18 Mart 2023 Cumartesi

DİNLER, MEZHEPLER VE KÜLTLER

 


Birçok inanç sistemi, tarihte ilk kez ortaya çıkışından ya da vazedilişinden sonra geçen dönemde zamanla çeşitli değişimler yaşamıştır. Bu değişimler, bazen o inanç sistemine bağlı olan kişilerin dinin inanç ve ibadetlerine yönelik algılamalarında oluşan farklı yorumlamalara bağlı iç etkenlerle ilişkili olmuştur. Bazen de bir inanç sisteminin diğer inanç sistemleriyle karşılaşması ve zamanla onlardan etkilenmesi tarzında dış etkenlere bağlı olarak bu değişim gerçekleşmiştir. Hangi bağlamda olursa olsun dini inanç ve değerlerin farklı anlaşılıp yorumlanması mezhepleşme hareketlerini beraberinde getirmiştir.


Dinin bir alt kolu ya da dinin kapsamı içerisinde sayılan ekoller olarak nitelenebilecek olan mezhepler, yapıları itibarıyla itikadî, fıkhî ve siyasî olmak üzere üç ana kategoride incelenebilir. İtikadî mezhepler, çeşitli inanç konularında farklı yorumlamalara bağlı olarak ortaya çıkan akımlardır. Tanrı, tanrının sıfatları, çeşitli metafizik varlıklar, ahiret ve dinde temel kaynağın ne’liği gibi konulardaki farklı değerlendirmeler itikadî mezheplerin birbirleriyle farklılık arz eden yaklaşımlarını oluşturur. Örneğin Hıristiyanlıkta Tanrı Oğlu olduğuna inanılan İsa Mesih’in şahsı konusundaki Kristolojik tartışmalar birçok mezhep hareketinin oluşumuna neden olmuştur. Benzer şekilde Yahudi geleneğinde dinde temel referansın ne olduğu (ya da sözlü geleneğin dinde kutsal kitabın yanı sıra bir referans olup olmadığı) konusu çeşitli mezhep hareketlerinin oluşumuna zenim hazırlamıştır. Diğer taraftan bazı mezhepler de dini hayatın yaşanması veya ibadet anlayışlarıyla ilgili farklı değerlendirmelerden kaynaklanmaktadır. Dini yaşamın nasıllığı konusundaki farklı bakış açıları ve dinen yapılıp yapılmaması gereken hususlar konusundaki farklılıklar bu mezheplerin oluşumunda etkili gözükmektedir. Örneğin Caynizm’in temel mezhep hareketlerinin ortaya çıkışındaki temel tartışmalardan birisinin giyim konusundaki farklı bakış açıları olduğu bilinmektedir. Son olarak, dini cemaatin siyasal otorite ile ilişkileri ya da siyasal otoritenin dine yönelik algılamaları çeşitli siyasal mezhep hareketlerinin ortaya çıkışına zemin hazırlamıştır. Din ve siyaset ilişkisi öteden beri birçok dini gelenek (özellikle de evrensel dinler) için ciddi bir sorun olmuştur. Gerek din adamları ve dinle ilgili kurumların siyasi güçlerle oluşturdukları ilişkiler gerekse siyasal güçlerin kendi politik hesapları uğruna dini grup ve anlayışlara yönelik lehte ya da aleyhte tutumları dinin/dinlerin siyasallaşması sürecini beraberinde getirmiştir. Bu bağlamda, örneğin Miladi dördüncü yüzyıl başlarından itibaren Roma’nın resmi dini haline gelen Hıristiyanlığın, bu dönemden itibaren siyasallaşmasından söz edilebilir. Dinin siyasallaşması, çeşitli siyasal veya ideolojik hareketlerin kendi otoriteleri açısından gerekli gördüğü din yorumlarının ortaya çıkmasını veya bununla irtibatlı gördükleri dini oluşumları desteklemelerini ve dini inanç ve değerlerin kendi siyasal çıkar ve menfaatleri doğrultusunda yorumlanmaları çabasında olmalarını ifade etmektedir. Bu süreç doğal olarak bir inanç sistemi içerisinde bir dizi siyasal ağırlıklı mezhep hareketinin oluşumunu da beraberinde getirmektedir.


Mezhep hareketleri bir başka açıdan ortodoksi ve heterodoksi ayrışması şeklinde de kendisini gösterir. Ortodoksi heterodoksi ayrımı, farklı dinsel gelenekleri değil, belirli bir gelenek içerisindeki farklılaşmayı ifade etmektedir. Öyle ki aynı gelenek içerisinde yer alan, ancak sosyal yapılanma, teolojik, tarihsel ve etnik arka plan açısından birbirinden farklılık gösteren grup ve anlayışlar, çoğunluğu oluşturup oluşturmama ya da kendisini egemen güç odakları ve siyasal anlayışlarla özdeşleştirip özdeşleştirmeme açısından farklı kategorilerde sınıflandırılıp isimlendirilmişlerdir. Bu sınıflamada - bazen istisnai durumlar olsa da- ortodoksi, genellikle egemen yaygın anlayış için kullanılmıştır. Bir başka ifadeyle, kendini çoğunluğun inancını ifade eden merkezi din anlayışıyla ve egemen siyasal güçle özdeşleştiren dinsel yorum, asıl doğru öğretiyi savunduğu ve doğru ve kabul edilebilir inançların temsilcisi olduğu iddiasıyla ortodoks olarak tanımlanmıştır. Bu durumda merkezi din anlayışının dışında kalan görüş ve akımlar ise heterodoksi olarak görülmüştür. Bu anlamda heterodoksi, çoğunluğun ya da bazı durumlarda siyasal gücün doğru ve kabul edilebilir saydığı resmi öğretinin dışında kalan her türlü akımı ifade etmektedir. Dolayısıyla, çoğunluğa karşı azınlığı ve resmi din anlayışına karşı muhalefeti temsil eden akımlar heterodoksal mezhepler olarak değerlendirilmişlerdir. Heterodoksi içerisinde dine ve dinsel inanç ve değerlere getirdikleri yorum ve bakış açısıyla yaygın din anlayışının temel değerlerinden sapma temayülü gösterdikleri düşünülen ve sapkın inanç ve uygulamaları nedeniyle cezalandırılmayı hak ettiklerine inanılan akımlar ise heretik ya da sapkın akımlar olarak adlandırılmışlardır. Bu durumda heresi, yaygın kabul edilen inançlardan ya da çoğunlukça temsil edilen öğretilerden kesin bir ayrılık ve farklılaşmayı temsil etmektedir.


Tarihsel süreç içerisinde cereyan eden olaylar ve gelişmeler dikkate alındığında, inanç ve tutumlardan hangilerinin ortodoksiyi hangilerinin heterodoksi veya heresiyi temsil ettiği konusunda farklı anlayışların bulunduğu görülür. Örneğin Hıristiyanlık tarihinde bir dönemde ortodoksi kapsamında görülen bir kişi ya da öğretinin bir başka dönemde heretik olarak ilan edildiği bilinmektedir. Örneğin Origen’in öğretileri kendi zamanında ortodoks öğretiler olarak değerlendirilirken, dördüncü, beşinci ve altıncı yüzyıllarda tenkit edilmiş; acı ve şiddetli çatışmaların nedeni olmuştur. Hatta onun öğretilerinden bazıları, İskenderiye, Kıbrıs ve Kudüs’te toplanan bazı yerel konsil kararlarıyla itham edilmiştir. Benzer şekilde ilerleyen dönemlerde heresi ya da sapkınlık Papalık tarafından açıktan ya da ima yollu olarak suçlanan ve itham edilen şeyler olarak değerlendirilmiş; dolayısıyla zamanın papalarının kendi inisiyatif ve bakış açılarına göre heresinin kapsamı belirlenmiştir.


Heterodoksal akımların az ya da çok oluşunda dinlerin kaynaklarının otantizmine ilişkin yapı ile öğretilerinin mezhepleşmelere açık olup olmamasının önemli rolü vardır. Bu bağlamda evrensel dinler, birbirinden farklı özellikler göstermektedir.


Tarih boyu dinsel geleneklerde yer alan ortodoksi-heterodoksi çekişmelerine baktığımızda, ortodoksinin kendisini, “doğru/kanonik inanç ve öğretilere sahip olan” şeklinde gördüğü ve hakikati ifade etme konusunda bir tekelcilik ya da monopoli oluşturduğu dikkati çeker. Öyle ki kendi anlayışının dışındaki her tür yorum ve anlayışın doğrunun dışında olduğunu düşünür. Yine ortodoksi, kendisini hegemonyal güçle özdeşleştirerek ya da egemen gücün siyasal, askeri veya ekonomik desteğini arkasına alarak tüm toplumda bir üstünlük tesisine yönelir. Ortodoksinin bakış açısından kendisinin dışındaki tüm bakış açıları ve anlayışlar, yalnızca teolojik veya dinsel farklılığı değil, aynı zamanda siyasal ve kültürel farklılığı, karşıtlığı, değişimi ve yozlaşmayı ifade etmektedir. Doğal olarak bu anlayış, diğer din yorumlarına karşı bir dışlamayı ve çoğunlukla şiddeti de beraberinde getirmektedir.


Savaşlar, istilalar, sürgünler, göçler ve benzeri nedenlerle farklı dini geleneklerin zorunlu olarak yan yana varlıklarını devam ettirmeleri durumu, zamanla bu geleneklere bağlı insanların birbirleriyle bilinçli ya da bilinçsiz bir ilişkide bulunmaları durumunu doğurmaktadır. Bu da doğal olarak farklı din mensubu insanların dini anlama ve yaşama noktasında birbirlerinden etkilenmelerine neden olmaktadır. Bu durum zamanla yeni din yorumlarının ve mezhepleşme hareketlerinin ortaya çıkışına zemin hazırladığı gibi, bazı durumlarda dini senkretizmin yaşanmasına ve farklı dini değerleri bir araya getirmek suretiyle oluşturulan yeni inanç sistemlerinin/dinlerin oluşumuna da neden olabilmektedir. Bu şekilde ortaya çıkan ve farklı inanç sistemlerinden inanç ve ibadet unsurları taşıyan melez dinsel gelenekler “senkretik dinler” olarak tanımlanmaktadır. Örneğin İslâm ile Hindu geleneğinden birçok unsur taşıyan Sih dini senkretik bir din olarak tanımlanabilir. Yine son dönemlerde ortaya çıkan ve Hıristiyanlıkla Yahudilikten ya da Hıristiyanlıkla Budizmden birçok unsur taşıyan Yahova Şahitleri, Moonculuk, Sayentoloji gibi hareketler senkretik akımlar olarak değerlendirilebilir.


Son olarak dinlerle müstakil bir din olmaktan öte çoğunlukla bir dini gelenek içerisinde belirli bir obje ya da değere tapınmayı ön plana çıkaran kültler arasındaki farkı da vurgulamak gerekir. Genel kullanımı açısından kült terimi belirli bir varlık ya da obje ile ilgili inançları ve ibadet anlayışlarını ifade etmede kullanılsa da özel anlamda bu terim, genellikle esoterizmi ve komün toplum/cemaat anlayışını kendilerine temel edinmiş olan akımlar için kullanılmaktadır. Kültler, içe dönük cemaat anlayışıyla ve gizemcilikleriyle diğer din mensuplarından ayrılırlar. Örneğin son dönem-lerde Batı dünyasında sayıları hızla artan çeşitli Neo-Gnostik grupları bu çerçevede değerlendirmek mümkündür. Ayrıca müstakil bir inanç sistemi ve ibadet anlayışını geliştirip temsil etmekten öte, kurulu yaygın dinsel geleneklere ve sosyal değerlere karşı bir anarşizmi, başkaldırıyı temsil eden, bütün tutum ve tavırlarını buna göre oluşturan ve bu bağlamda bazen nefret, şiddet ve teröre yer veren hareketler de kült kapsamında sayılabilir. 20. yüzyıl ortalarından itibaren Batıda yayılan Satanizmi bu bağlamda değerlendirmek mümkündür.



YAŞAYAN DÜNYA DİNLERİ

Prof.Dr. Ali ERBAŞ

NASIL ÖLDÜRÜLDÜLER-1

 NEMRUT (m.ö.  2000)


Milattan önce 2000'li yıllarda Irak toprakları üzerinde büyük bir hakimiyet kurarak, başkent Ur'da (Babil) krallık yapan Nemrud b. Kenan, büyük peygamberlerden Hazreti İbrahim'le mücadeleye girişen ve onu ateşe atarak öldürmek isteyen zalim ve hain bir hükümdardı.


Gençlik döneminde başına topladığı serserilerle isyan ve kargaşalıklar çıkartarak babasını katletmiş, kral olduktan sonra da kendisinin tanrı olduğunu ilan etmişti. Nannar Tapınağını yaptıran ve insanların bu adla anılan puta ve çeşitli yıldızlara tapmalarını emreden Nemrud ayrıca bir ateşgede kurmuş ve kendi iktidarını korumak için akıl almaz zulüm ve kötülükler işlemiştir.


Onun ahmak ve aklî melekeleri zayıf bir kişi olduğu bilinmektedir. Kendisini Firavun'la karşılaştıran bazı müfessirler Nemrud'un ondan daha geri zekalı ve aptal bir hükümdar olduğunu belirtmişlerdir. Nitekim, ismi açıkça zikredilmese de, Kur'an-ı Kerim'de onun Hz. İbrahim'le yaptığı bir tartışma sırasında  söylediği  sözler cehalet ve aptallığının boyutlarını göstermesi bakımından ilginçtir.


Bakara Sûresi'nin 258. âyet-i kerîmesinde şöyle buyurulmaktadır:


"Kendisine mülk ve peygamberlik verdi diye, Rabbi hakkında ibrahim ile tartışmaya gireni görmedin mi! İşte o zaman ibrahim: "Rabbim dirilten, yaşatan ve öldürendir" deyince, "Ben de yaşatır ve öldürürüm" dedi. Bunun üzerine ibrahim: "Bil ki, Allah güneşi doğudan getirir, sen de onu batıdan getir!" dedi. Münkir olan o anda söyleyecek söz bulamayarak dili tutuldu. Allah zalim kimseleri hidayete erdirmez."


Hazreti ibrahim'den sonra yüce Allah Ur şehrine ve Nemrud'a düşmanlarını musallat ederek devletlerini paramparça etmiştir. Orduları üzerine  üşüşen  sivrisinekler  sebebiyle  büyük yenilgiler yaşayan Nemrud da burnuna giren bir sivrisinek sebebiyle korkunç acılar çekmeye başlamış, hizmetçilerine başını tokmaklattırarak sakinleşmeye  çalışmışsa da  nihayet muhafızlarından birinin usanç getirmesi ve tokmağını hızlıca indirmesi sebebiyle, başı parçalanarak hak ettiği sona kavuşmuştur.



FİRAVUN  (m.ö.  1700)


Hazreti Musa aleyhisselâm ile olan mücadeleleri Kur'an-ı Kerim'de uzunca anlatılan Firavun, dünyaca meşhur Mısır hükümdarlarından biridir. Bazı kaynaklarda onun II. Ramses olduğu, bazı kaynaklarda da Ramses'in oğlu Menfiteh olduğu yazılmıştır. İslâm  tarihlerinde  ismi Velid b. Musab  olarak zikredilir ve  Firavun kelimesi azgın, cebbar, zorla hakimiyet kurmuş kimse manâsına kullanılır. Araplar, İran hükümdarlarına Kisra, Bizans krallarına Kayser, Habeş krallarına Necaşi,  Mısır  hükümdarlarına  da  Firavun demişlerdir.


Kur'anda Hazreti Musa ile mücadelesi verilen Firavun, o dönemde kendi topraklarında yaşayan İsrailoğullarını köle gibi çalıştıran; onlardan nefret ettiği için doğan erkek çocuklarını öldüren zalim ve acımasız bir kimse idi. Hazreti Musa'nın risâletini kabul etmemiş ve inkârında sonuna kadar direnmişti. Çaresiz kalıp, Israiloğulları'nın başka topraklara göç etmesine izin vermesine rağmen sonra pişman olmuş ve onları takip edip Kızıldeniz kıyısında sıkıştırmıştı.

Bir mucize kabilinden deniz yarılıp ortasında bir yol açılmış; Hazreti Musa ve kavmi kurtulmuş, fakat bu yola giren Firavun ve adamları tekrar kapanan deniz sebebiyle boğulup ölmüşlerdir. Firavun'un son anda iman etmek istediği, fakat yüce Allah'ın: "Şimdi mi? Halbuki sen daha önce isyan etmiş, daima fesatçılardan olmuştun" buyurduğu Kur'an âyetleriyle sabittir. (Bak: Yûnus Sûresi, âyet: 90- 92) Firavun'un cesedi daha sonra gelenlere ibret olsun diye karaya atılmıştır.



Hz. ÂSİYE (m.ö. 1700)


Hazreti Musa aleyhisselâm'ı, Nil Nehri'nde bir sandık içinde bulup da, Firavun'un sarayında büyütüp yetiştiren ve kendisine iman ederek, cennetin yüksek mertebelerini kazanan büyük hanımlardandır.  Firavun'un karısı olmasına rağmen imanında sebat etmiş ve bu zalimin ağır işkenceleri altında şehid edilerek öldürülmüştür. Hz. Asiye'nin Israiloğullarından bir kadın veya Firavun'un amcasının  kızı olduğuna  dair rivâyetler vardır.  İslâmî kaynaklarda ismi Asiye binti Müzâhim olarak geçer. Hz. Musa'ya iman eden bir kadının tandıra atılarak yakılmasından etkilenip iman etmiş olduğu rivayeti yanında, Musa aleyhisselâmın sihirbazlara galebe çalmasından sonra iman ettiği de söylenmiştir.


