3 Mart 2023 Cuma

Çara Karşı Bolşevik Devrimi 1917, Moskova

 


"Yüzlerin ve hatta hükümet sisteminin bir bütün olarak değişmesi zorunludur... Ekselansları, sonuçlarım göremeyeceğimiz olayların arifesindeyiz... Her şey öyle gösteriyor ki, en tehlikeli yolu seçtiniz: Duma'yı dağıtmak... Şuna eminim ki, üç haftadan daha kısa bir süre içinde bir devrim gerçekleşecek ve her şey yerle bir olacak. Siz de yönetimi kaybedeceksiniz."


Rusya'da devrim zamanı geldiğinde ülke savaş ve ekonomik zorluklar yüzünden oldukça umutsuzdu. Çar II. Nikola'nın danışmanlarına göre yönetimi Duma'ya bırakmalıydı. Eğer "Diktatör Çar" (Bolşevikler böyle görüyordu) yönetimden alınırsa, halk meclisi Duma yönetimi ele alıp Bolşeviklerin isyan için öne sürdükleri nedenleri ortadan kaldırabilecekti.


Ancak Nikola kendini hiç de demir yumruklu bir diktatör gibi görmüyordu. 1905'de Batı'dan gelen liberal seslere kulak verdi ve halkın seçtiği bir parlamento olan Duma'yı kurdu. Böylece kendi yetkileri azalmıştı. Muhalif politik partiler ve sendikaların kurulması da yasallaştı. Böylece Rusya'nın bu dönemi rahat atlatacağını düşünmüştü.


1917 Şubatına gelindiğinde ekmek kıtlığı, grevler, lokavtlar ve gösteriler herkesin Rusya'nın anarşi uçurumunun kenarında olduğunu düşünmesine yol açıyordu. Ordunun başındakiler iki seçenekleri olduğunu gördü; ya halkın üzerine asker gönderilecek ve ayaklananlar bastırılacaktı ya da Duma ile işbirliği içinde politik bir çözüm bulunacaktı. İkinci alternatifi kullandılar ve Duma da kendine göre bir çözüm önerdi.


Çarın tahttan inmesini ve tüm yetkinin Duma'ya verilmesini teklif ettiler.


Bunun isyanı engelleyeceğini söylüyorlardı.


Teklif Nikola'ya ulaştırıldı. Nikola önce buna karşı çıkıp, Duma'yı dağıtmakla tehdit ettiyse de, olayı onların açısından görmesi sağlandı. Kendinde ve oğlunda olan yönetim hakkından feragat ettiğini açıkladı. Böylece Rusya'da Romanov hanedanı son bulmuş oluyordu.


Nikola tüm aile üyeleriyle buluştu ve ev hapsine alındı. Duma yönetimi Çarın güvenliği konusunda garanti vermişti. Rusya artık bir monarşi değildi, ayrıca Duma dağılmış ve yerine, orduyla işbirliği içinde bir ihtilal planı hazırlamış eski Duma üyelerinden oluşan bir meclis gelmişti. Karşılarına çıkacak kimse kalmamıştı... Bolşeviklerden başka. Ancak onlar da lidersiz ve Örgütsüzdü.


Duma birkaç kritik hata yaptı. Kısa bir süre sonra da bu hatalarının cezasını çekmeye başladılar.


İlk olarak, kendi güdümlerindeki basının yazdıklarına gerçekten de inanmaya başladılar. Kendilerinin halkın meclisi olduğuna inandılar, dahası halkın da böyle düşündüğünü sandılar.

 


İkinci olarak, gerçekten de Rusya'nın öteki Avrupa devletleri gibi bir anayasa devleti olması gerektiğine inanıyorlardı. Gerçekte Çarın yönetimindeki Rusya acı çekiyordu. I. Nikola ve Büyük Petro gibi geçmişteki Çarlar büyük adamlardı ancak Çarın yönetiminde köylülerin şikayetleri büyüktü. Başka seçenekleri olmadığından katlanıyorlardı. Yıllarca süren monarşi döneminde insanların toplumsal statüleri olduğu gibi kalmıştı. Çar olmadan her şey havada kalacak gibiydi. İnsanlar boyun eğecek bir otoriteye alışmıştı.


Üçüncüsü ve en önemlisi ise, Duma üyelerinin belirli bir planı olmamasıydı. İktidara sahiptiler ama bununla ne yapacaklarını bilmiyorlardı. Sonuç olarak Bolşevikler de bu durumdan yararlanmaya hazırdı. Aynı yılın Nisan ayında Lenin Rusya'ya döndü, Ekim ayında da içeride hükümetin toplantı yapmakta olduğu Kışlık Saray'ın etrafı sarılarak yönetim Bolşeviklere devredildi. Duma'nın bulduğu çözüm geçici olarak iyi bir çözümdü, ancak altı aydan kısa bir süre içinde, bu fikrin uzun vadede ölümcül sonuçları ortaya çıktı.


II. Nikola yetkilerini bırakmış, Rusya'daki Romanov hanedanı son bulmuş, kendilerine güvenliklerinin sağlanacağı sözü verilmişti. Ancak Rusya, sosyalist bir devlet olacak Sovyetler Birliği haline gelme yolunda ilerliyordu. Tahtı bırakarak engellemeye çalıştığı ihtilal tüm gücüyle geliyordu ve daha önce verilen hiçbir garanti de işe yaramayacaktı.


Nikola ve ailesi önce Sibirya'ya sonra da Ural dağları bölgesine gönderildi. Sürekli ev hapsinde tutuluyorlardı. Tahtı bırakmasından sonra Çar hep baskı altındaydı.


Ailesinin güvenliği de tehlikedeydi. 1918 Temmuzunda bir emir geldi ve Nikola ailesi ile birlikte idam edildi.


Alıntıdır.


Balıklı Göl / Şanlı Urfa

 


2 Mart 2023 Perşembe

Gündelik Hayatımızda Yeme içme-3

 


Hamburger


Hamburg işçilerinin yemeği dilimlenmiş sığır eti 1880’lerde Alman göçmenlerle Amerika’ya taşındı ve burada Hamburger adını aldı. Ne zaman sandviç biçiminde satılmaya başlandığı bilinmemekteyse de, 1904 St. Louis Dünya Fuarı’nda bugünkü biçimiyle satışa sunuldu, McDonald’s dünya zinciriyle yayıldı. Türkiye’de tost ve sandviç diye iki tür bilinirken, yavaş yavaş yaygınlaşan hamburger, fast-food zincirlerinin ülkeye girmesiyle aktüel oldu. 1998’de Moskova’da gösterilere konu olan McDonald’s açılışı o yıl ODTU’de de protesto edilmişti. Pekinde ise her şey Parti’nin kontrolünde gerçekleştiğinden sorun oluşturmadı. Sonra Burger King, Wendy’s, vb. geldi.

Hamburger rekabetinin artmasıyla çocuklara yönelik ‘promosyon’lar kadar, ayran satışı ve Türk tipi köfteyle hamburger yapımı da dikkat çekici bir konu.



Patlamış Mısır


Mısır Amerika’dan Eski Dünyaya gelmiş bir bitki. Anadolu’da mısır, yakın döneme kadar buğdayın yerine geçtiği Doğu Karadeniz’den başlayarak Doğu Anadolu’da lazut, Osmanlıcada Doğu Avrupa ve Balkanlardaki gibi kokoroz adını almıştı. Halk ağızlarında sorgum dansına ve mısıra, mısır buğdayı, kalembek, kalambuk da denilmektedir. Standartlaşan mısır adının Mısır ülkesinden gelmesi ne kadar tuhafsa, Fransızcada ble de Turquie (Türk buğdayı), Italyancada granturco (Türk tahılı) olarak bilinmesi de o kadar tuhaftır. Ispanya, güney Fransa, İtalya’dan mısır Doğu Akdeniz’e yayıldı; 1520-30’larda Suriye, Lübnan ve Mısır’da mısır ekimi başlamıştı. 1540’da ansiklopedist Ruellus, “Mısır Fransa’ya atalarımız tarafından İran’dan getirildi,” diye yazıyordu. Bir Alman seyyaha göre de Fırat ovaları mısır tarlalarıyla kaplıydı. Sonraki yüzyılda Balkanlara yayıldı ve Romanya’ya 1650’de Şerban Kantakuzen tarafından getirildi. Ispanya’dan Toulouse’a girmesi de 1639’u bulmuştu. Fransa’da yaygınlaşması 1700’lerde, Avrupa’da tanınması 1800’lerde oldu.


Kızılderililer patlamış mısır yiyor ve amulet olarak boyunlarına takıyorlardı. Amerika’nın keşfinden itibaren patlamış mısır beyazlarca, da yenildi. Efsaneye göre, 1621’de Şükran Günü’nde hacılar da patlamış mısır yemişler, Vampanagların reisi Massasoit geyik derisi torbalarda patlatılmış mısır getirmişti. ABD’de mısır çok ucuzdu. Fakat mısırın patlaması için nem oranının % 12’inin altına düşmemesi gerekir ve her mısır cinsi patlamaz.


İlk mısır patlatma makineleri 1880’lerde yapıldı. 1907’de elektriklisi üretildi. Patlamış mısır önce sinemalarda, 1950’lerden sonra televizyonun yaygınlaşmasıyla evlerde çok popüler bir çerez oldu. 1952’de tarım mühendisleri patlama oranı yüksek ve patlayınca daha çok açılan melez bir tür geliştirince patlamış mısır sektöründe bu tür egemen oldu.


Türkiye’de patlamış mısıra halk ağızlarında birçok ad verilmektedir. Yalnız Trabzon örnekleri aktarılırsa, Beşikdüzü’nde paspanika, Iskenderli’de kastanbura, Maçka’da tavuk ve çadu, Arsin’de çırçıt mısır, Of da sparıukas, Of-Kellai’de fişka denir. Gıda sektörünün gelişimiyle patlamış mısır bir dönem sinemalarda torbalanmış biçimde satılmış, son beş-altı yıldır patlatma makineleriyle taze satılması yeğlenir olmuştur. Evlerde televizyon izleyicisi halen cipsi mısıra tercih etmektedir. Pazardan darı biçiminde mısır alıp evde kendiniz de patlatabilirsiniz. Türkçede bu mısıra cin mısırı deniliyor.



Domates


Aztekler tamatl adını verdikleri bitkiyi yetiştiriyorlardı. Domates, patlıcan ve patatesin de dahil olduğu ve zehirli bitkilerin de bulunduğu Solanaceae ailesindendir. İspanyolların kıtaya getirdikleri domatese bu nedenle İtalya’da önce mala insana adını verdiler.


Amerika’da domatesin tanınıp benimsenmesinde Thomas Jefferson’un çiftçiliği de etkili oldu. Domates Amerika’nın yerli bitkisi olmasına karşın ABD ’de yemek kitaplarına ilk kez 1792’de girdi. İtalyan mutfağında yüzyıldan itibaren yerini sağlamlaştıran domatesin Fransa’da tanınması devrim yıllarında gerçekleşti. Kendi ülkesi Amerika’da bu kadar geç kalan domatesin Türkiye’ye girişi 20. yüzyılın başlarında oldu ve sözcük çoğul ekiyle birlikte alındı. Ahmet Vefik Paşa Lehçe-i Osmanî’de (1876, 1890) domates’i “frenk patlıcanı, kavata”dır diye açıklar. Kavata ise Paşa’ya göre “patlıcan, acı domates gibi maruf kırmızı meyve”dir!


Hormonlu domateslerden sonra sera domatesçiliğinin artışı ile her mevsim domates yemeye başlayan Türklerin şikâyeti eski tadı ve hele kokuyu bulamamaları. İsrail’in verimli ve dayanıklı tohumları üreticiye çekici gelirken, tüketici domatesi artık soyarak yiyor.



Salça


Salçasız yemek düşünülmeyen Türk mutfağında domatesin tarihinin ne kadar yeni olduğu bilinince, eski damak zevki ve tarihi yemeklerin tadı üstünde tekrar düşünmek gerekir. Sözcük, örneğin lakerdaya yer veren Ahmet Vefik Paşa’da yoktur. Salça sözcüğü Yunanca sahsa aracılığıyla İtalyanca tuzlu anlamında salsa’dan gelir.


Domates ve biber salçaları uzun dönem ev yapımıyken, 1955’de Bursa’da Tamek Gıda A .Ş. kuruldu. Tokat’ta Dimes, Turgutlu’da Tukaş’tan sonra, Tat ve Vatanla konservecilik sektörü gelişti. 1984’de ithali yasaklar listesinden çıkarılan salçada 1989’da gümrük % 40’dan % 5’e düşürüldü.


Ketçap


Çinlilerin balık ve tavuk yemekleri için geliştirdikleri sos olan ketsiap 1690’larda yaygınlaştı ve İngiliz denizciler tarafından Singapur ve Malezya’da ketçap adıyla bilinen püre İngiltere’ye götürüldü. 1740’larda İngiltere'de yemek kitaplarına giren ketçabın yapısı, Çin baharatları bilinmediğinden, değiştirildi, mantar, ceviz, salatalık eklendi. Domatesin ketçaba katılması herhalde 1790’larda oldu. Ketçabın şişelenmiş kitlesel üretimi 1876’da başladı.


Türkiye’de ketçap, tost, hamburger kültürünün gelişimiyle talep edilmeye başlandı ve gıda sanayiinin gelişiminden sonra özellikle makarna ve patateste kullanılır oldu.



Patates, Cips


Amerika’dan gelen ve Eski Dünya’nın en önemli gıdalarından biri haline gelen patates 1520’lerde Ispanya’ya getirildi. Patatesin yayılması oldukça yavaş oldu. Ispanya’da tutma de tierra, papa, patata, İtalya’da patata, tartuffola, Fransa’da önceleri cartuffle, turffle sonra patate, pomme de tene, Ingiltere’de potato, Almanya’da ilk dönemde Trüffel, sonra Kartoffel adını aldı. Türkiye’ye patates adıyla Batı’dan, kartof adıyla Almanya kanalıyla Rusya’dan girdi. Ahmet Vefik Paşa ‘patata’ sözcüğünü “Sehven yer elması derler, Amerikan kökü. Tatlı nevine badata derler, Afrika’dan gelir,” diye açıklar. Patates önce hayvan yemeği olarak yetiştirildi; 1781’de Elbe bölgesinde, “patates yemektense ağamı değiştiririm” sözü yaygınlaşmıştı. .Fakat Veraset Savaşları, Yedi Yıl Savaşları gibi uzun süreli ve çok taraflı savaşlar patatesin benimsenmesini hızlandırdı; patates yerin altında yetiştiğinden, orduların geçiş ve çatışmalarından zarar görmüyordu. Sonuçta Bavyera Veraset Savaşları’na (1778-79), iki tarafın birbirinin iaşesine el koyma çabasına dönüştüğünden Patates Savaşları denildi. Kıtlık dönemleri ve yeni üründen alınacak vergilerin tartışmalı olması da benimsenme sürecini hızlandırdı. Patates tek ürün haline geldiği ve yaşanan kıtlık yıllarında nüfusun yarısının öldüğü ve ülkeyi terk ettiği İrlanda’nın felaket dönemine adını verdi. Avrupa’da patatesin herkes tarafından yenilir bir yiyecek haline gelmesi 18. hatta 19. yüzyılı buldu.


Kızarmış patates Anglosakson dünyasında Fransız kızarmış patatesi olarak bilinir. 1806 yılında Londra’dan söz eden bir Fransız, evin bahçesinde yetiştirilen sebzelerin çokluğundan söz ederken, “Fakat bunları ata saman verir gibi, doğal halleriyle, hiç işlemden geçirmeden yiyorlar,” diyordu. Amerika’ya kızarmış patatesin girişi, Fransa’da elçilik yapan Thomas Jefferson’un konuklarına ikram etmesiyle başladı.


İngiltere’de kızarmış patates, aşağı tabakanın yediği, İstanbul’un balık ekmek tarzı kızarmış balıkla yan yana gelince yaygınlaştı. Balık 1850’lerden beri önünde kuyruklar oluşan, dedikodu ve kavgaların eksik olmadığı büfe-dükkânlarda satılıyordu. İsviçre’den gelen Gatti kardeşler Londra’da kızarmış patates sattıkları bir lokanta açmış ve iyi kazanç sağlamışlardı. Fakat balıkla birlikte tüketilen ve sanayi kesimlerinde yaygınlaşan kızarmış patates 1870’lerde Fransa’dan geldi.


Amerikan usûlü kızarmış patates ise bir müşteri ile aşçıbaşının çekişmesi sonucu doğmuştur. 1853’de New York’ta lüks bir lokantada çalışan George Crum, müşterilerden biri, kızarmış patatesler çok kalın diye iki defa geri çevirince, patatesleri kâğıt inceliğinde kesmiş ve müşteriler bu tarz patates istemeye başlayınca, lokantanın ‘spesiyalite’si olarak menüye dahil edilmiştir.


Patates cipsinin torbalanarak satılması 1920’lerde patates kesme makinesinin icadıyla yaygınlaşmış, fakat kuzeyli çerezi olarak kalmıştır. 1920’lerde Herman Lay cipsi güneye tanıtmış, 1961’de mısır gevreği üreten bir firmayla birleştikten sonra çeşitli biçim ve tatlardaki ürünlerle dünyaya yayılan çerez sanayii doğmuştur.


Türkiye’de yemek dışında, patlıcan, biber, domates kızartması yanına giren patates, birayla tercih edilmesi, çocukların çok sevmesi, lokanta-tostçu arası yerlerin çoğalması nedeniyle kızartma olarak da gittikçe yaygınlaştı. 1980’den sonra bakkallara giren torbalanmış patates kızartmaları rekabet konusu olmakla kalmadı, yeni çıkan bir gazetenin promosyon kampanyasının da parçası oldu.



Çikolata


Misafire kahve ve çaydan önce kolonya ve çikolata tutulduğu, şeker bayramlarının ikramı ve ziyaretlerin hediyesi çikolata 1974 krizinde büyük darbe yedi, pahalılığı nedeniyle yerini, bir ara rakip olmaya başladığı baklavaya veya şekerlemeye bıraktı.


Azteklerin acı su anlamına gelen xocoatl adını verdikleri kakao tozundan yaptıkları törensel bir içecekleri vardı. Meksika’nın Nahuatl diyalektlerinde chocolatl adını alan içeceği Ispanyollar Avrupa’ya taşıdılar. Afrodizyak niteliklerine inanıldığından veya şarap bulunmadığından içilen ilk Kızılderili çikolataları biber, amber ve misk doluydu. Misyonerler bu ‘şeytani’ karışımı değiştirip vanilya, şeker ve krema kattılar. Ispanya’ya 1520’de giren çikolata Fransa’ya 1653, İngiltere’ye 1657’de ulaştı. Çikolata Anjelik filmlerinden hatırlanacağı şekliyle, 1847’ye kadar içecek olarak kaldı ve en çok da İspanya’da sevildi. 1693’de İzmir’de Gemelli Careri bir Türke çikolata verdiğinde başı dönen ağa, içki verip onu sarhoş etmek, aklını başından mı almak istediğini söyleyerek kendisine fena çıkışmıştı.


Katolik Kilisesi’nde 1594’de başlayan çikolatanın oruç bozup bozmayacağı tartışması 1636’lara kadar sürdü, ama ayinlerde bile çikolata içen aristokrat kadınlarla, kendileri de çikolata bağımlısı olan papazlar, çikolata ticaretini baltalamak niyetinde değillerdi. Vergiler ve imtiyazlar nedeniyle uzun süre pahalı bir içecek olan çikolata, yüzyıl kadar Ispanya’nın tekelinde kaldı.


Çikolata ticareti 1700’lerin başında serbest bırakıldı, 1770’de ilk çikolata imalat firması kuruldu. Fakat aristokrat içeceği çikolata yaygınlaşana kadar, Avrupa’da aristokrasi güçten düşmüş, yeniçağın yeni alışkanlıkları çay ve kahve halka mal olmuştu. Çikolata Hollanda’da dönüşüme uğratılarak benimsendi; kakao yağından arındırılıp toz haline getirilerek yeni bir içecek üretildi. Kuzey ülkelerinde özellikle çocuklara yönelik kakao tüketimi benimsenirken, Hollanda’da tablet çikolata üretimi başladı. Çikolatanın bu yeni tüketim biçimine İsviçre süt karışımı ile katkıda bulundu. İsviçre’de ilk fabrika 1819’da açıldı. 1828’de kakaonun kreması keşfedildikten sonra 1848’de ilk çikolata kalıbı üretildi. Çikolatalı pasta yapabilmek için çikolata kalıplarını doğramak gerekiyordu, hatta Nestle firması 1920’lerde pastaya doğranması için özel çikolata üretmeye başladı. 1939’da piyasaya çikolata tozunun sunulmasıyla çikolatalı pasta yapmak herkes için kolaylaştı. 1929’da üç firmanın Nestle ile birleşmesinden sonra İsviçre dünyanın çikolata merkezi haline geldi.

Nestle 1909’da çocuk maması, çikolata, yoğunlaştırılmış süt ithal eden şubesiyle Türkiye’ye girdi, 1927’de bira fabrikasını çikolata fabrikasına dönüştürerek üretime başladı. Ordu’da 1936’da fındıkçılık yapmak üzere kurulan Sağra’nın ilk çikolata fabrikası ise 1946’da açıldı. 11 Ağustos 1992’de TSE sütlü, bitter, beyaz ve sade, çeşitli dolgulu olmak üzere çikolata standartlarını belirledi.



Kudret Emiroğlu’nun

GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ

kitabından alıntılanmıştır.

İSLAM BİZANS ARASINDA BİLİM VE SANAT ALANINDA İLİŞKİLER-4


İslam-Bizans İlişkilerinin Edebiyata Yansıması


Asırlarca birbirlerinin komşusu olarak yaşayan müslüman Araplarla Bizanslılar arasında, toplumlarası ilişkilerde savaş ve barışın içiçeliğini sergiler biçimde gerçekleşen askeri, diplomatik, ticari ve sosyo-kültürel ilişkiler, halk muhayyilesinde geniş bir etki uyandırmış ve edebi ürünlere de yansımıştır. Her iki toplumda kuşaklar boyu süren derin izler bırakmış olması dolayısıyla, savaş ve mücadele boyutunun daha fazla vurgulandığı bu ürünler, çeşitli destan ve hikayeler ile şiirlerden oluşmaktadır. Hem İslam dünyası hem de Bizans'ta ortaya çıkan bu ürünlerde taraflardan her biri, kendi toplumunun kahramanlıklarını mübalağalı bir şekilde sunmakta, bu arada kendi dininin üstünlüğünü gösteren motiflere ağırlık vermekte, ayrıca zaman zaman her iki taraf arasında barış, dostluk ve yardımlaşmanın yanısıra bir kısmı evlilikle sonuçlanan aşklar yaşanmaktadır. Başlangıçta İslam-Bizans ilişkilerinin bir yansıması şeklinde ortaya çıkan edebiyat ürünlerinin, ahbdr veya kıssa anlatımı geleneğine uygun olarak kuşaktan kuşağa aktarıldığı dikkate alındığında, bir müddet sonra her iki toplum mensupları arasındaki ilişkilerin şekillenmesinde etkili olduğu da gözardı edilmemelidir. Aslında geniş bir hacim tutan bu ürünlerin çeşitli açılardan incelenmesi ve ayrıntılı bilgilerin elde edilmesi, edebiyat tarihi başta olmak üzere birçok disiplinin yaptığı/yapacağı müstakil çalışmalara havale edilerek, burada konunun sınırları içerisinde yapılacak seçmelerle özet bilgiler verilmeye çalışılacaktır.


 Destan ve Hikayeler



Emire Zatü'l-Himme Destanı (Siretü'l-Emire Zutü'l-Himme)



Arap kahramanlık hikayelerinin en önemlilerinden olan Zatü'l-Himme (veya Zü'l-Himme, Delhemma) destanı, başlangıçta şifahi olarak halk arasında dolaşmış ve muhtemelen VI. /XII. yüzyılda yazıya geçirilmiştir. Abdülhamid Hanefi tarafından 1327/1909'da Kahire'de, herbiri 10 bölümden oluşan 7 cilt halinde toplam 5084 sayfa olarak neşredilen eserin tam adı, destan kahramanlarını da özetleyecek biçimde Siretü'l-Emire Zutü'l-Himme ve Veledihü 'Abdülvehhab ve'l-Emir Ebu Muhammed el­ Battül ve 'Ukbe Şeyhu'd-Dalül ve Şumedris el-Muhtal şeklinde zikredilmektedir.


Hikaye temelde, Emeviler döneminden başlamak üzere Abbasi halifesi Vasık döneminin sonuna kadar Arap-Bizans savaşlarını menkıbe tarzında ele alır. Bunun yanında hemen eşdeğer vurgularla Kays kabilesinin iki kolu Beni Kilab ile Beni Süleym arasında ötedenberi sürüp giden mücadeleler, öne çıkarılan kahramanlar etrafında Beni Kilab kabilesi merkeze alınarak anlatılır. Hikayede kabile reisleri, diğer yerli kahramanlar, Emevi ve Abbasi halifeleri ile Bizans imparatorları veya diğer Bizanslı unsurlar içiçe sunulmaktadır. Hikayede adı geçen kahramanlar ve yerlerin bir kısmı gerçek hayattan alındıkları halde, destana asıl adını veren Zatü'l-Himme'nin gerçek şahsiyet olmadığı bilinmektedir. Hikayenin bir başka özelliği, Emeviler döneminde Bizans'a karşı gerçekleştirilen askeri seferlerde büyük kahramanlıklar gösterdiği bilinen ve Akroinon (Seyitgazi) savaşı sırasında öldürülen Abdullah el-Battal (ö. 122/740?) etrafında oluşan destani anlatımları da içermiş olmasıdır.


Hikayeye göre Abdülmelik b. Mervan döneminde Beni Kilab kabilesinin reisliğini Haris b. Amir, Beni Süleym kabilesinin reisliğini de Mervan b. Heysem yapmaktaydı. Haris'in ölümünden sonra, düşmanlarının intikamından çekinen hamile hanımı, geceleyin hizmetçisiyle birlikte, evinden ayrılır ve yola koyulur. Yolda hizmetçisinin kötü emelleri yüzünden aralarında geçen bir çekişmede, çocuğunu dünyaya getirdikten sonra vefat eder. Hizmetçinin kaçması ve annenin ölümüyle yalnız kalan çocuk, çok yakında kaybettiği Cendebe adlı çocuğunun acısını unutabilmek amacıyla gezinmekte olan emir Darim tarafından alınır ve büyütülmek üzere eve getirilir. Ölmüş olan çocuğun hatırasına binaen kendisine Cendebe adı verilir. Gençlik çağına gelen Cendebe'nin yiğitlik gösterileri, emir Darim'i korkutmaktadır. Aralarında yaşanan rekabet üzerine Darim, Cendebe'ye bütün gerçekleri anlatarak onun öz babası olmadığını belirtir. Bu arada, ölümünden önce annesinin isteği üzerine hizmetçi tarafından göğsüne asılan yazıyı da gösterir. Bunun üzerine, Cendebe, mensubu bulunduğu Beni Kilab'ı, Beni Süleym başta olmak üzere diğer Arap kabilelerine karşı savunmak amacıyla kabilesine döner. Ancak Cendebe, amacını gerçekleştiremeden vefat eder. Ardından da hamile hanımından Sahsah adlı oğlu dünyaya gelir. Sahsah büyüyünce, kabile reisi amcasının kızı Leyla'ya aşık olur. Amcası, Sahsah'tan yüklü bir mehirden başka, Cendebe'nin kaçırılan meşhur atını da düşmanlardan geri almasını şart koşar. Sahsah, kahraman bir şekilde bütün engelleri aşarak atı geri almayı başarır ve bu arada hac dönüşü bedevilerin baskınına uğrayan Abdülmelik'in kızı ve dolayısıyla Mesleme'nin kızkardeşini de kurtarır. Bu şekilde halifenin dostluğunu kazanan Sahsah emirlik rütbesini elde eder. Daha sonra Leyla ile evlenebilmek için evine dönmek isterken halifenin isteği üzerine, Arap kabilelerinin kumandanlığını üstlenerek Mesleme ile birlikte Bizans seferine katılır.


Mesleme ile Sahsah'ın Diyarbakır yakınlarında Bizans kuvvetlerine karşı kazandıkları zafer, Abdülmelik b. Mervan'ı sevindirir ve adı geçen komutanlara İstanbul'un fethedilmesi için emir verir. Mesleme ile Sahsah ordularıyla birlikte İstanbul kuşatmasına çıkarlar. İstanbul üzerine giderken Bizanslı bir prensesin yaşadığı kaleye yolu düşen Sahsah, prensese aşık olur ve kısa süreli bir direnmeden sonra onu yanına almayı başarır. lstanbul'un geçit vermeyen surları önünde İmparator Leon ve müttefiklerine karşı cereyan eden çatışmalarda, Sahsah büyük kahramanlıklar gösterir. Şehrin kuşatılması uzayınca müslümanlar yakın bölgede bir yerleşim birimi kurarlar. Müslümanlara hile yapmak isteyen bir gurup Bizanslı, yiğit bir şahsı süslü bir sandığa koyarak müslümanlara getirirler ve lslamiyet'i kabul ettiği için rahipler tarafından işkenceye tabi tutulurken ellerinden alıp kurtardıkları bir kişi olarak tanıtırlar. Müslüman askerler sandıktaki şahısla ilgilenmek üzere iken komplo gerçekleşir ve bazı müslüman askerler öldürülür. Bu arada düzenlenen diğer entrikalar boşa çıkarıldıktan sonra Sahsah, Mesleme ile birlikte muzaffer bir şekilde şehre girer ve burada bir cami yaptırır. Entrikacıların elebaşısı Şemmas ise idam edilir. Uzun süren kuşatmanın ardından imparator ile halife arasında yapılan barış anlaşması üzerine geri dönülür.


Daha sonra Sahsah, Leyla ile evlenir ve dünyaya gelen iki çocuğuna, önceden gördüğü bir rüyadan hareketle Zalim ve Mazlum adlarını verir. Rüyada Sahsah'a söylenenler yıllar sonra gerçekleşip Zalim'in zulmü artınca, küçük kardeş Mazlum, kabilesine başvurarak bir çözüm yolu bulmalarını ister. Kabile ileri gelenleri, liderliğin iki kardeş arasında paylaşılmasına ve aynı prensibin doğacak erkek çocuklar için de geçerli olmasına karar verirler. Ancak Zalim'in Haris adındaki oğluna karşılık, Fatıma adlı kızı dünyaya gelen Mazlum, kızı için taşıdığı endişelerden dolayı, onu besleyip büyütmek üzere gizlice bir süt anneye teslim eder. Kısa sürede serpilip büyüyen Fatıma, gösterdiği cesaret ve yiğitliklerinden dolayı Zatü'l-Himme diye anılmaya başlar. Bu arada gerçek kimliğiyle birlikte ailesinin başından geçen olayları da öğrenir ve kabilesine dönerek amcası Zalim'den intikam almaya karar verir.



Zatü'l-Himme, kabilesine döndükten sonra amcasının oğlu Haris, onunla evlenmek ister. Hem amcasından hem de oğlundan intikam almaya kararlı olan Zatü'l-Himme, teklife karşı direnmekle birlikte, Haris'in başvurduğu bazı hileler neticesinde onunla evlenmek zorunda kalır. Bir müddet sonra Abdülvehhab adında bir oğlu dünyaya gelir. Çocuk biraz büyüyünce Zatü'l-Himme onu da yanına alarak, sınır bölgesinde Bizans'a karşı şiddetli bir şekilde devam etmekte olan savaşlara katılmak istediğini belirtir. Kocası Haris, buna müsade etmediği gibi, anne ve babasının aksine Abdülvehhab'ın siyah olduğunu bahane ederek, çocuğun kendisine ait olmadığını iddia eder. Oldukça sıkıntılı günler yaşayan Zatü'l-Himme, büyük güçlüklerden sonra kendisini aklamayı başarır ve Allah yolunda Bizanslılara karşı cihad etmek üzere sınır bölgesine gider. Beni Kilab'ın temsilciliğinde Arap kabilelerinin komutanlığını üstlenen Zatü'l-Himme, Malatya'yı merkez edinir.



Bu arada Abbasiler, Emevi hakimiyetine son vererek iktidarı ele geçirirler. Daha önce Abbasileri desteklemiş olan Beni Süleym kabilesi reisi Abdullah (Ubeydullah) b. Mervan, Halife Ebu Ca'fer el-Mansur tarafından Arap kabilelerinin lideri olarak tanınır ve böylece Sahsah'la elden çıkmış olan liderlik, tekrar Beni Süleym kabilesine geçmiş olur. Ebu Ca'fer el-Mansur'un bağlılıklarını istediği Beni Kilab, başlangıçta gösterdikleri tepkilerden sonra, Zatü'l-Himme'nin ikna etmesi üzerine Abbasi iktidarının yanında yer alırlar. İslam toplumundaki bazı iç problemler ve iktidar değişikliğini fırsat bilen Bizanslılar, lslam topraklarına karşı saldırıya geçince, halifenin isteği üzerine Beni Kilab ve Beni Süleym kabileleri, Ubeydullah b. Mervan'ın liderliğinde Bizans'a karşı birlikte savaşırlar. Diyarbakır ve Malatya alındıktan sonra, sınır hakimiyetini elde tutmak amacıyla Beni Süleym Malatya'ya, Beni Kilab da yakındaki Hısnü'l-Kevkeb'e yerleşirler.


Zatü'l-Himme'nin oğlu Abdülvehhab olgunluk çağına gelince, Beni Kilab kabilesinin liderliğini üstlenir ve bundan sonra annesiyle birlikte katıldığı Bizans seferlerinde büyük kahramanlıklar gösterir. Bu sırada Beni Süleym'e mensup olmakla birlikte Battal da Abdulvehhab'ın, diğer bir deyimle Beni Kilab 'ın yanında yer alır. Malatya'dan ayrılarak onların yanına gider ve onlarla birlikte hareket eder. Ancak yiğitliklerinden daha ziyade, başvurduğu savaş hileleriyle meşhur olur. Battal'ın ilk hedefi, kendisinin de hocalığını yapmış olan Beni Süleym'e mensup kötü ruhlu bir insan olan kadı Ukbe'dir. Ukbe doğmadan önce annesinin gördüğü rüya, onun ne kadar bozguncu ve kötü şahsiyetli bir kişi olacağını göstermekteydi. Nitekim Ukbe, Haris'le evlenmek istemeyen Zatü'l-Himme'yi etkisiz hale getiren ilacı sağlamış, şimdi ise gizlice hıristiyanlaşarak Bizans'ın en başta gelen taraftarı ve lslam'ın azılı düşmanı olmuştu.


Arap kabilelerinin liderliğini yürüten Malatya emiri Amr b. Ubeydullah, her ne kadar Abdülvehhab'la bir kardeşlik anlaşması yapmış ve bir defasında Bizanslıların elinden Zatü'l-Himme tarafından kurtarıldığı için dost gözüküyorsa da Beni Kilab'a karşı gizli bir düşmanlık beslemekteydi. Bu dönemde, daha önce Zatü'l-Himme'nin kocası Haris tarafından Bizans'a götürülüp imparatorun hizmetine sunulmuş olan "hıristiyanlaşmış Araplar" ile Ukbe Bizans' a destek olurken, Bizans'ta imparatorun yakın çevresinden Marius liderliğinde müslümanlığını gizleyen bir gurup, imparatorun kız ve erkek kardeşi ile Malatya'da bulunan yine imparatorluk ailesine mensup Ioannes'in birlikleri, müslümanları desteklemekteydi.


Halife Mehdi döneminde Mercü'l-'Uyfın'da İmparator Theophilos birliklerine karşı büyük bir savaş yapılır. Mehdi'nin ölümünden sonra Harun er-Reşid halife olurken, Bizans'ta da Theophilos'un yerine oğlu Manuel tahta çıkar. Bu sırada Battal ile Ukbe arasında kıyasıya bir çatışma yaşanır. Zatü'l-Himme, Abdülvehhab ve Battal'ın çeşitli deliller ileri sürerek Ukbe'yi İslam'a hıyanetle suçlamalarına rağmen, bu deliller emirle birlikte Beni Süleym ve halife tarafından kabul edilmez ve çatışmada Ukbe'nin tarafını tutarlar. Bundan sonra Battal batıya doğru sefere çıkar; müslümanlığı kabul eden Frank kralı ve bazı Mağrib askerleriyle birlikte geri döner. Daha sonra Beni Kilab ile Beni Süleym'in araları düzelince, birlikte hareket ederek Kilikya kapılarında Bizanslılara karşı önemli başarılar elde ederler ve Malatya'yı da geri alarak, Bizans'ı barış istemek zorunda bırakırlar.


Harun er-Reşid'in ölümünden sonra cereyan eden Emin-Me'mun mücadelesinde her iki kabile farklı taraflarda yer alırlar. Me'mun'u destekleyen Kilab kabilesi liderleri, kaçmayı başaran Battal hariç, Bağdat'a getirilip hapsedilirler. Ancak kısa bir zaman sonra Kilab kabilesi, Abbasi ve Süleym birliklerini yenerek Bağdat'a girer ve Zatü'l-Himme ile Abdülvehhab'ı hapisten kurtardıkları gibi, Emin'i yakalayıp hapsederler. Bununla birlikte Emin, Zatü'l-Himme ve Abdülvehhab'ın isteği üzerine serbest bırakılır.


Manuel'den sonra Bizans tahtına çıkan Mikhail, Emin-Me'mun mücadelesini fırsat bilerek Ukbe'nin tavsiyeleri doğrultusunda müslümanlara olan düşmanlığı yeniden canlandırır. Battal tarafından desteklenen Me'mun halifeliği ele geçirir, ancak Emin'e yardım ettikleri gerekçesiyle Zatü'l-Himme ve Abdülvehhab ile Kilab kabilesinin diğer ileri gelenlerini tutuklatır. Me'mun, aslında imparator adına çalışan Ukbe'nin sözlerine kanarak, Kilab kabilesi liderlerini de yanına alır ve Rakka'ya doğru sefere çıkar. Ancak hepsi yakalanarak İstanbul'a götürülür. Zatü'l-Himme, Battal tarafından kurtarılır. Diğerleri, Kuşanuş adlı kralın imparatora karşı açtığı savaştan yararlanarak kaçmayı başarırlar. lstanbul'u aldıktan sonra İslam topraklarına yürüyen Kuşanuş, Basra'ya kadar gelir, fakat burada Kilab kabilesine yenilir ve bizzat Zatü'l-Himme tarafından kellesi uçurulur. Öte yandan Bizans imparatoru, Kilab kabilesinin girişimleriyle tahtına yeniden kavuşur ve daha önce halifeye ödediği vergiyi onlara vereceğini taahüt eder.



Kilab kabilesinin daha sonraki hedefi, kabile mensubu bazı kadınları esir olarak elinde tutan Karakuna adası kralı olur. Tarsus emiri Ali el-Ermeni'nin de yardımıyla deniz seferine çıkan Kilablılar, Me'mun'un İstanbul kuşatmasına çıktığı ve kuşatma sırasında Frankların yardımıyla esir alındığı haberini alınca, hemen donanmalarıyla İstanbul önlerine gidip şehri kuşatırlar. İmparator esir alındığı gibi, müstakbel halife Mu'tasım kuvvetlerinin desteğiyle, Me'mun esaretten kurtarılır. Ancak Ukbe tarafından yaralanmış olduğu için vefat eder. Kumandayı ele alan Mu'tasım, Battal'ın ricası üzerine, vergi karşılığında imparatoru serbest bırakır ve orduya Malatya'ya dönüş emri verir. Burada Beni Kilab ve Beni Süleym'in aralarını yeniden düzelttikten sonra Bağdat'a döner.


Bir müddet sonra Zatü'l-Himme, Abdülvehhab ve Battal, Bizans topraklarına akın etmek için Malatya'ya gelen Halife Mu'tasım tarafından yakalanarak Bağdat'a getirilir ve hapsedilirler. Ukbe'nin tavsiyesi üzerine Bizans imparatoru, müslümanlara karşı sefer hazırlıkları yapmaya başlar. Ancak bu sırada başkenti kuşatan Kameran adası kralı Bahrun tarafından tahtından indirilir. Daha sonra İslam topraklarına saldıran Bahrun, Malatya'yı ele geçirir, emir Amr b. Ubeydullah'ı ve ardından halifeyi esir alarak Irak'a ilerler. Çıkan karışıklıktan yararlanarak hapisten kaçmayı başaran Beni Kilab liderleri, Bahrun'u yenip esirleri geri alırlar. Bundan sonra halifeye verdikleri destekle İstanbul yeniden ele geçirilir ve Bizans imparatoru tahtına yeniden kavuşur.


İmparator Mikhail'in ölümünden sonra yerine, asi lider Romanos (Ermanus) geçer. Bahrun'u yanına alan Romanos, müslümanları lstanbul'dan çıkarır. İslam topraklarına saldırıp Malatya'yı ele geçirdikten sonra Musul'a kadar ilerleyen Romanos, burada yenilir ve teslim olur. Bütün düşmanlıklarına rağmen, topladığı askerlerle İstanbul'u ele geçirmiş olan Kerfenas'a karşı yardım isteyen Romanos, müslümanlardan beklediği yardımı görür. Halife, Kerfenas üzerine Beni Süleym birliklerini gönderir. Ancak Kerfenas, emir Amr'ı esir aldığı gibi halifenin kuvvetlerini de yenerek Diyarbakır'a kadar ilerler. Bu sırada Abdülvehhab'ın devreye girmesiyle Kerfenas öldürülür ve Romanos tahtını tekrar elde eder.


Mu'tasım'ın gerçekleştirdiği Amorion muhasarasında da yine önemli olaylar cereyan eder. Bu sırada Bizans'ta çıkan taht kavgasında Romanos tahttan indirilerek oğlu Bimund imparatorluğa getirilir. Bimund, babası zamanında esir alınmış olan Battal'a kötü muamele etmek suretiyle, Abdülvehhab ve emir Amr'ı kışkırtmak ister. Amr esir alınır. Esirleri kurtarmaya gelen Zatü'l-Himme, Bimund'u öldürür ve Romanos'u tekrar tahta çıkartır.


Ukbe'nin planlarıyla, halife ile Kilab kabilesinin araları yeniden açılır ve çatışmalar meydana gelir. Halife, imparator Romanos'tan yardım ister. Değişik zamanlarda yapılan kanlı savaşlarda Zatü'l-Himme, Kudüs'u almak isteyen Frank kralı Milas'ı öldürür. Abdülvehhab, Peçenekler tarafından götürülür. Malatya'yı ele geçirmiş olan Romanos, Zatü'l-Himme tarafından barışı kabul edip vergi ödemeye mecbur bırakıldığı gibi, lstanbul'da Mesleme kumandanlığındaki muhasara sırasında yapılan camiin yeniden inşa edilmesini de onaylar. Battal tarafından yakalanan Ukbe, lstanbul'da idam edilmekten zor kurtulur ve halifenin yanına döner. Ukbe'nin hazırladığı tuzaklar neticesinde yakalanan Abdülvehhab ve Battal, Dicle nehrine atılmak suretiyle öldürülmekten vezirin yardımıyla ancak kurtulabilirler. Kilab ve Süleym arasındaki mücadele böylece sürüp gider.


Bizans tahtına çıkan Mikhail, biri Frank kralının kumandasında olmak üzere müslümanlara karşı iki defa ordu gönderir. Malatya'yı ele geçiren Frank kralı, halife ve Abdülvehhab tarafından yakalanır. Bu sırada halife, Ukbe'yi, evinin alt kısmında yaptırdığı kilisede ibadetini yaparken görür ve onun bir hain olduğuna kesin kanaat getirirerek desteğini çeker. Ayrıca Amr'ın da hıristiyanlığa geçtiğinden şüphelenmeye başlar.


Hikayenin son kısmında, lspanya'dan Yemen'e kadar birçok ülkenin desteğini almış olan Ukbe, yakalanıp onyedi kralın kumanda ettiği büyük ordulara rağmen lstanbul'daki "Altınkapı" önünde idam edilir. Müslümanlar zafere ulaşmış olmanın sevinciyle hep bir ağızdan: "De ki! Hak geldi, batıl yok olup gitti. Şüphesiz batıl yok olmaya mahkumdur" ayetini okurlar. Ancak İstanbul dönüşü müslümanlara kurulan hain tuzak, büyük bir zayiata sebep olur. Tuzaktan sadece 400 kişiyle birlikte halife, Battal ve arkadaşları, Zatü'l-Himme, Abdülvehhab ve bir mağaraya kapanıp mucizevi şekilde bir cin tarafından kurtarılan birkaç insan kurtulur. Mu'tasım bir müddet sonra vefat eder.


Mu'tasım'ın halefi Vasık, İstanbul üzerine bir intikam seferi düzenlemeye karar verir. Bizans imparatoru yakalanıp esir alınır. O güne kadar imparatorların canları vergi ödeme karşılığında bağışlandığı halde, bu defa öldürülür. İstanbul, müslümanların eline geçer ve şehrin yönetimi Abdülvehhab'ın oğluna verilir. Abdülvehhab'ın oğlu camiyi görkemli bir şekilde yeniden inşa eder. Öte yandan, öldürülen Malatya emiri Amr'ın yerine oğlu Cerrah tayin edilir.


Nihayet hikaye kahramanlarından Zatü'l-Himme ve ardından Abdülvehhab, hac için gittikleri Mekke'den döndükten sonra dindar birer insan olarak vefat ederler. Battal ise, Vasık'tan sonra halife olan Mütevekkil döneminde Bizanslıların, yeniden aralıksız saldırılara başlayıp bu arada Ankara ile Malatya arasındaki tüm toprakları ele geçirdiklerine dair haberlerin üzüntüsü içerisinde Ankara'da gözlerini kapar. Ankara'daki cami avlusuna defnedilen Battal'ın mezarı, gizlenmiş olduğu için düşmanlar tarafından farkedilemez. lslam'ın yaşadığı bu zor günler, Türklerin (Selçuklular) hakimiyetine kadar devam eder. Ankara'yı geri alan Ak Sungur Bey, Battal'ın mezarını da keşfeder.



Ömer b. Nu'man Hikayesi



Ömer b. Nu'man (veya Ömer en-Nu'man) hikayesi, Binbir Gece masallarının en uzun bölümünü teşkil etmektedir. Binbir Gece masal külliyatı, karısı tarafından aldatıldığı için, evlendiği kadınları ertesi gün öldürten Sasani hükümdarı Şehriyar'la evlenmek durumunda kalan Şehrezad tarafından, her gece sürükleyici hikayeler anlatarak onu oyalamak suretiyle idamdan kurtulmak amacıyla anlatılan masallardan oluşmaktadır. Kaynakları, ortaya çıkış tarihi ve yazarı hakkında farklı görüşler ileri sürülmekle birlikte, bazı bölümlerinin Harun er-Reşid dönemine ait olduğu kabul edilmektedir. Ömer b. Nu'man hikayesi, İslam-Bizans ilişki noktaları merkeze alınarak şöyle özetlenebilir:



Abdülmelik b. Mervan (685-705) döneminden önce Bağdat'ta (veya Dımaşk'ta) Ömer b. en-Nu'man adında bir hükümdar yaşamaktadır.

Çok cesur ve kahraman olan Ömer, birçok ülke fethetmiştir. Dört karısından sadece birinden, büyüdüğünde kahramanlığıyla meşhur olacak olan Şarkan adlı bir çocuğu olur. Aynı zamanda 360 tane de cariyesi bulunan kralın, Kaysariyye kralı tarafından kendisine hediye edilen Rum asıllı Safıyye (Sophia) adlı cariyesinden, ikiz olarak Nüzhetüz zamil adında bir kızı ve Dav'ulmekan adında bir oğlu dünyaya gelir. Bu doğumdan son derece memnun kalan kral, çocuklara ve anneleri Safıyye'ye büyük ilgi göstermektedir. Tahtın varisi olacak olan Şarkan, bu doğum döneminde henüz evden ayrılmıştır ve erkek kardeşinin dünyaya geldiğinden habersiz olarak sadece baba-bir kızkardeşinin doğumunu bilmektedir.


lstanbul'da oturan Bizans kralı Efridun, Ömer en-Nu'man'a bir elçilik heyeti göndererek, kendisine isyan etmiş olan Kaysariyye kralı prens Hardub'a karşı yardım ister. Elçilerin anlattıklarına göre Kaysariyye kralı Hardub, kral Efridun'a çeşitli hediyeler götürmekte olan iki gemiye saldırarak yağmalamıştır ki, bu hediyeler arasında sihirli üç mücevher de bulunmaktadır. Kendi vassalı olan prensin bu davranışına kızan Bizans kralı, Ömer en-Nu'man'dan onu cezalandırmak için yardım istemektedir. Elçileri dinleyen Arap hükümdarı Ömer, veziri Dendan'ın görüşünü de alarak yardıma karar verir. Ömer'in emri üzerine on bin kişilik süvariden oluşan bir ordu hazırlanır ve Şarkan ile vezir Dendan'ın komutanlıklarında yola çıkar. Bizans elçilerinin de eşlik ettikleri ordu yirmi günlük bir yolculuktan sonra Bizans sınırına yakın bir vadide konaklar.



Geceleyin Şarkan etrafı gözetlemeye çıktığında ormanda bir manastırın yanında bir gurup güzel kızla karşılaşır. Kızlara, daha sonra Kaysariyye kralı Hardub'un kızı oluğunu öğreneceği Ebrize adlı güzeller güzeli bir kız başkanlık etmekte ve onlarla güreşmektedir. Şarkan bir müddet onlan seyre dalar. Daha sonra Ebrize ile güreşe tutuşurlar, fakat rakibinden daha kuvvetli olduğu halde Şarkan yenilir. Ebrize tarafından manastıra davet edilen Şarkan, onunla üç gün geçirir. Üçüncü gün Ebrize'nin babası kral Hardub tarafından Meysure b. Kaşirde reisliğinde kendisini yakalamak üzere gönderilen yüz kişilik şövalye gurubunu Şarkan, bir bir öldürür.


Beraber kaldıkları süre içerisinde Ebrize Şarkan'a, Bizans kralı Efridun'un müslümanlara tuzak kurduğunu ve yardımı bahane ederek onları pusuya düşüreceğini açıklar. Ebrize'ye göre olayın aslı şudur: İmparatorun kızı Sophia'nın da içerisinde bulunduğu bir gemi, Kafür adalarından bir gurup korsan tarafından yağmalanır. Sonra gemi Hardüb'un ülkesinin kıyısından geçerken prens tarafından kuşatılır ve gemidekilerle birlikte Sophia da yakalanır. Ele geçirilen değerli eşyalar arasında sihirli üç mücevher de bulunmaktadır ve bunları Hardub, kızı Ebrize'ye vermiştir. Sophia'nın Bizans imparatorunun kızı olduğundan habersiz olan Hardub onu, başka cariyelerle birlikte Arap hükümdarı Ömer'e hediye olarak gönderir. Bütün bu olup bitenlerden haberdar olan imparator Efridun, Ömer en-Nu'man'la kurduğu bu yapmacık dostluk sayesinde Hardub'tan öç almak istemektedir. Gerçeği öğrenen Şarkan ordunun yanına gelir ve askerlerine geri dönüş emri verir. Ebrize de üç gün sonra Şarkan'ı takib edip onunla evlenmek üzere Bağdat'a gideceğine dair söz verir.


Şarkan ülkesine geri dönmek üzere yüz kişilik bir süvari gurubunun başında ilerlerken yolda, yine yüz kişilik bir Hıristiyan şövalye gurubunun baskınına uğrar. Özellikle Şarkan, Hıristiyan şövalye gurubunun lideri ile kıyasıya döğüşür, ancak tam rakibini öldüreceği sırada bunun, kız arkadaşlarıyla birlikte erkek kılığına girip döğüşmek için gelen Ebrize'den başka kimse olmadığını görür. İki ordu birlikte Bağdat'a döner.


Bağdat'ta Ömer, gelenleri sıcak bir şekilde karşılar. Ebrize, yağmalanmış gemiden ele geçirilen ve tehlikelere karşı korunması için babası tarafından kendisine hediye edilmiş olan sihirli üç mücevheri krala sunar. Kral en değerli mücevheri oğlu Şarkan'a verdikten sonra, diğer ikisini de Dav'ülmekan ve Nüzhetüzzaman'a verir. Şarkan bu arada bir erkek kardeşinin dünyaya gelmiş olduğunu da öğrenmiş olur.

Ebrize ile Şarkan arasındaki gönül ilişkisi sürerken Hükümdar Ömer de Ebrize'yi elde etmek istemektedir. Ebrize'den olumlu cevap alamayan kral, bir gece onu sarhoş edip arzusunu gerçekleştirir. Bunun üzerine Ebrize babasının yanına dönmek üzere, hizmetçisi Mercane ile birlikte saraydan kaçar. Ancak kendi ülkesine yaklaştığı bir sırada, Ömer'in görevlendirdiği zenci bir köle tarafından yakalanır ve öldürülür. Ölümünden önce de bir çocuğu dünyaya gelir. Bu arada bir seferde bulunan Şarkan, döndüğünde Ebrize'nin saraydan kaçtığını öğrenir ve üzülür. Ayrıca babasının diğer kardeşlerine gösterdiği ilgiden de gün geçtikçe rahatsız olur. Şarkan'ın üzüntüden zayıfladığını gören babası, onu Dımaşk'a vali olarak tayin eder.


Kızı Ebrize ve bebeğinin başından geçenlerden Mercane tarafından haberdar edilen Hardub, kızının öldürülmesine oldukça kızar ve müslümanlardan öç almaya karar verir. Zatü'd-Devahi (=felaketler anası) adında, kurnaz planlarıyla ünlü Rum bir kadın, bu öç alma işinde ona yardımcı olur.


Ömer en-Nu'man ve Rum asıllı karısı Safiyye'nin çocukları Dav'ulmekan ve Nüzhetüzzaman, anne-babalarınn muhalefetine rağmen hac için Mekke yolculuğuna çıkmışken yolda bir bedevi Nüzhetüzzaman'ı kaçırır ve sonunda vali Şarkan'a satar. Şarkan ile Nüzhetüzzaman birbirlerinin baba-bir kardeşi olduklarını taşıdıkları mücevherden anlarlar. Burada Nüzhetüzzaman sarayın baş mabeyncisiyle evlendirilir. Daha sonra Bağdat'ta Ömer'in sarayına gitmeye karar verirler ve oldukça görkemli bir kervan eşliğinde yola çıkarlar.


Nüzhetüzzaman Bağdat yolunda uzun süredir ayrı kaldığı kardeşi Dav'ulmekan'la buluşur. Beraberce yola devam ederken bir ordunun başında Dımaşk'a doğru gitmekte olan vezir Dendan'la karşılaşırlar. Vezir Dendan onlara, babaları kral Ömer'in Rum asıllı Zatu'd-Devahi tarafından zehirlenerek öldürüldüğünü ve Bizanslı Safiyye'nin de kaçırıldığını bildirir.


Ömer en-Nu'man'ın öldürülmesi karşısında Şarkan ve Dav'ulmekan Bizanslılara karşı savaş ilan ederler. Ülkeyi aralarında paylaşan kardeşler, ülkenin her tarafından topladıkları askerlerle kuvvetli bir ordu hazırlarlar. Dav'ulmekan ordunun başkumandanlığını yürütürken, Şarkan sağ kanadın, başmabeynci enişteleri de sol kanadın komutanlığını üstlenir.


Araplar dört yıl boyunca İstanbul'u kuşatırlar. Şarkan ve Efridun'un ölümlerinden sonra şevkleri kırılan Arap ordusu, memleketlerine dönmek üzere komutanlarından izin isterler. Vezir Dendan, Dav'ulmekan'a geri çekilmesini ve yeni bir akın için hazırlık yapmasını önerir. Henüz dünyaya gelmiş olan çocuğunu görmek isteyen kral da vezirin tavsiyesini kabul ederek, kuşatmayı kaldırır ve ordu geri döner.


Bağdat'a döndükten kısa bir süre sonra Dav'ulmekan ölür ve yerine vasiyetine binaen oğlu Kanmekan geçer. Kanmekan, henüz yeterli yaşta olmadığı için devlet yönetiminde inisiyatif yine Dav'ulmekan'ın vasiyeti doğrultusunda başmabeyncinin/Sasani hacibin elindedir. Ancak bu durum, hacibin tüm yetkileri elde etmesiyle birlikte, Kanmekan'ın aleyhine döner ve Kanmekan tek başına Bağdat'tan ayrılmak zorunda kalır. Issız çöllerden sonra Fırat kıyısına varır. Fırat suyundan abdest alıp namazını kılar. Memleketi iç ve dış düşmanlardan kurtarıp birliği sağlamanın kendisine düştüğünün bilinciyle, bu arzusunu gerçekleştirmede yardımcı olması için Allah'a dua eder. Bir müddet sonra Sasani hacibe karşı kendisini meşru kral olarak tanıyıp yardıma gelmiş olan İslam ordusuyla karşılaşır. Kendisinden önce Bağdat'tan ayrılmış olan Vezir Dendan'ın da bu orduda yer almış olması onu oldukça sevindirir. Birlikte istişare edip, amaçlarına ulaşmak için her şeyden önce Bizans engelinin ortadan kaldırılmasına karar verirler ve sefere çıkarlar. Ancak kendilerinden sayıca üstün olan Bizans ordusuna mağlup olurlar. Kanmekan ve vezir Dendan, Bizans'a esir düşer.


Bizans askerleri tarafından esir alınan Kanmekan ve Dendan, imparator Rumzan'ın huzuruna getirilir. Rumzan aslında Ebrize'nin oğludur ve annesinin yolda öldürülmesinden sonra Mercane tarafından Bizans'a getirilmiştir. İmparator cellada esirlerin kafalarını uçurmasını emreder. Tam bu sırada hizmetçi Mercane devreye girer. Kellesini uçurmak istediği Kanmekan'ın aslında kardeşi Dav'ulmekan'ın oğlu olduğunu belirtir. İmparatorun şaşkın bakışları arasında Mercane, bütün olup bitenleri anlatır. Kanmekan'ın göğsündeki sihirli mücevherin kendi göğsündekiyle aynı olduğunu farkeden Rumzan'ın artık hiçbir şüphesi kalmaz. Zincirler çözülür ve Rumzan'la Kanmekan hasretle kucaklaşırlar. Rumzan hemen orada müslümanlığını ilan eder. Ardından ordularını hazırlayarak Sasani hacibin üzerine gider ve onun hakimiyetine son vererek Kanmekan'ı tahta çıkartır. Sonunda müslümanlarla Bizanslıların toprakları birleştirilir. Vezir Dendan'ın tavsiyesi üzerine Rumzan ve Kanmekan İslam devletini birlikte yönetmeye karar verirler. Bu karar her tarafa duyurulur. Kurbanlar kesilir; ziyafetler verilir ve şenlikler düzenlenir. Bu arada Rumzan daha önce tek başına yönettiği halka tellallar göndererek, bundan böyle halkın dininin İslam olacağını "ama isteyen kimsenin -yanlış da olsa­ kendi dinine bağlı kalmakta özgür olduğunu" duyurur. Bunun üzerine aynı günde binlerce kişi gönüllü olarak İslamiyet'i kabul eder.


Antere Kıssası (Siretü 'Antere)


Arap kahramanlık hikayelerinin en güzel örneklerinden biri kabul edilen ve lslam öncesinden başlamak üzere, Arap tarihinin beş asırdan fazla bir kısmını içine alan Antere kıssasındaki birçok devlet, toplum, şahıs ve farklı coğrafyalar arasında, doğal olarak Bizans'a da yer verilmiştir. Kıssanın muhtelif metinleri içerisinde es-Siretü'l-Hicaziyye diye adlandırılan metin en hacimlisi olup, otuz iki cüz (Kahire 1306-1311), 154 cüz (Beyrut 1869-1871) ve altı cilt (Beyrut 1883-1885) halinde yapılan baskıları bulunmaktadır. Hikayenin Basralı meşhur dil ve edebiyat alimi Asmai (ö. 216/831) tarafından derlendiği, ancak Vl/XII. yüzyıla kadar yeni unsurların ilave edildiği anlaşılmaktadır.



Hikaye, adını muallakat şairi Antere b. Şeddad b. Amr el-'Absi'den (ö. 614?) almaktadır. Necid'de oturan Abs kabilesine mensup Antere, Zebibe adlı siyah bir cariyeden dünyaya geldiği için dönemin anlayışına göre köle sayılmakta, bu durum küçük yaştan beri sevdiği amcasının kızı Able ile evlenmesinde bir engel olarak görülmekteydi. Kölelikten kurtulabilmek için üstün kahramanlıklar gösteren Antere, bir defasında Abs kabilesine baskın yapıp, Able dahil birçok kişiyi esir alan Arap kabilelerine karşı yiğitçe döğüşerek, gasbedilen herşeyi geri almayı başarmış ve hürriyetine kavuşmuştu. Gösterdiği yiğitliğe rağmen sevgilisi Able'ye kavuşmasına müsaade edilmediği veya birçok güçlüğe katlandıktan sonra onunla evlenebildiğine dair farklı rivayetler bulunmaktadır. Aynı zamanda şair olan Antere, Abs kabilesinin meşhur bir yiğidi olarak Beni Zübyan'a karşı yapılan Dahis ve Gabra savaşında büyük kahramanlıklar göstermiş ve kendisini muallakat şairleri arasına sokan şiirini, bir rivayete göre bu savaştan sonra yazmıştır. Antere, ilerlemiş yaşına rağmen katıldığı, Tay kabilesine karşı yapılan savaşta öldürülmüştür.


Antere'nin gerçek hayatından bazı unsurların destanımsı bir şekilde anlatımını da içeren kıssa, Kral Züheyr'in Abs kabilesini yönettiği dönemde, kabilenin önde gelen kahramanlarından Şeddad'ın, bir savaş sırasında, Sudan melikinin kızı olduğu sonradan anlaşılacak olan Zebibe'yi esir alışı ve daha sonra gerçekleşen evliliklerinden Antere'nin dünyaya gelmesiyle başlamaktadır. Bebekliğinde kundağı parçalayan, iki yaşında çadırı yıkan, dört yaşında iken bir köpeği, dokuz yaşında iken bir kurdu, genç bir çobanken de bir arslanı öldüren Antere, köle statüsünden kurtulup Able ile evlenebilmek için çok zor ve tehlikeli birçok maceraya girişmek zorunda kalır. Kabile üyelerinden bazılarıyla olduğu gibi, kabile dışından en ünlü cengaverlerle döğüşür ve onları dize getirerek barış istemek zorunda bırakır. Bir kısmıyla arkadaşlık da kurar. Bu arada şiirdeki yeteneğini de gösterir ve düzenlenen bir yarışmada diğer muallakat şairlerini devre dışı bırakarak, kendi şiirini Kabe'ye asmaya muvaffak olur. Mekke'den kalkıp yahudilerin yaşadığı Hayber'e gider ve yahudilere zor anlar yaşatır.




Arap yarımadası dışına çıkarak Irak, Suriye, Iran, Kuzey Afrika ve ispanya kralları ve vezirleriyle tanışan Antere'nin kahramanlıkları, bu ülkelerde de devam eder. Able'yi alabilmesi için şart koşulan ve sadece Hire kralı Münzir tarafından yetiştirilen iyi cins develeri elde edebilmek için Irak topraklarına giden Antere, daha sonra Bizanslı ünlü kahraman Badramüt'a karşı savaşmak üzere lran'a çağrılır. Bütün bu aşamalarda Münzir, Nu'man, Esved gibi Hire kralları ve özellikle vezir Amr b. Bukayle ile, Iran şahlarından Husrev Enuşirvan, Hudavend ve diğerleriyle tanışır. Suriye'de kral Haris el-Vehhab'ı mağlup ettikten sonra onun dostu haline gelen Antere, kralın ölümünden sonra prenses Halime'nin ricası üzerine, henüz küçük yaştaki taht varisi Amr b. Haris'in muhafızı olarak bir nevi Suriye krallığını da yürütür. Burada Franklarla karşılaşır. Frankların bazen düşmanı, bazen de İranlılara karşı yakın bir müttefiki olur. Bu dönemde Suriye, Bizans hakimiyeti altında olduğundan Antere'nin hıristiyanlara verdiği hizmet, imparatorluk merkezinde olumlu yankılar uyandırır. Antere lstanbul'a davet edilir, görkemli törenlerle karşılanır ve itina ile ağırlanır. Bu gelişmelerden rahatsız olan Frank kralı Leyleman, Bizans imparatorundan Antere'yi tutuklatıp kendisine teslim etmesini ister. Frank kralının bu isteği Bizans başkentinde tepkiyle karşılanır ve Antere, imparatorun oğlu Herakleios'la birlikte Bizans ordusunun başında Frankların üzerine gider. Frank krallığını Bizans'a bağlamayı başaran Antere, buradan lspanya'ya geçerek kral Santiago'yu mağlup eder. Bununla yetinmeyerek Kuzey Afrika'ya gider ve Fas'tan Mısır' a kadar bütün bölgeleri fetheder.



Bütün seferleri ilgiyle takip edilen Antere'nin, Avrupa ve Kuzey Afrika'da Bizans adına elde ettiği başarılar, ülkede dilden dile dolaşır. Fetihlerin ardından muzaffer bir komutan olarak lstanbul'a dönen Antere, görkemli törenlerle karşılanır ve kendisini kahramanlığını yansıtacak şekilde atını mahmuzlamış haliyle gösteren güzel bir heykeli dikilir. Bizans'a gelirken kendisine eşlik eden iki kardeşinin heykelleri de her iki tarafında yer alır. Antere ölümünden kısa bir süre önce Roma'ya gelir. Burada Roma krallığını tehdit eden Bohemund'u ortadan kaldırır. Daha sonra Sudanlılara karşı giriştiği bir intikam seferi dolayısıyla Afrika'da ülke ülke dolaşan Antere, sonunda Habeşistan' a kadar gelir. Habeş kralının (Necaşi), annesi Zebibe'nin dedesi olduğunu öğrenir. Antere bundan sonra da Hind-Sind ve hıristiyan kral Leyleman'ın ülkesi başta olmak üzere, birçok yerde zaferler elde eder. Sonunda ötedenberi mücadele ettiği Vizr b. Cabir' in zehirli okunun etkisiyle ölür. Ancak hasmı da kendisinden önce can vermiştir.


Able ile evliliğinden hiç çocuğu olmayan Antere'nin, yaptığı gizli evliliklerden birçok çocuğu dünyaya gelir. Bunlar arasında Roma kralının kızından doğan Gadanfer ile Frank asıllı bir prensesten doğan Cufran adlı iki hıristiyan oğlu da yer almaktadır. Antere'nin ölümüyle oldukça sarsılan çocukları, onun intikamını almaya karar verirler. Gadanfer ve Cufran Avrupa'ya dönerken, Abs kabilesi lslamiyet'i kabul ederek müslüman olur.


Antere Kıssası'nda Hz. İbrahim, Hz. Muhammed ve Hz. Ali'ye dair bazı rivayetlere yer verildiği gibi, Cahiliyye'den İslam dönemine geçileceği bir sırada sergilediği erdemli yaşayışıyla Antere, İslamiyet'in gelişini hazırlayan bir kahraman kişiliğine büründürülmekte ve İslam döneminde gerçekleşen fetihlerin adeta bir sembolü haline getirilmektedir. Kıssanın kahramanı Antere İranlılara karşı Araplara, Bizanslılara karşı İranlılara veya İranlılara karşı Bizanslılara, Franklara karşı Bizanslılara, Hintlilere karşı İranlılar ve Araplara, Sudanlı ve Habeşlilere karşı Araplara yardımcı olmakta ve onların yanında savaşmaktadır.


Digenis Akritas Destanı



İslam-Bizans ilişkilerinin Bizans edebiyatındaki yansımasının başlıca örneğini teşkil eden Digenis Akritas destanı, kuşaktan kuşağa aktarılan sözlü anlatımların, muhtemelen XII. yüzyılda yazıya geçirilmiş şekli olup yaklaşık 3.000 mısradan oluşmaktadır. Destanın ortaya çıkış tarihi hakkında farklı görüşler ileri sürülmektedir. Destanda başkahraman Digenis Akritas'ın Araplarla savaştığına dair herhangi bir ifade bulunmadığına, dolayısıyla onlara karşı gerçek bir düşmanlık gösterilmediğine dikkat çeken H. Gregoire ve V. Christides, bu durumdan hareketle destanın, müslümanlara dostça tavır takınan Pavlikianlar arasında ve özellikle daha ılımlı politika izleyen imparatorların yaşadığı X. yüzyılda ortaya çıktığı görüşündedirler. Bundan başka Christides, destanda bir Arap emirinin akınlarından övgüyle bahsedildiğini dikkate alarak, destanın oluşumunda bir Arap kaynağından yararlanılmış olabileceğini düşünmektedir. Yine aynı araştırmacıya göre Digenis Akritas destanı, VII ve. VIII. yüzyıllarda İslam toplumunda ortaya çıkan Kral Ömer en-Nu'man masalının birtakım ekleme ve değişikliklerle Bizans'a geçmiş ve bu kültüre mahsus bir şekil kazanmış halidir.


Bizanslıların milli destanı durumundaki Digenis Akritas'ın ana muhtevası şöyledir: Suriye'de yaşamakta olan çok akıllı, bilge, yakışıklı ve cesur bir Arap emirinin Türk, Deylemli ve Araplardan oluşan bir ordusu vardır. Ordusuyla birlikte Bizans'ın Kapadokya bölgesine bir akın düzenleyen emir, general/prens Andronikos'un evini yağmalayarak generalle oğullarının yokluğundan istifadeyle kızı lrene'yi kaçırır. Ailenin delikanlıları eve döndüklerinde, kızkardeşlerinin kaçırıldığını, emirin askerlerinden kaçmayı başaran anneleri Anna'dan öğrenirler. Anna, çocuklarını emirin üzerine gönderir ve kızkardeşlerini geri almadan eve dönmemelerini ister. Bu arada emirin askerleri tarafından başka kızlar da kaçırılmıştır.

Arap askerleri tarafından öldürülen birçok hıristiyan kadının cesetleri arasında kızkardeşlerini arayan delikanlılar, onu emirin çadırında bulurlar. Bu arada emirle de karşılaşınca, kardeşlerin en küçüğü emirle döğüşür ve onu mağlup eder. Emir, generalin kızına karşı derin bir sevgi duyduğunu itiraf eder ve onunla evlenebilmek için din değiştirerek hıristiyan olmayı bile düşündüğünü belirtir. Kendisinin aslında Krisoherpes adlı bir baba ve Spathia adlı bir anneden doğduğunu, dedesinin Amr olduğunu, babasını küçük yaşta kaybedince amca ve halaları tarafından müslüman olarak yetiştirildiğini söyler. Emirin teklifi, kızın kardeşleri tarafından memnunlukla karşılanır. Her iki taraf karşılıklı olarak ne kadar asil ailelerden geldiklerini ve üstünlüklerini dile getiren konuşmalar yaparlar. Emir, onlarla birlikte Bizans'a döner, vaftiz olur ve yapılan görkemli bir düğünle generalin kızıyla evlenir. Bu evlilikten Digenis Basileos Akritas adlı bir erkek çocuk dünyaya gelir.


Aradan bir müddet geçtikten sonra emir, Suriye'de kalan annesinden bir mektup alır. Mektupta annesi kendisine, babasının ve amcasının Bizanslılara karşı sergilediği kahramanlıkları sıralamakta, bunun yanında memleketini, dinini ve ailesini terkettiği için ona sitem etmektedir. emirin mektup üzerine annesini görmeye gitmek istediğini öğrenen kayınbiraderleri, emirin gizli olarak Araplarla ilişkide bulunduğu ve kendilerine ihanet içerisinde olduğu yolunda derin şüpheler duyarlar. Ancak daha sonra emirin masum olduğunu anlarlar ve annesini görmek üzere memleketine gitmesine müsade ederler.


Annesini görmek için Rahab'a (Urfa) gitmek üzere yola çıkan emir, yol arkadaşlarına o güne kadar gerçekleştirmiş olduğu bazı kahramanlıklarından bahseder. Yolda da bir arslanı öldürür. Rahab'a ulaştıklarında annesi emire, yeniden müslümanlığa dönmesi için ısrar eder, fakat muvaffak olamaz. Dahası bütün konuşma ve tartışmalardan sonra emirin annesi ile birlikte birçok müslüman din değiştirerek Hıristiyanlığı kabul ederler. Bundan sonra hep birlikte Bizans'a giderler ve burada Bizanslılar tarafından büyük bir sevinç ve coşku ile karşılanırlar.



Destanın bundan sonraki kısmında olayların kahramanı olarak emirin yerini, oğlu Digenis almaktadır. Çocukluğunda kılıç kullanıp güreş tutabilen Digenis, daha oniki yaşında iken vahşi hayvanları öldürebilmekte, olgunluk çağına geldiğinde ise yağmacı ve zorbalara karşı savaşıp hiç bir zaman yenilmez sanılan elebaşılarını ele geçirmektedir.


Bir gün ava çıktığı sırada Digenis'in yolu, oldukça lüks bir köşke düşer. Burası general Dukas'a aittir ve generalin Eudokia adlı bir kızı bulunmaktadır. İki genç biribirine aşık olurlar, fakat kız babasının muhalefetiyle karşılaşırlar. Kız, Digenis'e yüzüğünü gönderir ve o gece buluşmaya karar verirler. Buluştuklarında Digenis sevgilisini, ailesini terketmeye ve kendisiyle birlikte kaçmaya ikna eder. Kızın kardeşleri askerlerle birlikte Digenis'in peşine düşerler ve aralarında şiddetli bir çatışma meydana gelir. Digenis sevgilisinin kardeşlerine dokunmaksızın büyük kahramanlık göstererek askerleri bozguna uğratır. Sonunda generalin çocukları Digenis'in isteğini kabul ederler ve generalin de rızası üzerine bir müddet sonra iki sevgili görkemli bir düğünle evlenirler.


Bir defasında Digenis, genç bir Bizanslının yolunu kesip canına kıymak isteyen Mousour (Mansur?) adındaki eşkiyayla çarpışıp onu öldürür. Sonra kurtardığı Bizanslı'nın kimliğini öğrenir. Bizanslı genç, aslında bir müslümanın yanına esir düşmüştür. Bu arada ailenin kızı ile evlenmiş ve bir gün hanımının yardımıyla kaçmayı ve onu da yanına almayı başarmıştır. Ancak bütün iyiliklerine rağmen kadını çölde terkedip yalnız bırakmıştır. Durumu öğrenen Digenis kadını bulur ve onu yüz kişiden fazla bir Arap gurubuna karşı savunup kurtarır. Fakat onunla sonradan büyük pişmanlık duyacağı bir ilişkide bulunur. Daha sonra kadını çölde terketmiş olan kocasına baskı yaparak, tekrar hanımına dönmesini sağlar.


Birgün Digenis hanımını da yanına alarak güzel bir çimenlikte gezintiye çıkar. Burada Digenis, hanımını taciz etmek isteyen ve "istediğinde yakışıklı bir delikanlı oluveren" bir ejderhayı öldürür. Ardından üç meşhur haydutu püskürtür. Digenis'in elinden kurtulmayı başaran haydutlar, Amazon Maximo'dan yardım isterler. Maximo yardım etmeyi kabul eder ve başmuhafızı eşliğinde yüz yiğit askeriyle birlikte yardıma gider. Maximo'yu takib eden Digenis, önlerine çıkan nehri geçmesi için Maximo'yu beklemez. Nehire dalar, taşmak üzere olan nehirde atını adeta yüzdürerek nehri geçmeyi başarır.


Digenis ansızın gerçekleştirdiği bir atakla Maximo'nun atını öldürür. Maximo başına gelenlerden ürkmüş bir halde Digenis'ten eman diler. Digenis ona acır ve hayatını bağışlar. Sonra haydutların peşine düşer ve çok kısa bir süre içinde Maximo püskürtülmüş olur. Ancak bir müddet sonra Digenis'le Maximo arasında o zamana kadar görülmemiş bir çatışma yaşanır. Maximo'nun görünüşü müthiştir ve kahramanca döğüşür, fakat sonunda yenilir. Digenis ona tekrar acır ve öldürmekten vazgeçer. Bununla beraber sonradan onunla cinsel ilişkiye girer. Ancak bu yaptığından o derece utanç duyar ki, onu öldürmekte tereddüt etmez.


Fırat nehri kenarındaki bir köşkte yaşamakta olan Digenis'in yaptığı hayırlı hizmetler ve imparatorluğun barış ve huzuru için sarfettiği gayretler ilgiyle takib edilir ve Digenis'in ünü, her tarafa yayılır. Bizans imparatoru, prensler ve valiler ona sürekli hediyeler gönderirler. Bizanslılar, Araplar, İranlılar ve Tarsus halkından hiç kimse onun bilgisi dışında hareket etmez. Bu arada Digenis babasının hastalandığını öğrenir. Hemen Kapadokya'ya doğru yola çıkar, fakat oraya vardığında artık vaktin çok geç olduğunu görür. Çünkü babasını çoktan kaybetmiştir. Digenis, babasının ölümünden sonra dul kalan annesini de yanına alarak tekrar Fırat kenarına döner. Beş yıl sonra da annesi vefat eder.



Bir gün Digenis, Amidalı (Diyarbakır) akrabalarıyla birlikte ava çıkar. Daha sonra aldığı duş sonucu rahatsızlanır ve yatağa düşer. Dönemin en ünlü doktorları tedavisiyle ilgilendiği halde, Digenis'in hastalığı gün geçtikçe artar. Ölümün çok yakın olduğunu farkeden Digenis, hanımı Eudokia'yı yanına çağırarak başından geçenleri ve yaptığı kahramanlıkları anlatmaya başlar. Bütün bu yiğitlikleri onun aşkı uğruna yaptığını söyler. Son nefesini vermeden önce, kendisinden sonra başka bir erkekle evlenmesini tavsiye eder. Oldukça üzülen ve duygulanan hanımı, odasına çekilip saatlerce ağlar ve kendisini yalnız bırakmaması için Tanrı'ya dua eder. Duyduğu derin acılardan dolayı çok geçmeden o da hayata veda eder. Digenis ve Eudokia'nin cenazeleri Trosis tepesinde toprağa verilir ve üzerine erguvani mermerlerden büyük bir türbe inşa edilir. Dönemin kralları ve prensleri gelip türbeye çelenk koyarlar ve ziyaret ederler. Destan, düşmanlara karşı güç ve kuvvet vermesi ve Digenis ile hanımını azaptan koruması için Baba, Oğul ve Kutsal Ruh üçlüsüne yapılan dua ile sona erer.


Görüldüğü gibi İslam toplumunda veya Bizans'ta ortaya çıkan destan, masal ve hikayelerden bir kısmı ya tamamen İslam-Bizans ilişkilerini konu edinmekte, ya da çerçeve konu farklı olmakla birlikte, ikinci ve üçüncü çerçeve içinde bu unsurlara yer vermektedir. Her iki taraf kendi kahramanını ön plana çıkararak adeta olağanüstü güçlerle donatılmış olarak göstermekte, karşı tarafa yüklediği kuvvetlilik tasviri, yine ona galip gelecek olan kendi kahramanının yiğitliğini anlatmak için kullanılmaktadır.


Destan ve hikayelerde dini motiflere ağırlık verilmekte, genellikle kahramanlar dini amaçlarla çarpışmaktadır. Her bir tarafın arzusu karşı tarafa boyun eğdirmek ve kendisinin inandığı "hak din"e girmesini sağlamaktır. Bu sebeple toplumun her kesiminden ferdi olduğu gibi topluca gönüllü veya zor kullanılarak din değiştirmeler de görülmektedir.

Bazen karşı tarafın zayıf unsurları elde edilerek iç karışıklıklara sebebiyet verildiği gibi, yaşanan iç karışıklıklardan istifadeyle saldırılar da düzenlenmektedir. İslam toplumunda ortaya çıkan hikayelerde özellikle İstanbul kuşatmalarının merkeze alındığı ve zorlukların vurgulandığı görülmektedir. Ayrıca, hemen her zaman iki toplumu birbirine düşüren veya kışkırtıcı faaliyetler yapan kötü tiplere de rastlanmaktadır.


Müslümanlarla Bizanslılar genellikle birbirlerinin düşmanı olarak kendi aralarında savaşmakla birlikte, dostça münasebetler de gerçekleşmektedir. İmparatorlar ve halifeler birbirlerine elçiler gönderip yazışmakta ve hediyeleşmektedirler. Birçok defa üçüncü bir düşman unsuruna karşı birbirlerinden yardım istemekte ve birlikte hareket etmektedirler. Böylece ya bir iç ayaklanma bastırılmakta veya bir diğer ülkenin saldırıları geri püskürtülmektedir. Bizanslılarla müslümanlar arasında kız kaçırma veya normal yollarla evlilikler gerçekleştirilmekte, her iki toplumda karşı tarafa mensup dini ve etnik unsurlar yaşamaktadır.


Destan ve hikayelerde hayal ürünü varlıklara, şahıs ve coğrafyalara çoğu defa yer verilmekle birlikte, bazı kahramanlar ve diğer şahsiyetler ile coğrafya isimlerinin gerçek hayattan seçildiği görülmektedir. Böylece dönemin ileri gelen devletleri, ünü çağları aşan şahsiyetler, her iki toplumda hakim olan örf, adet ve anlayışlar, bazı kültür unsurları, tarafların birbirine bakışı gibi hususlarda dikkate değer ipuçları yakalamak mümkün olmaktadır.



Casim Avcı’nın İslam Bizans İlişkileri Adlı Kitabından Alıntılanmıştır.

1 Mart 2023 Çarşamba

MAKİNELİ TÜFEĞİN CESARETLE SAVAŞI

 


Hızlı ateşlemeli silahlar on dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru gelişmeye başlamıştı. Fransızlar 1870'de mitralyözle ve Birleşik Devletlerde Gatling kendi adıyla anılan tabancasıyla ortaya çıktı. Silahlar İngiliz ordusunun hemen dikkatini çekti ama bu silahlardan edinmede başarılı olamadılar. Bu başarısızlık I. Dünya Savaşı'nda binlerce yaşama neden oldu.


1871'de İngiliz Savaş Dairesi tarafından yeni hızlı ateşlemeli silahların değerini belirlemek üzere bir komite oluşturuldu. Sonuçlar net ve kesindi; tarihte ilk kez insan gücünün yerine silahların ateş gücü konabilecekti. Bu vakte kadar silah sayısıyla asker sayısı eşitti. Savaş alanında kullanılabilen ve askerleri toplu olarak öldürebilen tek silah büyükçe toplardı. Önden doldurmalı toplar için bile bir düzine adam ve birçok at gerekiyordu. Mesaj tam zamanında gelmişti ve ne kadar önemli olduğu çok açıktı. Birkaç savaşta ne kadar işe yaradıkları ortaya çıkmıştı. Ama tabii ki tamamen görmezden gelinmişti.


Makineli silahların kullanılmasına karşı çıkılmasının nedeni çok ikna ediciydi. Savaş Dairesinin bu konuda öne sürdüğü neden çok fazla mermi gidecek olmasıydı. Dahası, makineli silahların hareketli bir savaş için fazla ağır geldiği sonucuna ulaşılmıştı. (Custer'ı hatırlayın.)


Fazla pahalı ve fazla karışık. En lanet neden ise makineli tüfeğin fazla savunmaya yönelik olduğuydu. Askerlerdeki "saldırgan asker ruhu"nu öldüreceğinden korkuluyordu. Tüm generaller bir askerin sahip olduğu erdemler arasında en üste bunu koyuyorlardı. Silah dairesi sorumlusu John Adye bu makineli tüfeklerin çok sınırlı bir kullanım alanı olduğunu savunuyordu ve ona göre pek yaygınlaşmayacaktı. Bu durumda ordu savaşta yanında götürebildiği sınırlı taşıma olanaklarını daha mantıklı şekilde değerlendirebilirdi.


Boer Savaşı gösterdi ki, iyi yerleştirilmiş askerler makineli tüfekleri olmadan da bir orduyu yenebilirdi. Makineli tüfeklerin savaşın kaderini nasıl değiştirebileceği sorusuyla uğraşmaktansa, o zaman kullanılan ateş gücünün makineli tüfekler kadar zarar verebileceği ve makineli tüfeklere gerek olmadığı sonucuna varıldı.


Sonra Rus-Japon savaşı başladı ve Japonlar Arthur limanı çevresinde mevzilenmiş Ruslara saldırdı. Rus tarafında çok miktarda makineli tüfek vardı. Bu da Savaş Dairesinin, makineli tüfeklerin savunmada bile savaşların kaderini belirlemediği fikrini pekiştirdi. Avrupalı güçlerin burada gözden kaçırdığı nokta Japonların verdiği büyük kayıptı. Japonlar bu savaşta kendini feda ederek saldırma yöntemi olan süngü savaşına bile sıcak bakmaya başlamışlardı.


Makineli tüfeklerin değerini anlayan subaylar da vardı. Ufku geniş yüzbaşı J. F. C. Fuller "Süzülme Taktikleri" adlı makalesinde 1914 Alman saldırı tekniklerini inanılmaz derecede doğru tahmin etmişti. Birinci Dünya Savaşı'nda saf cesaret ve süngü savaşı makineli tüfeklerin üstesinden gelmişti.


Loos'daki çatışmada İngiliz orduları dört koldan makineli tüfeklerle açılan yaylım ateşine doğru ilerlemiş ve askerlerin yüzde 80'i ölmüştü. Alman tarafı ise hiç kayıp vermemişti. Bu durum her şeyi açıkça ortaya koyuyordu. Ama İngilizler anlamamıştı. Bir yıl kadar sonra Sir Douglas Haig Savaş Dairesi'ne bir mektup yazıp "Makineli tüfekler abartılmış silahlardır. Her mangaya iki silah yeterlidir" dedi. Ancak eğitimlerde askerler süngülü makineli tüfek alımları için bastırdılar. Cesaretin ateş gücüne üstün gelebileceği fikri bir milyon askerin kaybından sonra giderek zayıflamaya başladı.


Cesaret bir asker için önemlidir ancak bunu mantık kurallarının üzerine çıkarmak ve eski tip tüfeklerle askerleri savaşa sokmak sadece ve sadece Birinci Dünya Savaşı'nda ateş hattının çok daha gerisinde durup emirler veren kumandanlara makul geliyordu.



Alıntıdır.

Mardin

 


HABİL (m.ö.?)

 


Yeryüzünde ilk cinayet, Hazreti  Adem'in oğullarından Kabil'in, kardeşi Habil'i öldürmesiyle işlenmiştir. Kabil katillerin önderi olması itibariyle, kıyamete kadar haksız yere cana kıyan bütün katillerin günahının bir mislini de yüklenecek olan bedbaht bir insandır. Bu konuyla ilgili olarak Peygamberimizin şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:


"Haksız yere öldürülen her insanın kanının günahından, Adem'in oğlu (Kabil hesabına) bir pay ayrılır. Çünkü bu cinayeti âdet edinenlerin önderi odur."


Kaynaklarımızda belirtildiği üzere Kabil'in kardeşini öldürmesinin sebebi kıskançlık idi. O, kendisinin evlenmek istediği kızın Habil ile evlendirileceğini anlayınca kardeşine karşı büyük bir kin ve nefret duymuştu. Hadisenin tafsilatıyla ilgili verilen bilgilere göre Hz. Adem ve Havva Cennet'ten çıkartılıp yeryüzüne indirildikten sonra yüce Allah onlara bir çok oğullar ve kızlar verdi. Hz. Havva her batında bir erkek, bir de kız olmak üzere ikiz çocuklar doğurdu. Bunlar gençlik çağlarına eriştiklerinde ilk doğan ikizlerden erkek olan, daha sonra doğan ikizler içindeki kız ile evleniyor; ilk doğan kız ise ikinci batında doğan erkek ile evleniyordu. O günler içinde yeryüzünde başka insan olmadığı için bu bir süre böyle devam etmek zorundaydı. Kabil kendi ikizinin daha güzel olması sebebiyle, Habil ile doğan  kızı  almak  istemedi ve babasının emirlerine aykırı hareket ederek kendi ikizi ile evlenmek istediğini bildirdi. Çıkan anlaşmazlık üzerine Hz. Adem onların Allah'a birer kurban takdim etmelerini emretti. Böylece kimin kurbanı kabul edilirse onun haklı olduğu anlaşılacaktı.  Daha çok hayvancılıkla meşgul olup ailenin koyun sürüsünü gütmekte olan Habil,  Allah'a takdim edeceği kurban için, koyunları içinde en değerli olan bir koçu seçip ayırdı.  Ziraat işleriyle meşgul olan Kabil ise yüreğini bürüyen kıskançlık ve inkâr sebebiyle takdim edeceği kurbana ehemmiyet vermeyip değersiz bir takım şeyler sundu. Neticede Allah Habil'in kurbanını kabul edip de bu meselede Kabil'in haksız olduğu anlaşılınca onun inkâr ve sapkınlığı daha da arttı ve bulduğu ilk fırsat Habil'i katletmeyi düşündü. Üstelik kendisinden daha güçlü ve kuvvetli bir kimse olan kardeşini uyurken, başına vurduğu büyük bir taşla öldürmeyi planlayıp sonunda da bu menfur emelini gerçekleştirdi. Habil, koyunlarının arasında, bir ağacın dibinde uyurken ona yaklaştı ve yerden aldığı büyükçe bir taşı, kin ve hırs içinde kardeşinin başına vurup onu katletti. Böylece yeryüzünde ilk kan dökülmüş, ilk cinayet işlenmiş oluyordu. Kabil, kardeşinin kanlar içinde uzanan cesedini ne yapacağını ve nasıl saklayacağını düşünürken bir karganın ölü olan başka bir kargayı toprağa gömdüğüne şahid olmuş, "Eyvah bana! Bir karga kadar olamadım!" demiştir.


Hazreti Âdem'in oğulları ile ilgili bu kıssa Kur'anı  Kerim'de şöyle anlatılmıştır:


"Onlara, Adem'in iki oğlunun haberini gerçek olarak oku: Hani birer kurban takdim etmişlerdi de birisinden kabul edilmiş, diğerinden ise kabul edilmemişti. (Kurbanı kabul edilmeyen kardeş, kıskançlık yüzünden) "Andolsun seni öldüreceğim" dedi. Diğeri de, "Allah ancak kendinden korkanların kurbanını kabul eder " dedi. "Andolsun ki sen, öldürmek için bana elini uzatsan bile ben sana, öldürmek için el uzatacak değilim. Ben âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım. Ben istiyorum ki sen, hem benim günahımı, hem de kendi günahını yüklenip ateşe atılacaklardan olasın.  Zalimlerin cezası işte budur" dedi.

Nihayet nefsi onu, kardeşini öldürmeye itti de onu öldürdü.  Bu yüzden de kaybedenlerden oldu. Derken Allah kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini ona göstermek için yeri eşeleyen bir karga gönderdi. "Yazık bana! Şu karga kadar olup da kardeşimin cesedini gömmekten aciz mi oldum" dedi ve ettiğine yananlardan oldu.

(Mâide  Sûresi:27-31)


Kabil, Habil'i öldürdükten sonra istediği kızı da kaçırarak baba ocağından ayrılmıştır. Gittiği yerde nesli çoğalmış, ayrı bir kabile oluşturmuştur. Hazreti Adem'in diğer çocukları onlarla temas kurmaktan uzun süre sakınmışlarsa da daha sonra, kendilerine gönderilmiş olan peygamberlerinin sözünü dinlemeyerek Kabil oğullarının yurduna gidip gelmeyi ve orada işlenen suç ve günahlara bulaşmayı adet edinmişlerdir.  Hazreti  Şit aleyhisselâmın bu konuda kavmini uyarıp ikaz ettiği, hatta küçük bir ordu tertipleyerek Kabil oğullarıyla savaşa tutuştuğu rivayet edilmiştir.


Yine bazı kaynaklarda ve tefsirlerde ifade edildiğine göre Kabil,  ateşe tapanların da önderidir.  O, bulunduğu bölgede büyük bir ateşgede kurmuş, çocuklarının burada yanan ateşe tapınmalarını istemiştir. İyice yaşlandığı bir sırada, âmâ olarak doğmuş olan öz oğullarından  biri  tarafından,  başına  fırlatılan  taş sebebiyle  öldürülmüştür.



NASIL ÖLDÜRÜLDÜLER?

 

YAZAN: AHMET EFE 


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak