27 Mart 2023 Pazartesi

DÎNİ SÖZLÜK “I-İ”

  

 

İMÂM-I AHMED BİN HANBEL:

 

Ehl-i sünnetin (Peygamber efendimiz ve arkadaşlarının yolunda olanların) amelde dört hak mezhebinden biri olan Hanbelî mezhebinin reîsi.

 

Künyesi, Ebû Abdullah'tır. 780 (H. 164)'de Bağdâd'da doğdu. 855 (H. 241) senesinde bir Cumâ günü Bağdâd'da vefât etti. İlim öğrenmek için birçok İslâm beldesini dolaştı. Çok sayıda talebe yetiştirdi.

 

Ahmed bin Hanbel hiçbir zaman, insanların daldığı dünyâ işlerine dalmazdı. Ancak ilimden bahis açılınca konuşurdu. (Ebû Dâvûd Sicistânî)

 

Ahmed bin Hanbel, her hayrı kendisinde toplamıştı. Çok âlim gördüm, fakat ilimde, verâda (şüphelilerden kaçmada) ve zühdde (dünyâya rağbet etmemede) Ahmed bin Hanbel pek yüksek idi. (Menha bin Yahyâ)

 

Ahmed bin Hanbel'in işi, hep âhiretle ilgili idi. Dünyâ menfaatleri ona yöneldi, fakat o kabûl etmeyip geri çevirirdi. (Nadr bin Ali)

 

İMÂM-IA'ZAM EBÛ HANÎFE:

 

Ehl-i sünnet ve'l-cemâatın ameldeki dört mezhebinden biri. Hanefî mezhebinin kurucusu.

 

İsmi Nûmân bin Sâbit bin Zütâ'dır. Ebû Hanîfe künyesiyle ve İmâm-ı a'zam lakabıyla meşhûr olmuştur. 699 (H. 80) senesinde Kûfe'de doğdu. 767 (H. 150) senesinde Bağdâd'da şehîd edildi. Ehl-i sünnet îtikâdını ve fıkıh bilgilerini topladı. Yüzlerce talebesine öğretip, kitaplara geçirilmesine sebeb oldu.

 

Fıkıh ilminde İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe gibi mütehassıs görmedim. (Abdullah bin Mübârek)

 

İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe bir yıldızdır. Karanlıkta kalanlar onunla yol bulur, hidâyete kavuşur. (Dâvûd-i Tâî)

 

İMÂM-I MÂLİK:

 

Ehl-i sünnetin ameldeki dört mezhebinden biri olan Mâlikî mezhebinin reîsi.

 

İmâm-ı Mâlik hazretleri Tebe-i tâbiîndendir. İsmi, Mâlik bin Enes, künyesi, Abdullah'tır. 711 (H.93 veya 95) senesinde Medîne'de doğdu. 795 (H. 179)'da yetmiş altı yaşında Medîne'de vefât etti. Soyu, Yemenli Arap kabîlelerinden Benî Eshâb'a ve Himyerîlerden bir hükümdâr âilesine ulaşır. İmâm-ı Mâlik, elli sene müddetle ders ve fetvâ vererek insanların mes'elelerini çözmüş ve kıymetli talebeler yetiştirmiştir.

 

İmâm-ı Mâlik uzun bir ömür, yüksek bir mertebe, parlak bir zihin, çok geniş bir ilim, keskin anlayış, doğru rivâyet, dindarlık, adâlet, sünnet-i seniyyeye tâbi bir zât idi. Fetvâ vermede aceleciliği sevmez, çok kere "Bilmiyorum" der ve, "İlmin kalkanı, bilmiyorum demektir" buyururdu. (Zehebî)

 

İmâm-ı Mâlik hazretleri bir hadîs-i şerîf okumak için abdest alır, edeble diz çökerdi. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin bulunduğu bir toprağa hayvanların ayakları ile basıp geçmekten hayâ etdiğini, utandığını söyleyerek, Medîne-i münevverede hayvana binmezdi. Haksız bir fetvâyı vermediği için yetmiş kırbaç vuruldu. Muvattâ adındaki hadîs kitabı pek kıymetlidir. (Taşköprüzâde)

 

İMÂM-I ŞÂFİÎ:

 

Ehl-i sünnetin ameldeki dört mezhebinden biri olan Şâfiî mezhebinin reîsi.

 

İsmi, Muhammed bin İdrîs bin Abbâs bin Osman bin Şâfiî bin Saîb'dir. Soyca Kureyş kabîlesine dayanıp, anne ve baba tarafından Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellemin mübârek soyu ile birleşmektedir. Künyesi Ebû Abdullah'tır. Eshâb-ı kirâmdan ve dördüncü göbekten dedesi olan Şâfiî'nin ismine izâfeten kendisine de Şâfiî denildi ve bu isimle meşhûr oldu. 767 (H. 150)'de Gazze'de doğdu. 820 (H. 204)'de Mısır'da vefât etti. Ömrünü ilim öğrenmek ve öğretmekle geçirdi. Çok talebe yetiştirdi.

 

İmâm-ı Şâfiî, İmâm-ı a'zam'ın kabrini ziyâret ettiği zaman ona hürmeten sabah namazında kunut okumayı terk ederdi. (İbn-i Hacer-i Mekkî)

 

İmâm-ı Şâfiî'nin insanlar arasındaki yeri, gökteki güneş gibidir. O, rûhların şifâsıdır. (Ahmed bin Hanbel)

 

Nice âlim ve fazîletli kimselerle görüştüm, İmâm-ı Şâfiî hazretleri gibi âlim ve fâdıl bir kimse görmedim. (Ebû Ubeyd Kâsım bin Selâm)

 

İMÂMİYYE:

 

Şiîliğin kollarından biri.

 

Hazret -i Ali'nin halîfe olması açıkça emr olunmuştu, Eshâb bu emri yerine getirmediği için, kafir oldu diyen, Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) vefâtından sonra hazret-i Ali ve sırasıyla onun iki oğlu ile torunlarını meşrû' imâm kabûl eden ve on iki imâma inanmayı îmânın şartlarından sayan kimselerin mensûb olduğu bozuk fırka, topluluk. Bu fırkaya, İsnâ aşeriyye de denir.

 

İmâm-ı Ali'nin sözlerini, Ehl-i sünnet, İmâmiyye ve Zeydiyye fırkaları incelemiştir. Her biri başka türlü anlamıştır. Zeydiyye ve İmâmiyye, evliyâlığı inkâr ettiler. (İmâm-ı Rabbânî)

 

ÎMÂN:

 

İnanmak. "Allahü teâlâdan başka mâbud, ilâh olmadığına, Muhammed aleyhisselâmın O'nun kulu ve Resûlü olduğuna" ve O'nun Allahü teâlâdan getirdiklerine kalb ile inanıp dil ile söylemek.

 

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

 

...Fakat Allah size îmânı sevdirdi. Onu kalblerinizde süsledi. Küfrü (îmânsızlığı), fâsıklığı (günâhkârlığı), isyânı size çirkin gösterdi. (Hucurât sûresi: 7)

 

Hakîkat şudur ki, îmân edenler ve Rablerine güvenip dayananlar üzerinde onun (şeytanın) hiçbir hâkimiyeti yoktur. (Nahl sûresi: 99)

 

Cebrâil aleyhisselâm Peygamber efendimize insan sûretinde gelerek; "İmânın ne olduğunu bana bildir" dedi. Peygamber efendimiz de; "Allahü teâlâya inanmak, meleklerine inanmak, indirdiği kitaplara inanmak, peygamberlere inanmak, âhiret gününe (öldükten sonraki hayâta) inanmak, kadere, hayrın ve şerrin Allahü teâlâdan olduğuna inanmaktır" buyurarak, îmânın altı şeye inanmak olduğunu bildirdi. (Hadîs-i Cibrîl-Müslim)

 

Sizin îmân yönünden en üstün olanınız, ahlâk yönünden güzel olup, insanlara iyilik yapanlarınızdır. (Hadîs-i şerîf-Edeb-ül-Müfred)

 

Îmânın temeli ve en kuvvetli alâmeti, müslümanları sevmek ve müslümanlara düşmanlık edenleri sevmemektir. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Ma'sûmiyye)

 

Îmân etmek, bütün insanlara lâzımdır. Îmân edenlerin farzları yapıp, haramlardan kaçınması lâzımdır. Îmân etmek için kelime-i şehâdet söylemek ve bunların mânâsını Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği şekilde öğrenip, inanmak lâzımdır. (İmâm-ı Gazâlî)

 

Îmân muma benzer, Ahkâm-ı İslâmiyye yâni emirleri yapıp yasaklardan kaçmak fener gibidir. Mum ile birlikte fener de İslâmiyet'tir. Fenersiz mum çabuk söner. Îmânsız İslâm olmaz. İslâm olmayınca, îmân da yoktur. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

 

Îmânın alâmeti; küfürden (îmânı gideren şeylerden) uzak olmaktır. Sadece kelime-i şehâdeti söylemek, îmân etmiş olmak için yetmez. Îmânlı veya îmânsız ölmek son nefese bağlıdır. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Îmân-ı Gaybî:

 

Allahü teâlânın zâtı, sıfatları, âhiret, melekler, Cennet, Cehennem, Mîzân, Sırat gibi gözle görülmeyen şeylere görmeden inanmak.

 

Îmân-ı gaybî, îmân-ı şühûdîden (görerek inanmak) daha üstündür. Çünkü peygamberlerin îmânı, îmân-ı gaybîdir. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Biz gaybe îmân eyledik. Bizim îmânımız, îmân-ı gaybîdir. Zîrâ biz, Allahü teâlâyı gözümüzle görmedik. Lâkin görmüş gibi inandık, îmân ettik. Bunda aslâ şüphemiz yoktur. (Kudbüddîn-i İznîkî)

 

Îmân-ı Hakîkî:

 

Kalbe yerleşen, şüphe ve tereddüd karşısında hiç sarsılmayan îmân.

 

Îmân-ı hakîkînin alâmeti, gevşeklik ve tembellik olmadan İslâmiyet'in emirlerini kolayca yapma ve yasaklarından kaçınma hâlinin hâsıl olmasıdır.

 

Îmân-ı hakîkiye sâhib olan kimse, bütün âlem yâni dünyâdaki insanlar bir araya gelse, Allahü teâlâyı inkâr etseler, o, inkâr etmez ve kalbine aslâ şek ve şüphe gelmez. Onun îmânı, enbiyâ (peygamberler) îmânı gibidir. Böyle îmân, îmân-ı taklîdî ve îmân-ı istidlâlîden üstün ve kıymetlidir. (Kutbüddîn-i İznîkî)

 

Tasavvuf yolunda ilerlemekten, nefsi ve kalbi kötülüklerden ve kötü düşüncelerden temizlemekten maksat; mânevî âfetleri (tehlikeleri) gidermek, kalbi mânevî hastalıklardan kurtarmaktır. Bekara sûresindeki; " Kalblerinde hastalık vardır" meâlindeki dokuzuncu âyet-i kerîmede bildirilen hastalık tedâvî edilmedikçe îmân-ı hakîkî ele geçmez. Bu âfetler var iken elde edilen îmân, îmânın sûretidir. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Îmân-ı Hılkî:

 

Allahü teâlâ bütün rûhları yarattığı zaman, onlara: "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye sorduğunda, bütün ruhların "Belâ" yâni evet diyerek Allahü teâlânın Rab olduğunu kabûl edip inanmaları.

 

Kâbe yakınındaki Hacer-i Esved'i istilâm (selâmlama) esnâsında okunan "Allah'ım sana inanır, kitâbını tasdîk eder ve ahdimizde, verdiğimiz sözde dururuz" duâsının mânâsı, îmân-ı hılkîyi tâzelemektir. (İmâm-ı Gazâlî)

 

Îmân-ı İcmâlî:

 

Kısaca inanmak, Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem Allahü teâlâdan ne bildirmiş ise, hepsine inandım, demek.

 

Mü'min olmak için, inanılacak şeyleri ayrı ayrı bilmek lâzım değildir. Bunlara, îmân-ı icmâlî ile îmân etmek, inanmak yeterlidir. Bir kimse böyle inanmakla müslüman olur. Bu sebeble mukallidin yâni anasından babasından gördüğü, duyduğu gibi, inanıp buna göre ibâdetini yapanların îmânı sahîhtir, doğrudur. Fakat, sağlam değildir, bunların îmânlarının sarsılmasından korkulur. (Îmân-ı İstidlâlî) (Kudbüddîn-i İznikî)

 

Îmân-ı İstidlâlî:

 

İslâm dîninin îmân ve ibâdet bilgilerini, emir ve yasakları bir âlimden veya kitaptan okuyup, öğrenerek, bilerek inanmak.

 

Îmân-ı istidlâliye sâhib kişi, farzı, vâcibi, sünneti, müstehabı hem bilir ve hem amel eder,


yâni yerine getirir. İnanılacak şeyleri hem bilir, hem başkalarına bildirir. Bu gibilerin îmânı kuvvetlidir. (Kutbüddîn-i İznîkî)

 

Peygamberleri aleyhimüsselâm taklid ederek hâsıl olan îmân, îmân-ı istidlâlîdir. Çünkü o büyükleri taklid eden kimse, peygamberlerin bildirdiği her şeyin doğru olduğunu, delilleri görerek aklı ve düşüncesi ile anlamıştır. Çünkü bir kimsenin gösterdiği yolun doğru olduğu Allahü teâlânın ona mûcizeler vermesinden anlaşılır... Mantığa dayanarak akıl ile düşünce ile hâsıl olan îmâna gelince; bu yoldan îmân elde edilebilir. Fakat peygamberleri aleyhimüsselâm taklid etmeye dayanmadan yalnız istidlâl (akıl yürütme) ile elde edilen îmân kıymetli değildir. Çünkü o kimse, peygamberlerin bildirdiklerine değil, akla inanmış olmaktadır. (Ahmed Fârûkî)

 

Îmân-ı Kâmil:

 

Olgun îmân. Mü'minlerin ibâdet ederek Allahü teâlânın emirlerini yapıp, haramlardan kaçınmak sûretiyle, parlayan, kuvvetli ve olgun îmânı. En üstün derecedeki îmân.

 

Bir kimse kendi istediğini din kardeşi için de istemedikçe, îmânı kâmil olmaz. (Hadîs-i şerîf-Ey Oğul İlmihâli)

 

Îmânın kâmil (olgun) veya noksan olması, ibâdetlerin çok ve az olması demektir. İbâdet çok olunca, îmân-ı kâmile kavuşuldu denir. (Ebû Hanîfe)

 

İbâdetleri, Allahü teâlânın beğendiği şeyleri yapmakla îmân cilâlanır, nûrlanır, parlar, yâni îmân-ı kâmil olur. Haram işleyince bulanır. O hâlde çoğalmak ve azalmak, amellerden, işlerden dolayı îmânın cilâsındadır. Kendisinde değildir. Bâzıları cilâlı, parlak îmâna çok dedi ve parlak olmayan îmândan daha çoktur dedi. Bir hadîs-i şerîfte; "Ebû Bekr-i Sıddîk'in îmânı bu ümmetin hepsinin toplamından daha ağırdır" buyruldu. Bu da îmânın nûru parlaklığı bakımındandır. Fazlalık aslda, özde değil, sıfatlardadır. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Îmân-ı kâmil sâhibi; güzel ahlâklı ve ev halkına lütfu, ihsânı, şefkati çok olan kimsedir. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Îmân-ı Kesbî:

 

Bir kimsenin âkıl (akıllı) ve bâliğ olduktan (ergen, gusül, boy abdesti alacak yaşa geldikten) sonra ettiği îmân.

 

Îmân-ı Makbûl:

 

Mü'minlerin (Peygamber efendimizin söylediklerinin hepsini beğenip kalben kabûl edenlerin) îmânı.

 

Îmân-ı Ma'sûm:

 

Peygamberlerin aleyhimüsselâm îmânı.

 

Îmân-ı Ma'sûm tafsîlîdir. Bunlar inanılacak husûslara ayrı ayrı îmân ederler. Dinlerinin ilimlerini tafsîlen (geniş olarak) bilirler. Bâzı hükümlerde ictihâd ederler. Peygamberlere Allahü teâlâdan doğrusu bildirildiğinden hatâ üzere kalmazlar. (İmâm-ı Birgivî)

 

Îmân-ı Merdûd:

 

Münâfıkların (dilleri ile inandıklarını söyleyip kalben inanmayanların) yalnız dil ile söyledikleri îmân.

 

Îmân-ı Metbû:

 

Meleklerin îmânı.

 

Îmân-ı Mevkûf:

 

Ehl-i bid'atin (yanlış, bozuk inançta olanların)îmânı.


Îmân-ı Şühûdî:

 

Basîret (kalb gözü) ile müşâhede ederek, görerek olan îmân.

 

Dünyâ durdukça ve dünyâ hayâtı ile yaşadıkça gayba inanmaktan başka çâre yoktur. Çünkü bu dünyâda hakîkî îmân-ı şühûdîye kavuşmak mümkün değildir. Âhiret hayâtı başlayıp, vehm ve hayâlin kuvveti kalmayınca, görerek hâsıl olan îmân-ı şühûdî kıymetli olur. Muhammed aleyhisselâm dünyâda iken yâni mîrâc gecesinde âhiret âlemine götürülerek baş gözü ile Allahü teâlâyı görmekle şereflendiği için O'nun îmânı şühûdîdir demek güzel olur. Çünkü başka mü'minlere Cennet'te ihsân edilecek olan nîmet, O yüce Peygambere bu dünyâda nasîb oldu. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Îmân-ı Tafsîlî:

 

Îmân edilecek şeyleri ayrı ayrı öğrenerek, bilerek îmân.

 

Mü'min (inanan) olabilmek için, îmân-ı icmâlî yeterlidir. Îmânın altı şartına yâni Allahü teâlâya, meleklerine, gönderdiği kitablarına, peygamberlerine, âhiret gününe, kadere, hayır ve şerrin Allahü teâlâdan olduğuna, öldükten sonra dirilmeğe, namaz, oruç, hac ve diğer dînî emirlerin her birine ayrı ayrı inanmakla ise, îmân-ı tafsîlî ile îmân edilmiş inanılmış olur. (Kutbüddîn-i İznikî, Abdülhâk-ı Dehlevî)

 

Îmân-ı Taklîdî:

 

Bir hocadan veya kitaptan okuyup öğrenmeden ana, babasından ve etrâfından görüp işittiği gibi inanmak.

 

Îmân üç kısımdır: İmân-ı taklîdî, îmân-ı istidlâlî, îmân-ı hakîkî. Îmân-ı taklîdî sâhibi, farzı, vâcibi, sünneti, müstehâbı bilmez. Ana-babasından gördüğü gibi inanır ve yalnız gördüğü gibi ibâdetlerini yapar. Bu gibilerin îmânından korkulur. (Kutbüddîn-i İznîkî)

 

Îmân-ı taklîdînin kıymetsiz olması, peygamberlerin aleyhimüsselâm doğru söylediklerini, bildirdikleri her şeyin doğru olduğunu düşünmeden yalnız anadan babadan ve etraftan görerek hâsıl olduğu içindir. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Îmân-ı Yakînî:

 

Sağlam, sarsılmayan, şüphe ve tereddüt bulunmayan îmân, îtikâd.

 

İMSÂK VAKTİ:

 

Oruca başlama zamânı. Ufkun bir yerinde beyazlığın başladığı vakit. Bundan (6-10) dakika sonra beyazlık ufk üzerinde ip gibi yayılınca sabah namazının vakti başlar.

 

Orucun farzı üçtür.

 

1- Niyet etmek.

2- Niyetin ilk ve son vaktini bilmek,

3- İmsâk vaktinden, güneşin batmasına kadar orucu bozan şeylerden sakınmaktır. (Kutbüddîn-i İznikî)

 

İNÂBE (İnâbet):

 

Bir büyüğe, evliyâ bir zâta intisab etmek, bağlanmak sûretiyle yapılan tövbe.

 

İnâbetin haklarını ve şartlarını elden geldiği kadar gözetmelidir. Bu işin aslı Ehl-i sünnet vel-cemâate (Peygamber efendimiz ve arkadaşlarına) uymaktır. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Yüzüm dergâhına döndüm ilâhî, 

Kapından etme red, bu pûr günâhı.

İnâbet eyleyip geldim kapına, 

Yüzüm yere sürüp durup bâbına (huzûruna).


(Muhammed bin Receb Efendi)

 

İnâbe Yolu:

 

Müridlik. Sâlikin (tasavvuf yolunda) nefsin isteklerini yapmamak ve istemediklerini yapmak sûretiyle ve çeşitli sıkıntılara katlanarak Allahü teâlâya kavuşma yolu.

 

Allahü teâlâya yakınlık derecelerine ulaşmak için riyâzetler (nefsin isteklerini yapmamak) ve mücâhedeler (nefsinin istemediklerini yapmak) çekmek, uğraşmak inâbe yolunda olur. Bu yol müridler (talebeler) yoludur. (Abdullah-ı Ensârî)

 

İnâbe yolunda kavuşmak az fakat ictibâ yolunda (Allahü teâlânın çekip götürmesi) pek çoktur. (Abdülhakîm Arvâsî)

 

İNÂD:

 

Direnmek, muhâlefette (karşı çıkmakta) ısrar etmek. Kendini büyük görüp, hakkı, doğruyu kabul etmeme.

 

Allahü teâlânın en sevmediği kimse, hakkı kabûl etmemekte inâd edendir. (Hadîs-i şerîf-Berîka)

 

İnâd, riyâdan (gösterişten), kin tutmaktan, hased etmekten (çekememekten) veya hırstan doğar. (Hâdimî)

 

Ebû Cehl ve Ebû Leheb inâdlarından dolayı Muhammed aleyhisselâmın peygamber olduğuna inanmadılar. (Şeyhzâde)

 

İNÂN ŞİRKETİ:

 

Ortakların birbirine vekil olup, kefil olmadıkları şirket.

 

İnân şirketinde ortakların birbirine kefîl olmaları da ayrıca şart edilebilir. Sermâye hisselerinin eşit olması şart değildir. Kârın nasıl taksim edileceği bildirilmezse, şirket fâsid olur. İnân şirketi bir veya çeşitli ticâret işleri yapabilir. Kâr nisbeti (oranı) hisseye göre değil, şartnâmeye göredir. (İbn-i Âbidîn)

 

İNÂYET:

 

Lütuf, ihsân, iyilik, yardım.

 

Bu fakirde bu yola girmek arzusu belirince, Allahü teâlâ inâyetiyle onu Hâcegân yolunun büyüklerinden birine ulaştırdı. Bu azîzin (Muhammed Bâkî-billâh'ın) sohbetiyle şereflendirip, büyüklerin yolunu nasîb etti. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Yine Allahü teâlânın inâyeti bu fakîrin hâllerini kapladı. Bundan sonra bu fakir daha yüksek makâmlara yöneldi. Fenâ ve bekâ makamları nasîb oldu. (İmâm-ı Rabbânî)

 

İNBİSÂT:

 

Açılmak, yayılmak, açık yüzlü olmak, mütebessim çehreli, sevinçli olmak. Gönül açıklığı, kalb ferahlığı hâli. (Bast)

 

İNCÎL:

 

Allahü teâlânın, Îsâ aleyhisselâma gönderdiği ve sonradan tahrif edilen, aslı değiştirilmiş olan mukaddes kitab.

 

Bolüs isminde bir yahûdî Îsevî görünüp, yâni Îsâ aleyhisselâma inanmış gibi görünüp, havârîler arasına karıştı. Îsâ aleyhisselâmdan sonra ilk işi, Allahü teâlâ tarafından gelen hakîkî İncîl'i yok etmek oldu. Havârîlerden Barnabas, Îsâ aleyhisselâmdan gördüklerini ve işittiklerini doğru olarak yazdı ise de, Bolüs bunun yayılmasına mâni oldu. İncîl diyerek uydurup yazdığı yanlış ve bozuk kitabları her yere yaydı. Şimdiki İncîller birbirine benzemiyor. Katoliklerin, ortodoksların ve protestanların başka başka incîlleri vardır. Hepsi insanlar tarafından sonradan yazılmıştır. Hakîkî Încîl'de Allahü teâlânın bir olduğu, Îsâ aleyhisselâmın Allah'ın kulu ve peygamberi olduğu, âhir zamanda Ahmed isminde bir peygamberin yâni Muhammed aleyhisselâmın geleceği yazılı idi. (Harputlu İshâk Efendi)

 

İNFÂK:

 

Malı, Allahü teâlânın yolunda harcama. Nafaka zekat gibi verilmesi lâzım olan malı hak sâhibine verme.

 

Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:

 

(Ey Resûlüm!) Onlar, hangi şeyi nafaka olarak vereceklerini sana soruyorlar. De ki: "Maldan infâk edeceğiniz şey, (öncelikle) ananın, babanın, akrabânın, yetimlerin, yoksulların, yolcunundur. Her ne hayır işlerseniz, şüphesiz Allah onu çok iyi bilen (mükâfâtını veren)dir. (Bekara sûresi: 215)

 

Onlar ki, (sırf) Rablerinin rızâsını isteyerek (her zorluğa) katlanırlar, namazı dosdoğru kılarlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli ve âşikâr (hayır yoluna) infâk ederler, kötülüğü de iyilikle savarlar. İşte bunlar (adı geçenler var ya), âhiret seâdeti onlar içindir. (Ra'd sûresi: 22)

 

Onlar ki, infâk ettikleri zaman isrâf etmezler, sıkılık (cimrilik) da yapmazlar. (Harcamalarında) bu ikisi arası orta bir yol üzerinde bulunurlar. (Furkân sûresi: 67)

 

Yâ Ebâ Hüreyre! Mü'minlerin büyüğü, benden sonra o kimsedir ki, Allahü teâlâ ona mal verir, o da gizli ve âşikâre Hak yoluna infâk eder ve yaptığı iyilikleri kimsenin başına kakmaz. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)

 

İNFİTAR SÛRESİ:

 

Kur'ân-ı kerîmin seksen ikinci sûresi.

 

İnfitâr sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). On dokuz âyet-i kerîmedir. İlk âyetinde geçen ve göğün yarılması mânâsına olan infitar kelimesi sûreye isim olmuştur. Sûre, kıyâmet ve âhiret hâllerini anlatmaktadır. (İbn-i Abbâs, Senâullah Dehlevî)

 

Allahü teâlâ İnfitâr sûresinde meâlen buyuruyor ki:

 

Göğün yarıldığı ve yıldızların dağılıp yok oldukları zaman, insanoğlu yaptıklarını ve yapmadıklarını bir bir anlar. (Âyet: 1-5)

 

Kim kıyâmet gününe, sanki gözleriyle görüyormuşçasına bakmak isterse, Tekvîr, İnfitar ve İnşikâk sûrelerini okusun. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî)

 

İN'İKAS:

 

Tasavvufta bir büyüğün kalbindeki feyz denilen mânevî ilimlerin talebenin kalbine yansıması.

 

İNKÂR ETMEK:

 

İnanmamak, kabûl etmemek.

 

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

 

Bu bizim indirdiğimiz Kur'ân-ı kerîm insanlar için çok hayırlı ve faydalı bir kelâmdır (sözdür). (Ey Mekkeliler!) Şimdi onu inkâr mı ediyorsunuz. (Enbiyâ sûresi: 50)

 

Kötülüklerin en kötüsü, Allahü teâlâyı inkâr etmek, dinsiz olmaktır. İnanılması lâzım olan bir şeyi inkâr etmek, dinden çıkmaya sebeb olur. (Hâdimî)

 

Bir kimse, İslâm'ın beş şartından birini inkâr ederse, yâhut alay eder, saygı göstermezse, neûzü billâh (Allahü teâlâya sığınırız) îmânı gider. (M. Hâlid-i Bağdâdî)


İNKIYÂD:

 

Boyun eğme, itâat etme.

 

İnkıyâd, nefsin nehyedildiğinde (dînimizin yasak olarak bildirdiği şeyleri yapmaması emredildiğinde) nefsânî arzûları bırakıp öğütleri kabûl etmesi ile mümkündür. (İmâm-ı Mâverdî)

 

Fermân-ı aşka cân ile var inkıyâdımız

 

Hükm-i kazâya zerre kadar yok inadımız

 

(Bâkî)

26 Mart 2023 Pazar

ESMA-İ HUSNA-1

 


ALLAH (C. C.)


Allah ismi, bütün ilâhi isim ve sıfatları kendisinde toplayan özel bir isimdir. Bu isme İsm-i Cami' de denir. Esma-i Hüsnânın her biri Allah lafzının farklı yansımalarını ve boyutlarını ifade eder. Gerçekte Kur'an'ın tamamı da Allah ismini bütün yönleriyle bize tanıtmaktadır. Kur'an'daki 114 süre yani yaklaşık 6 bin küsur ayetin hepsi Allah'ın değişik özelliklerini, evrene ve insan hayatına müdahale etmesini anlatmaktadır. Allah ismini tam olarak tanımak ancak Kur'an'ın tamamını anlayarak okumakla mümkündür.


Lafza-i Celâl olarak da anılan Allah ismi Kur'an'da 2697 kez geçmektedir. Buna açık ve gizli zamirlerle kullanımı da ilave edersek bu rakam 6000 (altı bin)i bulur. Allah isminin ikil ve çoğul kullanımı yoktur. Bu isim mecaz yolu ile de olsa Allah'tan başkalarına verilemez. Şimdiye kadar Allah ismi ile hiçbir varlık adlandırılmamıştır, adlandırılması da doğru değildir.


Allah lafzı Kur'an'da ilk kez iniş sırasına göre beşinci süre olan Fatiha süresinde zikredilmiştir.


Fir'avn kendi ilahlığını iddia ederken  (Ben Allah'ım) diyerek Allah’ın ismini kullanmamış ( Ben sizin en üstün rabbinizim)  demiştir.


Mekkeli müşriklerin 360’dan fazla putları vardı. Hiçbirine Allah ismini vermemişlerdi.

Onlar da bu ismin sadece Allah'a ait olduğunu biliyorlardı.


"Hiç sen O'na bir adaş bilir misin?"


Allah lafzının kökü ve aslı hakkında birçok Arap dilbilimci ve müsteşrik çalışma yapmış ve 30’dan fazla görüş beyan etmişlerdir. Bu görüşlerin önemlilerini şöyle sıralayabiliriz:


1-Allah ismi herhangi bir kelimeden türememiştir, camid bir isimdir. Hiçbir sözlük anlamı yoktur. Âlem yani zata delalet eden özel isimdir. Beyhâki, el-Halil ve Hattabî'nin bu görüşe sahip olduğunu söyler. Zeccâcî, Ebû Osman el-Mâzinî'nin de bunu savunduğunu söyler.

2-Allah ismi,  "Kulluk ve ibadet etmek" anlamına gelen (elehe- ye'lehu), veya "hayret ve şaşkınlık içinde kalmak,   gönülden bağlanıp sığınmak" anlamlarına gelen ( elihe- ye'lehu ) ve ( velihe-yevlehu ) köklerinden ism-i meful manasında bir mastar olan "ilâh" kelimesinden türemiştir.  İlâh kelimesinin başına azamet ve büyüklük ifade etmesi için harf-i ta'rif olan "el  " takısı eklenerek "  el-İlâh" şeklini almış, okunmasındaki güçlükten dolayı hemze düşürülmüş, ilâh kelimesinin aslındaki "lam" ile "el" takısının "lam"ı birleştirilmiş (idğam) ve kelime " Allah" Şeklinde okunmuştur. Bu görüş, Yûnus

İbn Habîb, el-Kisâî, el-Ferrâ, Kutrub ve el-Ahfeş'e aittir.

3-Allah ismi  "gizlenmek,  perdelenmek, beşeri kabiliyetlerin ihata sahasının dışında,

duygu ve idrakin ötesinde olmak,  yükselmek ve yüce olmak" anlamlarına gelen (lâhe - yelîhu ) kelimesinden türetilmiŞtir. Bu, Sibeveyh'in görüŞüdür. 

4-Allah isminin Arapça olmayıp muarreb bir kelime olduğunu söyleyenler de vardır. Bunlara göre Allah ismi, Süryanice "Lâhe", Aramice "Alâha" ve İbranice tanrılar anlamına gelen "Elohim" kelimelerinden türemiştir.

Müşrikler Allah lafzını kavram olarak biliyorlar ve bazı durumlarda kullanıyorlardı. Fakat bu ismi Kur'an'da taşıdığı mananın dışında farklı özelliklerle tanıyorlardı. Allah'ı en yüce ve en büyük olarak kabul etmekle beraber putları O'na ulaştırıcı olarak görüyorlardı.

a- Kur'an, onların Allah‟ın bazı özelliklerini kabul ettiklerini değişik sürelerde gündeme getirir:


1-Yaratma ve yoktan var etme özelliği sadece Allah'a aittir.


"Şayet onlara: 'Gökleri ve yeri yaratan, güneşi ve ayı - kendi koyduğu yasalara -tâbi kılan kimdir?' diye sorulacak olsa hiç Şüphesiz "Allah'tır" derler. O halde zihinleri nasıl da tersyüz oluyor."


2-Rızkı veren, yaratan, artıran ve kısan Allah'tır.


3-İşitme görme yeteneği üzerinde mutlak egemen olan Allah'tır.


4-Ölüden diriyi, diriden de ölüyü çıkaran Allah'tır.


5-Evrendeki bütün işleri evirip çeviren Allah'tır.


“De ki: ' Sizi göğün ve yerin ürünleri ile rızıklandıran kimdir? Yahut kimdir, işitme ve görme kabiliyeti üzerinde mutlak yetki sahibi olan? Kimdir, ölüden diriyi, diriden de ölüyü çıkaran? Ve yine kimdir var olan her şeyi çekip çeviren? şüphesiz, "Allah'tır" diyeceklerdir.”


6-Tabiat olaylarına sahip olan, yağmuru yağdıran, onunla yeryüzüne hayat veren ve ekinleri bitiren Allah'tır.


"Eğer onlara: "Gökten yağmuru boşaltıp ölü toprağa tekrar hayat veren kimdir?" diye sorarsan, hiç tereddüt etmeden "Allah'tır" derler."


7-Kâbe‟nin sahibi Allah'tır.


"Öyleyse bu evin ( Kâbe ) sahibine kulluk yapsınlar."


Ebrehe, Kabe'yi yıkmak için Mekke'ye geldiği zaman Abdu'l-Muttalib'in yüz devesine el koymuştu. Bunu öğrenen Abdu'l-Muttalib'in : " Ben develerin sahibiyim ve onları istiyorum. Kabe'nin sahibi ise Allah'tır, onu O korur." cevabını vermesi, Allah'ı Kabe'nin rabbi olarak kabul ettiklerinin en güzel delilidir.


8-Önemli konulardaki yeminler Allah adına yapılırdı.


"Eğer kendilerine bir mucize gösterilmiş olsaydı bu- ilâhi kelama- gerçekten inanacaklarına en emin ve kararlı bir şekilde ( cehde eymânihim ) yemin ediyorlardı."


b- Kur'an, müşriklerin Allah hakkındaki olumsuz düşüncelerine de yer verir:


1-Allah'a bazı ortaklar isnat edip onlara ibadet ediyor ve onlardan yardım bekliyorlardı.


"Hiçbir şey yaratmayan, kendileri yaratılan şeyleri Allah'a ortak mı koşuyorlar? O putlar onlara ne bir yardım edebilir, ne de kendilerine yardım ederler."


2-Putların kendilerini Allah'a yaklaştıracağına inanıyorlardı.


"Allah'tan başkasını dost ve koruyucu edinenler "Biz bunlara sırf bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz" derler."


3-Allah'a oğullar ve kızlar isnat ettiler.


"Cinleri Allah'a ortak yaptılar. Hâlbuki onları O yaratmıştır. Cehaletleri yüzünden O'na oğullar ve kızlar yakıştırdılar."


4-Allah'tan başkalarına dua ediyorlar, Allah'tan istenecek şeyleri tanrılardan istiyorlardı.


"De ki: Allah'a ortak koştuğunuz varlıkları ve güçleri ve Allah'tan başka yalvarıp yakardıklarınızı hiç düşündünüz mü? Bana onların yeryüzünde ne yarattıklarını gösterin; yoksa onların göklerin yönetiminde bir katkıları mı var sanıyorsunuz?"


5-Onların putlara tapmalarına Allah‟ın izin verdiğini iddia ediyorlardı.


"Allah'tan başka şeylere ilahlık yakıştırmaya şartlanmış olanlar: " Eğer Allah dileseydi O'ndan başkasına ilahlık yakıştırmazdık; atalarımız da ( öyle yapmazdı) ve O'nun izin verdiği hiçbir şeyi de yasaklamazdık." derler. Onlardan önce yaşamış olanlar da böyle yaparak hakikati yalanladılar, ta ki azabımızı tadıncaya kadar!


 

İlk inen ayetlerde Kur'an'ın Allah'ı tanıtma yöntemi:


Cahiliyye döneminde Allah'ın tek yaratıcı olduğu zaten müşrikler tarafından biliniyordu. Kur'an, ilk inen ayetlerde Allah'ı daha çok “rabb” ve “ilah” özelliği ile tanıtmaya çalışır. Böylece Allah ile “rabb” ve “ilah” isimlerini bütünleştirmeye çalışır. Allah'ın, önce müşriklerin tanıdıkları özellikleri gündeme getirilir. Daha sonra inen sûrelerde ise Allah bütün vasıfları ile zikredilir.


1-" Oku, yaratan Rabbin adına. Oku, çünkü Rabbin sonsuz kerem sahibidir."


2-" Sen Rabbinin nimeti sayesinde bir deli değilsin." "Rabbin kimin kendi yolundan saptığını bilir." 


3-" Rabbini büyükle !" " Rabbin için sabret." 


4-" Rabbinin adını an ve bütün varlığınla kendini O'na ada, O'dur doğunun ve batının Rabbi; O'ndan başka gerçek ilah yoktur."


5-"Bütün hamdler âlemlerin Rabbi, Rahmân, Rahîm ve din gününün Maliki olan Allah'a mahsustur." 


6-" Yüceler yücesi Rabbinin sınırsız şanını yücelt." 


7- “Malını temizlenmek için verenler sadece Rabbinin hoşnutluğunu kazanmak için harcarlar.” 


8-" Rabbin yeryüzünde azgınlık yapanları azap kırbacından geçirdi. Çünkü Rabbin, şüphesiz, her zaman gözetleyip durmaktadır."


9-" Rabbin seni ne unuttu ne de sana darıldı." " Rabbin sana verecek de böylece sen hoşnut olacaksın." " Ve her zaman Rabbinin nimetini an, gündeme getir. "


10-" Öyleyse (sıkıntılardan) kurtulduğun zaman sağlam dur ve yalnız Rabbine yönel."


11-" Gerçek Şu ki, insan Rabbine karşı çok nankördür." " Herkesin mezarlarından kalktığı gün Rabbleri, onların her halinden haberdâr olduğunu gösterecektir." 


12-" Biz sana kevseri verdik. O halde yalnız Rabbin için namaz kıl ve O'nun adına kurban kes." 


13-" Rabbinin fil sahiplerine ne yaptığını görmedin mi? "

 

14-" De ki: Sığınırım ben yükselen şafağın Rabbine. " 


15-"De ki: Sığınırım ben insanların Rabbine, Melikine, İlâhına. " 



GÜNÜMÜZDE ALLAH ANLAYIŞI


İnsanlığın, Allah anlayışı ve inancı, tarih boyunca çeşitli durumlar arz etmiştir. Tarihte ve günümüzde insanlığı, sahip olduğu Allah inancı ve anlayışına göre dört bölümde sınıflandırmak mümkündür:


a-Allah‟ın mülkünde yaşayıp O‟nun nimetleriyle nimetlenmelerine rağmen, Allah‟ın varlığını kabul etmeyenler. Bunların Kur‟an ölçüsünde “kâfirler”dir.


b-Allah‟ın bu kainatın yaratıcısı ve rızık veren olduğunu kabullenmekle birlikte, Allah ile beraber, bir takım varlıklara, sistemlere kulluk belirtisi göstererek çeşitli ilahlara tapanlar. Bunlar Kur‟an‟a göre “müşrik” olanlardır.


c-Allah‟a ve O‟nun bildirdiği gerçeklere inanmadığı halde inanmış görünenler. Kur‟an, bunları “münafıklar”olarak tanıtmaktadır.


d-Allah‟tan başka hiçbir ilah tanımayıp, O‟na tam olarak iman edip teslim olanlar.


Kur‟an ölçüsünde “mü‟min” olanlar da bunlardır.


Günümüzde Allah‟ın varlığı konusunda tartışmaya girenler pek azdır ve bunlar tarih boyunca azınlık halinde kalmışlardır. Ancak Allah hakkında esas sapma, hayatla ilgili konularda Allah‟ın emirlerinin yerine başkalarının emirlerine teslim olmada ortaya çıkmaktadır. İnsanlığın her devirde gösterdiği karakteristik şirk çeşidi budur. Bunun için Kur‟an-ı Kerim, insanların dikkatini bu konuda daha çok çekmektedir.


“İşte Rabbiniz Allah, O‟ndan başka hiçbir ilah yok. Her şeyi yaratan O‟dur. O‟na ibadetle kulluk edin. O her şeye Vekîldir.” (En‟am 102) mealindeki ayet bu konuya açıklık getirmektedir. İnsanların doğru yola yönelmeleri, ancak ilah olarak Allah‟ı tanımalarıyla mümkündür. Onların, Allah‟ın emirlerini hayatlarında uygulamaları, ilah olarak yalnız Allah‟ı tanımaları, hiçbir ortak koşmaksızın yalnız O‟na ibadet etmeleri hiç unutmayacakları hakikatler olmalıdır.


Allah‟ın hakimiyeti sadece insanlara ait değildir. Her şey O‟nun hakimiyeti altındadır. Çünkü O‟dur her şeyi yaratan... “Bu gerçeği kabul ediyorum ve buna inanıyorum.” demek bu hakikatin gereğini yerine getirmektir. Bu da Allah‟ın emirlerini kabullenmek, sadece O‟nun emirlerine teslim olmak ve bağlanmakla olur.


Müslümanlık, zahiren mü‟min görünmekten ibaret değildir. Dünyada ve ahirette kesin kurtuluş, hakkıyla iman edip Allah katında geçerli olan amel-i salih ile mümkün olur. İman olmadan yani Allah‟a inanılmadan yapılan işler görünürde iyi olsalar bile, ahirette geçerli değildir. Allah‟ın emrettiği şekilde iyi işler yapılmadan iman hakiki olgunluğa erişemez.


Allah‟ın kesin müjdesi, hakiki bir imanla, salih amel işleyerek dünyalarını değerlendiren gerçek mü‟minleredir. Allah‟a gerçek anlamda inanmak; Allah‟ın zat ve sıfatlarına, indirdiği ve gönderdiği her hükme, O‟nun gönderdiği ve istediği şekilde inanmakla mümkün olur. Yaptığımız tüm işlerin O‟nun katında geçerli olması da yine O‟nun rızası için yapılmasına bağlıdır.


Allah böyle bilinmeden ve O‟na bu şekilde inanılmadan hakiki imana ulaşılamaz. Şüphe yok ki, Allah‟a iman, O‟ndan gelen her hakkı tanıyıp kabul ve tasdik etmekle olur. Bu imana yakışan şuur da, iyi veya kötü her işin karşılığının verileceğini bilmek, ömür boyu Allah‟tan gelmiş olan ilahi kaideleri hakkıyla yerine getirmektir. Böyle olanlar her türlü korku ve kederden kurtulacaktır. Bu kanun, her zaman ve herkes için geçerli olan hak yasadır. Kur‟an‟da: “Her kim Allah‟a ve ahiret gününe iman edip imanının gereğine yaraşır iyi işler yaparsa bunlara ne bir korku vardır, ne de onlar mahzun olurlar.” (Maide 69)mealindeki ayet bu gerçeği ifade eder.


İnsan dünyada gördüğü herhangi bir üstünlüğe bağlanıp kalmamalıdır, mükemmel gördüğü her şeye kul olmamalıdır. Yaratılmışlarda gördüğü üstünlük onu hemen Allah‟ın eşsiz ve sonsuz kemaline götürmeli ve insan böylece Allah‟a bağlanmalıdır.


İnsan ancak bu durumda “Allah‟tan başka ilah yoktur” demiş ve yaptığı işleriyle de sözünü doğrulamış olur. Çünkü gerçek tevhid, ilahlıkta şirki yok etmektir. İlahlığı sadece Allah‟a tahsis edip bu gerçeği ilan etmektir.


Kur‟an‟da belirtilen bu tevhid anlayışı günümüz insanlarının bir kısmı tarafından kabul edilmemekte veya yanlış anlaşılmaktadır. Allah‟ın insanlık için gönderdiği İslam dini insanın hayatının her yönünü düzenleyen bir hayat nizamıdır. Allah bu nizamı insanlar hayatlarının her bölümümde uygulasınlar diye göndermiştir. Kim Allah‟ın ve peygamberinin bildirdiği esaslara uymayan bir iş yapar veya bir görüşü benimserse Allah‟ın nizamına uymadığı için yanlış ve batıl içindedir. Kur‟an bu gerçeği çok açık bir şekilde şöyle belirtir: “ Ey insanlar! Rabbinizden size indirilene uyun. O‟ndan başka dostlara uymayın. Ne kadar da az öğüt alıyorsunuz.”(A‟raf 3)


İslam‟a ters düşen her şeyin haram olduğunu kabul ederek yaşayan insanlar, Allah‟ı ilahlıkta tek kabul etmiş, “Allah‟tan başka hiçbir ilah yoktur” gerçeğine uymuş olurlar. Her konuda gerçeği, Allah‟ın bildirdiği ilahi ölçü ile görmek ve Allah‟ın nizamını öylece kabullenmek Kur‟an‟a uygun bir Allah anlayışı olur. Bunun aksi bir iman ve anlayış İslam‟a uygun değildir. Nitekim Mekkeli müşrikler de Allah‟ı ve O‟nun yaratıcı olduğunu kabul ediyorlardı. Ama O‟nun ilahlıkta birliğini ve tekliğini tanımıyorlardı. “İlahları hep bir ilah mı yapmış? Doğrusu bu şaşılacak bir şeydir”(Sâd 5) diyorlardı.


Allah, Kur‟an‟da kendisinin hakkı olan ilahlığı kimseye vermediğini, O‟na eş ve ortak tanıyanların davalarının batıl olduğunu açıkça belirtmiştir. O halde Allah‟ın birliğini tanımak, O‟ndan şirk ve benzerlerini uzaklaştırmak ve O‟nun dışındakilerin tamamını ilah tanımamak demektir.


Günümüzde bazı insanlar Allah sevgisi konusunda da birtakım yanlışlıklar içindedirler. Gönülde O‟ndan daha sevimli hiçbir varlık olmamalıdır. Canlı-cansız, maddi-manevi Allah‟tan başka herhangi bir varlığın O‟nun sevgisine ortak edilmesi, herhangi bir sistem veya dünya görüşünün O‟nun nizamından üstün tutulması; “Allah‟tan başka hiçbir ilah yoktur.” gerçeğine aykırıdır.


“İnsanlardan bazıları, Allah‟tan başka eşler kabul eder, Allah‟ı sever gibi onları severler. Mü‟minler ise en çok Allah‟ı severler. Zulmedenler azabı gördükleri zaman bütün güç ve kuvvetin Allah‟a ait olduğunu ve Allah‟ın azabının çetin olduğunu anlayacaklarını keşke Şimdi bilselerdi.” (Bakara 165)


Davranışlarımızın ardındaki yaptırıcı güç Allah‟a iman ve O‟nun yüce emirleri değil de, başka varlıkların sevgisi ve tesiri ise amellerimiz Allah katında geçerli olamaz. Çünkü bu ameller Allah için yapılmamıştır.


Sevginin doğal sonucu itaattir, yani sevilen varlığın emirlerine uymak ve yasaklarından kaçınmaktır. Allah dışındaki varlıkları sevip onlara İslam‟a aykırı konularda itaat etmek, onları ma‟bud, ilah edinmek demektir. Ayetteki “ Allah‟tan başka denkler” cümlesinden maksat Allah‟a isyan konusunda itaat edilen efendiler, büyükler, reisler vb. kimselerdir. Gönülde Allah gibi sevilen varlıklar isterse peygamberler veya Allah‟ın veli kulları olsun durum değişmez. Çünkü Allah için sevmekle, Allah gibi sevmek aynı değildir. Allah‟ı sevenler peygamberleri ve mü‟minleri severler. Ancak Allah‟ı sever gibi değil, Allah emrettiği için severler. Gönüle doğan her duyguya, akla gelen her düşünceye itaat etmek, sevilen bir şeyi veya kimseyi ma‟but kabul etmek, onları ilahlık makamına yükseltmektir. Bu durum ise Allah‟ın hakkına bir zulümdür.


Allah ismi ile dua ve zikir yapmak:


Peygamber (s.a.v) zaman zaman Allah ismi ile dua yapardı. Ama daha çok duasına “Allahümme   “ veya “ Ya Rabbi   “ ile başlardı. Hadis kitaplarının dua ve zikir bölümleri “Allahümme   “ ile başlayan dualarla doludur. Kur‟an‟a da beş kez bu duaya başlama modeli kullanılmaktadır.


“Allahümme   “ terkibi hususunda Arap gramercilerinin farklı görüşleri vardır.

Halil, Sibeveyh ve bütün Basra ekolüne mensup nahivciler “Allahümme    “ kelimesinin aslının “Ya Allah   “ olduğunu söylerler. Bu kelime “Ya” nida harfi olmaksızın kullanılmaya başlayınca onun yerine sonundaki “mim”i koydular. Böylece iki harf olan şeddeli “mim”i “ya” ile “elif”ten ibaret olan iki harfin yerine kullandılar.


El-Ferrâ ve Kûfe ekolüne bağlı dilciler ise “Allahümme   “ kelimesinin aslının “    Ey Allah! Karşımıza hayır çıkar” şeklinde olduğunu ifade ediyorlar. Bu diğer kelimeler hazfedilerek, her iki kelime birbirine karıştırılarak “Allahümme   “ lafzı ortaya çıkmıştır.


Bazıları da Allah ismine “  Allâhî” şeklinde nisbet ya‟sının birleştirilmesi uygun olmadığı için “Allahumme” tabirinin kullanıldığını iddia etmişlerdir. Çünkü “benim Allah‟ım” şeklinde Allah‟ın herhangi bir kimseye izafe ve nisbet edilmesi uygun değildir. Allah alemlerin rabbidir. Her hangi bir şahıs, ırk ve kabileye nisbet edilmesi doğru değildir.


Peygamberimiz (s.a.v)‟in sadece “Allah Allah Allah” diyerek zikir yaptığı ile ilgili her hangi bir sahih rivayete rastlayamadık. Ayrıca rivayetlerde “hû hû hû” veya “hay hay hay” şeklinde Allah‟ın isimlerinden sadece biriyle yapılan bir zikir türü de geçmemektedir.


Peygamberimiz (s.a.v) tam bir anlamı olan cümlelerle zikir yapmıştır.” Lâ ilahe illallah”, “Sübhânallah”, “Elhamdulillah”, “Allahu ekber”,”Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh”,”Estağfirullah” gibi zikir çeşitleri kaynaklarda sık sık geçmektedir. Bazıları sadece Allah ismi ile zikir yapılabileceğini iddia edip şu hadisi delil gösterirler.


  “ Yeryüzünde Allah Allah denildikçe kıyamet kopmaz.” Bu hadis aşağıdaki benzer bir hadisle beraber değerlendirilirse daha iyi anlaşılır.


“Yeryüzünde Lâ ilâhe illallah denildikçe kıyamet kopmaz.” Bu hadisler Kıyametin müminlerin, tevhid ehlinin üzerine kopmayacağını ifade etmektedir. Kıyametin dehşetini Allah müminlere göstermeyecek, onların ruhlarını kıyamet kopmadan katına alacaktır.


Peygamber (s.a.v) sıkıntılı olduğu durumlarda Allah ismi ile şöyle dua ederdi:

“ Allah‟a sığınırım Allah‟a. O‟na hiçbir şeyi ortak koşmam.”

Hz. Ali‟den rivayet edilen, unutma anında okunması gereken duada Peygamber (s.a.v) Allah adı ile başlayarak şöyle dua ediyor:


“Ey Allah! Ey Rahmân! Celâlin ve cemâlinin nuru hakkı için senden kitabını bana öğrettiğin gibi hafızamda tutmamı ve razı olduğun şekilde okumamı nasip etmeni istiyorum.


Ey Allah! Ey Rahmân! Senden kitabınla gözlerimi aydınlatmanı, onunla dilimi açmanı, onunla kalbimden üzüntüyü gidermeni, göğsümü ferahlandırmanı ve bedenimi yıkamanı diliyorum. Zira hakkı bulmakta ancak Sen yardımcı olursun, onu bana ancak Sen verirsin. Güç, kuvvet ve hareket ancak Allah iledir.”


Peygamber (s.a.v) bir gün mescide girmişti. Namazını bitirmek üzere iken teşehhütte selamdan önce şöyle dua eden bir adam gördü:


“Allahım! Ey Allah! Sen birsin, teksin, Samed olan, doğurmayan, doğurulmayan Sensin. Hiçbir eşi ve benzeri olmayansın. Senden günahlarımı bağışlamanı istiyorum. Şüphesiz ki Sen çok bağışlayan ve çok acıyansın.”


Rasulullah (s.a.v): “Bu adam üç kere bağışlandı” buyurdu.



Dr. Ramazan SÖNMEZ

İSLAM TARİHİ-1


İSLAMİYET'İN DOĞUŞU


İslamiyet'in doğuşu ve kısa zamanda, başta Ortadoğu olmak üzere üç kıtada yayılması, sadece Ön Asya tarihinin değil, dünya tarihinin de en önemli kilometre taşlarındandır. Bu son ilahi dinin Hz. Peygamber eliyle yayılmaya başlaması, yepyeni bir tebliğle putperestliğin tüm izlerini silmesi, çok kısa bir süre içerisinde başta Ortadoğu olmak üzere birçok bölgedeki güçlerle hesaplaşmaya girmesi ve bu güçleri kendine ram etmesi harikulade gelişmelerdir. Çok değil on beş yıl gibi kısa bir süre içerisinde Filistin, Suriye, Irak, İran, Kirman, Horasan, Afganistan, Kuzey Hindistan, Mısır ve Libya gibi coğrafi bölgeler bu yeni mesajın etkisine girecek, buralarda yaşayan milletler adeta yeniden doğarak tarihin gidişatını sonsuza kadar değiştirecektir. Muhtelif medeniyetlerin etkisi altında kalmış olan bu bölgeler, zamanla hayatın her alanında tevhidi dünya görüşünün bariz etkilerini taşıyan tek bir medeniyet havzasına dönüşecektir.


Günümüze kadar uzanan İslam toplumlarının macerası, gayet tabiidir ki, Hz. Muhammed (s.a.v.)'in yeryüzünü şereflendirmesiyle başlar. Bu sebeple:


"Hz. Peygamber kimdir? Getirdiği mesaj neleri ihtiva etmektedir? Bu din, toplumlar tarafından nasıl anlaşılmıştır? Bu dinin şekillendirdiği milletlerin oluşturduğu sosyo-kültürel kurumlar nelerdir?" gibi sorular cevaplandırılmadan İslam toplumlarının ne dünü ne de bugünü anlaşılabilir. Oysa bugünkü tarihçilerin önemli bir kısmı dine ve mukaddesata karşı önyargılarla dolu, şüpheci ve kayıtsız bir bakış açısına sahiptirler.



XVIII. yüzyılda modern bilimlerin temelleri atılırken ideolojik saplantı sonucunda din ve bilim karşı karşıya getirilmiş, dinle ve dince mukaddes sayılan değerlerle mücadele etmek körü körüne takip edilen bir gelenek haline getirilmiştir. Fen bilimlerinde başlayan bu süreç zamanla sosyal bilimlerin analiz ve değerlendirilmelerine de uyarlanmıştır. İdeolojik bir saplantı olarak devam eden bu anlayış, aydın kesimlerde kendi medeniyetlerini doğru anlamalarını önleyen bir alan körlüğü oluşturmuştur. Bu anlayışın sonucu olarak sosyal olayların oluşum ve gelişiminde dinlerin rolü ya yok sayılmaya ya da ihmal edilebilir bir düzeye indirilmeye kalkışılmıştır. Birçok yazar ve sanatçının dine karşı lakayt tutumu, kültürlerin en önemli fenomeni olarak kabul edilen «Dinin Medeniyetlerin Oluşumundaki Pay ve Etkisi»ni doğru bir biçimde anlamayı güçleştirdiği gibi, sosyal olayların dilini çözmemizi de önemli ölçüde zorlaştırmıştır. Oysa dünyayı açıklama biçimi olan kültürün temel belirleyicisi ya da en önemli bir parçası olduğu hemen bütün sosyal bilimciler tarafından kabul edilmektedir.


Yine birçok sosyoloğa göre din, açık fonksiyonu yanında aile, eğitim, ekonomi ve siyaset kurumlarına da kaynaklık eden, diğer içtimai (toplumsal) kurumların kendisinden doğduğu temel kurumdur.


DOĞUŞ YILLARINDA DÜNYADA ve ARAP YARIMADASI'NDA GENEL DURUM


İslam güneşinin ışıklarının yeşertici etkisinin Ortadoğuda görülmeye başladığı yıllarda Batı ve Ön Asya'da gücünün zirvesinde bir devlet olan Bizans, doğuda ise bu devletle mücadele halindeki Sasaniler VII. yüzyıl başlarındaki en büyük iki siyasi güç durumundaydı. İslam Peygamberi'nin bünyesinden çıktığı Arap Yarımadası'nda ise Cahiliye Devri diye adlandırılan putperest bir hayat tarzı hüküm sürmekteydi.


Hz. İbrahim'in oğlu İsmail'le birlikte inşa ettiği Kabe; kuruluş amacından çoktan uzaklaşmış, içine yerleştirilen yüzlerce putla putperestliğin merkezi haline getirilmişti. Buna rağmen bu tarihi mabed, üç milyon kilometrekareyi bulan yarımadanın en önemli dini merkezi olma özelliğini elinde tutmaya devam ediyordu.


Araplar arasında koyu bir kabilecilik taassubu sürüyor, bitmez-tükenmez çekişme ve kabile savaşları birlik ve huzura imkan vermiyordu. Kadınlar insan yerine konmuyor, kız çocukları insanlık dışı bir muameleyle hor ve hakir görülüyor, hatta diri diri gömülüyorlardı. Toplumun ileri gelenleri köleleştirdikleri zavallı insanlar üzerinde her türlü insanlık dışı muameleyi mubah görüyorlar, katlayarak tahsil ettikleri faizle daha da zenginleşerek müreffeh, şımarık ve azgın bir hayat yaşıyorlardı. Mekke-Şam arasında kervanlarla ticaret yapılıyor, sık sık düzenlenen şiir yarışmalarında birinci gelen eserler Kabe'nin duvarına asılıyordu. Büyük ilgi gören bu şiirlere «Muallaka» deniyordu. Cahiliye döneminin en meşhur şairi İmriü'l-Kays idi. Onun günümüze kadar ulaşan eseri ise Kabe'ye asılan «Yedi Muallaka»dan biridir.


Her şeye rağmen Hz. İbrahim'in yolundan giden ve putlara tapmayan az sayıdaki «Hanif» de toplumdaki varlığını sürdürüyordu. Ayrıca Necran bölgesinde bir miktar hıristiyan da hak dinin son elçisinin gelişini gözlemekteydi.


571 yılının Nisan ayında Allah'ın son elçisi, semavi dinleri tashih ve takviye ile vazifeli Hz. Muhammed (s.a.v.) Mekke'de dünyaya gelerek yeryüzünü şereflendirdi. Babası Kureyş kabilesinin Haşimoğulları boyundan Abdülmuttalib'in oğlu Abdullah, annesi ise aynı kabilenin Zühreoğulları boyundan Vehb'in kızı Amine'dir. Hz. Peygamber, babadan yetim olarak doğmuş, daha sonra da annesini kaybederek öksüz kalınca önce dedesi Abdülmuttalib'in, onun ölümünün ardından da on iki yaşından itibaren amcası Ebô Talib'in himayesi altına girmiştir. Bu dönemde Haşimoğulları'nın reisi ve kendisini peygamberlikten sonra da destekleyecek olan amcasının ticaret kervanlarıyla Şam'a kadar gittiği bilinmektedir. Herkes tarafından sevilen ve güvenilir bulunan bir genç olarak peygamberlik öncesinde bile Muhammedü'l-Emin olarak anılmaya başlanmıştı. Çocukluk ve gençlik yıllarında bile hiçbir zaman putlara tapmamış, cahiliye döneminin kabile kavgalarına iştirak etmemiş, cahiliye Araplarının içkili eğlencelerine ve fal oklarıyla icra ettikleri kumar oyunlarına da iltifat etmemiştir. Mekke gençleriyle Hufu'l-Fudal isimli bir cemiyet kurmuş, soyulan veya haksızlığa uğrayan mazlum ve mağdurların yardımına koşmuştur. 


Hz. Peygamber'in, Kabe tamir edildikten sonra Haceru'l-Esved'in yerine konulması aşamasında kabileler arasında meydana gelebilecek kargaşayı önlemede gösterdiği çözüm yolu bütün kabilelerin memnuniyetini sağlamış ve toplumda kendisine duyulan güveni daha da artırmıştır. Haceru'l-Esved'i hırkasının üzerine koyarak onu bütün kabile reislerinin beraberce taşımalarını sağlamış, böylece bu şerefe diğerlerini de ortak ederek çekişmeyi tatlı bir biçimde sonlandırmıştır.



25 yaşına geldiğinde kendinden yaşça büyük ve ölünceye kadar tek eş olarak yaşadığı, Mekke'nin soylu ve zengin hanımlarından Hz. Hatice ile evlenmiştir.


40 yaşına geldiğinde Nur Dağı'nın Hira Mağarası'nda iken kendisine Cebrail tarafından ulaştırılan:


"Oku! Yaratan Rabb'inin adıyla ... O insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku!.." mealindeki ilk vahiyle peygamberlik vazifesine başlamıştır. Böylece İbrahimi peygamberler zincirinin son halkası da tamamlanıyor, Ahmed bin Hanbel'in Müsned'inde kendisi için;


"Ben dedem İbrahim'in duası, kardeşim lsa'nın müjdesi, annemin rüyasıyım.", bir başka hadisinde de;

"Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim." diyen bir nebi olarak insanlık tarihinin seyrini değiştirecek zor ve meşakkatli görevine başlamış oluyordu.



MEKKE DÖNEMİ (610-622)


Hz. Peygamber ilahi vahye muhatap olup nebi seçilmesinin ardından evine gelerek hadiseyi önce mübarek hanımı Hz. Hatice'ye anlatır. Birlikte Hz. Hatice'nin amcazadesi olan ve Hz. İsa'nın haber verdiği Peygamber'in gelişini bekleyen Varaka bin Nevfele giderler. Durumu ona anlattıklarında bu bilge zat, Hz. Muhammed'in peygamberliğini tebrik eder, kendisine gelen meleğin bütün peygamberlere vahiy getiren melek olduğunu söyler.


Rasulullah, başta akrabaları olmak üzere yakın çevresindeki insanları İslamiyet'e davet etmeye başlar. Davetin özü şudur:


"Allah'tan başka ilah yoktur. Öldükten sonra insanlar yaptıklarından hesaba çekileceklerdir. İyilik yapanlara mükafat, kötülük yapıp günah işleyenlere de hak ettikleri cezalar verilecektir. İnsanlara bir fayda veya zarar sağlamayan putları Allah'a ulaşmak için vesile saymak, insanı doğru yoldan çıkaran temel bir yanlıştır. Kalplerin ilacı Allah sevgisidir. Yaratıcı ile gönül bağı kurmak için namaz gibi iç disiplini sağlayıcı ibadetler özenle yerine getirilmelidir. Şefkat, merhamet, adalet, cömertlik, alçakgönüllülük, doğruluk, güvenilirlik, yardımseverlik, fedakarlık, bağışlayıcılık, nezaket ve incelik insanı faziletli bir hayat yaşamaya yönelten temel ahlaki meziyetlerdir. Allah'a ortaklar yakıştırmak, cana kıymak, zina ve fuhuş yapmak, hırsızlık, yalancı şahitlik, zulüm ve haksızlık insanı kötü bir sona sürükleyen büyük günahlardandır:'



Rasulullah'ın davetine ilk icabet eden şahıs, bizzat sevgili eşi Hz. Hatice olmuştur. Çocuk yaştaki amcazadesi Hz. Ali, kızları Zeynep, Rukiye ve Ümmü Gülsüm, arkadaşları Hz. Ebubekir, Zeyd bin Harise, Osman bin Affan, Zübeyr bin Avvam, Abdurrahman bin Avf, Cafer bin Ebu Talib, Erkam bin Erkam ilk müslüman kişilerdi. İnananlar Erkam bin Erkam'ın evinde toplanıyor, büyük bir gizlilik içerisinde ilk vahiylerde yer alan ayetleri Hz. Peygamber'in huzurunda tilavet ediyorlardı. İlk mesajlarda «tevhid inancı», «ahiret gününe karşı duyarlılık», «insani ilişkilerde adalet ve güzel ahlaka çağrı» vurgulanıyordu.


MEKKE MÜŞRİKLERİNİN ARTAN BASKILARI


Mekke müşrikleri bu yeni davete şiddetle karşı çıktılar. Onlar alışılmış toplum ilişkilerini sarsan, daha çok köle ve zayıf kesimlerin ilgisini çeken bu yeni dinin kendi zorba hakimiyetlerini sarsacağını anlayarak inananlara:


"Rabbim Allah'tır!" dedikleri için her türlü baskı, hakaret ve eziyetlerde bulunmaya başladılar. Putların ardına gizlenerek oluşturdukları şeytani düzenlerinin kökünden sarsıldığını gördükleri için Hz. Peygamber'i ve inananları toplumda karışıklık çıkarmakla suçladılar, bozgunculukla itham ettiler.


Bu dönemde Hz. Hamza'nın müslüman olması inananlara büyük bir moral kaynağı olmuştu. Hz. Ômer'in müslüman olmasıyla sayıları 40'a ulaşan müslümanlar, bunun üzerine daveti açıktan yapmaya başladılar. Müşrikler buna baskılarını daha da artırarak cevap verdiler. Müslümanlara karşı sosyal ve iktisadi boykot çağrısında bulunarak bunu acımasızca uygulamaya koyuldular. Ancak Allah Rasulü'nün daveti her şeye rağmen kalplerde yer ediyor ve ilahi davet, önlenemez bir şekilde yayılıyordu. Artan baskılar 615 yılında Habeşistan'a ilk hicretin gerçekleştirilmesine sebep oldu. Hz. Peygamber önce Hz. Osman'ın ardından da 80 kişilik bir grupla Cafer bin Ebu Talib' in hicretine izin verdi. Habeşistan'a giden müslüman grup, adil bir hıristiyan kral olan Necaşi tarafından iyi karşılandı. Kendi ülkesine gelen mazlum müslümanlara kol-kanat geren Necaşi;


"Bu din ile İsa'nın getirmiş olduğu din aynı kaynaktan çıkıyor:' diyerek;


"Bunlar siyasi suçludur, onları bize iade edin." diyen Mekke müşriklerinin taleplerini geri çevirdi.


HÜZÜN YILI (619)


Baskıların şiddetle arttığı, inananların ilk şehidlerini verdiği bu dönemde ardı ardına iki acı hadise daha vuku buldu. Peygamberimiz önce zevcesi Hz. Hatice'yi, kısa süre sonra da hayatı boyunca kendisini himaye eden amcası Ebu T'alib'i kaybetti. Bu iki acı hadise Peygamberimiz'i ve inananları büyük üzüntüye boğdu. Bundan dolayı bu yıla «Hüzün Yılı» denildi.


AKABE BİATLARI (621-622)


Hz. Peygamber, Kureyşlilerin kendisine ve inananlara karşı tavırlarını sertleştirmeleri üzerine tebliğe devam etmek için Mekke dışına yöneldi. Çeşitli kabilelerle temas yolları aradığı gibi, Yesrib halkıyla da temas kurmaya çalıştı. Bunun sonucunda, Yesribden gelen altı kişilik bir grup İslam davetini kabul ederek müslüman oldular. Gruptan Es'ad bin Zürare bir yıl sonra tekrar Akabede Rasul-i Ekrem'e buluşma sözü verdi. Bu faaliyet sonrasında birçok Yesribli, müslüman oldu. Bu gelişmelerden sonra yine Akabe'de 12 Yesribli;


"Allah'a ortak koşmayacaklarına, zina etmeyeceklerine, çocuklarını öldürmeyeceklerine, birbirlerine iftira atmayacaklarına ve Rasulullah'ın emirlerine uyacaklarına dair söz verip Peygambere bağlılık bildirdiler. Bu söz ve bağlılık, tarihe I. Akabe Biatı olarak geçti. Biattan sonra Hz. Peygamber Yesrib halkına Kur'anı ve İslam'ı öğretmesi, onlara namaz kıldırması için Mus'ab bin Umeyr'i gönderdi.


Mus'ab'ın çalışmaları çok önemli meyveler verdi, Medinede Kur'an'ın gündeme gelmediği hemen hemen hiçbir ev kalmadı. Bu sayede pek çok kişi bu yeni davetin huzur ve kurtuluş iklimine can attı. Bir sonraki yıl hac mevsiminde ikisi kadın, 75 Yesribli müslüman, Il. Akabe Biatı'na katılarak Hz. Peygamber'e bağlılık bildirerek O'nu Yesrib'e davet etti. Hicret gerçekleştiği takdirde O'nu ve Mekkeli müslümanları kendi canlarını, çocuklarını, kadınlarını ve mallarını korudukları gibi koruyacaklarını ve her şartta kendisine itaat edeceklerini taahhüt ettiler.


HİCRET


Mekke'nin ileri gelenleri, şehir meclisinde yaptıkları tartışmalı toplantıda Hz. Peygamber'in Medine'ye hicretini kesin bir şekilde önlemek için O'nu öldürme kararı almışlardı. Karara herkes katılmakla birlikte Haşimoğulları'nın tepkisinden çekiniliyordu. Bu tepkiyi azaltmak maksadıyla her kabileden birer genç seçildi. Bu gençler hep birlikte hareket ederek menfur cinayeti beraberce işleyeceklerdi. Böylece bütün kabileler ortak sorumluluk yüklenmiş olacak, herhangi biri tek başına suçlanmayacaktı.


Baskıların çok fazla arttığı bu atmosferde Peygamber Efendimiz (s.a.v.), arkadaşı Hz. Ebubekir ile gizlice Mekkeden Medine'ye meşakkatli bir yolculuğa çıktı. Yatağına Hz. Ali'yi bırakarak müşriklerin suikast planlarını boşa çıkaran Hz. Peygamber, bu zorlu ve uzun yolculukta sıkı bir takibe uğradıysa da gözleri perdeleyen ilahi yardım neticesinde yakalanmaktan kurtulmayı başardı ve yolculuğunun sekizinci gününde Medine'ye bir saat mesafedeki Kuba'ya ulaştı. Orada İslam tarihinin ilk mescidini inşa ederken Mekke'de kalan Hz. Ali de iki haftalık bir yolculuktan sonra Hz. Peygamber'e ulaştı.


Medine halkı, uzun bir süredir Peygamber Efendimiz'in yolunu gözlüyordu. Allah Rasulü'nü görmenin arzu ve heyecanını yaşayan Medineliler, kadın, erkek, çocuk hep bir ağızdan şiirler söyleyerek Hz. Peygamber'i, şanlı elçiye yaraşır coşkulu bir biçimde karşılayarak bağırlarına bastılar. Daha sonra Allah yolunun yardımcıları olarak «ensar» unvanıyla övülecek olan Medineli müslümanlar, böylece Akabede verdikleri sözün takipçileri olduklarını bu coşkulu sahiplenmeyle göstermiş oldular:


Veda tepelerinden dolunay doğdu bize!

Allah için yaptığı davet için şükretmek gerekir halimize

Ey bizden gönderilen Peygamber!

Sen boyun eğmemiz gereken bir emir ile geldin.


Artık yeni bir dönem başlıyordu. Mekke müşriklerinin dayanılmaz takip, baskı ve zulümlerinden uzak, inananların göğsünü gererek:


"Rabb'im Allah'tır!" diyebileceği, emniyetli ve huzurlu bir ortama adım atılmış oluyordu. Artık Allah'ın son elçisi görevini çok daha iyi şartlarda yerine getirebilecekti. Nitekim hicretle beraber, İslamiyet ve onun getirdiği hayat tarzının esaslarını anlatan Kur'an-ı Kerim'i öğrenmek, yaşamak ve sonraki kuşaklara aktarmak daha da kolaylaştı.


Hz. Peygamber, Medine'ye ulaştığında devesinin durduğu yer satın alınarak sonradan Mescid-i Nebevi diye anılacak olan mescidin inşasına başlandı. Yedi ay süren bu caminin yapımı sırasında Hz. Peygamber Ebu Eyyub el-Ensari'nin evinde misafir olarak kaldı. Daha sonra da caminin bitişiğindeki evine taşındı. Artık müslümanlar Mekke'deki korku ve endişelerden uzak bir şekilde kıblesi Kudüse dönük olarak bu mescidde ibadet ediyor, çeşitli konulardaki Peygamber öğütlerini orada dinliyor, haftalık kongre niteliğindeki Cuma namazlarını da orada eda ediyorlardı.


Hz. Peygamber, yakınlarını, evlerini ve mallarını doğup büyüdükleri topraklarda bırakarak Medine'ye göç eden muhacirler ile onları sıcak bir ilgiyle bağırlarına basan ensar arasında benzeri görülmedik bir yakınlık bağı kurdu. Her bir muhaciri Medineli bir müslümanla kardeş ilan ederek ellerindeki imkanların paylaşılmasını sağladı. Böylece tarih boyunca devam edecek olan «din kardeşliği»nin temellerini atmış oldu.


Allah Rasulü, yerli ve göçmen müslümanlar arasındaki birlik ve kardeşliği sağladıktan sonra, Medine toplumunun tümüne yönelerek birbirleriyle çekişme içinde yaşayan Evs ve Hazrec kabileleri ile yine Medine'de yaşayan yahudi kabileleri arasında iç barışı gerçekleştirmek üzere kapsamlı bir sözleşme yaptı. Yaygın olarak «Medine Vesikası» olarak bilinen ve tarihin ilk yazılı anayasa örneği olarak kabul edilen bu anlaşmayla Medine kentinde bulunan toplulukların bir arada, barış ve huzur içerisinde yaşamaları hedefleniyordu. Sözleşmede Medine'de yaşayan müslümanların, müşriklerin ve yahudilerin karşılıklı hak ve ödevleri belirlendiği gibi, dıştan gelebilecek tehlikelerin önlenmesi konusunda da sorumluluklar paylaştırılıyordu. Ancak farklı gruplar arasında oluşacak anlaşmazlıkların çözümü konusundaki son noktayı Hz. Peygamber'in koyması karar altına alınıyordu. Yapılan bu ilk içtimai (toplumsal) sözleşmede din ve vicdan hürriyeti açıkça temel bir ilke olarak yer alıyordu.


BEDİR SAVAŞI (624)


Medine'de yaşayan bütün grupların uzlaşarak Hz. Peygamber liderliğinde oluşturdukları bu şehir devletinde hüküm süren barış ortamı, en iyi bir biçimde değerlendirilmiş ve inananların sayısı hızla artmıştır. Öte yandan müslümanların Mekkede bıraktıkları bütün mallara müşrikler tarafından el konulmuş, bu mallar kervan ticaretinde kullandıkları sermayeye karıştırılmıştı. Müslümanlar, otoritesi hala tüm Arap Yarımadası'nda etkili olan Mekke müşriklerine ekonomik darbeler vurmak ve orada bırakmak zorunda kaldıkları malları geri almak amacıyla Şam'dan Meleke'ye dönmekte olan Ebu Süfyan yönetimindeki ticaret kervanını ele geçirmek üzere Medineden yola çıktılar. Müslümanlar, Şam kervanının Bedir Kuyuları civarında konakladığı sırada bir baskınla sonuca gitmek istedilerse de, Ebu Süfyan, sorumluluğu altındaki kervanı Kızıldeniz yoluna yönelterek bu baskından kurtulmayı başardı. Bununla yetinmeyip Mekke'ye de haber göndererek acil yardım talebinde bulundu. Böylece İslamiyet'in geleceğini de etkileyecek olan ilk savaşın eşiğine gelinmiş oldu. 900 kişilik Mekke müşriklerinin ordusuna Ebu Cehil komuta ediyordu. Müslümanlar ise 300 kişi kadardı. Hz. Hamza, Hz. Ali ve Ebıi Ubeyde bin Cerrah'ın üstün çabalarının sonunda savaş, müslümanların üstünlüğüyle sona erdi. Ebu Cehil başta olmak üzere Mekke ileri gelenlerinden 70 kişi öldürüldü. Müslümanların kayıpları ise 14 şehidden ibaretti. Böylece İslamiyet'in ilk büyük zaferi gerçekleştiği gibi, daha sonra mucizevi başarılara imza atacak olan İslam ordusunun da ilk çekirdeği ortaya çıkmış oldu. Bu zaferle müslümanların kendilerine güveni, Peygamberlerine bağlılığı arttığı gibi, gayr-i müslim Arap kabileleri arasında Müslümanlığa geçişler de hızlandı.


Bedirde alınan savaş esirlerinden her biri 10 müslümana okuma-yazma öğrettiği takdirde serbest bırakılacaktı. Ayrıca Hz. Peygamber, Bedir Savaşı öncesinde ve sonrasında verdiği emirlerle düşman cenazelerine dokunulmamasını, ölülerinin azalarının kesilmemesini, düşman ölülerinin ortalıkta bırakılmayarak gömülmesini, esirlere iyi muamele yapılmasını, elbisesi olmayanlara giyecek dağıtılmasını buyurarak bugün bile insanlığın başarılı neticeler sergileyemediği «Harp Hukuku»nun temellerini atmıştır.


Hz. Peygamber, Bedir Savaşı'ndan kısa bir süre sonra, anlaşmalara uymayan ve kıskançlıktan kaynaklanan ihanetleri görülen Beni Kaynuka yahudilerini Medineden çıkararak sürgüne gönderdi.



UHUD SAVAŞI (625)



Bedirde ağır bir yenilgi alan Mekke müşrikleri, 13 aylık bir hazırlıktan sonra, intikam duygularıyla dolu olarak 3000 kişilik bir orduyla Medine üzerine yürüdü. Müdafaa hazırlıklarını yürüten Hz. Peygamber, savaşı Medinede karşılamak istediyse de, gençlerin ısrarı üzerine Uhud Dağı'nın eteklerine gitmeye karar verdi. İki ordu karşı karşıya geldiğinde, müslümanlar önce düşmanlarına karşı belirgin bir üstünlük sağladılar. Bunun üzerine müşrik ordusu dağılarak geri çekilmeye başladı. Resulullah'ın askeri açıdan stratejik olan tepeye yerleştirdiği ve:



"Şartlar ne olursa olsun burayı terk etmeyeceksiniz." diye emrettiği okçular, «savaş bitti» düşüncesiyle bulundukları yeri terk ederek diğerlerinin arasına karıştılar. Bundan yararlanan müşrikler, müslümanların arkasından dolanarak savaşın seyrini lehlerine çevirmeyi başardı. Başta Hz. Hamza olmak üzere 70 sahabi şehid oldu. Bu savaşta Hz. Peygamber'in mübarek dişleri de kırılmıştı. Hatta öldüğü haberinin yayılması müslümanlar arasında tam bir panik ve bozguna yol açmıştı. Buna rağmen kısa sürede toparlanan ve tekrar harekete geçen mü'minler, müşriklerin kesin bir sonuç almasını önlemeyi başardılar. Hz. Peygamber geri çekilen müşrik ordusunu takip ederek psikolojik üstünlüğü korumayı ihmal etmedi. Bu savaş mü'minlere, Peygamber'e itaatin ne denli önemli olduğunu gösteren tarihi bir ibret tablosu oldu.


Öte yandan Beni Nadir kabilesi mensupları, Uhud Savaşı esnasında müşriklerle işbirliği yapmaları ve bazı suikast teşebbüslerinden dolayı önce uyarıldılar, sonra tekrar anlaşmaya davet edildikleri halde buna yanaşmadılar ve direndiler. Bu sebeple 15 gün boyunca kuşatma altına alındılar. Başarılı bir muhasaranın ardından Medineden çıkarıldılar.


HENDEK SAVAŞI (627)


Uhud Savaşı'ndan da istediği neticeyi alamayan Mekkeli müşrikler, bu kez nihai olarak İslamiyet'in gücünü yok etmek ve tam bir zafer elde etmek amacıyla gizli müttefikleri yahudilerden de destek alarak Ebu Süfyan liderliğinde, çeşitli kabilelerden oluşan 10.000 ila 12.000 kişilik güçlü bir orduyla Medine önlerine geldiler. Ancak beklemedikleri ve Araplar'ın bilmediği sürpriz bir savaş taktiği ile karşılaştılar. Hz. Peygamber Selman-ı Farisi'nin teklifiyle Medine'nin etrafına hendekler kazdırarak şaşırtıcı bir savunma hattı hazırlamıştı. 20 gün devam eden kuşatma sırasında küçük çaplı bazı çatışmalar meydana geldiyse de, müşrikler hendekleri aşıp şehre girmeye muvaffak olamadılar. Şiddetli bir fırtınanın ardından kuşatmayı kaldırarak Mekke'ye geri dönmek zorunda kaldılar.


Bu muharebede Hz. Peygamber'in diplomatik önlemleri de savaşın müslümanların lehinde sonuçlanmasında önemli rol oynamıştır. Hz. Peygamber, yeni müslüman olan Gatafan kabilesinden Nuaym bin Mes'ud'u yahudilerle Mekke müşriklerinin arasını açması ve birbirlerine olan güvenlerini sarsması için gizlice diplomatik temaslar yapmakla görevlendirdi. Nuaym ince ve ustaca girişimleriyle Yahudi-Mekke ittifakını çökertmeyi başardı.


İlk iki savaşın sonrasında olduğu gibi, Beni Kureyza adlı yahudi kabilesi mensupları da, Hendek Savaşı sırasında Medine Sözleşmesi'ndeki görev ve sorumluluklarını yerine getirmemeleri, müslümanlara karşı haince davranmaları ve müşriklerle işbirliğine gitmeleri sebebiyle savaşın hemen ardından Medine'den çıkarılarak cezalandırıldılar.


Müşriklerin bu son saldırısı, artık askeri ve psikolojik güçlerinin son bulduğu ve İslam'ın ilerleyişini durdurma umutlarının tükendiği yeni bir sürecin de başlangıcı olmuştur.


"Eğer onlar barışa yanaşırlarsa Sen de ona yanaş ve Allah'a tevekkül et. Çünkü O, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir." (el-Enfal, 61)


HUDEYBİYE BARIŞI


Hz. Peygamber hicretin altıncı yılında Mekke'yi ziyaret etmek amacıyla 1500 kişilik bir kafileyle yola çıktı. İnançları uğruna doğdukları toprakları terk ederek Rasulullah ile beraber Medine'ye yerleşen muhacirlerin bu yolculuğa iltifatları Medineli ensardan daha fazlaydı. Çünkü yıllardır kendi öz memleketlerinden uzak olmanın hasretiyle yaşıyorlar, Mekke'ye dönebilecekleri günün gelmesini yürekten arzu ediyorlardı. Kabe'yi ziyaret etme amacıyla da olsa, bu hasreti gidermek ve doğup büyüdükleri toprakları görmek üzere düzenlenen bu yolculuk, Mekke müşriklerinin büyük direnişiyle karşılaştı. Kureyşliler Mekke'ye giriş yollarını kesmek üzere Halid bin Velid ve İkrime bin Ebu Cehil'i yetkilendirerek onları gerekli tedbirleri almakla görevlendirdi.


Hz. Peygamber öncelikle Mekke'ye 17 kilometre uzaklıktaki Hudeybiye mevkiine ulaştı ve orada bir müddet konaklayarak amaçlarının sadece umre niyetli Kabe ziyareti olduğunu, bu yüzden bu teşebbüslerinin engellenmemesi gerektiğini bir elçiyle Mekke'ye bildirdi. Ancak karşılıklı güven sağlamaya yönelik bu diplomatik girişimden müspet bir netice alamadı. Bunun üzerine Mekkeliler nezdinde itibarı yüksek bir aileden olan Hazret- i Osman'ı elçi tayin ederek onu Kureyş ileri gelenleriyle daha ayrıntılı görüşmeler yapmak üzere Mekke'ye gönderdi. Vazifesi hem müşriklerin durumlarını anlamak ve hem de amaçlarının sadece umre ziyareti olduğu konusunda Mekke ileri gelenlerini ikna etmek olan Hz. Osman'dan uzun süre haber alınamadı. Böylece elçinin geri dönüşünün gecikmesi müslümanlardaki mevcut sıkıntı ve kaygıları daha da artırdı. Bir ara Hz. Osman'ın Mekkelilerce öldürüldüğü haberi bile yayıldı. Mekke müşriklerinin Halid bin Velid komutasında 200 kişilik bir süvari birliği göndererek savaşa yol açacak hasmane bir tutum içerisine girmeleri, gerginliği daha da artırdı. Bir çatışmanın kaçınılmaz hale geleceği ihtimalini gören Hz. Peygamber, müslümanları bir araya toplayarak onlardan ölünceye kadar direnip mücadele edecekleri konusunda biat/bağlılık sözü aldı. Heyecan ve gerginliğin son haddine vardığı o anda kararlı bir tutum gösterilerek müslümanları yok etmek amacı taşıyan bu teşebbüs bertaraf edildi.


Bu gelişmeler olurken Mekkeliler de yeni çözüm arayışları geliştirmekle meşguldü. Nihayet kendilerine bir strateji belirleyerek tecrübeli bir müzakereci olan Süheyl bin Amr'ın başkanlığında bir görüşme heyetini Hudeybiye'ye gönderdiler.


Uzun ve gergin geçen müzakerelerin ardından müslümanlar ile Mekkeliler arasında 10 yıl süreli bir barış antlaşması imzalandı. İlk bakışta müslümanların aleyhineymiş gibi görünen bu anlaşmaya göre o yıl umre ziyareti yapılmayacak, buna karşılık bir sonraki yıl müslümanların Kabe'yi ziyaretine müsaade edilecekti. Ancak müslümanlar bu ziyaret için Mekke'de ancak 3 gün kalabilecekler, yanlarında da sadece kılıç taşıyabileceklerdi. Antlaşmanın diğer bir maddesine göre velilerinin izni olmadan müslüman olup Medine'ye iltica eden Mekkeliler geri verilecek, lslam'dan dönüp Mekkelilere katılmak isteyenler ise müslümanlar tarafından engellenmeyecekti. Civardaki Arap kabileleri taraflardan istedikleri herhangi biriyle ittifak etmekte özgür olacaktı. Ancak her iki taraf da kendi himayeleri altındaki kabilelere askeri yardım yapmayacaktı.


Antlaşmanın imzalanmasının ardından Kureyş delegeleri daha karargahtan ayrılmadan baş delege Süheyl'in oğlu Ebu Cendel gelip müslümanlara katılmak istedi. Ancak Süheyl yapılan anlaşmanın derhal uygulanması talebinde bulunarak oğlunun kendilerine teslimi konusunda şiddetle direndi. Bunun üzerine Hz. Peygamber antlaşma şartlarına uygun olan bu talebi kabul ederek Ebu Cendel'i babasına teslim etmek zorunda kaldı. Hadise, inananlar arasında derin bir üzüntüye ve şaşkınlığa yol açtı.


Antlaşmanın şartları müslümanların aleyhineymiş gibi görünse de, çok geçmeden müslümanların lehinde sonuçlar vermeye başladı. Nitekim müslüman olup Medine'ye iltica eden bazı Mekkeli müslüman gençler Mekke'ye iade edilmeyi kabul etmeyip Medine'den çıktıktan sonra Suriye yolu üzerinde İyas adlı yerde toplandılar. Sayıları bir grup oluşturmaya ulaşır ulaşmaz, Mekke kervanları üzerinde önceden tahmin edilemeyen bir tehdit unsuru oldular. Bu durum Mekkelileri son derece rahatsız etmişti. Bunun üzerine Medine'ye başvurup antlaşma müzakereleri esnasında kendi lehlerine olarak kabul ettirdikleri bu maddenin iptalini istediler. Hz. Peygamber'in bu talebi kabul etmesi üzerine, Mekke'den ayrılıp müslümanlara katılmak isteyenlerin önü açılmış oldu.


Bu anlaşmanın en önemli sonuçlarından biri de müşriklerin müslümanların varlığını resmen kabul etmiş olmalarıydı. Artık bu güven ortamında, çarşıda, pazarda, hurma bahçelerinde, kervanların uğradığı istasyonlarda ve hemen her yerde İslamiyet'in tevhid anlayışına dayalı yeni mesajı serbestçe konuşulabiliyor, iki kesim arasında sağlıklı iletişim kurabilmesinin önündeki tüm engeller ortadan kalkmış oluyordu. Öte yandan başından beri müslümanları bozgunculukla suçlayan müşrikler, Hz. Peygamber'in getirdiği yeni dinin kalplerde ne denli güçlü iman şuleleri oluşturduğunu; önce inananların kendi aralarında, daha sonra da müslümanlar ile Medineli ehl-i kitap ve diğer topluluklar arasında nasıl güçlü bir birlik ve beraberlik sağladığını yakinen görmüş oluyorlardı. Bu yeni birliğin ana gövdesi olan «müslüman toplum» tümüyle «İslam Kardeşliği» temeli üzerine inşa edilmişti. Sadece Allah'a boyun eğmeyi, O'na sevgi ve bağlılık duyarak yaşamayı, ahirette hesaba çekilme bilincini, ferdi ve içtimai sorumluluk duygusunu esas alan bu yeni hayat biçimi önce Arap Yarımadası'nda, ardından da tüm dünyada akislerini göstermeye başladı.


Bu barış ortamının getirdiği olumlu şartlar sayesinde çok geçmeden inananların sayısı katlanarak artmış, gönüllerde putlara karşı derin bir nefret ve soğukluk meydana gelmişti. Bu olumlu değişimin hemen peşinden, imanın ve ilahi aşkın oluşturduğu heyecan sayesinde Arap Yarımadası'nda üstünlük Müslümanların eline geçti. Başta gençler olmak üzere Mekke'nin ileri gelen aileleri ard arda müslüman oluyor, Hz. Peygamber'in getirdiği Kur'anın canlı birer sayfasına dönüşüyorlardı.


Yine Kureyş'in hışmından çekinen civardaki diğer Arap kabileleri de bu antlaşma sayesinde müslümanlarla daha rahat temas kurabilmeye başladılar.



HZ. MUHAMMED S.A.S 'İN HÜKÜMDARLARA DAVET MEKTUPLARI



Hz. Peygamber'in 628 yılında Mekkeli müşriklerle Hudeybiye Antlaşması'nı gerçekleştirmesinden sonra Arap Yarımadası nispeten barış ortamına kavuşmuş, bunun sonucu olarak da İslamiyet' in yayılışı hızlanmıştı. Hicaz Bölgesi'nde bu gelişmeler olurken, Peygamberimiz başta Bizans ve Sasani İmparatorlukları olmak üzere komşu hükümdarlara İslam'a davet mektupları yazmaya karar vermişti. Mekke'deki gizli ve açık çağrının ardından sıra daha geniş ve cihanşümul bir davete gelmişti. Nitekim Kur'an-ı Kerimdeki:


"Alemlere uyarıcı olsun diye kulu Muhammed'e hakkı batıldan ayıran Kur'an'ı indiren Allah, yüceler yücesidir." (el-Furkan) ve; 

"(Ey Rasulüm!) Biz Sen'i ancak alemlere rahmet olarak gönderdik." (el­ Enbiya, 107) ayetleri, ilahi mesajın, insanlığı kapsayacak şekilde genişlemesi gerektiğine işaret ediyordu. Bu sebeple Hz. Peygamber, dönemin hükümdarlarına mektuplar göndererek onları İslam'a davet etmiş, mesajını o dönemde yaşayan dünyanın en önemli merkezlerine ulaştırmayı başarmıştır.


İslam kaynaklarında Müslim'in Sahihi'nde, Vakidi'de, Ebu Ubeyd'in el-Emval'inde, İbn-i Kayyım'ın Zadu'l-Mead'ında, Süheyli'nin er-Ravdu'l­ Unuf'unda ve Nevevi'nin Tehzibü'l-Esmaında ve bunlar gibi birçok klasik eserde bu mektup ve davetlerle alakalı tafsilatlı bilgiler verilmektedir. Bu mektuplar son dönem İslam araştırmacıları tarafından da geniş bir incelemeye tabi tutulmuş ve gün yüzüne çıkarılmıştır. Prof. Dr. Muhammed Hamidullah ve büyük Türk-İslam tarihçisi M. Asım KÔKSAL’ın araştırma ve çalışmalarıyla bu belgelerin orijinallerine ulaşılmış ve neşredilmiştir. Daha önce sadece siyer kitaplarının naklettiği bu mektupların gerçekliği üzerinde oluşturulmak istenen şüpheleri giderici bu ilmi çabalar her türlü takdirin üzerindedir. Bu arada büyük dünya tarihi yazarı H. G. WELLS de «A Short History of the World» adlı eserinde bu belgeleri kabul ve doğruluğunu teyit etmektedir. Bazı oryantalistler ise mektupların ilgili devletlerin arşivlerinde kayıtlı olmamasını sebep göstererek şüpheyle karşılamışlardır. Ancak bu araştırmacılar ilgili devlet arşivlerinin geçirmiş olduğu yangınlar, felaketler ve karışıklıklar sırasında bu belgelerin kayıtlarının kaybolabileceğini dikkate almamaktadırlar.


Hz. Peygamber, Amr bin Ümeyye'yi (r.a.) mektubunu götürmek üzere elçi olarak Habeşistan'a gönderir. Mektupta şu ifadeler yer almaktadır:


''Allah'ın Rasulü Muhammedden Habeşlerin kralı Necaşi'ye:


Kendisinden başka tanrı olmayan Malik, noksan sıfatlardan (münezzeh) beri, yüce sıfatlarla muttasıf, selamet verici, mahluklarını koruyucu, yardım edici Allaha hamd ü senalarımı, sana bildiririm. Ve tasdik ederim ki, Meryem oğlu lsa Allah'ın Ruhu'l-Kudüs'ü ve bakire, faziletli, kendisine dokunulmamış Meryeme bıraktığı kelimesidir. Allah, Adem'i kendi eli ile yarattığı gibi onu da ruhu ve üflemesiyle yarattı.


O halde: Seni bir olan Allaha çağırıyorum. O'nun ortağı yoktur. Beni takip et ve bana bildirilene iman et, zira ben Allah'ın Rasulü'yüm. O halde seni ve tebaanı Kadir-i Mutlak ve büyüklük kendisine mahsus olan Allaha çağırıyor, nasihatlerimi kabul etmenizi tavsiye ediyorum.


Amcamın oğlu Cafer'i beraberinde az sayıda müslüman ile size gönderiyorum. Sana gelir gelmez onları misafirperverlikle karşılayınız, yersiz her türlü gururu bir tarafa bırakınız. Selamet, hidayete ittiba edenlere olsun:


Mühür: (Muhammed/Rasulullah)


Hz. Peygamber'in, Şuca' bin Vehb el-Esedi ile Gassani Emiri'ne gönderdiği mektup ise şöyledir:


Allah'ın Rasulü Muhammedden Gassani hükümdarı Haris lbn-i Ebi Şamire:


Rahman ve Rahim olan Allah'ın adı ile.


Allah'ın Rasulü Muhammedden, Haris lbn-i Ebi Şamire:


Hidayete tabi olan, Allaha inanan ve bunu ilan edene selam olsun! Mülkünün sende kalması için seni hiçbir ortağı olmayan Allaha imana davet ederim.


Mühür: (Muhammed/Rasulullah)


Hz. Peygamber, Dihye bin Halife el-Kelbi'yi aşağıdaki mektupla Bizans'a gönderir:


Allah'ın Rasulü Muhammedden Bizans İmparatoru Herakliyüse:


Rahman ve Rahim olan Allah'ın adı ile.


Allah'ın selamı Hak yolda olanlara olsun. Seni lslam'ı kabule davet ediyorum. Müslüman ol ki kurtuluşa eresin. Allah da sana çifte mükafat verecektir. Davetimi kabul etmez, bundan yüz çevirecek olursan, bütün aryesilerin (bağlılarının) günahı sana olacaktır. "De ki: Ey kitap ehli! Sizinle bizim aramızda müsavi olan bir Söz'e gelin: Yalnız Allah'a kulluk edelim ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Bir kısmımız Allah'ı bırakıp diğer kısmımızı Rabler edinmesin. Eğer yüz çevirirlerse deyin ki: «Şahit olun, bizler müslümanlarız.»" (Al·i İmran, 64)


Mühür (Muhammed/Rasulullah)


Hatıb bin Ebi Beltaa Hz. Peygamber tarafından bir mektupla Mısır'a gönderilir:


Rahman ve Rahim olan Allah'ın adı ile.


Allah'ın kulu ve Rasulü Muhammedden, Kıptilerin Reisi Mukavkıs'a:


Hidayete ittiba edene selam olsun! Ben seni lslam'ın bütün davetiyle çağırıyorum. İslamiyet'i kabul et ki selamete eresin. Allah sana çifte sevap verecektir. Eğer yüz çevirirsen, bütün Kıptilerin günahını üzerine almış olacaksın.


"Ey ehl-i kitap, sizin ve bizim için aynı olan bir kelimeye geliniz ki, o, Allah'tan başkasına ibadet etmemek, her ne olursa olsun hiçbir şeyi O'na ortak koşmamak ve aramızdan bazılarımızın Allah'ı bırakıp da bazılarınız Rab ittihaz etmemeleridir. Eğer yüz çevirirlerse deyin ki: «Şahit olun, bizler müslümanlarız.»" (Al-i lmran,64)


Mühür (Muhammed/Rasulullah)


Abdullah bin Huzme es-Sehmi ise Hz. Peygamber tarafından Sasani İmparatorluğu başkenti Medain'e gönderilir:


Rahman ve Rahim olan Allah'ın adı ile.


Allah'ın Rasulü Muhammed'den Büyük Kisra'ya:


Hidayete ittibad eden, Allah ve Rasulü'ne inanan, eşi ve ortağı olmayan Allah'tan başka tanrı olmadığına, Muhammed'in O'nun kulu ve Rasulü olduğuna şahadet edenlere selam olsun! Ben, seni lslam'ın bütün daveti ile çağırıyorum, zira ben her canlıyı dine davet etmek, kafirlere karşı Allah'ın sözünü yerine getirmek için bütün insanlara gönderdiği Rasulü'yüm. O halde lslam'ı kabul et ve selamet bul! Şayet reddedersen Mecusilerin günahı senindir.


Mühür (Muhammed/Rasulullah)


MEKTUPLARIN ÖZELLİKLERİ


Mektuplar; hikmetli ve açık bir üslupla kaleme alınmıştır. İfadeler oldukça müsamahakardır. Davet etmekte, ancak tehdit etmemektedir. Hükümdarların veya reislerin itibarını düşürmemekte ve onlara unvanlarıyla hitap etmektedir. Böylece derecelerini kabul edip saltanatlarının İslamın gölgesinde de devam edeceğine işaret etmektedir. Alemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber'in saltanat peşinde olmadığı, bir tebliğci sıfatıyla hareket ettiği anlaşılmaktadır. Her hükümdara durumuna göre hitap edilmektedir. Eğer muhatap ehl-i kitap ise semavi dinler arasındaki irtibata işaret edilmekte, değilse insanlığın Allah'tan başka ilahlara tapmaması gerektiği ve Allah'a dönmesi hatırlatılmaktadır.


MEKTUPLARA TEPKİLER


İslam kaynaklarında bu mektuplara hükümdarlar tarafından farklı tepkiler verildiği ifade edilmektedir. Kaynaklar; Yemen ve Umman hükümdarlarının bu davete icabet ederek Hz. Peygambere tabi olduğunu bildirmektedir. Gassani Reisi ve Sasani Kisrası'nın bu davete karşı sertlikle mukabele ettikleri, hatta İran hükümdarının daha da ileri giderek mektubu yırttığı, kendi adının ikinci sırada gösterilmesine tahammül edemeyerek küstahça:


"O benim kölem durumunda iken, bu mektubu bana nasıl yazabilir?!." dediği nakledilmektedir. Bazılarının ise Mukavkıs gibi Hz. Peygamber'le mütareke yaparak kendisine hediyeler gönderdiği ve dostluk temeline dayalı bir yaklaşım gösterdiği bilinmektedir.


HAYBER'İN ALINIŞI (629)


Hudeybiye barışından sonra Hz. Peygamber kısa bir hazırlık yaptırdı ve içinde yaralıların bakımıyla ilgilenecek 20 gönüllü hemşire kadının da bulunduğu, 1400'ü yaya, 200'ü atlı Müslümanlardan oluşan bir orduyla Hayber üzerine yürüdü.


Hayber, Medine'ye 150 kilometre mesafede, Suriye yolu üzerinde, yahudilerin yaşadığı, stratejik öneme sahip bereketli topraklardan oluşmuş bir vahaydı. İçinde 7 kale bulunan bu vahada çeşitli sebze ve meyvelerin yetiştirildiği büyük çiftlikler ve hurma bahçeleri bulunuyordu.


Daha önce Beni Kaynuka, Beni Nadir ve Beni Kureyza yahudileri Medineden çıkarılarak Haybere sürgüne gönderilmişlerdi. Buna sebep olan cürümleri; yapılan sözleşmeyi uygulamamaları, müslümanlara gizli ve aleni düşmanlık yapmaları, müşriklerle işbirliğine girmeleri, hatta Medine pazarında müslümanlara saldırıya cüret edecek kadar ileri gitmeleriydi. Bu ihanetlerinin bedelini Medine'den çıkarılarak Hayber'e yerleşmek suretiyle ödemişlerdi.


Düşmanlıklarını her vesile ile burada da sürdüren yahudiler, müslümanların Şam-Suriye ticaret yolunu baltalamış, diğer Arap kabilelerini müşriklerle işbirliğine teşvik ederek her iki tarafı müslümanlara karşı savaşa kışkırtmış, müslümanları yok etme gayesi etrafında sinsice cephe oluşturmaya yeltenmişlerdi.


Medinedeki münafıkların başı Abdullah bin Übey ile sürekli temas halinde bulunan yahudiler, yarımadanın en savaşçı topluluğu olan Gatafan Kabilesi'nden de yardım istemişlerdi. Ancak barış anlaşmasının etkisi ile müslümanlardan çekinin Gatafanlılar yardım yapamayacaklarını bildirince yahudiler açık bir meydan savaşını göze alamamışlardı.


Hz. Ali'nin büyük askeri başarılarının görüldüğü bir buçuk aylık kuşatmanın ardından yahudiler teslim olmak zorunda kaldılar. İleri gelenlerinin yakarışları neticesinde Hz. Peygamber'in affına uğrayan ve yeni bir sürgünden kurtulan yahudiler, yapılan anlaşmaya göre Hayber bölgesinde kalacaklar, fakat bu toprakları 1600 müslüman adına işleyerek geçimlerini yarıcılıkla sürdürebileceklerdi.



MEKKE'NİN FETHİ (630)


Hudeybiye barışının ardından müslümanlar Mekke yakınlarında yaşayan Huzaa Kabilesi ile dostluk anlaşması yapmışlardı. Bu iki kabile arasında eskiden beri süregelen bir düşmanlık vardı. Bir süre sonra iki kabile arasında çıkan bir çatışmaya Mekkelilerin de taraf olması ve müttefikleri Bekiroğullarına yardım etmeleri, Hudeybiye Antlaşması'nın açıkça ihlali anlamına geliyordu. Böylece Hz. Peygamber derhal harekete geçerek anlaşmayı bozan Mekkeye son darbeyi vurmak üzere hazırlıklara başladı. Savaş hazırlıkları sürerken telaşa kapılan Mekkeliler, Ebu Süfyan'ı Medine'ye elçi olarak gönderdilerse de bir sonuç alamadılar.


Artık Mekke, direnecek takattan mahrumdu. Hz. Peygamber'in on yıllık mücadelesi ısrarlı çağrıları ve bunun sonucunda ortaya çıkan ahlak inkılabı tüm Arap Yarımadası'nda etkisini göstermişti. Baskıcı, zalim, inatçı, putperest Mekkeli liderlerden Velid bin Muğire, Ebu Cehil ve Utbeler birer birer sahneden çekilirken, aynı süreçte Ammarlar, Yasirler, Habbablar, Aliler Bilaller ve Ômerlerden oluşan ve kalpleri yalnız Allah sevgisi ile dolu mü'minler topluluğu Hz. Peygamber'in etrafında tek bir vücut gibi kenetlenmişti. Bu altın nesil, iman va ahlakın en güzel birleşimini temsil eden asr-ı saadeti/mutluluk asrını hayatlarıyla örneklemişler, sağlam temeller üzerine kurulu anlamlı bir hayatın unutulmaz örneklerini vererek gelecek yüzyıllara «tevhidi dünya görüşü» hakkında kalıcı izler bırakmışlardır. İslam'ın nasıl bir dünya görüşüne sahip olduğunu kendi hayat tarzlarıyla gösteren bu örnek nesil, İslam medeniyetinin kıyamete kadar takip edilmesi gereken manevi rotasını da kıyamete kadar belirlemişlerdir.


Mekke, yarımadanın kalbiydi. Kureyş'in sükutu, küfrün ve şirkin de sükutu olacaktı. Artık vakit gelmişti. Müslümanlar ciddi bir direnmeyle karşılaşmadan dört koldan yaklaşarak Mekke'nin etrafını çevreleyen tepelere yerleştiler. Psikolojik baskı tekniği uygulanarak geceleyin yakılan binlerce ateş adeta İslamiyet'in nurunun şirkin zifiri karanlığını nasıl ortadan kaldırdığını sembolize etmekteydi. 10.000 kişiden oluşan İslam ordusu Hz. Peygamber'in liderliğinde muzaffer olarak çok geçmeden Mekke'ye girdi. Hz. Peygamber ordunun zafer sarhoşluğuna düşmesini önlediği gibi, kin ve kan dökmeye yol açmadan, en azılı düşmanlardan bile intikam almaya kalkmadan bağışlayıcı bir tavırla genel af ilan etti. Hz. Peygamber, Mekkelilere yaptığı tarihi konuşmada kimsenin malına ve canına dokunulmayacağı garantisi vererek şehirde barış ve güvenlik atmosferi oluşturdu. Çok özel suçları olan 8 kişi dışında kimse cezalandırılmadı. Af kapsamı öylesine geniş tutuldu ki, direnişin başındaki komutan İkrime bin Ebu Cehil dahil hemen herkes affedildi. Bu arada kader, yıllarca direniş gösteren sembol isim Ebu Süfyan'ın da Hz. Abbas aracılığıyla koruma altına girdiğini ve İslamiyet'in gücüne teslim olduğunu gösterdi.


Özellikle belirtmek gerekir ki, Hz. Peygamber fetih günü kadın-erkek bütün Mekke'lileri Safa Tepesi'ne çağırmış, onları Allah'a ortak koşmamaları, iftiradan, zinadan, hırsızlıktan sakınmalarını ve kız çocuklarını diri diri gömmemeleri konusundan uyararak kendilerinden söz almıştır. Yine o, Mekke'nin yağmalanmasını önlediği gibi, Kureyşlilere yapılabilecek her türlü baskı ve aşağılamaya da izin vermemiştir. Şehre girdiği ilk anlarda doğruca Kabe'ye doğru yönelmiş, gönüllerden temizlemeyi başardığı putları bizzat Kabe'den de temizleme yoluna gitmiştir. Bütün bu hoşgörülü ve ılımlı tavırlar Mekkeliler üzerinde olumlu tesirler yapmış, bundan dolayı da İslamiyete boyun eğerek kendi istekleriyle müslüman olmuşlardır.


"...Allah, Rasulü'nün ve mü'minlerin üzerinde kalplere huzur veren rahmetini indirdi. Gözle görmediğiniz ordular gönderdi de kendisini tanımayan kafirleri azaba uğrattı;" (et-Tevbe, 25-26)


HUNEYN SAVAŞI (630)


Fetihle beraber Mekke müşriklerinin süngüleri düşmüş, müslümanlar Arap Yarımadası'nın büyük bir kısmında askeri ve psikolojik üstünlüğü kesin olarak ele geçirmişlerdi. Ancak bazı bedevi Arap kabileleri yükselen bu yeni güce karşı dirençlerini sürdürmeye devam ediyordu. Nitekim Havazin ve Sakif isimli putperest kabileler yanlarına Taiflileri de alarak 20 bin kişilik bir kuvvetle Mekke'ye 10 kilometre mesafedeki Huneyn Vadisi'nde toplandılar. Amaçları bir baskınla muzaffer İslam kuvvetlerini dağıtmak, Mekkelilerin başaramadığını başarmaktı.


Havazin kabilesi savaş hazırlıklarını büyük bir titizlik içerisinde tamamlamış, kararlılıklarını göstermek için de savaş alanına hayvan sürülerini, eşlerini çoluk ve çocuklarını getirmişlerdi. Bu önemli gelişme üzerine Hz. Peygamber, aralarında henüz inançlarını değiştirmemiş bazı Mekkeli putperestlerin de bulunduğu 12 bin kişilik orduyla Huneyn Vadisi'ne ulaştı. Müşriklerle başlayan çatışmanın ilk devresinde durum önce müslümanların aleyhine gelişti. Çünkü Mekke'yi dize getirmiş olmanın gururuna kapılarak kendilerini yenilmez görmeleri ve gevşeklik göstermeleri inananları zaafa uğratmış, bu da beklemedikleri yoğun saldırı karşısında çabucak dağılmalarına yol açmıştı.


Erken bozgun havası bütün İslam birliklerine yayılmış, şaşkınlığa düşen birlikler yenilginin eşiğine gelmişti. Ancak daha sonra zaafını fark ederek toparlanan İslam ordusu derhal Hz. Peygamber'in etrafında kenetlenmiş, şiddetli bir mukavemetin ardından savaşı kendi lehlerine çevirmeyi başarmıştır. Bu esnada önce Hz. Ali'nin düşman ordusunun bayraktarını saf dışı bırakması, ardından da müslümanların karşı saldırıya geçerek baskılarını arttırması, Havazin ordusunun bozularak dağılmasındaki en önemli amillerden biri olmuştur. Bu durum Kur'anda şöyle ifade edilmektedir:

 "And olsun ki Allah, birçok yerde ve Huneyn Savaşı'nda da size yardım etmişti. Hani çokluğunuz size kendinizi beğendirmiş, fakat sizi hezimete uğramaktan kurtaramamıştı. Yeryüzü bütün genişliğine rağmen size dar gelmişti, sonunda (bozularak) gerisin geri dönmüştünüz. Sonra Allah, Rasulü'nün ve mü'minlerin üzerine kalplere huzur veren rahmetini indirdi. Gözle görmediğiniz ordular gönderdi de kendisini tanımayan kafirleri azaba uğrattı:' (et Tevbe 25-26)


Bu ağır darbeden sonra müşriklerin yeniden toparlanarak tekrar saldırıya geçmelerine izin verilmedi. Saldırılara devam edilerek putperest toplulukları kesin darbelerle dağıtıldı. 6.000 civarında esir alındığı gibi, bol miktarda ganimet de ele geçirildi. Hz. Peygamber hem orduya yeni katılmış Mekkelilere, hem de Mekke'de kalarak İslamiyet'e girmek için kendisinden süre isteyenlere, ganimetten bolca pay vererek onların kalplerini İslamiyet'e ısındırmaya gayret gösterdi. Böylelikle Mekke'nin alınmasına rağmen hala kalplerden silinememiş olan bazı tereddütlerin dağıtılması hedeflenmiş, bu hedefin gerçekleşmesiyle toplumdaki birlik ve kardeşlik bağlarının pekiştirilmesi sağlanmıştır.


Bir süre sonra Havazin kabilesinden 14 temsilci, Taif kuşatması sırasında Hz. Peygamber'e müracaat ederek müslüman olduklarını, mallarının ve esirlerinin kendilerine iade edilmesini talep ettiler. Rasulullah da kendilerine ya mallarını ya esirlerini tercih etmeleri teklifinde bulundu. Gelen heyet esirlerinin serbest bırakılmasını tercih edince, müslümanlar da Hz. Peygamber'in tavsiyeleri üzerine ellerindeki esirleri seve seve serbest bıraktılar. 



TAİF KUŞATMASI


Öte yandan Huneyn bozgunundan kurtulmayı başaran ve çoğunluğunu Sakif'lilerin oluşturduğu bir topluluk Taif kentine sığınmış, şehrin kalelerini onararak oraya yerleşmişlerdi. Havazin kabilesi reisi Malik bin Avf da Taif'e sığınanlar arasındaydı. Zaferlerinin sonuçlarını toplamak isteyen müslümanlar çok geçmeden Taif kentini de muhasara altına aldı. Hz. Peygamber kuşatmadan yıllar önce de bu kente gelmiş, İslamiyet'i yaymak amacıyla orada yapmış olduğu faaliyetler acı hatıralarla noktalanmıştı.


Küçümseme, hakaret, hatta çirkin saldırılara uğramış, yaralanarak sığındığı bir bağda müşrik kavmi için hidayet yakarışlarında bulunmuştu. Taif kenti; güçlü kaleleri, 2.000 metreye yaklaşan rakımı ve sert iklimiyle kuşatmaya şiddetli bir direniş gösterdi. Kuşatmanın uzaması üzerine Hz. Peygamber ordusunu kentin önünden çekerek muhasaraya son verdi. Taifliler de bir yıl sonra bir elçiyle Hz. Peygamber'e müracaat ederek İslamiyet'i kabul ettiklerini bildirdiler.


Huneyn zaferi ve Taiflilerin İslamiyet'i kabul etmeleri, Mekke'nin fethini tamamlayan iki önemli hadisedir.


Bu iki olay sonucunda Hicaz başta olmak üzere Arabistan'ın büyük bir kısmı İslam dinine girdiği gibi, Hz. Peygamber'in putperest Arap kabileleriyle olan mücadelesi de sona ermiştir.



MUTE SAVAŞI ve TEBÜK SEFERİ



629 yılında bir müslüman keşif birliği Suriye sınırlarında Bizans'ın müttefiki Gassaniler tarafından öldürülmüş, bunun üzerine Hz. Peygamber evlatlığı Zeyd bin Harise kumandasında 3.000 kişilik bir orduyu Suriye üzerine göndermişti. Mute mevkiinde meydana gelen savaşta müslümanlar kendilerinden kat kat güçlü Bizans ve Gassani karşısında dağılmamış, fakat başta Zeyd bin Harise olmak üzere üç değerli komutanını peş peşe şehid vermiştir. Orduyu bu güç durumdan dördüncü olarak komutan olarak seçilen Halid bin Velid kurtarmış, daha fazla zayiat vermeden askerlerini salimen Medine'ye geri döndürmeye muvaffak olmuştur. Halid bin Velid'e, bu başarısından dolayı Hz. Peygamber tarafından; «Seyfullah: Allah'ın Kılıcı» unvanı verilmiştir.


Mute Savaşı'ndan yaklaşık bir yıl sonra Medine'ye Bizans İmparatoru Herakliyüs'ün büyük bir orduyla Arabistan üzerine yürüdüğü haberi ulaştı. Bu şayia üzerine Hz. Peygamber 30 bin kişilik bir ordu hazırlayarak Suriye'ye doğru yola çıktı. Yaz sıcaklarında ve hasat mevsiminde yapılan çok meşakkatli bir yolculuktan sonra ordu Tebük mevkiine geldi. Hz. Peygamber, Arabistan'ın kuzey sınırlarını güvence altına alacak tedbirler için her tarafa keşif birlikleri gönderdi. Bizans ordusunun bölgeye gelişinin asılsız bir haber olduğu anlaşılınca civardaki hıristiyan ve yahudi kabileleriyle anlaşmalar yaparak onları İslam devletinin himayesi altına aldı. Müslümanların gayrimüslimlerden bir güvenlik vergisi olarak aldıkları «cizye» de bu anlaşmalarla başlamıştır.

Tebük Seferi Hz. Peygamber'in son seferi oldu.


HZ. PEYGAMBER'İN VEDA ve VEFATI VEDA HACCI


Canım kurban olsun Senin yoluna

Adı güzel kendi güzel Muhammed!

Yunus Emre


Hicretin 10. yılında Hz. Peygamber, ashabı ile beraber mukaddes toprakları ziyaret etmek amacıyla 22 Şubat 632 günü Medine'den ayrılarak Mekke'ye doğru yola çıktı. Onun bütün insanları arınmaya, birlikte ibadete, yoksulları gözetmeye çağırdığı bu ilk ve son haccı İslam tarihinde «Veda Haccı» olarak anılır. Bu hac esnasında (8 Mart 632) Hz. Peygamber Arafat'ta yaklaşık 120 bin kişiden oluşan mü'minler topluluğuna son ikazlarını yapmış, onlarla helalleşmiş, gönül bağıyla bağlı olduğu bu seçkin topluluğa bir bakıma veda etmiştir. Nitekim bu hutbeden çok az bir süre önce inen şu ayette Hz. Peygamber'in görevinin tamamlandığına işaret edilmiştir: "Bugün dininizi kemıile erdirdim. Üzerinizdeki nimetimi tamamladım. Ve size din olarak Müslümanlığı verip ondan hoşnut oldum." (el-Maide, 3)


«Veda Hutbesi» olarak bilinen bu tarihi konuşmasında Hz. Peygamber, Allah'a iman ve bağlılığı vurgulamış, insan haklarına ve özellikle kadın haklarına saygı ve özen gösterilmesini istemiştir. İslam kardeşliğinin önemle vurgulandığı konuşmada, cahiliye döneminin kötü izlerinin tamamen silinmesi amacıyla kan davalarının ve faizin mutlak anlamda ayaklar altına alındığı ifade edilmiştir. Hz. Peygamber tarihi konuşmasını özellikle Kur'an'a sıkı sıkıya bağlı kalınması ve sünnetinin titizlikle takip edilmesi şeklindeki vasiyetiyle bitirerek kendisini dinleyen mü'minler topluluğundan görevini yerine getirdiğine dair onay almıştır:



VEDA HUTBESİ


"Ey insanlar! Sözümü iyi dinleyiniz! Bilmiyorum, belki bu seneden sonra sizinle burada bir daha buluşamayacağım insanlar! Bugünleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ise, bu şehriniz (Mekke) nasıl mübarek bir şehir ise, canlarınız, mallarınız, namuslarınız da öyle mukaddestir, her türlü tecavüzden korunmuştur.


Ashabım! Muhakkak Rabbinize kavuşacaksınız. O da sizi yaptıklarınızdan dolayı sorguya çekecektir. Sakın benden sonra eski sapıklıklara dönmeyiniz ve birbirinizin boynunu vurmayınız! Bu vasiyetimi, burada bulunanlar bulunmayanlara ulaştırsın. Olabilir ki, burada bulunan kimse bunları daha iyi anlayan birisine ulaştırmış olur.


Ashabım! Kimin yanında bir emanet varsa, onu hemen sahibine versin. Biliniz ki, faizin her çeşidi kaldırılmıştır. Allah böyle hükmetmiştir. İlk kaldırdığım faiz de Abdülmuttalib'in oğlu (amcam) Abbas'ın faizidir. Lakin anaparanız size aittir. Ne zulmediniz, ne de zulme uğrayınız.


Ashabım! Dikkat ediniz, cahiliyeden kalma bütün adetler kaldırılmıştır, ayağımın altındadır. Cahiliye devrinde güdülen kan davaları da tamamen kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk kan davası Abdülmuttalib'in torunu Iyas bin Rabia'nın kan davasıdır.


Ey insanlar! Muhakkak ki, şeytan şu toprağınızda kendisine tapılmasından tamamen ümidini kesmiştir. Fakat siz bunun dışında ufak-tefek işlerinizde ona uyarsanız, bu onu memnun edecektir. Dininizi korumak için bunlardan da sakınınız.


Ey insanlar! Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allah'tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları Allah'ın emaneti olarak aldınız ve onların namusunu kendinize Allah'ın emriyle helal kıldınız. Sizin kadınlar üzerinde hakkınız, kadınların da sizin üzerinizde hakkı vardır. Sizin kadınlar üzerindeki hakkınız; yatağınızı hiç kimseye çiğnetmemeleri, hoşlanmadığınız kimseleri izniniz olmadıkça evlerinize almamalarıdır. Eğer gelmesine müsaade etmediğiniz bir kimseyi evinize alırlarsa; Allah, size onları yataklarında yalnız bırakarak sakındırmanıza izin vermiştir. Kadınların da sizin üzerinizdeki hakları, meşru örf ve adete göre yiyecek ve giyeceklerini temin etmenizdir.


Ey mü'minler! Size iki emanet bırakıyorum, onlara sarılıp uydukça yolunuzu hiç şaşırmazsınız. O emanetler. Allah'ın kitabı Kuran-ı Kerim ve Peygamber'in sünnetidir.


Mü'minler! Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi belleyiniz! Müslüman müslümanın kardeşidir ve böylece bütün müslümanlar kardeştirler. Bir müslümana kardeşinin kanı da, malı da helal olmaz. Fakat malını gönül hoşluğu ile vermişse o başkadır. 


Ey insanlar! Cenab-ı Hak her hak sahibine hakkını vermiştir. Her insanın mirastan hissesini ayırmıştır. Mirasçıya vasiyet etmeye lüzum yoktur. Çocuk kimin döşeğinde doğmuşsa ona aittir. Zina eden kimse için mahrumiyet vardır.


Ey insanlar! Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Adem'in çocuklarısınız, Adem ise topraktandır. Arap'ın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvada, Allah'tan korkmaktadır. Allah yanında en kıymetli olanınız O'ndan en çok sakınanızdır. Azası kesik siyahi bir köle başınıza amir olarak tayin edilse, sizi Allah'ın kitabı ile idare ederse, onu dinleyiniz ve itaat ediniz. Kimse kendi suçundan başkası ile suçlanamaz. Baba, oğlunun suçu üzerine, oğlu da babasının suçu üzerine suçlanamaz.


Dikkat ediniz! Şu dört şeyi kesinlikle yapmayacaksınız:


Allaha hiçbir şeyi ortak koşmayacaksınız.


Allah'ın haram ve dokunulmaz kıldığı canı, haksız yere öldürmeyeceksiniz.


Zina etmeyeceksiniz.


Hırsızlık yapmayacaksınız.


İnsanlar! Yarın beni sizden soracaklar, ne diyeceksiniz?"


Sahabe-i kiram hep birden şöyle dediler:


''.Allahın elçiliğini irad ettiniz, vazifenizi hakkıyla yerine getirdiniz, bize vasiyet ve nasihatte bulundunuz, diye şahadet ederiz!" 



Bunun üzerine Rasul-i Ekrem Efendimiz (s.a.v.) şahadet parmağını kaldırdı, sonra da cemaatin üzerine çevirip indirdi ve şöyle buyurdu:



"Şahit ol ya Rab! Şahit ol ya Rab! Şahit ol ya Rab!"



HZ. PEYGAMBER'İN HASTALANMASI ve EBEDİ ALEME YOLCULUĞU



Hz. Peygamber'in nübüvvet vazifesini tamamlayıp ayrılık işaretlerini vermesi, kavrayışı yüksek sahabeleri derin bir üzüntüye sevk etmişti.


Rasulullah Medine'ye dönüşünün hemen ardından Üsame bin Zeyd'i Bizans'a gözdağı vermek, Suriye hududu üzerindeki İslam nüfuzunu takviye etmek ve Mute Savaşı'nın intikamını almak amacıyla hazırlıklar yapmak üzere ordu komutanı tayin etti. Ancak çok geçmeden Hz. Peygamber rahatsızlandı. Humma hastalığı zaman zaman ateş nöbetleri ile mübarek vücudunu bitap düşürüyordu. Genç Üsame'nin büyük ordusu Medineden ayrılmadan Hz. Peygamber'in hastalığı şiddetlendi. Ve 63 yıllık lekesiz hayatı hicretin 11. yılında 8 Haziran 632 günü sona erdi.


ibn-i Hişam'ın naklettiği bir rivayetten, Hz. Peygamber'in Hayber'in Fethi sırasında kendisine bir kadın tarafından ikram edilen et yemeğinden kısmen zehirlendiği, bu zehirlenmenin etkisinin daha sonra da devam ettiği anlaşılmaktadır. Nitekim aynı eserde Rasulullah'ın:


"Zaman zaman bu zehirden muzdarip oldum ve şimdi beni şahdamarımdan vurdu." buyurduğu yer almaktadır. Allah'ın son elçisinin bu zehirlenmenin etkisiyle vefat ettiği, dolayısıyla şehid olduğu, bir kısım alimler tarafından kabul edilmektedir.


Öte yandan hastalığının arttığı dönemde hicret arkadaşı Hz. Ebubekir'in Hz. Peygamber'in yerine müslümanlara namaz kıldırdığı, soyunun devam ettiği sevgili kızı Fatıma'ya:


"Baban bugünden sonra hiçbir acı çekmeyecek!" diyerek ona yakında vefat edeceğini ima ettiği, ardından da kendisine en erken kavuşacak olanın kendisinin olacağını belirttiği rivayet edilmektedir.



HZ. PEYGAMBER'İN ŞAHSİYETİ



Günümüzde yaklaşık iki milyar müslümanın Peygamberi olan Hz. Muhammed (s.a.v.)'in hayatı kendisinden önce gelmiş tüm peygamberlerden çok daha açık ve nettir. Gerek ölümünden sonra titizlikle korunan sünneti, gerekse siyer ve megazi kitapları yoluyla tevatüren günümüze kadar ulaşan uygulamaları, mü'minlerin O'na gönülden bağlanmalarında çok önemli bir rol oynamıştır. Hz. Peygamber'in sahip olduğu beşeri hususiyetleri ve elçilik nitelikleri; O'nu birçok manevi liderden ayırıcı temel vasıf olmuştur. Yahudilerin Üzeyir Peygamber'i, hıristiyanların da Hz. lsa'yı -Allah'ın oğlu- göstermek suretiyle içine düştükleri akide krizini müslümanlar hiçbir dönemde yaşamamışlardır. Zerdüşt, Buda, Konfüçyüs gibi dini liderlerde görünen mitolojik tortu zamanla bu kişiliklerin anlaşılmasını sadece zorlaştırmamış, bu kişilerin derin bir sapkınlıkla tanrı olarak algılanmasına da yol açmıştır.


Oysa Hz. Peygamber, Kur'an vasıtası ve rehberliği ile kendisinin sadece Allah'ın kulu ve Rasulü olduğu gerçeğini vurgulamış, ilahi emirlerin ilk muhatap ve sorumlusunun kendisi olduğu şuuru içinde mü'minlere tam bir örneklik göstermiştir. Öyle ki, Hz. Aişe O'nun ahlakını soranlara:


"O'nun ahlakı Kur'an'dan ibarettir. Siz hiç Kur'an okumuyor musunuz?" diye cevap vermiştir.


O, birçok ayette; inancındaki sebatı, Allah'a bağlılığı, ibadete düşkünlüğü, tövbe ve istiğfar konusundaki titizliği, Allah yolunda kararlı oluşu, her bakımdan mü'minlere örnek oluşu, sabır ve sebatı, insana saygılı, mü'minlere düşkün oluşu, canlılara şefkatle muamele edişi, affediciliği, tevazuu, dürüstlüğü, adaleti ve nihayet üstün ahlaki vasıfları ile anlatılmaktadır


Yine kaynaklarda yer alan rivayetlerden Hz. Peygamber'in konuşmasının açık ve anlaşılır olduğu, özlü sözlerle herkese anlayacağı tarzda hitap ettiği bilinmektedir. Bizzat 26 gazaya iştirak etmiş, 36 gazaya da kumandan tayin etmiştir. Ancak gerek katıldığı, gerek yönlendirdiği bütün savaşlarda en az sayıda insan kaybının olması için çok özel çaba göstermiştir.


Ayakkabılarını kendi eliyle onarır, elbiselerini de kendisi yamardı. Herkes gibi yere oturarak yemek yer, kendisine ayrıcalık yapılmasından hoşlanmazdı.

Arkadaşlarına karşı vefalı ve kadirşinastı. Bir arkadaşını üç gün görmese sorar, hasta ise ziyaretine giderek durumunu öğrenir, onunla gönül bağını kuvvetlendirirdi. Kendisi otururken başkalarına iş gördürmeyi sevmezdi.


Hiç şüphesiz Hz. Peygamber'i anlatmak, Hz. Mevlana'nın tabiriyle; «Denizi testiye dökmek»ten farksızdır. Dünya, O'nun getirdiği ahlaki inkılaba her zamankinden daha çok muhtaçtır. İnsanoğlu, giderek sekülerleşen modern, hayatın maddi ve manevi mutsuzluk amilleriyle baş edebilmek için, gerek karşılıklı sevgi, saygı ve hakkaniyeti temel alarak beşeri münasebetlerini yeniden şekillendirmede ve gerekse aile ilişkilerini, ticari faaliyetlerini ve her türlü günlük işlerini yeniden düzenleyebilme konusunda Hz. Peygamber'in yaşayıp örneklediği üstün nitelikli ahlaki kaidelerden ilham almaya mecbur görünmektedir. Doğruluk, dürüstlük ve fazileti hayat biçimine dönüştürecek böylesi bir ahlaki dönüşüme ancak Hz. Peygamber'le kurulacak gönül bağıyla ve getirdiği yüce değerlere sıkı sıkıya bağlanarak varılabilir.



Bu sebeple Hz. Peygamber'in yeni bir toplumu başarıyla inşa ederken hikmetle ortaya koyduğu ahlaki umdeler, getirdiği dinin ve kendisinin en belirleyici vasfı olmuştur.

 


Ahmet Meral’in Kısa Dünya Tarihi adlı kitabından alıntılanmıştır.

Bazen En İyi Dostun En Büyük Kötülüğü Yapar 1939, Almanya ve İtalya

 

Başlangıçtaki ilişkileri bir öğretmen-öğrenci ilişkisiydi. Birinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa'daki ilk faşist yönetim, İtalya'da Benito Mussolini liderliğindeki Siyah Gömlekliler darbesiyle geldi. Mussolini eski bir gazeteciydi. Roma'da 1922'de ona parlamento tarafından bir diktatörün sahip olabileceği tüm yetkiler verildi. Bundan kısa bir süre sonra Münih'te birileri Mussolini'yi örnek alıp bir darbe girişiminde bulundu ancak hemen hapse atıldı.


On yıl sonra aynı kişi Almanya'nın başına geçti ve Mussolini'yle arkadaş olup ona bazı konularda danıştı. Politik açıdan İtalya ile pek anlaşamayan Avusturya ve Almanya için bu ilginç bir adımdı. İlk savaşta İtalya önce Almanya ve Avusturya'nın yanındayken sonra yan çizmiş ve Müttefiklere katılmıştı. Ancak faşist dayanışma bağlamında geçmiş unutulmuştu. Hemen bir ittifak kuruldu ve Axis Paktı imzalandı. Mussolini bu paktla Roma ve Berlin'in kaderinin birbirine bağlandığını duyurdu.


Mussolini gibi bir müttefike sahip olmak, çenesi düşük şişman bir üvey kardeşe sahip olmak gibi bir şeydi. Sürekli hapse düşen ve para sorunları yaşayan bir kardeş. 1920'ler ve 30'lar boyunca Mussolini Roma'nın ihtişamını geri getirmek üzerine politika yaptı.


Akdeniz yine eskisi gibi bir İtalyan gölü olacaktı. Libya'daki isyanı bastırdıktan sonra Mussolini gözlerini Etiyopya'ya çevirdi. Etiyopya tüm Afrika'da Avrupa emperyalizmine karşı başarıyla direnen tek ülkeydi. Mussolini tam bir katildi. Tek atışlık tüfeklere sahip küçük bir orduya karşı hava gücü ve zehirli gazla savaştı.


Hitler, İtalyan müttefikinin kahramanlığını alkışlasa da derinden derine sıkıntı duymaya başlamıştı. Neden ilk önce Etiyopya gibi bir yeri istemişti ki Mussolini? Mussolini'nin hareketleri bir uyarı gibiydi.


Hitler kendi saldırılarıyla ilgilenmeye başladı ve roller değişti. Güçlü olan Hitler, önemsiz bir yan roldeki kişi ise artık Mussolini'ydi.


Mussolini 1939'da Arnavutluk'a girince bir krize daha neden oldu. Böylece dertli bir ulusa karşı büyük bir sorumluluk almış oldu. Arnavutluk'un ilhak edilmesi İngiltere ve Yunanistan arasındaki ilişkiyi sağlamlaştırdı ve Balkanlardaki gerginliği artırdı. Romanya ve Bulgaristan da faşist yörüngeye girse de Yugoslavya hala şanslıydı.


1939'da Fransa ve Almanya savaşa başladığında Hitler en yakın müttefikine dönüp, İtalya'nın da savaşa girmesinin akıllıca olduğunu söyledi. Böylece Akdeniz'de Fransız ve İngilizlere ait bazı kritik noktaları alabilirlerdi. Mussolini'nin dengesizliği kendini gösterdi ve bu teklifi reddetti. Aslında kendi açısından zekice bir karardı. 


İtalya için İngiliz ve Fransızlarla savaşmak pek akıllıca olmazdı. Mussolini savaşın ilk dokuz ayında, Almanya Fransa'yı yenme noktasına gelene kadar oturdu izledi. Kendisi için de pastadan bir dilim alabileceğini fark ettiğinde savaşa girdi. Savaşa son dakikada girmesi Hitler dahil, tüm dünyadan eleştiri aldı.


İtalya artık Libya için hazırdı. Akdeniz'i bir İtalyan gölü haline getirmek hayaline start verilmişti. 1940 Eylülünde İtalyan ordusu Mısır'daki İngiliz ordusuna savaş açtı. Amaç Süveyş Kanalı'nı ele geçirmekti. Almanların stratejik planına göre Süveyş Kanalı'nın alınması yararlı olabilirdi ancak o noktada İngiltere'nin daha uzun bir süre savaş dışı kalması umuluyordu. Almanlar için İtalya sadece denizdeki bazı askerleri durdurmaya yarayacaktı. Ancak İtalyanlar ise çok daha büyük şeyler peşindeydi.


İngiliz ordusu parlak bir saldırıyla İtalyan ordusunu dağıttı ve kendinden dört kat büyük bir gücü imha etti. Aynı zamanda başka bir İngiliz gücü ters yönde ilerliyor ve İtalyan sömürgeleri Etiyopya ve Somali'yi ele geçiriyordu. Bu ülkeler İkinci Dünya Savaşı sırasında özgürlüğünü kazanan ilk sömürgeler olurken İtalya'nın prestiji de yerle bir olmuştu.


Sırada başka bir İtalyan saldırısı vardı; İtalyanlar Arnavutluk'tan sonra Yunanistan'a da saldırdılar. Oysa Hitler, Mussolini'ye bunu yapmamasını söylemişti. Balkanların geri kalanı için uzun vadeli bir plan yapmıştı ve şu anda bu planı bozmamak gerekliydi. Yunanistan'ın işgali sadece İngiltere'nin Balkanlara inmesine neden olurdu. Ama Mussolini burnunun dikine gitti. Ancak sonraki bahar İngiliz ve Yunan askerleri tarafından geldiği yere, Arnavutluk'a geri sürüldü.


Daha kötü bir zamanlama olamazdı. Kış boyunca Hitler düşünmüş ve baharda havalar iyice ısınınca Rusya'yı işgal etmeye karar vermişti. Saldırı 1941 Mayısının ortası için planlandı. Hitler, Napolyon'un Rusya'ya doğru Haziranda yola çıkıp, Eylülde Moskova'ya ulaştığını hatırlamıştı. Ancak kışın soğuğu ve karı yüzünden amacına ulaşamamıştı. Hitler daha erken davranıyordu.


Balkanlardaki durum ise bu zamanlama hesaplarını tehdit ediyordu. İtalya Arnavutluk'tan atılırsa Yugoslavya İngiltere tarafında yer alabilirdi. Yunanistan'daki İngiliz askerleri Romanya ve Bulgaristan'ı tehdit edebilir ve Nazi savaş araçları için yakıt kaynağı olan Ploesti petrolü bile tehlikeye girebilirdi.


Hitler'in sadece birkaç seçeneği kalmıştı. Önce Libya'daki durumu kurtarmak için oraya asker göndermek zorunda kaldı.


Arnavutluk ve Yunanistan meselesinde ise tek seçenek vardı. Rusya'nın işgalini ertelemek. Hitler 6 Nisan 1941'de Yugoslavya'ya büyük bir ordu gönderdi. Saldırıda Almanların üstün silahları gösteri yaptı. Bin askerden daha az bir kayıpla, Yugoslavya'ya yüz bin kayıp verdirildi. Başka bir Alman ordusu da Yunanistan'a daldı. İki aydan daha kısa bir süre içinde on binden daha az bir kayıpla Almanlar, İtalya için imkansız olan bir şeyi başardılar ve Yunanistan'ı aldılar. Bölgedeki İngiliz askerleri imha edildi. 


Bu arada Libya'ya İtalyanlara yardım etmek için giden Almanlar olmayı planlamadıkları bir yerde yayılmıştı: Kuzey Afrika. 1942'de Almanya'nın bu bölgede yüz binden fazla askeri vardı. Bu yüz bin asker Stalingrad'da olsaydı farklı gelişmeler yaşanabilirdi.


Barbarossa Harekatı (Rusya'ya saldırının kod adı) sonunda planlanandan altı hafta geç başladı. Hitler'in orduları altı ay sonra Kremlin'e ulaştı. Sonra da Aralık ayının ilk haftasında geri çekildi. 1943'e gelindiğinde yaklaşık 300 bin Alman, Kuzey Afrika'da savaşıyordu ve hemen hemen hepsi öldü. Kuzey Afrika'daki bu yenilgi daha sonraki yenilgilerin habercisiydi.


Belki de en kanlısı Yugoslavya'da yaşanandı. Bölgede ilk kez başarılı olunmuştu ancak sonra İtalyanların kontrolüne bırakılınca Mussolini her şeyi eline yüzüne bulaştırdı. 1942'de başta Tito'nun komünist partizanları olmak üzere, çeşitli direniş grupları örgütlenip saldırmaya başladılar.


1943'de Yugoslavya kanayan bir yara ve kaynayan bir kazandı. Komünist partizanlar, kralcılar, milliyetçiler, İtalyanlar ve Almanlar arasında sert çatışmalar oluyordu. Yugoslavya'nın geniş bir bölümü özgürlüğüne kavuşmuştu. Almanya sonunda bölgeye büyük bir ordu gönderdi ve Napolyon Savaşları'nda Fransa'nın İspanya'da karşılaştığı gibi Almanlar Yugoslav gerilla savaşıyla karşılaştılar. Bu, Almanlar için alışılmadık bir savaştı. Hitler'in dahiyane planı II. Dünya Savaşı'nın nedenlerinden biriydi.


Mussolini ile müttefik olmasına gelince, Mussolini Hitler'e borcunu Rusya'ya iki yüz bin asker göndererek ödemeye çalıştı. İtalyanlar bu savaşta tüm II. Dünya Savaşı'nda kaybettiklerinden daha fazla adam kaybettiler. İtalyanlar, Stalingrad'daki Alman Altıncı Ordusuna yardıma gidiyordu. Ancak Rus saldırıları karşısında İtalyanlar da dayanamadı ve Altıncı Ordu'nun sonu hazırlandı.


Yine de Hitler arkadaşına sonuna kadar sadık kaldı. Müttefikler 1943'de İtalya'yı işgal ettiğinde, o güne kadar ortada görünmeyen, adı duyulmayan İtalya kralı parlamentoyla bir olup Mussolini'yi makamından indirdi. Şaşırtıcı bir şekilde Mussolini hır çıkarmadan yönetimden ayrıldı. Tutuklandı ve İtalya savaştan çekildiğini açıkladı. Hitler bir komando birliği gönderip Mussolini'yi kaçırdı ve ülkesinin kuzeyine gönderdi. Ve ona kukla bir hükümet ayarladı.


1945'de her şey bittiğinde Mussolini ülkeden kaçmaya çalıştı. Ancak İtalyan partizanlar tarafından yakalandı ve sokaklarda sürüklendi. Sonra da bir benzin istasyonunun levhasına asıldı. Mussolini ölümüyle bile Hitler'e ilham verdi. Hitler Ruslar tarafından sarıldığında çevresindekiler kaçmak için bir yol bulabileceği konusunda onu ikna etmeye çalışırken Mussolini'nin asılmış bir resmi Hitler'e ulaştı. Hitler asla o duruma düşmek istemediğine karar verdi ve kafasına bir kurşun sıktı.


Müttefikler bayağı şanslıydılar; Mussolini onların yanında değil Hitler'in yanında yer almayı tercih etmişti.


Alıntıdır.


Çatalhöyük / Çumra / Konya

 


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak