10 Mart 2023 Cuma

DÎNİ SÖZLÜK “I-İ”

  

İKRÂR:

 

1. Îmânını açıkça, dil ile söylemek.

 

Îmân etmek için kelime-i şehâdeti dil ile ikrar edip, mânâsına kalb ile inanmak lâzımdır. Kelime-i şehâdet ve mânâsı şöyledir: (Eşhedü enlâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve Resûlüh= Yerde ve gökte, Allahü teâlâdan başka ibâdet edilmeye hakkı olan ve tapılmaya lâyık olan hiçbir şey ve hiçbir kimse yoktur. Hakîki mâbûd ancak Allahü teâlâdır. Muhammed aleyhisselâm adındaki yüce zât, Allahü teâlânın kulu ve Resûlüdür, yâni peygamberidir). (İmâm-ı Gazâlî)

 

Ey oğul! Akşam, sabah Âmentüyü okuyarak îmânını tâzele! Âmentü, îmânın altı şartını bildirmektedir. Âmentü'nün manâsını da ezberle ve çoluk-çocuğuna da ezberlet! Çünkü, ne zaman öleceğiniz belli değildir. Dâimâ kelime-i tevhîd (lâ ilâhe illallâh sözünü) oku ve inanılması lâzım olan altı şeyi iyi öğren, tasdîk (kalb ile inan) ve ikrâr eyle ve onlara da öğret! Bunları bilmeyenlerin îmânı olmaz. (Süleymân bin Cezâ)

 

2.  Bir kimsenin kendisiyle alâkalı olup, başkasına âit bulunan bir şeyi haber vermesi, îtirâf etmesi.

 

Süt emmek, mal ikrâr etmek gibi, evlenecek veya evli erkeğin söylemesi ve sözünde ısrar etmesi ile veya âdil iki erkeğin ve bir erkekle iki kadının şâhid olması ile belli olur. (İbn-i Nüceym)

 

İKRÂZ:

 

Borç verme, ödünç verme. Bir kimsenin nakid para, hacim ölçüsü ile alınıp satılan malını, daha sonra mislini (benzerini) almak üzere bir şahsa vermesi. (Borç ve Karz-ı Hasen)

 

İKTİDÂ:

 

Tâbi olmak, uymak. Taklid etmek.

 

Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:

 

İşte o peygamberler Allahü teâlânın hidâyet ettiği kimselerdir. Sen de onlara iktidâ et. De ki: "Ben buna (peygamberlik vazîfemin îfâsına) karşılık sizden bir ücret istemiyorum. O Kur'ân-ı kerîm âlemler için öğütten başka bir şey değildir. (En'âm sûresi: 90)

 

Benden sonra, Ebû Bekr'e ve Ömer'e iktidâ ediniz. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî, Hâkim)

 

Benden önce Allahü teâlânın bir ümmete gönderdiği bir peygamber yoktur ki, o peygamberin ümmetinden Havârîleri ve sünnetine tâbi olan, emrine iktidâ eden eshâbı, arkadaşları olmasın. (Hadîs-i şerîf-Müslim)

 

Bizim büyüklerimizin yolunun esâsı ikidir: Birincisi; Resûl -i ekremin sallallahü aleyhi ve sellem sünnetine yâni bildirdiği İslâm dîninin îmân ve amel ile ilgili hükümlerine iktidâ, ikincisi tâbi olduğu âlim ve velîyi çok sevmek. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Kendisinde imâmlık şartları bulunmadığı hâlde imâmlık yapan kimseye iktidâ etmemelidir. (İbn-i Âbidîn)

 

İKTİSÂD:

 

1. Orta yol, orta hâl. Tutumlu olma, gereği kadar ölçülü harcama.

 

Dağlar gibi dalgalar onları kuşattığı zaman, dîni tamâmen Allahü teâlâya hâs kılarak (ihlâsla) O'na yalvarırlar. Allahü teâlâ onları karaya çıkararak kurtardığı vakit içlerinden bir kısmı iktisâd yolunu tutar. (Lokman sûresi: 32)

 

İktisâd eden kimse, fakir ve muhtâç olmaz. (Hadîs-i şerîf-Mir'ât-ül-Mürüvvet)

 

İktisâd geçimin, güzel ahlâk da dînin yarısıdır. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)

 

Lokman Hakîm, oğluna şöyle nasîhat etti:

 

Oğlum! Masrafları gelirine göre ayarla! Îktisâd et! Aşırı gitme. Her şeyde îtidâl sâhibi ol, yâni orta yolu tut! Cömertliği âdet edin!

 

2. Üretim ve tüketim faâliyetlerinin nasıl düzenlendiğini inceleyen ilim dalı.

 

İslâmiyet, ferdin iktisâdî hürriyetine saygı gösterir. Husûsî (özel) teşebbüslere ve sermâyeye izin verir. Kısaca İslâmiyet, ferdî hürriyete elverişli bir iktisâd sistemini emr etmektedir. (Seâdet-i Ebediyye)

 

İKTİZÂ-İ NASS:

 

Âyet ve hadîslerin gerektirdiği şey; nassın (âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfin) hükmünün anlaşılabilmesi ve istenilen mânânın ortaya çıkması için sözün tamâmına bakılarak gerekli hükmün taktir edilmesi.

 

"Ümmetimden hatâ (yanılma), nisyân (unutma) ve zor karşısında yaptıkları şeyler kaldırıldı." hadîs-i şerîfinin lafzında yalnız hatâ ve nisyânın kaldırıldığı bildirilmektedir. Hâlbuki bu haller insandan ayrılmaz. İnsanda her zaman görülebilmektedir. Bu sebeble iktizâ-i nass, insandan kaldırılanın hatâ, nisyân olmayıp, hatâ ve nisyân ile yapılan işten doğan günâh ve mes'ûliyet, sorumluluk olduğunu ifâde etmektedir. Yâni hadîs-i şerîfte mes'ûliyet gibi bir kelimenin taktir edilmesini gerektirmektedir. (Serahsî)

 

ÎLÂ:

 

Kocanın karısına dört ay veya daha çok zaman veya zaman söylemeyerek "Sana yaklaşmayacağım" diye yemîn etmesi.

 

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

 

Kadınlarına yaklaşmamaya îlâ edenler için dört ay beklemek vardır. Eğer erkekler (o müddet içinde keffâret yaparak zevcelerine) dönerlerse şüphe yok ki, Allahü teâlâ hakîkaten bağışlayıcı ve çok merhametlidir. (Bekara sûresi: 226)

 

Yemîn eden kimse dört ay içinde hanımına yaklaşmazsa bir talâk-ı bâîn (tam boşanma) ile boşanırlar. Dört aydan az zaman için yemîn ederse îlâ olmaz. Dört ay içinde îlâyı bozarsa zevcesi (hanımı) boş olmaz. Yemîn keffâreti verir. (İbn-i Âbidîn)

 

Îlâda söz, açık ve açık olmayan olabildiği gibi, müddet de belirtilmemiş olabilir. Helâli kendisine haram etmek yemîn olup, hanımına; "Sen bana haramsın" yâhut; "Sen bana haram ol!" diyen kimse kendisine haram kılmayı kasd etmişse, îlâ etmiş olur. Îlâ etmek istememiş ise hanımını bâîn (tam boşama) ile boşamış olur. (Mehmed Zihni Efendi)

Eğer kocası, karısına; "Ben sana yakınlıkta bulunursam hac etmek yâhut oruç tutmak,  sadaka vermek üzerime lâzım olsun" dese îlâ olur. Dört ay içinde karısına yakınlıkta bulunursa yemîni bozulur; ne üzerine yemîn etmiş ise o şey lâzım olur ve îlâ düşer.

(Mevkûfâtî)



 

İLÂH:

 

Mâbud, tanrı.

 

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:

 

Onlar, (kâfirler, müşrikler) o kimselerdir ki, Allah ile berâber başka bir ilâh tanırlar. Onlar, yakında (başlarına gelecek âkıbeti) bileceklerdir. (Hicr sûresi: 96)

 

Onlar, âlimlerini ve râhiplerini Allah'tan başka ilâhlar edindiler. Meryem'in oğlu Mesîh'i de (ilâh edindiler). Hâlbuki onlar da ancak bir olan Allah'a ibâdet etmekle emrolunmuşlardı. Allahü teâlâdan başka hiçbir ilâh yoktur. O, müşriklerin ortak koştuğu şeylerden tamâmen münezzehtir. (Tevbe sûresi: 31)

 

Kim Allahü teâlâdan başka ilâh olmadığına, Muhammed aleyhisselâmın Allahü teâlânın Resûlü olduğuna (gözüyle görmüş gibi) şehâdet ederse, Allahü teâlâ ona Cehennem'i haram kılar. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî)

 

Îmânın altı şartından birincisi, Allahü teâlânın vâcib-ül-vücûd ve hakîkî ilâh ve bütün varlıkların yaratıcısı olduğuna inanmaktır. (Kemahlı Feyzullah)

 

 

İLÂHÎ:

 

1. "Ey Allah'ım" mânâsına hitâb.

 

İlâhî! Dostlarını şöyle kıldın ki onları bilen seni buldu. Seni bulmayan onları bilmedi. (Abdullah-ı Ensârî)

 

İlâhî! Herkesi sıkıntıdan kurtaran yalnız sensin. Bizi dünyâda ve âhirette sıkıntıda bırakma. Muhtâçlara her şeyi gönderen yalnız sensin. Dünyâda ve âhirette hayırlı, faydalı olan şeyleri bize gönder. Dünyâda ve âhirette kimseye muhtâc bırakma. Âmîn. (Muhammed Rebhâmî)

 

Yüzüm dergâhına döndüm ilâhî,

Kapından etme red bu pür günâhı (günâhı çok olanı).

Ümîdim kesmem hiç senden ilâhî,

Ki sensin cümle mahlûkun penâhı (sığınağı).

Yüzüm karasına bakma ilâhî

Cehennem nârında (ateşinde) yakma ilâhî.

 

(Beykozlu Muhammed bin Receb)

 

2. Allahü teâlâ ile alâkalı, O'na âit, O'ndan gelen, O'nun gönderdiği, indirdiği.

 

Tasavvuf, insanlık sıfatlarından çıkarak, melek sıfatları ile bezenmek ve ilâhî ahlâkı huy edinmektir. (S. Abdülhakîm Arvâsî)

 

Allahü teâlânın son ilâhî kitabı Kur'ân-ı kerîmdir. Kur'ân-ı kerîmden Allahü teâlânın murâd ettiği mânâyı ve hadîs-i şerîflerden Peygamber efendimizin maksâdını en iyi anlayabilenler, müctehîd denilen büyük İslâm âlimleridir. (Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî

 

İlâhî Dinler:

 

Asılları Allahü teâlâ tarafından bildirilmiş olan dinler. Hak dinler ve semâvî dinler de denir.

 

Bugün yeryüzünde mensûbu bulunan üç tâne ilâhî din vardır. Bunlardan yahûdîlik ve hıristiyanlık aslı bozulmuş, din adamları tarafından değiştirilmiştir. Aslı bozulmamış, kıyâmete kadar da bozulmayacak olan tek ilâhî din İslâmiyet'tir. (M. Sıddîk Gümüş)

 

Allahü teâlânın var ve bir olduğunu bildiren ilâhî dinlerin hepsi, insanlar tarafından bozulmadan önce, inanılacak şeyler bakımından birbirinin aynı idi. (S. Abdülhakîm Arvâsî)

 

İLÂHİYYÂT:

 

İnanılacak şeylerden bahseden kelâm ilminin; Allahü teâlânın varlığı, zâtı, sıfatları ve fiillerinden (işlerinden) bahseden bölümü.

 

Kelâm kitaplarının ilâhiyyât bahislerinde Allahü teâlânın varlığını isbat için bildirilen delillerden birisi şöyledir:

 

Şu âleme gözünü çevirip, üstünde, direksiz duran yıldızları, bilhassa belli bir yörüngede ışık saçan, ziyâsıyla yıldızlarda gece ve gündüzün meydana gelmesine sebeb olan güneşe, gökteki bulutlara ve yağan yağmurlara, altındaki yere ve üzerindeki nehirlere, denizlere, karalardaki ağaçlara ve meyvalara, çeşitli özelliklere sâhip memleketlere ve şehirlere, mâdenlere, bitkilere ve hayvanlara bilhassa âlem-i sagîr (küçük âlem) denilen insana ve kâinattaki eşyânın eşsiz bir sûrette yaratılışına bakan bunlardaki çok ince olan nizam (düzen) ve intizamı, âhengi (uyumu) gören, bunlardaki fâide ve hikmetleri iyi düşünen bir kimse, âlemi yoktan var eden, hep var olan bir yaratıcının var olduğuna inanmak zorunda kalır. (Abdüllatîf Harpûtî)

 

Bütün nutuklarımda, atomdaki enerjiden nasıl istifâde edileceğini anlattım. Şimdi aklımıza, haklı olarak şu soru gelmektedir: "Bu muazzam kudreti, küçücük yere kim ve nasıl koydu?" Buna ancak İslâm ilâhiyyâtı cevap verecektir. (W. Heisenberg)

 

İ'LÂ-YIKELİMETULLAH:

 

Allahü teâlânın ismini yüceltmek, İslâm dînini yaymak.

 

Kim i'lâ-yı kelimetullah için harbederse, o, Allah yolunda savaşmış olur. (Hadîs-i şerîf-Müslim)

 

Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellemin vefâtında, Eshâb-ı kirâmın hepsi, sonra da evlâdları, cihâd için, i'lâ-yı kelimetullah için Arabistan'dan çıktı. İslâm ordusu, Asya'nın ötelerine, Afrika'ya, Kıbrıs'a, İstanbul'a hâsılı her yere dağıldı. Allah'ın dînini, O'nun kullarına tanıtmak için savaştılar ve canlarını fedâ ettiler. Ecdâdımız keyf için, tama' için cihâd yapmadı. İ'lâ-yı kelimetullah için yaptı. (Abdülhakîm bin Mustafâ)

 

Muhârebeye gitmekten maksad, i'lâ-yı kelimetullah ve din düşmanlarını zayıflatmak ve bozguna uğratmak olmalıdır. (İmâm-ı Rabbânî)

 

İLHÂD:

 

Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmiş olan, müctehid âlimlerin söz birliği ile bildirdikleri ve müslümanlar arasında yayılan îmân bilgilerine uymamak, doğru yoldan ayrılmak küfre (îmânsızlığa) sebeb olan inanış.

 

Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:

 

Kim Mescid-i Harâm'da zulm ile ilhâda yeltenirse, biz ona pek acıklı bir azâb tattırırız. (Hac sûresi: 25)

 

Amellerin, ibâdetlerin, kabûl edilmesi için, yâni sevâb verilmesi için hem şartlarına uygun olması, hem de ihlâs ile niyet edilmesi lâzımdır. "İbâdet, sahîh olursa kabûl edilir. Niyete bakılmaz" demek, ilhâd olur. (Muhammed Hâdimî)

 

Din bilgilerinin doğrusu, Ehl-i sünnet vel cemâat âlimlerinin bildirdikleri bilgilerdir. Bunlara uymamak, zındıklık ve ilhâddır. (İmâm-ı Rabbânî)

 

İLHÂM:

 

1. Peygamberlerin kalblerine, uyanık iken, melek görünmeden ilâhî vahyin bırakılması.

 

İlhâm, peygamberlerin aleyhimüsselâm ve sâlih (iyi) müslümanların kalblerine gelir.

 

Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin mübârek kalbine gelen ilhâm, her müslüman için seneddir. Herkesin bunlara uyması lâzımdır. (Abdülganî Nablüsî)

 

2. Sâlihlerin, iyi kimselerin kalbine gelen İslâmiyet'e uygun mânâlar.

 

Melekten gelen ilhâm, İslâmiyet'e uygundur. Şeytandan gelen vesvese İslâmiyet'ten ayrılmaya sebeb olur. (Hadîs-i şerîf-Berîka)

 

İslâmiyet'in hükümleri ilhâm ile anlaşılmaz. Evliyânın ilhâmı, başkalarına huccet, sened olamaz. Evet, Ehlullahın (velîlerin) ilhâmları doğruluğu, İslâmiyet bilgilerine uygun olmalarından anlaşılır. Fakat, Ehlullah, yâni velî olmak için, İslâmiyet bilgilerini öğrenmek ve bunlara uymak şarttır. "Takvâ sâhiblerine (haramdan kaçınanlara) Allahü teâlâ ilim ihsân eder" meâlindeki âyet-i kerîme bu husûsu bildirmektedir. Sünnete yâni İslâmiyet'e sarılmayan, bid'atten sakınmayan kimsenin kalbine ilhâm gelmez. Böyle kimselerin söyledikleri nefsten ve şeytandan gelen bozuk şeylerdir. (Abdülganî Nablüsî)

 

Mânevî bilgiler, keşif ve ilhâm ile hâsıl olur. Hocadan öğrenilmez. İbâdetlerin yapılması ve bütün İslâm bilgileri ise, üstâddan öğrenmekle elde edilir. İslâm bilgileri, ilhâm ile hâsıl olsaydı, Allahü teâlânın peygamberler ve kitaplar göndermesine lüzûm olmazdı. (Abdülganî Nablüsî)

İnsan, ilhâm olunan şeyleri yapmalı, vesveseyi yapmamak için gayret etmelidir. Nefse uyan kimse vesveselere uyar. Nefsin hevâsına uymayanın, ilhâma uyması kolay olur. (Muhammed Hâdimî)

 

3. Allahü teâlânın bildirmesi. Sevk-i tabîî. Bugün buna içgüdü denilmektedir.

 

Her sınıf hayvanın şahsının ve türünün korunması sağlanmıştır. Yaşamaları için, insan aklını şaşırtan şeyler onlara ilhâm olunmuştur. Bal arısı mühendis gibi, altı köşe petek yapar. Silindir yapsaydı aralarında boşluk kalırdı. Altıgen prizmalar arasında yer kaybı olmuyor. Dörtgen olsaydı, hacimleri daha az olurdu. Bunu insanlar okumakla, öğrenmekle anlar. Öğrenmeyen anlamaz. Arıya bunu bildiren kimdir? Allahü teâlâ ilhâm etmektedir. (Ali bin Emrullah)

 

İLKA':

 

Atma, bırakma.

 

1. Öğretme.

 

Abdullah bin Zeyd radıyallahü anh şöyle anlattı: "Bir sabah Resûlullah'a geldim. O gece gördüğüm ezânla ilgili rüyâyı O'na haber verdim. Buyurdu ki: "Gerçekten bu bir hak (doğru) rüyâdır. Bilâl-i Habeşî ile kalk; çünkü o, senden daha yüksek ve uzun seslidir. Sonra söyleneni ona ilka' et! Bilâl bununla (müslümanları namaza) çağırsın." (Hadîs-i şerîf-Sünen-i Tirmizî)

 

2. Bırakma, yerleştirme.

 

Vahyin (Kur'ân-ı kerîmin) geliş (indiriliş) şekillerinden biri de; Peygamber efendimiz uyanık iken, Cebrâil aleyhisselâm, görünmeksizin, Peygamberimizin kalbine ilâhî vahyi ilka' ederdi. (İmâm-ı Süyûtî)

 

İLLET:

 

Bir şeyin veya hükmün meydana gelmesine doğrudan te'sir eden iş, sebeb.

 

İlletin bulunduğu yerde; te'sir ettiği, meydana getirdiği şey veya hüküm de bulunur. İllet bulunmayınca bunlar da bulunmaz. Satış akdi, mülkiyet için illettir. Akd yapılınca, satıcı sattığı eşyânın bedeli olan şeye, alıcı da mala sâhib olur. Satış akdi olmayınca, alıcı da, satıcı da hiçbir şeye mâlik olamazlar. Yâni mülkiyet denen şey meydana gelmez. Aynı şekilde, nikah da evliliğin meydana gelmesinin illetidir. Nikâh varsa, evlilik vardır. Nikâh yoksa, evlilik de yoktur, yâni evlilik hâli yaşansa bile meşrû (dîne uygun) değildir. (Serahsî)

 

İLLİYYÎN:

 

1. Yedinci kat gökte, arşın altında bulunan bir yer veya Cennet.

 

Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:

 

Hayır (o kâfirler gibi olmayın). Çünkü itâatkâr olan iyilerin kitâbları (amelleri), hiç şüphesiz İlliyyîn'dedir. (Mutaffifîn sûresi: 18)

 

Hafaza (koruyucu melekler) yâni Kirâmen kâtibîn, bir kişinin amel defterini Allahü teâlâya arz ettiklerinde; "Siz kullarımın üzerine hafazasınız. Kalbini bilen benim. Amelini hâlis ettiğinden (yâni amellerini ihlâsla, Allah rızâsı için yaptığından), onun defterini İlliyyîn'e koyun. Çünkü onu af ve mağfiret ettim" diye Allahü teâlâ vahyeder (bildirir). (Zemahşerî)

 

2. Mü'minlerin, öldükten sonra rûhlarının, nîmetler ve lezzetler içinde bulunduğu yer.

 

Mü'min ölüm döşeğine yattığı vakit, melekler çeşitli misk kokulu ipek mendil ile gelip, yağdan kıl çeker gibi, rûhunu bedeninden ayırırlarken; "Ey mutmainne (Hakîkate ermiş, bu sebeble kendisinde hiçbir şüphe ve tereddüt kalmamış ) nefs, sen Rabbinden, Rabbin de senden râzı olduğu hâlde, Allah'ın rahmet ve keremine dön!" derler. Rûh çıktığı vakit, o kokular arasına konur, ipek mendil üzerine bağlanır ve İlliyyîn'e götürülür... (Hadîs-i şerîf-İhyâ-ül-Ulûm)

 

Mü'min ölenlerin, İlliyyîn'deki rûhları, arasıra yâni Allahü teâlâ dileyince, mezarlardaki cesedlerine red olunurlar (gönderilirler). En çok Cumâ geceleri böyle olur. Birbirleri ile buluşur, konuşurlar. Rûhlar İlliyyîn'de iken, cesed olmaksızın da, nîmetlenir, lezzetlenir. (İmâm-ı Yâfiî)

 

İnsanı, şehvetler, Allahü teâlânın düşmanı olan nefsin arzû ve istekleri kaplamıştır. O, bunlarla mücâdele etmekle vazîfelidir. Şehvetlerin düşkünü oldukça, esfel-i sâfilîne (aşağıların aşağısına, hayvanların ve şeytanların seviyesine) iner. Şehvetlerini yendikçe, İlliyyîn'e ve meleklerin derecesine yükselir. (İmâm-ı Gazâlî)

Mardin

 


9 Mart 2023 Perşembe

ÇİN'DEKİ DİNLER

 


Kinizm - Konfuçyanizm - Taoizm - Çin Budizmi



Çin' deki dinsel yaşamın başlangıç noktasına ilkel bir dini koymak gerekir; bu din Animizm'in öteki biçimlerine yakın olmakla birlikte Çinlilere özgüdür ve bu nedenle Kinizm diye adlandırılması ileri sürülmüştür.


Konfüçyüs'ün dini olan Konfüçyanizm, Kinizmin yavaş yavaş düzene sokulup arıtılması olarak ortaya çıkmaktadır.


Lao -Tseu'nun dini olan Taoizm asıl biçiminde Kinizm ile Konfüçyanizmin kimi eğilimleriyle çelişki halindedir.


Kinizm'i tanıma olanağını veren metinler özellikle, adına Kingler denen beş dinsel kitaptır ve bunların en eski bölümleri Konfüçyüs' ten çok önce, buna göre de M.Ö. VI. yüzyıldan kalmadır, fakat bunlar Konfüçyüs ve onun haleflerince elden geçirilmiştir.


Çinlilerin ilkel Animizmi, insanların yaşayışlarına karışan çok sayıda bir takım ruhların varlığını kabul etmektedir. En önde de ataların ruhları bulunmaktadır. Atalara tapınış Çinlilerin en eski dinidir.


Uzun süre, kendilerine böyle saygı gösterilen ilk ataların, baba tarafının ataları oldukları sanılmıştı. Fakat bugün, M.O. bin yıldan daha önceki eski Çin toplumunda ilk tapınışın, ana tarafının "ata"larına yapıldığı bilinmektedir. Bez dokuyan kadınların o zamanlarda büyük bir toplumsal önemleri vardı. Ev, kadının malıydı; koca, her şeyden önce, bir damattı. Yalnız ana tarafının "ata" Iarına ait ruhların başka kalıplara geçtiklerine inanılırdı.


Sonraları, demircilik yapan erkekler dokumacılık yapan kadınlara baskın çıkınca ve genel olarak da erkekler kadınlardan üstün olunca, temel tapınış, baba tarafının atalarına yapılan tapınış haline geldi. Atalar Mihrabı'nın üzerine yerleştirilen tabletlerde onların anıları anılmaktaydı. Bütün güç koşullarda onlara başvuruluyor, onlardan yardım isteniyordu; tüm neşeli toplantılarda da yine onlar anılıyordu. Ailenin en yaşlı üyesi onlara armağanlar sunuyordu: Bu eski dinde ne rahipler, ne de aile dışında yapılan törenler vardır. Hayattakilerin tüm yaşamını yöneten, etmesi gerekenler, atalardır. Bir insan başarılı bir iş yaptı mı, torunlarına değil de, atalarına soyluluk verilir.


Kinizm toprağın, suların, dağların, ormanların ruhları bulunduğunu da kabul etmektedir.


Kadınların üstünlükte oldukları eski çağlarda, kadın tarafının "ata"larına tapınışın yanıbaşında Toprak Ana da takdis edilirdi. Kadının malı olan evin içinde, erkekle birleşme yerde, ya da yerle temas halinde olan bir hasır üzerinde olup bitiyordu; Toprak- Ana dölleyici eylemini yapıyor, bunun üzerine de ana tarafının "ata" ları başka bir bedene giriyorlardı.


Kinizm'in kutsal yerleri vardı ki, evliliğe hazırlanan gençler buralarda şenlikler düzenliyorlardı. İlkbaharda, kış çalışmaları sona erince genç kızlar erkeklere karşı bir eğilim duyuyorlardı. Nişanlanmaların zamanı gelmişti artık. Güzün, yaz çalışmalarından sonra da delikanlılar genç kızlara karşı · bir eğilim duyuyorlardı: Bunun üzerine de çift, evleniyordu.


Gök'e tapınma gelişmeye başlayınca toprağın önemi azalmaya başladı. Toprak kadındı, Gök ise erkekti. Hükümdar bir takım dinsel yöntemleri Gök Tapınağı'nda yerine getirir, kendine Gök'ün oğlu adını verir, böylelikle emir vermeye, buyurmaya olan yetkisini haklı göstermiş olur. "Evrensel Düzenleyici" olmakla da ayrıca övünür.

Kimi metinlerde bir Gök Hakimi'nden, Yukarısının Hükümdarı'ndan (Çang-Ti) sözedilmektedir. Kimileri bunda kişisel bir tanrı görmüşlerdir. Granet bunun yerinde olmadığını kanıtlamaktadır. Bu yazarın "Çin Düşüncesi" adlı yapıtında da belirttiği gibi, "politik mitologyanın ustalıklı bir buluşu olan Yukarısı Hükümdarı, ancak edebi bir varlığa sahiptir." Aynı yazara göre zaten tanrı düşüncesinin yokluğu, Çin törelerinin en belirli niteliklerinden biridir.


Kişisel bir tanrının araya girmesi olmaksızın da ruhların ve gök'ün çalışkanlığı, iyiliği ödüllendirmek ve kötülüğü çezalandırmak bakımından anlaşma halindedir; bu da özellikle elverişli ya da elverişsiz olan, doğa olayları yoluyla olup biter. Doğal ürünlerin bolluğu, hükümdarın dinsel yöntemleri hakkıyla yerine getirdiğini gösterir; ozanlar haklı olarak kendisini överler. Tersine olarak, doğanın düzeninin bozulması demek, Devletin düzeninin de bozulmuş olması demektir. Böylece doğal yasalar ahlaksal ve toplumsal yasalarla içiçedir. Yine Granet'nin dediği gibi bir, "ritüalist ve lirik bir insani­ çincilik (anthropocentrisme)"dir.


Demek oluyor ki evrende bir düzen ilkesi vardır ki bunun adına Tao denir. Granet'ye göre: "Tao'nun tüm görüşlerinin temelinde Düzen, Topyekünlük, Sorumluluk, Etkinlik kavramlarına rastlanır. Tao, gerçekleşmelerin tümü demek olan Topyekün Düzen'in ifadesidir."


Granet haklı olarak, Tao düşüncesiyle Mana düşüncesini birbirine yakın görmektedir.


Evrende, insanlar da dahil tüm varlıkları birbirlerine sıkı sıkıya yaklaştıran temel birliğe karşın, Çin düşünce biçimi iki ilke arasında, yang ile yin arasında derin bir ayrılık gözetmektedir. Yang "eril" ilke, yin "dişil" ilkedir. Bu ayrılık toplumsal düzende açıkça ortaya çıkmaktadır. Çünkü ayrılığın temeli cinslerin karşıtlığı ve birleşmesidir: "Yang ile yin içkilerini karıştırdılar mı on bin varlık ortaya çıkıverir, Kimi formüller de ilkel şenliklerin formüllerini canlandırmaktadır. "Yang çağırdı mı yin yanıt verir."

Bu ayrılık yalnız insanların ya da canlıların dünyasında uygulanmaz; tüm doğayı da kapsar. Yang dışarısıdır, sıcaklıktır, güneştir, güneşli bir yamaçtır, yazdır. Yin içersidir, soğukluktur, nemliliktir, gölgelik bir yamaçtır, kıştır.

Evrensel düzen, eril ilke ile dişil ilkenin birleşmesi sayesinde sağlanır: "Bir kez yin, bir kez yang, Tao işte budur."

Kinizmle keşfedilen en derin felsefi kavrayış bundan ibarettir.

Kinizm'in geleneklerinin bir bölümüne, kurallaşmış ve arıtılmış olarak, Konfüçyanizm'de de raslanır ve bu, Konfüçyüs'ün da felsefesidir.

Konfüçyüs(yani Kong Fu Tseu yada KongTseu) M.Ö.VI. yüzyılın sonunda Şantung eyaletinde yaşadı. Küçük yaşta öksüz kaldı ve sırasıyla valilik, mühendislik, bakanlık ve prens Lu'nun danışmanlığını yaptı. Fakat o asıl, eski geleneklerden çıkarılma ahlak düşüncelerini yayma amacını güden bir takım kitaplar yazdı. Bir de okul kurdu ki, bunun üyeleri kendisine çok bağlıydılar.

Konfüçyüs daha önceki kutsal kitaplardan kimilerini de yayınladı. Kendi başlıca yapıtı, yurdu hakkında yazmış olduğu bir "vekayiname"dir. Ayrıca İlkbaharla Güz, adlı bir yapıtı da vardır.

Konfüçyüs'ün tarihselliğine karşı çıkan olmamıştır.


Konfüçyüs'ün öğretisi insandaki akıla hitabeder. Bu öğretide hiçbir gizemcilik, doğaüstü kudretlere hiçbir çağrı yoktur. Ölümünden az önce müritlerinden birisi dua etme önerisinde bulunur. Üstad, şu yanıtı verir: "Benim duam, yaşamımdır.

Konfüçyanizm her türlü mefafiziğe karşı çıkar. Konfüçyüs mantığının büyük ilkesi şudur: "İnsan bildiği şeyi bildiğini bilmeli; bilmediği şeyi bilmediğini de bilmelidir; gerçek bilgi işte budur." insan, öbür dünya üzerinde hiçbir şey bilmediğini bilmektedir: "Sen zaten yaşam hakkında hiçbir şey bilmiyorsun; ölüm hakkında ne bilebilirsin ki?."Sonra,ölülerin gerçekten yaşamayı sürdürüp sürdürmeyecekleri gibi sorunları çözmemek daha iyidir.Ölülerin öbür dünyada yaşamadıkları kesin olarak bilinirse, kimi nankör evlatlar onlara saygı göstermezler. Ölülerin öbür dünyada yaşadıkları kesinse, bu kez de sevgiyle dolu evlatlar onlara kavuşmak için canlarına kıymaya kalkarlar.  En iyisi, gerçekten hiçbir şey bilmememektir._Konfüçyanizm, bir olgu (pozitivizm) dur: Konfüçyüs sadece insanla ve insani nesnelerle uğraşmıştır. Kendisine haklı olarak "Çin Sokrates'i" denmiştir. Konfüçyüs her türlü gizemciliğin dışında olarak: insanı muhakeme etmeye ve meramını iyi ifade etmeye yönelten bir mantık, iyi yaşamaya yönelten bir ahlak kurma amacını gütmüştür. Konuşmanın, örf ve adetlerin bir disiplinini kurmak istemektedir.

Onun fikrince iyi bir düzen, düzgün bir konuşma tarzına bağlıdır. Onun için tanımlamaları doğru düzgün hale sokmak gerekir. "Nankör evlat, gerçek evlat değildir; sadakatsiz evli kadın, gerçek eş değildir. Bunlar tanımlamalar üzerinde aldanmışlardır. "Babaysan baba ol! Evlatsan evlat ol! Prenssen prens ol!"


Konfüçyüs'ün tümüyle insani olan ahlakı, eski geleneklerin içinden herkes için kabule değer olan canlı ögeleri de bulup çıkarmaktadır. Granet'nin dediği gibi bu ahlak "disiplinli insanlar arasındaki dostça temaslardan doğan bir yaşama sanatıdır."Burada da Sokrates'le bir karşılaştırma yapmak gerekiyor. Konfüçyüs kendini öğütçüsü ve yayımcısı saydığı antik anlamdaki bilgeliğe, kendi dehasına göre biçim vermiştir.


İyicil insan bir bilgedir, okuyup öğrenerek yetişir. Konfüçyüs'e göre, "insanlar arasındaki ayrımlar bunların doğal bünye ve mizaçlarından çok, edindikleri kültürden ileri gelir. Tek değişmeyenler, birinci sınıf bilgelerle en aptal kimselerdir." Kişinin gelişmesinin özel bir önemi vardır. İnsan her türlü boş şeylerle uğraşmaktan, maddi çıkarlar peşinde miskince koşmaktan uzak durmalıdır. Namuslu insan ancak kendi kendini geçmeye uğraşır. Kötü giyinmiş, karnını iyice doyuramamış olmaktan utanmaz. Yaşamak için para kazanmak gerekir ama, para kazanmak için yaşamamak gerekir.


Ahlakın birinci kuralı atalara saygı göstermektir, insan onların minnet dolu anısını korumalı, ve onlara, geleneklere uygun biçimde saygı göstermelidir. Ataların temsilcileri olan ana-baba, yaşadıkları sürece, çocuklarından ve torunlarından tam bir itaat, sınırsız bir sevgi görmelidirler. Çocuklar da ana- babalarının kendilerine göstermiş oldukları sevecenliğin niteliğini iyice bilmelidirler. Konfüçyüs diyor ki: "Çocuklarının hastalıklarından gerçek üzüntü duyanlar, yalnız analarla babalarıdır."


En büyük ödev, evladın ana-babasına karşı göstereceği sevgidir. Konfüçyüs okulunun göklere çıkardığı kimi ana-baba sevgisi örnekleri vardır: Örneğin, teni çok duyarlı olan bir delikanlı, ana-­ babası rahat uyusun diye cibinliksiz yatar ve böylece evdeki tüm sivrisineklerin kendisi üzerine üşüşmelerini sağlar; yaşlı bir adam vardır, anasıyla babası sağ ve yüz yaşındadırlar, böylesine yaşlı oldukları için üzülüp dururlar, bunun üzerine yaşlı kişi, çocuk urbaları giyer ve bu denli küçük çocukları olduğuna göre sandıkları kadar yaşlı olmadıkları gibi bir düşünceyi onlara kanıtlamak ister; bir Mandarinin çok güzel bir kızı vardır, babasına hükümdar için çok mükemmel bir çan döktürmesi emredilmiştir: Mandarin çanı iki kez döktürür ama, bunlar mükemmel değildir, bunun üzerine hükümdar Mandarine: "Üçüncü çan mükemmel olmazsa seni öldürtürüm," diye haber yollar; o sırada güzel kız, erime halindeki madene insan eti karıştırmak gerektiğini bir falcıdan öğrenir ve kaldırdığı gibi kendini kızgın ateş halindeki erimiş madenin içine atar.


Küçüğün büyüğüne, karının kocasına, uyruğun hükümdarına karşı olan ödevi gibi tüm öteki ödevler de evladın ana-babaya karşı beslemesi gereken sevgiye göre yerine getirilir.

Uyruk bir evlat gibi davranıyorsa, hükümdar da baba gibi davranmak zorundadır. Ulusuna huzur, rahatlık, bilgi sağlaması gerekir. Konfüçyüs'ün ahlakı kesin olarak barışçıdır.  


Sadık bir dost olmak gerekir: Evladın ana-babaya beslediği sevgiden farklı olarak dostluk, bir eşitlik ilişkisidir. Dostların seçilmesi kadar önemli hiçbir şey yoktur.


Son olarak tüm insanların birbirleri arasında iyi geçinmelerinin sağlanması gerekir. Bu, ilkin adaletle sağlanır. "iyiliğe iyilikle, adaletsizliğe adaletle karşılık vermek gerekir." Size yapılmasını istemediğiniz bir şeyi başkalarına kesinlikle yapmamanız gerekir. "Kendinizden yüksek olanlarda hoş görmediğiniz şeyi, kendinizden aşağı olanlara yapmayınız; kendinizde naşağı olanlarda hoşgörmediğiniz şeyi de kendinizden yüksek olanlara yapmayınız," vb.


Sonra namuslu bir insanın soydaşlarını sevmesi gerekir. Böyle bir insan, "herkese karşı eşit bir iyicillik," evrensel bir iyicillik duygusu beslemelidir. Bu duyguyu da nezaket dolu bir terbiye ile açığa vurmalıdır.


İşte Konfüçyüs'ün öğütlediği -aslında kolay ve bir bakıma da doğal olan- erdem budur. Bu öğretiye en uygun gelecek olan hümanizm'dir.


Pekin'deki görkemli ve ciddi yüzlü bir Konfüçyüs tapınağı, "on bin kuşağın üstadı ve örneği" olan bu büyük insanın anısını sonsuzlaştırmış bulunmaktadır.

M.Ö. IV. yüzyılın sonu ile III. yüzyılın başında Konfüçyüs'ün en ünlü müritlerinden biri, Mençyus (Men Tseu) olmuştur.


Ona göre, hükümeti yönetmenin ilkesi, iyicillik olmalıdır. Halk tabakasından kimselere güvenilir geçim araçları sağlayarak, onların "yüreklerini soylu kılmak" gerekir.


Mençyus Devletin bireysel mülkiyetle vergiyi kaldırmasını, zaman zaman toprağı herkes arasında pay etmesini, uyruklardan ancak bir ondalık ya da angaryalar istemesini ileri sürmektedir.

Mençyus en çok hükümdarın barışı korumak bakımından olan ödevi üzerinde ısrarla durmaktadır. Kralın oğlu'Mençyus'a sorar: "İmparatorluğu sağlamlaştırmak için ne yapmalı?" Mençyus şu karşılığı verir:


"İmparatorluğa birlik sayesinde istikrar verilir. İnsanları öldürmekten zevk duymayan kimse, imparatorluğa bu birliği verebilir. Şimdiyse tüm bu büyük İmparatorlukta kendilerini insanların çobanları ilan edenler arasındaki bir teki yoktur ki adam öldürtmekten hoşlanmasın. Bunlar arasında adam öldürtmekten hoşlanmayan bir tek tanesi bulunsaydı, o zaman imparatorluğun bütün halkı kollarını ona doğru uzatacak ve umutlarını ancak onda bulacaktı."


Gelenekçi Kinizm'le bunun sistemleşmiş ve arıtılmış bir biçmi olan Konfüçyanizmin karşısında Taoizm vardır.

Nükteden hoşlanan çağdaş bir Çinlinin, Lin-Yu-Tang'ın yazdığına göre Konfüçyüs'ün disiplini saçları dağınık olarak gezmekten hoşlanan bireysellikçilerin hoşuna gitmemiştir. Nasıl ki Upanişadlar Veda'nın, Rousseau Voltaire'in, romantikler klasiklerin karşıtlarıysa, Taoizm de Konfüçyanizmin karşıtıdır.

Söylentiye göreTaoizm, M.Ö. VI. yüzyılda yaşamış olan büyük bir düşünürün, Lao-Treu (Bilge Yaşlı) nın felsefesidir. Anlatıldığına göre kendisi, Konfüçyüs'ten biraz önce doğmuştur, efsaneye göre onunla ilişki kurmuş ve Batıya gitmek üzere Çin'den ayrılmıştır. Lao Tseu hakkında tarihsel bakımdan kesin olarak hiçbir şey bilinmemektedir.

Ondan sonra da öğretinin büyük temsilcisinin, M.Ö. IV. yüzyıla doğru, Çung Tseu olduğu söylenmektedir.

Kesin olan şudur ki, Taoizmin başlıca metni Çuang Tseu adıyla gösterilen yapıttır.

Taoizm üzerinde pek az bilgi vardır. Bununla birlikte Taoizmin halk arasında yaygın bir din haline gelmeden önce derin bir metafizik olduğu yadsınmaz bir olay gibi görünmektedir.

Tao, dünyanın düzeni'dir, tüm olayların kendisinden çıktığı sonsuz özdür. (Ayrıca Tao, yol, iz, mevsim de demektir). Birlik, çokluğa üstündür. Dünya varolanla yani yang'la varolmayanın yani yin'in bileşmesinden oluşmuştur. Olaylar sadece dış görünüşlerden ibarettir. Ve her şey görecelidir. ÇuangTseu bir kelebek olduğunu düşler; acaba o, Çuang Tseu olduğunu düşleyen bir kelebek değil midir?


Çuang Tseu suda oynaşan balıkları görünce: "İşte balıkların eğlencesi!" der. Karşısındaki ise buna şöyle karşı gelir: "Sen balık değilsin ki balığın neyle eğlendiğini bilesin!" Çuang Tseu da şöyle der: "Sen de ben değilsin, benim balıkların neyle eğlendiklerini bilmediğimi nerden biliyorsun?" Eskiden Varoluş'un birliği içinde başka varlıklarla kaynaşmış olduğumuza göre, bu varlıkları da anlayabiliriz belki.


Bu birliği yine bulmak için okumaktan, ortak yaşayıştan vazgeçmek, "zekayı kusmak", sezi'yle hareket etmek, dağılınacak yerde toplanmak, yalınlaşmak gereklidir. Hiçbir şeye aldırmamak gereklidir. Granet'nin yazdığı gibi: "Sırf yaşamak için yaşamak gibi yalın ve neşeli bir sanatı çocuklardan, hayvanlardan, bitkilerden öğrenmek gerekir." İnsan her şeye gülümseyen, amaçsız olarak gidip gelen bir bebek gibi olmalıdır; yeni doğmuş bir buzağıya, hatta daha iyisi suya benzemeye çalışmalıdır. Çünkü su her biçime girer, her şeye kucağını açar, her şeyi yansıtır.

Dans ve sarhoşlukla insan, vecde erişebilir.

Başlıca üç erdem şunlardır: Tutumlu olmak, yalın bir yaşam sürmek; sonra alçak gönüllü, gösterişsiz olmak: Kendinden iz bırakan hiç kimse, gerçekten büyük değildir ve merhametli olmak: İnsan kendisine kötülük edenlere bile iyilik yapmalıdır.


Politika insanlara Tao'yu araştırmalarına olanak veren, sakin bir yaşam sağlamalıdır. Konfüçyanizm'den böylesine başka olan Taoizm savaşı mahkum etmek bakımından onunla birleşmektedir.

Taoizm'de belki de, Tao'ya erişen bilge insanın sonsuzluğa kavuştuğu, dolayısıyla ölümden bağışık kaldığı gibi bir düşüncede vardır.


Kesin olan şu ki "Taoist doğacılık" yiyeceğe, beslenmeye, soluk almaya ve cinsel işlere ilişkin belirli sayıda bir takım usulleri içine alan sağlığı koruma yöntemleriyle ölümü geciktirme amacını gütmekteydi. Bunlar, kimi zaman oruç tutmak, kimi zaman da bol bol yiyip içmek, tüm bedeniyle soluk almak, kızoğlankızlar arasında ya da bunlardan birinin üzerinde "rengi değişmeksizin" yatmak vb. gibi şeylerdi.

Bu sonuncu düşünceler yüksek bir felsefeden halkın tuttuğu bir dine geçişin nasıl olduğunu anlamaya olanak vermektedirler. Bu din, her şeyden önce, ölümü geciktirmek amacını gütmektedir. Eski çağ üstatlarının metafizik kurgularının yerini bir uzun yaşama iksiri araştırmak, kahinlik, büyücülük, geomancie (yani yere bir avuç toprak atarak ona bakıp evler ve özellikle ataların mezarları için en uygun yeri seçmek üzere yapılan falcılık) gibi şeyler almıştır.


Taoist mezhep, birkaç yüzyıl sonra, Budizm'in kendisine verdiği örneğe uyarak, Kilise halinde örgütlenmiştir:

Hristiyanlık çağının başlangıcında Mahayana Budizmi deniz ya da Orta Asya'nın kervan yollarıyla Çin'e girdi.

Gerçekte hacılar ve Hindu terimlerini Çince anlatmak bakımından çok güçlük çeken çeviriler yüzünden Mahayana Budizmi biçim değiştirdi. Bunlar yani çevirmenler Taoist söz dağarcığından yararlandılar. Bazen karma düşüncesini atalara tapınışa uyguladılar, çünkü iki öğreti de insanı geçmişe doğru yöneltmekteydi.


Budizmin kimi Çin çevrelerine yeni bir acıma zihniyetini sokmak gibi bir değeri vardır. Halkın en çok tuttuğu Bodhisatva (geleceğin Buda'sı) lardan birisi de Avalokitesvara'dır ki bu, prenses Kuanin kılığına sokularak kadınlaştırılmıştır. Çok güzel ve çok iyi yürekli olan bu prenses geçici Budist cehennemlerinde acı çekmekte olan cehennemliklere özellikle acımaktaydı: Günün birinde de cehenneme inmeyi başardı. Fakat o öyle güzel, öyle iyi yürekliydi ki, bir işkence yeri olan Cehennem, bir zevk ve eğlence yeri haline geldi. Cehennemin asıl görevini değiştirmemesi için de güzel ve iyi yürekli prensesi oradan kovmak gerekti.


Çinliler çok dindar bir ulus değillerdir. Bunlardan biraz da şakacı olan birisi, Lin Yu Tang son zamanlarda şunları yazmaktaydı: "Bizim dünyada, ciddiye alacağımız bir şey varsa o da din ya da bilgi değil, iyi yiyip içmektir."

Bu gibi sorunlara derin bir ilgi duymadıklarından, Çinliler pek hoşgörür insanlardır. İçlerinden çoğu, daha önce incelemiş olduğumuz üç öğretiyi birbirine karıştıran bir dine bağlıdır. Bunlar Konfüçyüs ahlakına bağlı kalmakla birlikte, Taoist rahiplerinden büyü bozma işlemleri, Budist keşişlerden de ölüler için ayinler yapmalarını isteyebilirler.


Çin Sitesi'ne biçim veren bu yüksek uygarlığın içine kendi ruhuyla işleyen, özellikle Konfüçyanizm olmuştur. Gelenekçi Çin toplumunda okumuş insanlar hep en büyük rolü oynamışlardır; ana tapınış ise hep atalara tapınış olagelmiştir.

Bu tapınış XX. yüzyıla değin Çin'in hareketsiz kalmasına, gözlerini özellikle geçmişe doğru çevirmesine neden olmuştur.

Zekanın o denli yaygın olmasına ve bir takım bireysel buluşlara karşın bilimin Çin'de yayılamamasının nedeni, ataların bilmedikleri buluşlara hiçbir önem verilmeyişindendi.

Bununla birlikte atalara tapınışta doğru ve derin bir düşünce vardı ki şuydu: Biz neysek ve nemiz varsa bunların hemen hemen hepsini ölülere borçlu bulunmaktayız.

Minnet dolu bir bilgelik ve nazik bir alçakgönüllülük doğuran bu düşünce, Çin'in evrensel uygarlığa verdiği başlıca armağan olmuştur.



Felicien Challaye dinler tarihi

Çeviren: Samih Tiryakioğlu

Göbekli Tepe / Şanlı Urfa

 


Uzakdoğu ve Pasifik Adaları Söylenceleri -14 ” Japonya”


Evrenin ve Japonya'nın Yaratılışı: Sunuş


Japonlar, şu anda Japonya'yı oluşturan adaların ilk yerli halkı değildirler. Moğol ırkından kavimler Kore Boğazı'nı geçerek, MÖ birinci ve ikinci yüzyıllarda bu adaları İşgal etmişler ve Şinto dinini buraya getirmişlerdir. Bu din doğaya, atalara ve kahramanlara tapmayı İçerir. Doğanın her görünümünde ilahi bir ruh olduğuna inanılır.


Japonlar yüzyıllar boyunca dinsel inanışlarını hiç kaydetmemişlerdir; o sıralar Çin'in Japon kültürüne etkisi çok büyüktür. MS 552 yılı Çin'in din, edebiyat ve sanat alanlarında Japonların üzerindeki büyük etkisinin başladığı dönemdir. Ancak Japonlar 8. yüzyılın başlarına kadar dinleri konusunda hiçbir şey kaydetmemişlerdir.


MS 712'de yazılan Kojiki (Eski Olayların Kayıtları) ve MS 720'de yazılan Nihongi (Eski Zamanlardan MS 697'ye Kadar Japon Kayıtları), Japon mitolojisinin en önemli iki kaynağıdır. Bunlar Japonların geleneksel söylenceleri gerçek olarak kabul ettikleri bir dönemde yazılmıştır. Bunları yazanlar, en eski dinsel inançlarındaki Çin ve Hint etkilerini azaltmak istemişlerdir.


Yaratılış efsanesi daha çok Japon kökenlidir. Çünkü dünyanın yaratılışından, Japonya'yı oluşturan adaların nasıl yaratıldığına bir geçiş yapılır. Yaratıcıların kadın ve erkek tanrılar olması, burada bir Çin etkisi olabileceğini göstermektedir.


Çoğu kültürde görüldüğü üzere, Japon tanrıları da insani özellikler taşırlar. Görünüşleri, düşünceleri, konuşmaları ve davranışları insana özgüdür. Söylence, ada, dağ, orman, ırmak gibi doğal görüngülerin kökenlerinin açıklanmasında iki temel tanrının yaşamlarındaki doğum, evlenme ve ölüm örüntüsünü kullanır ve bu örüntü insanların yaşam örüntülerini yansıtır.


Bu söylence kadına biçtiği köle rolüyle oldukça kışkırtıcıdır. Pek çok değişik versiyonunun tamamında, ilk Önce erkeğin konuşmasının uygunluğu anlatılır. Kadının önce konuşması, yalnızca toplumsal olarak kabul görmeyen bir davranış biçimi değildir; aynı zamanda anormal çocukların doğumu gibi korkunç sonuçlara da yol açabilir. Ancak en önemli Japon tanrısı kadındır. Güneş tanrısı Amaterasu Omikami bütün tanrıları ve evreni yönetir. O ayrıca Ulu Tanrıça veya Ana Tanrıça figürüdür, çünkü verimlilikten sorumludur.


Kadının kölemsi rolü, Japonların ilk toplum yapısı göz önüne alındığında garip görünmektedir. Japon topraklarında yaşayan en eski halklardan olan Aynuların sözlü gelenekleri, kadınların toplumda çok güçlü kişilikler olduğunu göstermektedir; ya şaman ya da kâhindiler. Savaş alanında soyluların en önemlileriyle omuz omuza savaşırlar, onlara eşit bir cesaret, güç ve beceri sergilerler.


Yüzyılın sonlarına kadar kadınlar sık sık küçük devletleri yönetmişlerdir. 16. Yüzyıla kadar erkeklere tamamen boyun eğmemişlerdir. Bu nedenle, 8. yüzyılın başlarında kaydedilmiş bir söylencede erkeğin daha ön planda olduğunu görmek özellikle şaşırtıcı olmaktadır.


Evrenin ve Japonya'nın Yaratılışı 


Başlangıçta gökler ve yeryüzü şekilsiz bir kütleydi ve biçimsiz bir yumurtaya benziyordu. Daha hafif ve açık kısmı yukarıda kaldı ve zaman içinde gökleri oluşturdu. Daha ağır, yoğun bölümü, daha yavaş bir biçimde çökerek yeryüzü oldu. İlk önce kara parçaları, bir balığın denizin yüzeyinde yüzdüğü gibi boşlukta yüzüyordu. Çamurdan henüz çıkmış bir kamış sürgününe benzeyen tuhaf bir cisim, gök ve yer arasında, bir bulutun denizin üstünde gezinmesi gibi boşlukta hareket ediyordu. Bu, ilk tanrıyı oluşturdu. Sonra diğer tanrılar bunu izlediler ve aralarında İzanagi no Mikoto ve İzanami no Mikoto adlarında en genç iki tanrı da vardı.


İzanagi ve İzanami bizim gökkuşağı dediğimiz, göklerin yüzen köprüsünde yan yana durdular ve yükseklerden aşağı baktılar. "Aşağıda bir şey görebiliyor musun?" diye sordu İzanagi.


"Yalnızca su" diye yanıt verdi İzanami: "Hiç kara var mı diye merak ediyorum."

"Bunu anlayabiliriz" dedi İzanagi. "Göklerin mücevher mızrağını alalım ve derinlere doğru fırlatalım. Eğer kara varsa mızrak bunu mutlaka gösterecektir."


İki tanrı derinliklerde mızrağı gezdirdiler ve çekip çıkarınca ucunda herhangi bir madde birikmiş mi diye baktılar. Mızrağın ucundan tuzlu su damladı ve daha sonra tuzlu bir kütle olarak aşağıdaki denize düştü; bir ada meydana getirdi.


"Artık aşağıdaki sularda yaşayabiliriz" diye bağırdı İzanami. "Kalacak toprağımız oldu."


Böylece İzanagi ve İzanami göklerden ayrıldılar ve denizin ortasında yarattıkları adada yaşamaya başladılar. Orada büyük bir saray inşa ettiler ve mücevher mızrağı, taşıyıcı sütun olarak ortasına yerleştirdiler. Sonra da evlendiler. Pek çok ada-çocukları olsun istiyorlardı, böylece bir araya gelip bir ülke yaratacaklardı.


İzanagi evlerini kurduktan sonra İzanami’ye şöyle dedi: "Ayrılıp adamızı araştıralım. Sen bir yöne, ben de diğerine giderim, sonra buluşuruz."


İzanagi sarayın soluna, İzanami ise sağına doğru gitti ve adanın çevresini dolaştılar. Tekrar buluştuklarında İzanami coşkuya şöyle dedi: "Ne kadar muhteşem. Genç ve yakışıklı bir erkeğe rastladım."


Bir zaman sonra Izanami ilk çocuklarını doğurdu. Bir ada çocuğundan çok, iğrenç bir sülüğe benziyordu; üç yaşına geldiğinde hâlâ ayakta duramıyordu. Böyle bir çocuğu yanlarında tutmak istemediler ve bir kamış sandalın içinde denize bıraktılar, artık onun kaderini rüzgâr belirleyecekti.


İki tanrı daha sonra göklere dönüp daha yaşlı tanrılara sordular: "Neden İzanami anormal bir çocuk doğurdu? Böyle bir olayla yeniden karşılaşmamak için yapabileceğimiz bir şey var mı?"


Tanrılar yanıt verdiler: "îzanami yararsız bir çocuk doğurdu, çünkü durması gereken yeri bilmez görünüyor. Bir kadın ilk önce erkeğin konuşmasına izin vermelidir. Çünkü bu onun hakkıdır. Eğer ilk konuşan kadın olursa kötü şans getirir. Eğer düzgün bir çocuğa sahip olmak istiyorsanız, her şeye yeniden başlamalısınız. Adanıza dönün, ayrı yönlerde yürüyün ve tekrar buluşmaya, birbirinizi selamlamaya çalışın."


İzanagi ve İzanami tanrıların bu önerisine uydular ve bu kez karşılaştıklarında İzanami, İzanagi'nin ilk konuşmasına izin verdi. "Ne muhteşem" diye coşkuyla bağırdı. "Harika, genç bir kadına rastladım."


Zamanla İzanami sekiz harika çocuk doğurdu ve her biri bir ada oldular. Bu sekiz ada birlikte bir ülke meydana getirdiler.


İzanagi sonra karısına şöyle dedi: "Yarattığımız bu ülke tatlı sabah sisleriyle kaplı, ama onları kimse göremezse bu adalar ne işe yarar? Bu sorunu, rüzgâr tanrısı olacak bir çocuk yaratarak çözebilirim."


Derin bir soluk aldı, verdiği soluğuyla bir çocuk yarattı. Yeni doğmuş tanrı büyük bir hava akımının içinde gizliydi. Sonra kız ve erkek kardeşlerinin üzerinden uçtu ve onları gizleyen sisleri dağıttı.


İzanami kocasına şöyle dedi: "Yarattığımız ülkeyi açığa çıkardığına göre, artık adalarımızı güzelleştirmeliyiz. Yüksek dağlar, sakin vadiler, serin ormanlar, sulak çayırlar, pırıltılı şelaleler ve köpüklü ırmaklar yaratmalıyız." Böylece İzanagi ve İzanami denizlerin, dağların, ırmakların ve ağaçların tanrılarını yarattılar.


Ülkelerinin gerçekten güzelleştiğini görünce İzanagi şöyle dedi: "Artık evreni yönetecek bir tanrı yaratmamız gerekli."

Birlikte güneş tanrıçası Amaterasu'yu yarattılar. Doğumundan itibaren Amaterasu, bütün evreni aydınlatan bir parlaklıkla ışımaya başladı. İzanagi ve İzanami, en küçük çocuklarına hayran olmuşlardı. "Pek çok çocuğumuz var, ama hiçbirisi bizim güzel Amaterasu'muzla karşılaştırılamaz" dedi İzanagi. "Bu büyük tanrıçaya bizim ülkemiz kesinlikle yetmez. O göklere ait, oradan bütün evreni aydınlatabilir. Büyüdüğü zaman onun göklerin merdivenlerine tırmanmasına izin vermeliyiz."

İzanami ay tanrısını doğurduğunda, Amaterasu göklerdeydi. Onun güzelliği ve parlaklığı da neredeyse Amaterasu kadardı. O da göklerin merdivenlerini tırmandı, orada Amaterasu' nun kocası olacak ve evreni onunla birlikte yönetecekti.


İzanagi ve İzanami'nin bir sonraki çocuğu Susano ono Mikato'nun (Sosa-no-wo) herkesi huzursuz eden bir mizacı vardı. Hiddet nöbetleriyle etrafı kırıp geçirmediği zamanlar ağlıyordu. Anne babası ona dünyayı yönetme gücünü verdi, ama o bu gücü kötüye kullandı. Ormanların kurumasına ve pek çok insanın erken ölümüne neden oldu.


Sonunda İzanagi ve İzanami ona şöyle dediler: "Senin yıkma isteğin, bize seni buradan sürgün etmekten başka seçenek bırakmıyor. Sen o kadar kötüsün ki, senin dünyayı yönetmene izin vermek haksızlık olur. Seni ölüler diyarını yönetmeye gönderiyoruz, orada daha az zarar verirsin."


İzanagi ve İzanami'nin bir sonraki çocuğu ateş tanrısıydı. Doğarken annesini yaktı ve İzanami öldü. Ölürken de yeryüzü tanrıçasını ve su tanrıçasını doğurdu. Ateş tanrısı yeryüzü tanrıçasıyla evlendi ve onların kızı, saçlarından dut ağacıyla ipek böceğini ve göbeğinden de beş çeşit tahıl üretti.


Bu arada İzanami ölüm döşeğindeyken, İzanagi şöyle haykırdı: "Ne kadar kederliyim!" Kızgınlık ve küskünlükle, kılıcını çekti ve ateş tanrısını üçe böldü, bunlardan her biri bir tanrı haline geldi.


Üzüntü ve yalnızlığa dayanamayan İzanagi, İzanami'nin peşinden gitti; Yomi'ye, ölümün karanlık diyarına doğru uzun bir yolculuğa çıktı. Onu bulduğunda şöyle dedi: "İzanami, bu korkunç yere senin için geldim. Çünkü seni seviyorum ve sensiz yaşamaya dayanamıyorum."


Ancak İzanami onun sözlerini sevinçle karşılamadı. "izanagi, kocam, efendim, neden bu kadar geç geldin?" diye şikâyet etti. "Yomi'nin aşını yedim. Artık seninle gelemem. Eğer beni seviyorsan, bırak, karanlık bir lütuf olsun ve bana bakma. Bunun yerine, geldiğin yoldan geri dön, çünkü benim ölümüm evliliğimize son verdi."


Ama İzanagi İzanami'yi gerçekten seviyordu. Sevgili karısını bu kadar kolay bırakamazdı ve ona son kez bakmaktan kendini alıkoyamadı. Gizlice saçında taşıdığı tarağın ucundaki dişi kırdı ve onu yakarak bir meşale elde etti. Sonra emin bir şekilde ışık saçan meşaleyi güzel karısına doğru tuttu.


Işık İzanami'nin bedenini aydınlatınca, İzanagi büyük bir şaşkınlıkla geri sıçradı. İzanami'nin bedeni çürümekteydi ve kurtlar doymak bilmez bir biçimde çürüyen etini kemiriyordu, "ölüler diyarı gerçekten korkunç bir yer" diye fısıldadı İzanagi.


İzanami bunu duydu ve Öfkeyle ayağa fırladı; "Niye senden dilediğim gibi beni terk etmedin?" diye sordu. "Beni utandırdın ve bunun için seni cezalandıracağım." İzanami, Yomi'nin sekiz çirkin kadınını çağırdı, onlar da acımasızca Izanagi'yi kovalamaya başladılar.


İzanagi, onları geciktirmek için, siyah başlığını çıkarıp yere fırlattı. Başlık birdenbire büyük bir salkım üzüme dönüştü ve kadınlar durup bunu yediler. Bitirir bitirmez de kovalamaya devam ettiler.


İzanagi, çok dişli tarağını saçından çıkarıp yere fırlattı. Bu da hemen bambu fidanlarına dönüştü ve kadınlar durup bunları da yediler. Bitirir bitirmez kovalamaca yine başladı.


İzanagi'ye yetiştiklerinde, o, ölülerin karanlık diyarıyla canlıların aydınlık diyarı arasındaki sınıra, Yomi Geçidi'ne varmıştı. Burayı ancak bin adamın yerinden oynatabileceği büyük bir kayayla kapattı. Kayanın arkasındaki güvenli yerinden, karısıyla konuşmak için bekledi.


"İzanagi" diye bağırdı İzanami; "beni o kadar utandırdın ki, senin halkından herkesi öldürmeye hazırım. Her gün bin kişiyi boğabilirim. Kısa zamanda boş bir krallığı yönetiyor olacaksın."


"Eğer bunu yaparsan" diye yanıt verdi îzanagi", her gün bin beş yüz insanın doğmasını sağlarım."


"İzanagi, kocam, efendim, benim ölümümü kabullenmelisin" dedi İzanami, yatıştırıcı bir sesle. "Biz birbirimizi uzun zaman çok sevdik. Birlikte güzel bir ülke ve pek çok tanrı yarattık. Bu yeterli değil mi? Benim dünyadaki zamanım sona erdi ve geri dönmek için artık çok geç. Artık aramızda barış yapalım."


"Peki izanami" diye karşılık verdi İzanagi. "Biliyorum, ölüler diyarına senin peşinden gelmek benim zayıflığımdı. Biliyorum, yaşam rüzgârı bedende eserken Yomi'nin diyarını ziyaret etmek kötü şans getirir. Evliliğimiz burada sona erdi. Dileğin üzerine, seni Yomi'nin korkunç diyarındaki yaşamına bırakacağım. Canlılar diyarına dönüp seni bir daha hiç rahatsız etmeyeceğim."


Sözüne sadık kalan izanagi, bunu bir daha hiç yapmadı.



Donna Rosenberg'in Dünya Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak