11 Şubat 2023 Cumartesi

Türk Soylu Halklarda Ruh, Ölüm Tasavvuru (Defin, Yas ve Şölenler)-3

 Defin Törenleri



Ölü ve ölümden duyulan korku sebebiyle yerleşmiş olan, defin ve yas âdetlerinin dışında, ölen kişinin yanına ölüler ülkesine göçünde ona lâzım olacak eşyaların bırakılması, ölüler kültünün tabiî bir parçasını teşkil eder. Çalışmamızda tetkik ve tahkik etmiş olduğumuz halkların, tesirinde kalmış oldukları muhtelif yabancı kültürlerle, bu halkların yaşadıkları coğrafyada tabiî olarak bıraktıkları kültürel izlerle ilgilidir. Meselâ, Lama Budizminin yayılmış olduğu bölgelerde, ölen kişinin cesedinin vahşi hayvanlar ve kuşların yemesi için bozkırda terk edilmesi âdeti oldukça yaygındır. Budist rahipler kendi kitaplarına bakarak ölen kişinin çıplak mı, yoksa kıyafetleriyle mi, doğrudan toprağın üzerine mi, yoksa keçe çadır veya çalı çırpıdan yapılma bir barakanın içinde mi defnedileceğine karar verirler. Defin esnasında hangi sunu ve büyü gereçlerinin veya benzeri malzemelerin kullanılacağı da yine rahipler tarafından belirlenir. Cesedin ne şekilde yatırılacağı, ölen kişinin doğum saatine bakarak yapılan astral hesaplamalar sonuncunda tespit edilir. Bu hususta Tibet öğretileri, ölünün bazı durumlarda cesedin yakılması, suya bırakılması, toprağa gömülmesi, taşların veya ağaçların koruması altına bırakılması gibi değişik defin şekilleri öngörürse de, Kalmuklar buna pek riayet etmeyerek, sadece yüksek unvanlı kişilerin cesetlerini bir çeşit keçe çadır veya çalılardan yapılma bir barakaya defnederler. Toprağa gömerek defnetme şekli, genel olarak cesedin üzerine bir miktar toprak atma veya üzerine birkaç taş veya ağaç dalı koyarak yapılırken, suya defnetmede cesedi üzerine biraz su dökülerek, yakarak defnetmedeyse genellikle bozkırda bırakılan cesedin üzerinde biraz ot yakılarak defin yapılır. Sadece beylerin ve rahiplerin cesetleri ihtimam ile tamamen yakılır. Pallas, cesedin yakılarak defnedilmesinin Moğollarda daha yaygın olduğundan bahsederken, Kalmuklarda buna pek itibar edilmemesi muhtemelen yaşadıkları bölgenin ağaç yönünden kıt olmasıyla ilgilidir. Moğollar, ölülerini yaktıktan sonra, kemiklerini üstlerini hiç örtmeden açıkta bırakıp, kemiklerin etrafına üzerinde Tibetçe duaların yazılı olduğu beyaz ve mavi bayrakçıklar asarlar. Yüksek rütbeli kişilerin küllerini bir kap içinde toplayıp, cesedin yakıldığı yere dikilen tahta veya taştan yapılma küçük bir kaidenin dibine gömerler.


Torgutların defin törenlerini anlatan Ivanovskiy, hastanın ölümünün hemen akabinde tören için Lama çağırıldığını ve Lamanın yaptıklarına karşılık olarak, ölünün atını, kılıcını ve elbisesini aldığını söyler. Ölünün cesedi evinden onbeş kulaç kadar doğusuna toprağın üzerine bırakılır. Torgut inancına göre dindar kişilerin cesetlerini köpekler yer, eğer yemezlerse, bu o kişinin günahkar olduğu anlamına gelir. Sadece çok ünlü ve itibarlı kişilerin cesetleri yakılırken, yakma işleminden sonra Lama küllerini bakır bir kaba koyarak kil ile karıştırır. Bu kilden insan benzeri bir heykelcik yapılarak, ölünün yakıldığı yere yerleştirilir. Ivanovskiy, ölmüş atalarını temsil eden bu heykelciklere (Rusça: Kamennaya baba) Torgutların çok büyük bir saygı gösterdiklerini belirtir.


Sarı Uygurlar, ölülerini bozkıra bırakıp veya toprağa gömdükleri gibi, bazen de yakarak defnederler. Bu yakma töreni genelde akşam veya gece yapılır ve ölünün başı güneye gelecek şekilde bir odun yığınının üzerine yatırılıp, alevlerin en harlı olduğu sırada ateşin üstüne içki ve ekmek atılır. Bir süre sonra cesedin kalıntıları toplanıp, bir torbaya konularak, toprağa gömülüp, gömüldüğü yere de küçük bir tümsek yapılır.


Lama Budizminin etkisiyle, çoğu zaman Soyoteler ölülerini bozkıra bırakırken, sadece Lamaların ve önde gelen kişilerin cesetlerini yakarlar. Tarbagatay bölgesinde ölen kişinin külleri, kil ile karıştırılıp bundan ölen kişinin küçük bir heykelciği yapılır. Bazı bölgelerdeki Soyoteler, cesedi bozkırda toprağa yatırırken, altına keçeden yatak serip, yastık olarak bir eğer bırakırlar. Ölünün yanına ayrıca kıyafetler-eğer kış mevsimi ise kürkler- ve çeşitli eşyalar bırakılması da âdettendir. Eski dönemlerde özellikle Kırgızların ölünün atını ölünün bedenine bağlayarak bıraktıkları bilinmekle beraber, artık ölenin atı ve eğerini Lamalar almaktalar. İrtiş nehri boylarında yaşayan Soyoteler, ağaç dallarından masaya benzer kerevetler yaparak, ölen kişinin kullanmış olduğu eşyalarla beraber, ölülerini bunların üzerine defnederler ki, özellikle şamanların cesetleri bu şekilde ve genellikle karaçam ağaçlarının yanında kurulan kerevetlere defnedilir. Şamanın büyü aletleri, davulu, elbiseleri ve diğer eşyaları da ağaca asılır.


Buryatların büyük bölümü Lama inancına bağlı olmakla beraber, bazı bölgelerde Lamaist öğretilerle birlikte kendi eski gelenekleri de devam ettirdikleri görülür. Özellikle Balagansk ve İndinsk bölgelerinde hâlen şamanın tabutunun ormanda dört direk üzerinde kurulu bir kerevetin üzerinde defnedilmesi bu eski geleneğinin devam ettirdiğini gösterir.


Bu mezarlara “Aranga” adı verilir ve eskiden bu uygulama Alarsk bölgesinde sık sık görülebilirdi. Soyoteler gibi Buryatlar da, şamanı defnederken delinmiş davulunu ve diğer eşyalarını cesedin yakınlarında bir ağaca asarlar.


Buryatların yaşadığı bazı bölgelerde ölüler yakılarak defnedilir. Bunun için öncelikle ölüye en güzel kıyafetleri giydirilip, oku, yayı, bıçağı ve erzakı yanına bırakılır ve başının altına yastık olarak eğeri konulur. Kimi zaman ölen kişinin atı da öldürülüp, kendisiyle beraber yakılır. Yakma töreninden üç gün sonra, külleri toplanıp kayın ağacından yapılma bir kutuya konulur ve bu kutu, ya toprağa gömülür veya bir ağaç kovuğuna yahut toprağa bu maksatla özel olarak dikilen bir direğin üzerine konarak, muhafaza edilir.


Şamanların cesetlerinin yakılması özel bir törenle yapılır. Şaman öldüğünde, cesedi yıkanıp, giydirilir, yanına büyü malzemeleri konularak, üç gün ve üç gece boyunca evde muhafaza edilir. Şamandan herhangi bir şekilde yardım veya tavsiye almış olan herkes şamanın evine toplandığında, “Şamanın oğulları” denilen dokuz öğrencisi şamanın hayatını, yaptıklarını ve başarılarını anlatıp, onu ta’zim eden cenaze ilâhileri okurlar. Evin içi Sibirya çamı kabuğu ve güzel kokulu otlarla tütsülenip, cenaze yemeği için koyun kesilir, pişirilen etlerinin bir kısmı çuvallara konarak, cesedin yakılacağı yere götürülür. Ölünün atı eğerlenip, gemi takılır, sırtına bir yorgan örtülür, boynuna bir çıngırak takılır ve ceset atın üzerine oturtulur. Ölünün arkasına yaşlı bir adam oturur, bir başkası da atı çekerek ceset yakma yerine götürürler. Bu esnada “Şamanın oğulları” ilâhi söylerken, yaşlılar çıngırak ve davul çalarlar. Köyden çıkarken ölü, toplanan kalabalığın etrafında üç defa Doğudan Batıya doğru dolaştırılır. Ölünün atını tâkip eden kalabalığın en başındaki kişi elinde genç bir kayın ağacı tutar. Bu ağacın dallarında küçük hayvanların postları asılıdır. Yolda bir “barsa”nın (barsa: ölmüş bir şaman için dikilen üç direk) önünden geçildiğinde, tören alayı bir süre durur ve ânane icabı burada kuzu eti yenip içki içilir. Kayın ağacındaki postların bir kısmı bu şaman mezarındaki direklere asılır. Yol üzerinde uygun bulunan bir yerde de ölen şaman için mezar yeri düzenlenip, üç tane direk dikilir ve burada da aynı şekilde kuzu eti yenilip, içki içilir. Buryatlar, ölen şamanların insanların önünde durup, bir şeyler yiyip içtikleri veya tütün attıkları bu direklere atlarını bağladıklarına inanırlar.


Ormanda yakma işleminin yapılacağı yere varıldığında, şamanın cesedi keçeden bir şilte üzerine yatırılır. Cesedin toprağa değmesi hoş karşılanmaz. Ölünün yüzü Güneye bakacak şekilde yerleştirilir. “Şamanın oğulları” ilâhi söylerken, cenaze alayındakiler çam odunlarını toplayıp, öbek hâlinde yığarak, öbeğin üzerine atın eğer örtüsü ve törenin başlangıcında atın sırtına serilen çul serilir. Şamanın cesedi saygıyla bu örtünün üzerine yatırılıp, eğeri yastık olarak başının altına, yanına atın dizginleri ve gemi, yayı ve içinde sekiz tane ok olan sadağı konur. Köyden çıkarken sadakta dokuz ok bulunur, fakat birisi ormana gelirken köye doğru fırlatılmıştır. Yakınlardaki ağaçlara şamanın büyü araç gereçleri, hayvan postları ve kaplar içerisinde içkiler asılır. Cenaze alayındakiler burada bir süre yiyip içtikten sonra-bu ziyafete ölen şamanın ruhu da davet edilir- şamanın atının sırtına ve boynuna ufak çentikler atılır. Bundan sonra bazen at da öldürülüp yakıldığı gibi, bazen de öldürülmeyip, serbest bırakılır ve köye geri dönülür.


Köye dönüş yapmadan kısa süre önce, odun yığını ateşe verilir ve cenazeye katılanlar arkalarına bakmadan dönüş yoluna çıkarlar. Yakma yerine gelirken atılan ok, geri dönüş yolunda aranır ve bu ok daha sonra ölen kişinin evinde muhafaza edilir. “Şamanın oğulları” geri dönüşte, üç gün üç gece boyunca şamanın evinde ilâhiler söylerken, şamanın dost ve akrabaları evde toplanırlar. Şamanın yakın arkadaşları gelirken koyun, damıtılmış içki, “tarasun” (yerel bir yemek) ve genç kayın ağaçları getirirler ve bu ağaçların dallarına küçük hayvanların postları asılır. Et pişirildiğinde tekrar ölünün yakıldığı yere gidilir, yolda cenaze için yapılan “barsa” da durularak, ölü yâdedilip, yanlarında getirilen yemeklerden yenilir. Cesedin yakıldığı yere gelindiğinde, yiyecekler yere bırakılıp, getirilen postlar yakındaki iki ağaç arasına gerilen bir ipe (dali) asılır. Sonra deri eldivenler giyilerek şamanın yanmış bedeninden kalan kemikler toplanıp, özel bir torbaya konulur. Bu torba daha sonra kalın bir çam ağacının gövdesinde açılan bir oyuğa yerleştirilir. Oyuğun ağzı itinayla kapatılır ağacın kabuğu da üzerine yerleştirilerek, böylece yabancı biri hiçbir şekilde “şaman ağacı”nı (bögi narkhan) oradaki diğer ağaçlardan ayırt edemez. Günümüzde, söz konusu yerlerdeki ormanlar yok olmasına rağmen, hâlâ “şaman ağacı”nın içinde olduğu bu tip kutsal ağaçları bozkırın ortasında veya dağlarda görmek mümkündür. Şamanın kemikleri ağaca saklandıktan sonra, şölen ve ilâhiler tekrar başlar ve törenin sonunda arta kalanlar yakılır. İpe asılmış olan kürkler bazen orada bırakılır, bazen de toplanıp köye geri götürülür. Orman hayvanlarının yakma yerindeki at eti kalıntılarını yemeleri hayra alâmet sayılır.


Potanin, yakın zamana kadar Alarsk bölgesinde ölenin atının da kurban edildiğini, ancak şamanların artık bu geleneğe son verip, atı çabalarına karşılık, ödül olarak kendileri için alıkoyduklarını belirtmektedir. Ama hâlen birçok kişi ölen kişinin atını ormana götürüp, ölenin selâmeti için orada serbest bıraktığı da vakidir. Eğer at geri dönerse, yakalanıp Ruslara satılır. Buryatların bir ölünün atından, ölümün kendisinden korktukları kadar çok korktukları söylenir.


Son zamanlarda hükümetin (Rus hükümeti) emirleri gereği, Buryatların da ölülerini gömmeye başladıkları bilinmekle, bu durumlarda ölü, bazen tabutuyla birlikte, bazen de tabutsuz olarak toprağa defnedilmektedir. Cenaze, tabutsuz olarak gömülecekse, mezarın zeminine bir eğer örtüsü ve başucuna da eğeri ve dizginler konurken, tabutla gömüldüğünde bu eşyalar hâtta kimi zaman atın kendisi de yakılır. Ölen kişinin at arabası mezarına bırakılır, lâkin bu da diğer eşyalar gibi önce kırılıp kullanılmaz hale getirilir. Tabutsuz olarak defin, muhtemelen cesedi bozkırda bırakma geleneğinin devamıdır. Potanin, Alarsk bölgesi Buryatlarının bazen ölen kişinin cesedini ormana götürüp, sadece çalı çırpı ile örterek bıraktıklarını anlatır.


Yüzyıllardır İslâm inancı içerisinde yaşamakta olan Türk topluluklarında, anlatılan bu defin âdetlerinin hemen hemen hiçbir iz bırakmadan ortadan kaybolmuş olduğu görülür. Bu konuda çalışanlardan Zeland, Kırgızların ölülerinin mezarlarının kenarını biraz daha derinleştirdiklerini, cenazenin yıkanıp, kefene sarılı olarak yüzü Doğuya bakarak, oturur şekilde mezara yerleştirdiklerini ve cenazeyi ölümünün hemen ikinci günde defnettiklerini anlatır. Keza, Doğudaki Türk boylarında cenazeler benzeri şekilde defnedilir. Yaptıkları dinî vecibeler karşılığında mollalara (imam), bütün koşum takımları ve eğeri ile beraber ölenin atının verilmesi, buralarda din adamlarını, bir zamanlar var olan ölüler için kurban verme geleneğinin mirasçısı hâline geldiklerini göstermektedir. Ölen kişinin mezarına eşya koyma geleneğiyse, özellikle önemli kişilerin cenazelerinde, cenazeye katılanlara para, giyecek veya çiğ et dağıtılması gelenek haline gelmiştir. Cenaze, mezarın yan duvarında açılan girinti içerisine ayakları Güneye, başı Kuzeye bakacak şekilde yerleştirilir ve mezar kapatılmadan önce bu girinti pişmemiş kiremitlerle (kerpiç) kapatılır.


Tarbagatay bölgesi Kırgızları geleneklerinde, ölen kişi erkekse üç defa, kadınsa beş defa kefen bezi ile sarılır. Eğer mezarlık yakında değilse, cenaze bir deve üzerinde taşınır. Cenazeyi kaldıran hocaya (molla) emeğine karşılık olarak verilen kuzuya “grabalmosen” adı verilir. Ölen kişinin atına bir yıl boyunca kimse binmez. İslâm inançları gereği, ölen kişinin mezarına hiçbir şekilde eşya bırakılmaz.


Diğer taraftan hıristiyan inancını benimsemiş olan Türk boyları arasındaki defin âdetleri, Ortodoks kilisesinin ayin ve geleneklerini yansıtır. Ortodoks ve Katolik inancı rahiplerinin, İslâm din adamlarına nazaran daha müsamahakâr davranmaları sebebiyle, hıristiyan Türkler arasında eski pagan inanışlarının kalıntıları defin âdetlerinde bir şekilde hâla göze çarpmaktadır. Meselâ, Altay bölgesindeki Tatarlar, bugün hâlen cenazelerini yıkayıp, giydirip, ağaç kovuklarına veya ahşap bir tabut içerisinde defnetmektedirler. Ölen kişi, mevsime ve maddî gücüne bağlı olarak baştan ayağa bir seyyah gibi giydirilir. Beltir ve Karginzler, ölünün üzerindeki kıyafetin düğmelerini sökerek, bu düğmeleri ya ölünün evinde saklar yahut onunla beraber tabuta koyarlar. Tabutun önünde köyün bütün erkekleri toplanarak, beraberce âyin yapılır ve cenaze çoğunlukla bir gece evinde kalır. Eski dönemlerde Beltirler, ölen kişinin en sevdiği atını eğerleyip, yelesi ve kuyruğunu örüp, eğerinin kenarlarına ölen kişinin eşyalarını- baltası- astıktan sonra, at bu şekilde cenaze mezarlığa götürülene kadar evin kapısında bekletirlerdi. Mezar yeri, cenaze alayı geldikten sonra kazılır, sonra at cenazenin yanına getirilip, dizginleri ölen kişinin sol eline tutuşturularak üç defa “atını al” denir. Bu ritüeli takiben, atın üzerindeki eşyalar alınır, at kuytu bir yere götürülüp orada öldürülür, cesedi de vahşi hayvanlar ve kuşların yemesi için orada bırakılırdı.


Beltirler ölen kişinin yemek kabı ve kaşığını kırarak, tabutun içine koyar, tabutun sol tarafına içinde yemek olan bir kap, ölünün sol eline de ağzı kırılmış bir şişe içerisinde içki bırakırlar. İnanışa göre “öte dünyada sol el, ölenin sağ eli olacaktır”. Mezarda ölünün ayak ucuna koşum takımları, eğeri, eğer örtüsü, tencere ve benzeri eşyalar konur, ölünün yanına bırakılan bütün eşyalar kırılır veya kesilir, tencerenin de tabanı delinir. İnanışlarına göre, diğer tarafta bunlar tekrar eski sağlam hâle gelecektir. Tabut kapatılmadan önce ölen kişinin selâmeti için yenilip, içilir, bazı bölgelerde de bu şölen mezarın kapatılmasından sonra yapılır.


18.yy’da bu bölgeye seyahât eden Pallas, o dönemlerde gerek Beltirler, gerekse Kuznetski Tatarları ve çoğu Dağ Tatarları arasında ölü gömme geleneği olmadığını ve ölülerin tabut içerisinde ormanın derinliklerinde ağaçların üzerine bıraktıklarını, hâtta bu yoldan olmak üzere biri genç bir Beltir kadını, diğeri onun annesine ait olan bu tip iki mezarın “ham kerestelerin birbirlerine bağlanmasıyla yapılan tabutlara, kapak olarak kayın ağacı kabuğu konulmuş şekilde tabutun, yaşlı çam ağaçları üzerine bırakılmış ve bunların birbirlerinden tahminen elli kulaç kadar uzakta olduğunu” anlatır. Pallas’ın aktardığına göre, tabutları ağacın iki dalına sabitlenmiş ve buradaki diğer dallar kesilip temizlenmiş, ikinci tabut atlı bir kişinin rahatça ulaşıp içine bakabileceği kadar alçağa yerleştirilmiştir. Ölen kişi giydirilmiş olarak tabuta yatırılmış, başucuna ayrıca kadın kıyafetleri, yanına da içinde erzak, yağ, et parçaları birtakım eşyaların olduğu bir torba bırakılmış, eyer cenazenin ayaklarının arasına konulmuş, mezar başında kurban edilen atın kuyruğu ve toynakları da yanındaki ağacın dallarına asılıdır. Üzerinde hâlâ gemi ve dizginleri olan atın kafatası ise, ayrıca bir başka dala takılmıştır. Pallas, ölen kişi erkekse, yanına ayrıca yay ve içinde kırılmış okların bulunduğu bir sadağın da ölünün yanına konduğunu belirtir.


Ölülerin ağaçlara defnedilmesi, Minussinsk bölgesi Tatarlarının kahramanlık destanlarında; ölümünün yaklaştığını hisseden bir Hanın, oğluna ettiği vasiyette şu şekilde geçer:


Ben öldüğümde,

beni sakın toprağa gömmeyin.

Dokuz çam ağacının tepesini birbirine bağlayıp, tabutumu bunun üzerine koyun.


Günümüzde artık ölülerini toprağa defneden Karginzler, mezarın başucunda bir ateş yakar ve bu ateşte mezarlıkta kurban edilen hayvanların kemiklerini yakarlar. Kurban ederken, yerken de hayvanların kemiklerinin kırılmamasına özen gösterilir. Ateşe bunun dışında üç bardak içki ve bir avuç dolusu et atılır. Ateşin bu sunuları ölen kişinin faydalanabilmesi için ileteceğine inanılır. Tabut mezara indirilmeden önce, ölen kişinin yakınlarından biri ölenin atını mezarlığa, tabutun yanına getirir ama atı öldürmeyip, tekrar eve geri götürürler. Mezarlıktan dönüşte herkes cenaze evinde toplanır ve cenaze merasimi hazırlanır. Bu merasim esnasında, biri kulübenin arkasına, biri ocağa ve birisi de kapının önüne olmak üzere üç kaşık içki dökülür. Laponların cenaze âdetleri arasında çadırlarının yakınlarındaki ruhlar için kurban kesme âdeti de yeralır. Bazı bölgelerde Sagalarda olduğu gibi şaman cenazeleri daha eski usûllere göre defnedilir ki, cenaze yüksek bir tepeye taşınıp yere yatırılır ve yanına davulu ve büyü aletleri bırakılır. Kalarlar ise, bozkırın ortasında bir yere dört tane direk dikip, bunların arasına tahta bir kerevet, kerevetin üzerine ağaç dalları, bunun üzerine de şamanın cesedini uzatıp, iki yanına dikine kesilip içleri oyulmuş ağaç kütükleri yerleştirilir. Şamanın delinmiş davulu ve davulun tokmağı bir ağaca asılır. Karagasseler, şamanlarını başları Doğuya bakacak şekilde toprağa gömerler. Diğer Altay kabileleri vaftiz edilmemiş ölüleri bu şekilde defnederler ki, hıristiyan geleneğine göre tam ters istikamette defnedilir.


Küçük çocukların cenazeleri kayın kabuğu veya keçeye sarılıp, ya ağaçlara asılır veya ağaç kovuklarına defnedilir.


Şamanların dört direk üzerine yerleştirilen tabutlarda defnedilmesi geleneği, yukarıda anılan topluluklar dışında, Kuzeyde yaşayan Türk kökenli halklar arasında da oldukça yaygındır.


Tretyakov, Turhansk bölgesindeki Tunguzların törenlerini incelediği eserinde, bir Tunguz öldüğünde çadırın yan duvarlarından birinin açılıp, ölen kişinin üzerine ölüm kıyafetleri giydirilmiş şekilde özel bir kerevet üzerine yatırıldıklarını aktarır ki, bu kerevet birbirlerine yakın mesafede duran iki veya üç ağacın arasına bir kulaç kadar yüksekliğe yerleştirilmiş, üzerine dar bir tabutun içine ölen kişinin cesediyle, bu cesedin yanına konan horozu (tetik) çıkartılmış bir tüfek, kirişi kopartılmış bir yay, kırılmış bir balık zıpkını, bir balta ve bir piponun olduğu birtakım eşyalardan ibarettir. Tabutun yanına asılı altı delinmiş bir tencere, tencerenin içinde kor hâlinde kömür, ren geyiği yağı ve tütün bulunur. Tabutun üzerine konmuş olduğu ağaçların kabukları kerevet hizasına kadar soyulur ve ren geyiği kanı ile boyanır. Yabani hayvanların cesede yaklaşamaması için ağaçların gövdesine ucu sivriltilmiş demir çiviler çakılır. Ölen kişi kadınsa, kimi zaman sadece ren geyiği postuna sarılıp, toprağın üzerine bırakılır ve üzeri ağaç dalları ve çalılarıyla örtülür. Bu bölgedeki hıristiyanların cenazeleri ise gömülerek defnedilir.


Bölgede yaptığım çalışmalar esnasında Tunguzlar bana; Şamanların tabutunun ağaçtan oyularak yapıldığını ve iki direk üzerine yerleştirilmesi gerektiğini anlatmışlardı. Diğer ölülerin tabutları ise, basit üç ya da dört direk üzerine konularak defnedilir. Tunguzlar, o bölgede yaşayan dalıcı martıgiller ailesinden bir tür martı kuşunun ruhanî bir varlık olduğuna ve ölen şamanların ruhlarının bu kuşun suretine büründüklerine inanırlar. Bu inanca göre bir şaman öldükten belirsiz bir süre sonra, ruhu geri dönerek bir akrabasının bedenine girer ve artık o kişi de şamanlık vasıflarına sahip olur. Eğer bir şamanın cenazesi toprağa gömülerek defnedilecek olursa ruh kuşu, daha da doğru bir ifadeyle söylemek gerekirse, “martı”sı tekrar geri dönemez ve bu döngü engellenir. Şaman kıyafeti, davulu ve büyü aletleri ölen şamanın yanında kalır, ama kıyâfetler ve davul yırtılır ve âdet gereği, bunların üzerindeki metal parçalar ölünün akrabaları tarafından saklanır.

Gündelik hayatta kullandığı eşyalar ve av malzemeleri dışında, bindiği ren geyiği de ölüye eşlik etmesi için mezarının başında kesilip, eti hemen orada pişirilerek yenilir. Bu esnada hayvanın kemiklerinin kırılmamasına azami itina gösterilir. Bu kurbandan arta kalan hiçbir şey eve geri götürülmez, hayvanın derisi de bir ağaca asılır.


Maack’ın, Öjakit nehri kıyısındaki bir ormanda görmüş olduğu bir Tunguz tabutu hakkında vermiş olduğu malûmatta, tabutun kesilip, enine tahtalarla birleştirilmiş iki ağaç kütüğünün üzerine bir kulaç kadar yüksekliğe yerleştirilmiş olduğunu, tabutun dengesini desteklemek için iki tane direk çakılı olup, cesedin başı Kuzey-Doğuya doğru yerleştirilerek, cesedin sağ tarafına bir avcı bıçağı, içinde altı tane ok bulunan boncuklarla bezeli bir sadak, sol tarafında bir yay bulunduğunu, cesedin ayak ucundaki bir ağaç kabuğundan kabın içinde bir kaşık, bir kepçe, dibi delik bir tencere, dizlerinde duran ahşap bir kutunun içinde bakır ve kemikten mamûl yedek ok uçları bulunduğundan bahisle, tabuttaki bu tencerenin içinde, defin şöleni için kesilen ren geyiğinin içi etle doldurulmuş işkembesinin yeraldığı tabutun yakınında bir yere dikilen tahta bir iskele üzerine de kurban edilen ren geyiğinin derisi konulduğunu ilâve eder.


Bıçak ve sadağın ölünün sağına, yayın ise sol tarafına konmuş olması, muhtemelen öteki hayatta kişinin sağ tarafının sol, sol tarafının da sağ tarafı olacağı inancıyla alâkalıdır.


Maack, Tunguz bölgesinde görmüş olduğu üç direk üzerine yerleştirilmiş bir başka ahşap tabutun baş tarafında bir direk, ayak ucunda iki direk olduğu ve ölünün başının Kuzeye doğru yerleştirildiğini anlatır.

Oroçe geleneklerine göre cenaze defnedilmeden önce, ölen kişiye en iyi elbiseleri giydirilir, paltosunun yakasıyla, pantolonunun paçaları yırtılıp, ayakkabılarının burunları kesilir. Bütün bu eşyalar, ölüler ülkesinde tekrar sağlam hâle gelecektir. Cesedin etrafına kayın ağacı kabuğu sarılıp, tabutun içi ağaç kabuğu ile kaplanır. Tabut, yontulmuş kalaslardan yapılmadır. Tabutun içine cesetle beraber mızrak, ok, bıçak gibi av gereçleri ve ayak ucuna balta, tencere gibi gündelik hayatta kullanılan eşyalar yerleştirilir. Tabuta bunun dışında samur veya tilki kürkü gibi başka eşyalar da konulur. Tekne, kar ayakkabısı, zıpkın gibi daha büyük eşyalarsa, tabutun yanına bırakılır. Ölen bir şamanın yanına kendi büyü malzemeleri bırakılır. Kadın mezarlarındaysa, ev işlerinde kullanılan eşyalarla beraber, kadının takıları ve süs eşyaları bırakılır. Tabut, ya çok derin olmayan bir mezara konulur yahut ahşap bir platform üzerine veya kesilmiş kalın ağaçlarının kalan diplerinin üzerine yerleştirilir. Bu bölgede, açıklık bir alanda, göğün altına bırakılmış tabutlara sıklıkla rastlamak mümkündür.


Schrenk, görmüş olduğu bir Olçe cenazesinin kayın kabuklarına sarılı şekilde bir tabuta yerleştirilmiş olduğunu ve tabutun 4-5 ayak kadar yükseklikte, üç direk üzerine yerleştirilmiş, erkek ve kadın ölülerin aynı mezarlığa defnedildiklerini aktarır.


Sahalin’de yaşayan Orokelerin defin âdetleri de Tunguzlarınkine benzer görüldüğü gibi, tabutu taşıyan direklerin altında kırılmış bir kızak görülebilir. Muhtemelen cenaze töreni esnasında dört kişi bu kızakla cenazeyi taşımışlardır. Tabutun içine av gereçleri ve geyik eyerinin konulması, Orokelerin her ne kadar ren geyiğini koşum hayvanı olarak kullanmasalar da, öbür dünyada binek hayvanı olarak kullanacaklarına dair inançlarından kaynaklandığını anlamak mümkündür. Keza, ölen kişinin bu hayvana öbür dünyada binebilmesi için, mezarın yanında ren geyiği kurban edilir. Bu kurban töreni esnasında, geyiğin dizginleri ölünün eline tutuşturulup, akraba ve tanıdıkları hayvanın etini yedikten sonra, kemikleri toplanıp mezara konur ve üzeri dikenli çalılarla örtülür. Bazen, ölen kişi için birden fazla hayvanın kurban edildiği olur.


Schimkewitsch ve Lopatin, Goldelerin defin törenlerini detaylı bir şekilde şöyle anlatırlar: Kişi ruhunu teslim eder etmez, yere yatırılır ve saçları fırçalanır. Ölen kişi köyün önde gelenlerinden biriyse, bazen cesedinin yıkandığı da olur, ama genellikle Kuzey Sibirya kabileleri arasında ölünün yıkanması geleneği yoktur. Ölen kişi ihtimamla giydirilip, mevsim kışsa üşümemesi için üzerine kürk örtülür. Cesedin yüzü balık derisi, hayvan derisi veya keten bir kumaş parçası ile örtülür. Cenaze şöleni için kadınlar bakla yahut darı çorbası ve muhtelif şekilli ekmekler hazırlarlar. Ölünün payı, yanına konmuş olan bir sandalyenin üzerine bırakılır. Bu sırada yaşlı bir erkek, ölüye; “İç, sakin ol, çocuklarını ve biz akrabalarını rahatsız etme” diyerek, içki ikram ederler. Bu cenaze yemeğine akrabalar ve tanıdıklar katılırlar. Cenaze evde olduğu müddetçe, ölen adamın karısı geceleri onunla aynı yatakta yatmakla yükümlüdür. Genelde cenaze sadece bir veya iki gece evde kalır, sonrasında cenaze pencereden evin avlusuna çıkartılıp, sandık biçiminde bir tabuta konulur. Ussur nehrinin yukarı taraflarında yaşayan Goldeler, tabutun içine pipo, mızrak, zıpkın, tüfek, çakmak, bıçak, kap, elbise ve benzeri eşyalar koyarlar. Eğer ölen kişi kadın ise, tabuta ev işlerinde kullanılan eşyalar, takıları ve bir kutu içinde iğne, iplik, makas konur. Eşyaların hepsi kırılıp veya kesilerek tabuta konulup, demir eşyaların üzerine çentikler atılır. Amur nehri havzasında yaşayan Goldelerse, kağıt üzerine çizdikleri veya kağıttan kestikleri kuş, hayvan, köpek resimleriyle, bir kağıt üzerine bakır Çin sikkelerini bastırarak elde ettikleri resimleri de tabutun içine koyarlar. Bu resimleri kimi zaman tabuta konmayıp ateşte yakıldığı da olur. Bu gelenek muhtemelen Çinlilerden Goldelere geçmiş olmalıdır.


Cenaze defnedilmeye götürülürken, yolda üç defa durulur ve yanlarında özel bir kap içinde taşıdıkları içecekler yere dökülerek; “İç, ölüler ülkesine yaptığın seyahâtin güzel geçmesini diliyoruz, buraya geri dönme, çocuklarını yanına alma” telkini yapılır. Bazı Golde kabilelerinde, cenaze bir sırığa iki yerden bağlanıp, taşınarak ormanın belli bir yerinde bir mezar yeri seçilir ve ölen kişinin en yakın akrabası bu mezar yerinin yanında bir ateş yakar. Bu ateşe içki, tütün ve cenaze yemeklerinden dökülerek, ölüye; “sana yeni bir ev yapıyoruz, orada mutluluk içinde yaşa, karın ve çocukların sana ziyarete geldiklerinde onları yanına alma” diye seslenilir. Mezar kapatıldıktan sonra ölen kişinin karısı, ölen adamın köpeğini getirir ve onu mezarın başında öldürür. Ölen köpeğin üzeri geyik postuyla örtülüp, mezarın üzerine bayrakçık benzeri bir bez asıldıktan sonra eve geri dönülür.

Bir Golde yaşadığı yerden uzakta, bilinmeyen bir yerde öldüğü takdirde, ölen kişinin boyunda, elleri ayakları olan temsili bir heykel hazırlanıp, ölenin elbiseleri bu heykele giydirilerek, alışılageldik biçimiyle onun için gıyabında bir cenaze merasimi düzenlenir.

Son dönemlerde Goldeler, Olçeler ve Oroçeler de Gilyaklar’ın yaptıkları gibi içine bir veya birden fazla tabutun defnedildiği “ölü kulübeleri” yapmaya başladıklarını ve ölüye verilen eşyaların, bu kulübenin duvarına asıldığı gözlemlenmiştir. 1885 yılında Amur nehri havzasında böyle bir kulübeye rastlayan Schrenk, bu kulübeden nehre uzanan bir ip, bu ipin bir ucunun nehrin kıyısına bağlı olup, ip boyunca bir sıra ağaç dikilmiş olduğunu gördüğünü, Goldeler; Schrenk’e bu kulübenin nehirde boğulan bir kişinin mezarı olduğunu ve ruhunun bu ip aracılığıyla, son dinlenme yerini bulacağını söylediklerini anlatmışlardır.

Her ne kadar “ölü kulübesi” veya toprağa gömme adetleri sonradan olma âdetler olsa da, Amur vadisinde yaşayan Tunguz kabileleri, cesedin yakılması geleneğini pek benimsememişlerdir. Bu gelenek, daha ziyade Gilyaklar, Koryaklar ve Kuzey-Doğu Asya Çukçeleri arasında yaygın olarak görülmektedir.


Hıristiyanlığı benimsemiş olan Yakutlarda defin usulleri hıristiyan dinine göre yapılır. Yakutlar da bölgede yaşayan Rusların yaptıkları gibi, kişi ölür ölmez ruhun arınabilmesi için cenazenin yanına bir kap su koyarlar. Ölünün cesedi yıkanıp, giydirilir ve kutsal köşedeki bir kerevetin üzerine yatırılır. Cesedin giydirilmesi esnasında üzerindeki bütün metal düğme ve kopçalar çıkartılır, kapatmak veya tutturmak için deri veya bitki elyaflarından mamûl ipler kullanılır. Cenaze şöleni için ölen kişi erkekse, en sevdiği atı, kadınsa, bir inek kesilerek, bu kurbanın etinden “cenaze yemeği” hazırlanır. Daha Kuzeydeki bölgelerde ren geyiği kurban edildiği de olur. Yakut mezarlarında da kırık kızak, tekne veya kürek yanında, altı delinmiş tencere, eyer, mızrak, pipo ve bıçak gibi malzemeler görülürken, şamanların davulları ve kıyafetleri mezarlarının yanına asılır, çocuk mezarlarında ise beşik ve oyuncak bulunur.


Eski dönemlerde Yakutlar, cenazelerini dört direk üzerine oturtulan ağaçtan oyulma veya tahtadan yapılma tabutlar üzerine defnederler, hâtta kimi zaman Strahlenberg’in aktardığı gibi “ceset kalınca bir kalas parçası üzerine yatırılıp, bu kalas parçası dört direk üzerine yerleştirilerek, cesedin üzeri sığır veya at derisi ile örtülürdü”. “Aranga” adı verilen bu eski mezarlar, hâlen bazı bölgelerde görülmekle birlikte, çoğunlukla harap olmuş durumdadırlar. Troschtschanskiy, eski bir “Aranga”nın yanında eyer, balta, yay, yedi adet ok, av bıçağı, av çantası gibi eşyalar gördüğünü anlatır. Notlarında belirttiğine göre, ihtimamla giydirilmiş olan cenaze, tekne biçimli bir tabutta yatmakta ve tabutun içinde iki tane başlık, pantolon, ayakkabı gibi ilâve kıyafetlerle, tabutun ayak ucunda, dibi delinmiş bir bakır kazan, bir tabak ve tahta bir kaşık bulunmaktadır. Maack da, seyahâtleri esnasında bir ağaç gövdesinin dikine ortadan ikiye bölünüp, yarımlarının içleri oyulmuş, sığır derisine sarılı bir cesedin yanında oyuncak bebeklerin olduğu, iki direk üzerine yerleştirilmiş bir çocuk tabutu gördüğünü anlatır.

Seroschevskiy, Yakutların “Aranga” yapma âdetini Tunguz ve Jukagirlerden almış olduklarını iddia ederse de, aslında bu âdet daha güneydeki halklar arasında da görülür. Hâtta yakın dönemlere kadar bazı Kafkas kavimleri (meselâ, Abhazlar), cenazelerini ağaç gövdelerini oyarak yaptıkları tabutları diktikleri dört direğin üzerine veya ağaç dallarına yerleştirmek suretiyle defnederlerdi. Ormanlık olmayan bölgelerde, bazen de ormanlık bölgelerde Yakutlar ölülerin cesetlerini ağaç kabuğuna sararak veya sadece tekne biçiminde bir tabuta koyup toprağa gömmeden zeminin üzerine bıraktıkları da gölir. Priklonskiy, bu konuda Lena nehri ağzında yaşayan Yakutların bir kanoyu-üzerinde kürekleri ile beraber- tabut olarak kullandıklarını gördüğünü anlatır. Günümüzde ise, Yakutların, artık en azından ismen hıristiyan olmaları hasebiyle, cenazelerini toprağa gömerek defnettiklerini biliyoruz. Troschtschankiy, gömerek defnetme âdetinin, aslında daha önceleri uygulandığın ileri sürerken, Gmelin; “bir bey öldüğünde, en gözde hizmetkarının da öteki hayatta kendisine hizmet etmesi için yakıldığından” bahsettiği notlarında Yakutlarda bir dönemler yakılarak defin âdetinin olduğunu iddia etmektedir.

Yakutların yakılarak defin konusunda teferruatlı bir bilgi olmasa da, ölenin karısı veya hizmetkârının diğer hayatta kendisine eşlik etmek zorunda olduklarına ilişkin bazı rivayetler de mevcut olup, bu konuda Priklonskiy, bir kadının kocası ile beraber defnedildiğinden bahseder. Schimkewitsch ise, Yakutlarda önde gelen bir kişi öldüğünde, onunla beraber bütün koşum takımlarıyla birlikte en sevdiği atı, üzerine yiyecek ve kürkler yüklenmiş ikinci bir at ve ölüler ülkesinde efendisine hizmet etmek üzere bir hizmetkârın da kurban edilerek defnedildiğini aktarır.


Yakutların yaşadıkları bölgenin Kuzeyindeki bir şaman mezarında, direklerin üzerine konulmuş kuş figürlerine rastlanır ki, Priklonskiy, bunların bir şaman öldüğünde, tabutunun ayak ucuna konan guguk kuşuyla, baş ucuna konan atmaca heykelcikleri olduğunu söyler. Şaman mezarlarında bu kuş figürlerinden dört veya daha fazla miktarda olabilir ve bu figürler muhtemelen kızıl gerdanlı dalgıç veya kara gerdanlı dalgıç kuşu tasvirleri olup, şamana görevini yerine getirirken, yardımcı olan ruhların büründükleri suretleri temsil etmektedirler. Bu tarz ahşap figürler şaman ayinleri esnasında da kullanılır. Özellikle Tunguz ve Dolgan şamanlarının mezarlarında bu figürlere sık sık rastlanır. Daha geç dönem Yakut mezarlarının üzerine tahtadan yontulmuş küçük kaideler konması da dikkât çekicidir ki, bu âdete Sibirya bölgesine yerleşen Rus mezarlıklarında da rastlanır.

Sibirya’da yaşayan Türk kökenli halkların defin âdetleri çok büyük bir çeşitlilik göstermekle, tabutlarının Amerikan Kızılderililerinde olduğu gibi direkler üzerine yerleştirilmesine genel olarak kuzey Sibirya halkları arasında rastlanır. Bu âdetin ilk hâli, muhtemelen Pallas’ın da aktarmış olduğu cesedin ağaçlara yerleştirilerek defnedilmesi olup, bunun örnekleri günümüze kadar ulaşmıştır. Priklonski aldığı notlar arasında Yakutların bazen tabutu ağaç dalları arasına yerleştirmekle yetindiklerini ve bu ağacın dibine canlı bir atı gömdüklerini, böyle bir mezardan arta kalanları kendi gözleriyle görmüş olduğunu aktarır. Tunguzlar, ölünün cesedini ren geyiği postuna sarıp bir ağaca asarken, Bogutschanski Tatarlarının defin âdetleri ile ilgili olarak cenazeleri ağaçların üst dallarına asıp, alt dallarını koparttıkları anlatılır. Alt dalları koparmalarının sebebi, ölülerin ağaçtan aşağı inmelerini önlemektir. Hâtta bazı bölgelerde, hâlen çocukların cesetleri ağaçlara asılmakta veya ağaç kovuklarına defnedilmeleri devam etmektedir.

Çin vekayinâmelerinde bahsedilen bu âdetler hakkında 5.yy’da Yenisey nehrinin yukarı taraflarında yaşayan “Dubo” isimli bir kabilenin, ölülerinin cesetlerini bir tabuta koyup, ya yüksek dağlara götürdükleri veya ağaçlara yerleştirdikleri anlatılır. Burada bahsi geçen kabile, muhtemelen kendilerine “Topa” adı veren Soyoteler olmalılardır. Zira, Soyotelerde tabutların direkler üzerine yerleştirilme geleneği en azından şaman cenazelerinde elan uygulanmaktadır. Çin kaynaklarında cenazelerini ağaçlara defnettikleri belirtilen “šivei” isimli kabile de muhtemelen Tunguzlar olmalıdır.


Çin kaynakları bunun dışında; 5.yy’dan, 7.yy’a kadar Kara İrtiş nehri kıyılarıyla, Gobi çölünün Kuzeyinde yaşayan “Tuiku” kabilelerinin cenazelerini yakarak defnettiklerini, cesetle beraber, kişinin atı ve kullandığı eşyaların da yakıldığını kaydederler. Bu kaynaklarda yazılanlara göre, büyük bir kahramanın cenazesinin yakıldığı yerde, onun hatırasına özel bir anıt dikilmiş ve bu anıta kahramanın resmi yapılmış ve yaptığı kahramanlıkları yazılmıştır. Prof. A. M. Tallgren’in bana; ölülerin yakılarak defnedildiği 5. ve 7.yy’lardan kalma eski Türk mezarlarına rastladığını anlatmıştır. Yukarıda bahsi geçen kaide, muhtemelen yanlış aktarılan bir bilgi sonucu, Çin kaynaklarına mezar kaidesi olarak geçmiştir. Aynı kaynaklarda Mançuryalı “sjan bi” boyu ile akraba olan ve 1.yy’da Doğu Moğolistan da yaşayan “Uhuan”ların (Dung chu olarak da adlandırılırlar) ölünün cesediyle beraber atı, köpeği, kıyafetleri ve eşyalarının yakılıp, küllerini mezarlığa taşıdıklarını ve mezarlığa giderken yol boyunca ilâhi söyleyip dans ettikleri aktarılır.

Yine Çin vekayinâmelerinde Doğu Moğolistan’da yaşayan Hun hükümdarları öldüğünde, ona altın ve gümüş işlemeli bir elbise giydirip, bir tabuta yatırdıkları ve bu tabutun daha büyük bir sandığın içine konduğu anlatılır. Urga yakınlarındaki Noin Ula’da bulunan bir kurgan kazısında, kurganın tabanındaki keresteden yapılma bir odanın içinde bahsi geçen böylesi bir koruyucu sandık ve bu sandığın içinde de Kuzey-Güney doğrultusuna yerleştirilmiş bir tabut bulunmuştur. 1.yy’dan kalma olduğu düşünülen bu kurganda bulunan eşyalar, sadece Çin değil, aynı zamanda Yunan-İskit etkilerini de ortaya koymaktadır.

Çin kaynakları, Uygurların cenazelerini diklemesine defnettiklerini, ölünün yaşayan bir insan gibi belinde kılıcı, kolunun altında mızrağı ve elinde gerilmiş yayı ile ayakta durduğu anlatılır. Radloff, bu mübalağalı tasvirin muhtemelen Uygurların ölülerini hayatta iken kullandıkları silâhlarla beraber defnettikleri bilgisinden türediğini ileri sürmektedir.


Orta Asyadaki Türk halklarının defin âdetleri hakkında çok değerli bazı bilgileri de 13.yy’da bu bölgelerden geçen Avrupalı seyyahların seyahâtnâmelerinden öğrenebiliyoruz. Bunlardan Plano Carpini, Tatarların ölen liderlerini gizli bir yere gömdüklerini ve yanına üzerinde et ve süt olan bir masa koyduklarını, ölü ile beraber bütün koşumlarıyla birlikte, atının da gömüldüğü, bir başka atınsa cenaze şöleni için mezarın üzerinde kurban edildiğini anlatır. Ölen kişinin hayatta iken kullandığı eşyalarının yanına ayrıca altın, gümüş konulur ve kullandığı arabayla, evi de tahrip edilir. Ceset, mahzeni andıran derin bir mezara konduktan sonra, mezarın üzeri kimsenin onu bulamayacağı bir şekilde kapatılır.

Ruysbroeck de seyahâtnâmesinde Moğollara ait cenaze törenlerine ilişkin olarak şahit olduğu intibalarını şöyle aktarır: “Bir kişi öldüğünde ağlayıp ve yüksek sesle bağırırlar, sonrasında bir sene boyunca cenaze sahibi vergiden muaf tutulur. Bir erişkinin ölümüne şahit olan bir kişi bir yıl boyunca Mangu Han’ın evinin avlusuna giremez. Bir çocuğun ölümünde ise, bu yasak bir ay olarak uygulanır. Eğer ölen kişi Cengiz Han’ın boyundan bir kimseyse, mezarının yanına bir çadır dikilir. Halktan kişilerin mezarlarının yerleri bilinmez, ama asillerin ve beylerin mezarlarının yerleri bilinir ve onların mezarlarının olduğu yeri bekleyen muhafızlar için özel bir ordugâh çadırı vardır. Ölenlerin hazinelerini de beraber gömüp gömmedikleri konusunda bir bilgimiz yoktur. Kumanlar ise, ölünün mezarının üzerine büyükçe bir tümsek yapıp, bunun üzerine ölen kişinin hatırasına onun boyunda bir heykel (balbal) dikerler. Bu heykelin yüzü Doğuya bakar ve göbek hizasında elinde bir tas tutar. Zenginler için piramit şeklinde tepesi dar tümülüsler dikilirken, bazı yerlerde kerpiçten yapılma yüksek kuleler, bazı yerlerdeyse, etrafta taş olmamasına rağmen, taş yapılar gördüm. Gördüğüm bir mezarın yanına dört değişik yöne bakan uzun direkler dikilmiş ve bu direklere onaltı tane at derisi asılmıştı. Mezara, ölen kişinin içmesi için kımız, yemesi için et bırakılmıştı. Daha Doğuda ise, üzeri büyük taşlarla kapatılmış mezarlara rastladım ki, bu mezarlardan birisi yuvarlak, diğerleri dört köşeli olup, mezarların dört ana yöne bakan köşelerine yüksek birer taş dikilmişti”

Plano Carpini ve Ruysbroeck’in bahsetmiş oldukları mezar yerinin gizli tutulması âdeti, eski Türklerde çok yaygın bir âdet olarak görünmektedir. Hun İmparatoru Atilla’nın mezarının da yeri bilinmez ve mezarı kazan ve cenazeyi kölelerin mezarın yerini söylememeleri için öldürüldükleri anlatılır. Ruysbroeck, Kumanlar veya Polovetslerin de (Güney Rusya’ya yerleşen bu Türk boyuna Slavlar bu ismi vermişlerdir) mezarlara insan boyunda heykeller diktiklerini aktarır. Bu heykellere bugün Rusya’da “Kamennaya baba” adı verilmektedir. A.M.Tallgrens’le olan bir görüşmemizde profesör, bana bu heykellerin 900-1300 yılları arasından kalma olduklarını söylemişti. Bu mezar heykeller sadece Güney Rusya’da değil, Hazar denizinin kuzeyindeki steplerden, Odessa, hâtta Galiçya, Asya yönünde Kırgızistan bozkırlarına, Yenisey nehrinin üst havzasına ve Altay dağlarının eteklerine kadar yayılmış durumdadırlar.

Ruysbroeck’in “zengin mezarlarının üzerindeki küçük piramitler” diye bahsederken neyi kastettiğini, seyahâtnâmesinin başka bir yerinde; “Lamaların ölülerini yakıp, küllerini bir piramidin ucunda muhafaza ettikleri”ni anlattığı bölümde anlayabiliyoruz. Bu piramitlerden kastedilen, muhtemelen Budistlerin “Stũpa” adı verdikleri anıt mezarlardan, bahsettiği “kuleler” ve “taş yapılarsa”, daha sonraki dönemlerde Pers etkisiyle yapılan mezar anıtlar olmalıdır. Buna mukabil, yine Ruysbroeck’in bahsetmiş olduğu yuvarlak veya dört köşeli, kenarlarına ana yönlere bakan büyük birer taşın dikildiği mezarlarsa, özgün bir Orta Asya mezar mirasıdır. Bu tarz eski çağ mezarlarını Radloff, Abakan’da, Yenisey ve Jus nehirlerinin vadileriyle, Katun kıyılarında ve İrtiş nehrinin kaynağında bulup, incelemiştir. Bronz çağından kalma, üzerleri taş ve toprakla örtülü olan bu mezarlarda at koşumları da bulunmuştur. Arkeologlar, Sibiryadaki Semipalatinsk, Buchtarma ve Katun bölgelerinde Demir çağına ait büyük kurganları ve Abakan bozkırlarında görülen geç dönem Demir çağından kalma daha küçük boy kurganları incelerken, Altaylarda görülen ve Noin Ula’daki ile aynı dönemlerde yapıldığı tahmin edilen hükümdar mezarlarında çok sayıda değerli eşya yanında, mumyalanmış at cesetlerine de rastlamışlardır. Ne yazık ki bu mezarların çoğunluğu arkeologlardan çok önce soyguncular tarafından açılmış ve yağmalanmıştır. Bu mezarlarda bulunan eşyalardan, Çin ve Yunan-İskit kültürünün Asya’nın bu en merkezi bölgelerine kadar izlerini bırakmış olduklarını çıkarabiliyoruz.


Daha kuzey bölgelerinde rastlanan direkler üzerine yerleştirilmiş tabutlarla defin geleneği, gömü mezarlarla temsil edilen bu eski çağ kültüründen daha farklı bir başka kadim kültüre işaret etmektedir. Orta Asyadaki mezar kültürü hepsinden önce bir “savaşçı-göçebe kültürü”dür ve bu kültürün en önemli evcil hayvanları at ve koyundur. Orta Asya’nın bu atlı halkları yakın döneme kadar ölülerini atları, koşum takımları ve eyerleri ile gömmüşler ancak bu geleneği bugün yerleşik hayata geçmelerine rağmen Yakutlar hâlen devam ettirmektedirler. Kuzey kültürünün ana unsuru ise avcılıktır ve mezarlarda bulunan av gereçleri bunu açıkça ortaya koymaktadır. Ren geyiğin ehlileştirilmiş olduğu ve binek hayvanı olarak kullanıldığı bölgelerdeyse, ölenin ren geyiği ona diğer tarafta eşlik etmesi için kurban edilir, bunun örnekleri Tunguzlarda görülmektedir. Sadece Goldelerde sahibinin köpeği, sahibine öbür dünyada eşlik etmek üzere kurban edilir, bunun sebebi de köpeğin bu bölgelerde en değer verilen ev hayvanı olmasıdır.



Uno Harva'nın Altay Panteonu adlı kitabında alıntılanmıştır.


Çeviren: Erol Cihangir

İslam Devletinin Gelir Kaynakları ve Vergiler

 


Beytülmal (Devlet Hazinesi)


Beytülmal konusu haraç, sadaka, öşür, hums (1/5), cizye vs.'den oluşan devlet gelirleriyle ilgili tüm konuları kapsar. Beytülmalin gelir ve görevleri şöyle tanımlanır: "Müslümanlara ait haklardan olup sahibi bilinmeyen her şey Beytülmale aittir. Müslümanların yararına harcanması gereken her şeyi ödemeye Beytülmal yükümlüdür." Müslümanların hakkı olan mallar üç çeşittir. Sadaka, ganimet ve fey paylarıdır. Bunlardan her birinin aşağıda gösterileceği üzere özel hükümleri vardır. Beytülmalin ödemeye mecbur olduğu harcamalar ise asker aylıkları, ordu masrafları ve genel menfaat için harcanan diğer giderlerdir.




Sadaka


Sadaka, zekat demektir. Zekat veya sadaka Müslümanların zenginlerinden alınır ve fakirlerine verilir. Sadaka için hilafet merkezinde bir özel divan kurulmuştu. Bunun diğer vilayet ve kentlerde de şubeleri vardı. Her kentte sadaka mütevellisi o şehrin zenginlerinden sadakaları toplar yine o şehrin fakirlerine dağıtımı işinde bağımsız hareket ederdi.


Zekatın mevaşi zekatı, altın ve gümüş zekatı, meyveler zekatı, tarım ürünleri zekatı olmak üzere 4 çeşidi vardı.


Mevaşi zekatı; deve, sığır ve koyundan alınırdı. Bunun kuralları bizzat Hz. Peygamber tarafından belirlenmiştir. Hz. Ebubekir tarafından Enes b. Malik, Bahreyn'e gönderildiğinde yazılan aşağıdaki mektup söz konusu hüküm ve kuralları gösterir:


"Rahman ve rahim olan Allah'ın adıyla. Cenab-ı Hakk tarafından emredilip seçkin elçisi Hz. Muhammed tarafından farz edilen sadaka hükümleri şöyledir. Herhangi bir Müslümandan bu hükümlere göre sadaka istenirse o Müslüman o sadakayı vermelidir. Bundan fazlası istenirse fazlası verilmemelidir: 24 deve ve daha aşağı sayıda her beş deve için bir koyun. Develerin sayısı 25'ten 35'e ulaşırsa bir yaşında bir dişi deve, 36'dan 45'e iki yaşında bir dişi deve, 46-60 olursa 4 yaşına girmiş bir dişi deve, 61-75 arası devede 5 yaşında bir dişi deve, 76-90 olursa 1 yaşında iki dişi deve, 91- 120 olursa 4 yaşında iki dişi deve, 120'den fazla olursa her 40 için 1 yaşında bir dişi deve ve her 50 için yetişkin bir dişi deve 4'ten fazla devesi olmayanın sadaka vermesi gerekmez. 5 deve olursa bir koyun. Koyun zekatında ise otlak hayvanlarından 40- 120'ye kadar bir koyun, koyunun sayısı 100'den fazla olup 200'e ulaşırsa 2 koyun, 200-300 arası 3 koyun, 300'den fazla olursa her yüz için bir koyun, koyunun sayısı 40'tan bir aşağı ise onda sadaka gerekmez. Ruka'nın yani basılı dirhemlerin sadakası öşürün bir bölü dördüdür. Bu dirhemler 190'dan fazla değil ise sadaka gerekmez."

lslam hukukçularının bu konuda detaylı hükümleri vardır ancak burada belirtmemize gerek yoktur. At, katır ve eşeklerden zekat alınmaz.


Gümüşten alınan sadaka veya zekata gelince; 200 dirhemden aşağa gümüş için zekat yoktur. 200 dirhemde 5 dirhem alınır. Bu 2,5/100 veya 1/40 demektir. Altının her yirmi miskalinden yarım miskali sadaka alınır. 20 miskalden yukarı çıktıkça zekatı da aynı oranda artar. Ticaret malları ve ona benzeyen şeyler ise gümüş ve altın gibi kabul edilir.


Meyvelerin zekatı sulanma biçimine göre değışir. Yağmur veya ırmak suyuyla kendi kendine sulanıyorsa bunun zekatı öşürüdür. Belli bir çaba ve görevliler aracılığıyla sulanıyorsa bunun zekatı öşürünün yarısıdır. Ancak her durumda meyvelerin miktarı 5 veskten (bir vesk bir deve yükü demektir) fazla olmazsa zekat vermek gerekmez. Bir vesk, Irak ölçüsü ile 60'sa', bir sa' da 5 rıtıl, bir sülüs (her rıtıl 120 dirhem) ölçüsündedir. Hurmalıklar, bağlar vs. meyveler gibi kabul edilir.


Buğday, pirinç, fasulye, nohut vs. gibi hububatın çeşitlerinden oluşan tarım ürünlerinin miktarı da 5 vesk yani 5 deve yüküne ulaşırsa zekat alınır. Bunun zekatı meyvelerden alınan zekatla aynı orandadır.


Zekat mallarının sarf olunduğu yerler Kuran-ı Kerim'de bir ayette açıklanır: "Sadakalar (zekatlar) Allah'tan bir farz olarak ancak, yoksullara, düşkünlere, (zekat toplayan) memurlara, gönülleri (lslam'a) ısındırılacak olanlara, (hürriyetlerini satin almaya çalışan) kölelere, borçlulara, Allah yolunda çalışıp cihad edenlere, yolcuya mahsustur. Allah pek iyi bilendir, hikmet sahibidir" (Tevbe Suresi, 60. Ayet). Bu ayete dayanarak zekat 8 paya bölünürdü. Bir kısmı hiçbir şeyi olmayan yoksullara verilirdi. lkinci pay miskinlere verilirdi. Miskinden amaç kendisine yetmeyecek geçime sahip olanlardır. Bunlara diğerlerinden daha çok merhamete layıktır. Sadakaların miktarı sadaka mütevellisinin kararıyla her fakirin haline ve ihtiyacına göre verilirdi. Ancak bir fakire verilen sadaka 200 dirhemi geçmemelidir. Çünkü 200 dirhemi geçerse onun da zekat vermesi gerekir. Kadı Ebu Yusuf tarafından Hz. Ömer'den aktarılan bu konuya ait bilgilere göre Kur'an'daki "mesakin" yani miskinler kelimesi, Hıristiyan ve Yahudi fakirlerini içine almaktadır. Fukara (fakirler) kelimesi ise Müslüman fakirleri kapsamaktadır. Sözü edilen paralardan 3. kısım; zekatı toplama ve dağıtma görevinde bulunan memurlara verilirdi. Bu görevde ücretle emin, mübaşir, amir ve memur gibi isimler altında birtakım memurlar görevlendirilirdi. Bunlara ayrılan pay memurların maaşından fazla görülürse artan para diğer paylara eklenirdi. Zekat alabilen 4. kısım, "kalbleri lslam'a ısındırılanlar"a (müellefe-i kulub) verilirdi. Bunlar Hz. Peygamber ve daha sonraki halifeler tarafından, ya Müslümanlara yapmaları olası zararlarını engelleme veya lslam'a ilgilerini çekme veya kendi kabile ve aşiretlerini lslam'a girmeye teşvik etmek amaçlarıyla kalpleri ısındırılanlardandılar. Bunlardan biri Müslüman değilse onun payı zekat mallarından değil ganimet veya fey mallarından ödenirdi. 5. kısım hürriyete kavuşturulmak için esir satın almak amacıyla ayrılırdı. 6. kısım borçlulara verilirdi. Borçlarını ödemeleri için bu paralar kendilerine verilirdi. Zekatın 7. payı Allah uğruna ayrılmıştı. Gazilere ve mücahitlere savaşlardaki masraflarına karşılık veriliyordu. 8. kısım; (ebna-i sebil) yolculara verilirdi. Bunlar yol giderlerini karşılamaktan aciz yolculardı.


Sadaka mütevellileri sadakadan topladıkları malları izin almaksızın dağıtımda yetkili olmaları özellikleriyle, diğer mal mütevellilerinden ayrılırlardı. Oysa fey veya ganimet malları mütevellileri halife veya onun vekaletini taşıyan valiler veya vezirlerden izin almayınca ödeme yapamazlardı.


Ganimetler


Ganimetler, Müslümanların savaşlarda ele geçirdikleri mallardır. Bunlar dört çeşittir:


1. Savaş esirleri, 2. Adi esirler, 3. Arazi, 4. Eşya.


Savaş esirleri, düşman askerinden esir düşenlerdir. lslam şeriatında bunlar hakkında imamlar tarafından tanım ve tayininde farklı görüşler ileri sürülmüştür ki, bunları ilgili kitaplara havale ediyoruz. Fidye kabulü de bu hükümler arasındadır. Fidye bir esirin kurtulması için verilen paradır. Bu yüzden alınan paralar diğer ganimet mallarına eklenirdi. Adi esirler ise, savaş sırasında Müslümanların eline geçen kadınlar ve çocuklardır. Bunları öldürmek yasaktır. Diğer ganimet mallarıyla bunlar da dağıtılırdı. Bunlar için de fidye alınabiliyordu. Savaşlarda ele geçen arazi ya zorla alınarak yerli halk oradan sürülür veya asıl sahipleri savaşmayarak yerlerini bırakıp gitmiş olurdu. Veya bazı şartlarla barış yaparak Müslümanların egemenliğine girerdi. Şu durumda bu arazi "fey" gibi kabul ediliyordu. Sözü edilen durumların farklılığı sebebiyle söz konusu arazilere konulan haraç, öşür vs. gibi vergilerin çeşidi de farklıydı. "Emval-i menkule"ye (taşınabilir mallar) gelince: Bunlar mevaşi ve mallar gibi nakledilmesi veya taşınması mümkün olan şeylerdi ki, askere dağıtılırdı. Ganimet malları lslam'ın ilk yıllarında bir kurala bağlı olmaksızın pay edilirdi. Hz. Peygamber onu arzuladığı gibi dağıtırdı. Müslümanların ilk ganimetleri Bedir Savaşı'nda ele geçen ganimetlerdi. Muhacir ve Ensar bunların pay edilmesinde değişik görüşler ileri sürdüğünden Hz. Peygamber kendileri de dahil oldukları halde söz konusu ganimet mallarını eşitlik üzere pay etti. Daha sonra ganimet mallarının 5'e bölünmesi hakkındaki " ... bilin ki ganimet aldığınız şeylerin beşte biri, Allah'a, Resulune ve (Resul ile) akrabalığı bulunanlara, yetimlere, yoksullara ve yolculara aittir..." (el-Enfal 8/41) (Ayrıca bkz: Al-i lmran 3/161, en-Nisa, 4/94, el Ahzab 33/50, el-Fetih 48/15, 19, 20) ayeti nazil oldu. lslam'da bu şekilde ilk kez 115 şeklinde (tahmis olunan) ayrılan ganimet, aynı yılda olan Kaynuka Oğulları savaşında ele geçen ganimet mallarıydı. Söz konusu mallar 5'e pay edilerek 4/5'i lslam mücahitlerine ve 1/5'i de Hz. Peygamber adına ayrıldı. Peygamber için ayrılan bu pay da 5'e bölünürdü. Hz. Peygamber bu kısımlardan birini kendine, eşlerine ve Müslümanların yararına harcar, ikincisini yakınlarını oluşturan Haşimoğullarına özellikle Abdülmuttalip oğullarına dağıtırdı. Kureyş'ten sözü edilen kişilerin dışındakilerin bu paydan almaya hakları yoktu. 3. pay muhtaç bulunan yetimlere verilirdi. Bunda da erkek ve kadın ayrımı yapılmazdı. 4. pay geçinmeye yeterli bir şeyi olmayan miskinlere (fakirlere) dağıtılırdı. 5. pay ise, yol masraflarını karşılamadan aciz olan yolculara verilirdi. Düşman ölülerinden soyulmuş ve alınmış elbise ve silahlar da mal gibi kabul edilirdi. Bunlar da mücahitlere dağıtılırdı. Herkes öldürdüğü adamın üzerinde bulunan eşyayı alabilirdi.

Gerek savaş yoluyla zorla, gerekse barış yoluyla Müslümanların eline geçen araziye gelince: lslam'ın başlarında birtakım görüşler bu tip araziyi ganimet malları gibi mücahitler arasında pay etmek istemişlerdi. Hz. Ömer bunu uygun görmedi. lrak'ın fethinden sonra Hz. Ömer tarafından Sa'd b. Ebi Vakkas'a yazılan aşağıdaki mektup bahsedilen isteği ve kendisinin bunu uygun görmediğini gösterir: "Mektubunu aldım. Halkın eline geçen araziyi ve ganimet mallarını kendilerine dağıtmayı arzu ettiğini belirtiyorsun. Bu mektubumu aldığında elde bulunan hayvan ve mal gibi ganimetleri adamlarına pay et. Ancak arazi ve ırmakları sahipleri olan çiftçilere bırak ki, bunların gelirleriyle memur ve askerin maaşları ödensin. Eğer sen bu araziyi adamlarına verirsen senden ve onlardan sonra gelecek Müslümanlara bir şey kalmaz."


Araziyi pay etmek düşüncesinde bulunanların bazıları buna itiraz ederek kendi kılıçlarıyla ele geçirdiklerini ileri sürerek, arazinin kendilerinin hakkı olduğunu iddia etmişlerse de Hz. Ömer onlara karşı durmakta devam etti. Ancak arazi üzerine haraç ve sahipleri üzerine cizye koyarak bu şekilde elde edilecek gelirleri devirden devire Müslümanlara tahsis ederek, Müslümanları toprakların ganimet malları biçiminde dağıtımından vazgeçirdi. Buna dayanarak Hz. Ömer haraç ve cizyeyi Irak arazisine ve diğer fethedilen kentlere koyarak bunların miktarlarını daha önce lranlılar ve Rumlarda olduğu gibi defterlere kaydettirdi. lslamiyet'te divan teşkilatı bu gibi ihtiyaçlar sonunda oluşturulmuştu.


Fey'


Devlet hazinesine ait diğer mallara fey' adı verilir. lslam hukuku açısından fey'in tarifi şudur: "Savaşmaksızın ve arkasından koşulmaksızın Müslüman olmayanlardan kendi kendine gelen mallar" cizye, haraç, öşür vs. fey' kapsamına girer Hz. Peygamber hayattayken bunun 1/5'i kendisine ayrılırdı. Bu 1/5 de ganimetlerden ayrılan 1/5 gibi pay edilirdi. Hz. Peygamber'in vefatından sonra bu 1/5 ganimetlerdeki gibi Beytülmal'e devredilmiştir. Hz. Peygamber zamanında fey'in diğer 4/5'i Muhacirler ve Ensardan oluşan lslam askerlerine eşit olarak dağıtılırdı. Daha sonra Hz. Ömer tarafından, divan oluşturulup askerin maaşı belirlenince fey'den gelen mallar Beytülmal'e teslim olunmaya ve herkese tayin olunan miktarda ödemeler yapılmaya başlandı. Yukarıda verdiğimiz bilgilerden anlaşıldığı gibi, sadaka alanlarla fey' ve ganimet alanlar farklıydı. Çünkü fey' ve ganimet malları İslamiyet uğrunda cihadda bulunan, Hicret edip savaşanlara aitti. Halbuki sadaka alanlar ne savaşmışlar ne de Hicret etmişlerdi. lslam'ın ilk yıllarında hicret kelimesi lslam'a girmek için kendi vatanından Medine'ye göç edenler için kullanılırdı. Genellikle Hicret edip lslamiyet'i kabul eden kabilelere "suleha", kısmen Hicret eden kabilelere de "güzide" denilirdi. Şu durumda Muhacirler hem suleha hem de güzide idiler. lslam fetihlerinden sonra bu Hicret'in hükmü kalmamış ve Müslümanlar Muhacirler ve bedeviler adını almışlardır. Peygamber zamanında sadaka erbabına bedeviler, fey erbabına da muhacirler denirdi.


lslam'ın ilk dönemlerinde halifeler bu iki grubu birbirinden ayrı tutmaya dikkat ederlerdi. Halife lslam'ın genel menfaatini ilgilendirmeyen bir konuda bir kimseye fey' malından vermezdi. Onlara sadaka malından verirdi. Hz. Ömer bu kurala çok özen göstermiştir. Bu konuda bir olay örnek gösterilebilir: Araplardan biri Hz. Ömer'e gelerek çoluk çocuğunun çıplak ve muhtaç bir halde olduğundan söz ederek, okuduğu bir şiirle maaş ve yardım ister. Hz. Ömer hükumet mallarının yerinde harcanması konusunda oldukça dikkatli davrandığından, Arap'a dönerek "Peki bağış ve yardımda bulunmasam ne olur?" cevabını verir. Arap "Şimdi vermezseniz öbür dünyada sizden hesabı sorulacaktır" der. Bunun üzerine Hz. Ömer sakalını gözyaşlarıyla ıslatacak kadar ağlar. Kendi kölesine "Oğlum şu tek gömleğimi bu adama ver. Şiiri için değil bahsettiği gün (kıyamet günü) için alsın. Allah'a yemin ederim bu gömlekten başka bir şeye sahip değilim" diyerek bağışı Müslümanların malından değil kendi malından verir. Çünkü bu şekilde yapılacak bağış Müslümanların genel menfaatiyle ilgili değildi.

Hz. Osman bu iki sınıf arasındaki ayrıma çok dikkat etmeyerek, atiye ve ihsanları fey" mallarından verdiği için Müslümanların itham ve sorgulamasıyla karşı karşıya kaldı. Ancak daha sonra Hicret devri bitip de İslamiyet devlet şekline girince, gereğine göre bir taraftan diğer tarafa para ve mal devri uygun görüldü. Sonraki dönemlerde lslam ülkesinin genişlemesiyle birlikte, fey' kaynakları da artmış ve çeşitlenmişti. Fey' malları yerine "cibayet-i amal" (emval-i devlet) adı kullanılmaya başlandı. Bunlar; cizye malları, haraç, sadakalar, gemilerden alınan vergi, maden ve çayırlara konan vergiler, darphane, gümrük, çiftlik, müstegallat vs.'den toplanan mallardı. Sadakalar konusunda daha önce bilgi vermiştik. Şimdi fey' kaynaklarından geri kalanların en önemlileri üzerinde duracağız.


Cizye


Her ikisi de gayr-i müslimlerden toplanan vergidir. İkisi de fey' malları arasındadır. Bunlar her yıl belli vakitlerde toplanırdı. Bununla birlikte cizye, insan başından alınan bir vergiydi. O kişi Müslüman olursa artık cizye alınmazdı. Haraç, toprağı veya ürünü üzerine konulduğu için hükmü düşmezdi. Cizye ve haraç arasında bu açıdan fark vardır.


Cizyenin Tarihi


Cizye lslamiyet'le ortaya çıkmış bir şey değildir. Eski uygarlıkların ilk devirlerinden itibaren cizye vardı. Atina Yunanlıları, Hz. lsa'dan önce 5. yüzyılda Fenikelilerin hücumlarından kurtulmaya karşılık, Küçük Asya halkı üzerine cizye koymuşlardı. O sırada Fenikeliler İranlıların himayesi altında bulunuyorlardı. Şu durumda söz konusu kıyılar halkı, canlarını korumak için mallarını feda etmekte sakınca görmemişlerdi. Romalılar da egemenliklerine aldıkları milletlere cizye koymuşlardı. Ancak Romalılar tarafından konulan cizye miktarı daha sonra Müslümanların koyduğu cizyeden oldukça fazlaydı. Romalılar Galya (Fransa) bölgesini ele geçirdikleri zaman, yılda her adam başına miktarı 9 ile 15 lira arasında değişen bir kişisel vergi (cizye) koymuşlardı. Bu miktar Müslümanlarca konulan cizyenin tam 7 katıdır. Bununla birlikte Romalılar, fethettikleri ülkelerin hepsinde bu oranda büyük cizye koymazlardı. Fransa vs. bazı yerlerde cizyenin öyle büyük bir miktarda bulunması, soyluların hem kendilerini hem köle ve uşaklarını kapsadığı içindi. İranlılarda egemenliklerinde bulunan halktan cizye alıyorlardı. Hindistan'ın ünlü alimlerinden Şibli Nu'mani Efendi'nin görüşüne göre; cizye kelimesinin aslı Farsça "gizyet" kelimesidir. Şibli Nu'mani bu iddiasını 1894 yılında yayımladığı İngilizce bir makalede yazmıştır. İbn el-Esir, Kisra Nüşirevan'ın haraç ve askerlikte yaptığı uygulamalar hakkında verdiği bilgiler arasında diyor ki: "İranda ileri gelen devlet adamları ve soylular, askerler, merzibanlar, katibler ve hükümdarın hizmetinde bulunan kişilerden başka halk üzerine herkesin yer ve gücüne göre 12, 8, 6 ve 4 dirhem cizye konuldu." Bundan anlaşılıyor ki, Araplar gizyeti cizye şeklinde Araplaştırdıkları gibi konuluş ve toplanmasında da değişiklikler yaptılar. Müslümanlarda devlet büyükleri, soylular ve asker Müslümanlardan oluştuğundan kisra tarafından bu gibi kişiler cizyenin dışında nasıl bırakılmış ise, Araplar da Müslümanları cizye ödemenin dışında bırakmışlardı.


Cizyenin Miktarı


Müslümanlar tarafından konan cizyenin miktarı, Peygamber tarafından duruma ve cizyeyi verecek olanlarla yapılan bir anlaşmaya göre takdir ve tayin edilirdi. Hz. Muhammed Necran halkı ile barış yaptığı zaman onlara her yıl safer ayında 2000, recep ayında 1000 takım elbise cizye koymuştu. Her takım elbisenin değeri bir ukiyye olmak üzere tesbit edilmişti. Bir ukiyye (okiyye veya vekiyye) 40 dirhem demektir. Hz. Peygamber ezrah halkı ile her yıl recep ayında ödenmek üzere 100 dinar cizye karşılığında barış yapmıştır. Mukanna halkına da yine Peygamber tarafından konulan cizye kereste, iplik, hayvan ve meyvelerinin 1/4'ünü oluşturuyordu. Hz. Peygamber Arap Yarımadası'nın diğer Musevileriyle de buna benzer cizyeler karşılığında barış yapmıştır. Cizye böylece belli bir şekil ve miktar olmaksızın Hz. Ebubekir'in halifeliğinin sonlarına kadar devam etti. Hz. Ömer halife olunca lslam fetihlerinin arttığını görüp cizye miktarını belirlemişti. Kendi çevresinde bulunan kumandanlara, sakalı bıyığı çıkmış adamlara cizye konulmasına ve cizyeyi gümüş akçeyle ödemek isteyenlere her adam başına 40 dirhem, altınla ödemek isteyenlere her adam başına 4 dinar tayin olunmasına dair emirnameler gönderdi. Cizye verenler ve Şam'da, el-Cezire'de bulunan Müslümanlardan her birine erzak olarak ayda, iki müdü (her müdü 19 sag) buğday ve belli bir miktar zeytinyağı verilmesi de zorunluydu. Daha sonra cizye miktarı mükelleflerin konum ve güçlerine göre yeniden düzenlendi. Çok zengin olanlara her ay 4 dirhem verilmek üzere yıllık 48 ve orta halli olanlara iki dirhem verilmek üzere yıllık 24, daha zayıf durumda bulunanlara ayda bir dirhem verilmek üzere yıllık 12 dirhem cizye konuldu. Kadınlardan ve çocuklardan, sakat ve aciz olanlardan ve halkın arasına karışmayan papazlardan cizye alınmazdı. Cizyenin bu miktarı -özel bir şekilde cizye şartları belirlenmiş ülkelerden başka- her yerde geçerliydi. Nitekim Amr b. el-As tarafından Mısır halkıyla yapılan özel cizye anlaşmasında yaşlılarla kadınlar ve çocuklar hariç olarak, reşid olmuş zengin, fakir her Kıpti'nin her yıl iki dinar vermesi ve kendilerine gelecek Müslümanların üç gün misafir kabul edilmeleri vs. anlaşma şartları arasındaydı.


Bununla birlikte Müslümanların zaman zaman lrak'ta cizye halkıyla yaptıkları gibi, cizyeyi halkın kendi nafakalarından sonra ellerinde kalan miktarlara göre tayin ederlerdi. Söz konusu yarımadayı fetheden kişi Iyaz b. Ganem (H. 17/M. 639) kişi başına 1 dinar cizye koydurmuştu. Daha sonra halifelik Emevilerden Abdülmelik b. Mervan'a geçince, bu vergiyi az görerek oradaki valisine bu konuda özel talimat gönderdi. Bunun üzerine nüfus sayımı yapıldı. Halkın hepsi işleyici sayıldı. Onlardan birinin yılda ne kadar para kazandığı hesaplanarak toplamdan yiyecek içecek elbise masrafları ve bayram günleri çıkarıldıktan sonra geri kalan miktarın 4 dinar olduğu anlaşıldı. Buna dayanarak adam başına 4 dinar cizye konuldu. Bütün halk bu konuda tek bir sınıf kabul edilmişti.


Cizye daha önce dediğimiz gibi gayr-i müslimlerden alınırdı. Bunlardan herhangi biri Müslüman olursa cizye üzerinden düşerdi. Bununla birlikte Abdülmelik b. Mervan zamanında buna aykırı durumlar olmuştur. Irak valisi olan Haccac b. Yusuf, gayr-i müslimlerden Müslüman olanlara da cizye koydu. Abdülmelik Mısır'da da aynı kuralın uygulanması için kardeşi olan Mısır valisi Abdülaziz'e emir verdi. Abdülaziz yakın adamlarından biri olan Abdülaziz b. Huceyre ile bu konuyu görüştü. Bu kişi valiye "Mısır'da böyle bir şeyi ilk yapan siz olmayınız, burdaki gayr-i müslimler kendilerinden papaz olanların cizyesini bile vermek istiyorlar. Kendi arzularıyla Müslüman olanlar üzerine cizye konulur mu? Böyle yapılırsa kimse Müslüman olur mu?" diyerek halifeden gelen emrin uygulanmasına engel oldu. Daha sonra Emevilerden dindarlığıyla ünlü Ömer b. Abdülaziz halife olunca Irak'ta gayr-i Müslimlerden Müslüman olanlar üzerine konan cizyeyi kaldırdı. Bu tarihten sonra hiçbir Müslüman üzerine cizye konulmadı.


Arap putperestlerinden veya lslamiyet'i kabul ettikten sonra tekrar dinden çıkanlardan başka, her ne mezhepten olursa olsun, gayr-i müslimlerin hepsinden cizye alınırdı. Sözü edilen putperestlerle mürtedlerden ise lslamiyet'i kabul etmeleri veya savaştan başka bir şey kabul olunmazdı. Hıristiyanlarla Museviler ve Arap olmayan mecusiler ve putperestler lslam'ı kabul veya cizye verme veya savaşma şıklarından birini seçerlerdi.


Bu metotların konulmasından amaç Arap ulusunun birleştirilmesiydi. Bu yüzden Hz. Peygamber hayattayken Arap yarımadasında putperestliği tamamen kaldırmıştı. Hz. Ömer halifeliği döneminde orada bulunan Hıristiyan ve Musevileri çıkardı. Yukarıda verdiğimiz bilgilerden anlaşılacağı üzere, cizye reşid olmuş sağlam ve sağlıklı erkeklerden alınıyordu. Bunun anlamı öldürme ve savaşmaya karşılık demektir. Yani cizye verilenler ne öldürülür ne de savaşa davet edilirdi. lstibdad zamanında Osmanlı devletinde gayr-i müslimlerden alınan askerlik bedeli bu cizyeye benzer. Askerlik bedeli gayr-i müslimlerin askerlik hizmetinden affedilmeleri için ödenirdi.


Haraç


Tarihi Gelişim


Haraç daha önce de belirttiğimiz gibi, toprak veya ürünlerinden alınırdı. Haraç vergi çeşitlerinin en eskisidir. Bunun aslı ve kaynağı insanların ülke toprağını padişah malı saymalarıydı. Bu inanışın kökleri oldukça eskidir. Tevrat'ta toprağın firavunlara nasıl geçtiğine dair birtakım açık bilgiler vardır ki ''Tekvin"in 47. bölümünde ünlü kıtlık, detaylarıyla anlatılırken işaret olunur. Mısırlılar bu kıtlıkta aç kalınca ellerinde avuçlarında bulunan her şeyi Hz. Yusuf'a sattılar. Ellerinde topraklardan başka bir şey kalmayınca bunu da ekmeye karşılık Hz. Yusuf'a verdiler.


Toprak eski yurtların hepsinde bu şekilde hükümdarların malı kabul edilmiş, halk onun gelirinden yararlanmıştır. Bu gelirden idarenin bir payı vardı ki, bunun adı haraçtır. Tatarlar içinde bir insan ayrı olarak sürü sahibi olabilirdi ancak aynı şekilde toprağa bağımsızca sahip olamazdı. Eski Cermenlerde de emir ve reislerden başka kimsenin toprak üzerinde mülkiyeti caiz değildi. Cermenlerde kabile reisi, araziyi ikinci yıl nöbetleşe olarak diğer ferde verilmek üzere bir yıllığına bazı kabile fertlerine taksim ederdi. Bu şekildeki bir parça arazi aynı birey üzerinde iki yıl kalamazdı. Buna benzer bir gelenek günümüzde bile bazı Slav toplumları arasında geçerlidir.


Romalılarda bu kuralı uyguluyorlardı. Mısır ve Şam bölgesinde de durum aynı idi. Buna göre vergi alırlardı. Her vilayette haraç işlerinin gelir ve giderlerin kaydedildiği defterhaneleri vardı. Halktan veya idare edenler arasından bu dairelerde katibler, tahsildarlar ve çeşitli memurlar görevlendirilirdi. lrak'ta ve lran'da da bu usule göre hareket olunurdu. Esas olarak lranlılar da birçok kanun ve kuralı Romalılardan almışlardı.


Müslümanlar Şam, Mısır ve Irak bölgelerini ele geçirince Rumlar ve lranlıların söz konusu yerlerde daha önce kurdukları divanları olduğu gibi kabul ederek hiçbir değişiklik yapmadılar. Bu dairelerde çalışan memurlar yerli Hıristiyan halkla mecusilerden oluşuyordu. Müslüman idareciler bunları oldukları gibi yerlerinde bıraktılar. Mısır'daki haraç divanı memurları Mısır'ın yerli halkı olan Kıptilerdi. Kayıtları kendi dilleriyle tutarlardı. Şam bölgesinde bulunan haraç dairesinin memurları da Rumlardandı. Onlar da kayıtları Rumca tutuyorlardı. Irak'taki divanlarda ise resmi dil Farsçaydı. lslam'ın ilk yıllarında Müslümanlar dünyadan çok ahirete yöneldiklerinden fetihlerle ele geçirdikleri topraklar üzerinde amaçları mülk edinme olmadığını göstermek için, yerli görevlileri ve sistemi olduğu gibi kabul ederek yalnızca denetlemekle yetiniyorlar, vergileri düzenli toplamanın dışında mahalli idareci ve memurlara müdahale etmiyorlardı. Ancak zamanla idare Emevilere geçip de Müslümanlar göçebeliğin basit ve sade yaşamından medeniyetin gösterişine ve ümmiyet (okuma yazma bilmeme) devrinden okuyup yazma devrine geçince Araplar ve mevalilerden yazma ve hesap işlerinde usta ve yetenekli memurlar yetişince söz konusu divanların dili de Arapça'ya çevrilmiş ve görevler de Müslüman memurlara verilmiştir. Bunu ilk uygulayan Emevi halifelerinden Abdülmelik b. Mervan (H. 81/M. 700) idi. Bu tarihten sonra haraç dairelerinde artık Arapça kullanılmıştır. Büyük olasılıkla haraç divanlarındaki bu devrim Abdülmelik devrinde başlamış sonraki halifelerce tamamlanmıştır. Mısır haraç divanında Arapça kullanımı ancak H. 87/706'de Velid b. Abdülmelik devrinde gerçekleştirilmiştir.

Hicaz divanı daha önce belirttiğimiz gibi Medine'de Hz. Ömer'in kurduğu şekilde devam ediyordu. Bu divan bir çeşit tahsilat dairesine benziyordu. Bu divanın kayıt ve işlemleri sahabenin isimleriyle kendilerine ayrılmış olan maaşlar ve sahabenin sınıfları ve şam Mısır ve Irak bölgelerinden yerli askerlerin maaşları ödendikten sonra haraç ve cizye malından artan paranın Medine'ye ulaşan malların kayıt ve hesaplarından ibaretti.


İlk dönemlerde haracın tarh ve dağıtımına tahsil ve zaptını bizzat halife gözetiyordu. Daha sonra Abbasilerde maiyette bulunan diğer daireleri de kapsayarak Bağdat'ta merkez daire olmak üzere, bir haraç divanı oluşturulup gözetimi halifeler dışında başka görevlilere teslim edildi. Söz konusu daire Saffah tarafından kurulmuş, görevleri de Bermekilerin büyük babaları olan Halit b. Bermek'e teslim edilmiştir. Bu görevin Halid'e verilmesi Bermekilerin hükümet işlerine karışmaları ve devlet malını istedikleri gibi harcamaya yetki sahibi olmalarında ilk adımı oluşturmuştur. Bermekiler devlet gelir ve giderleri konusunda tam yetkili olarak istedikleri gibi davrandıklarından, haracı kendi çocuklarına ve adamlarına iltizam (kesenek) şeklinde ihale ederlerdi. Yahya b. Bermek, Abbasi halifelerinin üçüncüsü Mehdi zamanında Iran haracını iltizam etti. Zarar ettiğinden devletin istediği miktarı ödeyemedi. Bu tarihten sonra haraç divanı diğer hükümet daireleri gibi vezirlerin yönetimine geçerek Abbasilerin zayıflayıp yıkılışına kadar böylece devam etti. Devlet işlerinin kontrolü eyalet valileri ve diğer emirlerin eline geçince halife Razıbillah zamanında (H. 322-329/M. 933-940) bu divanlarda kaldırılmıştı.


Haraç Miktarının Belirlenmesi ve Toplanması


Arabların haraç vergisini daha önce Rumlar ve İranlılar zamanında olduğu gibi bıraktıklarını yukarda belirtmiştik. Makrizinin açıklamalarından anlaşıldığına göre, Rumlar zamanında haraç "mukaseme" adını verdikleri tahmin ve takdir şeklinde konuluyor ve toplanıyordu. Yani bir köy mamur hale gelir ve halkı çoğalırsa haraç da o oranda artar. Aksi olursa o oranda azalırdı.


Şam bölgesinin haracı da bu şekilde takdir edilir ve toplanırdı. lranlılar ise lslam'dan önce ortaya çıkan Kubad b. Firuz zamanına kadar belirtilen takdir şeklini kabul etmişlerdi. Kubad Iran tahtına geçince toprağın yüz ölçümüne göre haracı belirleyerek vergi toplayan olsun olmasın toprağın her ceribine (bir cerib 3600 arşın karedir) bir dirhem ve bir kafiz (ölçek) haraç koydu. Daha sonra Müslümanlar ele geçirilen topraklarda zaman ve durumun gereklerine göre, arazi haracında bazı değişiklikler yaptılar. Müslümanların toprakla ilgili bir kısım genel kanunları vardır. Bu kanunlara göre arazi yani toprak dört kısımdır:


Müslümanlarca diriltilen topraklar. Bunlar öşür topraklarıdır. Öşürü Müslümanların imamına aittir. lhya-i mevat (ölüyü diriltme) gibi düşünülür.

Sahipleri ona malikken Müslümanların olan topraklar. Bunlar asıl sahiplerinin hakkıdır. Bu da öşür arazisi sayılır.


Savaş yoluyla Müslümanların eline geçen topraklar. Bu toprak Müslümanlara ganimet olarak verilir. Bu da öşür arazisidir.

Sahipleriyle haraç ödemeleri karşılığında barış imzalanan arazilerdir. Bunlar haraç arazileridir. Bu gibi yerlerin haracı, halkı Müslüman olsalar bile iptal edilmez ve kaldırılmaz. Buralara konulan haraç o yerlerin verimliliğine göre azaltılır veya arttırılırdı.


Müslümanlar Irak topraklarını ele geçirince Hz. Ömer buranın Sevad bölgesine, daha önce lranlılarca konulan haraç miktarında yani her cerib için bir dirhem ve bir kafiz haraç koydu. Kafiz, ceribin 1/10'u yani 360 zira karedir. Bununla birlikte Irak'ın bazı yerlerinde haraç miktarının ürünün çeşidine bağlı olması gibi başka bir metot da uygulandı. Hz. Ömer Irak'ta tahrir işlerine bakan sahabeden Osman b. Hanif'e toprakların ölçülmesini emretti. Osman b. Hanif buradaki toprakları ölçerek bağ ve bahçelerin her ceribine 10, hurmalıkların her ceribine 8, şeker kamışı ekili olan toprakların her ceribine 6, sebze bostanlarının her ceribine 5, buğday tarlalarının her ceribine 4, arpa tarlalarının her ceribine 2 dirhem haraç konulmasını uygun bulmuş ve bu da Hz. Ömer tarafından uygun görülmüştü.


Irak toprakları Abbasi halifelerinin ikincisi olan Mansur zamanına kadar yukarıdaki usul ve miktarlarda haraç vermeye devam etti. Mansur zamanında araziden elde edilen ürün, fiyatların çok düşmesinden dolayı haracı ödeyemeyecek bir duruma düşmüştü. Fırat ile Dicle arasındaki tarım arazisini oluşturan Sevad bölgesi harap olmuştu. Burada bir düzenleme gerekli görüldü. Halife Mansur haracın tesbitinde "mukaseme" yöntemini yani ürünün artması veya azalmasına göre çok veya az haraç belirlenmesi kuralını kabul etmek zorunda kaldı. Haracın miktarının belirlenmesi halifenin işiydi. Ancak haraç, ürünün yarısından fazla ve 1/5'inden az olamazdı.


Arazinin Mülkiyeti


Arazi yani boş toprak lslam'ın ilk yıllarında olduğu gibi Müslümanların imamının yani devlet başkanının mülkü olarak devam etti. Evasi veya rızka vs. isimlerle bilinen, ancak burada açıklanmasına gerek görülmeyen bazı seçilmiş topraklardan başka, tüm topraklarda halk arazi üzerinde tarım yapar ve ekip biçerdi. Hükumet üründen pay alırdı. lslam ülkelerinde miladi 19. yüzyılın başlarına kadar bu şekilde devam eden bu sistem, bu tarihten itibaren Osmanlı ülkesinde ve özellikle Mısır bölgesinde yapılan faydalı ıslahat sonunda günümüzde daha uygun bir şekil aldı. Mısır valiliğinde bulunan Muhammed Ali Paşa bir çiftçinin kendi toprağına sahip olmazsa gereği gibi çalışmayacağını, bu nedenle ülkenin mali durumu ve servetinin istenildiği derecede güçlenip artmayacağını takdir etti. Mısır'a vali olduğu tarihlerde Mısır arazisi servet ve güç sahibi birtakım ileri gelenler tarafından iltizam usulüyle ele geçiriliyordu. Bunlar çiftçileri kullanarak araziyi ekip biçiyorlardı. Üründen hükumetin hissesini verdikten sonra, geri kalanı kendileri alıyorlardı. Muhammet Ali Paşa Mısır bölgesini birtakım müdürlüklere ve müdürlükleri merkezlere ve merkezleri de nahiyelere bölerek hepsinde idari işlere bakmak üzere memurlar görevlendirip, vergilerin toplanması içinde tahsildarlar tayin etti. İltizam yöntemini kaldırarak her nahiyenin toprağını o nahiye halkına dağıttı. Bu şekilde iş yapabilir her çiftçi bir miktar toprağa kavuşmuş oluyordu.


Daha sonra Said Paşa Mısır hidivi tayin olununca 5 Ağustos 1858 tarihli ünlü layihasını yayınlatarak, halka toprakları mülk olarak verme işini tamamladı. Bu layihaya göre; toprak soydan soya geçen bir şer'i miras hükmünü alıyordu. Bu tarihten sonra toprak Mısır köylüsünün malı oldu. Osmanlı ülkesinin diğer yerlerinde de bu şekilde ıslahat yapıldı. Babıali Said Paşa'nın sözü edilen layihasını padişahın bir hatt-ı hümayunu ile onaylamıştı.


Devletin Haraçtan Topladığı Yıllık Gelir


Haraçtan her yıl toplanan gelirlerin toplamına "irtifaü'l-haraç" adı verilirdi. Bu toplamı kesin bir şekilde tesbit etmek güçtür. Çünkü bu yekun zaman ve mekana göre değişiyordu. Bunun dışında Arap tarihçileri haracın toplam gelirlerini belirttikleri zaman, çoğunlukla cizye ile haracı birbirine karıştırırlardı. Örneğin haracın irtifai dediklerinde, bundan hem haraç hem cizye gelirlerinin toplamını kastederlerdi. Cizye gelirleri haraç gelirlerinden daha azdı. Artı olarak ondan daha az, sabit bir gelir kaynağı oluşturuyordu. Çünkü gayr-i müslimler zaman geçtikçe Müslüman oluyor ve cizye gelirleri de o oranda azalıyordu. Bundan başka söz konusu tarihçiler muhtemelen haraç gelirlerine öşür vs. gelirleri de katıyorlardı. Aşağıdaki miktarları Emeviler zamanında lslam ülkesinde toplanan haraç gelirlerine örnek olması için kaydediyoruz: Hz. Ömer zamanında (H. 20/M. 638) Fırat ile Dicle arasındaki Sevad bölgesinin yıllık haraç geliri "120 milyon" dirhemdi. Bu gelir Abdullah b. Ziyad'ın valiliği zamanında (H. 62) 135 milyon ve Haccac b. Yusuf zamanında (H. 85) 188 milyona ulaşıyordu. Ömer b. Abdülaziz devrinde (H. 100/M. 718) 100 milyon dirheme indi. Daha sonra lbn Hubeyre askerin yiyecek ve mücahitlerin maaşı dışında 100 milyon dirhem haraç topluyordu. Daha sonra Yusuf b. Ömer haraç gelirlerinden hilafet merkezine 60 milyon ile 80 milyon dirhem arasında bir meblağ gönderdikten sonra haraçtan geri kalan 16 milyon dirhemini yanında bulunan Şam askerine ve 4 milyon dirhemini beride (posta ve istihbarat dairesi) ve 2 milyon dirhemini beklenmeyen durumlar ve olaylar için sarf ediyordu. Geriye yanında 10 milyon dirhem kalıyordu ki bu da fakir çocuklara ve azatlı kadınlara harcanıyordu. Şu durumda o dönemde Irakın toplam haracı 100 milyon dirhem tutuyordu.


Mısır'a gelince bu bölgede Amr b. el-As'ın topladığı haraç geliri 12 milyon dinara ulaşmıştı. Makrizi'nin ifadesine göre söz konusu hasılat her adam başına iki dinar olmak üzere konulan yalnız cizye genel gelirleriydi. Yine Makriziye göre, Amr'dan sonra Said b. Ebi Sarh tarafından cizye olarak 14 milyon dinar toplandı. Mısır'ın haracı Emeviler zamanında azaldı. Hişam b. Abdülmelik hilafete geçince H. 105-127 bu azalışı göz önüne alarak Mısır valisine yeni bir tahrir yapması emrini verdi. Vali bizzat toprağı ölçtürdü. Nil Nehri'nin yetiştiği topraklardan mamur veya metruk ne kadar yer varsa hepsini bu ölçüme dahil etti. Bu yerlerin miktarının  30 milyon fidan olduğu anlaşıldı. Bu hesaba göre toplanan haraç 4 milyon dinar tuttu.


Oysa o sırada ürünlerde ucuzluk vardı. Emevi halifelerinden Süleyman b. Abdülmelik zamanında (H. 97'de) Usame b. leydin valiliğinde Mısır haracı 12 milyon dirheme indi. Bu tarihten başlayarak Mısır'dan alınan haracın miktarı zaman zaman değişiyordu. Ancak bu miktar gittikçe azalıyordu. Özellikle Abbasiler devrinde Mısır hilafet merkezinden uzakta kaldı. Bunların devrinde Mısır haracı 800 bin dinara kadar inmişti. Daha sonra Ahmet b. Tolun'un valiliği zamanında (H. 257/M. 875) ülkenin gelişmesine gayret ederek haracı 4 milyon 300 bin dinara kadar yükseltti. Oysa o sırada fiyatlarda ucuzluk vardı. 10 irdeb (Mısır'da kullanılan bir ölçü, eldeb de denilebilir) 10 erdeb buğday 1 dinara satılıyordu. Abbassiler devrinde Mısır haracı bu şekilde devam etmiştir.


Şam bölgesinde toplanan haraç Abdülmelik b. Mervan zamanında 1 milyon 720 bin dinar tutuyordu. Bunun 180 bini Ürdün, 350 bini Filistin, 400 bini Şam ve 800 bini Hınıs, Kınnesrin ve avasım bölgesinin haracıydı.


Haracın Mültezimlere (Kesenekçi) İhale Olunması


Haraç iki şekilde iltizama (kesenek) verilirdi. Öncelikle vilayetlerde görevli valilere iltizama vermek. Bu metot lslam şeriatına göre batıldır. Çünkü valiye vilayet işleri emanet olarak teslim edilir. Kanunen alınacak şeyi alır ve verir. Bu şekilde bir vali bir vekil demektir. Kendisine teslim olunan görevi en güzel şekilde yerine getirir, ancak diğer taraftan gelirlerde azalma olmuşsa bundan sorumlu olmaz ve böylece fazlalığı da kendisi alamazdı. lslam'ın ilk yıllarında sahabeler bu gibi iltizamı kesinlikle yasaklıyorlardı. Rivayete göre bir adam lbn Abbas'a giderek Basra'da bulunan Eyle bahçelerinin 100 bin dirhem bedelle verilmesini istemiş ibn Abbas söz konusu kişiye ceza ve başkalarına da ibret olması için yüz değnek vurduktan sonra, kendisini astırmıştı. Ancak daha sonra halifelik padişahlık şekline dönünce halifeler bu işte daha müsamahalı davranarak haracı valilerine belli bir miktar karşılığında ihale etmeye başlamışlardır. Valiler, Yahya b. Bermek vs.'nin yaptığı gibi, haracı topladıkları ve taahhüt ettikleri bedeli ödedikten sonra, geri kalan parayı her ne miktarda olursa olsun kendileri için alıkoyuyorlardı. Daha sonra aşağıda gösterileceği üzere kaza (kadılık), hisbe (muhtesiblik), şuna (zabıta) memurlukları da haraç gibi iltizam olarak ihale edilmeye başlandı.

İkinci metot olarak; haracın mültezimlere ihalesidir. Bu mültezimler zengin veya güçlü kişilerdi. Haracı mütevelliden açık artırma biçiminde iltizama alırlardı. Örneğin bunlardan biri bir köyü veya bir vilayeti iltizam ettiğinde, o yerleri eker biçer ve ürününü ayırır, içinden iltizam (kesenek) bedelini verdikten sonra, geri kalanını kendine alırdı. Toprağın bu şekilde iltizam ile ihalesi Müslümanların icat ettiği yeni bir şey değildi. Bu usul eski çağlarda Yunanlılar arasında da kullanılıyordu. Onlardan önce Romalılara oradan da Arablara geçmiştir.


lslam ülkesinde toprağın iltizam olarak ihalesi yakın zamana kadar belirttiğimiz biçimde devam etti. Ancak bu durum zaman içinde çeşitli gelişmeler göstermiştir. Osmanlı Devleti'nde son döneme kadar geçerli olan iltizam usulü bu tür iltizamlardan biridir.


Haracın Ayrıntıları


lslam devletlerinin gelir kaynakları arasında toprak haraç ve öşürü, sadakalar ve cizyeden başka, gemilerden alınan öşür ile madenlere ve çayırlara ve otlaklara konulan hums darphaneler, gümrükler, çiftlikler geliri, su parası, tuzla, orman vs. gelirleri de vardı ki, bunlar da haraç çeşidi olarak kabül ediliyordu.


Gemilerden alınan öşür, lslam ülkesinin bazı limanlarından geçen gemiler üzerine konulurdu. Söz konusu limanlardan geçen gemiler yükünün onda birini nakit veya mal olarak yerel hükumete vermek zorundaydı. Yemen valileri bu vergiyi "ud" ağacının çeşitleri ile kafur, amber, sandal, tarçın vs. ürünleri taşıyan Hindistan'dan gelip Yemen limanlarına uğrayan gemilerden alırlardı. Abbasi halifelerinden Vasık zamanında gemilerden alınan öşür gemileri oldukça büyük bir yekun tutmuştu.


Endülüs'teki Müslümanlar da Cebelitarık Boğazı'ndan geçen gemilerden giriş ve çıkışta bu vergiyi tahsil ederlerdi. Frenkler söz konusu limandan geçtikçe Endülüs'ün en güney noktasında bulunan Tarif (bugünkü adı Tarifa) şehrinde gemi vergisini öderlerdi. Freklerin iddiasına göre buralardan ithal ve ihraç olunan mallara konulan vergiler veya bu vergilerin miktarı veya fiyat listesi anlamına gelen "tariff" kelimesi sözü edilen "tarif" teriminden bozulmadır. Çünkü zamanında söz konusu kentte ödedikleri gemi vergilerine "tarif rüsumu" (yani tarif vergileri) adını verirlerdi. Zamanla rüsum kelimesi terk edilmiş ve sadece "tarif' kalmıştır. Oysa Arapça "ta'rife" kelimesi aslında yaklaşık olarak Frenklerin söyledikleri anlamı ifade eder. Şu durumda Frenkçe "tariff' kelimesinin Arapça "ta'rife" kelimesinden nakledildiği veya tarif kelimesinin bozulmuş şekli olması akla uygun gelmektedir.


Madenlerden alınan humsa gelince; hums toprak içinden çıkarılan maden vs.'den alınan vergidir. Maden iki çeşitti. Bir yeryüzünde bulunan sürme, tuz, zift, neft gibi madenlerdi ki, bunlar lslam şeriatında pınarlardan akan sular gibi herkes için serbestti. Saklanıp karaborsa satılmaları uygun değildi. Halkın eşit olarak bunlardan yararlanmaya hakları vardı. Diğeri arzın içinde olup kazı yapılarak veya zahmet çekilmeksizin elde edilemeyen madenlerdir. Altın, gümüş, demir ve kurşun madenleri gibi. Bu tür madenler işletilerek gelirinin 1/5'i hazineye verilmek şartıyla isteklilere ihale olunurdu.


Darphane gelirleri; sikke ve akça basımından alınan 1/100'lük vergiydi ki bu yolla elde edilen gelir hazineye aitti. Endülüs'te Emeviler zamanında darphanenin yıllık geliri 200 bin dinara ulaşmıştı. lslam devletinde geçerli olan vergiler arasında "meks" (çoğulu müküs-gümrük) adıyla anılan diğer bir vergi daha vardı ki, günümüzdeki gümrük vergisi gibi, bu vergi de ticari malların çeşidine, dengine veya diğer şekil ve haline göre konulurdu. Bu meks veya müküs vergisi Arapların Cahiliye zamanlarında da vardı. Medine'de Kıpti ve İranlı tüccardan ticaretlerinin onda biri gümrük resmi olarak alınırdı. Daha sonra Hz. Ömer bu vergiyi olduğu gibi yürürlükte bırakmıştır. Bu vergi ancak, bir tüccar kendi ülkesinden diğer bir ülkeye gittiğinde alınırdı. Örneğin bir Şamlı tacir, bütün Şam bölgesini gezse kendisinden öşür veya gümrük vergisi alınmazdı. Ancak Mısır veya Irak'a giderse bu vergi kendisinden tahsil edilirdi. Bu gümrük resmi veya vergisi Hz. Ömer tarafından aşağıdaki gibi üç miktarda tayin olunmuştu:

Hıristiyan ve Musevilerden öşürün yarısı yani her yirmi dirhemden bir dirhem, Müslümanlardan öşürün bir bölü dördü yani her kırk dirhemden bir dirhem olarak. 200 dirhemden az değerde bulunan mal ve eşyadan vergi alınmazdı.


Reayadan olmayan Arap'tan tam öşür alınırdı. Bununla birlikte bu vergi dindar kişiler gözüde çirkin göründüğünden lslam devletinde rağbet bulamadı. Geri kalan diğer vergi çeşitlerini bunlarla karşılaştırabilirsiniz.


Mukataalar


Mukataalardan gelen gelirler de haraca tabi detaylardandır. Mukataa sistemi oldukça eskidir. Bunun kökü şudur: Bir hükümdar bir ülkeyi ele geçirip o ülkede düzenin devam etmesini arzu ederse, ülke topraklarını maiyetinde bulunan komutanlara savaş ve zahmetlerine karşılık bir ücret gibi pay ederdi. Frenkçe'de "mukataa" kelimesinin "ücret" anlamına gelmesi de bu görüşü desteklemektedir. Komutanlar da hükümdardan aldıkları araziyi, emirlerinde bulunan subaylara, subaylar da askere veya asker makamında olan kişilere dağıtırlardı. Hükümdar bu toprakları kumandanlarına verdiğinde, gerek savaşta gerek sulhta kendisine bağlı kalmalarını şart koşarlardı. Herhangi biri hainlik yapar, şartlara aykırı bir eylemde bulunursa arazi tekrar hükümdara dönerdi. Sadakatsizlik gösteren kimse küçük yaştaysa elindeki toprak subayına, subay ise komutanının eline geçerdi. Komutan ise hükümdara tekrar dönerdi. Bunun sonucu olarak toprak, -burada ayrıntısına gerek olmayan- bir­ takım şart ve yöntemlerle sürekli hükümdarların elinde bulunurdu. Sonunda da hükümdar, halk ve asker, ülkenin savunmasında tek vücut olarak birleşirdi. Çünkü menfaatte ortaktılar. Mukataa usülü, İslam'dan önceki dönemlerde Avrupa'da da yaygın olarak kullanılmış, yerli halkın kendi ülkelerinden Romalıları kovup çıkarmalarında etkin bir rol oynamıştır.


İslam ülkelerine gelince: Buralarda mukataa sistemi yukardaki uygulamalardan daha farklıydı. İmam Ebu Yusuf'un ifadelerine göre; Müslümanların hakimiyeti altına girip sahibi bulunmayan toprak -ki fetihten önce ülke hükümdarının malı olan veya savaşta sahibi ölmüş bulunan veya bataklıktan kurutulan vs. topraklar gibi- bu çeşit toprağın Raşid Halifeler tarafından arzu olunan kişilere, devlet hazinesine öşürü veya halifenin uygun bulmasına göre belli bir vergi ile, mukataa olarak verilmesi yasal kabul edilirdi. Hz. Ömer zamanında Sevad bölgesi tarım toprağından (Fırat ile Dicle arasındaki arazi) bu şartlar altına giren yerlerin yıllık haracı 7 milyon dirheme ulaşmıştı. Hz. Ömer'den sonra gelen halife ve emirler onu takip ettiler. Hz. Osman zamanında sözü edilen mukataaların geliri 5 milyon dirhem tutmuştur. Daha sonra Cemacim yılında (H. 82/M. 700) Abdurrahman b. Eşas fitnesi sırasında divan kayıtları yakıldığından herkes elinde mukataa olarak bulunan toprağın sahibi oldu. Emeviler ve Abbasiler kendi akraba ve yakınlarına toprağı ikta ederlerdi. Ancak bunlardan haraç alınmazdı. Bu iki devlet zamanında asker maaş ve masrafları her yerde haraç gelirlerinden ödeniyordu. Ödemelerden sonra geri kalan meblağ devlet hazinesine gönderilirdi. Mukataa toprakları ise sahipleri elinde kalır ondan bir şey alınmazdı.


Daha sonra egemenlik halifelerden Selçuklulara geçince mukataa usulü vezir Nizamülmülk aracılığıyla genelleştirildi. Bunlardan sonra gelen sultanlar özellikle Mısır'daki Eyyübiler Nizamülmülk'ün koyduğu usule göre hareket ettiler. Sultan Selahattin egemenliği altında bulunan ülkelerin, özellikle Mısır bölgesinin her tarafını emrinde bulunan vali, subay ve askere mukataa şeklinde verdi. Daha sonra mukataa usulünde bazı değişiklikler yapılarak toprakların bir kısmı mukataa, diğer kısmı satılık, diğer bir kısmı da vakfolundu. Makrizi kendi çağında (H. 9. yüzyılda) Mısır toprakları konusunda bilgi verirken diyor ki: "Mısır toprakları 7 kısımdı. Birincisi hükümdarın özel mülkleriydi. İkincisi, emir asker ve reislere ait mukataalardı. Üçüncüsü camiler, medreseler, hankahlara vakfedilmiş olan topraklar. Dördüncüsü "ahbas" adıyla bilinen topraklar bu topraklar bazı kişilere bir mescide veya ona benzer yerlere hizmette bulundukları için bir gelir oluştururdu. Beşincisi hazineden satın alınmış mülk topraklardı. Bunlar satılıp alınabileceği gibi hibe ve miras olarak da geçerdi. Altıncısı güçsüzlüğünden dolayı ekilemeyen topraklardı. Yedincisi Nil suyunun yetişemediği yerlerdeki boş topraklardı."


Mukataalar iki çeşittir. Biri istiglal diğeri mülkiyet mukataalarıdır. Bunların ikisi de bayındırlık, verimlilik, barış veya savaşla alınması noktalarından toprağın çeşidine ve bütün bu şeylerde halifenin görüş ve arzusuna göre çeşitli hükümlere tabiydi. 



Corci Zeydan’ın İslam Uygarlıkları Tarihi Kitabından Alıntılanmıştır.

10 Şubat 2023 Cuma

1.DÜNYA SAVAŞINA YOL AÇAN ŞOFÖR Arşidükün Otomobili Yanlış Yola Girince 1914, Saraybosna

 



Yirmi yıl süren düşüşün ardından, İngiltere, Prusya, Avusturya, Rusya ve yeniden monarşiye dönen Fransa imparatorları yeni bir gücün yükselişine hiç de sıcak bakmıyorlardı. Fakat belki de 19. yüzyıl sonları ve 20. yüzyıl başlarında bu devletler arasındaki anlaşma çabaları hiç de akıllıca değildi. Habsburg veliahdının Saraybosna ziyareti göz önüne alındığında, felaketin ayak seslerini duymak hiç de zor değildi.


Napolyon savaşlarından sonra 1815'te Viyana'da toplanan büyük devletler, "güçler dengesi" kavramını ortaya attılar. Sürekli ittifaklar önlenmeliydi. En iyi olan ise pragmatik bir yaklaşım ile güçleri dengelemekti. Tek bir devletin süper güç olmasına karşı güç birliğine gidilmesi kararlaştırıldı. Bundan sonraki seksen yıl boyunca savaşlar oldu.


Fransa ve İngiltere'yi Rusya ile karşı karşıya getiren Kırım sorunu, Fransa ve Avusturya arasındaki 1859 sorunu, 1860'lardaki Almanya'nın birleşme ve devletleşme savaşları... Bu sorunların hiçbiri Viyana'daki kararları doğrulayıcı olarak evrensel bir soruna dönüşmedi.


Bu dengeleri ilk bozan olaylar 1870-1871 Fransa-Prusya savaşı ile başlayan Almanya'daki birleşme savaşları oldu. Napolyon savaşlarından utanç verici yenilgilerle ayrılan Prusya, kuzey Almanya'daki küçük ve ayrı devletleri birleştirip, Prusya krallığına bağlı tek bir devlet haline getirmeyi planladı. Bu plan son derece zekice yola koyuldu. Planı uygulayan, belki de Avrupa'nın 19. yüzyıldaki en büyük devlet adamı ve modern Alman devletinin kurucusu olan Otto von Bismarck idi.


Bu yeni devletin ortaya çıkışı Fransa'ya pahalıya mal oldu. 1870-1871 savaşlarında Alsas ve Loren'i yeni devlete kaptırdılar.


Bismarck diplomatik açıdan zor bir dönemece girmişti. Viyana Konferansında ortaya çıkan prensipleri tamamıyla benimsiyordu. Fakat hiçbir zaman Fransa ile dengeli ve eşitlikçi bir ilişki içinde olamayacağının farkındaydı. Fransa ilk fırsatta kaybettiği toprakları geri almak isteyecek ve yeni kurulan Almanya'yı Ren nehrinin doğusuna geri püskürtmeye çalışacaktı. Bunu yaparken de dünya barışı için ne denli büyük bir tehdit oluşturduğunu düşünmeyecekti bile. Bu değerlendirmeler ışığında Bismarck dış politikada üç prensip oluşturdu.


Birincisi, hiçbir zaman Rusya ile karşı karşıya gelmemekti. 1750'lerde Prusya, Rusya ve Fransa'yı karşısına aldığında, bütün ülke yerle bir olmuştu. İkinci prensip ise, her ne kadar Germen asıllı bir ülke de olsa, Avusturya ile çok yakın ilişkiye girmemekti. Çünkü Avusturya ve Rusya Balkanlarda her zaman düşman olmuşlardı. Ayrıca Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun içinde yaşayan değişik ırktan birçok topluluk birbirine düşmek üzereydi.


Son prensip ise İngiltere ile iyi geçinmekti. İngiltere ile hep ticari alanlarda ortak olmuşlardı. Aynı zamanda ortak kültüre sahiplerdi. Fransa'ya karşı duruşları da benzeşiyordu. Viyana Konferansı denizlerdeki hakimiyeti İngilizlere vermişti ama tüm ülkelere de denizlere açılma konusunda hiçbir sınırlama getirmemişti. Bu sebeple, İngiltere ile zıtlaşmak hiç de akıllıca görünmüyordu.


Bu şekilde yirmi yıl geçti. Alman donanması küçük kalmayı sürdürdü, sadece kıyılarını koruyabilecek güçteydi. Rusya ile karşılıklı yardım anlaşmasına varıldı. Buna göre iki ülke endüstrileşmek ve dost kalmak için birbirine yardım edecekti. Avusturya ile de mesafeli bir ilişki korundu. Bu dengeler II. Wilhelm'in Prusya tahtına çıkışıyla birlikte sona erdi.


Wilhelm dış politikada prensipleri olan biriydi. Fakat çevresindekiler genç Almanlardan oluşan yeni bir nesildi. Çevresindekilerin düşünceleri milliyetçilik ve "ırksal kıskançlık" üzerinde şekillenmekteydi. Almanya'nın "güneşe çıkması"nın zamanının artık geldiğini düşündüler. 18. ve 19. yüzyıllarda İngiltere, Fransa, Belçika ve Hollanda tüm Batı Avrupa'dan daha fazla toprak kazanmıştı. Almanya ulusal gururu gereği kendi payına düşeni almak istiyordu.


Rusya ve Avusturya ile ilgili tutumları değişti. Rusya bir devdi ve daha da büyümesi için bu ülkeye yardım göndermenin anlamı yoktu. Öte yanda Avusturya vardı. Ulusal kimlikler sebebiyle Avusturya'da 19. yüzyılda karışıklıklar baş göstermişti. Avusturyalılar Almanların gerçek kardeşleri idiler. Öyle ki Fransa'ya karşı işbirliğine gitmek durumunda kalmak küçük düşürücüydü.


Wilhelm zamanın geldiğini düşündü ve tahta geçer geçmez yola koyuldu. Birkaç sene içinde yaşlı Bismarck aradan çekildi. Rusya ile olan yardım anlaşması yürürlükten kaldırıldı. Alman donanmasının yeniden yapılanma programı başlatıldı. Afrika'daki bazı bölgelerde ve Pasifik'teki bazı adalarda kolonileşme çabalarına girişildi. Avusturya ile daha yakın bir ilişkiye geçildi. Wilhelm'in yaptıkları milliyetçi Almanlar arasında da heyecanla karşılandı ve desteklendi.


1907'de Wilhelm, Rusya'yı, Avusturya'nın Bosna'yı almasına ve Balkanlardaki ilerlemesine karşı gelmekle eleştirdi. İstanbul'u ele geçirmeye uğraştığı için de Rusları yerden yere vurdu. Tüm okyanuslarda bayrağını dalgalandırmak ve İngiltere ile başa baş hale gelmek için donanmayı güçlendirmeye devam etti. 1905'te İngiliz donanması Fransa ile olabilecek bir savaşı düşünmekten vazgeçerek Kuzey Denizi'ne yöneldi ve orada Almanya'ya karşı bir tatbikata girişti. Fakat Almanlar gidişattan ve donanmalarının güçlenmesinden son derece memnundular.


1910'da sömürgeler kurdular. Mevcut dengeleri bozmaktan hiç çekinmediler. Fransa otuz yıl önce kaybettiği yerler yüzünden intikam hırsıyla Rusya ile gizli anlaşmalar yaptı. Rusya da Sırbistan ile pakt kurdu. Almanya gizlice Avusturya'ya "istediğin gibi hareket et ve ilerle, daima arkanda bizi bulacaksın" mesajı gönderdi. İngilizler, Hollanda ve Belçika ile ortak hareket edeceklerini, Kuzey Denizi'nin güneyindeki sahillere inmeyi deneyecek her gücün karşılarında kendilerini bulacağını deklare ettiler.


Japonya bile sahneye çıktı, İngilizlerle ortak pakta girdi ve Pasifik'teki İngiliz çıkarlarını koruyacağını açıkladı. Bundan sonra beklenen tek şey, bir sömürgeyi düşürme girişimiydi.


Bu şekilde 1914 Saraybosna ziyaretine gelindi. Bu ziyaretin arkasındaki mantık hiçbir zaman bilinemedi. Yedi yıl öncesinde Avusturya, Bosna ve Hersek'i Osmanlı İmparatorluğundan savaşmaksızın almıştı. Bu bölgede, günümüzde de olduğu gibi, birçok etnik grup yaşamaktaydı: Sırplar, Hırvatlar, Slovenler, Arnavutlar ve Bosnalı Müslümanlar. Küçük Sırp ülkesi doğudaki komşularıydı. Eski Osmanlı sisteminden çıkan Sırplar, bağımsızlık kazandılar ve Ortodoks-Slav dostları Rusya'dan destek istediler. Rusya zaten Avusturya'nın yayılmasına karşı Sırpları kullanmaya dünden razıydı.


Sırbistan'da da değişiklikler göze çarpıyordu. Kendi içlerindeki radikal gruplar, ("Karakol Hareketi" gibi) Balkanları yöneten hanedanın eskiden beri Sırplardan geldiğine inanıyorlardı. Bu duruma rağmen, Avusturyalılar bu küçük Sırp ülkesini ele geçirmeye karar verdiler. Bunu kendi içlerindeki etnik farklılıklara aldırmadan gerçekleştirme yoluna gittiler. Ordularında bile birkaç değişik dil ve diyalekt konuşuluyordu ve şimdi buna yeni bir karışıklığı katma yolundaydılar.


Eski imparator, Franz Josef yarım yüzyıldan daha fazla süredir tahtını koruyordu. Artık dokunulmazlık kazanmış bile sayılabilirdi. Kıvılcımı ateşleyen ise onun varisi Arşidük Ferdinand oldu. Ferdinand, Saraybosna'yı ziyaret etmeyi planlamıştı.


Ülkenin istihbarat birimleri Bosna'daki Sırp terörist grupların bir suikast hazırlığı içinde olabileceğine dair duyumlar almışlardı. Fakat bir şekilde bu duyumlardan Ferdinand'ın hiç haberi olmadı. Bazıları Ferdinand'ın uyarılmamasının nedenini ona yapılacak bir suikast sonucu Sırplara savaş açabilmenin mazereti olarak gösterirler.


Saraybosna'ya trenle gelen Ferdinand ve eşi, üstü açık bir arabayla şehir merkezine doğru yola çıktılar. Karakol hareketine mensup teröristler gerçekten de pusu kurmuşlardı. Arabanın izleyeceği yolun haritasını elde etmişler ve aralarında işbölümü yapmışlardı. Her grup görev yapacağı yerde konuşlanmıştı. Konvoy şehir merkezine yaklaştığında, içlerinden biri bombanın pimini çekti ve konvoya doğru fırlattı... fakat yanlış arabaya.


Bomba patladı, konvoydakilerden bazıları ile kimi gözlemciler yaralandılar. Ferdinand turun devam etmesi için ısrar etti. Konvoy şehir merkezine girdiğinde, teröristlerden biri, Princeps, yanlış bir yerde beklemekteydi, çünkü kendisine yanlış bilgi vermişlerdi. Boş bir caddenin köşesinde bekliyordu, bu caddeye konvoyun uğraması planlanmamıştı bile.


Ferdinand şehir meydanında konuşma yaptı, halkı selamladı ve programını tamamladı. Ferdinand'ın şoförü yolu karıştırdı ve yanlış bir sokağa girdi. Hatasını anlayınca bir an için durdu ve geri dönmeye karar verdi. Princeps kurbanının birkaç metre ilerisinde olduğunu gördü. Silahını Ferdinand ve eşinin üzerine doğrulttu ve tüm mermileri boşalttı.


Ve böylece yirmi yıllık bekleyiş çatışmaya dönüşmüştü. Avusturya, Sırbistan'a savaş açmak için artık mazerete sahipti. Planlı olup olmadığı hiçbir zaman bilinmeyecek olsa da, Ferdinand suikastın ardından ülkesine götürüldü ve üçüncü sınıf bir cenaze töreniyle gömüldü. Savaşın başlatılması için feda edilmiş biri gibiydi.


Sırbistan, Rusya'dan Pan-Slav dayanışması adına destek istedi. Rusya işe karıştı ve Avusturya, Almanların "arkandayız" mesajını hatırlatarak yardım istedi. Almanya işe karıştı ve Rusların geri çekilmesi için müdahale etti. Wilhelm, Ruslardan para musluklarını kesince Fransızlar derhal Ruslarla ittifak içine girmişlerdi.


Almanya, Fransa'nın Rusya ile birlikte hareket edeceğini bildiğinden Fransa'ya saldırdı. Bunun için de Belçika'dan geçmek zorundaydı, ama böylece İngilizlerin de savaşa girmesine neden oluyordu. Sağduyu sahibi tek ülke, en azından bir süre için, İtalya'ydı. Avusturya ile ittifakı vardı ve bir yıl sonra savaşa katıldı.


Yirminci yüzyılın başında dış politikadaki yüksek ideal ve arzular, onlarca milyon insanın hayatına mal olurken, Avusturya, Rusya ve Almanya gibi devlerin çöküşüne, komünizm, faşizm, II. Dünya Savaşı, Soğuk Savaş ve nükleer silahlanma yarışına zemin hazırladı.



Alıntıdır.

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak