Ruh İnancı
İnsanlar ve hayvanlarla, daha genel bir ifadeyle nefes alıp veren bütün canlılardaki hayat belirtisine Türkler ve Türklerle akraba halklar, “Odem” adı verirler (Altay Tatarları ve Yakutlarda, tin, Moğollar, Buryatlar ve Kalmuklarda da amin veya ämin). Ölüm anında bu “Odem” ağız ve burun delikleri vasıtasıyla bedeni terk eder ve buhar gibi hiçbir iz bırakmadan ortadan kaybolur. Pallas’ın aktardığına göre Moğollar “Odem”in (amin), bütün vücuda yayılmış durumda olduğuna ve hayatla beraber ortadan kaybolduğuna inanırlar. Altay Tatarları, “Odem”in vücudu terk edişinin duyulabileceğini, bu esnada ölen kişinin bedeninde sanki bir şeyler yırtılırmışçasına sesler çıktığına inanırlar. “Odem’in bedeni terk edişiyle beraber, ölüm geldiği için de “Odem” kelimesi hayat, hayat ısısı, yaşama gücü anlamlarını taşır. Altay Tatarlarının dilinde geçen ve “yaşayan, canlı” anlamına gelen “tindu” kelimesi, bazen çok keskin bir silâhı tarif etmek için bile kullanılırken, büyümekte olan bir ağacı veya taze otları belirtmek için hiç kullanılmaz.
Tetkik ettiğimiz halkların kültürlerinde ölüm anında bedenden çıkıp giden bu “Odem” kavramıyla, aslında bedenden bağımsız bir insan ruhu kastedilmediğinden, ona bizim anladığımız anlamda ruh adını veremeyiz. Ama zaman içerisinde ve yabancı kültürlerin etkisiyle, “Odem” bu anlamı da içinde barındırmaya başlamıştır. Bu sebeple, meselâ Teleütlerde: “tin”ini düşünmüyor musun, “tin”in ileride bunun acısını çekecek” şeklinde ifadelere rastlanmaktadır. Bu “tin” kelimesi, Teleütler tarafından bugün de şamanlarının “ruh hayvanı”ndan (Tin bura) bahsederken kullanılır.
Her ne kadar “Odemin bedeni terk etmesi” tasavvuru insanların ölüm anına ilişkin gözlemleri içeriyorsa da, bu “ruh inancı”nın kökenleri muhtemelen başka gözlemlere dayanmaktadır. Yaygın inanışlara göre insan ruhu, insan bedenini çoğunlukla “Odem” bedenden ayrılmadan önce terk eder. İnsan ruhu, insan hayatta ve sağlıklı iken de insana hiçbir zarar vermeden onun bedeninden ayrılıp bir süre dışarıda dolaşabilir. “İnsan ruhu”nun kendi isteği ile çıktığı bu gezintiler, genelde uyku esnasında gerçekleşir ve bu gezintiler esnasında ruh insanın ölümlü gözleri ve kulakları ile görüp duyamayacağı bazı şeyleri de görür ve duyar. Bu gezintiler esnasında görüp duydukları, ruhun hatıraları arasına girer ve Buryatlara göre, insanın başkalarına “rüyamda gördüm” diye anlattıkları da aslında bu hatıralardır.
İnsanın uyku veya uykuya yakın hâllerde serbest kalan ruhu, o kişinin bilincine sahip bir başka benliği temsil eder. Kişinin bedeni bilincini yitirmiş durumdadır, ama ruhu; bilinci, istekleri ve algıları olan bir varlık olarak seyahât hâlindedir. Bu sebeple, “insan ruhunu” ifade eden kelime, kimi zaman da “bilinç” kavramını da ifade eder. Ruh, insan bedeninin dışına yaptığı seyahâtler esnasında yolunu yitirmez yahut yolda kendisini bekleyen tehlikelerin üstesinden gelirse, er veya geç evine geri döner.
İnanışlara göre sadece uyku hâllerinde değil, hastalık hâllerinde de ruh bedenden ayrılır. Hastanın yüzünün solmasıyla, ölünün yüzünün solması arasında benzerlik kurulması, “eski görünümün kaybolması”nın hastalık ve ölümle yakın ilişkisi olduğunu düşündürür. Bu solgunluğun, hastalığın bir emaresi değil de, sebebi olduğuna inanılır. İnsanlar, ilkel dönemlerinde sebep ve sonuç ilişkilerini bazen yanlış kurmuşlardır. Rûyalarında veya sanrılarında başka kişilerin “görüntülerini” gören insanlar, bu sebeple kendi gölgelerini veya suyun yüzeyinde görünen yansımalarını insan bedeninden bağımsız başka varlıklar olarak tahayyül etmişlerdir. Bu muhtelif gözlemlerin bir araya gelmesi sonucu, kişiler bu “görüntü” veya gölgelerin insanın bir parçası olduğuna, insan bedeninin dışında bağımsız bir hayat sürdüğüne ve bedeni terk etmesi durumunda bunun hastalık, hâtta ölüme yol açacağını tasavvur etmişlerdir. Hasta insanın gezintiye çıkan “ruh“u, uyku hâlinde iken gezintiye çıkan ”ruh”u gibi insanın gerçek kendisini, yâni benliğini temsil etmez, dolayısıyla hastanın bilinci tamamen yerinde-ve dolayısı ile bedeninde-olabilir. Hastanın benliği, kendi “gölge ruhu”nun bedenin dışında neler yaptığı hakkında bir bilgisi yoktur ve insanın bedeniyle, ruhu birbirlerinden bağımsız hayatlar sürebilen iki ayrı benlik ortaya koyarlar.
Türk ve Moğol halklarının inançları arasında bu konuda pek çok misâle rastlamak mümkün olmakla birlikte, ne Türklerde ne Moğollarda, ne de diğer halkların ruhlarla ilgili inançlarında bütüncül ve kendi içinde çelişki taşımayan bir ruh inanç sistemi bulamayız. Diğer inanç tasavvurları gibi, ruha dair olanlar da aslında çeşitli fikirlerin bir araya getirilmesinden doğan bir inançlar manzumesi teşkil etmektedir. Halkların inanç tasavvurlarını meydana getiren fikir yapısı, tabi olarak eğitilmiş bir düşünce yapısı değildir. Tylor ve benzeri araştırmacılar gibi, öğrenme yoluyla edindiğimiz kavramları, ilkel toplumların ruh inançlarıyla değerlendirmeye kalktığımız takdirde, bu bizi açık bir yanılgıya sürükleyecektir. Bu sebeple, çabalarımızı bu toplulukların hayâl güçlerini tanımaya ve anlamaya yoğunlaştırdığımızda, onların düşünce yapılarını şekillendiren temel olay ve gözlemleri kavramak daha mümkündür.
Bu “görüntü”lerin, kişinin varlığı (var oluşu) açısından ne derece büyük bir öneme sahip olduğunu bu halkların “gezmek” için insanın bedeninden ruhtan bahsederken, bunun için kullandıkları; “görünüm”, “şekil”, “yansıma”, “gölge” veya “suret” gibi aslında başka anlamlarda kullandıkları kelimelerden de anlamak mümkündür. “Ruh”un ortaya çıkış şekillerinin söz konusu insanın kendisiyle gizli bir ilişkisi olduğuna inanılır. Turhansk bölgesindeki araştırmalarım esnasında Tunguzlar bana; insanın sudaki aksine bakmasının kötü bir şey olduğunu, insanın bu yüzden delirebileceğini anlatmışlardı. Çeremis kızlarıysa, aynada kendi akislerini gördüklerinde aynayı İdil Tatarlarının usûllerine uygun olarak öpüp, aynaya “benim görüntümü alma” derler. Burada “görüntü” anlamında kullandıkları kelime, dillerine girmiş yabancı bir kelime olup, Abakan Tatarları’nın dilinde “insanın ruh”, “ruh”, “cin” anlamlarına gelmektedir. Aynı şekilde Kareller ve Voteler de durgun suya bakmaya korkarlar, zira suyun sathının bakanın “görüntüsü”nü veya “ruhunu” çalabileceğine ve bunun sonunda da yüzlerinin solup hastalanacaklarına inanırlar.
İnsan ve gölgesi arasında da aynı hayatî bir irtibat olduğuna dair inanç da bunlar arasındadır. Yakutlar, bir insanın gölgesinin kaybolmasının uğursuzluk getireceğine, bazı bölgelerde bir insanın üç tane gölgesi olup, bunlardan bir veya ikisini kaybettiğinde, insanın hasta, üçüncüsünün kaybolması hâlinde kişinin öleceğine inanırlar. Bu “üç gölge” tasavvuru muhtemelen daha geç dönemlerde ortaya çıkmış olmalıdır. Ölüler ise, zaten artık kendileri gölge varlıklar hâlini aldıkları için, gölgeleri olmaz. Gölgenin bu derece büyük bir öneme sahip olması münasebetiyle, ona karşı çok dikkâtli ve saygılı hareket edilir, meselâ Yakutlar çocuklarına kendi gölgeleriyle oynamayı, Tunguzlarsa, başka birinin gölgesine basmayı yasaklarlar. İnanışa göre gölge, ışıktan kaçan bir varlıktır ve daima ışığın olmadığı tarafa saklanır.
Yukarıda bahsi geçmiş olduğu gibi “gölge ruh” için kullanılan kelime “suret”, “cin”, “ruh” ve nadiren de olsa “ruh sureti” anlamında kullanılabilmektedir. “Suret” ve “asıl” kendisi arasında çok yakın bir ilişki olduğuna ve “surete” yapılan her hangi bir muamelenin “asıl” üzerinde de etkili olacağına inanılır. Resimlerin büyü amaçlı olarak kullanılmasının temelinde bu inanç yatar. Meselâ, sığırı öldürülen bir Yakut, tahtadan bir insan figürü hazırlar, bir yandan hayvandan geri kalanları yakarken, bir yandan da tahta yontuyu ateşe tutarak, hayvanını kimin çalıp öldürdüğünü öğrenmek için, ardından şüphelendiği kimselerin isimlerini saymaya başlar. İnanca göre, hırsızın adını söylediğinde, tahtadan heykel sureti kafasını sallayarak ona gerçeği bildirir. Bundan sonra Yakut, bu figüre vurmaya ve ona çiviler saplamaya başlar. Yakutlar, bu darbeleri hırsızın hissettiğine ve vücudunun aynı yerlerinde acılar duyduğuna, hâtta böyle bir azabın sonunda ölebileceğine inanırlar.
Buryatlar, herhangi bir kişiye kötülük yapmak, özellikle de hasta etmek istediklerinde, küçük bir deri parçasının üzerine o kişiyi temsil eden, başı aşağıya gelecek ters bir biçimde renkli resmini çizerek, “Zya” adını verdikleri bu resmi, o kişinin evinin içinde bir yere gizlerler. Ailenin diğer fertlerine de zarar verilmek isteniyorsa, aynı deri parçası üzerine birden fazla resim çizilir. İçinde bir “Zya” konan bir ev veya çadırda huzurun kalmadığına, sık sık oradan kavga ve ağlama sesleri geldiği anlatılır. Evdekiler başlarına gelen bu uğursuzluğun bir “Zya” sebebiyle olduğundan şüphelenirlerse, “Zya”yı bulmak ve yok etmek için büyücü çağırırlar. Eğer “Zya” yeterince hızlı bulunamazsa, “Zya” bulunduğu yerden çıkıp başka bir yere saklanmış demektir. Bazı insanlar, bir “Zya”nın nasıl “uçan bir yıldız” gibi bir ışık huzmesi saçarak, yer değiştirdiğini görmüş olduğunu iddia ederler. Yine inanışa göre bulunan “Zya”yı yakarak, onu yapan büyücüye geri göndermek mümkündür. Bu defa büyücünün evinde huzursuzluk yaratan “Zya”yı, büyücü tekrar baştan çizer ve bir başka kişinin evine bırakarak, bu uğursuzluktan kurtulur. “Zya”, üzerindeki resmin renkleri solana kadar bulunamadan kalırsa, onu artık ancak resmi yapan kişi bulabilir. Bu tarz eski ve renkleri solmuş bir resmin “cin”ine “Ablin zya” adı verilir.
Sibirya halklarının inanışlarına göre sadece insanların değil, hayvanların da “gölge ruhları” vardır ve kötü ruhlar (cinler) daha hayvanlar hayattayken, bunları hayvanların bedenlerinden çalıp kaçırabilirler. Tunguzların avda şanslarının iyi gitmesi için ava giderken av hayvanlarının küçük oyma figürlerini hazırlayıp bunları yanlarında götürürler. Buna dair Yenisey ırmağı kıyısında çok sayıda tahtadan oyulmuş balık figürü bulunmuştur. Bölge ahâlisi ilkbaharda balık mevsimi başladığında avın bereketli geçmesi için bu figürlerden yontarlar. Ostyaklar ve Vogullar arasında benzeri gelenekleri incelemiş olan Karjalainen, bu resimlerin veya figürlerin aslında bir kurban geleneği olduğunu ve “ruhları/cinleri” yatıştırmak maksadı taşıdığını ileri sürmektedir. Kuzey Sibirya halkları arasında bu tarz sembolik kurban geleneği yoktur, dolayısıyla bu hayvan resimlerinin yapılma sebebi, muhtemelen suretleri elde tutarak, hayvanların kendilerinin kolayca avcının eline düşmesini sağlamaktır. Jukagirler, bir avcının bir geyiği öldürebilmesi için önce kendisinin ölmüş akrabalarından birinin geyiğin “gölgesini” ele geçirmesi gerektiğini, aksi takdirde avcının avını yakalayamayacağına dair benzer tasavvurdan doğan aynı inanca, Lehtisolo’nun kutsal bir bölgenin “ruh”undan bahsederken aktardığı gelenekte Jurak Samoyedleri arasında da rastlanır. İnanışa göre, bu “bölgenin ruhu” buradaki hayvanların hayatlarına da hâkimidir ve buralarda ava çıkılmadan önce şaman “bölgenin ruhu”nu ziyarete gider. Avcıların avladıkları hayvanlar, şamanın yanında “gölge ruh”unu getirmiş olduğu hayvanlardır.
Sadece canlı varlıkların değil, nesnelerin, hâtta insanların kendi yapmış oldukları malzemelerin bile “gölge ruhları” olduğuna dair inanç, Buryatlar arasında ölülerinin yanlarına konulan eşyaların kırılıp parçalanmış olmaları daha 19.yy sonlarında araştırmacıların dikkâtlerini çekmiştir. Bu araştırmacılar, ölen kimselerin öte tarafta bu eşyaların “gölge ruh”larından faydalanabileceklerine inanıldığını, mezarlarda kurban edilen hayvanların “gölge ruhları” için de aynı inancın geçerli olduğunu aktarırlar.
İnsanın ruhunun, onun aynı zamanda sureti olduğu inancından yola çıkıldığında, insan yüzünün bedenin diğer yerlerinden daha büyük bir öneme sahip olması da tabiidir. Yüz hatları, bir insanı diğerlerinden ayıran en temel özellikleri barındırır. Bu sebeple Tatar şamanları, ruhları şaşırtmak istediklerinde yüzlerine bir maske takarlar. Bazı Sibirya halkları da insanın ruhunun, insanın yüzünde barındığına inanırlar. Seroschevskij, Yakutlar arasında bir ayin esnasında orada bulunanlardan birinin, korku içerisinde “ruhunu” kaybettiğini hissetmesi karşısında, bunu farkeden şamanın davulunu bırakarak, sıraların altına girip, orada bir süre bir şeyler aradığı sonra da “ruhunu” kaybeden kişinin önüne gelerek elindeki “şey”i onun suratına fırlatarak, “ruh”unu kaybeden kişiye; “ruh”un kaçmak üzere olduğunu, ama kendisinin zamanında bunu farkedip “ruh”u yakalayıp geri getirdiğini söylemesine şahit olduğu hadise, bu inanışa iyi bir örnek teşkil eder.
Yakut inançlarına göre “sür” (Altay Tatarlarının lisanında “suret”, görünüm”, “şekil”, “resim” anlamlarında) insanın yüzü ve kafasında barınmakta, kafa derisi ve kafatasının muhafazasının önemi de bu inanca dayanmaktadır. Ama buna mukabil, meselâ bazı Altay Tatar kabilelerinde ruhun barınma yerinin insanın sırtı olduğuna inanılır ki, muhtemelen bu inanç, insanların kimi zaman sırtlarında hissettikleri ürpermeyi “ruh”un gitmesi veya gelmesi ile açıklamalarına dayandırmalarındandır. Bu konuda Prikolinskij, Yakutların bir hasta tedavi geleneğini aktarır. Yabancı bir ruhun kişinin bedenine girmesinden kaynaklandığı düşünülen bir hastalık durumunda şaman, hastayı kulübesinin bir köşesine oturtup, gözlerine uzun uzun ve dik dik bakar ve bu arada çığlıklar atar. Eğer hastaya bir titreme gelecek olursa, bu yabancı ruhun hastanın bedeninden çıktığına ve tedavisinin başarılı olduğuna dair emare sayılır. Bir Buryat şamanı da, hastanın kayıp “ruhunu” ararken, hastaya gelen titremenin, “ru-hun” bedene geri dönüş işareti sayıldığını anlatmıştır. Bir Sibirya şamanını ayin esnasında gören herkes, kendi kendine yarattığı titreme nöbetlerinin ne derece önem taşıdığını fark etmiştir. Bu titremelerin sebebi, şamanın ruhunu bedenin sınırlarından kurtarmasıdır. Kurban törenlerinde genellikle hayvan kesilmeden önce ruhu bedenden uzaklaştırılır ve titremeler de ruhun bedenden ayrıldığına ilişkin iyi işaret sayılır. Kurban edilecek hayvanı titretmek için sırtına soğuk su dökme adeti eski çağ halkları arasında da uygulanmış, hâlen bu uygulama İdil boylarındaki Fin kökenli kabilelerle birlikte, Çuvaş ve Uygur gibi Türk halkları arasında devam ettirilmektedir. Kurban töreni esnasında, kurban titrediğinde Çeremisler “ruhunu (tüs) verdi” diye bağırırlar.
Moğollar da ruhun beden içerisinde dolaştığına ve her an değişik bir yerde olabileceğini, o esnada “ruhun” bulunduğu uzuv yaralandığında, kişinin öleceğine, ruhun o esnada bulunduğu uzuv küçük parmağı bile olsa, bu yaralanmanın ölüme sebeb olacağına dair inanç Çeremisler arasında da rastlanır ve bu durum, muhtemelen tabii olmayan yollardan (kaza, cinayet v.s.) meydana gelen bazı ölüm vakalarına ilişkin gözlemlere dayanır.
Bir insanın bedenindeki ruhu, başka sebeplerden de acı çekebilir. Yakutlar ve Buryatlar, kişinin bedenine kötü bir “ruhun/cinin” girip, kişinin ruhuna eziyet edebileceğine, Tunguzlar, kimi zaman hastaların bedenine bir tırtılın (kulikan) girdiğini ve onu oradan ancak şamanın çıkartabileceği inancıyla, hâtta bazı hâllerde çıkartıldıktan sonra da orada bulunanlara tırtılı gösterdiğini anlatırlar. Bu tasavvurun kökeninde, muhtemelen hastanın “içinde bir şeyler kıpırdıyormuş” hissine kapıldığı durumlar yatmaktadır.
Ruhun, bedenin içinde barındığı, ağız veya burun deliklerinden dışarı çıkarak “gezintiye” çıktığı ve sonra aynı yoldan geri geldiği tasavvuru, rüyalarla ilgili inançlarda da kendini gösterir. Pripuzov, Yakutların kişi uyurken veya bilinçsiz haldeyken, ruhunun ağzından çıkıp, bedeni terk edip, sonra geri geldiğine inandıklarını aktarır. Çuvaşlar, uyurken kişinin ağzının açık olmasının “ruh”unun “gezinti”ye çıktığını, “ruh” geri döndüğündeyse ağızın tekrar kapandığına inanırlar. Efsanelerde genel olarak ruh küçük ve ürkek bir hayvan suretinde tasvir edilir ki, Çuvaşlar arasında anlatılan bir efsanede; iki erkek kardeş hayvanlarını otlatmaya gittiklerinde bir tanesi uykuya dalar. Diğer kardeş, uyuyanın açık olan ağzından çelimsiz küçük bir hayvanın çıktığını fark eder ve kardeşinin ağzını kırbacının meşe ağacından sapıyla kapatır. Daha sonra geri dönüp, bedene tekrar gireceği açıklığı bulamayan küçük yaratık (ruh), korkuya kapılıp, umutsuzca oradan oraya koşturarak girecek yer arar. Engel kaldırıldığında uyuyan kardeşin ağzından içeri süzülür ve içeride kaybolur. Hemen akabinde uyuyan kardeş uyanır ve diğer kardeşine rüyasında ormanda dolaştığını ama yolunu bir meşe ağacı kapattığı için ileriye gidemediğini anlatması, bu inanca çarpıcı bir örnek teşkil eder. Bu efsanede bahsi geçen çelimsiz ufak yaratık, uyuyan kişinin bedenin dışında gezintiye çıkan benliğini (ruh) temsil etmektedir. Aşağıda aktaracağımız Buryat efsanesindeki “ruh hayvanı” da benzer bir tasavvuru ortaya koymaktadır.
Aynı çadırda yaşayan iki Buryattan birisi uyurken, diğeri uyuyan arkadaşının ağzından bir arının çıktığını görür. Arı bir süre çadırın içerisinde uçtuktan sonra dışarı çıkar. Bunu gören arkadaşı, arının nereye gidip, neler yapacağını görmek için arıyı takip etmeye başlar. Arı, bir süre obadaki çadırların etrafında dolaştıktan sonra uzaklaşır ve bir dağ boğazında kaybolur. Kısa bir süre sonra çadıra geri dönüp, bir su kovasının kenarına konar ve suyun içine düşer. Epey bir çabaladıktan sonra sudan çıkmayı başaran arı, uyuyan adamın burnundan tekrar içeri girer. Adam uyandığında, arkadaşına rüyasını anlatır. Rüyasında bir dağ boğazının dibinde gümüş paralar gördüğünü, dönüşte bir denizin kıyısına varıp, oradan dik yamaçlardan aşağıya suya düşüp, oradan kendini güç belâ kurtardığını ve o sırada uyandığını anlatması üzerine, arkadaşı hemen uyuyanın “ruhunun” gittiği o dağ boğazına gider ve anlatılan gümüşleri bulur.
Aktardığımız bu ikinci efsanenin değişik anlatım biçimlerine Orta Asya dışında başka bölgelerde de rastlanmakta, bu konuda Votyaklar hemen hemen aynı efsaneyi arı yerine kelebek, Estonyalılar sinek, Laponlar da eşek arısı biçiminde anlatırken, Orta Avrupa’da aynı efsane, “ruh hayvanını” fare olarak görürler. Bu efsanelerin hepsinin ortak noktası, hikayenin sonunda bulunan hazinedir.
Dörböt-Moğolların da aynı efsane, aynı yerde uyuyan iki kişiden birisinin bir ara uyanıp, diğerinin ruhunun küçük kırmızı bir örümcek suretinde ağzından çıktığı şeklinde geçer. Ruh hayvanı otların arasında sürünürken, uyanık olan arkadaşı örümceğin üzerine biraz kum atar ve uyuyan arkadaşının dudaklarının arasını tükürük ile kapatır. Korkup ürken örümcek, çıkmış olduğu ağıza geri dönmeye çalıştığında, dudakların arasındaki tükürüklere yapışıp kalır. Zar zor kendini oradan kurtarıp, uyuyan adamın burnundan tekrar bedenin içine girer. Daha sonra uyuyan kişi uyandığında, arkadaşına rüyasında büyük bir ormanda yolunu yitirdiğini, üzerine altın ve gümüş yağdığını ama peşine bir avcı düşüp kaçtığını, ardından bir denize düştüğünü, neredeyse ölmek üzereyken kendini güç belâ kurtarmış olduğu şeklinde anlatılır.
Bu efsanede, gezintiye çıkan ruhun gözünde otlar bir orman, kum tanecikleri altın ve gümüş parçaları, tükürük de bir deniz olarak algılanıyor olması, ruhu temsil eden küçük hayvanın dünyasında her şeyin ona devasa boyutlarda göründüğünü göstermektedir. Buradan anlaşılacağı üzere ruh, çok küçücük bir varlık olarak tasavvur edilmektedir. Yine ilginç olan bir başka noktada, uyku esnasında bedenden ayrılan ruhun, ölüm anında bedeni terk eden “Odem” ile aynı yolu kullanıyor olmasıdır. “Odem”in bedeni terk ederken bir hayvan suretine bürünüp bürünmediği konusunda ise elimizde her hangi bir bilgi yoktur. Aktarılan efsaneler, çok geniş coğrafyalarda ve muhtelif halklar arasında yaygın olarak rastlandığı için, bu efsanelerin kökeninde yer alan ruh inançlarının Türk ve Moğol halklarının aslî inançlarını ne derece temsil ettikleri şüphelidir, ancak bu halkların kültürlerinde ruhun bir hayvan suretinde göründüğü şekilde çok sayıda örnek mevcuttur.
Bir insanın ruhu, sadece kendi isteğiyle ve uyku esnasında değil, bazen de zor kullanılarak yerini terk edebilir. Bunun en sık rastlanan şekli, insanın korku sebebiyle ruhun ürkerek firar etmesidir. Kötü ruhların/cinlerin, insanların ruhunu esir almak için bu yöntemi kullandıklarına inanılır. İnsan, meselâ suya düştüğünde veya vahşi bir hayvanla karşılaştığında da korku hissedebilir ve insanın korkuya kapıldığı anlarda ruh bedenden ayrılabildiği için kötü sonuçlar ortaya çıkabilir. Altay Tatarları bu durumlarda bedenden kaçan ruha “kut” adı verirler ki, Yakut dilinde birden fazla anlam ifade eden bu kelime, muhtelif Altay Tatar diyalektlerinde “güzel görünüm”, “şans”, “hayat gücü”, “doğurganlık” anlamlarına da gelmektedir. Bir insanın “kut”unu kaybetmesi gibi, yaşanılan yer de “kut”unu kaybedebilir. Muhtemelen bu söz aslında “görünüm”, “suret” ve “gölge ruh” anlamına sahip olmakla, “Kut”un bedeni terk etmesi sonucunda, insanın güzelliğini, hayat gücünü, doğurganlığını kaybedeceğinden, zaman içerisinde kelimenin bu anlamları da kazanmış olması muhtemeldir. Buna ilişkin bir başka örnek, Çeremis lisanındaki “Ört” kelimesidir.
Bu kelime zaman içinde “suret” ve “gölge ruh” anlamlarından daha başka anlamlar da kazanmıştır. Her ne kadar “kut” bedenden ayrılıp, beden dışında hayat sürse ve sonrasında tekrar bedene geri dönse de, Altay Tatarları genelde bedenin dışında gezintiye çıkan ruh için meselâ, “Yula” (Abakan Tatar dilinde tžula), “Sür”, “Sünä” gibi başka kelimeler kullanırlar ki, bu kelimelerin hepsi “gölge ruh” anlamına gelir. Teleütler gibi diğer Altay halkları arasında gezintiye çıkan ruha “Sünä”, Moğollar “Süne” veya “Sünesun”, Goldeler “Örgöni” adını verirler. Bütün bu isimler, söz konusu insanın özelliklerini taşıyan ama boy olarak çok daha küçük olan bir varlığı ifade eder. Daha önce de belirtilmiş olduğumuz gibi bu varlık, değişik suretler içinde de görünebilir.
Her ne kadar insanın ruhu, ona verilen diğer isimlerden anlaşılacağı üzere gölge benzeri bir varlık olarak tarif edilmesine rağmen, Buryatlarda görüleceği üzere, bu ruhun çok ince ve hafif bir kumaş olup, “sünesun”un bir insan topluluğu arasına girdiğinde, kimsenin onu fark edemeyeceği, ocaktaki küllerin arasına girdiğinde hiçbir iz bırakmayacağı, ormanda veya tarlalarda gezintiye çıktığında hiçbir otun ezmeyeceği, hâtta kuru yaprakların bile onun ayakları altında hışırdamayacağı kumaş benzeri bir maddeden meydana geldiği tasavvur edilir. Ancak, “ruh” görülebileceği, adımlarının sesinin duyulabileceği ve keskin bir gözün ayak izlerini takip edebileceği gibi bazı çelişen tasavvurlara da rastlanmaktadır. Buryatlara göre ruhun ayak izleri, kuzuların izlerine benzemekte ve bir insanın bedeninden çıkan ruh, eğer kuzu izleri arasında yürürse, şamanın onu takip edebilmesi çok zordur. Ruhun bıraktığı izlere ilişkin bir başka inanca göre ise, bedenden ilk ayrılışında ruh dikkâtsiz ve arkasında izler bırakarak dolaşır, ama zaman içinde sessiz ve hiç iz bırakmadan dolaşmayı öğrenir.
Kumaş benzeri yapısıyla ruh da, üşütüp hastalanabilir, ateşte yanabilir, acıkabilir, hâtta yaralanıp acı ve ağrı duyabilir. “Ruh”un peşinde olan kötü ruhlar/cinler, “ruh”u sıkıştırıp yakalamaya ve onu bir çuvala sokup, ellerini, ayaklarını bağlamaya çalışırlar, bu esnada “ruh” bağırıp, ağlayabilir. Bir ruh için en büyük tehlike, bedenden ayrılıp gezintiye çıktığında yolunu yitirip, kötü ruh/cinlerin olduğu bir yere düşmektir. Bu kötü ruhlar/cinler, ruhu hemen yakalayıp esir alırlar. Zekî bir ruhun, bu durumda ölmüş akrabalarını yardımına çağırdığına veya iyi ruhların arasına sığındığına inanılır. Bir ruh, tehlikenin yaklaştığını hissedebilir ve bu durumda hızlı davranıp, sık ağaçlıkların arasına veya bir hayvanın postuna saklanır. İnsan ruhlarının, o insanın huy ve yeteneklerine sahip olduklarına inanıldığı için, zeki bir insanın ruhunun bu tarz tehlikelerin üstesinden gelebilmesinin zeki olmayan insanlara nazaran daha kolay olduğu düşünülür. Kötü ruhlar/cinler, bir insanın ruhunu takip edip, onu evinden çok uzaklara kadar kovalayabilirler. Bu durumda zavallı “ruh” bu hiç bilmediği yerlerde ormanların veya bozkırların ortasında kaybolur ve geri dönüş yolunu bulamaz. Dikkâtsiz bir ruh, suya düşüp orada boğulabilir de. Ruh, sahibinin evinde/çadırında kaldığı müddetçe emniyet altındadır ve burada serbestçe hareket edebilir ki, onun için en güvenli yer, ocağın yakınlarıdır, zira “ateşin ruhu” yaklaşan kötü varlıkları kıvılcımları ile oradan uzaklaştırır. Çadırın hemen dışında kötü ruhlar pusuya yatmış olabilirler. Buryatlar, bazı geceler çadırın önüne çıktıklarında, yandaki yöredeki çadırlardan hafif bir ağlama sesi geldiğini, bu sesin sonra hızlı adımlarla uzaklaştığı anlatırlar ki, inanışa göre böyle bir olaydan kısa süre sonra komşulardan birinin hastalandığı haberini alırlar. Sibirya şamanizminin üzerine kurulu olduğu esas, bu ruh inancı ve şamanın en önemli görevlerinden biri, kayıp ruhları bulup, onları ait oldukları kimselerin bedenlerine geri getirmektir. Sonuç olarak, bu ruh inancı olmasa, Sibirya şamanizmi de varolmazdı.
İnsan ve onun etrafta gezintiye çıkan ruhu, farklı benlikleri temsil ettikleri için, söz konusu kişi, “ruhsuz” kaldığında bunu hemen fark etmeyebilir, fakat yakınındakiler benzinin solmasından bunu anlayabilirler. Hasta, zayıflayıp gücünü kaybettiğinde, yorgunluk ve neşesizlik hissedip, nefes darlığı ve ağrılar baş gösterdiğinde, o kişinin “ruhunu” kaybetmek üzere olduğu anlaşılır. “Ruh” bedenin dışında kalmaya devam ettikçe, hastanın durumu ağırlaşır ve ruh geri dönmediği sürece hastanın iyileşme umudu kalmaz. Buryatlar, bir hastanın ruhu olmadan en fazla dokuz yıl yaşayabileceğine, Altay Tatarları, ruhun (Sür) yedi veya on yıl içerisinde geri dönmemesi hâlinde, o kişinin kesinlikle öleceğine inanırlar. Ruhun geri gelmesi ve kişinin iyileşmesi, ruhun ne hâlde geri geleceğiyle ilgili olup, Tunguzlar, uyuyan bir kişinin gezintiye çıkan ruhunun eğer ormandaki kötü ruhlar tarafından takâtsiz bırakana kadar tâkip edilip, rahatsız edilmişse, o kişinin uykusundan hiç dinlenmeden uyuyacağını anlatırlar. İnanışlarına göre, beden ve ruh o kadar yakın ilişki içindedir ki, ruhun yaşadığı bütün acılar beden tarafından da paylaşılır. Turuhansk bölgesindeki çalışmalarım esnasında Tunguzlar, hasta bir kişi nefes almakta zorlandığını, bunun sebebinin kötü bir ruhun hastanın ruhunun boğazını sıkması olduğunu anlatmışlardı. Yeniseyler de, insanın ruhu bacağını kırdığında, o insan topallamaya başladığını, ruhun gezinti esnasında çok soğuk bir yere gittiğinde, insanın da üşüyeceğini ve eğer birileri insanın ruhuna kötü davranırsa, insanın da aynı acıları kendi bedeninde hissedeceğinden hareketle, insanın sağlık durumunun kötü olmasının ruhunun da hastalandığını gösterdiğine inanırlar. Goldelerde de aynı inanç vardır ve ruh (örgöni) hastalandığında, sahibinin de hastalanacağına inanırlar. Meselâ, ruhun eli sakatlandığında, sahibi olan kişi elini kullanamaz veya kötü bir ruh, ruhun gözünü çıkartacak olsa, sahibi de tek gözlü kalır, eğer ruh ölecek olursa, sahibi de ölür. Kişinin ruhu zarar görmediği müddetçe, sahibi olan kişi hayatiyetini devam ettirir. Goldeler, hastanın durumuna bakarak, hastanın bedeninden ayrılmış olan ruhun hangi zorluklar içerisinde olduğunu anlayabilirler, zira hastanın çektiği acılar, ruhunun çektiği acılarla çok yakın ilişki hâlinde olup, hastanın ruhuna bir ayının ruhu tarafından eziyet ediliyorsa, hastanın bedeninde hissettiği acılardan bu anlaşılabilir. Kimi zaman kötü ruhlar, kişinin ruhunu el ve ayaklarından bir ağaca bağlayıp, ona sıcak ve soğuk su dökerek işkence yapıyor olabilirler. Burada “ruhun ellerinin ve ayaklarının bağlı olması” hastanın hareket yeteneğini kaybetmesini, “ruha sıcak ve soğuk sular atılarak işkence edilmesi” de hastanın ateşinin yükselip, bazen üşüme nöbetleri geçirmesine karşılık gelmektedir. Altay Tatarları arasında da benzeri hikayeler kayda geçirilmiştir. Teleütlere göre kötü ruhlar, insan ruhuna (Yula) bazen o derece kaba ve sert şekilde vururlar ki, zavallı ruh yaralanır ve ruhun aldığı yara, sahibinin bedeninde tecelli etmesini şamanlar, kaburgaları kırılmış bir hastanın çektiği acılar olarak izah ederler.
Bütün bu inançlar göz önüne alındığında, insanın uyurken sayıklaması, konuşması veya çıkardığı seslerin, gezintiye çıkmış olan ruhun dışarıda karşılaştıklarıyla ilişkili olması oldukça tabiidir. İnsanın bedeni ile ruhu arasında olduğu varsayılan yakın ilişkiyi en iyi açıklayan örneklerden biri, Moğolların uyurgezerliğe getirdikleri izahattır. Moğollara göre uyurgezerlik durumu, bedenin kendisinden ayrılan ruhun izlerini takip etmesidir. Ruh, genellikle gece uykuları esnasında çıktığı gezintilerde kolayca bedene girip çıkabilir, ancak uyuyan kişiyi aniden uyandırmaktan kaçınılması gerekir, zira ruhu geri dönmeden uyandırılacak olursa, ruh içeri geri giremeyebilir ve kişi ruhsuz kalabilir. Burada, uyuyan kişinin uyanıp, bilincinin dönmesi durumunda ruhun, korku durumlarında olabileceği gibi bedene geri dönememesi de söz konusudur.
Buryat inanışlarına göre korku sebebiyle ruhun bedenden kaçması durumunda “evsiz” kalan ruh, bir müddet bedenden ayrılmış olduğu yerlerde dolaşır. Söz konusu kişi eğer kısa süre içinde durumunu fark etmezse, ruh gezinmeye ve oradan uzaklaşmaya başlayacağından, kişinin ruhunu tekrar bulması gittikçe zorlaşır. Ruhun ayrılmasından itibaren yorgunluk ve hâlsizlik hissetmeye başlayan kişi, gün geçtikçe durumunun daha da ciddileştiğini farkeder. Kısa sürede iyileşebilmesi için hastanın öncelikle ruhunu nerede kaybettiğini, yâni nerede bu kadar korkmuş olduğunu hatırlaması gerekir. Anlatılanlara göre tecrübeli bir kişi, ruhunun geri dönmesini tek başına da sağlayabilir. Bunun iki yolu vardır; birisi, ruhu çağırmak, diğeri de ruhun bedenden ayrıldığı gün giyilmiş olan aynı kıyafetlerle, günün aynı saatinde aynı yere gitmektir. Kişi yanında ruhun sevdiği “yemeklerden” getirip, ruhu “yemeğe” çağırır. Eğer ruh, hâlâ korkuya düştüğü yerde veya yakınlarındaysa çağrıya cevap verir ve bedene geri döner. Bunun işareti, hastanın sırtında bir ürperti duymasıdır. Olayın gerçekleştiği saati doğru olarak hatırlamak hayatî öneme sahiptir, çünkü ruha tekrar rastlamanın en muhtemel olduğu vakit, günün o saatidir. Hasta bu sebeple ilk günler her gün o saatte olay yerine gider, daha sonra bu daha seyrekleşir ve en sonunda senede bir defaya düşer. Ama bir ruhun bedenden bu kadar uzun süre ayrı kalması durumunda, geri dönmesi sadece tesadüfe kalmıştır, zira bir ruhun bu kadar süre dış dünyada kendisini bekleyen tehlikelerden koruyabilmesi oldukça meşakkâtlidir. İnanışa göre, ruhun başına bir şey gelmese bile, bu kadar uzun süre serbest kalan ruh vahşileşeceğinden, sahibinin hasta bedenine dönmeyi istemez, bu durumda onu ancak bir şaman tekrar bedene geri döndürebilir.
Çocuklar, büyüklerden daha ürkek oldukları için, onların ruhları bedenden kaçmaya çok daha eğilimlidir. Bu sebeple çocuk, düşme veya bir başka sebeple korkup ağlamaya başladığı takdirde, annesi hemen koşup gelir ve çocuğun adını seslenerek ruhu çağırır.
Bir çocuğun ruhunun kaçtığının farkedilmesi, yetişkinlerinkinin farkedilmesinden daha kolaydır.
Teleütlerde bir süre hasta yatan bir kişi “ruhumu (Yula) kaybettim, büyücüye gidelim, benim ruhumu bana geri getirsin” demeye başlar. Ruhun gezinirken iz bıraktığına inanıldığından, hasta kimi zaman komşularına “ruhumu gördünüz mü?” diye de sorabilir. Ruh eğer köy içerisinde dolaşıyorsa, bazı geceler bir pencerenin önünde ıslık çaldığında, bunu duyan ev sahibi kapıyı açıp, avluya çıkarak, metal bir çanağa vurarak ruhu kulübesine davet eder. Ruhun bu çağrıya icabet edip yaklaşacağına inanılır. Ev sahibi kulübeye geri dönerken, çanağa biraz da kapı eşiğinde vurur. Ruh iyice yaklaştığında, çanağı ruhun üzerine kapatıp, ağzını bir bezle örter ve iple sıkı sıkıya bağlar. Ruh böylelikle yakalandıktan sonra, çanak evde genelde ocağın yanına veya uygun bir başka yere konarak, ertesi gün bu ruhun kimin ruhu olduğunu tespit etmesi için şaman çağırılır. Kimi zaman ruhun sahibinin, ruhunun gitmiş olduğundan haberdar olmaması da mümkündür. Daha sonra şaman, yakalanmış olan bu ruhu, ellerini yumruk yaparak sahibinin sağ kulağına üfler.
Teleütler, bedenden çıkan ruhların kimi zaman iyi, kimi zaman da kötü ruhların eline düştüklerine, Baş Tanrı Ülgen’in kızlarının ruhları korumak için özel bir çaba gösterdiklerine inanırlar. Eğer kötü bir ruh (Körmös), bir ruhu ele geçirirse, avını bırakması için ona kurban sunulur. İnsan ruhunun hangi ruhun/cinin eline düşmüş olduğunu bulmak için şaman “Kapı ruhu”nun (Ežik pi) yardımına başvurur. Minussinsk bölgesindeki Tatarlar da evi kötü ruhlardan koruyan bir “Kapı ruhu” olduğuna inanırlar.
Bir çocuğun ruhunu geri getirmeye çalışan bir Teleüt şamanı şöyle seslenir: “vatanına geri dön, yedi dağa, yedi çatıya, dört köşene geri dön. Çadırına, kutsal ateşe gel. Kendini kem gözlere gösterme, kötü ruhlardan kaç, seni merakla bekleyen babana, seni doğuran anana geri dön”
Alarsk bölgesinde yaşayan Buryatların “Ruh bulma” ayininde iki tane beyaz ve temiz keçe minder kullanılır. Bunlardan birisi hastanın altına serilir, diğerinin üzerine de şaman oturtulup, evin Batıya bakan tarafına bir süt dolu bir kap içine bir gümüş parçasıyla, özel bir ok konulur. Okun arkasına uzun kırmızı bir ipek ip bağlanarak, ipin üzerine bir tane bakır düğme iliştirilir. Bu ipin diğer ucu, evin kapısından dışarı kadar uzatılarak, evin önüne yerleştirilmiş olan genç bir kayın ağacının dalına bağlanır. Bu ipin, geri dönecek olan ruhun yolunu bulabilmesi için bir rehber görevi gördüğüne inanılır. Kulübenin kapısı, bu işlem esnasında açık bırakılır. Kayın ağacının yanında bir kişi eğerli bir atın dizginlerini tutarak bekler. Buryatların inanışına göre, ruh geri geldiğinde at titremeye başlar ve böylece ruhun geldiği anlaşılır. Ruh atın yanından ayrılıp, önce kayın ağacının yanında duran kişiye gider, daha sonra ipi takip ederek eve, sonra da hastaya döner.
Bu ayinde kullanılan metal eşyalar, yâni bakır düğme ve para muhtemelen bu işle alâkası olmayan ruhları/cinleri uzak tutmak için kullanılmakta, ancak süt kabının içindeki okun ne anlama geldiğini çözmek güçtür. Sibirya halklarının sunu ayinlerinde ok bulunması sık görülen bir şeydir. Buryatların ateşe sunu yaparken de, sunu kabına bir ok koydukları bilinmektedir.
Kulübe içerisindeki masanın üzerine, süpürge otu ateşiyle tütsülenerek arındırılmış çeşitli içkiler, tütün, ruhun sevdiği yiyecekler, tatlılar, bal ve fındık konulur. Kulübeye toplananlar hastanın yaş grubuna göredir; eğer yaşlı ise yaşlılar, orta yaşlı ise orta yaşlılar ve çocuksa, ağırlıklı olarak çocuklar ayine katılırlar. Hasta çocuk olduğu takdirde, ruhun ilgisini çekebilmek için tatlıların yanında oyuncaklar da masaya konulur ve çocuğun annesi göğüslerini açarak, çocuğun yanında oturur. Eğer hasta evin erkeği, ailenin reisi ise, köpek dahil bütün ev hayvanları getirilip, hastaya en güzel giysileri giydirilir ve katılan kişiler temiz ve düzgün kıyafetler giyerler. Hâtta ayin öncesi ev, iyice temizlenir. Ön hazırlıklar tamamlandıktan sonra şaman, iyi tanrılara, o havalinin ruhlarına, hastanın atalarına dua ederek onların yardımını diler ve “kayıp ruh”tan geri dönmesini ister. Ayin esnasında hastanın ateşi yükselip, ağlama nöbetine tutulursa, bu ruhun geri çağrılma ayininin başarılı olduğunun işareti sayılarak, orada hazır bulunanlar da ağlamaya başlarlar. Ayin esnasında şaman sürekli olarak keçe minderin üzerinde durur, yukarıda bahsedilen kabı Doğudan, Batıya doğru sallar ve yüksek sesle hastanın adını söylerken, aynı anda hazır bulunanlar yaka düğmelerini açarlar.
“Ruhu” çağırırken, şaman şunları söyler:
“Senin baban “A”, annen “B”, senin de asıl adın “C”, nerelerdesin, nereye gittin? Uzaklardan gelen ve seninle birlik olan hayat arkadaşını yalnız bıraktın. Şimdi üzüntü içinde kulübede oturuyor, gözyaşları içinde duvarlara bakıyor ve hep seninle olduğu o eski mutlu günleri hatırlıyor, tasa içerisinde ağlıyor ve feryat ediyorlar. Bedenine sarılan çocukların seni ağlayarak çağırıyorlar: “Baba, neredesin, bize dön” çağrılarına kulak ver ve bize geri dön. O- khurui! Senden genç ve yaşlı olan erkek kardeşlerin, yaşlı annen ve baban, köyün yaşlıları, arkadaşların ve akranların hepsi burada toplandılar, gözyaşları içinde senin geri dönmeni diliyorlar. Bir ağızdan çıkan çağrıları ve yalvarışları duyuyorsan, hemen yakınlarına dön. O, khurui... En sevdiğin atın eğerlendi ve seni bekliyor, atına geri dön. Sen onu bırakacak olursan, kötü insanlar ona binecekler. Atına acı ve geri dön. O, khurui... Bütün o güzel ve pahalı elbiselerin tertemiz ve tamam olarak orada duruyorlar, gel ve giy onları. O, khurui... Bütün evin ve eşyaların, her şey düzgün ve pırıl pırıl, gelip başına geçersen, daha uzun yıllar mutlu yaşayacaksın. O, khurui... Karın ve çocukların, apansız tek başlarına kaldılar, umutsuzca ağlayarak seni çağırıyorlar ve “baba neredesin” diye haykırıyorlar. Seslerini duy, onlara acı ve tekrar onlara dön. O, khurui... At sürün yüksek sesle kişneyerek seni çağırıyor ve “sahibimiz neredesin, bize geri dön” diyen sesleri içimizi acıtıyor. O, khurui...Sığır sürün, seni, sahiplerini çağırıyorlar böğürtü içindeler. Bu hasret dolu çağrıyı duy ve geri dön. O, khurui... Yetiştirdiğin köpeğin havlayarak ve uluyarak bahçede seni çağırıyor, ona geri dön. O, khurui... Ocağının ateşi onbin yıl hiç sönmeden yanacak, senin kutlu bedenin doksan yıl sağlıklı kalacak. O, khurui... Bu ölçülmez zenginliğinden ve mutlu hayatından vazgeçme, en kısa sürede geri gel ve bunları mutlu olmak için kullan. Bak masalar en sevdiğin yemeklerle dolu, ekşi tarak (yerel bir yemek), enfes amhan (bir tür sütlü çorba), pişmiş salamat (yerel bir yemek), altın sarısı tereyağı. Bak, pişmiş et, yağlı etten bir kap senin için hazır. Çay ve şeker de var. Geri gel ve bu mükellef sofrada yemek ye, bu yiyeceklerin tadına var ve sevgili ailenin, akrabalarının, köyün yaşlılarının, komşularının seni nasıl çağırdıklarını ve dönmeni dilediklerini gör. Senin kaybından duydukları üzüntüyü gözyaşları ve ağıtlarla dile getiriyorlar. Hepsi yakalarının ilk düğmesini açtılar, adanmış yiyeceklerin ve içeceklerin en iyi lokmalar ellerinde hep beraber senin dönmen için dua edip şarkı söylüyorlar. O, khurui... Bil ki diğer taraf karanlık, soğuk ve ıssızdır, hâlbuki bu dünya aydınlık, sıcak ve güzeldir. Bu yüzden bize geri dön, bu köyün değerli bir yaşlısı ol, buraların en güçlü beyi ol. O karanlık dünya korkunçtur ama bizim aydınlık dünyamız güzel ve hoştur, bu yüzden bize geri dön. O, khurui... O, khurui... O, khurui”
Şamanın bu son seslenişine orada hazır bulunanlar da eşlik ederler. Bu ayinde sarfedilen sözler, elbette hastanın kimliğine göre değişebilmektedir. Bu ayinler, şamanın insiyatifine göre günde üç defaya kadar yapılabilir.
Kötü ruhların, ruhu bedenden kaçırmak için korkutmanın dışında başka yollar izledikleri de olur. Meselâ, kötü ruhlar insanın burnunu kaşıyarak, hapşırmasına sebep olabilirler ve bu da ruhun bedenden çıkmasına yol açabilir. Laponlar, kuvvetli hapşırmanın ölümün habercisi olduğuna inanırlar ve hapşırana sağlık ve mutluluk dileme geleneği kadim çağ halklarına kadar uzanır. Kötü ruhların kullandıkları yöntemler, aşağıda aktaracağımız Buryat hikayesinde görülebilir: Bir zamanlar kötü ruhları görüp, onlarla konuşabilen bir adam varmış. Bu adam bir gün yolda üç ruha rastlar ve onların arasına katılır. Bu ruhların, kendi aralarında geçen konuşmalarından zengin bir adamın oğlunun ruhunu çalmaya gittiklerini işittiğinde, (bu hırsız) ruhlara; kendinin, onların dostu olduğuna ve ruh hırsızlığı yapmalarına yardım edebileceğine ikna ederek, onlarla beraber ruh hırsızlığı için yola çıkarlar. Adam, kendisi yaşayan bir kimse olduğu için, ruh taklidi yapmakta zorlandığından, arkadaşlarının neden ses çıkardığını sorduklarında, adam zekice bir cevapla; kendisinin daha yeni ölmüş olduğunu, dolayısıyla sessiz ve iz bırakmadan yürümeyi tam beceremediğini söyler. Zengin adamın evine vardıklarında, ruhlardan biri kapıda, diğeri bacada gözcülük yaparken, üçüncüsü de zengin adamın oğlunun yanına gidip burnunu kaşıyarak kuvvetlice hapşırmasını sağlar. Çocuk hapşırdığında ruhu bedenden fırlar ve kapıdan kaçmaya çalışır ama orada bekleyen kötü ruh, bağırıp çağırmasına aldırmadan, onu yakalayıp, esir aldıkları çocuğun ruhuyla birlikte beraber oradan ayrılırlar. Dönüş yolunda adam, kötü ruhlara onların korktukları bir şeyler olup olmadığını sorduğunda; kötü ruhlar adama; deve dikeni ve benzeri dikenli otlardan korktuklarını anlatırlar ve adama “sen neden korkarsın” diye sorarlar. Adam en çok etten korktuğunu söyler. Kötü ruhların dostu gibi davranmaya devam eden adam, onlara çaldıkları ruhu taşımalarına yardım etmeyi teklif etmesiyle, onlar da adamın gerçek niyetini bilmedikleri için bunu kabûl ederler. Yolda devedikenlerinin yetiştiği bir yere geldiklerinde, adam kucağında çalınmış olan ruhla beraber deve dikenlerinin arasına atlar ve ruhlar da yanına gelmeye korkarlar. Adamın onlara etten korktuğunu anlattığını hatırlayan ruhlar, adamı dikenli çalıların arasından çıkartmak için çalılığa et parçaları atmaya başlarlar. Adamın etleri alıp, afiyetle yediğini gören kötü ruhlar, aldatıldıklarını anlayıp, oradan uzaklaşırken, adam çalınan ruhu alarak süratli bir şekilde zengin adamın evine gider ve hastalanan çocuk kısa sürede sağlığına kavuşur.
Ruh sadece ağız ve burundan değil, kulaklardan da kaçtığı olur. Teleütler, Batıdan Doğuya dönen hortumların içinde kötü varlıkların saklandıklarına inandıklarından, böylesi bir hortumun içine düşen bir Teleüt “ruhunu” (Kut) kaybetmemek için elleri ile kulaklarını kapatır. Teleütlerin inanışlarında bir şaman isterse kötü ruhların esaretindeki başka bir ruhu takas yapmak için bir kişinin ruhunu alabilir. Bu durumda ruhu çalınan kişi, aniden ağır hâtta ölümcül bir hastalığa yakalanır. Başka bir şaman, bu çalınan ruhu geri almaya kalkacak olursa, iki şaman arasında kıran kırana bir mücadele olur.
Uyku hâlinde veya başka bir sebeple bedenden ayrılan ruh, sadece kişinin suretinde değil, bir kuş veya böcek suretinde de ortaya çıkabilir. Ruhun böcek suretinde göründüğü bir Moğol efsanesinde Geser Han’a atfen bir macerayı; Geser Han’ı öldürmek isteyen bir Lamanın, ruhunu bir yaban arısı suretine sokarak, Hana saldırdığını ve Geser Han’ın bu yaban arısını nasıl yakalayıp, üzerine her basışında Lamanın nasıl bayıldığı anlatılır.
Buryatlar, kötü ruhların peşine düştükleri bir ruhun muhtelif hayvanların suretlerine bürünebileceğine inanırlar ki, Sibirya halk inançlarında bu suretler arasında en yaygını kuş suretidir. Dolganlar ve Yakutlar, kötü niyetli ruhlar yaklaşacak olduğu takdirde, insan ruhunun korkup küçük bir kuş suretine bürünerek emniyetli bir yere kaçtığına, Goldeler, “Omija” adı verdikleri ve bir yılı dolmadan ölen kundaktaki çocukların ruhlarının küçük kuş suretinde gökteki kutsal ağaca (Omija muoni) geri döndüklerine inanırlar. Dolganlar da çocukların ruhlarının kuş suretinde göğe uçtukları inancı hâkimdir. Yukarıda bahsi geçmiş olduğu gibi, daha sonra bu çocukların ruhları tekrar dünyaya geri dönerler. Şamanların ruhları ise, bu tip suret değişikliklerine çok daha yatkındırlar.
Bir hastadan çıkan ruh, bilinmedik bir surette de ortaya çıkabilmektedir. Werbitskiy, Teleütlerin “Tula” adını verdikleri bir ruhun, bir tüfek mermisi büyüklüğünde, yuvarlak, solgun ve cıva gibi hareketli olduğunu aktarırken, böyle bir ruhun kendini ancak büyüleriyle onu yakalamayı başaran şamana gösterdiğine inandıklarını anlatır. Sereschevskij’nin naklettiğine göre bazı Yakut kabileleri insan ruhunun (Kut), küçük siyah bir kömür parçası veya taş suretinde olup, bu kömür veya taşın ancak onu yerde farkedip alan şamanın elinde hareket ettiğine inanırlar. Anlatıldığına göre, bu şekilde bulunan bir “ruh” çok küçük olmasına rağmen epeyce ağır olurmuş.
Türk ve Moğol halk inançları arasında insanın bedeninde yaşayan ve fırsat buldukça dışarı çıkan ruhun haricinde, daimî olarak bedenin dışında yaşayan bir ruh olduğu inancı hâkimdir. Bu inanış genelde destanlarda görülür ki, destanlarda “ruhu” gizli bir yerde yaşayan kahramanlardan bahsedilir ve düşmanlarının bu gizli yeri bulmaları hâlinde kahramanı öldürebilecekleri anlatılır.
Bu tarz ruhlar, sahibinin bedenin dışında bulunan özellikle şamanların ruhları olup, genelde belli bir hayvanın suretindedirler. Örnek olarak Balagansk Buryatları arasında anlatılan bir efsaneyi verebiliriz. Efsaneye göre, kör bir şamanın dokuz tane oğlu vardır ve bir gün onları nehirde balık avlamaya yollar. Oğulları giderken, onları özellikle; “orada yedi tane gri alabalık bulacaksınız, içlerinden bir tanesi kör, onu sakın avlamayın çünkü o benim ruhum” diyerek uyarır. Oğullar babalarının sözünü dinlemeyip, bütün gri alabalıkları avlarlar ve bunun sonucunda babaları ölür. Bu efsane muhtemelen insanın daimi olarak kendi bedeni dışında yaşayan ve bir hayvan suretinde ortaya çıkan bir nevi “harici bir ruhu” olduğu inancını yansıtmaktadır. Bu tarz bir inanış tarzı, Skolt Laponları arasında da mevcuttur. Bazı araştırmacılar Goldeler arasında insanların karakterlerine göre ruhlarının muhtelif hayvan suretlerinde ortaya çıktığı inancının olduğunu aktarırlar. Bu inanca göre iyi bir insanın ruhu balık, mus geyiği veya ren geyiği suretinde, kötü insanların ruhları ise kurt, kakım, sivrisinek veya at sineği gibi sinsi ve kana susamış hayvan suretinde ortaya çıkmaktadır.
Bazı Türk halkları arasında her insanın doğduğu andan itibaren koruyucu bir ruhunun/cininin olduğu ve bu ruhun koruyucusu olduğu kişiyi takip edip, hep yakınında durduğuna inanılır. Altay Tatarlarında görülen “Yayuči” inancı bu tarz bir ruh/cin üzerine olup, Radloff’un anlattığına göre bu “Yayuči” insanı çocukluğundan itibaren bütün hayatı boyunca koruyup, gözetir. “Yayuči”, kişi doğmadan önce göğün üçüncü katındadır ve kişi öldükten sonra tekrar oraya geri döner. Potanin’in aktardığına göre, Moğol inancındaki “Džajači” koruyucusu olduğu kişinin hayatı boyunca o kişi gibi davranır ve aynı zamanda da o kişiyi korur. Ancak bu ruhun, Banzarov’un “Dzajagači” olarak bahsetmiş olduğu, Moğolların “Dzol dzajagači” adını verdikleri “Kader kâtibi” olup olmadığını bilemiyoruz. Moğollar, sadece koruyucusu olduğu kişiyi değil, onun mülkünü ve hayvanlarını da koruduğuna inandıkları bu varlığın resimlerini yapıp, çadırlarına ve kulübelerine asarak, her gün bu resimlerin önüne küçük sunular bırakırlar. Buryatların “Zajači”si ise, insanla beraber doğar ve ölene kadar onun mutluluğunu gözetir ki, inanışa göre; “Zajači” koruduğu kişi ile ilgili konularda kimi zaman Tanrıların huzuruna bile çıkar. “Bir insan zengin bir hayat sürüyorsa, “Zajači”si güzel kıyafetler giyer, güzel bir ata biner ve mutludur. Fakir bir kişinin “Zajači”si ise, kötü giyimli, atı olmadığından yaya gider ve hep koruyucusu olduğu kişinin sıkıntılarından şikayet eder. Kişi öldüğünde de “Zajači”si gökyüzüne çıkar ve Tanrılarla beraber yaşar.
Yukarıda mezkur tasavvur biçimlerinde geçen yabancı tesirler açık bir şekilde görülmektedir. İnsanın bütün hayatı boyunca ona eşlik eden ve yardımcı olan bir ruh/cin tasavvuru Altay halklarının yaratmış olduğu bir tasavvur olamaz.
Hem Türk, hem de Moğol halkları arasında yaygın olarak görülen bir başka tasavvur da insana refakat eden iki tane ruh/cin olduğudur. Bu ruhlardan biri iyi, diğeriyse kötü ve her ikisi de insanı kendi tarafına doğru yönlendirmeye çalışırlar. Aynı inanışa İdil havzası ve Sibiryadaki Fin kabileleri arasında da rastlarız. Radloff, Altay Tatarlarının inanışlarına göre insanın sağ omzunda iyi “Yayuči”nin, sol omzunda ise, kötü “Körmös”ün bulunduğunu aktarır. Her ikisi de insanın bütün davranışlarını takip ederek, bunlardan ilki insanın iyiliklerini, ikincisi de kötülüklerini yazar. Kişinin ölümünden sonra hesaplar karşılaştırılır ve kişinin ölümden sonraki kaderi belirlenir.
Bu tasavvur muhtemelen Altay halklarının inanışlarının arasına çok daha sonraki dönemlerde girmiş olmalıdır.
Eski Romalıların inançları arasında da kişiyi doğumundan ölümüne kadar sadık bir şekilde gözeten, “Genius” adı verilen bir ruhun olduğuna dair inanç, bir antik çağ yazarının ifadesiyle; “Bize, bizi hayatımızın hiçbir anında yanımızdan ayrılmayan ve ana rahminden ölümümüze kadar eşlik eden daimi bir koruyucu verilmiştir” şeklinde dile getirilmektedir. Keza, İzlanda’da her insanın bir “Norne”si (Kader Tanrıçası) olduğuna inanılır. İnsana eşlik eden iki tane olduğu tasavvur edilen bu “ruh”, muhtemelen Türk halklarının inanışları arasına daha gelişmiş dinlerden geçmiştir.
Buryat inançları arasına Tibet tesiriyle girmiş bir inanışa göre ise, bazen Tanrıların (Tengeri) ruhları, yüz yıl sürecek olan bir uykuya dalar ve Tanrıların ruhları bu dönemde yeryüzüne inerek dünyaya gelen çocukların bedenlerinde tezahür eder. Tanrı yeterince uyuduğunda ruh, tekrar yukarı geri döner. Eğer ruh, sahibi olan Tanrının uyanma saatine yakın bir zamanda doğan bir çocuğun bedenine girerse, bu çocuklar fazla uzun yaşamaz, çünkü ruh Tanrının yanına dönmek zorunda kaldığından ömrü kısa olur. Ama Tanrının uykusunun başlarında yeryüzünü indiyse, içine girdiği çocuk çok uzun bir ömür sürer.
Ruh inancı konusunda İdil Tatarları arasında adı geçen “Ubur”den de burada bahsetmek gerekir. “Ubur”, sahibine çok yakın yaşayan bir ruh olmakla birlikte, her insanın bir “Ubur”u olur anlamına gelmez. İnanışa göre, kafatasında çökük bir çizgi olan kişilerin “Ubur”i olur. Bu çöküntü aslında muhtemelen kafatasındaki fontanel kıkırdağının tam olarak gelişip kapanmamasından kaynaklanmaktadır. Kişilerin ruhlarının gezintiye çıkması gibi, Ubur’da insan uykuya daldığında gezintiye çıkar. Uburler sıklıkla havada uçuşan bir alev topu şeklinde görünürlerse de, kimi zaman domuz, kara bir kedi veya köpek suretinde de ortaya çıkabilirler. Böyle bir alev topu ile karşılaşan insan, eğer gömleğini yırtarsa, ateş topunun durarak yere düşmesini sağlayabilir. Ubur, eğer herhangi bir şekilde zarar görürse, sahibi de bundan zarar görür. Eğer gören kişi Ubur’e çatallı bir ağaç dalıyla vuracak olursa, Ubur güçsüz kalır ve sahibi olan kişinin suretine bürünerek merhamet diler. Uburler bazı geceler, başka insanların kilerlerinde dolaşırlar ve bu esnada onu gören biri Ubur’i yaralar veya bir gözünü çıkartırsa, Ubur’in sahibi de yaralanır veya bir gözünü kaybeder. Ama bir Ubur’i yakalamak kolay değildir ve kendisini yakalamaya çalışanlara kıvılcımlar fırlatır ve hemen ortadan kaybolur. Uburlerin bu gezintileri esnasında genelde kötü şeyler yaptıkları, başka insanların mallarını çaldıkları veya inek ve kısrakların sütlerini emdikleri anlatılır. Hâtta ana rahminden bir embriyoyu, bir kısrağın tayını, ineğin buzağısı veya koyunun kuzusunu bile çalabildikleri muhtemeldir. İnanışa göre sahibi öldükten sonra onun mezarına girer ve geceleri sahibinin cesedinin ağzından dışarı çıkıp, yakınlarında uyuyan insanların kanını emer. Kimi zaman da gökteki bulutları emerek kuraklığa sebep olabilir. Bu yaratığın zarar verici faaliyetlerinden kurtulmak için, sahibinin mezarına girip çıkmak için kullandığı deliğin girişini meşe ağacından yapılma bir tıkaç ile kapatmak veya ölüyü mezardan çıkartıp göğsüne kavak ağacından bir kazık çakarak, cesedi toprağa çivilemek gerekir. Buna benzer inanışlar, Orta Avrupa’da da oldukça yaygındır.
Uno Harva'nın Altay Panteonu adlı kitabında alıntılanmıştır.
Çeviren: Erol Cihangir