Hz. Asiye'nin dünya kadınlarının en büyüklerinden olduğuna dair peygamberimizin hadisleri vardır.  Bunlardan biri Buhari'de şu şekilde kayıtlıdır: 

"Erkeklerden çoğu fazilette kemâle erişti. Halbuki kadınlardan yalnız Firavun'un karısı Asiye ile Imran'ın kızı Meryem'den başka hiç biri kemâle erişemedi. (Ümmetimin kadınlarına karşı) Aişe'nin fazileti de tiridin, başka yemeklere karşı  fazileti gibidir."  (Buharı  Muhtasarı,  C:9,  S. 148)

Gerek Kur'an âyetlerinde övülmesi, gerekse hadisi şeriflerde methedilip yüceltilmesi sebebiyle  bazı  İslâm  âlimleri  Hz.  Asiye'nin nübüvvetine kail olmuşlardır. Genellikle kabul görmemesine rağmen İmam-ı Eşari; aralarında Hz. Havva, Sâre, Hz. Musa'nın annesi, Hacer, Asiye ve Hz. Meryem'in bulunduğu altı kadının nebilerden olduğunu söylemiştir.  Maturûdî akaidine göre faziletleri ne kadar yüksek olursa olsun kadınlardan peygamber gelmemiştir.


Hz. Asiye'nin Musa aleyhisselâma iman ettiğini gören Firavun, önce onu bu imanından vazgeçirmeye çalışmışsa da muvaffak olamamış, bunun üzerine kendisine işkence etmeye başlamıştır. Sonunda hanımı için yere dört kazık çaktırmış, elleri ve ayaklarını o kazıklara bağlatarak, yukardan attırdığı büyük bir kaya parçası  ile vahşice katletmiştir. Bu esnada Hazreti Asiye'nin güldüğünü ve sevinç içinde can vermekte olduğunu gören Firavun: "Şunu tutan deliliğe bakınız ki, işkenceler içinde gülüyor!" demiştir.

Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulur: "Allah iman edenlere de Firavun'un zevcesini bir misal olarak irad etti. O vakit O: "Ey Rabbim! Bana, katında, Cennet'in içinde bir ev yap. Beni Firavun'dan ve onun kötü amel ve hareketlerinden kurtar. Beni o zalimler güruhundan selâmete çıkar." demişti. (Tahrim Sûresi: 11)



KEYHÜSREV (m.ö. 528)


İran Pers İmparatorluğu'nun kurucusu olan Keyhüsrev, büyük zaferler kazanmış kudretli bir hükümdardı. Medleri, Lidvalıları ve II. Babil Devletini ortadan kaldırarak adeta bir dünya imparatorluğu kurdu. Hazar Gölü ve Hindistan arasındaki kavimler ve İskitlerle savaştı.


Keyhüsrev,  Kafkas topraklarına yöneldiğinde Massagetlerin kraliçesi Tomris'le karşı karşıya geldi. Yapılan kanlı savaşta Tomris'in oğlu tutsak alınarak öldürüldü. Oğlunun intikamı için yeni ve büyük bir ordu toplayan Tomris, M.O. 528 yılında Perslerle yeniden kavgaya tutuşup galip gelmeyi başardı ve esir aldığı Keyhüsrev'i ağır hakaret ve işkencelere uğrattıktan sonra başını kan dolu bir tulum içine sokup feci şekilde öldürdü.


Daha sonra Keyhüsrev'in hikayesi efsâne haline dönüşerek İran'da pek çok sanatçıya konu oldu. Meşhur şairlerden Firdevsî'de "Şehname" isimli eserinde  Keyhüsrev ve  İran'ın  diğer  esâtirî hükümdarlarının hikâyelerini anlatmıştır.


SOKRAT (m.ö.  399)


Hazreti İsa'nın doğumundan 470 sene önce Atina'da doğan Sokrat, aradan geçen 25 asra rağmen ismi unutulmayan, deha sahibi bir insandı. Gençlik yılları içinde babasının mesleği olan heykeltraşlıkla uğraşmış, fakat bunu bırakarak kendisini "Hikmet" dediği büyük fikir ve düşüncelere adamıştı. Başına topladığı insanlara tapmakta oldukları putları kötülüyor, tek olan hakikati bulmalarını öğütlüyordu. Özellikle gençlerle ilgilenmekte, sorulu cevaplı diyaloglarla onları doğru çizgiye çekmekteydi. Meşhur talebelerinden Eflatun, onunla ilgili pek çok hatırayı daha sonra yazarak, ismini ölümsüzler arasına katmayı başarmıştır.


Sokrat'ın uyarılarıyla, devam edip giden putperest düzenlerinin sarsılmaya başladığını gören Atina hakimleri, onu susturmak istediler. 501 kişilik büyük bir mahkeme kurarak kendisini sorguladılar. O, tarihe mal  olan meşhur müdafaasını yaparak savunmasını bitirdiğinde 220 berat oyuna karşılık, 281 oyla ölüm cezasına çarptırıldı. Hapse girdiğinde talebelerinin ve ailesinin kendisiyle görüşmesine izin verildi. Başta Eflatun olmak üzere talebeleri bir an olsun onu yalnız bırakmadılar. Kaçması için yapılan bütün telkin ve teklifleri, "ölümden korkmadığını, üstelik öldükten sonra birçok dosta kavuşacağını" söyleyerek reddetti, içmesi için getirilen baldıran otu zehrini, öğrencilerinin gözlerinin içine bakarak başına dikti. O sırada yetmiş yaşına erişmiş, saçları ve sakalı bembeyaz bir ihtiyardı.


Zehir kısa sürede tesirini göstermiş ve vücudu soğumaya başlamıştı.  Son kez gözünü açıp talebelerinden Kriton'a: "Asklepyos'a bir horoz borçluyuz! Parasını ver, unutma!" dedikten sonra ruhunu teslim etti.


ARŞİMET  (m.ö.  212)


Hazreti İsa'dan 287 yıl önce Sicilya'da doğmuş; tahsil için İskenderiye'ye geçip, dönemin ünlü hocalarından dersler almış ve müsbet ilimlerde kendini yetiştirerek ünlü bir bilgin olmuştu 


Daha çok matematik, fizik, mekanik ve astronomi sahasında uzmanlaştığı, geometriye yenilikler getirdiği ve kendi adıyla anılan kanunlar bulduğu bilinmektedir. Arşimet Kanunu denilen şey; "Suya daldırılan cismin, taşırdığı suyun ağırlığı kadarını kendi ağırlığından kaybettiği" prensibidir. Onun bu kanunu banyo yaparken, su içindeki vücudunun hafiflemiş olduğunu farketmesi sonucu bulmuş olduğu, büyük bir sevinçle ve çıplak olduğunu unutarak "Buldum! Buldum!" diye sokağa fırladığı söylenmiştir.



Romalıların Sicilya'yı ele geçirmek için giriştikleri muhasara sırasında, memleketinin savunması için canla başla çalışan Arşimet, büyük aynalar yaparak düşman gemilerinin bir kısmını yakmışsa da şehir yine Romalıların eline düşmüştür. Romalı komutanın kendisini aramakla görevlendirdiği askerler bir süre sonra onu şehrin bir sokağında, toprağa çizdiği geometrik şekillerin başında düşünürken bulmuşlar; kendisini götürmeye geldiklerini bir kaç kez söyledikleri halde, onun, düşünce âleminden kurtulmadığını görüp sinirlenmiş ve başına vurdukları kılıç darbeleriyle öldürmüşlerdir. Son sözünün: "Şekillerimi bozmayın!" olduğu söylenmiştir.

Arşimet öldürüldüğünde 75 yaşında bulunuyordu.



NASIL ÖLDÜRÜLDÜLER?

YAZAN: AHMET EFE

17 Mart 2023 Cuma

ENDÜLÜS'TE MURABITLAR DÖNEMİNDE MÜSLÜMANLAR İLE HIRİSTİYANLAR ARASINDA SİYASİ İLİŞKİLER (Reconquista'nın Hızlanması 1085 - 1147)

 


Endülüs'te Murabıtlar Döneminde Hıristiyan İspanya'nın Durumu (1085-1147)




Murabıtlar'ın Kuzey Afrika'dan (el-Mağrib) gelerek Endülüs'e hakim oldukları V./XI. yüzyıl sonunda İspanya'da üç Hıristiyan devleti hüküm sürüyor. Bunların içinde toprak ve güç bakımından en büyüğü Birleşik Leon-Kastilya Krallığı (Union de Leony Castilla 1037-1157 ve 1217-1504) idi. Başında el Bravo lakaplı VI. Alfonso bulunuyordu. İkincisi, başında Navar kralı Sancho Ramirez'in bulunduğu Aragon Krallığı (Reino de Aragon 809-1137) idi. Üçüncüsü de başında II.Ramon Berenguer'in bulunduğu Barselona/Katalonya Kontluğu (Condado de Barcelona, Cataluna ...?-1137) idi. Eski Navar krallığı (Reino de Navarra 810 veya 820-1512) ise, 1076 tarihinde Kastilya ve Aragon devletleri arasında bölüşülmüş vaziyetteydi ve ancak 1134 tarihinde Aragon kralı I. Alfonso'nun ölümüyle istiklaline kavuşabilecekti.


V./XI. Yüzyılın ilk senelerinden itibaren Endülüs'te kargaşa hakim olmaya başladıktan sonra, 1031 tarihinde Endülüs Emevileri hakimiyetinin sona ermesiyle ortaya çıkan ve Endülüs siyasi birliğinin parçalandığı Mühkü't-Tavfüf (küçük emirlikler, beylikler) döneminde, güçlenme yolundaki Hıristiyan İspanya devletleri Endülüs üzerine saldırılarını yoğunlaştırmaya başlamışlardı.



Birleşik Kastilya- Leon Krallığı: VI.Alfonso'nun (1072-1109) Tuleytula'yı İşgali ve Reconquista Hareketinin Hızlanması


Murabıtlar'ın Endülüs'e hakim olduğu dönemde Hıristiyan İspanya devletlerinden Birleşik Leon-Kastilya Krallığının başında bulunan VI. Alfonso, Hıristiyan İspanya'nın temeldireği konumundaydı. İslam kaynaklarında VI. Alfonso "Tağı­yetü'r-Rum A'zam Ezfenş, Ezfenş b. Ferzelend" şeklinde anılmaktadır. Alfonso, İslam topraklarına karşı sürekli saldırılar yapıyor ve başarı elde ediyordu. Bu başarılarından dolayı ise Hıristiyan kaynakları ona ait haberleri aktarırken kendisinden sitayişle bahsetmektedirler. Endülüs'ün önemli şehri Tuleytula'yı yedi yıl süren bir kuşatma hareketinin ardından işgal etmesi (478/1085), onun şöhretini tescil eden olaydır.

Tuleytula'nın işgal edilmesi üzerine, Endülüs emirleri korkuya kapılarak Murabıtlar'dan yardım istediler. Davete icabet eden Yusuf, ordusuyla İberya Yarımadası'na geçti. Bu esnada Alfonso, Tuleytula'yı ele geçirmiş ve oradan, Emir el­ Müstain b. Hud'u kendisine vergi vermeye zorlamak için Sarakusta'yı muhasara etmişti. Ancak, Yusuf'un Endülüs'e geçtiğini haber alır almaz derhal onu karşılamaya hazırlandı. Taraflar arasında yapılan Zellaka (Sagrajas, Sacralias) savaşıda Müslümanlar, Birleşik Hıristiyan ordusuna karşı parlak bir zafer kazandılar (12 Receb 479 /23 Ekim 1086).


Zellaka zaferi akabinde Yusuf Endülüs'ten ayrılınca Alfonso tekrar saldırıya hazırlandı. Gönüllü Franklar, Normanlar ve diğer Hıristiyanların da iştirak ettiği ordu sayesinde Alfonso kendine güvenini tazelemiş oldu. Diğer taraftan, Endülüs emirleri de zaferden sonra kendilerini Hıristiyanlara karşı güçlü hissetmeye başlamışlardı. Ancak aralarında birlik oluşturmayı düşünmedikleri bir yana, birbirlerine karşı daha önce olduğu gibi fırsat kollamaktaydılar. Sadece lşbiliye hakimi İbn Abbad, Tuleytula bölgesine saldırarak bazı yerleri geri alabildi.


Yusuf Mağrib'e döndükten sonra Alfonso boş durmayarak Leyyit (Aledo) şehri ve çevresine saldırılarını artırınca emirler tekrar Yusuf'tan yardım istediler. İkinci kez Endülüs'e geçen (481 /1089) Yusuf, Leyyit'i kuşattı. Fakat emrindeki emirlerden İbn Abbad ile Mürsiye hakimi İbn Reşik arasında çıkan anlaşmazlık yüzünden Yusuf geri çekildi ve şehir Alfonso'ya kaldı (482/1089). Bundan sonra Alfonso saldırılarını artırarak devam ettirdi. Belensiye'yi (Valencia) kuşattı (485/1092) fakat Sid'e bıraktı. Tuleytula ve Kunka çevresinde Murabıtlar'a yenildi. Batı Endülüs şehirlerinden Şente Meriyyetü'l-Garb'ı (Şentemeriye, Ukşunuba, Gam, Santa Maria de Algarve, Ocsonoba) işgal etti (486/1093). Vl. Alfonso'nun Müslümanlara karşı yaptığı son önemli savaş Ukuş'te (Ucles) yapılandı. Bir yıl önce Yusuf vefat ettiği için yerine geçen oğlu Ali'nin dönemine raslayan bu savaşta, İslam ordusuna Temim Ebu't-Tahir b. Yusuf komuta etti. Alfonso yaşlı olduğu için katılamadığı savaşta Hıristiyanlara Alfonso'nun (Endülüslü hanımı Zaide'den olduğu ileri sürülen) tek oğlu 11 yaşındaki Sancho komutanlık yaptı. Savaş sonunda Müslümanlar Zellaka benzeri büyük zafer kazanırken, yakın adamlarıyla birlikte oğul Sancho da katledildi (502/1109). Bu olaydan sonra Alfonso üzüntüden iyice fenalaştı ve 502 (1109) tarihinde öldü.


Vl. Alfonso zamanında, zamanla tüm Hıristiyan İspanya üzerinde derin etkileri görülen düzenlemeler de yapıldı. Papalığın devlet içindeki nüfuzunu artırıcı ve Hıristiyan İspanya üzerinde hakimiyet kurmasına zemin teşkil eden kanunların yürürlüğe konması, bu düzenlemeler içinde en önemli olanı sayılmaktadır. Zamanın en önemli global siyasi olayı ise, Avrupa Hıristiyanlarının doğuya yaptıkları 'Haçlı Seferleri' dir.


Sid (El Cid Campeador, Rodrigo Diaz de Vivar 1043-1099)


Kastilyalı meşhur bir savaşçı şövalyedir. Asıl adı Rodrigo Diaz de Vivar'dır. Çoğu kez Hıristiyanlara karşı Müslümanların safında işbirliği yaptığı için Müslümanlar tarafından kendisine Seyyid Kenbi'rur lakabı verilmiş, daha sonra kelimenin İspanyolca söylenişi Sid olmuştur. Çok cesur bir savaşçı olduğunu ifade eden el Campeador (savaşçı) lakabını ise daha sonra almıştır. İslam kaynaklarındaki kaydı ise, "Tağıye Lezrik Nasrani Kebyerur" şeklindedir. Tarih sahnesine çıkması Leon-Kastilya kralı 1.Femando'nun 1065 tarihinde ölümünden sonra olmuştur. Sid, Femando'nun oğulları arasında çıkan taht kavgalarında sıkça saf değiştirdi. Hizmetinde bulunduğu Kastilya kralı Sancho öldürülünce VI. Alfonso'nun hizmetine girdi. Kralın elçisi sıfatıyla İbn Abbad'a vergisini almaya gittiğinde onu savaş ortamında buldu ve Gırnata Emi'ri Abdullah'a karşı İbn Abbad'a yardım etti, vergiyi de alıp döndü. Ancak, 1081 tarihinde aralarında çıkan bir anlaşmazlık nedeniyle Alfonso tarafından Kastilya topraklarından kovuldu. İşte bundan sonra onun hayatının en maceralı dönemi başladı.


Menfaati icabı karşılığını almak şartıyla kendisini bazen Müslümanlara ve bazen de Hıristiyanlara kiraladı. Artık nerede bir ayaklanma ve savaş varsa Sid mutlaka orada olurdu. Çünkü zamanın İspanyası böyle bir karakter için uygun bir ortamdı. Hem Müslüman ve hem de Hıristiyan tarafta, hem kendi içinde ve hem de dışarıyla süregiden çatışmalar ve savaşlar söz konusuydu. Bu kez Sid, Hudi'ler'in hakim olduğu Sarakusta bölgesinde Emir Muktedir b. Hud'un hizmetine girdi. Laride hakimi olan kardeşi Muzaffer'e karşı ona yardım etti. 474 (1081) tarihinde İbn Hud ölünce iki oğlu arasında iç savaş başladı. Aragon kralı Sancho Ramirez ile işbirliği yapan Münzir'e karşı Sid'in yardım ettiği Mü'temin savaşı kazandı ve Sid onun hizmetinde kaldı.

 


Mü' temin 1085 tarihinde öldüğünde yerine geçen oğlu el­ Müstafin de Sid'i yanından ayırmadı. Münzir'e karşı Belensiye hakimi Kadir'e beraberce yardım ederlerken, Kadir'in gizli anlaşma teklifi sonucu Sid, efendisine hıyanet etti. Menfaati icabı Münzir ile anlaştı ve bu arada eski efendisi Alfonso'ya da bağlılığını bildirdi ve ona emrindeki kuvvetler ile kralın güçleri birleştiğinde Endülüs'ün doğu kısmının Müslümanlardan kolayca alınabileceğini yazdı. Bunun üzerine Alfonso istediği gibi Müslüman topraklarında dolaşabileceğine dair Sid' e izin verdi ve ayrıca elde edeceği İslam topraklarını da verasetle çocuklarına devredebileceği söyledi. Vazifesi uğrunda yola çıkan Sid, 1089 tarihinde Şente Meriyetü'ş­ Şark hakimi İbn Rezin'in topraklarına saldırdı ve onu Alfonso adına vergiye bağladı. Artık Sid, tam bir çete reisi konumundaydı ve bölgedeki bütün emirlik ve kontluklar kendisinden korkar hale gelmişti. Onu yok etme fırsatını kollayan liderler içinde Sid'e en çok düşman olanı Barselona Kontu II. Ramon Berenguer idi. Çünkü, daha evvel Berenguer Belensiye'yi kuşatmış fakat Sid ile giriştiği savaşta hezimete uğramıştı.


Murabıtlar, Mürsiye ve Daniye'yi (Denia) aldıktan sonra Belensiye'yi de iltihak ettiklerinde (485/1092) bunu duyan Sid, gizlice kale komutanıyla anlaşarak Murabıtlar'ın şehirden çekilmelerini ve Belensiye'nin Kastilya işgaline uğramasına sebep oldu. Kısa süre sonra da şehri teslim aldı (487 /1094). Şehirdeki halkın ayak takımını yağma ve öldürme konusunda cesaretlendirerek şehrin ileri gelenlerinden feci şekilde intikam aldı ve isyancı kadı İbn Cehhaf'ı, malının hepsini kendisine vermediğini düşündüğü için yakarak öldürttü. Belensiye'nin başına gelen bu felaket, aynen Tuleytula'nın düşmesinde olduğu gibi Müslümanları korkuttu ve Yusuf'tan yardım istemelerine sebep oldu.


Yusuf b. Taşfin'den tekrar yardım istendiğinde, o Endülüs'e geçerek Belensiye'yi kuşattı (1094). Sid, Aragon kralı l.Pedro ve Vl. Alfonso'dan destek isteyince Yusuf geri çekildi. 1097 tarihinde taraflar arasında gerçekleşen savaşta Müslümanlar mağlup oldu ve Sid Belensiye'de kaldı. Bundan sonra Murabıt ordusu Kunsfcre (Consoicra) savaşında Kastilyalıları yendi. Bu savaşta Sid'in tek oğlu olan Don Diego katledildi. Mürsiye hakimi İbn Aişe de Kastilyalılardan sonra Sid'in bir birliğini bozguna uğrattı. O günlerde zaten şiddetli bir hastalığa yakalanmış olan Sid, oğlunun ölüm haberiyle daha da fenalaştı ve 1099 yılının Temmuz ayında öldü. Yerine geçen hanımı iki yıl kadar Belensiye'ye hakim olabildikten sonra 1102 tarihinde şehri VI. Alfonso'ya teslim etti. Ancak Murabıt ordusuyla karşılaşmayı göze alamayan Alfonso, Hıristiyan halkı yanına alıp her yeri ateşe vererek şehirden ayrılınca, Murabıtlar şehre hakim oldu (Şaban 495/Mayıs 1102).



Endülüs İslam kaynaklarında kendisine geniş yer verilen Sid, Hıristiyan edebiyatı ve bilhassa Kastilya edebiyatında bir efsane haline getirilmiştir. Buna göre, o Hıristiyan İspanya'nın bir milli kahramanı, mezarına ziyaretler yapılan bir azizdir. Kendisiyle ilgili halk şiirleri, şarkıları, kasideleri her tarafa yayılmış, bir masal edebiyatı vücuda getirilmiştir. Hıristiyan masal edebiyatı bir kenara bırakılıp gerçek hayatına bakarak Sid'in kişiliği hakkında söylenebilecek olan, onun iyi ve cesur bir asker olmasına karşın, maddi çıkarı için her türlü insani meziyetleri çiğneyebilen birisi olduğudur. Mezarı önce San Pedro de Cardena kilisesindeyken daha sonra Burgos (Burguş) belediye binasına nakledilmiştir.


Aragon Krallığı: I.Alfonso ile Kastilya Kraliçesi Urraca (1109-1126)


1063-1094 yılları arasında Aragon-Navar ortak kralı olan Sancho Ramirez, Navar'ın komşularıyla olan ilişkilerini güçlendirdi. Sarakusta hakimi Hudfler'i vergiye bağladı (462/1069), 1089 tarihinde Menteşun'u (Monzon) işgal etti. Veşka'yı (Huesca) kuşattığı sırada ölünce yerine geçen oğlu I. Pedro, şehrin hakimi Müstain'in yardımına koşan Kastilyalıları da yenerek işgali tamamladı (489 /1096). 1097 tarihinde Pedro, emri altındaki Sid ile birlikte bir Murabıt ordusunu yendi. Bu ikisinden başka,· Müslümanlara karşı başarısıyla onları gölgede bırakacak olan birisi kral oldu: I.Alfonso. Endülüs İslam kaynaklarında "Tağıye Ezfenş" adıyla anılan I.Alfonso, Kastilya krallığı üzerinde de etkili oldu. Şöyle ki, Kastilya kralı VI. Alfonso öldüğünde, tek oğlu savaşta öldüğü için yerine geçecek kimse konusunda anlaşmazlıklar çıktı. Alfonso ölürken, yerine kocası Kont Ramon Burgona 1107 tarihinde ölünce dul kalmış olan kızı Urraca'yı vasiyet etmişti. Urraca'nın yanında güçlü bir erkek destekçisi bulunması için de kızının I.Alfonso ile evlenmesini öngörmüştü.


Leon' da toplanan krallık ileri gelenleri bu vasiyeti kabul ettiler ve Urraca Alfonso ile evlenmeyi kendisinin Leon-Kastilya-Asturias kraliçesi olması, Ramon' dan olma küçük oğlu Alfonso Raimundez' e Kastilya'ya bağlı olarak Galicia krallığının verilmesi, kız kardeşi Teresa'nın kocası olan Kont Henri Burgona'ya Kastilya'ya tabi olarak Portekiz (Burtugal) Kontluğu'nun verilmesi ve üçüncü olarak kendisinin kocasından önce ölmesi halinde Kastilya Krallığının oğlu Alfonso'nun yönetimine bırakılması şartlarıyla kabul etti. Evlilik 1109 tarihinde gerçekleşti.


Ertesi yıl kraliçe Urraca, kocası Alfonso ile birlikte ordunun başında Sarakusta İslam bölgesi üzerine sefere çıktı. Şehri yeni ele geçirmiş olan Murabıtlar'a karşı başarılı olamayan Alfonso ile hanımı arasında anlaşmazlık belirmeye başladı. İhtilafın kaynağında saltanat konusunda aralarında çıkan çekişme vardı. Urraca, gururlu ve hırslı bir kadındı. Krallıkta ve tabi memleketlerde bütün idareye hakim olmak, bütün idarecilere de boyun eğdirmek istiyordu. Bunun için diğerlerinin yerine kendisine bağlı adamlarını yönetimde önemli mevkilere yükseltmişti. Zaten Alfonso ile severek değil sırf devlet menfaati gereği evlenmiş, asıl sevdiği ise Kont Gomez de Candesbina idi. Bunları öğrenen Alfonso, bu duruma çok öfkelenmişti ve krallıktaki hiçbir hakkından vazgeçmeyeceğine dair de kesin kararlıydı. İşte bu andan itibaren iki krallık arasında uzun yıllar sürecek olan iç savaş başladı.



Alfonso, mücadeleye bütün Kastilya kaleleri ve büyük şehirlerinin başına Aragonlu komutanlar atamakla başladı. Kraliçe Urraca'yı da yaptığı işlerle krallığın heybetini zedelemek ve ayaklanma çıkarmaya çalışmakla itham ederek Castellar (Kastalle) kalesine hapsetmekten çekinmedi (1111). Urraca, oğlunun kral ilan edileceği Galicia'ya haber salarak kendisini kraliçe kabul etmelerini istediyse de, Alfonso' dan çekinen Galicialılar buna yanaşmadılar. Bu arada Urraca hapsedildiği yerden kaçmayı başardı. Çevresinde Alfonso kırgınlarından kalabalık bir grup meydana geldi. Urraca artık özgürlüğün tadını çıkarırcasına sorumsuz bir hayat yaşamaya başladı. Alfonso'yu kızdıracak her şeyi yapıyordu. Dolayısıyla iç savaş artık kaçınılmaz olmuştu. Bu çatışmada Leon-Kastilya güçleri Urraca'nın, Aragon ve Kastilya tahtında gözü olduğu için Urraca'ya karşı Alfonso ile ittifak kuran Portekiz Kontu Henri'nin kuvvetleri de Alfonso'nun yanında yer aldı.


Şekubiye'nin beldelerinden Seybolevida yakınında ve 1111 tarihinde gerçekleşen ilk çarpışma Aragonlular'ın zaferiyle neticelendi. Aragon ordusu Kastilya topraklarına girerek tahribat yaptı. Bu arada, Urraca'dan çekinen Galicialılar, ona jest olarak oğlu Alfonso'yu kendilerine kral yaptılar ve yanına bir birlik vererek annesinin yanına Kastilya'ya gönderdiler. Bunu duyan Aragon kralı, birliğin yolunu kesti. Meydana gelen savaşta Galicialılar hezimete uğradılar fakat krallarını savaş meydanından kaçırmayı başararak onu önce annesinin bulunduğu Osuan kalesine, oradan da Şentemeriye şehrine götürdüler. Küçük Alfonso Raimundez'in hamisi olan Piskopos Diego Gelmirez, Aragon kralına karşı halkı kışkırtarak büyük bir güç oluşturdu ve Urraca ile birleşti. Gelmirez aynı anda Portekiz Kontu Henri'yi kendi saflarına çekmeyi de başardı. Birleşik Kastilya ordusu, şehirde mahsur kalan Galicialılar'ı kurtarmak üzere Astorga'ya hareket etti. Bunu öğrenen Alfonso, Astorga' dan ayrıldı ve düşmanı atlatarak 1112 tarihinde memleketine dönmeyi başardı.


Bu aşamada İspanya Hıristiyanlarının üç siyasi gruba bölündükleri görülmektedir. Bunlardan ilki ve en güçlüleri Aragon kralının taraftarlarıydı. İkincisi, kraliçe Urraca'nın sancağı altında toplanmış olan Kastilya grubuydu. Kastilya, Leon ve Galicia ileri gelenleri ve din adamları bu gruba destek veriyordu. Üçüncü grup ise, ne Aragon ne Kastilya kralına, umutlarını sadece Alfonso Raimundez'e bağlamış olan eşraf takımıydı. Bu arada, birbirlerine iyice düşman olan karı koca Urraca ile Alfonso'yu barıştırma çabaları da olmuyor değildi. Kastilya ileri gelenleri iki krallığı birleşmiş addederek kaleler ve şehirleri kral ile kraliçe arasında taksim ettiler. Ancak kısa süre sonra Alfonso, kraliçeye verilmiş olan yerleri istila edince Kastilyalılar, Alfonso'yu değil de Urraca'yı legal liderleri sayarak kraliçenin arkasında Alfonso'ya karşı savaşa çıktılar. Alfonso'nun sulh isteğine eşraf takımı olumlu baktı fakat piskopos Gelmirez, barışa şiddetle karşı çıktı. Kral ile kraliçe arasındaki nikahın geçersiz olduğunu Papalık vasıtasıyla ilan ettirdi. Ancak, Aragon kralı Alfonso bu kararı tanımadı ve Kastilyalıların bu hareketini savaş sebebi sayarak Rioga kentini istila etti. Bu arada, iki tarafta da fitne ve desiseler birbirini kovaladı. Kraliçenin Galicia' daki oğlu ve Portekiz' deki kız kardeşi ile de araları açıldı. Ancak, Gelmirez ana oğul arasını buldu ve onları barıştırdı.


Bundan sonra oğlunu ziyarete giden Urraca, Şentemeriye şehrinde istenmediği için çıkan bir ayaklanmadan canını zor kurtardı. Buradan kardeşi Teresa üzerine yürüyen kraliçe, bu hareketinden de zararlı çıktı. Portekiz bölgesinde bazı şehirlerini kaybetti. Artık Galicia bölgesi ileri gelenleri ve din adamları ondan nefret ediyorlardı. Şente Yakublular ile mücadelesi esnasında kendi komutanı Matran Diego ile de arsında husumet başlamıştı. Karşılıklı yaşanan çatışmalardan sonra geçici barış sağlanabildi.


İspanya Hıristiyanları arasında devam edegelen bu çatışmalara bir son vermek isteyen Papalık, İberya Yarımadası Hıristiyan devletlerine pek çok elçi gönderdi ve toplantılar tertip etti. 1124 tarihinde yapılan toplantıdan olumlu netice çıktı ve kraliçe ile oğlu, kraliçenin babasından miras kalan topraklarda eşit olarak hükmetmek üzere anlaştılar. Ancak, eşraf arasındaki anlaşmazlık devam etti. Bu arada, Urraca hayatının sonuna gelmişti. Nihayet, 1126 tarihinde öldüğünde İspanya'daki herkes derin bir nefes aldı. Kastilya tahtında 20 yıl kadar kalan Urraca, babasından devraldığı güçlü devlet yapısını, kişisel emellerine düşkünlükle geçirdiği hakimiyet yıllarında adeta çürütmüş ve bozmuştu. l.Alfonso ile krallık daha güçlensin diye evlenmişti ancak bu evlilik ülkenin parçalanmasına neden olmuştu. Urraca hakkında İspanyol tarihçilerin hepsi bu kanaati paylaşmazlar. Bazıları onu övmekten geri kalmaz ve diğer bazıları da tarafsız şekilde onun gerçek yüzünü ortaya koymaya çalışmaktadırlar.


Bu arada el Batallador lakaplı I.Alfonso hakkında söylenebileceklere gelince, onun Ortaçağ boyunca Hıristiyan İspanya krallarının en büyüklerinden olduğu hususu pekçok tarihçi tarafından ifade edilmektedir. Çünkü o, 30 yıllık iktidar döneminde, Urraca'ya rağmen krallığını diğerleri içinde en güçlü seviyeye yükseltmeyi başarmıştı. Her ne kadar Kastilya kraliçesi Urraca ile evlenmesi başına bazı iç gaileler açtıysa da o, buna rağmen zamanının çoğunu Müslümanlara karşı yaptığı savaşlarla geçirdi. Sonuçta Sarakusta bölgesini Hudiler'den (520 /1127) alması, Endülüs'ün savunmasını çok zayıflatmıştı. Bundan sonra Endülüs, kuzey doğudan gelen Hıristiyan saldırılarına neredeyse karşı koyamaz hale gelmişti. Reconquista hareketi onun sayesinde parlamaktaydı. İslam tarihi kaynaklarında "Hıristiyan krallar (mühkü'l-Efrenc) içerisinde Müslümanlara karşı savaşta en sabırlı ve en sert olanı" diye nitelendirilmektedir. Hıristiyan kaynaklarından Aragon menşeli olanlar onu dinine bağlı, din adamlarının ve kiliselerin hukukuna riayetkar bir milli kahraman olarak tanımlarken, Kastilya kaynakları, (büyük ihtimalle Urraca taraftarlığının etkisiyle) bunun tersine onun gaddar, zalim, dinsiz, kiliselere saygısız, Hıristiyanlar ile yaptığı savaşlarda din adamları ve kadınları bile öldürten, askerlerinin işlediği günah ve suçlardan onları alıkoymayan birisi olduğunu yazmışlardır. Bilhassa Haçlı Seferlerinde ve tabi ki Endülüslülere karşı mücadelede etkili olan Hıristiyan tarikat topluluklarından Templier (ed-Daviye, Mabet Şövalyeleri) ile Hospitalier (el-İsbitariyye) onun zamanında İspanya' da da aktif hale gelmişlerdi.


I.Alfonso'nun ölümünden sonra Aragon krallığı, kendisinin ilginç vasiyeti sebebiyle zaafa uğradı. Navarlılar fırsattan istifade ederek istiklallerini ilan ettiler. Kralları da el Restaurador lakaplı IV.Garcia Ramirez oldu. Aragon tahtına ise, ileri gelenlerin teklifiyle rahip Ramiro, (daha sonra el Monje lakabı alarak) II.Ramiro adıyla geçti.


I.Alfonso ile Leon-Kastilya Kralı VII. Alfonso Raimundez (1126-1157) ve Büyük Aragon Krallığının (1137-1516) Kuruluşu


Urraca ölünce, yerine VII.Alfonso adıyla oğlu Leon-Kastilya kralı oldu. Yeni kralın önünde acilen halletmesi gereken iki problem vardı. Birincisi, Aragon ile aranın düzeltilmesi, ikincisi memlekette başkaldırmaya alışmış grupların itaat altına alınmasıydı. Aragon konusunda başarı sağlaması pek mümkün görünmüyordu. Çünkü, daha kraliçe öldüğünde I.Alfonso Kastilya topraklarına girmiş ve önceden kaybetmiş olduğu bazı kaleleri ele geçirmişti. Buna karşı koymaya çalışan VII.Alfonso ile aralarında çatışma başlamıştı bile. Büyük çarpışma Palensia' da olacaktı ki, piskoposlar araya girerek anlaşmayı sağladılar (1127). Ancak, Aragon kralı anlaşmaya uymadığı gibi, iki yıl sonra tekrar Kastilya üzerine saldırdı. Almasan' da karşılaşan iki ordunun arasına yine piskoposlar girdi ve yine barış yapıldı. Fakat, bu barış da kısa ömürlü oldu. Bu kez Kastilya kralı Aragon toprağına girerek stratejik öneme sahip bir kaleyi işgal etti. Yine meydan savaşı çıkacaktı ki, piskoposlar devreye girdiler ve bu kez kralları Müslümanlara karşı savaşmaya yönlendirdiler. Papazların girişimi başarılı oldu ve iki kral arasında bir barış antlaşması yapıldı (1130).


VIl.Alfonso, önündeki ikinci büyük meselede yani annesi zamanında isyan etmiş olan bazı ayrılıkçı gruplarla mücadelede ise, etkin bir başarı sağladı. Artık önünde sadece Portekiz kraliçesi olan teyzesi Teresa'nın işgal etmiş olduğu toprakları geri alma işi vardı. Bu amaçla ordusuyla Galicia üzerinden Portekiz seferine çıktı. Eşraftan ve isyancı gruplardan karşısına çıkanları ezdi geçti ve Portekiz bölgesini krallığına bağlayarak muzaffer şekilde geriye döndü. Bu arada kral, Barselona Kontu III. Ramon Berenguer'in kızı Dona Berenguela ile evlendi (1128). Bu evlilik, Barselona Kontluğu menfaatlerinin kollanmasında ve Barselonalılar'ın Kastilya sarayında nüfuz sahibi olmalarında önemli bir etken olmuştu. Kral, daha sonra 1133 tarihinde Kont Pedro Diaz'ın kızı Riquilda ile evlendi ve ondan Urraca ile Sancha adlı iki kızı dünyaya geldi.


1134 tarihinde Aragon kralı l.Alfonso öldü ve yerine II. Ramiro geçti. Navar krallığı ise, IV. Garda Ramirez liderliğinde bağımsız oldu. Dolayısıyla, Aragon krallığı küçüldüğü için eski gücünü kaybetti. Bu durumu yakından dikkatle takip eden Kastilya kralı, kendisi için en karlı olacak planlar yapmaya başladı. Büyük bir orduyla sefere çıkarak İbru nehri kıyısında bulunan Kalahürre (Calahorra) ve Najera şehirlerini ele geçirdikten sonra, Murabıtlar' dan korumak bahanesiyle Sarakusta'ya girdi. Şehri teslim aldı ve İbru nehrinin sol yakasındaki bütün toprakları kendi sınırlarına ilhak etti. Aragon ve Navar kralları ona karşı çıkmaya cesaret edemediler. Bu durumda VII.Alfonso Aragon'un kendi krallığına tabi, ayrıca kendisinin Aragon'un da kralı olduğunu ilan etti. Buna karşı yapacak bir şeyi olmayan Barselona ve çevresindeki kontlar ile Navar kralı Alfonso'ya giderek kendisiyle antlaşma yaptılar ve himayesine girdiler. Böylece Kastilya kralı VII.Alfonso, dedesi VI.Alfonso gibi Hıristiyan İspanya devletlerinin tek efendisi haline geldi ve 1135 tarihinde resmen 'İmparator' lakabını aldı. Bunun için Leon' daki büyük kilisede yapılan resmi törenden iç düzenlemelere dönük önemli kanunlar da çıktı. Ülke hukuk ve kanunlarının krallık toprakları ile bağlı krallıklarda uygulanmasının öngörüldüğü Buenos Fueros denen kararlar içinde eşraf kesimine tanınan eski imtiyazların kaldırılması, krallık sınırlarında Müslümanlara karşı yerli halktan 'silahlı sınır ihtiyat birlikleri' oluşturulması ve son olarak da, kimliği ve makamı ne olursa olsun suç işleyen herkesin eşit şekilde cezalandırılması hususları vardı. Ancak, sadece gücün hakim olduğu bir çağda son kararın uygulanamayacağı açıktı.


Bundan sonra kral, Navar krallığının güçlenmesinden endişelendiği için 1136 tarihinde Navar üzerine çıktığı seferden, Portekiz kralı Alfonso Henriquez'in Galicia bölgesine girmesi ve Müslümanların da güneyden saldırması üzerine başarısız olarak geriye dönmek zorunda kaldı. Bu arada ilginç bir gelişme yaşandı. Aragon kralı rahip Ramiro, kendisine yönetimde varis kıldığı kızına güvenerek uzlete çekildi. Bu durumda krallık ileri gelenlerinin kararıyla, Ramiro'nun kızı Petronila Barselona Kontu IV.Ramon Berenguer ile evlendi. Ramiro tahttan feragat etti ve 1154 tarihinde öldü. Böylece, VII.Alfonso'nun da onayıyla IV.Ramon, Aragon kraliçesinin kocası olarak iki krallığı 1137 tarihinde birleştirmiş oldu. Aragon tahtında yine kraliçe Petronila bulunuyordu. Aragon krallığı, artık eskinin büyük İspanya krallığı olma yolundaydı. Barselona veya Katalonya Kontluğu için çok şey yapan başarılı kont el Grande lakaplı III.Ramon Berenguer' den sonra gelen el Santo lakaplı IV.Ramon Berenguer, Aragon-Katalonya birleşmesinden oluşan Büyük Aragon krallığını 1137-1162 yılları arasında hanımı Petronila ile birlikte yönetmişlerdir. Bu arada VII.Alfonso, kendisini endişelendiren Portekiz krallığı üzerine sefere hazırlanırken papazların teşebbüsüyle barış sağlandı ve Portekiz kralı Henriquez, Alfonso'nun himayesine girmeyi kabul etti (1137).


Kastilya Kralı VII.Alfonso ve Diğer Hıristiyan Krallıklar


Kastilya kralı ve Hıristiyan İspanya'nın efendisi olarak VIl.Alfonso, Müslümanlar ile yapması gereken savaşı da unutmuş değildi. Bu iş, annesi Urraca zamanında iç savaşlar sebebiyle ihmal edilmişti. Bu esnada Murabıtlar Aragon kralı l.Alfonso ile Doğu Endülüs ve Kuzey Endülüs sınırında (Sagru'l-A'la) sürekli mücadele halindeydiler. Bilhassa, Endülüs'ün yeni Murabıt Emiri Ali b. Yusuf b. Taşfin'in 1128 tarihinde yönetime geçmesinden sonra Müslümanlar Kastilya topraklarına doğru da ilerlemeye başlamışlardı. Kral, 1130 tarihinde Palencia' da kutsal savaş için meclisini topladı ve karşı saldırılara başladı.


Orta Endülüs'ün güneyinde cereyan eden çarpışmalarda Hıristiyan ordusu Ceyyan (Jaen), Beyase (Baeza) ve Übbede (Ubeda) bölgesinde katliam ve tahribat yaptı. Murabıtlar bunu engelleyemediler. Ancak, Vadi'l-Kebir (Nehru'l-A'zam, Guadalquivir) nehrini geçen birlikleri Murabıtlar tarafından kendi gözü önünde yok edilen kral, öfke içinde Tuleytula'ya döndü (533/1138) ve intikam için Kuriye'yi kuşattıysa da başarılı olamadı. 1139 tarihinde kral, en güçlü Müslüman sınır kalelerinden biri olan Ernebe'ye (Orelya, Oreja) saldırdı ve teslim aldı. Bundan sonra VII.Alfonso, Navar üzerine saldırmak ve topraklarını paylaşmak üzere Katalonya kontu ile bir anlaşma yaptı. Bu emel uğruna saldırıya geçen Katalonya kontu, Navar kralı IV.Garda Ramirez karşısında başarılı olamadı. Alfonso ise, başkent Benbelune'ye kadar girmeye muvaffak oldu. Ancak, Tuluşe Kontu Jordan ve papazların araya girmesiyle barış yapıldı. Navar krallığı Kastilya'ya tabi hale geldi ve Garda, kızı Blanca'nın Alfonso'nun oğlu Sancho ile evlenmesini kabul etti. Ancak, bu anlaşma diğer taraftaki Aragonlular'ı kızdırmıştı. Navar'a karşı saldırıya geçen Aragon Kontu Ramon yenildi ve Garda pek çok Aragon toprağını ele geçirdi. Bundan endişelenen Alfonso, anlaşmayı bozarak Ramon'u kurtarmak üzere tekrar Navar üzerine harekete geçti. 1143 tarihinde birleşik Kastilya-Katalonya güçleri saldırıya geçtiğinde Garda teslim olmayı kabul etti. Yapılan antlaşmadan sonra Garda Alfonso'nun dul kızı Urraca ile evlendi (539/1144).


1140 tarihinde Murabıtlar, Tuleytula'nın güney kıyısında kalan Mure kalesini ele geçirerek burasını Kastilya topraklarına karşı yapılan seferler için bir üs haline getirdiler. Kral, kaleyi geri almak için komutanlarına görev verdi ve kendisi Kuriye kalesine saldırarak ele geçirdi (537/1142). Kal'atü Rebah'ta (Calatrava la Vieja) gerçekleşen başka bir savaşta Kastilyalılar yenilince kral bunun intikamını almak için 1144 tarihinde çıktığı seferde Kurtuba, İşbiliyye ve oradan da Gırnata, el-Meriye bölgelerine çok büyük zarar vererek bol ganimetle geriye döndü. Bundan sonra Endülüs'te Hıristiyan saldırılarını durduramadıkları için olsa gerek, Murabıtlar'a karşı isyanlar başladı. Emirler, Murabıt boyunduruğundan kurtulmak ve başına buyruk olmak istiyorlardı. Vaziyetten istifadeyle Alfonso, İbn Hamdin ve İbn Hud gibi isyancılara kucak açtı. Bu arada, Afrika' da Muvahhidler Murabıtlar'a son vermek üzereydiler ve Muvahhid ordusu Endülüs'e geçmişti.


Alfonso, bu durumda Murabıt lider İbn Ganiye'ye de yardım etti. Alfonso zamanında Endülüs'e indirilen en büyük darbe, birleşik Hıristiyan ordusu tarafından el-Meriye şehrinin işgal edilmesi oldu (542/1147) . On yıl Hıristiyanların elinde kalan şehri Muvahhidler 1157 yılı sonlarında kurtarabildiler. Peşinden Turtirşe (Tortosa 543/1148), Laride (544/1148), İfrağa ve Miknase gibi büyük sınır şehirleri birer birer Hıristiyanların eline geçti. Bu arada, Alfonso içerde dini­ idari meseleleri halletmek için de çaba gösterdi ve 1149 tarihinde hanımı Berenguela ölünce oğullarından Sancho'ya Kastilya kralı, Fernando'ya da Leon kralı unvanını verdi. Ortaçağda hakim olan monarşinin her ülkede geçerli olan bu "mülkün hükümdar oğulları arasında taksim edilmesi" prensibi, eski Türk ülkelerinde olduğu gibi Hıristiyan İspanya devletleri arasında da sürekli iç savaşlara sebebiyet vermişti.


1150 tarihinde Navar kralı el Restaurador lakaplı Garda Ramirez öldü ve yerine oğlu el Sabio (Alim) lakaplı VI.Sancho geçti. Durumu Navar krallığını paylaşmak için fırsat olarak gören Alfonso ile eski müttefiki Kont Ramon, önceden yapmış oldukları paylaşım planını Müslümanlardan alınan toprakları da paylaşmak üzere birlikte uygulamaya koydular. Ancak, bu kez Navar krallığını kötü akıbetten, krallıklar arasında yapılan evlilikler kurtardı. Kastilya veliahdı Sancho' nun Navar kralının kız kardeşi Blanca ile Kastilya, Aragon ve Navar krallarının huzurunda yapılan nikah töreniyle evlenmesi (546/1151), aynı sene içinde dul İmparator Alfonso'nun Polonya kralı Ladislao'nın kızı Riquilda ile, Navar kralı Sancho'nun Alfonso'nun kızı Sancha ile ve 1154 tarihinde de Alfonso'nun kızı Constanza'nın Fransa kralı VII.Louis ile evlenmesi (548/1153) Navar'ı kurtaran gelişmeler oldu.


Kral Alfonso'nun ömrünün sonlarında Muvahhidler ile yaptığı en önemli savaş, el-Meriye' de gerçekleşeniydi. Muvahhidler, Kurtuba ve Gırnata'ya hakim olduktan sonra Hıristiyanların eline düşmüş olan el-Meriye'yi kurtarmak üzere harekete geçtiler (542/1147). Onları karşılamaya çıkan Alfonso'nun yanında Doğu Endülüs Emiri İbn Merdeni'ş de vardı. Ancak, Alfonso'nun çabaları işe yaramadı ve Hıristiyanlar 552 (1157) yılı sonunda el-Meriye'yi Muvahhidler'e teslim etmek zorunda kaldılar. Yenilgiye çok üzülen Alfonso, dönüş yolunda Mirtele (Martile, Mertola) yakınlarında öldü (21 Ağustos 1157).



VII.Alfonso'nun ölümünden sonra krallık iki oğlu arasında paylaşıldı. Tuleytula merkezli Kastilya tahtına, Navar ve Aragon devletleri kendisine tabi olarak III.Sancho otururken, Leon-Galicia-Asturias krallığına da, Portekiz krallığı kendisine tabi olarak II.Fernando geçti. Büyük Kastilya krallığının bu yeni taksimiyle Hıristiyan İspanya beş devletten müteşekkil hale geldi. Bunlar Birleşik Aragon­ Katalonya krallığı (başında Petronila ile IV.Ramon Berenguer), Navar krallığı (başında VI.Sancho), Kastilya krallığı, Leon krallığı ve Portekiz krallığı (başında Alfonso Henriquez) idi. Bu kez iki kardeş arasında iç kavga başladı. Sebebi, Leon kralı Fernando'nun zulmünden kaçan eşrafın, Sancho'ya sığınarak yardım istemeleriydi. Leon üzerine sefere çıkan Sancho, kardeşine boyun eğdirmeyi bildi. III.Sancho'nun dileği, Hiristiyan İspanya içinde bilhassa Kastilya topraklarını tehdit eden Muvahhidler'e karşı bütün devletlerin anlaşarak ortak karşı koymalarıydı. Ancak, ölüm onun bu emeline mani oldu (553/1158). Vasiyeti gereği iki yaşındaki veliahd oğlu Alfonso kral oldu (VIII.Alfonso, el Bueno). Vasisi olarak seçmiş olduğu güçlü Castro ailesi reisi Kont Gotera Fernandez ise fiilen idareyi ele aldı. Bu durum eşraftan pek çok aileyi, bilhassa Lara ailesini rahatsız etti. Bu iki Kastilya ailesinin hakimiyet merkezli mücadeleleri uzun süre devam etti. Ancak, VIII.Alfonso'nun tahtına bir zarar vermedi.


Şövalye Tarikatlarının Kurulması


VI. /XII. yüzyılın ilk yarısı Hıristiyan İspanya devletleri için her bakımdan bir yükselme dönemi olmuştu. VI.Alfonso ve VII.Alfonso gibi iki büyük kral, kendileri açısından mühim ilerlemelere imzasını atmıştı. Dönemin önemli bir gelişmesi de birer savaşçı Hıristiyan tarikatı olan Templier ve Hospitalier'in kurulmasıydı. Templier Tarikatı (ed-Daviye), 1119 tarihinde Haçlıların eline düşmesinin ardından Kudüs'te (Beytü'l-Makdis), oraya gelecek Hıristiyan hacıların yollarını emniyet altına almak amacıyla kurulmuştu. Kendilerine kralın sarayında bir yer tahsis edildiği gibi, ayrıca bir de özel mabede sahiptiler. Bu sebeple "Mabet Şövalyeleri" adıyla da anılmışlardır. Sonradan temel amaçlarına Müslümanlar ile savaşmayı da eklemişler, her milletten saflarına katılan Hıristiyanlar ile büyük güç oluşturmuşlar ve Orta Doğu'daki Haçlı-Müslüman savaşlarında uzun yıllar etkili bir role sahip olmuşlardı. Bu tarikatın İspanya'daki uzantısını 1120 tarihinde Aragon kralı VI.Alfonso Monreal kalesini onlara tahsis ederek oluşturdu, peşinden bir başka şubesini de Barselona Kontu III.Ramon Berenguer kurdu. Hospitalier Tarikatı (el-İsbitariye) ise, dini bir topluluktur. İlk tarikatın peşinden aynı zamanlarda kurulmuştur. Templier kadar olmasa da onlar da Orta Doğu üzerine yapılan Haçlı savaşlarında olduğu kadar İspanya'da Müslümanlara karşı Reconquista hareketi içerisinde yer alarak da etkili olmuşlardır.


Aragon kralı IV.Ramon Berenguer zamanında, bu tarikatların temsilcileriyle kraliyet arasında Papalık ve kraliyet ileri gelenlerinin şahitliğinde yapılan anlaşmaya göre, tarikat mensuplarına muayyen vergilerini toplama yetkisiyle birlikte pek çok kale veriliyor, ayrıca Müslümanlardan alınan Veşka, Berbeşter, Serakusta ve Kal'atü Eyyub gibi yerlerin vergi ve gelirlerinden belirli bir kısmı, tarikat üyelerinin bu bölgelerde hayatlarını Hıristiyanları ve Hıristiyanlığı korumaya vakfetmeleri şartıyla veriliyordu. Böylece, tarikatların Aragon ve Katalonya'da yerleşmeleri sağlanıyordu. İspanya'da bunlardan biraz farklı olarak ortaya çıkan ve Kal'atü Rebah Şövalyeleri adıyla anılan bir grup daha oluştu. Muvahhidler'e karşı koyamayan Templiers tarikatı üyelerine karşın Rahip Ramon, kraldan izin alarak Kal'atü Rebah'ı Muvahhidler'den alabileceğini söyleyerek oluşturduğu 20 bin kişilik bir gönüllü ordu oluşturdu. İşte bu ordu, kendilerini Hıristiyanlık uğruna adayan askerler olarak Kal'atü Rebah Şövalyeleri adıyla yeni bir tarikat/ cemiyet, ilk reisi de Rahip Ramon oldu (557 /1161). Kal'atü Rebah'ı Müslümanlardan geri alarak ilk sınavlarını da başarıyla verdiler. Papa III.Alexander'ın (1159-1181) onaylamasından sonra kendisine bir harp nizamı edinen bu tarikat, süratle gelişti ve Müslümanlara karşı büyük bir şevkle Reconquista savaşına girişti.


Tarikatın ilk reisi olan Raimundo 1163 tarihinde ölünce yerini Navarlı Rahip Garda aldı. Cemiyete yeni bir düzenleme getirdi. Daha sonra, Papa III.Innocent (1198-1216) bu tarikatı kendi himayesi altına aldı (596/1199). Bundan üç sene sonra bu kez Galicia'da Aziz Yakup Cemaati adıyla yeni bir tarikat oluştu. Amacı, kendi dinlerinin düşmanları olarak gördükleri Müslümanlarla savaşmak ve Aziz Yakup ziyaretçilerinin yol emniyetlerini sağlamak olan topluluk, Aziz Augustin prensipleri doğrultusunda tanzim edilerek kendisine savaşçı bir hüviyet edindi. Kal'atü Rebah Şövalyelerinden farklı olarak üyelerine evlenme izni verilmişti. Yapılan büyük miktarlardaki hibelerle bu tarikat da kısa sürede gelişti ve Hıristiyanlar ile Müslümanlar arsında devam eden savaşta açık ve etkili bir rol oynamaya başladı.


Portekiz kralı Alfonso Henriquez, bağımsızlık savaşlarında etkili olan şövalye tarikatlarının önemini anladığı için onları desteklemeye başladı. Daha evvel kurulmuş olan Templier ile Aziz Yuhanna Şövalye Tarikatları, 1158 tarihinde Müslümanlara karşı yapılan savaşta etkili olmuşlardı. Alfonso, kendisi yeni bir tarikat kurdu: Nova Militia, yani Yeni Savaşçı Topluluğu. Başlarına da kardeşi Don Pedro'yu reis yaptı. Askeri bir düzende oluşturduğu bu topluluğun üyelerinin evlenmeleri yasaktı ve tek amaçlan Hıristiyanlık uğrunda Müslümanlara karşı savaşmaktı. 1166 tarihinde bu topluluk mensupları, Giraldo Sempavor komutasında Yabüre şehrini Müslümanların elinden aldıklarında kendilerine Yabüre Şövalyeleri denildi. Daha sonra kral II.Alfonso kendilerine 1211 tarihinde Afs kalesini verdiğinde Afs Şövalyeleri adıyla anılmışlardır.


Portekiz Krallığının Kurulması (1109) ve Kral I.Alfonso Henriquez (1128-1185)


Portekiz krallığı İberya Yarımadası'nın batı kıyısında kuruldu. Halkı, Lusitanyalılar olarak anılırdı. Lusitania bölgesi, VI. yüzyıl sonlarında Gotlar tarafından ele geçirilmiş ve altı Vizigot eyaletinden birisi olarak teşkilatlanmıştı. Müslümanlar yarımadayı fethettiklerinde bölgeye dokunmamışlar, başkenti yine Maride olarak Kulumriye (Coimbra), Üşbune, Şentere ve Şenterfn şehirlerinden müteşekkil bir eyalet halinde kalmıştı. Emeviler zamanında Tuleytula gibi Maride de isyancı yerliler Müvelledlerin önemli merkezlerindendi. Galicialılar orada ayaklanmışlar ve bir asır kadar bağımsız olmuşlardı. Lusitanya'nın güney kısmı ise, Müslümanların elinde kalmış ve Batı Endülüs Eyaleti olarak tanınmıştır. Mülukü't-Tavaif döneminde bölgeye Eftasiler hakim olmuş ve Batalyevs (Badajoz) merkezli emirlik, zamanla peyderpey Hıristiyanların eline geçmişti. Bunda rol oynayan önemli isim, Kastilya kralı I.Fernando idi.


Fernando, son parçasını 456 (1064) tarihinde ele geçirdiği bölgeyi, Duero nehrinin döküldüğü yerdeki Porto Calle'den türetilen "Portugal" adıyla ve Kulumriye merkezli müstakil bir eyalet haline getirmiş, başına da (İslam kaynaklarında Şeşnend adıyla geçen) Müsta'rib veziri Kont Sesnendo Dafides'i atamıştı. Fernando'nun, ölümünden az evvel oğlu Garcia'ya bıraktığı eyalet, Galicia krallığına katılmıştı. Bu arada bölge halkı Lusitanyalılar veya Portekiz Hıristiyanları, sosyolojik özellikleriyle lspanyalılardan biraz farklılık arz eden bir milletti. Galicia kralı Garcia'ya karşı bağımsızlık ayaklanması yapmışlar (567 /1071), ancak başarılı olamayınca uzun yıllar Kastilya-Galicia'ya bağlı yaşamışlardı. Murabıtlar, Endülüs' e geçip Hıristiyanları Zellaka'da yendikten (12 Receb 479 /23 Ekim 1086) sonra bölgeyi geri aldılar. Ancak, Fransa'dan gelerek VI.Alfonso'nun hizmetine giren Kont Ramon, Portekiz'in şehirleri Şentere, Şenterin ve Üşbune'yi işgal edince Alfonso tarafından bölgenin idarecisi olarak atandı. Alfonso Raimundez zamanında Kont Ramon öldüğünde (487/1094) yerine amcasının oğlu Kont Henri de Loren geçti ve ülkeyi Kastilya'ya tabi olarak yönetti. Hanımı Teresa, VII.Alfonso'nun teyzesiydi. Kendisini kraliçe olarak nitelendiriyordu. Onun zamanında kontluğun başşehri Kulumriye olduğu için kontluk idarecilerine İslam kaynaklarında 'Sahi-bü Kulumriye' denmiştir. 1109 tarihinde artık Portekiz krallığı, ismen ve şeklen Kastilya krallığına bağlı görünüyor ancak bağımsız duruma da gelmiş oluyordu.

Kraliçe Teresa, ülkesinin topraklarını Müslümanlar aleyhine olarak genişletmeye de muvaffak oldu. Ancak, 1117 tarihinde Murabıtlar'ın Junyo'ya girmelerine engel olamadı. Çetin geçen savaştan sonra Murabıtlar, diğer bölgelere gitmek zorunda kaldıkları için şehri ellerinde tutamadılar. Bu arada, ülkede kraliçenin yönetiminden hoşnut olmayan halkın ileri gelenleri Teresa'nın oğlu etrafında toplandılar. Ana-oğul arasında çıkan savaşı kraliçe kaybedince ülkeden sürüldü ve yerine oğlu Alfonso Henriquez kral oldu (522/1128).



Yeni kral Kastilya bağımlılığını kabul etmediğini ilan etti. Bunun üzerine VII.Alfonso ile aralarında güney Galicia'da uzun süren savaşlar cereyan etti. Sonunda kral, Kastilya'ya karşı Navar ile ittifak kurdu. Kastilya Navar'a saldırınca Alfonso da Galicia bölgesine girerek zafer kazandı. Ancak, Murabıtlar'ın gelişiyle geri çekildi. Murabıtlar gidince tekrar girdi, bu kez feci bir yenilgiye uğradı, kendisi de yaralandı. Bu ortamda papazların da tavassutuyla Kastilya ile anlaşma yaptı (533/1138). 1143 tarihinde ise, Alfonso Henriquez büyük bir adım atarak krallığını ilan etti. Kraliyet meclisini toplayarak eşraf ve din adamlarının huzurunda piskoposun elinden taç giydi ve meclis kendisine 'kral' lakabını uygun gördü. Bundan sonra Portekiz krallığı Alfonso'nun erkek neslinden krallarla veraset usulüyle idare edilecekti. Aynı mecliste önemli idari, adli düzenlemelere dair kanunlar da çıkartıldı. Böylece, yeni krallık küçük bir kontluktan bu günlere geldi ve bundan sonra ise Hıristiyanlar ile Müslümanlar arasındaki savaşta yeni bir güç olarak yerini aldı.

 


Endülüs ile İspanya Krallıkları Arasındaki Çatışmada Endülüslü Hıristiyanların Rolleri


İberya Yarımadası'nda Müslümanlar ile Hıristiyan İspanya devletleri arasında cereyan eden hakimiyet mücadelesine, Endülüs vatandaşı olan veya vatandaşken daha sonra kuzeye İspanyol hakimiyetindeki bölgelere göç eden "Endülüs Hıristiyanları" (Nasara'l-Endelüs, Müahidun, Müsta'ribun, Müsta'ribler) pek çok kez taraf olmuşlardı. Doğal olarak din kardeşlerinin safında yer alıyorlar fakat böyle yaptıklarında göç etmiş olanlar vefasızlık, vatandaş olanlar ise Endülüs devletiyle olan zimmet akdini bozarak hain oluyorlardı.


Endülüs Devletinin ilk dönemlerinde, Müslümanlar içerisinde huzurlu bir hayat yaşarken kuzeye Hıristiyan idaresindeki bölgelere göç eden Endülüs Hıristiyanları olmuştu. Bunun sebebi olarak, onların Müslümanlardan baskı ve sıkıntı görmelerini göstermeye çalışan yazarlar olmuşsa da, E. Levi Provençal gibi Endülüs araştırmalarının önde gelen isimlerinin de tespitleri doğrultusunda, bu tür iddiaların doğru olmadığı anlaşılmıştır. Nitekim, fethin akabinde Endülüs'ten göç edenlerin ekserisi Müslümanların müsamaha ve adaletli yönetimleri hususunda mutmain olduktan sonra yurtlarına geri dönmüşlerdir.


Daha sonraki asırlarda da Endülüs'ten kuzeye Hıristiyan göçleri görülmüştür. Bu göçmenlerin bazılarının amacı, sadece Hıristiyanların yerleştiği ve Gayri Müslim bir idareye sahip bölgede oturmaktı. İslami idare altında dini gereklerini yerine getirmede hür bırakılmalarına rağmen bu yönde hareket etmeleri, herhalde onların birer mutaassıp dindar olmalarıyla izah edilebilir. Nitekim, Hıristiyan İspanya topraklarında inşa edilen büyük kiliselerin büyük bir kısmının Endülüs göçmenlerinin öncülüğünde yapılmış olması bu fikri destekler mahiyettedir. Bu kiliselere örnek ise Sahagun, San Miguel de Escalada ve San Martin de Castaneda kiliseleridir. Ayrıca, bazı Leon ve Kastilya vesikalarında Malik, Hişam ve Hilal gibi Arap isimli rahiplere de rastlanmaktadır.


Kuzeye göç eden Hıristiyanların diğer bir kısmı da kendiliklerinden değil, tehcir siyaseti neticesi bu duruma düşmüşlerdir. Tehcir siyaseti ise, yerli Hıristiyanların devlete karşı hıyanet ve isyan içine düşmeleri sebebiyle uygulanmıştır. Endülüs'te ne zaman bir büyük fitne-iç kargaşa dönemi yaşansa, sükunetin sağlanmasının hemen ardından devlet eliyle genellikle kuzeye bir Hıristiyan tehciri yapıldığı görülmektedir.


Göçlerin bir diğer nedeni de, Hıristiyan kralların Müslümanlardan aldıkları ve savaş sebebiyle tahrip olmuş şehirlerin imarı için, ayrıca Endülüslü Hıristiyanların Müslümanlardan kazandıkları görgü ve medeniyet birikimlerinden istifade etmek için yapmış oldukları teşvikler olsa gerektir. Bu konuda Endülüslü Hıristiyanlar, krallardan pekçok ayrıcalık ve ikram vaat eden mektuplar alıyorlardı. Nitekim, bu davetlere icabetle göç eden Müsta'riblerden kale, siper ve hatta sağlam şehir yapımında istifade edildiği bilinmektedir.


Endülüslü Hıristiyanların, konumlarını değerlendirerek kendi komşuları ve hamileri durumundaki Müslümanlara karşı işledikleri en büyük cürüm, şüphesiz zaman zaman girişmiş oldukları hıyanet ve isyan hareketleri olsa gerektir. İspanyalıların herhangi bir Endülüs şehrini kuşatmaları esnasında düşmana bilgi sızdırmak ve klavuzluk etmek hatta, Müslümanların durumlarını ümitsiz gördükleri zamanlarda kale içerisinde isyan hareketi gerçekleştirmek gibi hareketleriyle Müslümanları çok zor duruma düşürdükleri zamanlar olmuştur. Mesela, 330 (942) tarihinde Leonluların Tuleytula saldırıları sırasında düşmana açıktan yardım etmişler, savaşta pekçok Müslümanın ölmesine sebep olmuşlar, ancak sonuçta Müslümanların galip gelmesiyle hayatlarından da olmuşlardı. Yine benzer bir isyan örneği, Murabıtlar döneminde Aragonlular ile yapılan Gırnata savaşları esnasında yaşanmış ve sonuçta Gırnatalı Hıristiyanlar ölüme değil de tehcire tabi tutulmuşlardı.


1120 tarihinde gerçekleşen Ketunde yenilgisi, Endülüs'ün istikbali açısından büyük bir felaket ve Murabıtlar için ise bir askeri güç zaafının başlangıç göstergesi olmuştu. Nitekim, durumu farkeden Müsta'rib Gırnata Hıristiyanları, Murabıtlar'a karşı isyana cesaret edebildiler. I.Alfonso'nun başarısından sonra kendisine mektuplar göndererek Murabıtlar'ın Endülüs'teki başkentleri olan Gırnata'yı işgal etmeye teşvik ve davet ettiler. İçlerinden 12 bin erkeğin isminin geçtiği mektuplarında Müslümanlara karşı yapılacak savaşa bedeni ve mali her çeşit katkıyı yapmaya hazır olduklarını yazdılar. Bu davete dayanarak Alfonso, 25 bin kişilik ordusuyla 519 yılının Şaban ayında (Eylül 1125) Sarakusta' dan hareketle önce doğuya, ardından güneye yöneldi. Belensiye içlerine kadar girdi ve geçtiği her yeri tahrip etti. Yürüyüşü esnasında kendisini işgale çağıran Endülüslü Hıristiyanların katılımlarıyla ordusunun adedi sürekli artmaktaydı. Bu Hıristiyanlar aynı zamanda Alfonso'ya Müslümanların sırlarını ve zayıf noktalarını da ifşa ediyorlardı (26 Zilhicce 520/12 Ocak 1127). Ancak, Alfonso'nun harekatı neticesiz kaldı.



Alfonso'nun giriştiği bu harekatta Endülüslü Hıristiyanların rolünün büyük olduğu kaynaklardan anlaşılmaktadır. İspanya'nın fethinin ilk yıllarından itibaren Müslüman hükumetlerden adaletli ve güzel muamele görmelerine rağmen, devlet ile olan zimmi antlaşmalarını bozmuşlar, isyan etmişler ve böylelikle artık Müslümanlar için gizli değil açık bir tehlike timsali haline gelmişlerdi. Artık onlar Müslümanlar ile savaşma ve İspanya Hıristiyanlarını Endülüs' e saldırtma hususunda her fırsatı değerlendirir olmuşlardı. Bu duruma kesin bir çare arayan Müslümanlar, içlerinden bir heyeti Merakeş'e Hükümdar Ali'nin yanına gönderdiler. Gırnata Kadısı Ebu'l-Velid İbn Rüşd liderliğindeki heyet, boğazı geçerek Ali'ye geldi. Endülüslü Hıristiyanların yaptıklarını kendisine anlattılar. Yapılan durum değerlendirmesi sonunda İbn Rüşd, Gırnata Hıristiyanlarının sürgün edilmesi yönünde fetva verdi. Ali de bu fetva ile amel ederek onları Mağrib şehirlerine sürgün ettirdi (521/1127). Bir diğer örnekte ise, 1125 yılında yine Aragon kralı I.Alfonso'nun bu kez Belensiye'ye yaptığı saldırı sırasında Müsta'ribler düşmana klavuzluk etmişti. Bu konudaki örnekler ilk dönemlerden son zamanlara kadar aralıklarla görülmüştür.


Şimdiye kadar belirlenen olumsuz durumlar ve örneklere karşın, Endülüs Hıristiyanları Müsta'rib topluluklar içerisinde Müslümanların kendilerine gösterdiği güzel muameleye sevgi ve vefa ile mukabele edenler de yok değildi. Mesela, VI.Alfonso'nun veziri olan Müsta'rib Sisnando, Tuleytula'nın işgali sırasında (478/1085) Müslümanlara iyi davranmıştır. Daha evvel kuzeye göçmüş bulunan bazı Müsta'rib topluluklar, Murabıtlar'ın çökmesi ve Muvahhidler'in Endülüs'e hakim olmasından sonra Müslümanların hoşgörüsüne sığınarak Endülüs'teki yurtlarına geri dönmüşlerdir. Kendileri Müslümanlardan iyi muamele görmüşler ve Tacu vadisine yerleştirilmişlerdir. Bunlardan bazıları kendiliklerinden İslam'a girmişler, ancak 897 (1492) tarihinde Endülüs'te İslam hakimiyeti sona erdiğinde pek çoğu eski dinlerine geri dönmüşlerdir.


Hıristiyan Dünyasında Endülüs'e Karşı Haçlı Düşüncesinin Doğuşu ve Saldırıların Başlaması


Haçlı savaşları ya da Haçlı seferleri tarihinin pek bilinmeyen ve ilk cephesi Reconquista ya da "İberya Haçlı seferleri" (Iberian crusade) adı altında Avrupa Hıristiyanlarının saldırılarına maruz kalan Endülüs'tür. Daha Endülüs'ün fethinin ilk yıllarında, fatihlerin Avrupa üzerinden başkentleri Dımaşk'a ulaşma niyetleri ve bunu açığa çıkaran güney Fransa akınları karşısında Avrupalı Hıristiyanların kendileri üzerine gelen büyük bir güce karşı koyma düşüncesini geliştirmelerine sebep olmuştur.


Tam burada İslam-Avrupa mücadelesi tarihinin satır başlarını bilmek, Endülüs'e karşı uygulanan Reconquista'nın mahiyetinin kavranması açısından çok önemlidir. Bu konuda Bernard Lewis'in şu tespitleri adeta bir özet niteliğindedir:


"Kabaca bin yıl boyunca yani, Müslüman orduların VII. yüzyıl başlarında Doğu Akdeniz'deki Hıristiyan topraklarına yönelik ilk fetih hareketinden, Türk ordularının 1683 yılında ikinci ve son kez Viyana surları önünden geri çekilmesine değin geçen sürede Hıristiyanlık alemi İslamiyet'in sürekli ve yakın tehdidi altında yaşadı. İlk islami yayılma, büyük ölçüde Hıristiyanların zararına gelişti: Suriye, Filistin, Mısır ve Kuzey Afrika bütünüyle Hıristiyan Bizans'ın hakimiyetinde bulunan, fakat halkının ekseriyeti putperest olan ülkelerdi. Bu süreçte toprakları fetihçi İslam ordularının eline geçerken, halkları da fatihlerin savaşçı dininin safında yer aldı.


Müslüman ilerleyişi yalnız bir kez değil, üç kez Avrupa içlerine kadar sürdü. Avrupa'ya yönelik Müslüman yayılmasının birinci dalgası VIII. yüzyılın ilk yıllarında başladı ve bir süre için İspanya, Portekiz, güney İtalya ve hatta Fransa'nın bazı kesimlerini girdabı içine aldı (Endülüs-Sicilya). Batı Avrupa topraklarındaki son Müslüman devletin yenilgiye uğratılıp yok edildiği 1492'ye değin de etkisi sürdü. İkinci dalga ise, Rusya ve Doğu Avrupa'nın büyük bir bölümü üzerinde egemenlik kurmuş olan Altınordu Moğollarının lslamiyet'i kabul etmesi ve Moskova ile öteki Rus prensliklerini Müslüman bir efendinin hükümdarlığını tanımak zorunda bırakmasıyla Doğu Avrupa'yı vurdu. Bu durum Hıristiyanların bir yeniden fetih (Reconquista) hareketine girişmesine ve Müslümanlaşmış Tatarlar'ın Rusya'dan çekilmesine yol açan uzun ve amansız bir mücadeleyle son buldu. Üçüncü dalganın başını çeken Selçuklu ve ardından Osmanlı Türkleri, Bizans lmparatorluğu'ndan Anadolu'yu aldıktan sonra Avrupa'ya geçtiler ve Balkan Yarımadasında kudretli bir imparatorluk kurdular. Bu ilerleme sürecinde Türk orduları Konstantinopolis'i ele geçirir ve Viyana'yı iki kez kuşatırken, Berberi korsanların gemileri denizdeki cihadı Britanya Adaları'na ve hatta bir keresinde lzlanda'ya kadar taşıdılar. iki din ve iki uygarlık arasında gerçek dönüm noktası, İkinci Viyana Kuşatması ve yenilgiye uğrayan Osmanlı kuvvetlerinin geri çekilmesi oldu. Avrupa'ya yönelik Müslüman tehdidi, askeri ve dini olmak üzere iki yönlü, yani fethe ve din değiştirmeye dönük bir tehditti.



Bu bilgiler ışığında şöyle bir sonuca varılabilir. Orta ve Yeniçağlarda Müslüman milletlerin Avrupa'yı fetih ülküsüyle ulaştıkları 4 durak olmuştur: 1. Paris (Endülüslüler 732), 2. Roma (Ağlebiler 846), 3. Viyana (Osmanlılar 1529, 1683), 4. Moskova (Altın Ordalılar 1480).


Bir dünya haritasında bu dört kentten aşağıya doğru o çağlarda İslam dünyasının yayıldığı Endülüs'ten Hindistan'a kadar geniş coğrafyaya bakıldığında, bu coğrafyanın kabaca büyük bir hilali andırdığı, bu hilalin ucunda ya da kıskacı arasında ise Avrupa'nın sadece orta kısmının kaldığı götülecektir. Yani, Avrupa tam bir hilal kıskacına alınmıştı. Fakat ilahi güç o hilalin dolunay olmasına, bir başka deyişle hilalin haçı yutmasına izin vermemiştir. İslam fetihleriyle ele geçirilen Hıristiyan topraklarını Müslümanlardan geri alma yani Reconquista fikri, daha Bizansın ilk döneminde doğmuş ve uygulanmaya çalışılmıştır. Ancak, Müslümanların Orta ve Yeniçağlarda dünya çapında bir siyasi-medeni üstünlüğe sahip olmalarıyla bu Reconquista fikri pek uygulama alanı bulamadı. Aksine, Müslümanların Bizans-Avrupa üzerine fetih yürüyüşü hızla ve asırlar boyunca devam etti. Ne zaman ki, Müslüman devletler Hıristiyanlara göre genel olarak bir güç zaafı göstermeye başladı, işte böylesi zamanlarda Hıristiyanlar, Reconquista ideallerini gerçekleştirmek için harekete geçmişlerdir. XX. Yüzyıla gelindiğinde ise, bu hareketin sadece Anadolu dışında nerdeyse tamamen başarıya ulaştırılmış olduğunu görüyoruz. Nasıl mı? Yukarıda verdiğimiz bilgilere göre, Müslümanların Hıristiyanlardan almış olduğu 5 bölgeyi (1. Suriye-Filistin-Kuzey Afrika, 2.   İberya Yarımadası/Endülüs, 3. Güney Avrupa/Sicilya-Roma, Anadolu-Viyana, 5. Karadeniz'in Kuzey Bölgesi-Moskova) tek tek ele alırsak, sorunun cevabını bulabiliriz.


Bu 5 bölgeden birincisi İngiliz-Fransız Reconquistasıyla (fiili işgaller ve İsrail'in kurulmasıyla, daha sonra ise bugünkü modern işgal tarzıyla), ikinci bölge İspanyol-Portekizli­Frank Reconquistasıyla, üçüncüsü Narman-İtalyan Reconquistasıyla, dördüncüsü Anadolu'ya kadar Birleşik Avrupa Haçlı Reconquistasıyla, beşincisi ise Rus Reconquistasıyla Müslümanlardan geri alındı. Şimdi sadece dördüncü bölgenin ikinci ayağı yani Anadolu kalmış durumdadır. Ancak, Anadolu da kültürel-ekonomik sömürüye maruz kalarak modern işgal altındadır. Acaba Batılılar bununla yetinirler mi? Ya da Orta-Yeniçağlardaki durumlarını unuturlar mı? Yani, o çağlarda olduğu gibi yeniden yükselecek ve doğal olarak da Batı'ya yönelecek bir İslam ilerleyişi fikri Batılıların, en azından aydın ve yönetici kesimin zihninde hep varolmuş ve varolmaya devam edecektir. Bunun sebeplerini onların tarihlerinde aramak gerekmektedir.



Reconquistanın bugününden Endülüs' teki tarihine tekrar dönelim. Bazı araştırmacılara göre, Reconquista hareketi daha ilk başladığı anda bir haçlı savaşı karakteri taşımaktaydı. Çünkü, 718 yılında bu hareketi gizlice, 740 yıllarından itibaren de Endülüs topraklarını işgal ederek başlatanlar Müslümanlara karşı Hırsitiyanlığın müdafaası uğrunda kutsal bir savaş verdikleri bilinci içindeydiler. Aynı fikrin izlerine eski Hıristiyan kroniklerinde de rastlamak mümkündür. Bu kroniklerde, Reconquista'nın ilk başlatıcıları "mütecaviz düşmanı İspanya'dan sürme ve ülkeyi tekrar eski Hıristiyan kimliğiyle restore etme mücadelesi veren savaşçılar" olarak nitelendirilmektedirler. Diğer yandan, İspanya'da Endülüs'e karşı Hıristiyan direnişi başlatanların daha çok Basklılar olduğu ve onların da bunu dini duygularla değil haşin karakterli ve bağımsızlıklarına düşkün, bir otorite altında yaşamaya alışmamış olmaları sebebiyle yaptıkları da iddia edilmektedir.



İslamiyet'in ilk fetih hamlesi, doğal çevre şartları gereği önce Bizans ve Pers İmparatorluğu üzerine, daha sonra batıda İspanya ve Frankların ülkesine yönelmişti. İslam-Hıristiyanlık karşılaşmasının bu ilk aşamasında (VII.-VIII.IX. yüzyıllar) asli varlığını büyütmek, yeni benimsediği davasını yeryüzüne yaymak ve komşu devletlerden gelebilecek tehditlerden emin olmak amacıyla yapılan İslam fetihlerinin gösterdiği gibi, baskın taraf genellikle Müslümanlardı. Buna karşı Hıristiyan dünyası ise savunma pozisyonundaydı. Her ne kadar V./XI. yüzyılın ikinci yarılarına kadar Hıristiyan dünyasında Müslümanlara karşı toptan bir haçlı seferi düşüncesi olmadığı kanaati yaygınsa da, Hz. Muhammed'ten hemen sonra başlayan İslam fetihlerinin yöneldiği Hıristiyan bölgelerinin tarihi İslam-Bizans ve İslam-Avrupa ekseninde kronolojik olarak incelendiğinde, bu düşüncenin ilk İslam-Bizans mücadelesi dönemlerine kadar uzandığı görülür. Nitekim, Suriye'nin kuzey kesimini Müslümanlardan geri alan Nikephoros Phokas'ın (963-969) Müslüman cihadının gücünü kavradığı ve Hıristiyanlıkta da buna denk bir şeyin olmasını arzuladığı bilinmektedir.



Bizans'tan ziyade, bir Hıristiyan kutsal savaşı düşüncesi Batı Hıristiyan aleminde daha olumlu bir yankı uyandırdı. Roma ve Ostia'ya karşı Tunus merkezli Ağlebiler tarafından 846 yılında bir baskın gerçekleştirildi. Aslında, Müslümanlar Sicilya'nın fethine 827 yılında Ağlebiler'in bayrağı altında başlamışlardı. Fakat, hareket Kayrevan'da dinamik bir idarenin olmaması ve Hıristiyanların sıkı bir şekilde direnmeleri sebebiyle yavaş ilerliyordu. 846 yılında Müslümanlar Sicilya'nın bir kısmına hakim durumdayken, güney İtalya'dan ana karaya saldırdılar ve Ostia'yı ele geçirerek Roma kalesi önlerinde göründüler. Fakat, fiziki şartlar uygunsuz olduğu için geri çekildiler. Takip eden yıllarda Romayı tekrar kuşattılar, fakat ele geçiremediler. Müslümanlar, her ne kadar güney İtalya'nın hiçbir bölgesini kalıcı olarak kontrollerine alamamışlarsa da, burası için IX-X. yüzyıllarda sürekli bir taciz ve saldırı kaynağı oldular. Ana karadan sadece birkaç mil genişlikteki Messina Boğazı ile ayrılan Sicilya' dan başka, İslam medeniyeti İtalya'da hiçbir iz bırakmadı.



Ağlebiler'in Roma kuşatmasının ardından Fransa'da bir sinod toplandı ve Hz. lsa'nın düşmanlarına karşı savaşmak üzere Franklar'ın önderliğinde birleşik bir Hırstiyan ordusu oluşturmaları için Hıristiyan aleminin krallarına yönelik bir çağrı kararı alındı. Papa IV.Leo (847-855), belki de Müslüman düşüncesinden etkilenerek, böyle bir savaşta ölecek olan herkese cennet vaadinde bulundu. Birkaç onyıl sonra Papa VIII.John (872-882),86 piskoposların bir başvurusuna cevap verirken, Tanrının kutsal kilisesini, Hıristiyan devlet ve dinini savunma uğruna çarpışanlara ve putperest kafirlere karşı zahmetli mücadele sırasında ölenlere günahlarını bağışlama sözü verdi. Avrupa Hıristiyanlığında bu türden çağrılara tepki yavaş gelişti. Doğu'da Bizans'ın başarılarından sonra Endülüs'te Tuleytula'nın (1085), peşinden Sicilya'nın (1091) geri alınması, Hıristiyan alemini Müslümanlara karşı cesaretlendiren ve Doğu-Batı denkleminde tarihi dönüşümü hızlandıran temel taşlarını teşkil etmiştir. Özellikle Endülüs'e karşı gerçekleştirilenden başka, diğer İslam ülkelerine karşı büyük seferler, ancak V./XI. yüzyılın ikinci yarısında başladı. Dönemin Müslüman tarihçilerinin "Franklar" kelimesiyle ifade ettiği Haçlılar tabiri, Doğu'da ilk kez Osmanlılar tarafından Fransızca "Croisades" kelimesinin karşılığı olarak "Ehl-i Salib", Araplar tarafından da "es-Salibiy­ yün" şeklinde kullanılmaya başlanmıştır. Endülüs'tekinden sonra başlayan ve bugün bilinen şekliyle "Haçlılar" kavramı, XI. yüzyılın sonlarında Avrupa dünyasının "Kudüs'ü kurtarma" sloganıyla, Türkler'i Anadolu'dan atmak ve bütün Ortadoğu'yu ele geçirmek için başlattığı siyasi amaçlı askeri harekata katılanlara verilen addır. Haçlı seferlerine katılanlara, giysilerinin üstünde haç işareti taşıdıkları için bu ad verilmiştir. 1096 yılında başlayan Doğu Haçlı seferleri, 1291 yılında Latin Hıristiyanların Doğu'da son merkezi olan Akka'dan çıkarılmasına kadar süren yaklaşık iki yüzyıllık bir dönemi kapsar. Bu dönem içinde dokuz büyük sefer yapılmış, bunlar arasında bazı küçük girişimler de olmuştur. Daha sonra Türk-İslam dünyasına karşı yapılan bütün savaşlar da Haçlı seferleri olarak değerlendirilmiştir. Batı dünyası, Haçlı seferlerinin asıl etkeninin dini unsurlar olduğu kanaatindedir. Halbuki, Ortaçağ Avrupa toplumunu bu seferlere zorlayan unsurlar aslında siyasi, toplumsal ve ekonomik sebeplerdir.


III./IX. ve IV./X. Yüzyıllara kadar İspanyalıların diğer Hıristiyan ülkelerle pek ilişkileri mevcut değildi. Ancak, bu yüzyıllarda Pireneler bölgesi ve Leon krallığı içindeki bazı gelişmeler, İspanyalıların izolasyonunu kırdı ve ilişkiler başladı. Bunda temel etken, 830 veya 835 yılında Şente Yakub'ta (Santiago) Aziz Yakup'un türbesinin bulunması ve buranın kısa süre içinde bütün Hıristiyan dünyada meşhur olmasıydı. Şente Yakub'a gelip giden hacılar sebebiyle yollar yapılmış ve İspanyalıların toprakları mamur hale gelmişti. Yani, uydurulmuş kutsal hac mahalli, Avrupa Hıristiyanlarına Endülüs/İspanya topraklarının İslam fethinden önce bir Hıristiyan toprağı olduğu, dolayısıyla onlardan geri alınması gerektiği inancını aşılamış ve bu inancı canlı tutmuş, adeta Reconquista'nın manevi ateşleyicisi, dinamizm kaynağı olmuştur. Özellikle Fransa içlerinden gelen bu tür hacılarla İspanyalıların artan temasları, içlerinde Endülüs Müslümanlarına karşı Reconquista duygularını geliştirmişti. Özellikle mezkür mezarın bulunduğu Liyon kentinin 990 yıllarında birkaç kez Hacib el-Mansür tarafından fethedilmiş olması, bu tür hislerin oluşumunda etkili olmuş olsa gerektir. Şente Yakub'a Avrupa'nın her yanından gelen hacılar vasıtasıyla İspanyol Reconquista hareketine dair haberler Fransa ve diğer Hıristiyan ülkelere yayılıyor ve oralarda sevinç meydana getiriyordu. Doğal olarak bu durum İspanya kralları içindeki Reconquista ateşinin parlamasına yarıyordu.


Tam burada, Batılıların Anadolu Reconquistası idealini gerçekleştirme planları çerçevesinde uydurulduğunu düşündüğümüz Meryem Ana Kilisesi'ne gönderme yapmak yerinde olacaktır sanıyoruz. Aynen İspanyol Reconquistasında olduğu gibi, bu kilisenin de bir Hıristiyan hac yeri olduğu fikri zihinlere yerleştirilmiş, Efes'e bu kiliseyi ziyarete Avrupa'nın her yanından Hıristiyanlar gelmeye başlamış ve devam etmektedir. Böylelikle, Anadolu topraklarının aslında bir Hıristiyan ülkesi olduğu ve dolayısıyla Müslüman Türkler'den geri alınması gerektiği fikri canlı tutulmaya çalışılmaktadır. Endülüs'te o mezarın ortaya çıkarılmasından sonra 250 yıl kadar bir zaman zarfında Endülüs topraklarının çoğu kaybedilmişti. Batı'nın kültürel-ekonomik işgali altında bulunan Anadolu'da ise, eğer milli bir tavır geliştirilerek hakim güç olması ve bu topraklara sahip olması gerçekleştirilemezse, bugünden on yıllar sonra veya bir-iki asır içerisinde ne gibi tarihi olayların gelişebileceğini kestirmek zor olmasa gerektir.


İspanyalıların diğer Hıristiyan ülkelerle bağlantısını sağlayan başka bir etken de, Fransız kontluklarıyla Hıristiyan İspanya devletleri arasında yoğunlaşan karşılıklı evliliklerdi.


Özellikle Barselona Borrell kontları (940-1035) Fransız Auvergne, Carcassonne ve Gascony kontlarının kızlarıyla evlenmişlerdi. V./XI. yüzyılda bu tür evlilikler ilk kez Pireneler'in aşağılarına Aragon'a da yayıldı. Oradan da Liyon bölgesine yayılmasıyla birlikte ticaret, hacılık, dostluk ve vassallik gibi sebeplerle karşılıklı geliş gidişler artış gösterdi. Bu tür etkenler, bütün kuzeyli soylu hanedanlar arasındaki ilişkileri ilerlettiği gibi, ortak düşmanlarına karşı ittifak hareketlerini de gündeme getirmişti. Bu yolla güneyli ve kuzeyli Fransız kontlar, diğer baronlar ve şövalyeler gibi Reconquista hareketini gördüler ve Endülüs Müslümanlarına karşı savaşmak için İspanya krallarının yardımına gelmeye başladılar.

Karşılıklı evliliklerden daha önemli olan şey ise, İspanya' da yayılmakta olan Benedict Tarikatı idi. 910 tarihinde Cluny'de Burgondian Manastırı'nda resmen faaliyete başlayan tarikat, yaklaşık 953 yıllarında Katalunya'ya ulaştı. 1025 yılından sonra ise Aragon, Navar ve Leon topraklarına yayıldı. Bunun anlamı, İspanyalı papazlarının Fransız manastırlarında yetiştirilmeleriydi. Papalığın tercihiyle İspanya' da görevlendirilen. Fransız din adamları ve onların İspanyol talebeleri vasıtasıyla İspanya manastırları Cluny'ye bağlandı. Bu manastırlar birkaç yılda bir bizzat Cluny başrahibi tarafından teftiş ediliyordu. Zamanla Cluny etkisi İspanyol manastırları dışına da yayıldı ve bazı büyük papazlarca benimsendi. Mesela, bazı papazlar piskoposluk görevine atanarak kilise yaşamı ve din eğitimi hakkında bir resmi genel reform açıklayarak uygulamaya soktular. Bu tür papazlara örnek, Bernard de Sedirac, Sahagun rahibi ve Tuleytula'nın işgalinden sonraki ilk başpiskoposu Bernard'tır. Clunylerin temel özelliği ise, papalığa bağlı olarak hareket etmeleriydi. Onlar, İspanya'da Roma Kilisesi'nin din-dünya görüşünü yayıyorlar, haçlı savaşlarına hem teşvikçi oluyor hem bizzat iştirak ediyorlardı.


Endülüs Emevileri'nin V./XI. yüzyıl başındaki çözülmelerinden sonra 1031 yılı itibarıyla ülkede Mülukü't-Tavaif'in oluşmasıyla, Müslümanlar artık eski güçlerini yitirmiş hale düştüler. Bunu gören Papalık, özellikle Papa IX.Leo (1049-1054) ile birlikte dikkatlerini Endülüs üzerine yoğunlaştırdı. Bu ilginin geri planında iki olgu vardı. Birisi, Müslümanlar tarafından fethedilen bütün Hıristiyan topraklarını geri almak için harekete geçme zamanının geldiği şeklindeki Papalığın inancı, diğeri Endülüs topraklarının mülkiyetinin Papalığa ait olduğu kanaatiydi. Zira, papaların iddiasına göre Roma İmparatoru Büyük Konstantinos (324-337) İspanya topraklarının tamamını Roma Kilisesi'ne bağışlamıştı. İşte bu kanaatlerle harekete geçen Papalık makamı, değişik tarihlerde çıkardığı fermanlar aracılığıyla Endülüs'ün geri alınmasının dini bir görev olduğunu vurgulayarak Avrupalı yöneticileri Reconquista'ya destek vermeye çağırmışlardır. Nitekim, Papalığın Hıristiyan İspanya krallarıyla ilişkilerindeki en belirgin özellik, onları kendilerine tabi hale getirmek ve diğer Hıristiyanlar ile birlikte Müslümanlara karşı haçlı savaşını ara vermeden sürdürmelerini sağlamaya çalışmak olmuştur.


Endülüslülerin birlikten uzaklaşmaları, şüphesiz İspanyalıların Reconquista düşüncesine canlılık kazandırdı ve Reconquista'nın ilk dönemi olan 718-1085 yılları arasında bazı başarılar elde ettiler. Leon-Kastilya kralı I.Fernando'nun (1037-1065) Aragon kralı l.Ramiro'ya (1035-1063) karşı kendisine tabi Endülüs Sarakusta Emiri Muktedir'e yardım amacıyla, oğlu Sancho ve komutanı Rodrigo Diaz komutasında sevk ettiği ordunun başarılı olması üzerine, Papalığın etkisiyle Aquitania, Burgunia, Norman ve Urgel kontlukları ile Katalanlar'dan oluşturulan bir ordu Pireneler'i aşarak Endülüs'ün Berbeştru (Barbastro) şehrini işgal etti (456/1064). Bundan bir yıl sonra Muktedir şehri geri aldıysa da, Hıristiyanların bu saldırısı Avrupalıların ilk Haçlı Seferi sayılmıştır. Bununla beraber, Levi-Provençal'ın tespitiyle Endülüs'e karşı ilk Haçlı hareketinin çok daha erken tarihlerde (408/1017) başladığını söylemek mümkündür. Çünkü, bu tarihte Burgonyalılar Endülüs topraklarına karşı saldırıya geçmişlerdir. Bu konuda kendisini destekleyen Titus Bruckhardt gibi Batılı araştırmacılar da vardır. Öyleyse, 1017 ile 1064 tarihinde gerçekleşen bu iki olayın ortasını bulmak gerekmektedir. 1017 tarihinde meydana geleni, sadece Burgundialılar tarafından yapıldığı için küçük çaplı bir sefer; 1064 yılındakini de beş grubun katılımıyla gerçekleştirilmesine bakarak birleşik büyük bir Avrupalı Haçlı seferi saymak mümkündür.


Papa II. Alexander (1061-1073) ile birlikte Avrupalılar, Gregorian Hareketi'nin bir parçası olarak bütün Akdeniz boyunca Avrupa topraklarının Müslümanlardan temizlenmesi düşüncesi ve ideali yani Akdeniz Reconquistası ile tanışmıştı. Bu ideali haklı göstermek için geliştirilen argümanlar arasında Hıristiyan topraklarının yeniden kazanılması, oralarda yaşayan Hıristiyan halkın Müslüman baskısından kurtarılması, üç yüzyıldır bir Müslüman gölü haline getirilmiş olan Akdeniz kıyılarındaki Berşelune'den Bari'ye kadar Avrupa şehirlerine karşı Müslümanların yaptıkları yağma ve tahrip amaçlı akınların önlenmesi ve en önemlisi de bütün İberya Yarımadası'nın Müslümanlardan geri alınması fikri vardı. Papa II. Alexander bir yandan da Müslümanları Sicilya' dan çıkartmaları için Normanlar'ı kışkırtıyordu. Geleceğin papaları ise, haçlı savaşını Orta Doğu ve Afrika'ya kadar yayacaklardır.


I. Alexander ve halefleri, özellikle İspanya'yı Hıristiyanlar ile Müslümanlar arasında bir kutsal savaş alanı olarak görüyorlardı. Alexander zamanından itibaren İslam dünyasına karşı Endülüs'ten başlayan seferler (1064, 1085), Haçlı Seferlerinin ilk örneklerini teşkil etmektedir. Bu tür gelişmeler, Müslümanların siyasi' durumlarının iyice kötüye gitmesiyle birlikte Hıristiyanların Müslümanlara karşı cesaretlenmelerine ve sonuçta büyük bir Haçlı ordusunun Endülüs'te Tuleytula'yı ele geçirmesinden sonra Reconquista hareketinin hız kazanmasına sebep oldu.


Bu gerekçelerle Hıristiyan dünyayı Müslümanlara karşı harekete geçirecek motivasyon unsurları ise, üç yüz elli yıldır güney Fransa ve aşağılarında Müslümanlara karşı mücadele veren Fransızların benimsemiş oldukları, "kafirlere karşı savaş" fikri ile Hıristiyanlığa hizmet aşkı, Hıristiyanların kendilerini savunması ve özgürlük fikri, Haçlı seferlerine katılanlara sağlanacak maddi manevi ayrıcalıklar, toplumlar arası dostluklar ve Hıristiyanlık dayanışmasıydı. Bundan dolayı, ilk Haçlılar Endülüs Müslümanlarına karşı savaşmış olan Fransızlar idi denebilir. Nitekim, Müslüman tehdidi karşısında devamlı endişe içinde bulunan Batı Avrupa dünyası, papalığın teşvikleriyle Endülüs Müslümanlarına karşı saldırı için fırsat kolluyordu. Fransa' da çok güçlü duruma gelmiş olan Cluny kilise organizasyonu ile papalık bu hareketi desteklerken, pekçok Frank şövalyesi de İspanya'daki seferlere katıldı. Papa Il.Urban (1088-1099), Tarrakune (Tarragona) Müslümanlarına karşı savaşmaları için Besalu, Ampurias, Rosellon ve Cardena kontlarına gönderdiği mektuplarda, Tanrı aşkı için bu keze katılacakların günahlarının affedileceği ve cennete girecekleri garantisi vermekteydi. V./XI. Yüzyılın ikinci yarısında artık müslümanlara karşı Avrupalıların kutsal savaşı havasına bürünen saldırılar, gittikçe daha fazla sayıda maceracı Frank şövalyesini İspanya'ya çekmekteydi. Bu uğurda İspanyalılara yardım için kalkan Frank kontları, Alfonso'nun yanında yer alarak Müslümanlara karşı yapılan savaşlara katıldılar. Bunlardan birisi Kont Ramon Burgoni, diğeri Ramon'un amcasının oğlu Kont Henri idi.

Tuleytula, İspanya Hıristiyanlarının Reconquista hareketinde en önemli hedefti. Çünkü, Vizigotlar'ın başkenti ve Endülüs' ün Kurtuba ile lşbiliye' den sonra üçüncü büyük şehriydi. Ayrıca, Hıristiyanların kuzeyden güneye doğru askeri ilerleme yapabilmeleri için gerekli stratejik imkanı sağlayan çok önemli coğrafi ve psikolojik bir hat sayılırdı. İşgal edilmesi için VI.Alfonso'ya adeta Endülüslü Müslümanların kendileri tarafından davetiye çıkarılmış ve yardım edilmiştir. 1075 senesinde şehirde karışıklık çıktığında, Emir Yahya el­ Kadir (1075-1085) şehirden kaçmış ve idare Eftasiler'e geçmişti. Yahya, tahtını tekrar elde edebilmek için Alfonso' dan yardım istedi. Mal ve toprak (Kuriye ve Zorita) karşılığında yapılan anlaşma uyarınca Alfonso Tuleytula'yı kuşattı ve Yahya 1082 yılında tahtına kavuştu. Ancak, kendisine karşı şehirdeki muhalefet yeniden nüksetti. Diğer yandan, Abbasiler ve Hudiler'e karşı da mücadeleye girmek zorunda kalan Yahya, bu zor durumdan kurtulabilmek için tekrar Alfonso'ya başvurdu. Belensiye'yi zaptetmesine yardım etmesi karşılığında Tuleytula'yı işgal etmesini önerdi. Bunun üzerine Alfonso, 1084 senesinde şehri kuşattı. Tuleytulalılar yaklaşık bir yıl direndiler. Bu arada Hıristiyan ordusuna diğer Endülüs emirlerince erzak yardımı yapılıyordu. Hiçbir yerden yardım alamayan halkın direnişi kırıldı ve 1 Safer 478 (28 Mayıs 1085) tarihinde kral şehre girdi.


Endülüs'ün birkaç önemli büyük şehrinden biri olan ve kuzeydeki savunma hattının en sağlam kalesi durumundaki Tuleytula'nın düşmesi Müslümanları paniğe düşürdü. Hıristiyan dünyada ise, müthiş bir sevinç ve Müslümanlara karşı büyük bir kendine güven duygusu meydana getirdi. Artık İberya Yarımadası'nda güç dengesi Hıristiyanlar lehine temelden değişti ve bu kayıp Hıristiyan İspanya-Avrupa devletlerinin, bir haçlı ruhu içerisinde birleşerek Müslümanlardan İspanya'yı geri alabilecekleri umutlarını gerçeğe dönüştürüyordu. Hatta, bu zaferlerinin coşkusu içinde Hıristiyanlar, Avrupa'dan Balkanlar'a doğru ilerleyerek Hıristiyan Bizans Devleti'ni iyice sona yaklaştırmış olan Türkler ile Kudüs merkezli İslam dünyasına karşı bile başarı elde edilebilecekleri düşüncesini geliştirdiler. Bu düşünceye zaten sahip bulunan Papalığın önderliği ve teşvikleriyle, Tuleytula işgali hareketinden sonra Endülüs Müslümanları üzerine yapılan Haçlı saldırıları yoğunlaştırılırken, diğer yandan da Orta Doğu'ya karşı Haçlı Seferleri düzenlenmeye başlandı. Bu arada, Papalık çıkardığı bir fermanla İspanya Hıristiyanlarını seferlere iştirak etmekten menetti. Çünkü, Papalığa göre İspanyalılar için öncelikle kendi yanlarındaki düşmanları Müslümanlara karşı kazanmaları gereken mukaddes bir savaş vardı. Günümüzden geçmişe bir göz atıldığında, Haçlı Seferleri sırasında yaşanan gelişmeler, daha sonraki Batı sömürgeciliği ile emperyalizminin ilk tohumları olarak kabul edilir. Sonuç olarak Tuleytula, 732 yılında gerçekleşen Poitiers savaşından sonra İslam-Avrupa mücadelesi tarihi içerisinde ikinci büyük dönüm noktası oldu.


Tuleytula' dan sonra hızla gelişen olaylar çerçevesinde Mülukü't-Tavaif döneminde hız kazanan ancak, Endülüslülerin Afrika'daki güçlü Murabıtlar'dan yardım istemeleri ve Yusuf b. Taşfin'in İspanyalıları bozguna uğratmasından sonra bir müddet duraksayan Reconquista hareketi, şuurlu ve planlı bir şekilde yürütülmüş ve uzun zaman içerisinde başarıya ulaştırılmıştır.



Reconquista

Endülüs'te Müslüman-Hıristiyan İlişkileri

Dr. LÜTFİ ŞEYBAN 


Gündelik Hayatımızda Yeme içme-5

 


Yoğurt, Ayran


Herodotos Iskitlerin yoğurdundan söz eder; büyük olasılıkla bu yoğurt, halen Balkanlarda ve Karadeniz’in kuzeyinde yapılan ve Türkiye’de de elden ele dolaşan kefir’dir. Kaşgarlı Mahmud’da yoğurt biçimiyle bulunur: “Ol  sirkeni yogurtka kattı.” Kaşgarlı’nın böyle bir cümleyi örnek vermesi, Kirake Hatun’un aktardığı Mevlana’nın yoğurt yiyişi hakkındaki bilgilerle birleşince anlam kazanır. Mevlana yirmi baş sarmısak dövdürüp yoğurda katar, içine bayat, küf tutmuş ekmek doğrardı. Hatun, “Ben bir parça ağzıma koydum, yoğurdun keskinliğinden derhal dilim kabardı,” der. Demschwam (1553’de) yoğurttan da hazzetmez: “Yoğurt onların baş yemeğidir. Hepsinin belindeki kuşakta bir kaşık sokulu, meşin bir torba (dağarcık) içinde köylere, kırlara yoğurt götürürler ve su katıp içerler. Başka milletten olanlar bunu içseler hasta olurlar. Ama Türklere hiçbir şey olmuyor.”


Yoğurda Anadolu’nun birçok bölgesinde katık denir. Yoğurdun cinsleri ve mutfaktaki yaygın kullanımı kadar (çorbasını, kurut, cacık ve çılbırı anımsatalım) yoğurttan yapılan ayran da ulusal içecek durumundadır. Kaşgarlı Mahmud’da ayran biçimi ile vardır, Çuvaşçası eryran’dır.


Süt ve yoğurt yakın yıllara kadar küçük üreticilerin seyyar satıcılığına bağlı kalmıştır; büyük şehirlerde önce sırıklarla, sonra üç tekerli bisikletlerle halen de kamyonetlerle süt satışı devam etmekte, evlerde yoğurt üretimi sürmektedir. Pastörize süt ve yoğurt üretimi 1957’de AOÇ’de başladı. Süt Endüstrisi Kurumu’nun 1933’de açmaya başladığı süttozu fabrikaları gıda sektörünün gelişimine katkıda bulundu. 1975’de süt, peynir, ayran üretimi yapmak üzere faaliyete geçen Pınar yılda 1600 ton yoğurt üretmekteydi.

Amerikalılar yalnız ‘kolayı bulmaları ve bütün dünyaya tanıtmaları ile dünya mutfak tarihine geçebilirler, Türklerinse (kullanımları farklılaşsa da belki Farslarla birlikte), Avrupa’ya tanıtan onlar olduğu için en iddialı olabilecekleri ürün yoğurttur. Ancak yoğurdun patenti olamadığı gibi, üretimi de Türklerin elinde değildir. Fransa’ya yoğurt I. François’nın (1494-1547) hastalığına deva olarak İstanbul’dan getirilmiştir. Krallarının depresyon olduğu anlaşılan hastalığına çare bulamayan doktorlar, İstanbul’da yoğurt kullanan ünlü bir Yahudi doktoru getirtmişlerdi ama yoğurt sonraki dört yüzyıl boyunca unutuldu. Avrupa’da yoghurt adıyla tanındı ve İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa ve Amerika’da süper marketlerde satılmaya başlandı. Bugün Türkiye’de bir Avrupa firmasının patentiyle meyveli, çikolatalı ve vanilyalı yoğurtlar satılıyor.



Boza


Farsça büze, Moğolca bodso biçimleriyle bilinen sözcüğün kökünün Soğd diline kadar uzandığı söylenir. “Meyhaneciden kefil istemişler, bozacıyı göstermiş,” sözünün de belirttiği gibi 16.-17. yüzyıllarda çok yaygın olan bozahanelerde satılan bozalar az çok sarhoşluk vermekte, çok yerde de içine esrar katılmaktadır. Ankara köylerinde sarhoş eden bozaya mırmınk denir. Evliya Çelebi bozacıları ‘esnaf-ı bozacıyan-ı mezmuran’ ve ‘esr tatlı bozacıyan’ olarak ayırmıştır; Evliya’ya göre, bozacılar “Pirimiz Sarı Saltuk Sultan’dır” dese de, pirleri Salsal Tatar’dır (Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, I. Kitap, s. 312). Ebussuûd fetvalarında acı ve tatlı boza ayrımı yapılsa da, çarşıdan boza alınması ve bozahaneye gidilmesi hoş görülmez: “Zeyd tatlı boza alıp, evine iletip kendi içip ve ehl ü iyâline içirse, dahi helâl olur mu?” sorusuna “Helâl hemen bu mu kaldı, bâri evinde pişirip, varıp müfsikadan almasa olmaz mı?” diye cevap verilir (M. Ertuğrul Düzdağ, Şeyhülislâm Ebussuûd Efendi Fetvaları) . Evliya Çelebi Ankara’da bozahaneye yanlışlıkla girdiğini anlatır: “Şu keçe kaplı küçük kapudan içeri girmiş ola, deyü hemân kapuyu açup içeri girdim. Meğer ne gördüm bozahâne imiş. Bu kadar paşalı ve bu kadar harbende ve harkeşân ve kimi çöğür ve kimi tambura çalup bir hây-hûy kim ta’bir ü tavsîf olunmaz. Hemân biri ‘Evliya Çelebi! Gel bir bozacığımız iç’ dedi. ‘Hay benim bozahâneye girdiğim gördüler’ deyü hicâbımdan yire geçdim. Hemân taşra çıkup...” (Evliya Çelebi Seyahatnamesi, II. Kitap, s. 227). Kapıların süvesine  ‘hasır’ asılması meyhane işareti olduğuna göre, Evliya’nın ‘keçe’si de aynı işlevi görüyor olmalıdır. Oysa Ankara meyhane ve bozahaneleri Çelebi’den önce 1589’da kapatılmış, yedi ay sonra gelen ikinci ferman üzerine “Ankara’da vaki olan bozacının küpleri ve çanakları kınlub bi’bkülliye ref’“ olunmuştu (Halit Ongan, Ankara'nın İki Numaralı Şer’iye Sicili, 1974).


İstanbul’da zamanında Kırım Tatarlarının bozasının ünlü olduğunu biliyoruz. 1567 yılına ait olup, Eyüp Sultan civarında “edilen münasebetsizliklerin men’i” hakkında verilen fermanda mahallede fahişelik, şürb-i hamr, zar ve satranç oynamakla birlikte “Tatar bozası işlenmesi” de şer’ile haklarından gelinmek için sebep sayılmıştır. 1768-74 Osmanlı-Rus Savaşı’nda Tatarlara kızan Ahmet Resmi Efendi, Tatarların tembelleşip zaafa düştüklerini, geleneksel içkileri olan bozayı bırakıp çay, kahve, afyona daldıklarını iddia eder. İstanbul’un Vefa bozası ise Balkan Savaşı sırasında Ermeni usûlü yerine Arnavut bozasıyla ününü kazanmıştır. Ankara’da da boza geleneği Akman bozası ile sürmektedir. İstanbul’un yerlisi bozayı dükkânda satarken Arnavutlar kış gecelerinde seyyar satardı. Seyyar bozacılar artık mani söylemeseler de, kış gecelerini şenletmeye, kimine göre de hüzünlendirmeye devam ediyorlar. Bozanın gece içilmesi Hızır’ın ab-ı hayatı olmasındandır, onun gibi bozanın da yeri gizlidir!



Esrar, Afyon, Uyuşturucular


“Halk arasında yitik kimseler dedikleri sayıya gelmez haşarat, beng yiyen pislerdir ki, durmadan macun ve gubari yerler. Yahut karapehlivan dedikleri murdarı tıkınırlar. Ondan sonra boş kuruntulara ve hayallere dalarlar. Bu aralıkta kimi kendilerinden geçmiş, sus pus dururlar; kimi kaşınırlar, tâ ki yalancı iştihaları gelir yetişir. Tatlılar ve yemekler düşünerek kolu kanadı birbirine girişir.” Gelibolulu Mustafa Ali 16. yüzyılda esrar kullananları böyle aşağılar.


Esrar, anavatanı Hindistan veya Orta Asya olan, bugün de dünya üretiminin yarısından fazlası Kazakistan ve Kırgızistan’da gerçekleştirilen ve hintkeneviri adıyla bilinen ‘cannabis sativa’dan yapılır. Kenevir Doğu kaynaklarında ilk kez 13. yüzyılda ilaç olarak geçer. Oysa Sümerlerde, Eski Mısır’da, Iskitlerde ağrı kesici, uyuşturucu, keyif verici ve afrodizyak olarak kullanılmıştır.


Esrarın verdiği sarhoşluk, birçok toplumda ve tarikatta vecd haline geçmenin aracı olarak görülmüştür. Doğu’da da daha çok fakir sufı dervişlerin kullandığı bir keyif vericidir; İran’da ve Arap ülkelerinde üst sınıflar tarafından kullanımı Osmanlılardan daha yaygındır. Avrupa’ya da Venedikli bir doktor aracılığıyla Mısır’dan 16. yüzyılda ilaç olarak götürülmüş ancak yaygınlaşmamıştır. Esrarın Avrupa’da yayılışı Napoleon’un 1798 Mısır seferi sonrasındadır; Avrupa üst sınıf ve entelektüelleri arasında sevilen esrar uzun zaman macun olarak veya kabakla tüketilmiş, sigaranın yayılmasından sonra sigara biçiminde içilmeye başlanmıştır.


Esrar, bazı sufi tarikatlar, mahkûmlar, eşcinseller arasında, yatılı okullarda yayılmış, tekke denilen çoğu izbe kahvelerde tüketilmiştir. Esrar kullanımı hoş görülmezken, afyon üst sınıflarca kullanılan itibarlı bir keyif vericidir. Nedim’in “Meftun-ı habb-i hali vü serhoş-ı la’liyiz/ Düştük bela-yı keyfe gıdamız budur bizim” şiirini yazdığı dönemde İstanbul’da afyon kullanımının çok artmış olduğu bildirilir. Süleymaniye’deki Tiryaki Çarşısı’nda afyon satan 104 dükkân vardır. 1723’de afyon tiryakiliği bir fetva ile yasaklanmış ise de, yalnızca ayaktakımının şehirden sürülmesi ile yetinilmiştir; vezirlerden ulemaya kadar üst sınıflar içinde kullanıcısı çoktur. Afyoncuların piri olarak Yunanlı düşünür Pisagor (Pythagoras) kabul edilir. İtibarı ve esnafı bulunmayan esrarın ise piri de yoktur. Reşat Ekrem Koçu, esrarkeşlerin kendilerine pir saydıklarının şiirini yayımlamıştır: “Aşere kimden kaldı?/ Pirimiz Sultan Bektaş Veli’den/ Kabak kimden kaldı?/ Serendibli Şeyh Üryani’den/ Dalga kimden kaldı?/ Kal’a-i Kahkaha’da Dalyan Baba Zindani’den/ Duman kimden kaldı?/ O dahi Şeyh Zindani’den/ Şorolo yar kimden kaldı?/ Eflatun-i İlahi’den/ Kavga kimden kaldı?/ Habil ile Kabil’den...


IO 3000’lerden beri Anadolu ve Mezopotamya’da afyon yetiştirilir. Hatta haşhaş sözcüğü ile Hititçe adı olan haşşikka’nın benzerliği ve bu sözcüğün Hititçede uyumak, teskin olmak anlamlarına gelmesi, o devirden bu güne müthiş bir sürekliliği, mirası göstermektedir. Afyon, Aphrodisias’ta aşk tanrısı Eros heykelinin elinde kapsülüyle görünür. IO 1500’de Kıbrıs’a, 1200’de Girit’e girmiş fakat Yunan ve Roma’da sevilmemiştir. Balkanlar ve Asya’ya yayılması IS 12. yüzyılı bulmuştur.


Avrupa’da ağrı kesici ilaç olarak kullanılan ve 19. yüzyıl sonlarına kadar serbestçe eczanelerde satılan afyona düşkünlük, ilk kez işçi sınıfı arasında alkolizmin de yaygınlaştığı ‘vahşi kapitalizm’ döneminde başlamıştır. İngiltere bunu toplumsal bir yara olarak gördüğü dönemde, bütün toplumun afyonkeş olmaya başladığı Çin’de afyon yasağını zorla kaldırmak için savaşmış ve 1840 -1842 yıllarında süren savaştan sonra silah zoruyla Çin’e afyon satışını devam ettirerek, öncelikle çay ticaretinin açığını kapamıştır. Çin’e satılan afyonun bir bölümü de Anadolu’dan alınmıştır.

1817’de morfin, 1874’de eroin üretildikten sonca önce İngiltere’de yaygınlaşmaya başlayan uyuşturucu kullanımına karşı ilk yasal düzenleme 1868 yılında çıkarılan ve sorumluluğu eczacılara bırakan oldukça gevşek bir yasadır. Birinci Dünya Savaşı öncesi ilk uluslararası düzenlemeler başlamıştır. 1909’daki ilk afyon konferansından sonra 1931’de toplanan konferansta Cenevre Sözleşmesi hazırlanmış ancak ABD, Ingiltere, Fransa ve Almanya’nın farklı çıkarları nedeniyle uyumlu bir uluslararası uygulama söz konusu olmamıştır. Osmanlıda esrara karşı yasal önlem 1864’de getirilmiş, aktarlarda satışı yasaklanmış, eczacıların reçete karşılığı vermeleri kabul edilmişti. 1876’da bir Şura-yı Devlet kararı alınmış bulunmasına karşın, afyona karşı ciddi bir düzenleme yoktur. Cumhuriyet ilan edildikten sonra 1928’de getirilen ilk yasal düzenlemede de sınırlayıcı bir hüküm bulunmaz. 1932’de afyon sakızının kurulan üretici birliklere verilmesi ve bu birliklere üye olunması zorunlu tutulmuş, 1933’de Cenevre Sözleşmesi benimsenerek ihracat devlet tekeline alınmış, kenevir ekimi yasaklanmış, ağır cezalar getirilmiştir. 1950’de üretim beyannameye bağlanırken, her türlü uyuşturucu kaçakçılığı için cezalar idama varana kadar artırılmıştır. Uyuşturucunun büyük şehirlerde liselere kadar girmesi ve ‘babaların türemesi 19901ı yıllardadır.


68 hareketi sırasında önce hippiler arasında başlayan uyuşturucu kullanımı LSD, marihuana ve sentetik ürünlerle birlikte ABD’den Avrupa’ya yayılmış, fiilen komşuları rahatsız etmedikçe hafta sonu eğlenme hakkı içinde sayılmaya başlanmıştır. ABD’de Vietnam Savaşı’na tepkilerin, toplumsal muhalefetin ve evsizlerin artmaya başladığı bu yıllarda başkan Nixon, gerçekte Türkiye’de yetişen haşhaştan üretilebilecek eroin ABD’nin 15 günlük tüketimi kadarken, ABD’ye giren eroinin % 80’inin Türkiye’den geldiğini açıklamıştır. 1967’de 23 ilde haşhaş yetiştirilen Türkiye’de haşhaş üretimi sürekli sınırlandırılarak, 1968’de il sayısı 18, 1969’da 11, 1970’de 9, 1971 'de 7’ye indirilmiş ve 12 Mart darbesinden sonra Nihat Erim hükümetinin ilk icraatlarından biri, 30 Haziran 1971’de haşhaş ekimini yasaklamak olmuştur. Bugün yedi ilde kapsül ve tohum elde etmek için devlet denetiminde afyon ekimi yapılmaktadır; kurulmasına 70’li yıllarda başlanan Bolvadin Afyon Alkolitleri Fabrikası da ancak 1983’de üretime başlayabilmiştir.


Türkiye’de afyon ve esrar konusunda üst sınıflar suskunken, alt kültür kendi edebiyat ve argosunu yaratmıştır. Tıp ve kriminoloji kitapları dışında kültür tarihi olarak konuya eğilen, Reşat Ekrem Koçu, Salah Birsel gibi birkaç yazarın öncüsü, 1915 yılında Esrarkeşler adlı özgün kitabı yayımlayan Şövalye Hasan Basri’dir.

Uyuşturucu kaçakçılığı, onunla birlikte yürüyen silah kaçakçılığı ve suç örgütleri, dünyanın birçok ülkesinde siyasal komploların aracı ve tarafı olmuştur. Birmanya 1970’li yıllarda, her biri Marksist olduğunu iddia eden, aşiret temelinde örgütlenmiş silahlı kurtuluş orduları arasında bölünmüş ve her örgüt, iktidar alanıyla birlikte kendi koruması altında uyuşturucu üretim ve ticareti için mücadele etmeye başlamıştı. Panama ve Kolombiya 1990’ların başında ABD’nin de taraf olduğu silahlı çatışmalar yaşamıştı. Çeşitli dönemlerde Lübnan, Afganistan, Kırgızistan’daki toplumsal, siyasal olayların içinde uyuşturucu ekonomisi de vardı. Fuentes, Marquez gibi dünyaca saygın Latin Amerikalı yazarlar Panama olayları sırasında ABD hükümetine gönderdikleri açık mektupla ABD’yi uyuşturucu pazarının rantına ortak olmakla suçlamışlardı.


Bugün Batı dünyasında esrarın yasal cenneti olan Hollanda, uyuşturucu turizmine de hizmet etmekte, Amsterdam her gün nüfusu kadar turist çekmektedir. Tütüne karşı kampanyalar yasal önlemlere dönüşürken, Avrupa Birliği içinde esrar kullanımının serbest bırakılması tartışmaları da yoğunlaşmıştır. Böyle bir durumda, Avrupa’nın plantasyonlarda ürettiği kahve, çay ve tütünü ihraç ettiği gibi, esrarı da paketleyip ihracatına başlayıp başlamayacağı sorusu ortaya çıkmaktadır.



Kudret Emiroğlu’nun

GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ

kitabından alıntılanmıştır.

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak