artması ve geçimin temel kaynağını oluşturan hayvan sayılarında görülen artışlar sabit kaynakların ihtiyaca cevap verememesine neden oluyordu. Özellikle sınırlı otlaklara sahip olmak Türk boylarının karşı karşıya gelmesinin en önemli nedeni ve doğurduğu sonuçlar bakımından ise en ciddi olanıydı.


Taht Mücadeleleri ve Dış Baskılar


Orta Asya Türk devletlerinde devleti kimin yöneteceği konusu belirli bir kurala bağlı değildi. Hanedana mensup olan bireyler tahta çıkma konusunda eşit haklara sahiplerdi. Bu durumun sonucu olarak güçsüz hakanlar döneminde devletler zayıflamış, bölünmüş ve yok olmuşlardır. Taht için mücadele veren hanedan üyeleri yeni hakanın egemenliği altına girmeyerek başka bölgelere taraftarlarıyla göç etmişlerdir. Geçmiş dönemlerde Ho-han-yeh ve Çi-Çi arasındaki mücadele en somut örneklerden birini oluşturmaktadır. Hun devletinde iktidar mücadelesi Ho-han-yeh ve kardeşi Çi-Çi arasında meydana gelmişti. Hun devletinin bu dönemde içinde bulunduğu ekonomik sıkıntı ve askeri yönden zayıf durumda olması gerek içten gerekse de dıştan gelen ağır baskılara karşı gerekli mücadeleyi vermesine engel olmuştur. Çin’in başarılı şekilde uyguladığı Hun prensleri arasını açmaya yönelik siyaseti sonucunda Tanhu Ho-han-yeh’i Çin idaresine girme yönünde eğilim göstermesine neden oldu. Alınan bu karar onu kardeşi Çi-Çi ile karşı karşıya getirdi. Ho-han-yeh Çin’in egemenliği altında kuzey batı sınır bölgesine yerleşti. Çi-Çi ise taraftarlarıyla birlikte batıya doğru yöneldi. Devletinin merkezini de Batı Türkistan’a kaydırdı.


Roma İmparatorluğu’nun Zenginliklerinden Faydalanma İsteği


Roma İmparatorluk toplumunun yaşam şartları, sınırların dışında bulunan barbar kavimleri için dikkat çekici bir özellik göstermekteydi. Göç toplulukları arasında siyasi veya demografik nedenlerden olduğu gibi Roma ekonomisinin sahip olduğu zenginliklerinden yararlanmayı amaçlayan kitlelerde mevcuttu. Roma sınırına yakın olan topluluklar yaptıkları ticaret sayesinde ekonomik olarak güçlenirken İmparatorluğun sahip olduğu zenginliklerini yakından görme imkânı buluyorlardı. Roma Halkı’nın sahip olduğu zenginlikler ve refah içindeki yaşamları imparatorluğun gücüyle birlikte topluma güven ve huzur içinde oldukları yaşam olanağı sağlanmaktaydı. Barbarlar sahip olmadıkları bu yaşam şekline hayranlık besliyorlardı. Bu imkânlardan yararlanmak için imparatorluğa çiftçi, asker, olarak kabulleri yönünde isteklerde bulunuyorlardı. Barışçıl bir istila gibi yaşanan süreç zaman içinde büyük ve kalabalık kitlelerin hareketine dönüştü. İmparatorluk sınırlarında biriken kalabalıklar büyük bir basıncın oluşmasına neden oldu. Barbar kavimleri, içinde bulundukları ve farklı farklı meslek sınıflarında yer aldıkları imparatorluğun sahip olduğu zenginliklerden yararlanırken aynı zamanda imparatorluğun zayıf ve güçsüz yönlerini de keşfetmiş oluyorlardı.




Kavimler Göçü Başlama Süreci


Hunların Tanhu Tsü-ti-hou (Chu-t'e-ho) zamanından itibaren (M.Ö. 101-96) Akınlarının zayıflaması üzerine, özellikle zengin (Tanrı dağları-Cungarya, Turfan, yarkent, Kuça vb.) toprakları düşmanlar tarafından istilalara açık hale gelmiştir. Bu durum Çin’in ödediği vergi ve hediyelerinde kesilmesi anlamına gelmekteydi. Ekonomik yönden zayıflamış askeri açıdan güçsüzleşmiş devletini kurtarmanın çözümü olarak dönemin Tanhusu Ho-han-yeh Çin’in himayesine girmede görüyordu. Bu kararı kardeşi Çi-Çi ve taraftarlarınca “gülünç ve utanç verici” olarak tepkilerine neden oldu. Çi-Çi kendine tabi olanlarla birlikte ayrılıp batıya doğru yöneldi. Bu parçalanmışlık durumu Çin üzerindeki baskının da kalkması anlamına gelmekteydi. Çin hâkimiyetini kabullenmiş olan Hunlar Hohanyeh’in oğlu Yu döneminde güçlü duruma geldi. Ancak Tanhu Yu’nun ölümünden sonra yaşanan siyasi çekişmelere kuraklık ve kıtlık gibi doğal felaketlerin neden olduğu iktisadi sıkıntıların eklenmesi Hunlar arasında huzursuzluğu arttırdı. Pu M.S 46 yılında Tanhuluğunu ilan edince bunu tanımayan yeğeni Pi taraftarlarıyla birlikte kuzeye doğru çekildi. Bu durum Hunları bir daha birleşmemek üzere ayırmış oldu. Kuzey Hunların hâkimiyet alanlarında ekonomik yönden zengin şehirler bulunmaktaydı. Çinlilerin ve onlarla birlikte hareket eden Sien-pi’ler MS.93 yılına gelindiğinde uyguladıkları baskı ve saldırılar katlanılamaz bir hal aldı. Bu durum karşısında Batı Türkistan’da kalan son topluluklarda batıya göç ettiler.


Asya Hunları’nın Orta Asya’daki hâkimiyetlerini kaybetmesi neticesinde Avrupa Hunlarının batıya göçü başlamıştır. Hun topluluğu Hazar Denizi ile Aral gölü arasında kalan bölgeye yerleştiler. Kafkasya’nın kuzeyinde İtil –Ten ırmakları arasında hâkimiyet kuran İran asıllı olan Alanlar hüküm sürmekteydi. Alanlar hakkındaki bilgiler oldukça azdır. Batılı tarihçilere göre İran menşeili olarak kabul edilmektedirler. Çinliler Alanlar için “An-tsi” ismini kullanırken Romalıların kullandıkları isim “Alani” dir. Bizanslılar ise bunlar için “ Asioi” ismini kullanmışlardır M.Ö. I. Yüzyılın ortalarında Don nehri civarına gelen Alanlar burada yaşayan Sarmatlar’ı yerlerinden ederek Don ve Aral Gölü arasında hâkimiyetlerini kurdular. Hunların batı yönlü hareketinin başlamasıyla birlikte Alanlar Hun akınlarına karşı koyamadılar ve mağlup olarak topraklarını terk edip batıya yönelmek zorunda kaldılar.


Yapısal olarak göçebe olan Alan kavmi sürüleri için yılın ilkbahar ve sonbahar dönemlerinde verimli otlaklar bulmak amacıyla göç ederlerdi. Alanlar Kırım’da bulunan boğaza yaptıkları saldırılar ile Ermenistan ve Media topraklarına düzenledikleri saldırılar nedeniyle Romalılar tarafından saldırgan ve acımasızlıklarıyla biliniyorlardı.


Avrupa Hunlarının, Batı Türkistan’da doğudan gelen Hun göçleriyle birlikte zaman içerisinde sayıları artmıştı. İklimde meydana gelen değişiklik göçebe hayatını yeni yerlere göçe zorlarken buna Uar-Hunların baskısı eklendi. Hun topluluğunun bu zorunluluklar karşısında 350 yılında batıya doğru göç hareketi başlamış oldu. Karşılarına çıkan Alanları 370 yılında yaptıkları mücadelede mağlup ettiler. Alanların büyük bölümü meydana gelen mücadelede katledildi. Hun saldırıları sonucu dağılan ve kaçan Alanların bir bölümü Kafkasya’daki dağlık alanlara sığınarak hayatlarını ancak kurtarabildiler. Avrupa’nın doğusunda oldukça önemli bir güç konumunda olan Alanların mağlup edilmesiyle Hunlar, Avrupa topraklarına girmiş oldular.


Ammianus, Alanlarla yapılan bir anlaşma sonucunda Tuna boyunda yenilgiye uğrayan Alan güçlerinin büyük bir bölümünün müttefik olarak kabul edilip yapılan akınlarda öncü birlik rolü üslendiklerini belirtmiştir. Alanların yurtlarından sürülmesinden sonra Hun güçleri saldırılarının yönünü Volga nehrine doğru çevirdiler. Karadeniz’in kuzeyindeki bu bölgede M.S.180 yıllarında Baltık denizi kıyısından göç etmiş Dinyester ırmağının ikiye ayırdığı bölgede Doğu Gotlar (Ostrogot) ve Batı Gotlar (Vizigot) yaşamaktaydı. Hunlar ilk olarak 374 yılında Avrupa topraklarında göründüler. Hun başbuğu Balamir, önce kısa süren çarpışmaların ardından Don ve Dinyester ırmakları arasındaki Ostrogot Devleti’ni yıktı (374).Yenilgiyi kabullenemeyen kral Ermanarich intihar etti. Yerine geçen Vithimiris defalarca yenilgiye uğramasına rağmen mücadeleyi sürdürmeye çalışmışsa da Hun askerleri tarafından vurularak öldürüldü. Vithimiris ölümü sonucunda başa geçecek nitelikte kimse olamadığından komutanları Alatheus ve Saphrax savaşın devamının sonuç getirmeyeceğine karar verdiler. Got halkının bir bölümü kurtuluşu batı Gotlarına sığınmada görürken büyük bölümü ise Hunların hâkimiyetini kabullenerek idareleri altında yaşamayı seçtiler. Gotların Hun saldırıları sonucu yıkılmasının dehşeti ve korkusu sonucunda Batı Gotları yurtlarını terk ederek önlerine gelen kavimleri iterek yerlerinden ettiler. Kavimlerin Hun saldırıları sonucu içine düştükleri bu kargaşa ve dehşet ortamı Roma İmparatorluğu’nun kuzeyindeki toplulukları darmadağın etmiş ve İspanya’ya kadar uzanmıştı. Hun saldırı karşısında Alan ve Ostrogotların boyun eğmesi, Vizigotların ise yurtlarını terk etmek zorunda kalmaları Hunları Ural’dan Karpatlara uzanan bölgenin hâkimi haline getirdi. Avrupa’nın demografik yapısını değiştirip yeniden şekillendiren kitlelerin korkuya dayalı büyük hareketliliğine neden olan “Kavimler Göçü” böylece başlamış oldu. Hun saldırılarını engelleyecek doğal bir setten mahrum olan Roma İmparatorluğu topraklarına uzaklardan gelen Hun güçlerinin saldırıları karşısında çaresiz kalarak göçü durdurmaları mümkün olmayacaktı.


Hunların saldırıları karşısında başarılı olamayan önce Alanlar sonra Gotlar ülkelerini Hunlara terk etmek zorunda kaldılar. İlerleyen Hun güçleri Romanya, Moldavya ve Erdel bölgelerinde yaşayan Vizigotlar ile karşı karşıya geldiler. Hun tehdidinin yaklaştığını anlayan Vizigot Kralı Athanarik, Hunların saldırılarına karşı Dinyester nehri sahilinde savunma hattı oluşturdu. Savunma stratejisi yeni karşılaştıkları düşmanlarını durdurma etkili olamadı. Atı ve hareket halinde ok kullanma konusunda oldukça mahir olan Hun savaşçılarına karşı savunmada kalarak mücadele etmek mümkün değildi. Hun güçleri karşısında ağır bir mağlubiyete uğradı. Vizigot Kralı Athanarik ise kendisine sadık kalan küçük bir grupla Macaristan’a kaçarak hayatını kurtardı. Gotların büyük kitlesi ise Athanarik rakibi olan Fritigern’e tabi oldular. Bizans imparatoru Valens ile ayni mezhepten olan Fritigern bunun sağladığı avantaj ve barışçıl özelliklerini kullanarak imparatorluğun topraklarına kabullerini elçiler aracılığı ile iletti. Tuna nehrinin kuzeyinde bulanan kıyılarında yığılan kalabalık topluluk askerlere yalvararak geçiş izninin bir an önce verilmesini istiyorlardı. Bu dönemde sarayda başta imparator Valens olmak üzere yönetim Themistios’un etkisi altındaydı. Themistios’a göre imparator Tanrının dünya üzerindeki kopyası olduğundan vazifeleri çok büyüktü. Roma sınırları dışında bulunan Barbar gruplarının kazanılması ilahi düzenin yeryüzündeki uygulayıcısı olan imparatorluğun yöneticisine aitti. Bunları öldürmek bu düşünceye göre yanlış olup onların imparatorluğa kazandırılarak ıslah edilmesi gerekiyordu. Bu düşünce meclise getirildiğinde büyük tartışmalara neden olmuştur. Askerler bu kalabalık Got kitlesinin kabul edilmesinin büyük sorunlara neden olacağından endişe ederek karşı durmuşlardır. Eunapios askerlerin itirazlarına neden olan bu karşı duruşun mecliste gördüğü tepkiyi şu şekilde aktarmıştır "İmparatorun lütfuna nail olanlar arasında baş mevkiyi işgal eden ve müşaverede sözleri en ziyade itibar gören kimseler, bunlar iyi askerler, fakat politikadan anlamıyorlar” diyerek onları susturdular. Themistios’ta bu fikirlerin oluşmasındaki en önemli etken daha önceki dönemlerde Anadolu’da iskân edilen Galatların, zamanla isimleri aynı kalmasına rağmen hayat tarzları, kanunlar karşısındaki durumları, askerlik vazifeleri, memurluk görevleri, vergi sorumlulukları bakımından hiçbir fark olmaksızın Romalılaşmasına dayanmaktaydı. Gotların kabul edilmesini sağlayan diğer nedenler ise imparatorluk ordusunun asker ihtiyacını karşılayacak nitelikte bir kaynak durumunda olması aynı zamanda boş olan arazilere gelenlerin iskânlarının sağlanarak arazilerin işletilmesini sağlayacak tarımsal iş gücü kaynağı olmasıydı. Eyaletlerde yerleşik olarak yaşayan vatandaşlar ise ordunun askere olan ihtiyacı kalmayacağından vergi vererek hem ekonomiye büyük katkı sağlanmış olacak hem de askerlikten muaf olacaktı. Bu şartlarda Moesia’da iskâna tabi tutulan Got sayısının içinde abartıda olsa dört yüz ile beş yüz bin civarı kişiden söz edilmektedir. Gelen topluluk içerisinde en az yarısı asker olma vasfı taşımaktadır. Buradan Anadolu’ya büyük bir grubun gemilerle taşınıp iskânı gerçekleştirildi. Gotlara kötü muamele yapılıyordu ve yiyecek ihtiyaçları da karşılanmıyordu. Eşlerine ve çocuklarına yüksek mevki sahipleri tarafından kötü muamelelerde bulunuluyordu. Yapılan bütün şikâyetlere karşı duyarsız ve isteksiz davranılması isyan etmelerine neden oldu.


Alan gruplar ve Hunların da desteğinin alınması sonucunda oldukça güçlü konuma gelen Gotlar ve beraberindeki güçler, Trakya ya doğru hareket ederek geçtikleri yerleri yağmalayarak yönlerini Constantinopolis’e çevirdiler. İran seferinde olan İmparator Valens’e bu haber ulaşınca hemen geri dönmek için hareket etti. Ancak Edirne de (Adrianapolis) imparatorun ölümüyle sonuçlanan savaşta çok ağır bir yenilgi yaşandı. Gotlar iyi şekilde surlarla korunan Adranapolis’e ve Constantinopolis’e kuşatacak askeri donanımdan yoksun olduklarından buraları ele geçirme noktasında başarı sağlayamadılar. Got güçleri tarafından Trakya ve Illyricum’un işgal edilip ele geçirilmesi neticesinde coğrafi olarak Doğu Romanın Batı ile irtibatı kesilmiş oldu.


400 yılında Hunların başında Uldız bulunmaktaydı. Bu dönem aynı zamanda Hun dış politikasının esaslarının temellendirildiği dönem olmuştur. Uldız’ın Doğu Roma elçilerine yönelik “güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar her tarafı fethederim” sözü, uygulamada Doğu Bizans üzerinde sürekli baskı ve tehdit oluşturma şeklinde gerçekleşirken Batı Roma ile dostane ilişkiler kurma esasına dayanan politik bir hedef halini almıştır. Hunların saldırıları sonucu Batı Roma yönünde hareket eden ve imparatorluk topraklarına saldıran barbar toplulukları, aynı zamanda Hunlara karşı düşmanlık güden aynı topluktan olması Batı Roma ile dostane ilişkilerin oluşmasına neden olmuştur. Uldız dönemiyle birlikte kavimler göçünün birincisine göre daha güçlü ve etkili olan ikinci dalgası başlamış oldu. Hunlar ve öncü güç olarak kullandıkları Got güçleri Tuna’nın aşağı bölgelerine doğru harekete geçtiler. Önlerine çıkan Sarmatlar kurtuluşu Bizans topraklarına girmekte buldular. Korku içindeki Asding Vandalları, Vizigotlar, Saksonlar, Burgonlar, halklarının oluşturduğu insan seli Batı Roma topraklarına doğru kurtuluş umuduyla hareket etmiştelerdir. Bu topluluklar içine düştükleri korku nedeniyle yerleşecekleri yerlerin Avrupa’dan denizle ayrılmış bölgelerine geçerek güvenliklerini sağlamaya çalışmışlardır. Birincisinden daha şiddetli olan bu göç dalgası Vandal’ları, Sueb'leri, Kuad'ları, Burgondları, Sakson'ları, Alaman'ları Roma topraklarına akın ettirirken Batı Roma İmparatorluğu barbarların istilalarına engel olamayarak çaresizlik içine düşmüştür.


25 yaşından beri Vizigotların liderliğini yapan Alarich, İmparator Theodosius’un ölümü ve ordunun büyük bölümünün batıda olması fırsatından yararlanarak isyan etti. Moesia (Romanya) ve Trakya yağmalandıktan sonra Constantinopolis’e doğru yöneldi. Uygun imkâna sahip olmasına rağmen yönünü Makedonya ve Tesalya’ya çevirdi. Kumandan Stilikho tarafından etrafı çevrilen Alarich’in kurtulma şansı kalmamıştı. İmparator üzerinde oldukça etkili olan Eutropius’un telkinleri neticesinde İmparator Arcadius, Alarich ve taraftarlarının bırakılmasını istemesi sonucu kurtuldular. Eutropius, Vizigotların ortadan kaldırılmasını kendi istikbali için yaptığı planı bozacağından serbest bırakılmalarını sağlamıştır. 401 yılında tekrar hareketlenen Alarich liderliğindeki Vizigotlar, İtalya’ya doğru yerleşeceği yurtlar bulmak için hareketlendi. Revanna kuşatıldı ve yağmalandı. Ancak İmparator Honorius‘un Milano’da olduğu haberini alınca yönünü Milano’ya çevirdi. İmparator güneybatıda bulunan Astiye kaçamak zorunda kaldı. İmparatoru takip eden Alarich Pollentiada Sitilicho ordusuyla karşı karşıya geldi. Alarich yapılan savaşta büyük kayıplar verince halkıyla birlikte Illyricium kuzeyine çekilmek zorunda kaldı.


İmparatorluk güçlerinin büyük bölümü batıda olmasına rağmen 405 yılında Radagais öncülüğünde çıkan Got isyanını bastırmada Pavia savaşında komutan Stilikho bu defa başarılı olamadı. Vandalları, Süevleri, Burgundları, Kuadları, Saksonları ve Alamanları tek bir yönetim altında birleştirerek büyük bir güce hâkim olan Radagais Roma’yı tamamen ortadan kaldırmak için harekete geçti. Stilikho Hun lideri Uldız’den bu saldırının önlenmesi için yardım istedi. Hun güçlerinin müdahalesiyle isyan bastırılarak tehlike ortadan kaldırılmış oldu. Vandal, Alan, Sueb, Sarmat, Keltler’den oluşan topluluklar Ren nehri ötesine, Galya'ya gitmek zorunda kaldılar. Bu durum aynı zamanda Hunların Batıya yapacağı akınlarda ordunun güvenliğini tehlikeye düşürecek güçleri uzaklaştırmış oluyordu. Gaines’in Anadolu’ya geçme girişimi İmparatorluk donanma güçleri tarafından engellenince Kuzeye doğru hareket ederek Tuna’yı geçti. Uldız Gaines’in Tuna bölgesindeki varlığını kendisi için bir tehdit olarak görürken aynı zamanda Doğu Roma için de istenmeyen güç konumunda olduğunun farkındaydı. Uldız, askerleriyle birlikte Gaines’e karşı giriştiği mücadelede onu yenilgiye uğratarak öldürmeyi başardı. Gainesin gönderilen kesik başı Doğu Roma İmparatorluğu ile kurulmak istenilen işbirliğinde kararlılığın ifadesiydi. Hunlar izledikleri denge politikası gereği gerek Doğu gerekse Batı Roma’ya önemli yardımlarda bulunmuştur. Alarich liderliğimdeki Vizigotlar, 410 yılında Roma’ya ulaştılar ve şehri günlerce yağmaladılar. İmparatorluğun batısında bu gelişmeler olurken Doğu Roma’da ise Hunlar, İmparatorluğun topraklarına saldırmak için uygun fırsatı kolluyorlardı. Doğu Roma İmparatorluğunda 395 yılına gelindiğinde Hunlar Doğu Roma’ya doğru harekete geçtiler. İmparatorluğun doğu ve batı yönetimleri arasındaki siyasi çekişmelere imparator Theodosius ölümüyle ortaya çıkan istikrarsızlığa Alarich liderliğindeki Gotların isyanın eklenmesi Hunlar için uygun ortam oluşturmuştur.


Hun güçleri akınlarını iki koldan yürüttüler. Hun gücünün bir bölümü Balkanlar üzerinden Trakya’yı hedeflerken diğer grup ise Basık ve Kursak adlı hakanlar tarafından gerçekleştirildi. Hun askeri gücü Erzurum bölgesinden başlayarak Fırat ve Karasu’nun oluşturduğu vadi boyunca ilerlemiş buradan Malatya’ya ardından Çukurova’ya ulaştılar. Güçlü kalelerle korunan Edesse (Urfa) ve Antakya kuşatılarak baskı altına alınmaya çalışıldı. Hun güçlerinin Anadolu yönünde başlayan askeri hareketi sadece Doğu Roma’yı endişelendirmemiştir. Bölgenin önemli bir gücü olan Sasani İmparatorluğunu da oldukça huzursuz etmiştir. İran üzerine yapılan akınlarda Hunlar Sasani kralı IV. Behram liderliğindeki askerlerinin direnişiyle karşılaştılar. Hun saldırıları karşısında hazırlıksız yakalanan ve çaresiz kalan Doğu Roma İmparatorluğunda, ancak 398 yılı sonunda anlaşmaya varılabilinmişti.


Rua’nın 422 yılında başa geçmesi ile birlikte Hun tarihinde yeni bir dönem başlamış oluyordu. Rua’nın kardeşleri Mançuk, Aybars ve Oktar idi. Mançuk erken yaşta öldüğünden Doğu kanadında Aybars, Batı kanadında ise Oktar’ın olduğu imparatorluğu, kardeşleri ile 432 yılına kadar birlikte yönettiler. Oktar, Ren ırmağı civarında bulunan Burgundlar’a karşı yaptığı mücadelede hayatını kaybetti. Onların ölümüyle birlikte artık tek yönetici kendisiydi. Rua Doğu Roma ordusunun İran’la savaşta olmasından faydalanarak 434 yılında harekete geçti. Gerekçesi Doğu Roma’nın Hun ordusunda isyan çıkarmak, bağlı olan kavimleri Hunlar’dan ayırmak için propaganda yapmak ve casuslar göndermekti. Rua oldukça uygun bir zaman seçmişti. İmparatorluk güçleri Sasanilere karşı doğuda yetersiz durumdaydı. Güçlü bir direnişle karşılaşmadan Trakya’ya doğru ilerledi. 350 libre verilmesi şartıyla sulh yapıldı. Hunlar böylece Bizans’a uygulanacak baskının önemli bir gelir kaynağı haline gelecek olan altına ulaşmanın yolunu keşfetmiş oldular. Batı Roma’da ise küçük yaşta III. Valentinianus tahta geçmesi, Doğu Roma’nın müdahale etmesi için fırsat yaratırken imparatorluğun batısı, kendi içinde anlaşmazlığa düşmüştü.


Doğu Roma’ya karşı cephe alarak bir İtalyan soylusu olan Senatör Johannes’i imparator seçtiler. Ancak Büyük Theodosius’un kızı ve II. Theodosius’un halası Galla Placidia bunu kabul etmeyerek Doğu Roma İmparatoru’nun yardımıyla Johannes’e karşı harekete geçti. Bu ittifak karşısında zor durumda kalan Johannes, Aetius’u Hunlardan yardım istemeye gönderdi. Rua, Aetius’un bu ricasını kabul ederek İtalya üzerine yürüdü. Fakat Aetius’un sağladığı bu yardım daha İtalya’ya varmadan Johannes bertaraf edildi(425). Böylece Batı Roma İmparatoru III. Valentinius’un (425-455) annesi Galla Placidia, oğlunun küçük olması nedeniyle iktidarı ele geçirdi. Oğluna ise, Comes rütbesi vererek onu babası Gauentius’un halefi olarak en büyük askeri komutan sıfatıyla Galya’ya atadı. Ancak Galla Placidia’nın yönettiği Batı Roma hükümeti Hunların istenmeyen yardımlarına karşılık Hunlar tarafından haraç vermeye zorlandı. 425 yılında Hunlar, imparatorluğun iç politikasında oldukça fazla söz sahibiydiler. Aeitus’u destekleyerek nüfuzunun artmasına sebep olan Hunlar, hiçbir engelle karşılaşmadan İtalya’ya kadar ulaştılar. Rua’nın Doğu Roma’ya karşı izlediği yöntem, temelleri Uldız tarafından atılan dış siyasetin uygulanmasıydı. 428’de Ren Nehri’nin geçilmesi ile Kuzey Buz Denizine ulaşılmış oldu. Bu sayede Hun hâkimiyeti Kuzey ve Baltık sahillerine kadar genişledi. Günümüzün devletleri olan Hollanda, Belçika, Danimarka, Kuzey Fransa, Almanya Hun hâkimiyeti altına alınmış oldu.



Atilla’nın Roma İmparatorluğu Üzerindeki Baskısı


Babası Muncuk’un erken bir yaşta ölmesi nedeniyle amcası Rua tarafından sahiplenilmiştir. Büyük bir lider olan amca Rua’nın yanında bulunması Atilla’ya Hun devlet yönetiminin ve dış politikasının özelliklerine, inceliklerine hâkim olmasını sağladı. 435 yılında Rua’nın ölmesi üzerine tahta Atilla’nın ağabeyi olan Blada geçmiştir. Blada tek başına devletin yönetimine geçmesine rağmen kardeşi Atilla’yı ortak Hükümdar olarak ilan etti. Blada’nın devlet yönetiminde bu yöntemi seçmesinin temelinde kişisel vasıfları yatmaktadır. Atilla’nın liderlik yolunda oldukça hırslı, engel tanımaz cesur yapısına karşılık kendisi eğlenceye meyilli liderlik yönü zayıf zıt bir yapıya sahiptir. Bu düşüncesi kendisini ancak 7 veya 10 yıl tahtta tutabilmiştir. Blada ve Atilla kardeşler, amcaları Rua’dan devraldıkları devletin sınırları batı yönünde Baltık denizi ve Alp Dağlarına kadar uzanırken doğuda ise Hazar denizine doğru uzanmaktaydı. Atilla’nın tek başına kağan olduğu tarihe (445) kadar geçen süre içerisinde barbar kavimleri büyük ölçüde kontrol altına alındığından geniş sınırlara ulaşan Hunlar için hedef artık doğrudan Roma İmparatorluğu olmuştur.


Doğu Roma ile Hunlar arasında varılan anlaşmaya rağmen Romalılar Hunların yönetimi altında bulunan yabancı unsurları Hunlara karşı kışkırtma çabalarını sürdürüyorlardı. Bunun üzerine Rua tedbir olarak hem ticareti sınırlandırmış hem de Hun yönetimine tabi halklardan ücret karşılığında asker olarak yararlanmayı yasaklamıştı. Doğu Roma aynı zamanda Hun yönetiminden kaçanların sığındıkları ve korundukları bir konuma gelmişti. Rua Hun ileri gelenlerinden olan Mama ve Atakam’ın oğullarıyla birlikte Doğu Roma’ya sığınmış olan kaçakların verilmesini istedi. Theodosius II anlaşmak için elçi heyeti gönderme kararı aldı. Ancak Rua’nın ölümü üzerine bu anlaşmayı sürdürülerek sonuçlandırma görevi Atilla’ya kalmıştı. Bizans heyeti Constantia surlarının karşısında Tuna ile Morava nehrinin birleştiği yerde bulunan Margos şehrinde karşılandılar. Atilla bu görüşmeyi atının üzerinden inmeden farklı bir diplomasiyle yürüterek bütün şartlarını halkın önünde kabul ettirdi. Margus anlaşmasına göre, Doğu Roma kendine sığınmış olan Hun kaçaklarını iade edeceği gibi bundan sonrakilerede müsaade etmeyecek. Romalı esirlerden kaçıp kendine sığınanları ya geri verecek ya da her bir kaçak için 8 solidos ücret ödeyecekti. Hunların idaresi altında olan kavimlerle ittifak içerisine girmeyecekti. Ticarette iki tarafın tüccarları eşit şartlarda olacaktı. Daha önce yıllık olarak ödenen 300 libre vergi bundan sonra 700 libre olarak ödenecekti. Anlaşma hemen uygulamaya geçirildi ve Doğu Roma’ya sığınmış olan Hun tebaasına ait kişiler teslim edildi. Doğu Roma sınırları içinde bulunan Attila teslim aldığı kaçakları Trakya'da Karsus (Bulgaristan'da Hirsovo) kalesinde astırdı. Bu durum hem imparatorluk tarafında hem de Hun idaresi altındaki halklarda Attila adının korku ve dehşetle anılmasına neden olmuştur. Hun toplulukları tarafından ilahi menşeden geldiğine inanılan Attila ileride Avrupaların nezdinde Tanrı’nın kırbacı olarak anılacaktır. Attila bu barış ortamının sağladığı olumlu ortamdan yararlanarak ülkenin doğusunda bulunan birlikleri denetledi. Hunlara karşı ayaklanma girişiminde bulunan Sara Ogurlar (Ak Ogurlar) denetim altına alındı.


Atillanın Doğu Roma Stratejisi


Germenler, İranlılar, Slavlar, Fin -Ugorlar, Üçogur, Beşogur, Altıogur, Onogurlar, Saraogurlar, Akatirler, Sabarlar gibi Türk topluluklarının eklenmesiyle birlikte sayıları 45’i bulan birbirinden farklı topluluklar, Hun liderinin önderliğinde bir araya getirilmişlerdi. Germen kavimleri başlarında kendi yöneticilerinin bulunduğu siyasi yönden ise Hun idaresine tabi olarak kalabalık topluluğun bir parçasını oluşturmaktaydı.

Bütün bu toplukların Attila’nın karizmatik liderliği etrafında itaat altına alınmış olması Attila’ya yapacağı seferlerde güven içerisinde rahat hareket etme imkânı sağlamıştır. Attila döneminde Hunların dış politikasında, temeli Uldız tarafından atılan ve şekillendirilen siyaset tarzının devam ettirildiği görülmektedir. Batı Roma ile ilişkilerde dostane şekilde sürdürme politikası güdülürken Doğu Roma ise her fırsattan yararlanılarak baskı altına alınamaya çalışılmıştır. Margus anlaşması sonucunda teslim edilen Hun önde gelenlerinin kaçak oğulları, Doğu Roma İmparatorluğunun sınırları içinde idam edilmişti. Bu tutum hem Hunların iç politikasına yönelik mesajlar içermekteydi hem de Doğu Roma’ya yönelik baskı altına alma politikasının devam edeceğinin en etkili göstergesidir.


Hunlar 440 yılından itibaren Doğu Roma üzerinde uygulanan baskıyı artırmaya başladılar. İmparator II.Theodosius anlaşmanın ekonomik yaptırımları içeren maddelerini yerine getirmekte oldukça ağır davranmaktaydı. Yıllık vergiyi göndermede ihmalkârlık göstermeye başladı. Antlaşmanın önemli maddelerinden biri olan esirler konusunda ise hem kaçaklara göz yumulurken hem de Got asıllı Arnegisclus gibi bazı kaçaklara da general rütbesi verilerek bizatihi Hunlar ile mücadelenin saflarında kullanılmak için önemli görevlere getiriliyordu. Bu durum Doğu Roma İmparatorluğunun dış siyasette izlediği genel bir anlayışın yansımasından ibaretti. İmparatorluk saldırılara engel olamadığı dönemlerde tehdidi ortadan kaldırmak veya saldırıların şiddetini düşürmek için barış maddi güç ile sağlanmaya çalışılmıştır. Sükûnetin sağlanmasından sonra varılan şartların yerine getirilmesinde ya oldukça ağır davranılmış ya da zamana yayılarak hiç biri yerine getirilmemiştir.


II.Theodosius oyalama ve zamana yaymaya dayanan bu stratejinin meydana getireceği tehlikenin farkındaydı. Bu amaçla adını taşıdığı I. Theodosius’un başkenti korumak için inşa ettiği duvarı güçlendirdi. Deniz kıyısından gelecek saldırılar için önlemler alınması için talimatlar verdi. 440 yılında stratejik öneme sahip Kartaca’nın Vandalların saldırısına uğraması sonucunda Doğu Roma İmparatorluğu yardım etmek amacıyla harekete geçti. Kartaca’nın hâkimiyetini ele geçirmek hem Doğu hem de Batı Roma’nın güvenliğinin tehdit altında bulunması anlamını taşımaktaydı. Kartaca da düşman bir güç tarafından oluşturulacak deniz gücü imparatorluğun her iki bölümüne kolayca saldırma imkânı oluşturulabilirdi. Derhal Kartaca’da Vandal hâkimiyetini ortadan kaldırmak amacıyla başkent Constantinopolis’ten 1100 gemi hazırlanarak Vandallar üzerine gönderildi. Kartaca’yı Vandallar’dan kurtarmak amacıyla batıya yapılan askeri sevkiyat doğu sınırında fırsat bekleyen Perslere imparatorluk kontrolünde olan Ermenistan’a saldırması için uygun bir fırsat sağlamıştı. Eftalit’lerin Pers güçlerine karşı yaptıkları ani saldırı sonucunda Ermenistan kuşatmasını kaldırarak bu bölgeden çekilmek zorunda kaldı.


Doğu Roma İmparatorluğu’nun askeri gücünün bu şekilde bölünmesi büyük bir askeri zafiyete neden oldu. Doğu Roma İmparatorluğunun kuzey sınırı, Balkanlar bölgesi savunmasız kaldı. Bu gelişmeleri dikkatle takip eden Attila Hunları, Tuna üzerinden Balkanlara doğru rahatça hareket etme imkânı buldu. Castra Constantia kalesi ele geçirilerek imparatorluğun Tuna yönündeki savunma hattı çökertildi. Doğu Romalı yöneticiler Attila’nın bu saldırısını yapılmış olan anlaşmaların ihlal edildiği anlamına geldiğini belirttiler. Attila ise saldırının sebebi olarak Margus Piskoposunun Hun mezarlarına karşı saygısız girişimini gerekçe olarak gösterdi. Taraflar arasında anlaşma sağlanamaması üzerine Hun ordusu harekete geçti. Viminakion (Kostolac) alındı. Margus Piskoposu hayatına karşılık olarak Margus şehrini Hunlara teslim etti. Singidunum (Belgrad) şehri ise yerle bir edildi. Tuna sınırının korunmasında stratejik özelliğe sahip Sirmium şehri, ahalisiyle birlikte ele geçirildi. Doğu Roma İmparatorluğundan alınmış olan stratejik kaleler, imparatorluğun Balkanlardaki savunma hattının Hun saldırılarını engelleyemeyecek durumda olduğunun göstermektedir.


Alınan ve tahrip edilen kaleler ile birlikte Balkanlarda Hun ilerlemesine engel olabilecek bir güçte kalmamış oluyordu. İmparatorluğun içine düştüğü bu zor durumdan Aetius, Hunlarla olan iyi ilişkilerini kullanarak ve varılacak anlaşmanın güvencesi olarak oğlunu rehin bırakma şartıyla anlaşma yapılmasını sağladı (442).


Ancak bu anlaşma sürecini Doğu Roma İmparatorluğu yine zaman kazanmak için kullandı. İmparator geçen bir yılın sonucunda, Attila’nın esirler ve katlanarak artan vergi borçlarının ödenmesi talebine olumsuz yaklaşması, Hun saldırılarının yeniden başlamasına neden oldu. Attila gerek konumu ve sahip olduğu kalabalık nüfusu gerekse de silah üretim yerleri nedeniyle Ratiaria’ya saldırarak ele geçirdi. Şehrin alınması ile birlikte çok sayıda esirde ele geçirilmiş oldu. Hunların eyaletlerin içine yapacağı saldırılarda arkadan gelecek tehditler böylece ortadan kaldırılmış oldu.


Hunlar, Doğu Roma İmparatorluğu’na yönelik 441-447 tarihlerini kapsayan dönem içerisinde Balkan coğrafyasında gücünün merkez ekseni konumunda olan müstahkem mevkileri almaya yönelik askeri stratejiye göre hareket ettiler. Bu hedef alan, Constantinopolis’in Trakya’daki hinterlant alanından başlayarak Sirmium, Serdica (Sofya), Naisus (Niş),Viminacium (Kostalak), Margus ve Singidinum’a ulaşan 600 km² kuş bakışı bir alanı kapsamaktaydı. Naisus, Serdica ve Ratiaria’nın alınması ise Trakya akınları için başlangıç konumunda bulunuyordu. Hun askeri stratejisi oldukça hızlı hareket eden atlı ve okçu askeri varlığa dayanmaktaydı.


Nischava Nehri civarında bulunan konumu ve sahip olduğu silah üretim tesisleri nedeniyle oldukça stratejik konumda olan Niş şehri talan edildi. Sofya (Sardica) ve Philippolis (Filibe) alınarak yağmalandı. Böylece İmparatorluğun Avrupa’nın bu bölümünü koruması mümkün olamayacaktır. Theodosius’un gönderdiği Arnegisclus ve Areiobindus komutasındaki ordusu Attila tarafından hezimete uğratıldı. Athyras (Büyükçekmece)’ın alınmasıyla başkentin surlarına yaklaşılmıştı. Attila saldırılarının yönünü askeri imkânlar çerçevesinde başkente yönlendirmek yerine Chersonoesus’ a çekilmek durumunda bırakılan Aspar güçlerinin kalan bakiyeleri üzerine göndererek onları tamamen dağıtmıştır. Oluşan bu tehdit sonucunda İmparator anlaşmak üzere komutanlarından Perslere karşı verdiği başarılı mücadele ile ünlenen Anatolius’u görevlendirdi. Bu anlaşma sonucunda yıllık ödenecek vergilerin miktarı 2100 libre altına çıkarıldı. Geciktirilen önceki vergiler ise imparatorluk hazinesine 6000 librelik ekstra bir yük oluşturdu. İmparatorlukla yapılan anlaşmaların değişmeyen maddesi olan kaçaklar için ödenecek bedel ise 12 libreye yükseltildi. 443 yılında Doğu Roma İmparatorluğu yaptığı anlaşma sonucunda Balkanlarda kaybettiği yerler ve savunma hatlarının kırılması nedeniyle imparatorluğun başkenti saldırılara açık bir hale gelmişti. Bu amaçla yeni limeslerin kurulması için görevlendirilmeler yapılarak hızla çalışmalar başlatıldı. Attila’nın yaptığı tahribatlara karşı başlatılan çalışmaların bitirilmesi için Hunlardan gelen elçiler ve aktardıkları şikâyetler imparatorluk sarayında dikkatle incelenmiş ve heyetler ülkelerine hediyelerle mutlu bir şekilde gönderilerek barış sürecinin bozulmaması hedeflenmiştir.


Attila 447 tarihinde idaresi altındaki milletlerle birlikte 441 yılındaki saldırıya göre daha büyük bir güçle saldırıya geçti. Bu dönemde Doğu Roma İmparatorluğu ise Anatolius barışından itibaren doğal felaketlerin ve afetlerin neden olduğu oldukça güç bir dönemden geçmekteydi. Uzun süren kışları bir sonraki yıl sel felaketleri izlemişti. Başkentte, 445 yılında ise birçok başkentlinin ölümüne neden olan Circus isyanı meydana gelmişti. Ortaya çıkan veba ve kıtlık ise felaketlerin boyutunu daha da artırmıştı. 447 yılında başkentte meydana gelen ve Trakya’dan Çanakkale Boğazı’na ve Ege Adalarına kadar etkili olan deprem dört ay süresince büyük tahribatlara, yıkıma ve ölümlere neden oldu. Depremin şiddeti, başkentin en önemli savunma yapısını oluşturan Anthemius duvarlarında büyük yıkıma sebep oldu. Duvarın 57’den az olmayan kulesi yıkılırken duvarda büyük bir tahribat oluşmuştu. Bizans İmparatorluğu büyük deprem felaketleri ile sarsılırken meydana gelen sel felaketiyle birlikte yıkımların ve ölümlerin sayısı katlanarak arttı. Ortaya çıkan veba ise ölümlere binlerce yeni ölümüler ekleyerek felaketin boyutunu daha da arttırdı. Doğu Roma İmparatorluğu kuzey sınırında risk alacak konumda bulunmuyordu.


İmparatorluk ekonomik olarak da büyük bir mali kriz içinde bulunuyordu. Attila’nın Doğu Roma üzerine düzenlediği büyük saldırısının asıl hedefi imparatorluğun bu bölümü üzerinde tam bir hâkimiyet kurarak imparatorluğun batı kanadına sefer düzenlemekti. Böylece Attila, her iki Roma’yı da hükümdarlığı altına alarak cihan hâkimiyeti düşüncesini gerçekleştirmiş olacaktı.


Başkent Kostantinopolis valisi Flavus’un yönetiminde ve Demeler(Siyasi partiler) katılımıyla zarar gören surlar ve kuleler iki aylık bir zaman da onarıldığı gibi yeni surlar eklenerek şehri koruyan üçlü bir hat oluşturulmuştu. Dacia Ripensis’te Utus (Vid) nehri yakınlarında yapılan savaşı Hunlar kazanmasına rağmen çok sayıda askeri kayba uğradı. Bu seferin en önemli sonucu Trakya’nın en büyük merkezi olan Marcianapolis’in alınmasıydı. Hunlar surlarla güçlendirilen başkente saldırmadılar. Balkan topraklarına yönelen Hun güçleri İllyricum, Trakya, Dacia, Moesia ve İskitya eyaletlerinde büyük yağma olaylarına sebep oldular. Doğu Roma İmparatorluğu yaptığı anlaşmaların ağır ekonomik baskısı ve bunun ödenmesi için artırılan vergilerle oluşturulan kaynaklar, siyasi ve toplumsal huzursuzluğun oluşmasına neden oldu. İmparatorluk baskıların sebebi olarak gördüğü Attila’yı ortadan kaldırmak için tek çıkar yol olarak bir suikast girişiminde görüyordu. Attila’nın sağ kolu olan ve yapılan anlaşmaların şartlarını görüşmek üzere Doğu Roma başkentinde bulunan Edeco’ya imparator Theodosius üzerinde oldukça etkili olan haremağası Chrysaphius tarafından bu teklif götürüldü. Attilaya bağlı olan Edeco, içinde bulunduğu ortam gereği olsa gerek teklifi kabul ettiğini belirtti. Hunların kendisine olan sadakatinin devam ettirebilmesi için ayrıca 50 libre altına ihtiyaç olacağını belirterek temin edilmesini istedi. Kurulan plan gereği hiçbir şeyden haberi olmayan heyetin üyesi Maximinus, soylu bir kişilik ve yüksek rütbe sahip konumda bulunurken Bigilas ise heyetin tercümanı konumundaydı. İmparatorluk heyeti Priskos’un da dâhil olmasıyla 449 tarihinde görüşmeler için başkentten ayrıldı.


Edeco Constantinopolis sarayında kendisine yapılan teklifleri ve düzenlenecek olan suikast planının ayrıntılarını Atilla’ya en ince detayına kadar anlatı. Suikast planını tam olarak ortaya çıkarmak için Edeco kendisine oldukça güven duyan Bigilas’a altınların getirilmesi zamanının geldiğini bildirdi. Bigilas üzerinde 50 libre altın ile yakalanarak tutuklandı. Attila paranın getirilmesinin asıl amacını itiraf etmediği takdirde oğlunu öldüreceğini belirtti. Bunun üzerine Bigilas, yapılan planı tüm detaylarıyla anlatmak durumunda kaldı. Edoco’nun bu sadakati sayesinde Doğu Roma İmparatorluğu’nun Attila’dan kesin kurtuluş çaresi olarak gördüğü sinsi planı da çökmüş oldu.


Doğu Roma ile Attila arasında yaşanan büyük gerilimi çözme işi deneyimli ve Attila nazarında itibar gören Anatolius ve Nomus’un üzerindeydi. Zengin hediyeler ve başarılı diplomatik dil ile 450 yılında Doğu Roma’nın kazançla çıktığı üçüncü Anatolius anlaşmasını yapmayı başardılar.


Atilla’nın Batı Roma Seferi


İmparatorluğun Batı bölümünü yöneten Honorius’un, 423 yılında ölümü üzerine erkek bir evladı olmadığından tahtta belirsizlik meydana geldi. Bir oldubitti sonucunda hile yoluyla tahttı ele geçiren Ioannes’e karşı Aspar’ın komuta ettiği ordu yardıma gönderildi. Tahttı gasp eden Ioannes güçleri, yenilgiye uğratılırken gasıp yöneticinin bu girişimi ölümüyle sonuçlandı. Tahtın sahibi olan III. Valentinianus geçmesi sağlandı. Batı Romanın belirsiz siyasal yapısı bir dönem Hunlara tutsak olan Aetius’un hızlı şekilde yükselmesine zemin hazırladı.


Doğu Roma’nın, ordusunu Ioannes’e karşı harekete geçirmesi hamlesine karşılık Ioannes kendine bağlı olan Aetius’tan Hunlardan yardım getirmesini istemişti. Beklenen yardım İtalya’ya geç ulaştığında Ioannes yenildi ve hayatını kaybetti. Hun güçlerinin varlığını tehdit olarak gören III.Valentinianus gönderilmeleri sağlaması için Aetius’un yardımına baş vurdu. Hun güçlerini Tuna bölgesine çekilmesini sağlayan Aetius askeri rütbelerine Hunlarla olan ilişkileri sayesinde ulaşmıştı. Aetius Batı Roma İmparatorluk sarayında sahip olduğu güç ve makamlara Hun ilişkisini doğru ve etkili kullanımını sağlayan özellikleriyle elde etmişti.


Aetius, askeri manada düştüğü her zor durumun kurtarıcısı olarak gördüğü Hunları, kurduğu ilişkileri güçlendirerek devam ettirdi. Hunların Tuna ve çevresine yerleşmelerine büyük bir güç merkezi haline gelmesine karşı, herhangi bir karşı girişim içinde olmaması koruyucu destek güç anlayışından kaynaklanmaktaydı. 432 yılında Aetius kendine karşı oluşan rakip Bonifacius ve Sebastianus ittifakına karşı Hun liderinin desteği sonucunda gücüne yeniden kavuştu. 433 yılında Hunlar yapılan yardımlarına karşılık olarak kabul edilen anlaşma gereği Pannonia’ya da bulunan Prima eyaletine sahip oldular.

Attila döneminde amcası Ruanın Politikası devam ettirilerek başlangıcında Batı Roma ile ilişkiler barışçıl yöntemlerle sürdürülmeye çalışıldı. Hun lideri Attila ile görüşmeye gelen Aetius oğlu Carpilio ve Cassiodorus yaptıkları görüşme neticesinde Pannonia’nın Seva kıyısında yer alan toprakları Hunlara bırakılarak barışın devamını sağladılar. Attila’ya en büyük askeri unvan olan Magister Militium verildi. Unvanın uygulamada herhangi bir işlevselliğe sahip olmamasına karşın iktisaden yüksek ücret ödemesi anlamına geliyordu.


449 yılında asıl hedefi Attila’yı ortadan kaldırmak olan Doğu Roma İmparatorluğu’nun tertiplediği heyet Attila’nın karargâhında Batı Roma’dan gelen heyet ile karışmışlardı. Heyetlerin bir birinden habersiz olmaları ayrı ayrı dış siyasi politikalar uyguladıklarını gösterirken diğer yandan Hunların hem Doğu Roma hem de Batı Roma İmparatorlukları üzerinde büyük bir baskı unsuru haline geldiğini göstermektedir. Attila Batı Roma ile ilişkilerde değişikliğe gitmek amacıyla 441 yılı kuşatmasında Sirmium’da piskoposun neden olduğu altın kapların akıbeti olayını ilişkilerin bozulmasının en önemli nedeni olarak ileri sürmüştü. Kendi hakkı olan altın kapları çalmakla suçlanan Silvanus adlı bir bankerin cezalandırmak için verilmesini istiyordu. Batı Roma heyeti bu anlaşmazlığa çözüm bulmak ve Hun öfkesini dindirmek amacıyla Attila’nın ordugâhına gitmişti.


Batı Roma İmparatorluğunda III. Valentinianus’un tahtın geleceği için kız kardeşi Honoria’nın evliliği konusuna yaklaşımı diplomatik bir sorun halini aldı. Tahta herhangi bir hak sahibi durumuna gelmemesi amacıyla evlenmesine müsaade edilmeyen Honoria Attila ile evlenme yollarını arayarak kendisini kabul etmesi için evlilik nişanı olarak yüzüğünü gönderdi. Attila tarafından kabul edilen bu teklif Attilaya İmparatorluk üzerinde hak iddiasında bulunma imkânı meydana getirmişti. Attila askeri gayesinin ortaya çıkmaması için diplomatik girişimlerde bulundu. Yapacağı seferin amacının Batı Roma olduğunun anlaşılmaması için gayesinin Hunlara sorun çıkaran kuzeyde bulunan Germenler olduğunu bunu kendisinin bir müttefiki olarak yapacağını İmparator III. Valentinius’a iletmişti.


450 tarihinde İmparator II. Theodosius’un ölümü Doğu Roma İmparatorluğu'n da önemli bir politika değişikliklerine neden oldu. Yeni İmparator Maurcius şiddetle karşı çıktığı haraç uygulamasına son verdi. Attila yeni imparatorun bu çıkışları karşısında seferin yönü üzerinde hiç şüphesiz kararsız durumda kaldı. Attila oldukça güçlü durumda olan ordusunu her hangi bir yıpranmaya uğratmadan stratejik olarak daha zorlu gördüğü Batı Roma seferine öncelik verdi.


Attilanın Batı Roma İmparatoru’na resmi olarak bildirdiği Vizigotları ortadan kaldırmak üzerine oluşturduğu planı Frenk Kralı’nın ölümü nedeniyle değişikliğe uğradı. Kralın oğulları arasında yaşanan taht kavgası sonucunda büyük kardeşin Attila’dan yardım talep etmesi üzerine sefer Frenk Krallığı’nı kapsayacak şekilde genişletildi. Küçük kardeş ise sahip olduğu gücü ve unvanları Hun desteğine borçlu olan Aetius’tan yardım talep etmişti. Batı Roma İmparatorluğu Attila’ya karşı sürekli mücadele içinde olan Vizigot Theodoric ve Hunların dostu olan Aetius’tan oluşmaktaydı.


Hun güçleri Attila liderliğinde Galya’yı almak üzere harekete geçti. Attila’nın ordusu yol boyunca katılanlarla birlikte yarım milyon askere ulaştı. Ordular Campania (Mauriacus) düzlüğünde karşılaştılar. Her iki tarafın büyük kayıplar verdiği savaşın kesin galibi olmadı. Vizigot kralı Theodoric ölen askerler arasındaydı. Halklar üzerinde büyük bir korku salan Attila liderliğindeki Hun güçleri durdurulmuştu. Attila başarı elde edemediği bu saldırısı sonucunda ordusunu kışı geçirmek üzere Tuna nehri dolaylarına çekti. Bir yıl sonra 452 tarihinde Attila ordusuyla Pannonia’dan rahatça geçerek İtalya’ya ulaştı. İmparator başkenti terk etmek durumunda kaldı. Batı Roma İmparatorluğu Attila ile anlaşma yolunu kurtuluşun tek çözümü olarak görüyordu. Papa Leo’nun da içinde bulunduğu heyetin girişimleri sonuç verdi. Attila bol miktarda aldığı altın ve siyaseten üstünlüğü kabul ettirdiği inancıyla İtalya’dan ayrıldı.


453 yılında, Attila evlendiği gün ani bir şekilde hayatını kaybetti. Attila’nın ölümü cihan hâkimiyetini gerçekleştirmek amacıyla sürekli baskı altında tuttuğu Doğu ve Batı Roma İmparatorluk yöneticilerini ve bu baskının siyasi ve ekonomik sonuçlarını en şiddetli şekilde hisseden halklar üzerinde büyük bir sevince neden oldu. Güçlü liderlik özelliklerine sahip Attila’nın ölümüyle birlikte, oğulları Hun topluluğunu bir arada tutabilecek özelliklere sahip değillerdi. Kardeşler arasında başlayan mücadele Hun devletinin parçalanma ve çökme sürecine girmesinin nedeni oldu. Hun devletinin içinde bulunan topluluklar ortaya çıkan güç boşluğundan yararlanarak ayaklandılar. Gepid kralı Ardaric (Ardarik) öncülüğünde başlayan mücadeleye Tisa Irmağı boylarında bulunan Rugiler, Tuna ile Tisa arasında bulunan Skirler, Garam- Vag Irmağı arasında bulunan Quadlar katıldılar. Ostrogotlar ise kendilerini özgür olarak gördüklerinden bu oluşumun içerisinde yer almadılar. Nedao ırmağı yakınlarında yapılan savaşta Hunlar ağır bir yenilgiye uğradılar. Ve böylece Hunlar önemli bir güç olmaktan çıktılar.


Kavimler Göçünün Sonuçları


Hunların barbar kavimlerini yerlerinden etmesiyle başlayan batı yönlü kavimlerin göçü gerek Avrupa gerekse dünya milletleri açısından önemli sonuçlar meydana getirmiştir. Hunların itmesiyle milletlerin yer değişimi başta Avrupa olmak üzere oldukça geniş bir alanda demografik ve nüfus değişimlerine neden olmuştur. Kavimlerin Göçünü sonuçları itibariyle şu şekilde sıralamak mümkündür.


1- Hunların ilk kez 374 yılında Avrupa topraklarında görülmesiyle başlayan ve kavimlerin yer değiştirmesine neden olan kavimler göçü önemli değişiklikler meydana getirmiştir. Hunların önünden kaçan Germen kavimleri yaşamlarının devamı için yeni yurt arayışı içerisine girmişlerdir. Roma İmparatorluğunun sınırlarını zorlayan kavimlerin oluşturduğu basınç ve oluşan siyasi istikrarsızlık doğu ve batı diye ayrılmış olan imparatorluğun batı bölümünün yıkılmasına neden olmuştur. Göçle birlikte Avrupa’da görülen Franklar, Vizigotlar, Burgundlar barbar krallıklarını kurdular. Franklar Galya’yı yurt tutarken Angıllar ve Saksonlar Britanya’da bugün ki İngiltere’nin temelini oluşturdular. Kavimler Göçü böylece Avrupa’nın etnik yapısının değişmesine yol açmıştır. Kavimlerin burada karışması yeni toplulukları oluşturmuştur. Bundan dolayı, bugünkü Avrupa’nın etnik temeli Kavimler Göçü sonunda atılmıştır denilebilir.


2- Kavimler Göçü, dünyanın en büyük devletlerinden biri olan Roma İmparatorluğunu temelinden sarsmıştır. Bu hareket, önce Roma İmparatorluğu’nun ikiye ayrılmasını (395), sonra bunlardan Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasını hızlandıran başlıca olay olmuştur (476). Siyasi ve askeri olarak zayıflayan Batı Roma Germen lider Odoaker’e engel olamayarak yıkılmaktan kurtulamadı. Bazı tarihçiler Roma İmparatorluğu’nun ikiye ayrılmasını, bazıları da Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasını Eski Çağ’ın sonu, Orta Çağın başlangıcı olarak kabul etmişlerdir. Merkezi krallıklar güç kaybına uğrayarak derebeylik rejiminin doğmasına neden oldu. Göç ve istilaya uğrayan halkların kendilerine sığınacak yer arayışları feodalitenin oluşmasında etkili olmuştur.

3- Kavimler Göçü’nün en önemli sonuçlarından biri askeri alanda meydana gelmiştir. Bunlar göçebe hayatın gereği olarak savaşlarda atı kullanma becerileriyle Avrupa’nın sabit savunma askeri stratejilerini boşa çıkarmışlardır. Atı ve üzerinde rahat hareket etmeyi sağlayan askeri kıyafetler Avrupalı milletler tarafından ordularında kullanılmaya başlanmıştır. Bu göç sonucunda başta Bizans İmparatorluğu olmak üzere gerek Hun topluluklarının gerekse Germen topluluklarının saldırı ve savunma stratejileri değişikliğe uğramıştır.




Bizans İmparatorluğunun İskân Siyaseti

(IV-VII. Yüzyıllar)

Celal BİÇER

Fırat Üniversitesi

Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Ana Bilim Dalı

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak