2 Şubat 2023 Perşembe

KARMATİ HAREKETİNİN ORTAYA ÇIKIŞI VE SEBEPLERİ-1

 Kavramsal-Tarihsel Analiz


Karmati veya çoğul olarak Karamita, İsma'iliyye'nin dallarından birine verilen isimdir. Bu kavram Kufe'nin Sevad'ında bir İsma'ili lider olan Hamdan Karmat'ın taraftarlarına verildi. Karmat, Hamdan'ın lakabı idi. Karmat kelimesinin kökeniyle ilgili bilgiler kaynaklarda değişik manalar içermektedir. Onun kaynağı hakkında tarihçiler, mezhep tarihçileri, herezioğafiler (milel ve nihaller) ve coğafyacılar arasında bitmez tükenmez tartışmalar yapılmıştır. Kaynaklarımızda kısa bacaklı, kırmızı gözlü veya kırmızı derili adam, hatta Hamdan'a ait bir buffalo'nun adı olarak değişik şekillerde açıklanır.


Karmat'ın asıl adı Aş'as oğlu Hamdan'dır. Kendisi ve ayakları kısa olması dolayısıyla adımlarını sık attığından ona Karmat lakabı verilmiştir. Karmati kelimesi Arami dilinde "Gizli Öğretmen" manasma gelmektedir. İbn Esir, Kufe'li köylü Hamdan'ın kan kırmızı gözlere sahip olduğundan kendisine Kermite lakabı verilmiş olduğunu belirtir. Kermite, Nebati dilinde kırmızı göz anlamına gelir. Bağdadi,  Hamdan Karmat yazısını yengeç gibi karmakarışık yazdığı için bu lakabın verildiğini belirtir.


Arap ve Avrupalı modem tarihçiler de Karmat kelimesinin kaynağı için değişik anlamlar vermişlerdir. Massignon, bu kelimenin Vasıt'ın yerel Arami diyalektinden almış olduğunu iddia eder. İvanow ise, bu kelimenin kökenini Aşağı Mezopotamya'da aramaktadır. Bu bölgede Karmitha veya Kannutha olarak kullanıldığını belirtirler. Kelime tarım işçisi veya basit bir köylüyü ifade eder. De Goeje, kelimenin başlangıçta Kennitha olarak kullanıldığını daha sonra yumuşatılarak Kannath olarak telaffuz edildiğini belirtir. Güvenilir dilbilimci İbn Ma'zur, çoğul olan Karamita ile tekil Karmati kelimelerinin aynı olduğunu ve farklı bir ırk olduğunu vurgulayacak kadar genişletir. 255 yılında Nubialar ve Faratiyyeler ile birlikte bir zenci isyanını destekleyen bir grup olarak Karmatiyyun ismini kaynaklarda görmekteyiz. Bu düşünceyi hem Kannatiyyun hem de Nubialar Sudan'dan gruplar olarak düşünen Makdisi, bu düşünceyi daha ileri bir noktaya götürür. Bu manalar üzerine odaklanan Shaban, Karmata'nın bir ırk olduğunu ifade eder. Shaban, Karmatileri, Çad ve Trablusşam arasında en kısa kuzey-güney kervan yolundaki orta yol, eski Libya limanı Garama ile ilişkilendirir. Shaban, Batı ile Doğu Afrika'yı birbirine bağlayan değişik ticaret yollarını tanımlar. Daha sonra da Kızıldeniz'den Arabistan'a ve Körfez Garama'yı Karmati ile ilişkilendirmeye devam eder. Shaban, Arap ticaretinin gelişmiş olduğu yerlerdeki sakinleriyle ilişki kurar. Ona göre, Afrika'nın doğu kıyısında Kızıl denizin doğusunda çok önemli bir liman olan ve Cidde 'ye paralel olarak Ayd Hab gibi inşaat merkezleri inşa edilerek birçok tüccarlar oraya yerleştiler ve nüfusun önemli bölümünü oluşturdular. İlk açıklama olarak Shaban, Afrika hakkındaki bilgisi ve körfeze yerleşenler rivayeti açık değildir. İkinci açıklama olarak zenci isyanıyla bağlantılı bahsedilen Nubialar ve Zaghavalar ile ilişkilidir. Afrika kökenli bu insanlar ticaret için bu sahadan gelmiş olabilirler. Daha sonra Afrika ticaretinden daha fazla faydalanmak için Körfeze gelmişlerdir. Shaban, Nuhianlar ve Zaghavalara benzeyen Afrika'dan insanların Karmati olduğunu düşünür ve onları Garama ile ilişkilendirir. Özellikle bu bölgedeki ve Bahreyn'deki Karmatiler'in, zenci isyanının kalıntıları olduğu kesindir, Ayrıca Karmatiler veya Karamita kelimesinin Arapça kaynaklı bir kelime olduğunu da belirtmiştir. Görüldüğü gibi Karmati kelimesinin kökeni ile ilgili değerlendirmeler farklıdır. Bu değerlendirmelerin birçoğunun doğruluk payı vardır. Çünkü Karmati hareketine katılan gruplar homojen bir yapı içermemektedir. Karmati daileri merkezi idareden memnun olmayan bütün grupları saflarına çekmek istemiş olmaları hareketin tabanın farklı unsurlara dayanmasına neden olmuştur. Karmati kavramını ve Karmatilere katılan grupları bire indirmek ve yalnızca bir bölgeye veya bir gruba odaklamak Karmatilerin yayılma politikalarıyla da örtüşmemektedir. Karmati kelimesinin dar manada, bir isim olarak zenci kölelerin isyanından sonra 264/877'den itibaren Aşağı Mezopotamya'da esrara müptela olan bir nevi iştirakiyye esasına göre teşekkül eden asi Arap ve Nabati topluluklarına verilmekteydi.


Son dönem İsma'ili araştırmacılarından Farhad Daftary ise, Karmati kavramının Abdullah el-Mehdi'nin imamlık iddiası ile ortaya çıkmasından sonra ortaya çıktığını ifade etmektedir. Ona göre, İsma'ili hareketi 286/899'da büyük bir ayrılıkla bölünmüştür. Hareketin merkezi lideri ve Fatımi devletinin kurucusu olarak kabul edilen Abdullah el-Mehdi'nin kendisinin Muhammed b. İsmail'den sonra İsma'ili hareketinin gerçek lideri olduğu iddiasıyla bölünmüştür. İmamlık öğretisindeki bu reform girişimini kabul eden lsma'illler, Fatımi İsma'ilileri; kabul etmeyen Irak'taki İsma'ili dai olan Hamdan Karmat'ın taraftarları ise Karmanler olarak adlandırılmıştır. Karmatiler Abdullah el-Mehdi'nin açıklamalarını reddettiler ve Muhammed b. İsmail'in mehdiliği inancını sürdürdüler. Bundan böyle, Karmati terimi Abdullah el-Mehdi'nin ve atalarının ve Fatımi hanedanlığındaki taraftarların imamlığını kabul etmeyen muhalif İsma'ililer için kullandı. Başlangıçta Bahreyn, Irak, Suriye, Horasan ve Semerkant bölgesinde oturan İsma'ililer Karmati grubu içinde değerlendirilmektedir. Geniş manada ise, Karmat tabiri IX-XII. asırlar arasında İslam alemini sarsan eşitlik esasına dayanan geniş bir içtimai ıslahat ve adalet hareketini ifade eder. Karmatilerin Zenci isyanıyla bağlantılarının olduğu kesindir. Zenci isyanının bastırılmasından sonra ve Mu'tedid'in halifeliği döneminde Kufe Sevad'ında idareciler, Karmati hareketi hakkında bilgi edinmek istemiş olmasına rağmen hareketin bu dönemden önce başlamış olduğu muhakkaktır. Kaynaklarımızda, 269/882 yılında Ahmed el-Tai tarafından bozguna uğratılan, bütün malları ve toprakları alınan el-Heysem el-İcli'yi Karmati faaliyetlerinin tehlikesinin farkına varan ilk kişi olarak görmekteyiz. Karmatilerin tehlikesinin farkına varan el­ Heysem, Karmati liderini tutuklar. Fakat Karmati lideri gizemli bir şekilde kaçmayı başarır. Bu rivayet 270/883 'te Zencilerin liderinin ölümünden önce Kufe Sevadındaki ordularda birçok taraftarı olan Karmati hareketi ve liderinin olduğunu çıkarabiliriz. Bu rivayete göre Karmat, merkezi hükümete karşı Zenci isyanına katılmak istemişti. Fakat zenci lideri ile bir anlaşmaya varamadıkları için isyana katılmadılar.



Buna göre, Karmati hareketi ya Zenci isyanıyla çağdaştır, ya da zenci isyanı öncesi köklerinin olduğu da ihtimal dahilindedir. Ama şu da bir gerçektir ki, Karmatiler, zenci isyanına hareket olarak ittifak kurmak istemişlerdir. İki grup arasında antlaşma olmayınca muhtemelen bireysel olarak bazı Karmati mensupları zenci isyanını desteklemiştir. Kaynaklarda belirtilen iki hareketin ittifak yapma teşebbüslerinin olduğu, her iki hareketin de temel hedefi merkezi hükümeti yıkmak olmasına karşın, çok farklı yollarla bunu gerçekleştirmeye çalıştırmışlardır. Bu farklılıkları destekleyicilerin mahiyetinde, organizasyonunda ve ideolojisinde görmek mümkündür. Zenci isyanlarının sebebi ticaret idi. Onlar, Basra'nın ticaret zenginliğine dayanmıştı. Bu destek iyi organize olmuş bir ordu ve donanmaya müsaade etti. Bu da merkezi hükümetin askeri güçlerine karşı yaklaşık 15 yıl koyabilecek gücü sağlamış oldu. Halbuki ilk dönem Karmati hareketinin ise, ticaret ile ilgisi olmamıştır. Zaten hareketin başlamış olduğu muhit olan Kufe Sevad'ı kırsal bir bölge idi. Bu nedenle Karmatiler'e katılanlar daha çok ziraat ile uğraşan köylüler idi. Zaten Karmati hareketini yaygınlaştıran dailer bu bölge köylülerinin torunları idiler. Karmati hareketini destekleyicileri arasında Sudan veya zencilerin olduğu görüşü tam olarak benimsenmeyeceği ortaya çıkmış olmaktadır. Bu gruplardan da bir kısım insanlar Karmati hareketini desteklememiş olabilirler. Ancak Karmati hareketi bölgedeki bazı Arap kabileleri arasında da destek bulmuştur. Amir b. Sa'sa federasyonundan Benu Ukayl'ın Benu Kannat ismini gösteren önemli bir rivayet vardır. Aslında Benu Ukayl aşiretinin Karmati hareketinin ilk görüldüğü Kufe Sevadında rolü açık değildir. Fakat Bahreyn'deki Karmati hareketini oluşturan güçte çabası vardır. Hatta Karmati hareketinin ordusunu kumanda eden Beni Ukayliler olmuştur. Makrizi'ye göre, Hamdan Karmat'ın ana desteği Kufe Sevadında oturan farklı Arap kabilelerinden gelmiştir. Makrizi bir adım daha ileri giderek Hamdan b. el-Aş'as'ın da bu Arap kabilesinde olduğunu belirtir.




Karmati Hareketinin Önceki Akımlarla Bağlantısı


İslam toplumunda, Hz. Peygamber'in vefatından sonra Ali'nin meşru halife olarak kabul edilmesini hareket noktası addeden, birbirinden çok farklı İslami mezheplerin büyük bir zümresi için kullanılan müşterek bir isim olarak Şia kavramı kullanılmaya başlanmıştır. Şii müellifleri, Şia'yı Hz. Peygamber döneminde vucud bulmuş bir fırka olduğu intibaını uyandırmak istemelerine rağmen, Şiilik; Hz. Peygamber dönemi şöyle dursun Hz. Ali'nin ve hatta oğulları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin zamanında bir fırka haline gelmiş değildir. Hz. Hüseyin'in Kerbela'da şehit edilmesi toplum üzerinde sadece maddi sonuçlar vermemiş, aynı zamanda hatıralar yoluyla insanlar üzerinde psikolojik tesirler bırakmıştır. Şiiliğin üzerine oturduğu zemin de zamanla değişmiştir. Başlangıçta Arap zemine oturmuş sosyal taban olarak eşraf; daha sonra Mevali harekete sokulmuştur. Halk tabakaları ile bağlantı kurulduktan sonra Şia yavaş yavaş Arap zemininden kaymıştır. Şia'nın yapı itibariyle şekil değiştirmesi farklı cografyalar ve toplumlarda değişik şekillerde tezahür etmesine neden olmuştur. Bu farklı tezahürlerin içeriğine baktığımızda temel inanışlardaki ihtilaf Şia'nın zamanla fırkalara ve şubelere ayrılmasına neden olmuştur. Konumuz olan Karmatiliğin Şia ile ilişkisinin olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Karmatiliğin bağlantılı olduğu Batıniyye veya İsma'iliyye fırkasının da Şianın çizgisinde olduğu unutulmamalıdır. Karmatilerin ortaya çıkışından önce Ortadoğu'da Şii mezhepler farklı ve çok sayıda idi. Bu gruplar merkezi hükümete muhalefetten ve imamın Peygamber ailesinden seçilmesinin zorunluluğunu ifade ettiler. Özellikle nassların zahiri manalarını kabul etmeyen gerçek anlamlarını ancak Tanrı ile ilişki kurabilen "masum imamın bilebileceği'' temel görüşünü savunan fırkalara ad olarak Batıniyye denilmiştir. Bu adla anılan hareketler İslam dünyasını yalnızca fikirleri ile meşgul etmediler aynı zamanda terörist faaliyetleriyle halkı bezdirdiler.


Hattabiyye


Hamdan'ın hareketinden önce ve sırasında birçok değişik Şii mezhebi vardı. Bu gruplar merkezi hükümete muhalefetten ve imamın Peygamber ailesinden seçilmesinin zorunluluğuna inanmışlardı. Bu gruplardan birisi de Hattabiyye'dir. Sünni ve on iki imamcı Şii kaynakları ilk Batıni (esoterik) hareketini başlatan ve İsma'ili inancın kurucularından biri olarak Ebu'l Hattab'ın ismini vermektedirler. Bu açıdan isma'ili öğreti ile Ebu'l Hattab'ın öğretmiş olduğu doktrin arasında benzerlikler vardır. Fakat sadece aşamalarında bir sınırlama vardır. Kurucusu olan Ebu'l Hattab, Muhammed b. Ebu Zeyneb Miktas el-Esedi el Kufı el-Ecda olarak bilinir ve Ebu İsmail olarak da anılmaktadır. Beni Esed kabilesinin azatlı bir mevlası olup Kufe'de yetişmiş ve faaliyetlerini de burada sürdürrnüştür. Ebu'l Hattab'ın Muhammed el-Bakır ve Cafer es-Saddık'la iyi münasebetler kurduğu, Cafer es-Sıddık'ın vasisi sıfatıyla ondan İsm-i Azam'ı ögrendiğini iddia eden, daha sonra Horasan'da Ebu Müslimi Horasani tarafından öldürülen Abdullah b. Muaviye'nin Kufe'ye dönen taraftarlarını (Cenahiyye) kendi başkanlığında toplatarak, diğer taraftarlarıyla birlikte yeni bir gali fırka örgütledi. Hattabiye fırkasının tarihi ilgili bilgiler, Vali İsa b. Musa'nın, Abbasi halifesi Mansur'a durumu bildirmesi üzerine başlar. Bu aşamadan sonra Kufe valisi İsa b. Musa tarafından, izlenilmiş ve yenilgiye uğratılmışlardı.


Abbasi yönetimi, Ebu'l Hattab'ın mensupları üzerine bir kuvvet gönderdi. Buna karşı kendi taraftarlarını muharebe düzenine koyan Ebu'l Hattab taş ve sopalarla ok yerine kullandıkları kamışlada mağlup edeceklerini, muhaliflerinin silahlarının kendilerine zarar vermeyeceğini iddia ederek mensuplarına cesaret vermeye çalıştı. Fakat taraftarları mağlup olmaya başlayınca daha önce Allah'ın kendisine öyle bildirdiğini, bu durumun ona yeni malum olduğunu söyleyip Muhtar es -Sakafi'den sonra "beda" görüşünü ileri süren ikinci kişi oldu. Ebu'l Hattab önde gelen mensuplanyla birlikte 138/755 veya 143/ 760 yılında Fırat nehri üzerindeki Daru'r rızk denilen yerde öldürüldü ve başları kesilerek Bağdat'a gönderildi; cesetleri bir süre asılıp teşhir edildikten sonra topluca yakıldı. Hattabiyye taraftarlarının çoğu Kufe 'de eğitilmiştir. Kufe'de taraftarlarından yetmiş kadarı Kufe çevresinde Vali İsa b. Musa'nın emriyle öldürülmüştür. Hattabiyye görüşleri itibariyle Ebu Hattab 'tan sonra gelen siyasi ve fikri akımları etkilemiştir. Özellikle Karmatiler bu akımdan etkilenmiştir. Hattabiyye'nin akidelerine dair pek az bilgi vardır ve bunları da ihtiyatla kabul etmek gerekir. En çarpıcı fikirleri, Hz. Peygamber'in Gadır Hum gününde uhdesindeki risalet vazifesini Ali'ye devrettiğini iddia etmeleridir. Bu düşünce tarzı daha sonraki İsma'ili inancın temelini oluşturmuştur. Ebu'l Hattab Cafer es-Sadık'ın koruyucu temsilcisi ve kendisinden imameti devralacak vasisi olarak görülmüştür. Cafer es-Sadık diğerlerinden farklı olmak üzere ona Allah'ın en büyük ismini (İsm-i Azam) öğretmiştir. Bütün imamların peygamber olduğunu iddia etmişlerdir. Ona göre her devirde iki nebi bulunmaktadır. Bunlardan biri konuşan (natik) imam, diğeri ise onun susan (samit) vasisidir. Bu görüş kısmen değiştirilerek Batıni gruplar ve İsma'ili (Karmati) gibi akımların da temel prensipleri arasında yer almıştır. Bu nedenle Hattabiyye ile İsma'ili arasında bir ilişki olduğu kanaati yaygındır. Bu iki imam arasında bir kademe mevcut olup natık imam samit imamdan üstün olduğu kabul edilmekte idi. Buna göre Muhammed ve Ebu'l Hattab'ın ikisi de natik imamlar olarak sırasıyla samit imamlar olan Ali ve Cafer'den üstündürler. Bir tarafta İmam Hüseyin soyundan gelenlerin hepsi, öte yandan Ebu'l Hattab'ın bütün talebeleri Allah'ın sevdiği seçkin fırka olarak değerlendirilmişlerdir. Ebu'l Hattab imamlık görüşüyle de birtakım farklı düşünceleri ortaya koydular. O, imamlarda ve özellikle Cafer es-Sıddık'ta ilahlık vasfının bulunduğunu iddia etmiştir. Kufe'deki mensuplarını Cafer'e ibadete çağırmıştı. Onlara "lebbeyk ya Cafer lebbeyk" diye nida ettiği ifade edilir. Daha sonra Ebu'l Hattab kendisinin ilah olduğunu ilan etti. Bu düşünceden yola çıkarak bütün imamların da ilah olduğuna inandılar. Cafer es-Sadık babası ve dedesi de ilahtır. Onlar Allah'ın oğulları ve sevdikleridir. Allah önce Ali'ye daha sonra sırasıyla Hasan, Hüseyin, Zeyne'l Abidin Muhammed Bakır ve Cafer es-Sadık'a hulul etmiştir. Ebu'l Hattab bu iddiasıyla açık olarak fertlerin ilahlığını ortaya koyan ilk kişidir. Bu iddia Cafer es-Sadık tarafından facirlik ve yalancılıkla vasıflandırılmıştır. Ebu'l Hattab'ın ilahlığını ilan ederek dini emir ve yasakları kaldırdığını söyleyerek Hattabiyye mensuplarının tavırları Kufe'deki düzeni bozmuştur. Bu nedenle yukarıda bahsettiğimiz şekliyle vali İsa b. Musa tarafından bastırılmıştır.





Bu davranışları daha da ileri götüren Hattabiye mensupları bütün haramların helal sayılması ve ibahiliğin yayılması, Hattabiyye'nin nihai hedefi olmuştur. Rivayete göre Hattabiyye mensupları dini vecibelerin kendilerine ağır geldiğini iddia ederek Ebu'l Hattab'dan hafifletmesini istemişler. O da cemaatini bütün görevlerden muaf tuttu. Bu şekilde namaz, zekat, oruç, hac gibi farzlar terk edilip zina, hırsızlık içki, eşcinsellik ve fırka dışındakilerin aleyhine yalancı şahitlik yapmak gibi haram veya hoş görülmeyen davranışlar helal ve normal tavırlar olarak görülmüştür. Ebu'l Hattab'ın ölümünden sonra Hattabiyye çeşitli fırkalara ayrıldı. Ebu'l Hattab'ın yakın takipçisi Meymun el-Kaddah'ın kurmuş olduğu Meymuniyye fırkası Hattabiye sonrası ortaya çıkan en önemli hareketlerden birisidir. Meymun el Kaddah Bardaysan'ın fikirlerinden etkilendiği kabul edilmektedir. Meymun Kaddah' dan sonra oğlu Abdullah hareketin propagandasını sürdürmüştür. Meymuniyye dışında Hattabiyye'den zaman içinde ayrılarak bağımsız hareket etmeye başlayan başlıca gruplar şunlardır.


Beziğiyye Fırkası


Beziğiyye, Cafer Sadık hayatta iken öldürülen ve dokumacılıkla uğraşan Bezig b. Musa'nın taraftarlarına verilen addır. Bezig'in taraftarları Ebu'l Hattab gibi Bezig'in de Cafer es-Sadık tarafindan nebi ve resul olarak gönderilmiş olduğuna inanıyorlardı. Bezig ve taraftarları Ebu'l Hattab'ın peygamberliğini benimsemiş olmalarına karşın Ebu'l Hattab Bezig'in iddialarını çürüttü. Bezime veya Mübeyyize olarak adlandırılan grup uzun bir dönem İran'ın farklı bölgelerinde faaliyetIerini sürdürdü.


Beziğiyye taraftarları Beziğ'i natık imam olarak görüyorlardı. Onlara göre her mümin te'vil yapma hakkına ve kendisini vahiy getiren meleklerden üstün kılabilecek ilahi feyizler ilhamlar alma imkanına sahiptir. Allah'a tam bir teslimiyetle iman ettikten sonra ölen bir müminin, seçkin bir topluluğun mensuplarına katıldığı ve meleküt alemine yükselmiş olacağını iddia ettiler. Beziğiyye veya Mubeyyize'nin fikirleri uzun bir dönemde İran'da etkili oldu.


Ümeyriyye


Ümeyr b. Beyan el-İcli taraftarlarına verilen addır. Ümeyriyye ve Ümeyr b. Beyan el-İcli tarafından Beziğiyye'nin ölümsüzlük iddiaları reddedildi. Bununla birlikte Ümeyriyye Beziğiyye gibi Cafer'in ilah olduğunu ve bütün imamların peygamber olduğunu iddia etmişlerdir. Ümeyriyye taraftarları Kufe'de Cafer'e ibadet etmek amacıyla toplandıklarında vali Yezid b. Ömer b. Hubeyre tarafından yakalanıldı ve öldürüldü. 



Muammeriyye


Mısır satıcısı olan Muammer b. el-Ahmer'in taraftarlarına verilen addır. Kufeliler, Muammer'i kendilerine natık imam yaptılar. Bunlara göre Allah'ın vasilerinin kendilerine hulul eden bir nur olduğunu, iddia ettiler. Nur, Abdülmütalib'ten, Ebu Talib'e, Muhammed'e, Ali'ye, imamlardan Cafer'e, Ebu'l Hattab'a ve sonuçta Muammer'e geçmiş olduğunu iddia ettiler. Nurun, Cafer es-Sadık ve Ebu'l Hattab'a hulul etmesinden dolayı onların ilahlığa yükseldiklerini, daha sonra bunun Muammer b. Ahmer'e geçmesiyle Cafer ve Ebu'l Hattab'ın melekler arasına katıldığını iddia etmişlerdir. Muammer yeryüzündeki ilah idi. Çünkü O, cennette en büyük İlah'a itaat etti. Muammeriyye dünyanın bir sonunun olduğu yani kıyametin olacağını yalanlamışlardır. Buna paralel olarak yeryüzünde cennet saadetine sahip olunduğunu ve cehennem azabının yer aldığını savundular. Vücutları ile göğe yükseleceklerini iddia ettiler. Aynı zamanda sefahet (libertinizm) eğitimi öngördüler. Bu düşünceden yola çıkarak Allah katındaki her şeyi kulları için yaratmış olduğundan haram-helal diye bir sınırlama getirilmez. Bundan dolayı zina ve hırsızlık gibi haramları içki içmek ve domuz eti, kan, ölmüş hayvanların etini yemek; anne, kız,: evlat ve kız kardeşle evlenmek hatta erkeklerin birbiriyle evlenmesi meşru kabul edilmiştir. Bu fırka, kıyametle ilgili görüşlerindeki Batıni anlayış ile ve ta'til'e inanmalarından dolayı Mansuriyye fırkasına yakındır.



Mufaddaliyye, Muhammise ve Meymuniyye


Mufaddal b. Ömer es-Seyrafi'ye tabi olan bu grup, Cafer es-Sadık'ın peygamber olmadığını, tanrı olduğunu iddia etmişlerdir. Kendisinin ise Peygamber olduğunu iddia etti. Ebu'l Hattab'ı tanımayarak onlardan aynlmışlardır. el-Mufaddal, Ebu'l Hattab'ın kınanmasından sonra Ebu'l Hattab'ın taraftarlarına rehberlik etmesi için Cafer Sadık tarafından tayin edildi. Mufaddal'a Cafer b. Sadık'ın bazı olumsuz ifadelerinin rapor edilmesine rağmen hiçbir zaman diğer Hattabi liderlerin aksine cemaatten çıkarılmadı. Mufaddal yaşamı boyunca İmam Musa b. Cafer'in en Sadık daisi olarak kaldı. Cafer Sadık'ın ifadesiyle hareketin sosyal tabanı hakkında bilgi edinmekteyiz. Bu açıklamaya göre, sefil, ayak takımı, şuttar (serseri) olarak karakterize edilen Ebu'l Hattab ve el-Mufaddal'ın taraftarlarının düşük seviyedeki sosyal statüleri oldukları anlaşılmaktadır.



Bazı kaynaklar Hattabiyye ile Muhammise'yi aynı fırka olarak gösterseler de bu görüş ilk Hattabiyye fırkaları için geçerli görülmemektedir. Bununla birlikte daha sonraki dönemlerde Hattabiyye mensuplarının Muhammise ile irtibatı bulunduğu düşünülebilir. Hattabiyye'nin diğer bir kolu, Cafer es-Sadık'ın kuvvetli ve emin olarak vasıflandırdığı kendisinde Hz. Musa'nın ruhu bulunduğuna inanılan Seri el-Aksam'ın mensuplarıdır. Bu fırkaya göre Seri el-Aksam'da Ebu'l Hattab gibi Cafer tarafından gönderilmiş bir resuldür. Bu grup namaz, oruç, hac gibi ibadetleri, ilah olduğuna inandıkları Cafer es-Sadık için eda etmişlerdir. El-Kummi, Ebu'l Hattab'ın ölümü üzerine ilk dönem Hattabiyye'nin dallarından biri Muhammed b. İsmail'e bağlılıklarını bildirdiler. El-Kummi'nin bu ifadelerinden ilk dönem Hattabiyye'nin Muhammed b. İsmail lehinde propaganda yapmadıklarını ve bağımsız hareket ettiklerini anlayabiliriz. Zaten İsma'ili hareketin sonraki dönemine ait hemen hemen bütün İsma'ili kaynakları, İsma'il'i doktrini ile Hattabiyye arasındaki herhangi bir bağı yalanlamaktadır. Bu kaynakları dayanak alan İvanow, Ebu'l Hattab'ı İsma'ili inancı ile Ebu'l Hattab arasındaki ilişkiyi reddeder. Ebu'l Hattab'ın İsma'ili inancı için hiçbir şey yapmamış olduğu kanaatini taşır. Ebu'l Hattab'ın sadece bir heretik olduğunu düşünür. Ama Ebu'l Hattab (138/755) ile İsma'ililer arasında yakın bir dostluk söz konusudur. Daha sonra İsma'iliyye adı altında gelişme göstermek Batıni fırkasının akidesinin ve bu fırkanın ihtilalci teşkilatının temellerinin kurulmuş olması da Ebu'l Hattab'la ilişkili olduğu bir gerçektir. Meymun el Kaddah, Ebu'l Hattab'ın fanatik bir taraftarı olup daha sonra Meymuniyye diye isimlendirilen bir hareketi oluşturmuştur. Ardından oğlu Abdullah ise babası Meymun'un oluşturmuş olduğu hareketi, daha ileri bir noktaya taşıdı. Abdullah b. Meymun kendisinin peygamber olduğunu iddia etti. Meymun'un yaşadığı coğrafya ve dönemle ilgili olarak kaynaklarımızda onun, 3/9. yüzyılın ortalarında yaşadığı ifade edilir. İbn Rizam'a göre Meymun, Ahvaz yakınlarındaki Kuraj'dan gelmiştir. Daha sonra oğlu Abdullah Huzistan'da küçük bir kasaba olan Askar Makram'a taşındı, sonra da Sabat Ebu Nuh'a yerleşti. Orada Şia ve Mutezile tarafından Abdullah'ın düşünceleri deşifre olunca Basra'ya kaçtı. Basra'da Akil b. Ebu Talib'in soyundan olduğunu ileri sürerek onun evlatlarına sığındı. Burada halkı Muhammed b. İsmail b. Cafer es-Sadık'ın imametini kabule devam ettirdiği için askerler tarafından takibe uğradı. Son olarak da sadık ve hararetli dostu Muhammed b. Hüseyin ile birlikte Şam civarındaki Selemiye'ye kaçtı. Ölümüne kadar (261/874) burada yaşamış ve Muhammed b. İsmail'in sadık bir taraftarı olarak propaganda faaliyetlerini sürdürdü.



ORTADOĞU'DA MARJİNAL BİR HAREKET: KARMATİLER

(Ortadoğu'da İlk Sosyalist Yapılanma)

Yrd. Doç. Dr. Abdullah EKİNCİ

1 Şubat 2023 Çarşamba

Mevlana Meydanı / Konya

 


Kastamonu

 


İSLAM BİZANS ARASINDA BİLİM VE SANAT ALANINDA İLİŞKİLER.-1

 


Bilim


Tarih boyunca ortaya çıkmış ve kalıcı izler bırakmış medeniyetlerin, kendilerine mahsus anlayış ve değerleri esas almakla birlikte, kendi içinde kapalı kalmayıp daha önceki veya muasır insanlık mirası ve tecrübesinden istifade ettikleri ölçüde etkili oldukları görülmektedir. Bu manada maddi yönüyle medeniyet çizgisinin, Eski Sümer ve Mısır'dan Yunan'a, oradan Hind medeniyetiyle birlikte İslam ve Latin'e, daha sonra da Rönesans'la Avrupa'ya doğru bir seyir izlediği kabul edilmektedir. Medeniyetlerin uyanış dönemleri olarak vasıflandırılan yeni fikir ve sanat ürünlerinin ortaya çıkmaya başladığı safhalarda, bunların gerçekleşmesi için daha önceki medeniyetlere ait eserlerin tercüme edilmesi, özel önem taşımaktadır. Burada lslam'ın muasırı olan Bizans'ın, özellikle Yunan bilim ve felsefesinin lslam dünyasına intikalinde dikkate alınması gerekli bir unsur olduğu noktasından hareketle konunun işlenmesine çalışılacaktır.


Bizanslılarla müslümanlar arasında bilim alanında gerçekleşen ilişkilerin incelenmesi, birkaç açıdan bazı zorluklar içermektedir. Bunların başında VII.-IX. yüzyıllarda Bizans'taki bilimsel faaliyetlerin, diğer bir ifadeyle "Bizans bilimi"nin mahiyeti hakkındaki bilgilerin sınırlı olması gelmektedir. Şurası muhakkaktır ki, lslam'a nisbetle tarih sahnesine daha önce çıkmış olmasının yanısıra, eski Yunan ve Roma mirasına sahip olması dolayısıyla Bizans, aşağıda zikredilecek bazı merkezlerde belirli seviyede de olsa bilim geleneğini sürdürmekteydi. Öte yandan lslam'ın bilim geleneğine sahip olmayan topraklarda ortaya çıkması, başlangıçta kendi toplumunu belirli ilkeler çerçevesinde şekillendirmeye ağırlık vermesi ve bazı iç karışıklıkların yanısıra fetih faaliyetleriyle meşguliyet gibi sebeplerle doğal olarak özellikle ilk asırda tabiat bilimleriyle ilgili çalışmaların gerçekleşmediği görülmektedir. Ancak müslümanları ilme teşvik eden ayet ve hadislerin yanısıra, Hz. Peygamber ve Raşid halifeler döneminden itibaren görülen siyasi ve kurumsal yapılanmadan da anlaşılacağı üzere, bilimsel faaliyetlere ilgi duyacak ve bunu gerçekleştirmeye çalışacak bir ruh yapısının temellerinin atıldığında şüphe yoktur. Tercüme hareketleri başta olmak üzere daha sonra din ve coğrafya farkı gözetmeksizin, hatta daha çok gayri müslimlerin istihdam edilmesiyle gerçekleşecek olan bilimsel faaliyetler, böyle bir ruhi altyapının varlığıyla izah edilebilir. Ana çizgileriyle işaret edilen bu durumun tabii bir sonucu olarak lslamiyet'in ilk asırlarında müslümanlar, bilim alanında daha ziyade alıcı konumunda olmuşlardır. Bu husus, Bizans ve müslümanlar açısından dikkate alındığında da geçerli gözükmektedir.


Bizans biliminin mahiyetinden başka, konuyla ilgili bir diğer problem, özellikle çok yönlü tercüme faaliyetleriyle gerçekleştiği kabul edilen lslam medeniyetinin uyanış dönemine Bizans'ın katkısının hangi boyutlarda olduğunun belirlenmesidir. Aşağıda zikredileceği üzere gerek devlet düzeyinde, gerekse ferdi teşebbüslerle Bizans'tan birçok eser getirtildiği bilinmekle birlikte, bu eserlerin ve bunlar vasıtasıyla İslam kültürüne aktarılması sağlanan bilimin, Bizans'la ne derece bağlantılı olduğu, üzerinde durulması gereken bir husus olarak görülmektedir. Buna ilave olarak Yahudi, Süryani, Nesturi ve Monofizitler gibi uzun zamandan beri Bizans hakimiyetinde yaşayıp bilim geleneğini sürdüren ve daha sonra bu çalışmalarına lslam hakimiyeti döneminde de devam eden farklı etnik veya dini/mezhepsel kimliklere sahip yerli unsurların Bizans'la ne derece ilişkili olarak ele alınabileceği meselesi de önem taşımaktadır. Zaman zaman iniş ve çıkışlar yaşamakla birlikte bilim geleneğine sahne olmuş bazı bölgelerin ve az önce işaret edilen unsurların özellikle fetihler neticesinde Bizans'tan devralınmış oldukları, diğer bir ifadeyle Bizans'ın mirası oldukları dikkate alındığında, daha sonraki bilimsel çalışmalara zemin teşkil etmeleri açısından Bizans etkisi veya katkısı şeklinde değerlendirilmeleri mümkündür. Şüphesiz burada lslam kültür ve medeniyetinin kendine mahsus bir yapıya ve bu anlamda orijinaliteye sahip olduğuna, ayrıca bu yapının zenginleşmesine sadece Bizans'ın değil İran, Hint vb. kültürlerin de katkıları bulunduğuna işaret etmek gerekmektedir. Burada konu doğal olarak az önce belirtilen yaklaşımla Bizans üzerinde yoğunlaşılmak suretiyle ele alınacaktır.


Greko-Romen felsefe ve bilimini miras almış olan Bizans'ta, özellikle dini sebeplerden kaynaklanan resmi bazı müdahaleler ile zaman zaman görülen kesintiler dışında, klasik felsefe ve bilim geleneği sürdürülmeye çalışılmıştır. Ancak, gerek felsefe ve gerekse tabiat bilimleri alanında, Yunan filozof ve bilimadamları düzeyinde şahsiyetlerin varlığına rastlanmamaktadır. Felsefe ve tabiat bilimleri alanındaki çalışmalar, daha çok öncekilerin tekrarı veya şerhlerinin yapılması şeklinde gerçekleşmiştir. Bununla birlikte bir eserin anlaşılabilmesi ve uygun bir şekilde açıklanabilmesi için konuyla ilgili yeterli düzeyde ilmi birikimin gerekli olduğu dikkate alındığında, bu çalışmaların da büyük önem taşıdığı görülür. Öte yandan gerek istinsah ve gerekse şerhler yoluyla klasik eserlerin muhafaza edilip sonraki nesillere intikal ettirildiği de bilinen bir husustur. Bilimsel geleneğin bir neticesi olarak klasik eserler okunup açıklanmakta, yeni bilgiler ışığında tenkit edilmekte, terimler izah edilmekte ve her şeyden önemlisi bu geleneği sürdürebilecek öğrenciler yetiştirilmekteydi. Bu faaliyetler bizzat devlet tarafından yürütüldüğü gibi özel şahıs veya guruplar tarafından da sürdürülmekteydi. Bizans'ta yükseköğrenim aşamasında öğrencilere okutulan ilimler arasında felsefe, tıp, fizik ve quadrivium=tetrabiblos (dört kitap) denilen aritmetik, geometri, müzik ve astronomi yer almaktaydı. Bu derslerde, Hippokrates (ö. mö. 257), Platon (ö. m.ö. 347), Aristoteles (ö. m.ö. 322), Euclides (Ôklid, ö. m.ö. 300 yılları), Pergeli Apollonios (ö. m.ö. 190?), Ptolemaios (Batlamyus, ö. m.s. 168?) ve Galenos (Calimis, ö. m.s. 200?) gibi daha sonra İslam dünyasında da etkilerini hissettiren meşhur filozof ve tabiat bilimcilerinin eserleri veya görüşleri okutulmaktaydı.


Bizans'ta herbiri belirli dönemlerde veya belirli alanlarda önem kazanmış birçok ilim ve kültür merkezinin varlığı bilinmektedir. İstanbul, İskenderiye, Antakya, Beyrut, Atina ve Gazze bu merkezlerin başlıcalarıydı. İstanbul'u Bizans devletinin başkenti olarak ilan eden imparator Konstantinos (324-337), aynı zamanda burada ilk üniversitenin de kurucusu olmuştur. Hıristiyanlık karşıtı tavırlarından dolayı mürted olarak vasıflandırılan ve Neoplatonist felsefe taraftarı olan İmparator lulianos (361-363), hıristiyan hocaların bu üniversitede görev yapmalarını yasaklarken, II. Theodosios (408-450) 425 yılında üniversiteyi yeniden teşkilatlandırmış ve çeşitli branşlarda Grekçe ve Latince öğretim verebilecek 31 hoca tayin etmiştir. Üniversitenin, 476 yılında çıkan bir yangında yok olan kütüphanesinde 120.000 cilt kitabın bulunduğu belirtilmektedir. Daha sonra Phokas (602-610) döneminde kapatılan üniversite, eğitimi kilisenin kontrolünde olmak üzere Herakleios (610-641) tarafından yeniden açılmıştır. Aristoteles'in Peri Hermeneias'ını (Kitübü'l-lbdre) şerhetmiş ve bir astronomi eseri yazmış olan lskenderiyeli matematikçi Etienne, burada başhoca sıfatıyla felsefe ve quadrivium dersleri vermekteydi. Üniversitenin bundan sonra iki asırlık süre içerisindeki durumu bilinmemekle birlikte, III. Mikhail (842-867) döneminde Bardas tarafından yeniden canlandırıldığı nakledilmektedir. Halife Me'mun'un Bağdat'a getirtmek istediği Bizanslı filozof Leon, bu kurumun başkanlığını yürütmenin yanısıra, felsefe ve matematik okutmaktaydı. Dönemin ünlülerinden olup muhtemelen 855'te elçi olarak Abbasi devletine gönderildiği belirtilen İstanbul patriği ve bilimadamı Photios da burada görevlendirilenler arasındaydı.


Uzun zamanlar Yunan felsefe ve kültürünün önemli merkezlerinden biri olan Atina'da Bizans döneminde Neo-Platoncu felsefe eğitimi yapan bir akademi bulunmaktaydı. Bu akademi I. Iustinianos (527-565) tarafından, hocaları pagan olduğu ve Hıristiyanlıkla uyuşmayan görüşlere dayalı öğretim yapıldığı gerekçesiyle 529 yılında kapatıldı. Aralarında, maddenin yaratıldığını kabul eden Hıristiyanlık inancı yerine, maddenin ezeli ve ebediliğini savunan akademinin son başkanı Damaskios'un (ö. 553) da bulunduğu yedi felsefeci, Yunan felsefe ve bilimine ilgi duyan İran şahı I. Hüsrev' in (53 1 -579) iltifatına mazhar olarak muhtemelen 532 yılında Cündişapur'a gittiler ve buradaki akademide ders verdiler. Ancak kısa bir süre sonra İmparator Iustinianos'un garantisi üzerine tekrar Bizans'a dönerek antik felsefe geleneğini sürdürmeye çalıştılar. Atina akademisinin kapatılmasına rağmen daha önce burada öğrenim görmüş olan Neo­ Platoncu filozoflar, öğrenci yetiştirme ve eser yazma faaliyetlerine devam ettiler. 



Büyük İskender'in Doğu seferi sırasında kurulmuş (m.ö. 331) ve daha sonra idari, dini, askeri ve iktisadi önemi yanında asırlarca Doğu'nun ilim ve kültür merkezi olarak şöhret kazanmış olan İskenderiye, özellikle m. V. yüzyılla Vll. yüzyıl başları arasında felsefe ve tabiat bilimlerinin tahsil edildiği Hellenistik kültürün başlıca merkezlerinden biriydi. Ptolemaioslar sülalesine mensup I. Ptolemaios Soter (m.ö. 304-285) ve oğlu II. Ptolemaios Philadelphos'un (m.ö. 285-246) gayretleriyle kurulup geliştirilen ve daha sonra muhtelif dönemlerdeki yangın veya karışıklıklar sırasında yok olma noktasına gelen İskenderiye kütüphanesi, Antik çağın en büyük ve en meşhur kütüphanesi olarak hatırlanmaktadır. lslam döneminde Mısır'ın, Amr b. As tarafından fethi sırasında İskenderiye kütüphanesinin Hz. Ömer'in emri doğrultusunda yakıldığına dair rivayetlerin doğru olmadığı ve tarihi gerçeklere uymadığı araştırmacılar tarafından ortaya konulmuştur. lskenderiye'nin müslümanlar tarafından fethi sırasında burada tıp ilmi başta olmak üzere tabiat bilimleriyle ilgili bir okulun varlığından söz edilmektedir. Bilimin müslümanlara geçişinde bu okulun önemli bir unsur olduğu düşünülebilir. Sa'id el-Endelüsi lskenderiye'nin, lslam fetihleri sırasında "ilim" ve "hikmet" merkezi olmaya devam ettiğini kaydetmektedir. lslam tıp tarihinde Cevilmi'u'l-lskenderilniyyin adıyla şöhret kazanan külliyat, lskenderiyeli tabipler tarafından okutulan Galenos'a ait onaltı eserden oluşmaktaydı. Bu eser daha sonra Huneyn b. İshak ve yeğeni Hubeyş tarafından tercüme edilmiş ve üzerinde çeşitli çalışmalar yapılmıştır.


lskenderiye mektebi ile burada yetişen veya bu ekole bağlı felsefe ve tabiat bilimcileri hakkındaki rivayetler, Yunan bilim ve felsefesinin müslümanlara geçinceye kadar nasıl bir yol izlediğini ve bu seyirde Bizanslı bilginlerin katkılarını göstermesi açısından dikkat çekicidir. Burada konuyu aydınlatıcı mahiyette bazı örnekler üzerinde durulacaktır. Bizans hakimiyeti döneminde lskenderiye'de yetişen felsefe ve tabiat bilimcileri arasında birçok isim dikkat çekmektedir. Özellikle matematik ve astronomide şöhret kazanan lskenderiyeli Theon (ö. m. 360-80?), Batlamyus'un ve Euclides'in eserlerine şerhler yazmıştır. Onun eserleri İslam dönemindeki meşhur Süryani bilginlerden Kınnesrin piskoposu Severus Sebokht'a (ö. 667) kaynaklık ettiği gibi, IX. yüzyıl başlarında Kitilbü'l-Eflak, Kitabü'l-Kanün, ve Kitabü'I-amel bi'l-Usturlüb gibi adlarla Arapça'ya çevrilmiş ve daha geniş ölçüde istifade edilmesi sağlanmıştır.


lskenderiye'de yetişen bir diğer Bizans filozofu ve tabiat bilimcisi Proklos'tur (ö. m. 485). Kendi eserlerinin yanısıra Euclides, Ptolemaios, Aristoteles ve Platon'un eserlerine yazdığı şerhlerle tanınmıştır. Onun eserleri Atina ve lskenderiye başta olmak üzere dönemin felsefe okullarında etkili olmuştur. Bir dönem Atina akademisinin başkanlığını da yapmış olan Proklos, lskenderiye mektebine başkanlık eden talebesi Ammonios (ö. m. 51 ?'den sonra) ile birlikte, Yeni Eflatuncu Bizans felsefe geleneğinin kurucuları arasında zikredilmektedir. Aristoteles'e atfedilen Esülucya (Theologia, er-Rubübiyye) ve lslam filozoflarını etkilemiş olan el­ Hayru'l-Mahzın, aslında Proklos'a ait olduğu belirtilmektedir. Öğrencisi Ammonios, annesi tarafından getirildiği Atina'da Proclos'tan ders alıp yetişmiş ve bir müddet lstanbul'da kaldıktan sonra memleketi olan lskenderiye'ye dönerek Platon ve Aristoteles üzerine dersler vermiş, ayrıca astronomi ve geometride de meşhur olmuştur. İslam kaynaklarında Ammonios'tan bahsedilmekte ve mesela Aristoteles'e ait Organon'un beşinci kitabı Topika'ya yazdığı şerhin İshak b. Huneyn tarafından Süryanice'ye, Yahya b. Adiy (ö. 364/965) tarafından da Arapça'ya çevrilip kullanıldığı kaydedilmektedir. Ammonios, Porphyrius (ö. 306?) tarafından Organon'daki Katagorias'a giriş mahiyetinde yazılan Eisagoge'yi (İsagüci) şerhetmiş ve bu şerh, daha sonra Yunan bilim ve felsefesinin müslümanlara geçişinde önemli katkılar sağlayacak olan Nesturilerin temel kaynakları arasına girmiştir.


Ioannes Philoponos m. VI. asır lskenderiye mektebinin belli başlı simalarından biriydi. Yeni Eflatunculuk felsefesi ile Hıristiyanlığı uzlaştırmış, diyalektik metotla teslisi müdafaa etmiştir. Hıristiyanlıktaki yaratılış akidesini Yunan ve lskenderiye felsefeleri ile açıklamaya çalışmıştır. Proklos'a karşı alemin ezeli olmadığını savunmuş ve Aristoteles'in Organon, De An ima, Physica, De Generatione et Corruptione ve Meteorologica gibi eserlerine yazdığı Yeni Eflatuncu şerhleriyle şöhret kazanmıştır. O da hocası gibi Porphyrius'un Eisagoge'sini şerhetmiş ve bu şerh de özellikle Monofızitler tarafından benimsenmişti. Daha sonra İslam filozofları onun eserlerini tercüme veya tenkit etmişlerdir. Walzer, özellikle alemin yaratılışıyla ilgili konularda Ioannes Philoponos ile ilk İslam filozofu Kindi (ö. 256/870) ve Gazzali'nin (ö. 505/ 1 1 1 1) görüşleri arasındaki paralelliğe dikkat çekmektedir.



VI. Yüzyılın lskenderiyeli bir diğer bilimadamı, Ioannes Philopopos'un çağdaşı Askalanlı Eutocios'tur. Eutocios, Archimedes ile Pergeli Apollonios'un bazı eserlerinin yanısıra Ptolemaios'un Almagesfini şerhetmiştir. lbnü'n-Nedim ve lbnü'l-Kıfti, onun eserlerinin Sabit b. Kurra tarafından Arapça'ya çevrildiğini kaydetmekte ve isimlerini vermektedir. VII. Yüzyıl başlarında ise, İmparator Herakleios tarafından sarayda görevlendirildiği belirtilen Stephanos (ö. m. 620'den sonra) dikkat çekmektedir. Aristoteles, Porphyrius, Theon ve Ptolemaios'un eserlerine açıklamalar yazan Stephanos, lskenderiye'de yetişmiş ve meşhur olmuştu. Onun daha sonra İslam toplumunda da el-lskenderani nisbesiyle bilindiği anlaşılmaktadır.

İslam döneminde bilim ve felsefenin müslümanlara geçişinde Süryanilerin önemli rol oynadıkları bilinen bir husustur. Yunan kültürünü İskenderiye ve Antakya'dan alarak doğudaki Urfa, Nusaybin, Harran ve Cündişapur'a taşıyanların başında Süryaniler gelmektedir. Süryaniler m. IV. asırdan itibaren klasik eserlerin tercüme ve şerhleriyle meşgul olduklarından böyle bir gelenek bunlar arasında yaygınlık kazanmış ve daha sonra İslam döneminde de devam etmiştir. Bu geçişte önemli isimlerden biri de felsefe, tıp ve astronomi alanlarında orijinal eserler telif etmiş olan Re'sü'l-'Aynlı (Theodosiopolis) piskopos Sergios'tur (ö. m. 536). Sergios bir müddet lskenderiye'de kalarak Grekçe öğrendiği gibi lskenderiye tıp okulunda tıp ve kimya da tahsil etmiştir. Bir müddet Antakya ve lstanbul'da da bulunan Sergios, özellikle Galenos'un tıpla ilgili eserlerini Süryanice'ye kazandırmıştır. Onun çalışmaları daha sonra lslam'da tıp biliminin gelişmesine katkıda bulunmuştur. Sergios'un Galenos'tan tercüme ettiği onaltı eser Huneyn b. lshak tarafından incelenip tashih edilmiştir.




lskenderiye okulunda yetişen ve daha sonra lslam toplumundaki bilimsel çalışmalarda etkisini gösteren diğer felsefe ve tabiat bilimcileri arasında VI. asrın hıristiyan filozoflarından Apameialı (bugünkü Suriye sınırlarında) Ioannes ve Amidalı (Diyarbakır) Aetios ile VII. asrın başlarında yaşayan Aeginalı Paulos ve Ahron da yer almaktadır. Bunlardan, m. 530-560 yıllarında lskenderiye ve İstanbul'da önemli bilimadamlarından biri olarak bilinen Aetios, klasik eserlerden yararlanarak onaltı kitaptan oluşan Tetrabiblon isimli bir tıp ansiklopedisi yazmıştır. Aeginah Paulos (el­ Ecaniti, ö. m. 642'den sonra) İskenderiye'nin müslümanlar tarafından fethedilmesinden sonra da buradaki bilimsel çalışmalarını sürdürmüş ve kadın hastalıklarıyla ilgili bir kitaptan başka, tıp ansiklopedisi sayılabilecek nitelikte bir eser daha telif etmiştir. Paulos'un, İslamda tıp çalışmalarına büyük katkı sağlamış olan Epitome (Künndş) adlı bu eseri, Huneyn b. İshak tarafından Arapça'ya çevrilmiştir. Ahron'un (Ehrün b. A'yun el-Kıss) yazmış olduğu 30 bölümden oluşan tıp kitabı (Künndş), Emevi halifesi Mervan b. Hakem (64-65/683-685) döneminde yahudi doktor Maserceveyh tarafından iki bölüm ilavesiyle Arapça'ya tercüme edilmiş ve İslam tıbbını etkileyen kaynaklardan biri olarak meşhur olmuştur.



Felsefenin müslümanlara geçişiyle ilgili olarak Mes'üdi'nin ve Farabi'den naklen İbn Ebi Usaybi'a'nın verdikleri bilgiler, lskenderiye'nin bu serüvendeki önemini vurgulayıcı mahiyettedir. Buna göre, Atina'da gelişen Yunan felsefesi, lskenderiye ve Roma'ya nakledilmiş, daha sonra lskenderiye, Yunan dünyasının eğitim ve öğretim merkezi haline gelmişti.


İslam döneminde ise önce Ömer b. Abdilaziz zamanında Antakya'ya, daha sonra Harran ve Merv'e, Harran'dan da Bağdat'a doğru bir seyir izlemiştir. lbn Ebi Usaybi'a'nın naklettiğine göre lskenderiye'de tıp vb. ilimlerin öğretimi ile meşgul olan Abdülmelik b. Ebcer el-Kinani, Ömer b. Abdilaziz'in Mısır valiliği sırasında müslüman olmuş ve onun dostluğunu kazanmıştı. Bu dostluk Ömer b. Abdilaziz halife olduktan sonra da devam etmiş ve Abdülmelik b. Ebcer, gerektiğinde halifenin tedavisiyle de ilgilenmiştir. Tıp öğretiminin Antakya'ya intikalinde adı geçen doktorun başlıca rol oynadığı nakledilmektedir.



Trallesli (Aydın) İskender (ö. m. 605) de İslam'da tıp biliminin gelişmesine katkıda bulunmuş Bizanslı tabiplerdendir. Üroloji ve göz hastalıklarıyla ilgili eserlerinin yanısıra, oniki ciltlik bir tıp ansiklopedisi yazdığı bilinmektedir. Arapça'ya tercüme edilen eserleri arasında el-Künniiş, Kitübü 'Ileli'l-'Ayn ve Kitiibü'l-Birsüm zikredilmektedir.


Bizans hakimiyeti döneminde Antakya, Beyrut, Gazze, Hınıs, Urfa, Harran vs. merkezlerde de çeşitli bilim ve felsefe çalışmaları yapılmıştır. Her ne kadar bu merkezler, tabii afetler, siyasi ve dini bazı iç problemler ile Bizans-Sasani savaşları sebebiyle İslam fetihleri sırasında daha önceki parlak durumlarından uzaklaşmış iseler de eski geleneğin kısmen devam ettiği anlaşılmaktadır. Mabet ve kütüphanelerde bulunan eserler ve bazı ferdi gayretlerin ürünü olan çalışmaların varlığı, bunu göstermektedir. lslam döneminde Ömer b. Abdilaziz tarafından Antakya'nın, Mütevekkil­ Alellah tarafından da Harran'ın başlıca ilim ve kültür merkezleri olarak seçilmesinde bu tarihi geçmişin önemli payı olmalıdır. Yukarıda zikredilen bölgelerde yaşayan farklı dini ve etnik unsurların, tercümeler başta olmak üzere çeşitli ilmi faaliyetlerde ilk sıralarda yer aldıkları bilinmektedir.



lslam'ın ilk asırlarında gerçekleşen fetihler sırasında, Bizans hakimiyetindeki bazı eski bilim merkezlerinin müslümanların eline geçmesi, Bizans'taki bilim mirasının müslümanlara geçiş noktalarından birini oluşturur. Fetihler neticesinde lslam coğrafyası hızla genişlemiş ve müslümanlar önemli bir kısmını Sasani ve Bizans'tan kazandıkları bu topraklarda Hellenistik, Iran, Hint ve diğer kültürlerle yüz yüze gelmişlerdi. Salt fikri ve ilmi saikler yanında müslümanlar, kendi hakimiyetlerini pekiştirmek için onların sahip olduğu bilgi birikimini elde etme ihtiyacı hissettiler. Öte yandan bazen bu farklı kültür mensuplarıyla özellikle dini alanlarda ortaya çıkan tartışmalarda, kendi inanç ve düşüncelerini sistemli bir şekilde savunmak ve lslam'ın üstünlüğünü göstermek gerekmekteydi. Bu sebeplerden ötürü eski dünyanın ilim ve düşünce ürünlerini Arapça'ya çevirme gereği ortaya çıktı. Böylece II/VIII. yüzyıldan itibaren bazı şahısların özel merakı ve lslam halifelerinin girişimleriyle tercüme faaliyeti başlamış oldu.



Sa'id el-Endelüsi'nin de kaydettiği gibi-, İslamiyetin ilk dönemlerinde müslümanlar, daha önce de toplumda yaygın olan dil ve edebiyata ek olarak özellikle dini ahkamın bilinip yerleşmesine ağırlık verdiklerinden, diğer ilimlerle meşgul olmamışlardır. Bununla birlikte pratik ihtiyaçlar sebebiyle sınırlı derecede tıbbi bilgi ve uygulamaların varlığından söz edilmektedir. lslam öncesinde lran'a gidip Cündişapur medresesinde tıp tahsil etmiş olan Taifli Haris b. Kelede, "Arapların doktoru" (tabibü'l-'Arab) olarak şöhret kazanmıştı. Hz. Muhammed'in de tedavi için tavsiye ettiği Haris, Muaviye döneminde vefat edinceye kadar (ö. 33/653 veya 50/670?) bu mesleğini sürdürmüştür. Bundan başka, Haris'in oğlu Nadr, Ebu Rimse et-Teymi (veya lbn Ebi Rimse et-Temimi), Benu Evd kabilesinden Zeyneb, Muaviye'nin doktorları İbn Asal ve Ebu'l-Hakem ile Haccac b. Yusuf'un doktoru Teyazuk ve daha önce adı geçen Abdülmelik b. Ebcer, Abbasi döneminden önce yaşamış doktorlar arasında zikredilmektedirler.


Müslümanların yabancı kültürlerde ortaya çıkmış felsefe ve bilimi elde etmeye yönelik olarak gerçekleştirdikleri ilk tercüme faaliyeti, Emevi prensi Halid b. Yezid'e (ö. 85/704) dayandırılır. llk Emevi halifesi Muaviye'nin torunu olan ve "Mervan ailesinin filozofu (hakim)" olarak isimlendirilen Halid'in ilme yönelmesi, her ne kadar iktidarı ele geçirmekten ümidini kesmiş olmasına bağlanmakta ise de, onun ilk tercüme faaliyetlerini başlatmakla, özellikle lslam bilim tarihinde önemli bir dönüm noktasına damgasını vµrduğunda şüphe yoktur. Halid b. Yezid lskenderiyeli Rum asıllı rahip Marianus'tan (Mar Yuhanna) kimya öğrendiği gibi, Mısır'da yaşayan ve aynı zamanda iyi Arapça bilen bir gurup felsefe alimini Dımaşk'a davet ederek Yunanca ve Kobtça'dan tıp, astronomi ve kimya ile ilgili birçok eseri Arapça'ya tercüme etmelerini sağlamıştır. llk mütercimler arasında az önce adı geçen Marianus'la birlikte Stephanos'un (el-Kadim) ismi zikredildiği gibi, tercüme edilen eserler arasında da Galenos'un tıpla ilgili eseri bulunmaktaydı. lbnü'n-Nedim bu faaliyeti, lslam'da bir dilden diğer bir dile yapılan ilk tercüme olarak vasıflandırmakta ve bu faaliyette görev alan mütercimleri de "felasifetü'l-Yünaniyyin=Yunan felsefecileri" olarak isimlendirmektedir. V/XI. Yüzyıl astronomi alimlerinden lbnü's-Senbedi'den nakledildiğine göre, 435/ 1043 yılında vezir Ebu'l-Kasım Ali b. Ahmed el-Cürcani Kahire kütüphanesinin düzenlenmesini istemişti. Bu düzenlemeler sırasında, üzerinde "Emir Halid b. Yezid b. Muaviye'den alındığı" kaydedilen Batlamyus'tan (Ptolemaios) kalma bir küre (küreten nuhasen min 'ameli Batlamyus) dikkat çekmiş ve bunca zaman geçmiş olmasına rağmen kürenin muhafaza  edilmiş olması orada bulunanların hayretine neden olmuştu.

Halid b. Yezid'le başlayan tercüme hareketinin, Emevi halifelerinden Mervan b. Hakem ve Ömer b. Abdilaziz dönemlerinde pratik ihtiyaçlar sebebiyle tıp alanında yoğunlaştığı ve bu alanla sınırlı kaldığı anlaşılmaktadır. Yukarıda belirtildiği gibi, lskenderiyeli tabiplerden Ahron'un eseri, Maserceveyh tarafından Mervan döneminde Arapça'ya çevrilmiş, yine lskenderiyeli tabip Abdülmelik b. Ebcer, Ömer b. Abdilaziz tarafından istihdam edilmiştir.


Abbasi halifesi Ebu Ca'fer el-Mansur döneminde gerçekleşen genel ilmi faaliyetlere paralel olarak, tercüme hareketi de hız kazanmış ve daha geniş alanları kapsamaya başlamıştır. Mansur, hadis, fıkıh, dil ve edebiyat gibi geleneksel ilimlerin yanısıra mantık, felsefe, matematik, geometri, astronomi ve tıp gibi akli ve tecrübi ilimlere karşı da büyük ilgi duymaktaydı. Kelfle ve Dimne'yi Arapça'ya kazandırmakla meşhur lranlı mühtedi İbnü'l-Mukaffa', Aristo'nun Organon adlı eserinin ilk üç kitabı ile Porphyrius'un Eisagoge'sini (İsagucl) bu dönemde çevirmiştir. Abbasi sarayında birkaç nesil hizmet verecek olan Bahtişu ailesinden Cündişapur tıp okulu başkanı Curcis (Georgios) b. Bahtişu'yu Bağdat'a davet edip saray başhekimi olarak görevlendiren Mansur, ona Grekçe ve Farsça'dan tercümeler yaptırmıştır. İbn Haldun'un naklettiğine göre Ebu Ca'fer el­ Mansur, İmparator V. Konstantinos'a elçi göndererek eski Yunan bilimine ait eserlerin (kütübü't-te'alim) gönderilmesini istemiştir. Halifenin bu ricasına imparator, Euclides'in hendeseye dair Elemento Geometricae (Les Elements) adlı eserini ve fen bilimleri alanındaki bazı kitapları (kütü­ bü 't-tabi'ayat) göndermek suretiyle karşılık vermiştir. Usulü'l-Hendese (Kitabü'l-Usüllel-'Anasıru'l-ülil) adıyla Arapça'ya çevrilen Euclides'in eseri, İbn Haldun'a göre konuyla ilgili en muhtevalı eser olup, Halife Mansur zamanında Arapça'ya çevrilen ilk eser olma özelliği taşımaktadır. Eser, değişik zamanlarda Haccac b. Yusuf b. Matar, Huneyn b. İshak ve Sabit b. Kurra tarafından ayrı ayrı terçüme edilmiştir. İbn Haldun, imparator tarafından gönderilen eserleri okuyup inceleyen müslümanların, Bizans'ta bulunan başka eserleri de elde etme konusunda kesin karar verdiklerini de eklemektedir. Bizans'tan getirtilenlerle birlikte, toplanan eserler için Halife Mansur'un sarayında Hizanetü'l-Hikme adı verilen özel bir kütüphane oluşturuldu ki, bu kütüphane daha sonra Me'mun tarafından kurulacak olan Beytü'l-Hikme'nin temelini oluşturmuştur. Mansur'un girişimleriyle buradaki eserlerin tercümesine başlanmış, ancak bu tercümeler sınırlı bir düzeyde kalmıştır.


Halife Ebu Ca'fer el-Mansur tarafından imparator V. Konstantinos'a elçi olarak gönderilmiş olan 'Umare b. Hamza'nın, görevini ifa ettikten sonra döndüğünde halifeye aktardığı gezi izlenimleri arasında Bizans'taki bazı teknik, kimyevi ve tıbbi uygulamalarla ilgili ipuçları bulunmaktadır. lbnü'l-Fakih'in rivayetine göre elçinin karşılanışı sırasında birer canlı arslan gibi kükreyen ve elçi yaklaştığında susan suni arslanlar, insanı adeta kesecekmiş gibi sağlı-sollu hareket eden ve yine yaklaşıldığında duran iki kılıç ve farklı renklerde duman oluşturan bir mekanizma kurulmuştu. 'Umare'yi güzel bir şekilde ağırlayan imparator, bir gün onu yanına alarak bir gezinti yapmış ve ona tedavi amaçlı olarak kullanılan bazı bitkilerle, kimya (simya=alşimı) alanında bakır ve kurşundan/kalaydan (risas) altın ve gümüş elde etmeye yönelik birtakım uygulamalar göstermişti. Aynı kaynağın kaydettiğine göre, 'Umare'nin imparatorla birlikte izlemiş olduğu, bazı metallerden altın ve gümüş elde etmeyi amaçlayan teknik çalışmalarla ilgili anlattıkları, halifenin kimyaya özel ilgi duymasına neden olmuştu.



Halife Mehdi-Billah dönemi için, saray müneccimliğini yürüten ve özellikle askeri seferler konusunda danışmanlık yaptığı bilinen Rum asıllı Theophilos b. Turna er-Ruhavi( ö. 169/785) dikkat çekmektedir. Homeros'un llyada ve Odysseia'sını tercüme etmiş olan Theophilos'un astroloji ile ilgili eserleri, etkisi XII. yüzyıl Bizans'ına da yansıyan Ortaçağın en orijinal ve önemli Grekçe kaynakları arasındadır. Aristoteles'e ait Organon'un son kitabı De Sophisticis Elenchis'i Süryanice'ye çevirmiş, eseri Arapça'ya tercüme eden Yahya b. Adiy, Theophilos'un bu çevirisini esas almıştır.


Halife Harun er-Reşid, Bizans'ın Amorion (Amuriyye) ve Ankara gibi şehirlerinde gerçekleştirilen kuşatmalar sırasında ele geçirilen kitapların muhafaza edilmesini özellikle emretmiştir. Dönemin ileri gelen ilim adamlarından oluşturduğu bir ekibi önemli gördükleri tıp, felsefe, astronomi vb. ilimlere dair eserleri elde etmekle görevlendirmiş ve bu şeklide birçok ünlü eserin Bağdat'a getirilmesini sağlamıştır. Bağdat'ta toplanan eserler, Halifenin görevlendirdiği dönemin meşhur doktorlarından Yuhanna/Yahya b. Maseveyh'in başkanlığındaki bir heyet tarafından tercüme edilmiştir. Yuhanna b. Maseveyh, Harun er-Reşid döneminde olduğu gibi Mütevekkil zamanı dahil olmak üzere daha sonraki halifeler döneminde de özellikle tıp öğretimi ve tercüme gibi ilmi faaliyetlerde aktif görevler üstlenmeye devam etmiştir. Harun er-Reşid döneminde telif ve tercüme edilen eserlerin daha önce Mansur tarafından düzenlenmiş olan Hizanetü'l-Hikme'ye sığmaması ve Bizans'tan getirilenler dahil, toplanan eserlerin değerlendirilmesi için sarayda aynı adla (veya Beytü'l­ Hikme olarak) zikredilen daha geniş bir kütüphane kurulmuş olması, dönemin ilmi faaliyetleri hakkında bir fikir vermektedir. lbnü'n-Nedim, Euclides'in eserinin Haccac b. Yüsufb. Matar tarafından Usülü'l-Hendese adıyla önce Harun er-Reşid zamanında, sonra da Me'mun döneminde tercüme edildiğini, bunlardan birincisine "el-Harfini", daha güvenilir olan ikincisine ise "el-Me'muni" denildiğini nakletmekte ve eserin başka mütercimler tarafından da Arapça'ya çevrildiğini belirtmektedir. Tabiat filozofu ve en meşhur lslam kimyacısı Cabir b. Hayyan'la (ö. 200/815) ilgili bir rivayet, kimya, felsefe ve tıp alanlarında onlarca eser yazmış olan bu çok yönlü bilim adamının bilgi kaynakları arasında, Bizans'tan temin edilen eserlerin de yer aldığını göstermesi açısından dikkat çekicidir. Cildeki'nin Bermeke adlı eserinden nakledildiğine göre Cabir, dostluğunu kazandığı Harun er-Reşid'e müracaat ederek kendisine lstanbul'dan bazı kitapların getirtilmesini sağlamıştı. Harun er-Reşid döneminde Bermeki ailesi de tercüme ve diğer ilmi faaliyetleri desteklemekteydi. Mesela lbnü'n-Nedim'in kimya ile ilgilenen felsefeciler arasında saydığı vezir Yahya b. Halid, Hint kaynaklı olanların yanısıra Yunan bilim ve felsefesine ait kitaplara da ilgi duymuş ve Haccac b. Yusuf b. Matar'a Batlamyus'un Kitiibü'l-Mecisti'sini tercüme ettirmiştir.


Klasik felsefe ve tabiat bilimlerine en çok ilgi duyan ve bu ilimlerin elde edilebilmesi için gerek bilimadamlarını destekleme, gerekse kurumlar oluşturma yoluyla en fazla katkıda bulunan kimse, Halife Me'mun olmuştur. Me'mun tarafından 832 yılında kurulan Beytü'l-Hikme (Darü'l­ Hikme), ilim ve tercüme faaliyetlerine altın çağını yaşatan bir ilim merkezi olarak tarihteki yerini almıştır. Me'mun, Bizans'a karşı gerçekleştirdiği başarılı bir sefer sırasında toplattığı kitapları, beraberinde Bağdat'a getirmiştir. Bunun yanında, gerek ülke içindeki kilise okullarından, gerekse komşu ülkelerden ve Kıbrıs'tan, satın alma vb. yollarla sağlanan eserlerle birlikte Beytü'l-Hikme'nin kuruluşunu gerçekleştirmiştir. Dönemin en meşhur bilimadamlarının istihdam edildiği bu kurumda tbnü'n-Nedim'e göre, Grekçe'den Süryanice aracılığıyla Arapça'ya veya doğrudan Grekçe'den Arapça'ya tercüme yapanların sayısı kırktan fazlaydı. Me'mun'un sadece Grekçe'den yaptırdığı tercümeler için 300.000 dinar harcadığı, Huneyn b. İshak gibi bazı mütercimlere ise tercüme ettikleri eser ağırlığında altın hediye ettiği rivayet edilmektedir. tbnü'n-Nedim, Me'mun'la çağdaş Bizans imparatoru (muhtemelen Theophilos) arasında birçok yazışmalar gerçekleştiğini belirttikten sonra, halifenin imparatora mektup yazıp Bizans'taki eski Yunan yazmaları arasında önemli bazı eserlerin temini için izin istediğini, teklife başlangıçta olumsuz bakan imparatorun daha sonra halifenin bu isteğini kabul ettiğini kaydeder. Bunun üzerine Me'mun, aralarında dönemin meşhur tercüman ve ilim adamlarından Haccac b. Yusuf b. Matar, Yuhanna b. el-Batrik ve Beytü'l-Hikme'nin "sahibi" olarak adlandırılan Selm'in de (Salim?) bulunduğu bir gurubu Bizans'a gönderir. Yuhanna b. Maseveyh'in de içerisinde yer aldığı belirtilen bu heyet, Bizans'tan getirdiği felsefe, matematik, tıp ve musiki'ye dair eserleri yine halifenin isteği üzerine Arapça'ya tercüme etmiştir. Me'mun'un ilme merakını vurgulayan Sa'id el-Endelüsi, onun Bizans imparatorlarına kıymetli hediyeler gönderip felsefe kitaplarının temini için aracı olmaları ricasında bulunduğunu belirttikten sonra, halifenin bu isteğine karşılık imparatorların da Platon, Aristoteles, Hippokrates, Galenos, Euclides ve Batlamyus gibi filozof ve tabiat bilimcilerine ait eserleri gönderdiklerini kaydetmektedir.


Me'mun'un Bizans'a gönderdiği ilim heyeti içerisinde yer alan lbn Batrik biraz mübalağalı bir uslüpla klasik eserleri elde etmek amacıyla yaptığı faaliyetleri şöyle anlatır: "Filozofların sırlarını (eserlerini) sakladıkları mabetlerden hiçbirini bırakmadan gezdim. Aradığımı yanlarında bulabileceğimi umduğum en büyük rahipleri dolaştım. En sonunda Asklepios'un kendisi için yaptırdığı mabede vardım. Orada alim ve anlayışlı bir rahiple dostluk kurdum. Bir yolunu bularak kitapların bulunduğu mabede girmeyi başardım. Onların arasında aradığımı buldum ve istenileni elde etmiş olarak döndüm. Şimdi onu Yunanca'dan Arapça'ya tercüme etmekteyim."


Kendisinden barış isteyen Kıbrıs valisine Halife Me'mun'un ileri sürdüğü şartlar arasında, adada bulunan Yunan felsefe klasiklerinin gönderilmesi de yer almaktaydı. Kıbrıs 'ta bir depoda bulunduğu belirtilen eserler, anlaşma gereği halifeye gönderilmiş ve o da bu kitaplarla ilgilenmek üzere Beytü'l-Hikme'nin "sahibi" Sehl b. Harun'a göndermişti. Me'mun'un eski Yunan bilimine ait eserlerin toplanması amacıyla Sicilya'ya da görevliler gönderdiği rivayet edilmektedir.



Gerek halifelerin girişimleri ve gerekse alimlerin ferdi çabaları sonucu Bizans'tan çeşitli ilimlere dair birçok eser getirildiği kaydedilmekle birlikte, kitapların isimleri ve müellifleri konusunda açık bilgiler verilmemektedir. Bununla birlikte bazı rivayetler bu hususta bir fikir edinmeye yardımcı olacak mahiyettedir. Konu işlenirken zikredilenlerin yanında lbnü'l-Kıfti'nin naklettiğine göre Me'mun döneminde Bizans'tan getirilen eserler arasında Pergeli (Pergaeus) meşhur matematikçi Apollonios'un (ö. m.ö. 190?) İslam dünyasında Kitabü'l-Mahrutat adıyla bilinen konilerle ilgili sekiz kitaptan oluşan Kônika adlı eserinin birinci bölümü de bulunmaktaydı. Eskiçağın en büyük ilmi kaynaklarından biri olarak kabul edilen bu eserin daha sonra ilk dört kitabı Hilal b. Ebi Hilal el-Hınısi, diğerleri ise Sabit b. Kurra tarafından Arapça'ya çevrilmiş ve Ben omosa kardeşler tarafından da ıslah edilmiştir. Bugünün geometri ilmini doğrudan etkileyen ve araştırmacılarca dahiyane kabul edilen orijinal tesbitler içeren eser, uzun yıllar sahasında başvuru kaynağı olma özelliğini sürdürmüştür.


Bizans'ta bulunan eski Yunan bilimine ait eserlere büyük ilgi duyan ve bir kısmını ülkesine getirten Halife Me'mun'un bu ilgisi, sadece eserlerle sınırlı kalmamış, klasik ilimlerin o gün yaşayan temsilcilerini de kapsamıştır. Bu temsilcilerden biri, şöhreti talebeleri vasıtasıyla Bizans sınırları dışına taşarak Bağdat'a kadar ulaşan matematik, astroloji ve felsefe alimi Leon'dur (ö. 869?). Leon'un, özellikle birbirinden belirli uzaklıktaki yüksek tepeler üzerinde oluşturulan ışık işaretleri sayesinde, Arap akınlarını kısa sürede başkente bildirmek üzere bir mekanizma icad ettiği ve daha bol ürün elde etme amacıyla geliştirdiği yöntemlerin Mu'tasım dönemindeki Amorion kuşatmasında (m. 838) uygulanarak halkın açlık tehlikesine karşı olumlu sonuçlar elde edildiği rivayet edilmektedir. Leon'a mektup yazarak onu sarayına davet eden Halife Me'mun'un, bu girişiminde başarılı olamadığı belirtilmektedir. Çünkü halifenin mektubundan haberdar edilen İmparator Theophilos, Leon'un ücretini artırdığı gibi, onu İstanbul'un önemli kiliselerinden birine tayin etmişti. Me'mun bizzat imparatora mektup göndererek kısa bir süre için dahi olsa Leon'un Bağdat'a gelmesine izin vermesini rica etti. Halife mektubunda imparatora, isteğini yerine getirdiği takdirde bunu bir dostluk işareti sayarak kalıcı bir barış imzalayacağına söz vermekte, bunun yanında 2.000 dinar altın teklifinde bulunmaktaydı. Bütün bu girişimlerine rağmen Me'mun, imparatordan olumlu bir cevap alamamıştır.


Kitabü'l-Hıyel adlı eserle tanınan ve Me'mun'un isteği üzerine dünyanın enlem ve boylamlarını tesbit ettikleri bilinen Benu Musa kardeşler, dönemin bilimlerini elde etmek amacıyla maddi hiçbir fedakarlıktan kaçınmamışlardır. Klasik kaynakların tercümesi için Huneyn b. İshak, Hubeyş b. Hasan ve Sabit b. Kurra'nın da aralarında bulunduğu mütercimlere, aylık 500 dinar ödedikleri kaydedilmektedir. Huneyn b. İshak gibi meşhur bilginleri Bizans'a göndererek felsefe, geometri, musıki, aritmetik ve tıp alanında birçok eserin satın alınarak İslam ülkesine getirilip tercüme edilmesini sağlamışlardır. Kusta b. Luka el-Ba'albeki de Bizans'tan eser getirip tercüme faaliyetlerine katılanlar arasında zikredilmektedir. Astronomi ve astroloji bilgini (müneccim) Yahya b. Ebi Mansur'un Me'mun'un Bizans topraklarına düzenlediği bir sefer sırasında vefat ettiği kaydedilir.



Halife Vasık-Billah döneminde bilimsel gezi ve gözlem amacıyla Bizans'a ilimadamı gönderilmesi, Abbasi devleti ile Bizans arasındaki bilimsel ilişkilerin farklı bir boyutunu teşkil eder. Vasık, Ashab-ı Kehf'e ait olduğu söylenen Efes'teki mağarada incelemeler yapmak üzere dönemin meşhur alimlerinden Muhammed b. Musa el-Harizmi'yi (el-Müneccim) Bizans'a gönderir. Halife aynı zamanda İmparator III. Mikhail'e (842) de bir mektup yazarak araştırmacıya gerekli kolaylığın sağlanmasını rica eder. İmparator gerekli izni verdiği gibi araştırmacıya yardımcı olmak üzere bir de rehber görevlendirir. Rehberle birlikte mağaranın bulunduğu dağlık bölgeye tırmanan Harizmi, içerisinde cesetlerin muhafaza edildiği ve taştan bir kapıyla kapatılmış olan bölüme kadar gelir. Burada iki hadım hizmetçiyle birlikte görev yapan muhafızla karşılaşır. Ziyaretçilerden bir miktar maddi gelir de elde ettikleri anlaşılan mağara görevlileri, cesetlere dokunulduğu takdirde herhangi bir uğursuzluk gelebileceğini belirterek içeriye girilmesine engel olmak isterlerse de Harizmi, sorumluluğu üzerine aldığını beyan eder ve ısrarı neticesinde içeriye girmeyi başarır. Cesetler üzerinde inceleme yapan Harizmi, bunlar için çeşitli bitkisel ilaçlar kullanıldığını, ayrıca sapasağlam oldukları izlenimi vermek için kılların vücut üzerine ekilmesi gibi bazı yollara başvurulmuş olduğunu müşahede eder. Bu arada istek üzerine mağara görevlileri tarafından getirilen yemeğin de zehirleme amacına yönelik olarak hazırlandığı anlaşılır. Harizmi'ye göre bu, içerideki cesetlerin Ashab-ı Kehf'e ait olduğuna dair söylenenlerin asılsızlığını örtbas etmek için görevlilerin başvurduğu bir tedbirdi. Sapasağlam cesetlerle karşılaşacağı ümidiyle uzun yolculuk ve sıkıntıya katlanmış olan Harizmi, uğradığı hayal kırıklığını mağara muhafızına ifade ettikten sonra oradan ayrılır.


Yunan biliminin müslümanlara geçişinde İslam toplumunda yaşayan birçok alimin önemli rol oynadığı görülmektedir. Bu alimlerden biri, Hireli lbad kabilesine mensup Nesturi hıristiyanlarından eczacı bir babanın oğlu olan Huneyn b. lshak'tır (194-260/809-873). Huneyn, Bağdat'ta dönemin meşhur saray doktorlarından Yuhanna b. Maseveyh'ten tıp tahsiline devam ettiği sırada, giderek zorlaşmaya başlayan çetrefilli ve ısrarlı soruları üzerine hocası tarafından kovulur. Bu durumu içine sindiremeyen Huneyn, hocasının daha çok para kazandıracağını belirterek tavsiye ettiği sarraflık yerine Bizans'a (biladü'r-Rum) gitmeyi tercih eder. Huneyn'ın konumuzla ilgisi özellikle bu noktada başlamaktadır. İlgili kaynaklardaki rivayetlerden Huneyn'in birçok Bizans şehrine gittiği ve buralarda sadece dil öğrenmekle kalmayıp ilim tahsil ettiği de anlaşılmaktadır. lbnü'n-Nedim, klasik eserler elde etmek için diyar diyar dolaşan Huneyn'ın bu arada Bizans'a da (beledü'r-Rum) gittiğini naklederken lbnü'l-Kıfti, felsefeye (hikmet) dair eserleri elde etmek amacıyla Bizans'a (biladü'r-Rum) giden Huneyn'in, gittiği yerlerde Grekçe'yi de öğrendiğini ve önemli felsefi eserlerle döndüğünü açık bir şekilde belirtir. İbn Ebi Usaybi'a ise tercüme etmeyi düşündüğü kitapları elde etmek için birçok ülkelere (bilad) giden Huneyn'in, bu arada Bizans topraklarının en uç noktasına kadar (ila aksa biladi'r-Rum) ulaştığını kaydeder.

Birkaç yıl sonra Bizans kıyafetleriyle Bağdat'a dönen Huneyn'in arkadaşlarını hayrete düşürecek şekilde Homeros'tan şiirler okuması ve yanında getirip tercüme ettiği Galenos'un tıbbi ameliyatlarla ilgili bir eseri hakkında, mütercimi söylenmeden kendisine gösterilen Yuhanna Maseveyh'in oldukça mübalağalı övgülerde bulunmuş olması, Huneyn'in Bizans'tan ne kadar verimli bir şekilde döndüğü hususunda fikir vermektedir. Bundan sonra Huneyn, hocası Yuhanna ile arasını düzeltmiş ve onun desteğini kazanmış olarak ilmi faaliyetlerine devam etmiş ve gerek halifeler ve gerekse Benu Musa b. Şakir'in himayeleriyle verimli tercümelerde bulunmuştur. Halife Me'mun'un, Grekçe tıp kitaplarını Arapça'ya çevirmek ve başkaları tarafından yapılmış olan çevirileri kontrol etmekle görevlendirdiği Huneyn'e, tercüme ettiği eserlerin ağırlığınca altın verdiği rivayet edilmektedir. Eski ve Yeni Ahid ile Euclides, Hippokrates, Arşimedes, Apollonios ve Platon'un bazı eserlerini Arapça'ya kazandırdığı gibi, gerek Bizans ve gerekse İslam tıbbına önemli derecede etkileri bulunan Bergamalı (Pergamon) tabip ve filozof Galenos'un birçok eserini Süryanice ve Arapça'ya çevirmiştir. Huneyn b. İshak, Halife Mütevekkil'in dostu ve katibi Ali b. Yahya el-Müneccim (ö. 275/888-89) için yazdığı risalede Galenos'un eserleri ile, kendisi tarafından yapılanlar başta olmak üzere, bu eserlerin Süryanice ve Arapça tercümeleri hakkında bilgi vermektedir.


Harranlı meşhur Sabii alim ve mütercim Sabit b. Kurra'nın da (ö. 288/901) Bizans topraklarından döndükten sonra Benu Musa kardeşlerden Muhammed'in dikkatini çekmiş olması burada hatırlanmaya değer görülmektedir. Ayrıca matematik, astronomi, tıp ve musıki alanlarında şöhret kazanmış Suriyeli hıristiyan felsefecilerden muhtemelen Rum asıllı Kusta (Konstans?) b. Luka el-Ba'albekl'nin de Bizans'a gidip oradan birçok eserle Suriye'ye döndüğü ve bundan sonra Yunanca'dan Arapça'ya tercümeler yapmak üzere Bağdat'a davet edildiği bilinmektedir.


Sonuç olarak denilebilir ki, Greko-Romen ve Hellenistik kültürün varisi olan Bizans'ta, zaman zaman dini ve sosyal sebeplerden kaynaklanan kesintiler görülmüş olmakla birlikte, klasik bilim ve felsefe geleneği, değişik zamanlarda ve belirli alanlarda önem kazanan bazı merkezlerde devam etmiştir. Bu yapısıyla Bizans, Grek düşüncesi ve biliminin müslümanlara geçişinde önemli boyutlarda rol oynamıştır. Bizans'ın bu fonksiyonu şu şekilde tesbit edilebilir:


a). İskenderiye, Antakya, Gazze, Beyrut, Urfa ve Harran gibi, belirli dönemlerde ilim ve kültür merkezi haline gelmiş şehirlerin müslümanlar tarafından fethedilmesiyle, tercüme ve diğer ilmi faaliyetlerini sürdürmeye çalışan veya bu potansiyele sahip olan yerli unsurlar, İslam hakimiyetine girmiş bulunmaktaydı. İslam dönemindeki ilmi faaliyetlerde bu yerli unsurlardan büyük ölçüde istifade edildiği gibi, çeşitli mabet ve kütüphanelerde bulunan eserler de değerlendirilmeye çalışılmıştır. 


b). Bizans topraklarına düzenlenen seferler sırasında ele geçirilen kitaplar, hilafet merkezine getirilmiş ve oluşturulan kütüphanelere konularak muhafazası sağlanmıştır.


Halife Ebu Ca'fer el-Mansur ve Me'mun örneklerinde olduğu gibi bizzat halifeler tarafından Bizans imparatorlarına mektuplar yazılarak klasik eserlerin gönderilmesi veya temininde kolaylık gösterilmesi istenmiştir. Hatta klasik eserlerin gönderilmesi barış anlaşmalarına konu olmuştur.


Resmi girişimlerden ayrı olarak Benu Musa ve Huneyn b. İshak örneklerinde olduğu gibi, Bizans'a bizzat gitmek veya bilim adamlarını göndermek suretiyle gerçekleştirilen özel teşebbüslerle, birçok eserin elde edilmesi ve Grekçe'nin ileri düzeyde öğrenilmesi mümkün olmuştur.


Resmi veya özel girişimler neticesinde toplama, satın alma vb. yollarla elde edilen eserler, etnik köken ve din farkı gözetilmeksizin görevlendirilen şahıslara tercüme ettirilmiştir. Hizanetü'l-Hikme ve Beytü'l-Hikme'nin ilmi zenginliğe kavuşmasında bu eserlerin ve gayri müslim unsurların hatırı sayılır bir yeri olmuştur.


Yukarıdaki yollarla Bizans'tan sağlanan klasik eserlerle İslam toplumu, sadece Yunan filozoflarını değil Theon, Proklos, Ammonios, Simplikios, Ioannes Philoponos gibi Bizans felsefe ve tabiat bilimcilerinin yorumlarını, görüşlerini de öğrenme imkanı bulmuştur.


Bilim alanındaki ilişkiler yaşayan bilim adamlarıyla da ilgili olmuştur. Me'mun, şöhretini duyduğu Bizans filozof ve matematikçisi Leon'u Bağdat'a getirebilmek için başarısızlıkla sonuçlanan bir girişimde bulunmuş, buna karşılık Vasık, imparatora gönderdiği mektupla, Ashab-ı Kehf'e ait olduğu söylenen mağarada incelemeler yapacak olan Harizmi'ye gerekli kolaylığın gösterilmesini sağlamıştır.



Casim Avcı’nın İslam Bizans İlişkileri Adlı Kitabından Alıntılanmıştır.

31 Ocak 2023 Salı

Mardin Ulu Camii

 


Türk Soylu Halklarda Ruh, Ölüm Tasavvuru (Defin, Yas ve Şölenler)-1

 


Ruh İnancı


İnsanlar ve hayvanlarla, daha genel bir ifadeyle nefes alıp veren bütün canlılardaki hayat belirtisine Türkler ve Türklerle akraba halklar, “Odem” adı verirler (Altay Tatarları ve Yakutlarda, tin, Moğollar, Buryatlar ve Kalmuklarda da amin veya ämin). Ölüm anında bu “Odem” ağız ve burun delikleri vasıtasıyla bedeni terk eder ve buhar gibi hiçbir iz bırakmadan ortadan kaybolur. Pallas’ın aktardığına göre Moğollar “Odem”in (amin), bütün vücuda yayılmış durumda olduğuna ve hayatla beraber ortadan kaybolduğuna inanırlar. Altay Tatarları, “Odem”in vücudu terk edişinin duyulabileceğini, bu esnada ölen kişinin bedeninde sanki bir şeyler yırtılırmışçasına sesler çıktığına inanırlar. “Odem’in bedeni terk edişiyle beraber, ölüm geldiği için de “Odem” kelimesi hayat, hayat ısısı, yaşama gücü anlamlarını taşır. Altay Tatarlarının dilinde geçen ve “yaşayan, canlı” anlamına gelen “tindu” kelimesi, bazen çok keskin bir silâhı tarif etmek için bile kullanılırken, büyümekte olan bir ağacı veya taze otları belirtmek için hiç kullanılmaz.


Tetkik ettiğimiz halkların kültürlerinde ölüm anında bedenden çıkıp giden bu “Odem” kavramıyla, aslında bedenden bağımsız bir insan ruhu kastedilmediğinden, ona bizim anladığımız anlamda ruh adını veremeyiz. Ama zaman içerisinde ve yabancı kültürlerin etkisiyle, “Odem” bu anlamı da içinde barındırmaya başlamıştır. Bu sebeple, meselâ Teleütlerde: “tin”ini düşünmüyor musun, “tin”in ileride bunun acısını çekecek” şeklinde ifadelere rastlanmaktadır. Bu “tin” kelimesi, Teleütler tarafından bugün de şamanlarının “ruh hayvanı”ndan (Tin bura) bahsederken kullanılır. 


Her ne kadar “Odemin bedeni terk etmesi” tasavvuru insanların ölüm anına ilişkin gözlemleri içeriyorsa da, bu “ruh inancı”nın kökenleri muhtemelen başka gözlemlere dayanmaktadır. Yaygın inanışlara göre insan ruhu, insan bedenini çoğunlukla “Odem” bedenden ayrılmadan önce terk eder. İnsan ruhu, insan hayatta ve sağlıklı iken de insana hiçbir zarar vermeden onun bedeninden ayrılıp bir süre dışarıda dolaşabilir. “İnsan ruhu”nun kendi isteği ile çıktığı bu gezintiler, genelde uyku esnasında gerçekleşir ve bu gezintiler esnasında ruh insanın ölümlü gözleri ve kulakları ile görüp duyamayacağı bazı şeyleri de görür ve duyar. Bu gezintiler esnasında görüp duydukları,  ruhun hatıraları arasına girer ve Buryatlara göre, insanın başkalarına “rüyamda gördüm” diye anlattıkları da aslında bu hatıralardır.


İnsanın uyku veya uykuya yakın hâllerde serbest kalan ruhu, o kişinin bilincine sahip bir başka benliği temsil eder. Kişinin bedeni bilincini yitirmiş durumdadır, ama ruhu; bilinci, istekleri ve algıları olan bir varlık olarak seyahât hâlindedir. Bu sebeple, “insan ruhunu” ifade eden kelime, kimi zaman da “bilinç” kavramını da ifade eder. Ruh, insan bedeninin dışına yaptığı seyahâtler esnasında yolunu yitirmez yahut yolda kendisini bekleyen tehlikelerin üstesinden gelirse, er veya geç evine geri döner.


İnanışlara göre sadece uyku hâllerinde değil, hastalık hâllerinde de ruh bedenden ayrılır. Hastanın yüzünün solmasıyla, ölünün yüzünün solması arasında benzerlik kurulması, “eski görünümün kaybolması”nın hastalık ve ölümle yakın ilişkisi olduğunu düşündürür. Bu solgunluğun, hastalığın bir emaresi değil de, sebebi olduğuna inanılır. İnsanlar, ilkel dönemlerinde sebep ve sonuç ilişkilerini bazen yanlış kurmuşlardır. Rûyalarında veya sanrılarında başka kişilerin “görüntülerini” gören insanlar, bu sebeple kendi gölgelerini veya suyun yüzeyinde görünen yansımalarını insan bedeninden bağımsız başka varlıklar olarak tahayyül etmişlerdir. Bu muhtelif gözlemlerin bir araya gelmesi sonucu, kişiler bu “görüntü” veya gölgelerin insanın bir parçası olduğuna, insan bedeninin dışında bağımsız bir hayat sürdüğüne ve bedeni terk etmesi durumunda bunun hastalık, hâtta ölüme yol açacağını tasavvur etmişlerdir. Hasta insanın gezintiye çıkan “ruh“u, uyku hâlinde iken gezintiye çıkan ”ruh”u gibi insanın gerçek kendisini, yâni benliğini temsil etmez, dolayısıyla hastanın bilinci tamamen yerinde-ve dolayısı ile bedeninde-olabilir. Hastanın benliği, kendi “gölge ruhu”nun bedenin dışında neler yaptığı hakkında bir bilgisi yoktur ve insanın bedeniyle, ruhu birbirlerinden bağımsız hayatlar sürebilen iki ayrı benlik ortaya koyarlar.


Türk ve Moğol halklarının inançları arasında bu konuda pek çok misâle rastlamak mümkün olmakla birlikte, ne Türklerde ne Moğollarda, ne de diğer halkların ruhlarla ilgili inançlarında bütüncül ve kendi içinde çelişki taşımayan bir ruh inanç sistemi bulamayız. Diğer inanç tasavvurları gibi, ruha dair olanlar da aslında çeşitli fikirlerin bir araya getirilmesinden doğan bir inançlar manzumesi teşkil etmektedir. Halkların inanç tasavvurlarını meydana getiren fikir yapısı, tabi olarak eğitilmiş bir düşünce yapısı değildir. Tylor ve benzeri araştırmacılar gibi, öğrenme yoluyla edindiğimiz kavramları, ilkel toplumların ruh inançlarıyla değerlendirmeye kalktığımız takdirde, bu bizi açık bir yanılgıya sürükleyecektir. Bu sebeple, çabalarımızı bu toplulukların hayâl güçlerini tanımaya ve anlamaya yoğunlaştırdığımızda, onların düşünce yapılarını şekillendiren temel olay ve gözlemleri kavramak daha mümkündür.


Bu “görüntü”lerin, kişinin varlığı (var oluşu) açısından ne derece büyük bir öneme sahip olduğunu bu halkların “gezmek” için insanın bedeninden ruhtan bahsederken, bunun için kullandıkları; “görünüm”, “şekil”, “yansıma”, “gölge” veya “suret” gibi aslında başka anlamlarda kullandıkları kelimelerden de anlamak mümkündür. “Ruh”un ortaya çıkış şekillerinin söz konusu insanın kendisiyle gizli bir ilişkisi olduğuna inanılır. Turhansk bölgesindeki araştırmalarım esnasında Tunguzlar bana; insanın sudaki aksine bakmasının kötü bir şey olduğunu, insanın bu yüzden delirebileceğini anlatmışlardı. Çeremis kızlarıysa, aynada kendi akislerini gördüklerinde aynayı İdil Tatarlarının usûllerine uygun olarak öpüp, aynaya “benim görüntümü alma” derler. Burada “görüntü” anlamında kullandıkları kelime, dillerine girmiş yabancı bir kelime olup, Abakan Tatarları’nın dilinde “insanın ruh”, “ruh”, “cin” anlamlarına gelmektedir. Aynı şekilde Kareller ve Voteler de durgun suya bakmaya korkarlar, zira suyun sathının bakanın “görüntüsü”nü veya “ruhunu” çalabileceğine ve bunun sonunda da yüzlerinin solup hastalanacaklarına inanırlar.


İnsan ve gölgesi arasında da aynı hayatî bir irtibat olduğuna dair inanç da bunlar arasındadır. Yakutlar, bir insanın gölgesinin kaybolmasının uğursuzluk getireceğine, bazı bölgelerde bir insanın üç tane gölgesi olup, bunlardan bir veya ikisini kaybettiğinde, insanın hasta, üçüncüsünün kaybolması hâlinde kişinin öleceğine inanırlar. Bu “üç gölge” tasavvuru muhtemelen daha geç dönemlerde ortaya çıkmış olmalıdır. Ölüler ise, zaten artık kendileri gölge varlıklar hâlini aldıkları için, gölgeleri olmaz. Gölgenin bu derece büyük bir öneme sahip olması münasebetiyle, ona karşı çok dikkâtli ve saygılı hareket edilir, meselâ Yakutlar çocuklarına kendi gölgeleriyle oynamayı, Tunguzlarsa, başka birinin gölgesine basmayı yasaklarlar. İnanışa göre gölge, ışıktan kaçan bir varlıktır ve daima ışığın olmadığı tarafa saklanır.


Yukarıda bahsi geçmiş olduğu gibi “gölge ruh” için kullanılan kelime “suret”, “cin”, “ruh” ve nadiren de olsa “ruh sureti” anlamında kullanılabilmektedir. “Suret” ve “asıl” kendisi arasında çok yakın bir ilişki olduğuna ve “surete” yapılan her hangi bir muamelenin “asıl” üzerinde de etkili olacağına inanılır. Resimlerin büyü amaçlı olarak kullanılmasının temelinde bu inanç yatar. Meselâ, sığırı öldürülen bir Yakut, tahtadan bir insan figürü hazırlar, bir yandan hayvandan geri kalanları yakarken, bir yandan da tahta yontuyu ateşe tutarak, hayvanını kimin çalıp öldürdüğünü öğrenmek için, ardından şüphelendiği kimselerin isimlerini saymaya başlar. İnanca göre, hırsızın adını söylediğinde, tahtadan heykel sureti kafasını sallayarak ona gerçeği bildirir. Bundan sonra Yakut, bu figüre vurmaya ve ona çiviler saplamaya başlar. Yakutlar, bu darbeleri hırsızın hissettiğine ve vücudunun aynı yerlerinde acılar duyduğuna, hâtta böyle bir azabın sonunda ölebileceğine inanırlar.

Buryatlar, herhangi bir kişiye kötülük yapmak, özellikle de hasta etmek istediklerinde, küçük bir deri parçasının üzerine o kişiyi temsil eden, başı aşağıya gelecek ters bir biçimde renkli resmini çizerek, “Zya” adını verdikleri bu resmi, o kişinin evinin içinde bir yere gizlerler. Ailenin diğer fertlerine de zarar verilmek isteniyorsa, aynı deri parçası üzerine birden fazla resim çizilir. İçinde bir “Zya” konan bir ev veya çadırda huzurun kalmadığına, sık sık oradan kavga ve ağlama sesleri geldiği anlatılır. Evdekiler başlarına gelen bu uğursuzluğun bir “Zya” sebebiyle olduğundan şüphelenirlerse, “Zya”yı bulmak ve yok etmek için büyücü çağırırlar. Eğer “Zya” yeterince hızlı bulunamazsa, “Zya” bulunduğu yerden çıkıp başka bir yere saklanmış demektir. Bazı insanlar, bir “Zya”nın nasıl “uçan bir yıldız” gibi bir ışık huzmesi saçarak, yer değiştirdiğini görmüş olduğunu iddia ederler. Yine inanışa göre bulunan “Zya”yı yakarak, onu yapan büyücüye geri göndermek mümkündür. Bu defa büyücünün evinde huzursuzluk yaratan “Zya”yı, büyücü tekrar baştan çizer ve bir başka kişinin evine bırakarak, bu uğursuzluktan kurtulur. “Zya”, üzerindeki resmin renkleri solana kadar bulunamadan kalırsa, onu artık ancak resmi yapan kişi bulabilir. Bu tarz eski ve renkleri solmuş bir resmin “cin”ine “Ablin zya” adı verilir.


Sibirya halklarının inanışlarına göre sadece insanların değil, hayvanların da “gölge ruhları” vardır ve kötü ruhlar (cinler) daha hayvanlar hayattayken, bunları hayvanların bedenlerinden çalıp kaçırabilirler. Tunguzların avda şanslarının iyi gitmesi için ava giderken av hayvanlarının küçük oyma figürlerini hazırlayıp bunları yanlarında götürürler. Buna dair Yenisey ırmağı kıyısında çok sayıda tahtadan oyulmuş balık figürü bulunmuştur. Bölge ahâlisi ilkbaharda balık mevsimi başladığında avın bereketli geçmesi için bu figürlerden yontarlar. Ostyaklar ve Vogullar arasında benzeri gelenekleri incelemiş olan Karjalainen, bu resimlerin veya figürlerin aslında bir kurban geleneği olduğunu ve “ruhları/cinleri” yatıştırmak maksadı taşıdığını ileri sürmektedir. Kuzey Sibirya halkları arasında bu tarz sembolik kurban geleneği yoktur, dolayısıyla bu hayvan resimlerinin yapılma sebebi, muhtemelen suretleri elde tutarak, hayvanların kendilerinin kolayca avcının eline düşmesini sağlamaktır. Jukagirler, bir avcının bir geyiği öldürebilmesi için önce kendisinin ölmüş akrabalarından birinin geyiğin “gölgesini” ele geçirmesi gerektiğini, aksi takdirde avcının avını yakalayamayacağına dair benzer tasavvurdan doğan aynı inanca, Lehtisolo’nun kutsal bir bölgenin “ruh”undan bahsederken aktardığı gelenekte Jurak Samoyedleri arasında da rastlanır. İnanışa göre, bu “bölgenin ruhu” buradaki hayvanların hayatlarına da hâkimidir ve buralarda ava çıkılmadan önce şaman “bölgenin ruhu”nu ziyarete gider. Avcıların avladıkları hayvanlar, şamanın yanında “gölge ruh”unu getirmiş olduğu hayvanlardır.


Sadece canlı varlıkların değil, nesnelerin, hâtta insanların kendi yapmış oldukları malzemelerin bile “gölge ruhları” olduğuna dair inanç, Buryatlar arasında ölülerinin yanlarına konulan eşyaların kırılıp parçalanmış olmaları daha 19.yy sonlarında araştırmacıların dikkâtlerini çekmiştir. Bu araştırmacılar, ölen kimselerin öte tarafta bu eşyaların “gölge ruh”larından faydalanabileceklerine inanıldığını, mezarlarda kurban edilen hayvanların “gölge ruhları” için de aynı inancın geçerli olduğunu aktarırlar.


İnsanın ruhunun, onun aynı zamanda sureti olduğu inancından yola çıkıldığında, insan yüzünün bedenin diğer yerlerinden daha büyük bir öneme sahip olması da tabiidir. Yüz hatları, bir insanı diğerlerinden ayıran en temel özellikleri barındırır. Bu sebeple Tatar şamanları, ruhları şaşırtmak istediklerinde yüzlerine bir maske takarlar. Bazı Sibirya halkları da insanın ruhunun, insanın yüzünde barındığına inanırlar. Seroschevskij, Yakutlar arasında bir ayin esnasında orada bulunanlardan birinin, korku içerisinde “ruhunu” kaybettiğini hissetmesi karşısında, bunu farkeden şamanın davulunu bırakarak, sıraların altına girip, orada bir süre bir şeyler aradığı sonra da “ruhunu” kaybeden kişinin önüne gelerek elindeki “şey”i onun suratına fırlatarak, “ruh”unu kaybeden kişiye; “ruh”un kaçmak üzere olduğunu, ama kendisinin zamanında bunu farkedip “ruh”u yakalayıp geri getirdiğini söylemesine şahit olduğu hadise, bu inanışa iyi bir örnek teşkil eder.


Yakut inançlarına göre “sür” (Altay Tatarlarının lisanında “suret”, görünüm”, “şekil”, “resim” anlamlarında) insanın yüzü ve kafasında barınmakta, kafa derisi ve kafatasının muhafazasının önemi de bu inanca dayanmaktadır. Ama buna mukabil, meselâ bazı Altay Tatar kabilelerinde ruhun barınma yerinin insanın sırtı olduğuna inanılır ki, muhtemelen bu inanç, insanların kimi zaman sırtlarında hissettikleri ürpermeyi “ruh”un gitmesi veya gelmesi ile açıklamalarına dayandırmalarındandır. Bu konuda Prikolinskij, Yakutların bir hasta tedavi geleneğini aktarır. Yabancı bir ruhun kişinin bedenine girmesinden kaynaklandığı düşünülen bir hastalık durumunda şaman, hastayı kulübesinin bir köşesine oturtup, gözlerine uzun uzun ve dik dik bakar ve bu arada çığlıklar atar. Eğer hastaya bir titreme gelecek olursa, bu yabancı ruhun hastanın bedeninden çıktığına ve tedavisinin başarılı olduğuna dair emare sayılır. Bir Buryat şamanı da, hastanın kayıp “ruhunu” ararken, hastaya gelen titremenin, “ru-hun” bedene geri dönüş işareti sayıldığını anlatmıştır. Bir Sibirya şamanını ayin esnasında gören herkes, kendi kendine yarattığı titreme nöbetlerinin ne derece önem taşıdığını fark etmiştir. Bu titremelerin sebebi, şamanın ruhunu bedenin sınırlarından kurtarmasıdır. Kurban törenlerinde genellikle hayvan kesilmeden önce ruhu bedenden uzaklaştırılır ve titremeler de ruhun bedenden ayrıldığına ilişkin iyi işaret sayılır. Kurban edilecek hayvanı titretmek için sırtına soğuk su dökme adeti eski çağ halkları arasında da uygulanmış, hâlen bu uygulama İdil boylarındaki Fin kökenli kabilelerle birlikte, Çuvaş ve Uygur gibi Türk halkları arasında devam ettirilmektedir. Kurban töreni esnasında, kurban titrediğinde Çeremisler “ruhunu (tüs) verdi” diye bağırırlar.


Moğollar da ruhun beden içerisinde dolaştığına ve her an değişik bir yerde olabileceğini, o esnada “ruhun” bulunduğu uzuv yaralandığında, kişinin öleceğine, ruhun o esnada bulunduğu uzuv küçük parmağı bile olsa, bu yaralanmanın ölüme sebeb olacağına dair inanç Çeremisler arasında da rastlanır ve bu durum, muhtemelen tabii olmayan yollardan (kaza, cinayet v.s.) meydana gelen bazı ölüm vakalarına ilişkin gözlemlere dayanır.



Bir insanın bedenindeki ruhu, başka sebeplerden de acı çekebilir. Yakutlar ve Buryatlar, kişinin bedenine kötü bir “ruhun/cinin” girip, kişinin ruhuna eziyet edebileceğine, Tunguzlar, kimi zaman hastaların bedenine bir tırtılın (kulikan) girdiğini ve onu oradan ancak şamanın çıkartabileceği inancıyla, hâtta bazı hâllerde çıkartıldıktan sonra da orada bulunanlara tırtılı gösterdiğini anlatırlar. Bu tasavvurun kökeninde, muhtemelen hastanın “içinde bir şeyler kıpırdıyormuş” hissine kapıldığı durumlar yatmaktadır.


Ruhun, bedenin içinde barındığı, ağız veya burun deliklerinden dışarı çıkarak “gezintiye” çıktığı ve sonra aynı yoldan geri geldiği tasavvuru, rüyalarla ilgili inançlarda da kendini gösterir. Pripuzov, Yakutların kişi uyurken veya bilinçsiz haldeyken, ruhunun ağzından çıkıp, bedeni terk edip, sonra geri geldiğine inandıklarını aktarır. Çuvaşlar, uyurken kişinin ağzının açık olmasının “ruh”unun “gezinti”ye çıktığını, “ruh” geri döndüğündeyse ağızın tekrar kapandığına inanırlar. Efsanelerde genel olarak ruh küçük ve ürkek bir hayvan suretinde tasvir edilir ki, Çuvaşlar arasında anlatılan bir efsanede; iki erkek kardeş hayvanlarını otlatmaya gittiklerinde bir tanesi uykuya dalar. Diğer kardeş, uyuyanın açık olan ağzından çelimsiz küçük bir hayvanın çıktığını fark eder ve kardeşinin ağzını kırbacının meşe ağacından sapıyla kapatır. Daha sonra geri dönüp, bedene tekrar gireceği açıklığı bulamayan küçük yaratık (ruh), korkuya kapılıp, umutsuzca oradan oraya koşturarak girecek yer arar. Engel kaldırıldığında uyuyan kardeşin ağzından içeri süzülür ve içeride kaybolur. Hemen akabinde uyuyan kardeş uyanır ve diğer kardeşine rüyasında ormanda dolaştığını ama yolunu bir meşe ağacı kapattığı için ileriye gidemediğini anlatması, bu inanca çarpıcı bir örnek teşkil eder. Bu efsanede bahsi geçen çelimsiz ufak yaratık, uyuyan kişinin bedenin dışında gezintiye çıkan benliğini (ruh) temsil etmektedir. Aşağıda aktaracağımız Buryat efsanesindeki “ruh hayvanı” da benzer bir tasavvuru ortaya koymaktadır.


Aynı çadırda yaşayan iki Buryattan birisi uyurken, diğeri uyuyan arkadaşının ağzından bir arının çıktığını görür. Arı bir süre çadırın içerisinde uçtuktan sonra dışarı çıkar. Bunu gören arkadaşı, arının nereye gidip, neler yapacağını görmek için arıyı takip etmeye başlar. Arı, bir süre obadaki çadırların etrafında dolaştıktan sonra uzaklaşır ve bir dağ boğazında kaybolur. Kısa bir süre sonra çadıra geri dönüp, bir su kovasının kenarına konar ve suyun içine düşer. Epey bir çabaladıktan sonra sudan çıkmayı başaran arı, uyuyan adamın burnundan tekrar içeri girer. Adam uyandığında, arkadaşına rüyasını anlatır. Rüyasında bir dağ boğazının dibinde gümüş paralar gördüğünü, dönüşte bir denizin kıyısına varıp, oradan dik yamaçlardan aşağıya suya düşüp, oradan kendini güç belâ kurtardığını ve o sırada uyandığını anlatması üzerine, arkadaşı hemen uyuyanın “ruhunun” gittiği o dağ boğazına gider ve anlatılan gümüşleri bulur.


Aktardığımız bu ikinci efsanenin değişik anlatım biçimlerine Orta Asya dışında başka bölgelerde de rastlanmakta, bu konuda Votyaklar hemen hemen aynı efsaneyi arı yerine kelebek, Estonyalılar sinek, Laponlar da eşek arısı biçiminde anlatırken, Orta Avrupa’da aynı efsane, “ruh hayvanını” fare olarak görürler. Bu efsanelerin hepsinin ortak noktası, hikayenin sonunda bulunan hazinedir.


Dörböt-Moğolların da aynı efsane, aynı yerde uyuyan iki kişiden birisinin bir ara uyanıp, diğerinin ruhunun küçük kırmızı bir örümcek suretinde ağzından çıktığı şeklinde geçer. Ruh hayvanı otların arasında sürünürken, uyanık olan arkadaşı örümceğin üzerine biraz kum atar ve uyuyan arkadaşının dudaklarının arasını tükürük ile kapatır. Korkup ürken örümcek, çıkmış olduğu ağıza geri dönmeye çalıştığında, dudakların arasındaki tükürüklere yapışıp kalır. Zar zor kendini oradan kurtarıp, uyuyan adamın burnundan tekrar bedenin içine girer. Daha sonra uyuyan kişi uyandığında, arkadaşına rüyasında büyük bir ormanda yolunu yitirdiğini, üzerine altın ve gümüş yağdığını ama peşine bir avcı düşüp kaçtığını, ardından bir denize düştüğünü, neredeyse ölmek üzereyken kendini güç belâ kurtarmış olduğu şeklinde anlatılır.

Bu efsanede, gezintiye çıkan ruhun gözünde otlar bir orman, kum tanecikleri altın ve gümüş parçaları, tükürük de bir deniz olarak algılanıyor olması, ruhu temsil eden küçük hayvanın dünyasında her şeyin ona devasa boyutlarda göründüğünü göstermektedir. Buradan anlaşılacağı üzere ruh, çok küçücük bir varlık olarak tasavvur edilmektedir. Yine ilginç olan bir başka noktada, uyku esnasında bedenden ayrılan ruhun, ölüm anında bedeni terk eden “Odem” ile aynı yolu kullanıyor olmasıdır. “Odem”in bedeni terk ederken bir hayvan suretine bürünüp bürünmediği konusunda ise elimizde her hangi bir bilgi yoktur. Aktarılan efsaneler, çok geniş coğrafyalarda ve muhtelif halklar arasında yaygın olarak rastlandığı için, bu efsanelerin kökeninde yer alan ruh inançlarının Türk ve Moğol halklarının aslî inançlarını ne derece temsil ettikleri şüphelidir, ancak bu halkların kültürlerinde ruhun bir hayvan suretinde göründüğü şekilde çok sayıda örnek mevcuttur.


Bir insanın ruhu, sadece kendi isteğiyle ve uyku esnasında değil, bazen de zor kullanılarak yerini terk edebilir. Bunun en sık rastlanan şekli, insanın korku sebebiyle ruhun ürkerek firar etmesidir. Kötü ruhların/cinlerin, insanların ruhunu esir almak için bu yöntemi kullandıklarına inanılır. İnsan, meselâ suya düştüğünde veya vahşi bir hayvanla karşılaştığında da korku hissedebilir ve insanın korkuya kapıldığı anlarda ruh bedenden ayrılabildiği için kötü sonuçlar ortaya çıkabilir. Altay Tatarları bu durumlarda bedenden kaçan ruha “kut” adı verirler ki, Yakut dilinde birden fazla anlam ifade eden bu kelime, muhtelif Altay Tatar diyalektlerinde “güzel görünüm”, “şans”, “hayat gücü”, “doğurganlık” anlamlarına da gelmektedir. Bir insanın “kut”unu kaybetmesi gibi, yaşanılan yer de “kut”unu kaybedebilir. Muhtemelen bu söz aslında “görünüm”, “suret” ve “gölge ruh” anlamına sahip olmakla, “Kut”un bedeni terk etmesi sonucunda, insanın güzelliğini, hayat gücünü, doğurganlığını kaybedeceğinden, zaman içerisinde kelimenin bu anlamları da kazanmış olması muhtemeldir. Buna ilişkin bir başka örnek, Çeremis lisanındaki “Ört” kelimesidir.


Bu kelime zaman içinde “suret” ve “gölge ruh” anlamlarından daha başka anlamlar da kazanmıştır. Her ne kadar “kut” bedenden ayrılıp, beden dışında hayat sürse ve sonrasında tekrar bedene geri dönse de, Altay Tatarları genelde bedenin dışında gezintiye çıkan ruh için meselâ, “Yula” (Abakan Tatar dilinde tžula), “Sür”, “Sünä” gibi başka kelimeler kullanırlar ki, bu kelimelerin hepsi “gölge ruh” anlamına gelir. Teleütler gibi diğer Altay halkları arasında gezintiye çıkan ruha “Sünä”, Moğollar “Süne” veya “Sünesun”, Goldeler “Örgöni” adını verirler. Bütün bu isimler, söz konusu insanın özelliklerini taşıyan ama boy olarak çok daha küçük olan bir varlığı ifade eder. Daha önce de belirtilmiş olduğumuz gibi bu varlık, değişik suretler içinde de görünebilir.


Her ne kadar insanın ruhu, ona verilen diğer isimlerden anlaşılacağı üzere gölge benzeri bir varlık olarak tarif edilmesine rağmen, Buryatlarda görüleceği üzere, bu ruhun çok ince ve hafif bir kumaş olup, “sünesun”un bir insan topluluğu arasına girdiğinde, kimsenin onu fark edemeyeceği, ocaktaki küllerin arasına girdiğinde hiçbir iz bırakmayacağı, ormanda veya tarlalarda gezintiye çıktığında hiçbir otun ezmeyeceği, hâtta kuru yaprakların bile onun ayakları altında hışırdamayacağı kumaş benzeri bir maddeden meydana geldiği tasavvur edilir. Ancak, “ruh” görülebileceği, adımlarının sesinin duyulabileceği ve keskin bir gözün ayak izlerini takip edebileceği gibi bazı çelişen tasavvurlara da rastlanmaktadır. Buryatlara göre ruhun ayak izleri, kuzuların izlerine benzemekte ve bir insanın bedeninden çıkan ruh, eğer kuzu izleri arasında yürürse, şamanın onu takip edebilmesi çok zordur. Ruhun bıraktığı izlere ilişkin bir başka inanca göre ise, bedenden ilk ayrılışında ruh dikkâtsiz ve arkasında izler bırakarak dolaşır, ama zaman içinde sessiz ve hiç iz bırakmadan dolaşmayı öğrenir.


Kumaş benzeri yapısıyla ruh da, üşütüp hastalanabilir, ateşte yanabilir, acıkabilir, hâtta yaralanıp acı ve ağrı duyabilir. “Ruh”un peşinde olan kötü ruhlar/cinler, “ruh”u sıkıştırıp yakalamaya ve onu bir çuvala sokup, ellerini, ayaklarını bağlamaya çalışırlar, bu esnada “ruh” bağırıp, ağlayabilir. Bir ruh için en büyük tehlike, bedenden ayrılıp gezintiye çıktığında yolunu yitirip, kötü ruh/cinlerin olduğu bir yere düşmektir. Bu kötü ruhlar/cinler, ruhu hemen yakalayıp esir alırlar. Zekî bir ruhun, bu durumda ölmüş akrabalarını yardımına çağırdığına veya iyi ruhların arasına sığındığına inanılır. Bir ruh, tehlikenin yaklaştığını hissedebilir ve bu durumda hızlı davranıp, sık ağaçlıkların arasına veya bir hayvanın postuna saklanır. İnsan ruhlarının, o insanın huy ve yeteneklerine sahip olduklarına inanıldığı için, zeki bir insanın ruhunun bu tarz tehlikelerin üstesinden gelebilmesinin zeki olmayan insanlara nazaran daha kolay olduğu düşünülür. Kötü ruhlar/cinler, bir insanın ruhunu takip edip, onu evinden çok uzaklara kadar kovalayabilirler. Bu durumda zavallı “ruh” bu hiç bilmediği yerlerde ormanların veya bozkırların ortasında kaybolur ve geri dönüş yolunu bulamaz. Dikkâtsiz bir ruh, suya düşüp orada boğulabilir de. Ruh, sahibinin evinde/çadırında kaldığı müddetçe emniyet altındadır ve burada serbestçe hareket edebilir ki, onun için en güvenli yer, ocağın yakınlarıdır, zira “ateşin ruhu” yaklaşan kötü varlıkları kıvılcımları ile oradan uzaklaştırır. Çadırın hemen dışında kötü ruhlar pusuya yatmış olabilirler. Buryatlar, bazı geceler çadırın önüne çıktıklarında, yandaki yöredeki çadırlardan hafif bir ağlama sesi geldiğini, bu sesin sonra hızlı adımlarla uzaklaştığı anlatırlar ki, inanışa göre böyle bir olaydan kısa süre sonra komşulardan birinin hastalandığı haberini alırlar. Sibirya şamanizminin üzerine kurulu olduğu esas, bu ruh inancı ve şamanın en önemli görevlerinden biri, kayıp ruhları bulup, onları ait oldukları kimselerin bedenlerine geri getirmektir. Sonuç olarak, bu ruh inancı olmasa, Sibirya şamanizmi de varolmazdı.


İnsan ve onun etrafta gezintiye çıkan ruhu, farklı benlikleri temsil ettikleri için, söz konusu kişi, “ruhsuz” kaldığında bunu hemen fark etmeyebilir, fakat yakınındakiler benzinin solmasından bunu anlayabilirler. Hasta, zayıflayıp gücünü kaybettiğinde, yorgunluk ve neşesizlik hissedip, nefes darlığı ve ağrılar baş gösterdiğinde, o kişinin “ruhunu” kaybetmek üzere olduğu anlaşılır. “Ruh” bedenin dışında kalmaya devam ettikçe, hastanın durumu ağırlaşır ve ruh geri dönmediği sürece hastanın iyileşme umudu kalmaz. Buryatlar, bir hastanın ruhu olmadan en fazla dokuz yıl yaşayabileceğine, Altay Tatarları, ruhun (Sür) yedi veya on yıl içerisinde geri dönmemesi hâlinde, o kişinin kesinlikle öleceğine inanırlar. Ruhun geri gelmesi ve kişinin iyileşmesi, ruhun ne hâlde geri geleceğiyle ilgili olup, Tunguzlar, uyuyan bir kişinin gezintiye çıkan ruhunun eğer ormandaki kötü ruhlar tarafından takâtsiz bırakana kadar tâkip edilip, rahatsız edilmişse, o kişinin uykusundan hiç dinlenmeden uyuyacağını anlatırlar. İnanışlarına göre, beden ve ruh o kadar yakın ilişki içindedir ki, ruhun yaşadığı bütün acılar beden tarafından da paylaşılır. Turuhansk bölgesindeki çalışmalarım esnasında Tunguzlar, hasta bir kişi nefes almakta zorlandığını, bunun sebebinin kötü bir ruhun hastanın ruhunun boğazını sıkması olduğunu anlatmışlardı. Yeniseyler de, insanın ruhu bacağını kırdığında, o insan topallamaya başladığını, ruhun gezinti esnasında çok soğuk bir yere gittiğinde, insanın da üşüyeceğini ve eğer birileri insanın ruhuna kötü davranırsa, insanın da aynı acıları kendi bedeninde hissedeceğinden hareketle, insanın sağlık durumunun kötü olmasının ruhunun da hastalandığını gösterdiğine inanırlar. Goldelerde de aynı inanç vardır ve ruh (örgöni) hastalandığında, sahibinin de hastalanacağına inanırlar. Meselâ, ruhun eli sakatlandığında, sahibi olan kişi elini kullanamaz veya kötü bir ruh, ruhun gözünü çıkartacak olsa, sahibi de tek gözlü kalır, eğer ruh ölecek olursa, sahibi de ölür. Kişinin ruhu zarar görmediği müddetçe, sahibi olan kişi hayatiyetini devam ettirir. Goldeler, hastanın durumuna bakarak, hastanın bedeninden ayrılmış olan ruhun hangi zorluklar içerisinde olduğunu anlayabilirler, zira hastanın çektiği acılar, ruhunun çektiği acılarla çok yakın ilişki hâlinde olup, hastanın ruhuna bir ayının ruhu tarafından eziyet ediliyorsa, hastanın bedeninde hissettiği acılardan bu anlaşılabilir. Kimi zaman kötü ruhlar, kişinin ruhunu el ve ayaklarından bir ağaca bağlayıp, ona sıcak ve soğuk su dökerek işkence yapıyor olabilirler. Burada “ruhun ellerinin ve ayaklarının bağlı olması” hastanın hareket yeteneğini kaybetmesini, “ruha sıcak ve soğuk sular atılarak işkence edilmesi” de hastanın ateşinin yükselip, bazen üşüme nöbetleri geçirmesine karşılık gelmektedir. Altay Tatarları arasında da benzeri hikayeler kayda geçirilmiştir. Teleütlere göre kötü ruhlar, insan ruhuna (Yula) bazen o derece kaba ve sert şekilde vururlar ki, zavallı ruh yaralanır ve ruhun aldığı yara, sahibinin bedeninde tecelli etmesini şamanlar, kaburgaları kırılmış bir hastanın çektiği acılar olarak izah ederler.


Bütün bu inançlar göz önüne alındığında, insanın uyurken sayıklaması, konuşması veya çıkardığı seslerin, gezintiye çıkmış olan ruhun dışarıda karşılaştıklarıyla ilişkili olması oldukça tabiidir. İnsanın bedeni ile ruhu arasında olduğu varsayılan yakın ilişkiyi en iyi açıklayan örneklerden biri, Moğolların uyurgezerliğe getirdikleri izahattır. Moğollara göre uyurgezerlik durumu, bedenin kendisinden ayrılan ruhun izlerini takip etmesidir. Ruh, genellikle gece uykuları esnasında çıktığı gezintilerde kolayca bedene girip çıkabilir, ancak uyuyan kişiyi aniden uyandırmaktan kaçınılması gerekir, zira ruhu geri dönmeden uyandırılacak olursa, ruh içeri geri giremeyebilir ve kişi ruhsuz kalabilir. Burada, uyuyan kişinin uyanıp, bilincinin dönmesi durumunda ruhun, korku durumlarında olabileceği gibi bedene geri dönememesi de söz konusudur.


Buryat inanışlarına göre korku sebebiyle ruhun bedenden kaçması durumunda “evsiz” kalan ruh, bir müddet bedenden ayrılmış olduğu yerlerde dolaşır. Söz konusu kişi eğer kısa süre içinde durumunu fark etmezse, ruh gezinmeye ve oradan uzaklaşmaya başlayacağından, kişinin ruhunu tekrar bulması gittikçe zorlaşır. Ruhun ayrılmasından itibaren yorgunluk ve hâlsizlik hissetmeye başlayan kişi, gün geçtikçe durumunun daha da ciddileştiğini farkeder. Kısa sürede iyileşebilmesi için hastanın öncelikle ruhunu nerede kaybettiğini, yâni nerede bu kadar korkmuş olduğunu hatırlaması gerekir. Anlatılanlara göre tecrübeli bir kişi, ruhunun geri dönmesini tek başına da sağlayabilir. Bunun iki yolu vardır; birisi, ruhu çağırmak, diğeri de ruhun bedenden ayrıldığı gün giyilmiş olan aynı kıyafetlerle, günün aynı saatinde aynı yere gitmektir. Kişi yanında ruhun sevdiği “yemeklerden” getirip, ruhu “yemeğe” çağırır. Eğer ruh, hâlâ korkuya düştüğü yerde veya yakınlarındaysa çağrıya cevap verir ve bedene geri döner. Bunun işareti, hastanın sırtında bir ürperti duymasıdır. Olayın gerçekleştiği saati doğru olarak hatırlamak hayatî öneme sahiptir, çünkü ruha tekrar rastlamanın en muhtemel olduğu vakit, günün o saatidir. Hasta bu sebeple ilk günler her gün o saatte olay yerine gider, daha sonra bu daha seyrekleşir ve en sonunda senede bir defaya düşer. Ama bir ruhun bedenden bu kadar uzun süre ayrı kalması durumunda, geri dönmesi sadece tesadüfe kalmıştır, zira bir ruhun bu kadar süre dış dünyada kendisini bekleyen tehlikelerden koruyabilmesi oldukça meşakkâtlidir. İnanışa göre, ruhun başına bir şey gelmese bile, bu kadar uzun süre serbest kalan ruh vahşileşeceğinden, sahibinin hasta bedenine dönmeyi istemez, bu durumda onu ancak bir şaman tekrar bedene geri döndürebilir.


Çocuklar, büyüklerden daha ürkek oldukları için, onların ruhları bedenden kaçmaya çok daha eğilimlidir. Bu sebeple çocuk, düşme veya bir başka sebeple korkup ağlamaya başladığı takdirde, annesi hemen koşup gelir ve çocuğun adını seslenerek ruhu çağırır.


Bir çocuğun ruhunun kaçtığının farkedilmesi, yetişkinlerinkinin farkedilmesinden daha kolaydır.


Teleütlerde bir süre hasta yatan bir kişi “ruhumu (Yula) kaybettim, büyücüye gidelim, benim ruhumu bana geri getirsin” demeye başlar. Ruhun gezinirken iz bıraktığına inanıldığından, hasta kimi zaman komşularına “ruhumu gördünüz mü?” diye de sorabilir. Ruh eğer köy içerisinde dolaşıyorsa, bazı geceler bir pencerenin önünde ıslık çaldığında, bunu duyan ev sahibi kapıyı açıp, avluya çıkarak, metal bir çanağa vurarak ruhu kulübesine davet eder. Ruhun bu çağrıya icabet edip yaklaşacağına inanılır. Ev sahibi kulübeye geri dönerken, çanağa biraz da kapı eşiğinde vurur. Ruh iyice yaklaştığında, çanağı ruhun üzerine kapatıp, ağzını bir bezle örter ve iple sıkı sıkıya bağlar. Ruh böylelikle yakalandıktan sonra, çanak evde genelde ocağın yanına veya uygun bir başka yere konarak, ertesi gün bu ruhun kimin ruhu olduğunu tespit etmesi için şaman çağırılır. Kimi zaman ruhun sahibinin, ruhunun gitmiş olduğundan haberdar olmaması da mümkündür. Daha sonra şaman, yakalanmış olan bu ruhu, ellerini yumruk yaparak sahibinin sağ kulağına üfler.


Teleütler, bedenden çıkan ruhların kimi zaman iyi, kimi zaman da kötü ruhların eline düştüklerine, Baş Tanrı Ülgen’in kızlarının ruhları korumak için özel bir çaba gösterdiklerine inanırlar. Eğer kötü bir ruh (Körmös), bir ruhu ele geçirirse, avını bırakması için ona kurban sunulur. İnsan ruhunun hangi ruhun/cinin eline düşmüş olduğunu bulmak için şaman “Kapı ruhu”nun (Ežik pi) yardımına başvurur. Minussinsk bölgesindeki Tatarlar da evi kötü ruhlardan koruyan bir “Kapı ruhu” olduğuna inanırlar.


Bir çocuğun ruhunu geri getirmeye çalışan bir Teleüt şamanı şöyle seslenir: “vatanına geri dön, yedi dağa, yedi çatıya, dört köşene geri dön. Çadırına, kutsal ateşe gel. Kendini kem gözlere gösterme, kötü ruhlardan kaç, seni merakla bekleyen babana, seni doğuran anana geri dön”


Alarsk bölgesinde yaşayan Buryatların “Ruh bulma” ayininde iki tane beyaz ve temiz keçe minder kullanılır. Bunlardan birisi hastanın altına serilir, diğerinin üzerine de şaman oturtulup, evin Batıya bakan tarafına bir süt dolu bir kap içine bir gümüş parçasıyla, özel bir ok konulur. Okun arkasına uzun kırmızı bir ipek ip bağlanarak, ipin üzerine bir tane bakır düğme iliştirilir. Bu ipin diğer ucu, evin kapısından dışarı kadar uzatılarak, evin önüne yerleştirilmiş olan genç bir kayın ağacının dalına bağlanır. Bu ipin, geri dönecek olan ruhun yolunu bulabilmesi için bir rehber görevi gördüğüne inanılır. Kulübenin kapısı, bu işlem esnasında açık bırakılır. Kayın ağacının yanında bir kişi eğerli bir atın dizginlerini tutarak bekler. Buryatların inanışına göre, ruh geri geldiğinde at titremeye başlar ve böylece ruhun geldiği anlaşılır. Ruh atın yanından ayrılıp, önce kayın ağacının yanında duran kişiye gider, daha sonra ipi takip ederek eve, sonra da hastaya döner.


Bu ayinde kullanılan metal eşyalar, yâni bakır düğme ve para muhtemelen bu işle alâkası olmayan ruhları/cinleri uzak tutmak için kullanılmakta, ancak süt kabının içindeki okun ne anlama geldiğini çözmek güçtür. Sibirya halklarının sunu ayinlerinde ok bulunması sık görülen bir şeydir. Buryatların ateşe sunu yaparken de, sunu kabına bir ok koydukları bilinmektedir.


Kulübe içerisindeki masanın üzerine, süpürge otu ateşiyle tütsülenerek arındırılmış çeşitli içkiler, tütün, ruhun sevdiği yiyecekler, tatlılar, bal ve fındık konulur. Kulübeye toplananlar hastanın yaş grubuna göredir; eğer yaşlı ise yaşlılar, orta yaşlı ise orta yaşlılar ve çocuksa, ağırlıklı olarak çocuklar ayine katılırlar. Hasta çocuk olduğu takdirde, ruhun ilgisini çekebilmek için tatlıların yanında oyuncaklar da masaya konulur ve çocuğun annesi göğüslerini açarak, çocuğun yanında oturur. Eğer hasta evin erkeği, ailenin reisi ise, köpek dahil bütün ev hayvanları getirilip, hastaya en güzel giysileri giydirilir ve katılan kişiler temiz ve düzgün kıyafetler giyerler. Hâtta ayin öncesi ev, iyice temizlenir. Ön hazırlıklar tamamlandıktan sonra şaman, iyi tanrılara, o havalinin ruhlarına, hastanın atalarına dua ederek onların yardımını diler ve “kayıp ruh”tan geri dönmesini ister. Ayin esnasında hastanın ateşi yükselip, ağlama nöbetine tutulursa, bu ruhun geri çağrılma ayininin başarılı olduğunun işareti sayılarak, orada hazır bulunanlar da ağlamaya başlarlar. Ayin esnasında şaman sürekli olarak keçe minderin üzerinde durur, yukarıda bahsedilen kabı Doğudan, Batıya doğru sallar ve yüksek sesle hastanın adını söylerken, aynı anda hazır bulunanlar yaka düğmelerini açarlar.


“Ruhu” çağırırken, şaman şunları söyler:


“Senin baban “A”, annen “B”, senin de asıl adın “C”, nerelerdesin, nereye gittin? Uzaklardan gelen ve seninle birlik olan hayat arkadaşını yalnız bıraktın. Şimdi üzüntü içinde kulübede oturuyor, gözyaşları içinde duvarlara bakıyor ve hep seninle olduğu o eski mutlu günleri hatırlıyor, tasa içerisinde ağlıyor ve feryat ediyorlar. Bedenine sarılan çocukların seni ağlayarak çağırıyorlar: “Baba, neredesin, bize dön” çağrılarına kulak ver ve bize geri dön. O- khurui! Senden genç ve yaşlı olan erkek kardeşlerin, yaşlı annen ve baban, köyün yaşlıları, arkadaşların ve akranların hepsi burada toplandılar, gözyaşları içinde senin geri dönmeni diliyorlar. Bir ağızdan çıkan çağrıları ve yalvarışları duyuyorsan, hemen yakınlarına dön. O, khurui... En sevdiğin atın eğerlendi ve seni bekliyor, atına geri dön. Sen onu bırakacak olursan, kötü insanlar ona binecekler. Atına acı ve geri dön. O, khurui... Bütün o güzel ve pahalı elbiselerin tertemiz ve tamam olarak orada duruyorlar, gel ve giy onları. O, khurui... Bütün evin ve eşyaların, her şey düzgün ve pırıl pırıl, gelip başına geçersen, daha uzun yıllar mutlu yaşayacaksın. O, khurui... Karın ve çocukların, apansız tek başlarına kaldılar, umutsuzca ağlayarak seni çağırıyorlar ve “baba neredesin” diye haykırıyorlar. Seslerini duy, onlara acı ve tekrar onlara dön. O, khurui... At sürün yüksek sesle kişneyerek seni çağırıyor ve “sahibimiz neredesin, bize geri dön” diyen sesleri içimizi acıtıyor. O, khurui...Sığır sürün, seni, sahiplerini çağırıyorlar böğürtü içindeler. Bu hasret dolu çağrıyı duy ve geri dön. O, khurui... Yetiştirdiğin köpeğin havlayarak ve uluyarak bahçede seni çağırıyor, ona geri dön. O, khurui... Ocağının ateşi onbin yıl hiç sönmeden yanacak, senin kutlu bedenin doksan yıl sağlıklı kalacak. O, khurui... Bu ölçülmez zenginliğinden ve mutlu hayatından vazgeçme, en kısa sürede geri gel ve bunları mutlu olmak için kullan. Bak masalar en sevdiğin yemeklerle dolu, ekşi tarak (yerel bir yemek), enfes amhan (bir tür sütlü çorba), pişmiş salamat (yerel bir yemek), altın sarısı tereyağı. Bak, pişmiş et, yağlı etten bir kap senin için hazır. Çay ve şeker de var. Geri gel ve bu mükellef sofrada yemek ye, bu yiyeceklerin tadına var ve sevgili ailenin, akrabalarının, köyün yaşlılarının, komşularının seni nasıl çağırdıklarını ve dönmeni dilediklerini gör. Senin kaybından duydukları üzüntüyü gözyaşları ve ağıtlarla dile getiriyorlar. Hepsi yakalarının ilk düğmesini açtılar, adanmış yiyeceklerin ve içeceklerin en iyi lokmalar ellerinde hep beraber senin dönmen için dua edip şarkı söylüyorlar. O, khurui... Bil ki diğer taraf karanlık, soğuk ve ıssızdır, hâlbuki bu dünya aydınlık, sıcak ve güzeldir. Bu yüzden bize geri dön, bu köyün değerli bir yaşlısı ol, buraların en güçlü beyi ol. O karanlık dünya korkunçtur ama bizim aydınlık dünyamız güzel ve hoştur, bu yüzden bize geri dön. O, khurui... O, khurui... O, khurui”


Şamanın bu son seslenişine orada hazır bulunanlar da eşlik ederler. Bu ayinde sarfedilen sözler, elbette hastanın kimliğine göre değişebilmektedir. Bu ayinler, şamanın insiyatifine göre günde üç defaya kadar yapılabilir.


Kötü ruhların, ruhu bedenden kaçırmak için korkutmanın dışında başka yollar izledikleri de olur. Meselâ, kötü ruhlar insanın burnunu kaşıyarak, hapşırmasına sebep olabilirler ve bu da ruhun bedenden çıkmasına yol açabilir. Laponlar, kuvvetli hapşırmanın ölümün habercisi olduğuna inanırlar ve hapşırana sağlık ve mutluluk dileme geleneği kadim çağ halklarına kadar uzanır. Kötü ruhların kullandıkları yöntemler, aşağıda aktaracağımız Buryat hikayesinde görülebilir: Bir zamanlar kötü ruhları görüp, onlarla konuşabilen bir adam varmış. Bu adam bir gün yolda üç ruha rastlar ve onların arasına katılır. Bu ruhların, kendi aralarında geçen konuşmalarından zengin bir adamın oğlunun ruhunu çalmaya gittiklerini işittiğinde, (bu hırsız) ruhlara; kendinin, onların dostu olduğuna ve ruh hırsızlığı yapmalarına yardım edebileceğine ikna ederek, onlarla beraber ruh hırsızlığı için yola çıkarlar. Adam, kendisi yaşayan bir kimse olduğu için, ruh taklidi yapmakta zorlandığından, arkadaşlarının neden ses çıkardığını sorduklarında, adam zekice bir cevapla; kendisinin daha yeni ölmüş olduğunu, dolayısıyla sessiz ve iz bırakmadan yürümeyi tam beceremediğini söyler. Zengin adamın evine vardıklarında, ruhlardan biri kapıda, diğeri bacada gözcülük yaparken, üçüncüsü de zengin adamın oğlunun yanına gidip burnunu kaşıyarak kuvvetlice hapşırmasını sağlar. Çocuk hapşırdığında ruhu bedenden fırlar ve kapıdan kaçmaya çalışır ama orada bekleyen kötü ruh, bağırıp çağırmasına aldırmadan, onu yakalayıp, esir aldıkları çocuğun ruhuyla birlikte beraber oradan ayrılırlar. Dönüş yolunda adam, kötü ruhlara onların korktukları bir şeyler olup olmadığını sorduğunda; kötü ruhlar adama; deve dikeni ve benzeri dikenli otlardan korktuklarını anlatırlar ve adama “sen neden korkarsın” diye sorarlar. Adam en çok etten korktuğunu söyler. Kötü ruhların dostu gibi davranmaya devam eden adam, onlara çaldıkları ruhu taşımalarına yardım etmeyi teklif etmesiyle, onlar da adamın gerçek niyetini bilmedikleri için bunu kabûl ederler. Yolda devedikenlerinin yetiştiği bir yere geldiklerinde, adam kucağında çalınmış olan ruhla beraber deve dikenlerinin arasına atlar ve ruhlar da yanına gelmeye korkarlar. Adamın onlara etten korktuğunu anlattığını hatırlayan ruhlar, adamı dikenli çalıların arasından çıkartmak için çalılığa et parçaları atmaya başlarlar. Adamın etleri alıp, afiyetle yediğini gören kötü ruhlar, aldatıldıklarını anlayıp, oradan uzaklaşırken, adam çalınan ruhu alarak süratli bir şekilde zengin adamın evine gider ve hastalanan çocuk kısa sürede sağlığına kavuşur.


Ruh sadece ağız ve burundan değil, kulaklardan da kaçtığı olur. Teleütler, Batıdan Doğuya dönen hortumların içinde kötü varlıkların saklandıklarına inandıklarından, böylesi bir hortumun içine düşen bir Teleüt “ruhunu” (Kut) kaybetmemek için elleri ile kulaklarını kapatır. Teleütlerin inanışlarında bir şaman isterse kötü ruhların esaretindeki başka bir ruhu takas yapmak için bir kişinin ruhunu alabilir. Bu durumda ruhu çalınan kişi, aniden ağır hâtta ölümcül bir hastalığa yakalanır. Başka bir şaman, bu çalınan ruhu geri almaya kalkacak olursa, iki şaman arasında kıran kırana bir mücadele olur.


Uyku hâlinde veya başka bir sebeple bedenden ayrılan ruh, sadece kişinin suretinde değil, bir kuş veya böcek suretinde de ortaya çıkabilir. Ruhun böcek suretinde göründüğü bir Moğol efsanesinde Geser Han’a atfen bir macerayı; Geser Han’ı öldürmek isteyen bir Lamanın, ruhunu bir yaban arısı suretine sokarak, Hana saldırdığını ve Geser Han’ın bu yaban arısını nasıl yakalayıp, üzerine her basışında Lamanın nasıl bayıldığı anlatılır.


Buryatlar, kötü ruhların peşine düştükleri bir ruhun muhtelif hayvanların suretlerine bürünebileceğine inanırlar ki, Sibirya halk inançlarında bu suretler arasında en yaygını kuş suretidir. Dolganlar ve Yakutlar, kötü niyetli ruhlar yaklaşacak olduğu takdirde, insan ruhunun korkup küçük bir kuş suretine bürünerek emniyetli bir yere kaçtığına, Goldeler, “Omija” adı verdikleri ve bir yılı dolmadan ölen kundaktaki çocukların ruhlarının küçük kuş suretinde gökteki kutsal ağaca (Omija muoni) geri döndüklerine inanırlar. Dolganlar da çocukların ruhlarının kuş suretinde göğe uçtukları inancı hâkimdir. Yukarıda bahsi geçmiş olduğu gibi, daha sonra bu çocukların ruhları tekrar dünyaya geri dönerler. Şamanların ruhları ise, bu tip suret değişikliklerine çok daha yatkındırlar.


Bir hastadan çıkan ruh, bilinmedik bir surette de ortaya çıkabilmektedir. Werbitskiy, Teleütlerin “Tula” adını verdikleri bir ruhun, bir tüfek mermisi büyüklüğünde, yuvarlak, solgun ve cıva gibi hareketli olduğunu aktarırken, böyle bir ruhun kendini ancak büyüleriyle onu yakalamayı başaran şamana gösterdiğine inandıklarını anlatır. Sereschevskij’nin naklettiğine göre bazı Yakut kabileleri insan ruhunun (Kut), küçük siyah bir kömür parçası veya taş suretinde olup, bu kömür veya taşın ancak onu yerde farkedip alan şamanın elinde hareket ettiğine inanırlar. Anlatıldığına göre, bu şekilde bulunan bir “ruh” çok küçük olmasına rağmen epeyce ağır olurmuş.


Türk ve Moğol halk inançları arasında insanın bedeninde yaşayan ve fırsat buldukça dışarı çıkan ruhun haricinde, daimî olarak bedenin dışında yaşayan bir ruh olduğu inancı hâkimdir. Bu inanış genelde destanlarda görülür ki, destanlarda “ruhu” gizli bir yerde yaşayan kahramanlardan bahsedilir ve düşmanlarının bu gizli yeri bulmaları hâlinde kahramanı öldürebilecekleri anlatılır.


Bu tarz ruhlar, sahibinin bedenin dışında bulunan özellikle şamanların ruhları olup, genelde belli bir hayvanın suretindedirler. Örnek olarak Balagansk Buryatları arasında anlatılan bir efsaneyi verebiliriz. Efsaneye göre, kör bir şamanın dokuz tane oğlu vardır ve bir gün onları nehirde balık avlamaya yollar. Oğulları giderken, onları özellikle; “orada yedi tane gri alabalık bulacaksınız, içlerinden bir tanesi kör, onu sakın avlamayın çünkü o benim ruhum” diyerek uyarır. Oğullar babalarının sözünü dinlemeyip, bütün gri alabalıkları avlarlar ve bunun sonucunda babaları ölür. Bu efsane muhtemelen insanın daimi olarak kendi bedeni dışında yaşayan ve bir hayvan suretinde ortaya çıkan bir nevi “harici bir ruhu” olduğu inancını yansıtmaktadır. Bu tarz bir inanış tarzı, Skolt Laponları arasında da mevcuttur. Bazı araştırmacılar Goldeler arasında insanların karakterlerine göre ruhlarının muhtelif hayvan suretlerinde ortaya çıktığı inancının olduğunu aktarırlar. Bu inanca göre iyi bir insanın ruhu balık, mus geyiği veya ren geyiği suretinde, kötü insanların ruhları ise kurt, kakım, sivrisinek veya at sineği gibi sinsi ve kana susamış hayvan suretinde ortaya çıkmaktadır.


Bazı Türk halkları arasında her insanın doğduğu andan itibaren koruyucu bir ruhunun/cininin olduğu ve bu ruhun koruyucusu olduğu kişiyi takip edip, hep yakınında durduğuna inanılır. Altay Tatarlarında görülen “Yayuči” inancı bu tarz bir ruh/cin üzerine olup, Radloff’un anlattığına göre bu “Yayuči” insanı çocukluğundan itibaren bütün hayatı boyunca koruyup, gözetir. “Yayuči”, kişi doğmadan önce göğün üçüncü katındadır ve kişi öldükten sonra tekrar oraya geri döner. Potanin’in aktardığına göre, Moğol inancındaki “Džajači” koruyucusu olduğu kişinin hayatı boyunca o kişi gibi davranır ve aynı zamanda da o kişiyi korur. Ancak bu ruhun, Banzarov’un “Dzajagači” olarak bahsetmiş olduğu, Moğolların “Dzol dzajagači” adını verdikleri “Kader kâtibi” olup olmadığını bilemiyoruz. Moğollar, sadece koruyucusu olduğu kişiyi değil, onun mülkünü ve hayvanlarını da koruduğuna inandıkları bu varlığın resimlerini yapıp, çadırlarına ve kulübelerine asarak, her gün bu resimlerin önüne küçük sunular bırakırlar. Buryatların “Zajači”si ise, insanla beraber doğar ve ölene kadar onun mutluluğunu gözetir ki, inanışa göre; “Zajači” koruduğu kişi ile ilgili konularda kimi zaman Tanrıların huzuruna bile çıkar. “Bir insan zengin bir hayat sürüyorsa, “Zajači”si güzel kıyafetler giyer, güzel bir ata biner ve mutludur. Fakir bir kişinin “Zajači”si ise, kötü giyimli, atı olmadığından yaya gider ve hep koruyucusu olduğu kişinin sıkıntılarından şikayet eder. Kişi öldüğünde de “Zajači”si gökyüzüne çıkar ve Tanrılarla beraber yaşar.


Yukarıda mezkur tasavvur biçimlerinde geçen yabancı tesirler açık bir şekilde görülmektedir. İnsanın bütün hayatı boyunca ona eşlik eden ve yardımcı olan bir ruh/cin tasavvuru Altay halklarının yaratmış olduğu bir tasavvur olamaz.


Hem Türk, hem de Moğol halkları arasında yaygın olarak görülen bir başka tasavvur da insana refakat eden iki tane ruh/cin olduğudur. Bu ruhlardan biri iyi, diğeriyse kötü ve her ikisi de insanı kendi tarafına doğru yönlendirmeye çalışırlar. Aynı inanışa İdil havzası ve Sibiryadaki Fin kabileleri arasında da rastlarız. Radloff, Altay Tatarlarının inanışlarına göre insanın sağ omzunda iyi “Yayuči”nin, sol omzunda ise, kötü “Körmös”ün bulunduğunu aktarır. Her ikisi de insanın bütün davranışlarını takip ederek, bunlardan ilki insanın iyiliklerini, ikincisi de kötülüklerini yazar. Kişinin ölümünden sonra hesaplar karşılaştırılır ve kişinin ölümden sonraki kaderi belirlenir.

Bu tasavvur muhtemelen Altay halklarının inanışlarının arasına çok daha sonraki dönemlerde girmiş olmalıdır.


Eski Romalıların inançları arasında da kişiyi doğumundan ölümüne kadar sadık bir şekilde gözeten, “Genius” adı verilen bir ruhun olduğuna dair inanç, bir antik çağ yazarının ifadesiyle; “Bize, bizi hayatımızın hiçbir anında yanımızdan ayrılmayan ve ana rahminden ölümümüze kadar eşlik eden daimi bir koruyucu verilmiştir” şeklinde dile getirilmektedir. Keza, İzlanda’da her insanın bir “Norne”si (Kader Tanrıçası) olduğuna inanılır. İnsana eşlik eden iki tane olduğu tasavvur edilen bu “ruh”, muhtemelen Türk halklarının inanışları arasına daha gelişmiş dinlerden geçmiştir.


Buryat inançları arasına Tibet tesiriyle girmiş bir inanışa göre ise, bazen Tanrıların (Tengeri) ruhları, yüz yıl sürecek olan bir uykuya dalar ve Tanrıların ruhları bu dönemde yeryüzüne inerek dünyaya gelen çocukların bedenlerinde tezahür eder. Tanrı yeterince uyuduğunda ruh, tekrar yukarı geri döner. Eğer ruh, sahibi olan Tanrının uyanma saatine yakın bir zamanda doğan bir çocuğun bedenine girerse, bu çocuklar fazla uzun yaşamaz, çünkü ruh Tanrının yanına dönmek zorunda kaldığından ömrü kısa olur. Ama Tanrının uykusunun başlarında yeryüzünü indiyse, içine girdiği çocuk çok uzun bir ömür sürer.


Ruh inancı konusunda İdil Tatarları arasında adı geçen “Ubur”den de burada bahsetmek gerekir. “Ubur”, sahibine çok yakın yaşayan bir ruh olmakla birlikte, her insanın bir “Ubur”u olur anlamına gelmez. İnanışa göre, kafatasında çökük bir çizgi olan kişilerin “Ubur”i olur. Bu çöküntü aslında muhtemelen kafatasındaki fontanel kıkırdağının tam olarak gelişip kapanmamasından kaynaklanmaktadır. Kişilerin ruhlarının gezintiye çıkması gibi, Ubur’da insan uykuya daldığında gezintiye çıkar. Uburler sıklıkla havada uçuşan bir alev topu şeklinde görünürlerse de, kimi zaman domuz, kara bir kedi veya köpek suretinde de ortaya çıkabilirler. Böyle bir alev topu ile karşılaşan insan, eğer gömleğini yırtarsa, ateş topunun durarak yere düşmesini sağlayabilir. Ubur, eğer herhangi bir şekilde zarar görürse, sahibi de bundan zarar görür. Eğer gören kişi Ubur’e çatallı bir ağaç dalıyla vuracak olursa, Ubur güçsüz kalır ve sahibi olan kişinin suretine bürünerek merhamet diler. Uburler bazı geceler, başka insanların kilerlerinde dolaşırlar ve bu esnada onu gören biri Ubur’i yaralar veya bir gözünü çıkartırsa, Ubur’in sahibi de yaralanır veya bir gözünü kaybeder. Ama bir Ubur’i yakalamak kolay değildir ve kendisini yakalamaya çalışanlara kıvılcımlar fırlatır ve hemen ortadan kaybolur. Uburlerin bu gezintileri esnasında genelde kötü şeyler yaptıkları, başka insanların mallarını çaldıkları veya inek ve kısrakların sütlerini emdikleri anlatılır. Hâtta ana rahminden bir embriyoyu, bir kısrağın tayını, ineğin buzağısı veya koyunun kuzusunu bile çalabildikleri muhtemeldir. İnanışa göre sahibi öldükten sonra onun mezarına girer ve geceleri sahibinin cesedinin ağzından dışarı çıkıp, yakınlarında uyuyan insanların kanını emer. Kimi zaman da gökteki bulutları emerek kuraklığa sebep olabilir. Bu yaratığın zarar verici faaliyetlerinden kurtulmak için, sahibinin mezarına girip çıkmak için kullandığı deliğin girişini meşe ağacından yapılma bir tıkaç ile kapatmak veya ölüyü mezardan çıkartıp göğsüne kavak ağacından bir kazık çakarak, cesedi toprağa çivilemek gerekir. Buna benzer inanışlar, Orta Avrupa’da da oldukça yaygındır.



Uno Harva'nın Altay Panteonu adlı kitabında alıntılanmıştır.

Çeviren: Erol Cihangir

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak