16 Ocak 2023 Pazartesi

Gündelik Hayatımızda Süslenme-4

 


Tarak


Tarağın tarihi tarihöncesine gider. Eski Mısır’dan başlayarak bütün kültürlerden çok güzel taraklar kalmıştır. Hint Avrupa dillerinde tarağın kökü diş anlamındaki gombhos sözcüğüne bağlanır. Sanskritçe jambha, Letonca zuobs ve Yunanca uzun, sivri çivi anlamındaki gomfos bu kökten gelmektedir. Letonca kemme, Eski Yüksek Almanca kamb, Danca kam ve Eski İngilizce camb, yeni İngilizce comb tarak demektir, ama iddiaya göre bütün dünyanın tersine Britanya adalarına tarak dışarıdan, 789 yılındaki Dan istilası sırasında getirilmiş, daha önce, hatta Roma döneminde bile burada tarak kullanılmamıştır. Türkçe tarak/targak’ın kökü ise tanm ve darının da kökü olan tanmak, taramak’tır.


Hıristiyanlık tarihinde, birçok kilise vitrayında da görüldüğü gibi, tarağın simgesel bir değer taşıdığı anlaşılmaktadır.


Abdülmecid kızkardeşi Atiye Sultan’ı 1840’da evlendirirken, damat Ahmet Fethi Paşa’ya altın üzerine elmaslı, süslü mine tuğralı ve “muzıka çalar” sakal tarağı hediye edilmişti.


1960 yılında İsviçre’de ilk elektrikli tarak icat edilene kadar tarak biçiminde değişiklik olmamıştır. Metal, ahşap, fildişi taraklardan sonra bugün her biçim ve sertlikte plastik türevi taraklar yaygındır. Tarağın dişleri tek değil, çok sıralı olanına fırça denilir. Saça biçim vermek için kullanılan aletlerden biri de saç maşasıdır. Kaşgarlı Mahmud’un ütü için verdiği “Ol başığ ütti” örnek cümlesi saçların ütülendiğine tanıklık eder.



Bigudi


Fransızcadan aldığımız bigoudi’nin aslı, İspanyolca bigote yani bıyık sözcüğünden türetilen bigotelle olup 17. yüzyılda bıyık düzeltme cımbızı olarak Fransa’ya girmişti. 1860’larda bu ülkede kadın saçında kullanılmaya başladı ve plastiklerinin de çıkmasıyla 20. yüzyılda yaygınlaştı, kadınların ev ve pazar halini simgelemek için karikatür ve film konusu oldu.



Saç


Anadolu’da kızlar saçlarını kesmez, evlendikten sonra zülüf kesilirdi. 1481 yılında ölen ilk Osmanlı tarihçilerinden Aşıkpaşaoğlu Derviş Ahmed sakal kesmenin Osmanlının kuruluş zamanında bir ceza olduğunu anlattıktan sonra, kendi zamanında sakal kesmenin, bu arada da kadınların saç kesmesinin, âdet haline geldiğini anlatır: “Bu sakal kırkmak âdeti eskiden Frenklerden kalmıştır. Frenklerden de cünüp Işıklar [Kalenderiler] almıştı. Şimdiki zamanda mubah oldu. Kadınlar saçını keser, erkekler sakalını.” Oysa beş yüzyıl sonra bile, Trabzon manisinde “Suyin altina testi/Esti dağlarum esti/Kakül ziliflerini/Egiz sağa kim kesti” diyerek niye evlendin serzenişinde bulunulduğu gibi, zülüf kesmek, evlenmekle eşanlamlıydı. Moda yaratan toplumsal kesimlerle geleneksel yaşamdaki simgeselligin sürekliliği arasındaki zaman derinliğini gösteren çarpıcı bir örnek.


Erkeklerin saçlarının uzun olması, Roma imparatorluğu sonrasında ‘barbar’ kuzeyli aşiret geleneğinde kralların egemenlik timsaliydi. İngiltere ve Fransa’da kral ve aristokratlar, Kilise’ye rağmen saçlarını uzatıyorlardı. 11. yüzyıldan itibaren papalar da bu konu üstünde durmuş, fakat 15.yüzyıla kadar önemli bir başarı sağlayamamışlardı. Örneğin I. Henry zamanında (1100-1135) bir vaaz sırasında papaz, uzun saçın ne kadar günah olduğunu anlatmış ve öteki dünyada göreceği cezaları dinleyen cemaat, kral da dahil göz yaşları içinde kalmış, papaz başta Kral Henry olmak üzere cemaatin uzun saçlarını kesmiş, fakat altı ay sonra bütün vaaz unutulmuş, eski âdet devam etmişti.


Çin’de erkeklerin saçlarını kazıyarak arkada uzun kuyruk bırakmaları imparatora bağlılık simgesiydi. Budist rahipler, Anadolu’da Kalenderiler ve daha sonra yeniçeriler ve bazı Alevi dedeleri arasında da aynı saç biçimi vardı. Eski Ahit’in gücünü hiç kesmediği saçından alan kahramanı Şimşon (Samson) da, İbrani geleneğindeki saç simgeselliğinin örneğidir. Bu simgeselliği fanatik Yahudilerin zülüflerinde ve Tevrat geleneğine bağlı Rastafaryanların hiç kesmedikleri ‘dreadlock’larında görebiliriz. Uzun saç modası Beatles grubuyla bütün dünyayı tekrar sarmıştır. Türkiye’de saç tıraşı 68 kuşağı için sorun olmuştu. Bir dönem solcularla hippileri karıştıran halkın sağ propagandaya açık kesimi, solcuların uzun saç ve sakaldan hazzetmediğini öğrenemedi. Bugün Avrupa’da dazlaklar tıraş konusunda hassasiyetlerini sürdürüyorlar.


Avrupa usûlü saç tıraşının II. Mahmud zamanında başladığı, padişahın Halil Paşa’nın çocuklarının kâküllü kesilmiş saçlarını beğendiği anlatılır.

II. Mahmud’tan pek hoşlanmadığını belirtmekten geri durmayan Miss Pardoe’ya göreyse, saray berberine tıraş olan padişah orada bulunan damadı Halil Paşaya tıraşını nasıl bulduğunu sormuş, paşa beğenmediğini söyleyerek kendi saçını göstermiş ve paşanın berberi apar topar saraya getirtilmiş, berberbaşı yapılmıştır.


Alevi, Kürt tıraşı ve erkek çocuklardan başlayarak Fransızca fırça gibi anlamında â la brosse (alabros) ve Amerikan tıraşları vardı. Kadın saçında Birinci Dünya Savaşı sırasında ‘erkek çocuk’ benzeri kıyafetlerle birlikte kısa saç modası (alagarson) başladıysa da 1920’lerden sonra ‘kadınsılık gene moda oldu, ikinci Dünya Savaşı’nın sonunda Fransa’da işgal sırasın da Almanlarla ilişki kuran kadınların zorla saçları kesilmişti. Kadın saçının uzunluğunun doğal oluşu ve aksinin bir eksiklik, sapma ve özel durumu anlatması anlayışı görülüyor ki o zaman henüz egemenliğini sürdürüyordu.


Romalılar sapo denen keçi yağı ve kayınağacı külü karşımı saç boyasını Germania’dan getirdikleri gibi, Hindistan’dan siyah, Germania’dan kızıl saç getirtiyorlar, ayrıca doğal ve yapma saçlar boyanıyordu. En tutulan renk sarıydı. Saçların sarıya boyanması bugün de yalnız Türkiye’de değil, ABD 'den İngiltere’ye kadar fazlasıyla yaygın. Türkçede sarışın anlamındaki lepiska sözcüğü, Leipzig fuarı, ipeği kadar sarışınlarıyla da belleklerde yer etmiş olacak ki, Leipzig şehrinin adından geliyor.


Halkın saçları ise daima kısaydı. 19. yüzyılın sonlarına doğru saç ve sakal konusunda genişleyen orta sınıfla birlikte modalar toplumun daha geniş kesimlerine hitap etmeye başladı. Saç bakımında Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra şampuanların piyasaya çıkmasıyla başlayan süreç, bugün bütün dünyada benzer saç temizliği ve bakımı anlayışının doğmasına neden oldu. Fransa’da erkeklerin saçlarına biçim vermek için 1860’larda kullanmaya başladıkları briyantin Türkiye’de de 1960’lara kadar kullanılmaya devam etti; brillarıtine sözcüğü 1820’lerin Fransızcasında parlak ipek kumaşı anlatıyordu. 1970’lerde jöle adı verilen özel ‘ilaç’larla saçın biçimlendirilmesi moda oldu. Bugün gençler daha çok kesim biçimleriyle saçlarını farklı kılıyorlar.


Saç beyazladığında yaşlılarca kiralanırdı. Saç boyası 1950’lere kadar ABD’de bile kadınların ancak % 5 tarafından benimsenmişti; saç boyamak sahne sanatçılarına özgü sayılırdı. Bu oran 90’larda % 75’lere çıktı. Oysa hazır saç boyaları piyasaya yüzyılın başında verilmişti. 1909’da Fransız kimyager Eugene Schueller nihayet zararsız bir boya karışımı elde etmiş ve kurduğu firmaya COreal adını vermişti.


Rita Hayvvorth (1918-1987) kızıl saçlarıyla tarihe geçmişti; bugünkü ‘teknolojiyle bunun hiç anlamı yok. En fazla saç kesimleriyle tanınan ve Londra’da bir dönem fotoğraf çektirerek para kazanan Punklar bir yana, saç rengi iradi bir konu oldu. Eskiden Müslüman kadının saçına erkek elinin değmesi düşünülemezken, kuaförler günlük yaşamın bir parçası; at kuyruğuyla topuz evde hallediliyor ama affo, fön, meç için profesyonel el gerekiyor



Peruka


Roma’nın hiciv şairi Martialis (İS 40-102), “Bizi merhemler ve yapay saçlarla kandırıyorsun, Phoebus, o pis ve dazlak kafan sözde saç tutamları ile kaplı. Kafan için bir berbere gereksinimin yok, daha iyi görünmek için, Phoebus, sadece bir sünger gerek sana,” diye perukacıları yerin dibine sokuyor.


Roma’da erkek ve kadınların peruka kullanması modası varsa da çoğunluk perukayı saç dökülmesi nedeniyle yeğliyordu. Eski Mısır’da ise saç kirli sayılır, rahipler ve halk tarafından kazıtılırken, zenginler gerçek veya yapay saçtan yapılmış perukalar takarlardı. Asur, Fenike ve Eski Yunanlılar da peruka kullanırlardı. Afrika kabilelerinin çok süslü törensel saç tuvaletleri de gerçekte hazırlanması saatler alan perukalardır.


Hıristiyanlık, perukalı kadının papazın kutsamasından yararlanamayacağını, perukanın ilahi kutsamaya engel oluşturduğunu vaaz etmiştir. 692’deki Konstantinopolis Konsili’nde de peruka takan birkaç kişinin aforoz edilmesi karara bağlanmıştı.


Avrupa’da perukanın tekrar yaygınlaşmasında İngiltere kraliçesi I. Elisabeth’in (1558-1603) kırlaşan saçlarını saklamak için peruka kullanmaya başlaması etken oldu. Kraliçenin değişik renklerde seksen perukası vardı. 17. yüzyılda erkekler arasında perukanın moda olması ise Fransa kralı XIII. Louis’yle oldu. Kadınlar arasında peruka kullanımı azalırken erkekler arasında statü simgesi olarak yaygınlaşarak sürdü. Bazı mesleklerin resmi kıyafetinin bir parçası oldu. İngiltere’de yargı görevlileri halen peruka takarlar ve İngiliz Uluslar Topluluğu üyesi bazı ülkelerde de bu uygulama benimsenmiştir.

-18. yüzyılın abartılı perukaları Fransız Devrimi’nden sonra ortadan kalktı. 20. yüzyılda ucuz yapay perukalar 1970’lere kadar kadınlar arasında kullanılmaya devam etti. ‘Yapılı saç’ların şart görüldüğü resmi, yarı resmi toplantılarda perukanın yapılı saç yerine geçmek gibi bir işlevi vardı. Bu modaların kalkmasıyla peruka, kel erkeklere hizmet verdiği asli görevine döndü. Ama saçı olmayanların artık saç ektirme gibi bir çözümleri daha var.




Sakal, Bıyık


68’de solcular arasında Stalin tarzı bıyıklar modayken, uçlarının aşağı sarkması da olağandı. 1974’den sonra sarkık bıyık sağcıların oldu. 1980’deki sert uygulamalardan sonra bıyık radikallere kaldı, gençlik özellikle saç konusunda liberalizasyona uğradı. “Bıyığını kesen, eşini kıskanmayan domuz” anlayışı terk edilerek, erkeklerin çoğunluğu ‘modern’ Avrupalılar gibi metruş oldu. Avrupa’da ve özellikle ABD’de ise bıyık bırakanlar çoğunlukla homoseksüeller.


Bıyık konusunu erkeklikle özdeşleştiren kültürümüzde, dini telkin sakal konusunda olmakla birlikte sakalda daha liberal davranılmış, yalnız hacca gitmemiş bile olsa erkeklerin belirli bir yaştan sonra sakal bırakmamaları hoş karşılanmamıştır. Tıraş olmak da uzun süre kravat gibi memurlukla hatta daha mutaassıp kesimlerde Cumhuriyet’in değerleri ve laiklikle özdeşleştirilmişken, sakal gerçekte II. Mahmud’tan beri tasfiye edilmiş olduğundan, toplumsal statü ve değer yargılarını anlatan bıyık olmuştur. Jön Türklerin II. Wilhelm tarzı bıyığından, ikinci Dünya Savaşı sırasında esnaf ve küçük memurların Hitler bıyığına, gene 1930’lı yılların sonunda ‘clark çekmek’ için Clark Gable (1901-1960) tipi bırakılan bıyıklara kadar, bıyıkta Avrupa esintisi hep görülür.


Bıyıklar: Karanfil, kaytan, pala, burma, pırasa, bektaşi, yastık, pis, dik, kırpık ve yastık bıyık.

Sakallar: Çember, keçi, top, tahta, çatal, didon (dis done, önce Fransızlara, Kırım Savaşı’ndan sonra bütün Avrupalılara lakap olan sivri sakal), barbiş (Fransızca barbiche).


Bam teli alt dudakta biten kıllar olup, sakalı kesip bunları bırakan eskiden yalnız laternacı Rumlarmış. Favori (Fransızca favorit) ise 68 kuşağıyla yeniden yaygınlaştı; artık o kadar uzun bırakılmasa da, moda denmeyecek kadar olağanlaştı, 12 Eylül talimatnamelerinde bile, kulağın ortasına kadar inmesi normal kabul edildi.



Kudret Emiroğlu’nun

GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ

kitabından alıntılanmıştır.

Mardin

 


Çatalhöyük / Çumra / Konya

 


15 Ocak 2023 Pazar

Zaman Yolcusu - Türklerin İzinde/Timur Bey ve Onun büyülü şehri; Semerkant

Uzakdoğu ve Pasifik Adaları Söylenceleri-6 “Hindistan” Râmâyana

 

II. Bölüm


(Kral Dasa-Ratha, krallığını Râma'ya vermeyi tasarlar, fakat Bharata’nın annesi onu krallığı kendi oğluna vermesi için zorlar. Rama Ayodhya'dan on dört yıl için sürgün edilir. Sltâ ve Lakşmana ona yolculuğunda refakat ederler.)


Kral Dasa-Ratha'nın dört oğlu arasında babasının ve Ayodhya halkının en sevdiği, Râma idi. O ideal bir erkek örneğiydi, sadık, bağlı, yumuşak, tüm savaş ve barış sanatlarım bilen ve herkese karşı merhametli. Kral ikinci nazik oğlu Bharata'yı bir yıl için büyük babasıyla yaşamaya gönderdiğinde, kralın en genç oğlu ona eşlik etti.


Onların yokluğunda Kral Dasa-Ratha şöyle düşündü: "Yaşlandığım ve gençlik günlerimdeki gücümü yitirdiğim için tahtımı Râma'ya vereceğim. Benim için iyi olan, kuşkusuz halkım için de iyidir. Ben günlerimi rahatlık içinde tamamlayacağım ve Râma erdem ve değer açısından eşsiz olduğundan Ayodhya ve Kosala krallığı onun yönetiminde refaha kavuşacak."


Daha sonra kral, şefler, prensler ve ordu komutanlarından oluşan ülke önderleri kurulunu toplantıya çağırdı. Çağrıyı yaparken sesi gök gürültüsü gibi gürledi. "Halkıma bir babanın çocuklarına baktığı biçimde, alçakgönüllülükle ve hiç kızmadan baktım. Şimdi hayatımın son zamanlarında artık çok yorgunum. Kraliyet yükümlülüklerini yerine getirmek ve ülkemizin yasalarını uygulamak benim sahip olduklarımdan daha fazla güç ve beceri gerektiriyor. Umarım oğlum Râma'yı yerime kabul edersiniz. Râma, tanrıların kralı İndra'nın cesaretiyle, bilge bir rahibin kutsal bilgisini birleştirmektedir. Yeryüzünde yaşayanlar arasında bir eşi yoktur."


Halk onun açıklamasını öyle bir coşkuya alkışladı ki, yukarıdaki gökyüzü ve aşağıdaki yeryüzü onların neşe dolu çığlıklarıyla titredi. "Râma'nın saygıdeğer tahtınıza oturacağını biliyorduk, çünkü onun kalbi cesaret dolu, sözleri ve yaptıkları erdem dolu, doğruluk sevgisi ve dharmaya bağlılığı erişilmezdir. O barış zamanında babamız, savaş zamanında koruyucumuzdur. Nasıl ki İndra, göklerdeki tanrıların daha da yukarılarına yükseliyorsa, o da yeryüzünde yürüyenlerin üstündedir. O Toprak Ana kadar bağışlayıcıdır."


Böylece Ayodhya kenti Râma'nın tahta çıkışını kutlamaya hazırlandı. Bayrak ve flamalar olayı ilan etti. Aktörler, dansçılar, müzisyenler krallığın her tarafından toplanan kalabalıkları eğlendirdiler.


Râma toplantıya sonbahar göğünün dolunay güzelliğiyle girdi. Kral Dasa-Ratha onu tahta oturttu ve şu öğütlerde bulundu: "Râma, oğullarımın en sevgilisi ve onurlusu yarın kral olarak taç giyeceksin. Şimdi olduğundan çok daha adanmış ve erdemli olmalısın. Her şeyde daha sakınaklı olmalısın. Herkese karşı adaletli olmalısın. Ulusumuzun askeri gücünü ve zenginliğini sürdürmelisin. Halkımı ve krallığımı ellerine bıraktığımı bilmek yüreğimi rahatlatıyor.''


Râma, Sltâ ve Lakşamana'ya döndü. Sltâ'ya dedi ki: "Kutsal orucumuz için hazırlanmalıyız." Lakşmana'ya dedi ki: "Toprak Ana'yı benimle birlikte yönetmeye hazırlan, çünkü benim iyi yazgım aynı zamanda hep senin de iyi yazgın olacaktır. Sadece senin varlığın nedeniyle yaşamıma ve krallığıma değer veriyorum.''


Bununla birlikte Kral Dasa-Ratha'nın kararına herkes sevinmemişti. Bharata'nın annesi, bir anne sevinciyle eğlenceyi seyrederken nedimesi onun yüreğine derin ve ölümcül düşünceler soktu.


"Bu senin en üzüntülü günün olması gerekirken neden bu kadar mutlusun?" diye sordu nedime. Başka bir kraliçenin oğlu tahta çıktı, seninki değil. Oysa senin oğlun daha iyi, değerinin ve ününün bir eşi yok. Rama, Bharata'nın erdem ve yiğitliğinden ürktüğü için erkek kardeşinin üzerine bir kurt gibi atlayacak ve onu parçalayacak. Ve Rama'nın annesi ve karısı, sana ve Bharata'nın karısına köleymiş gibi davranacak."

Bharata'nın annesi şöyle yanıtladı: "Lanetli sözler ediyorsun kadın! Rama benim için Bharata kadar değerli. Kardeşlerinin kendisini sevdiği kadar o da onları sever ve onları bir babanın kendi oğullarını koruduğu gibi koruyacaktır. Kral Dasa-Ratha eski töremiz ve ülkemizin yasası gereğince tahtı en büyük ve en iyi oğula bırakmakla yükümlüdür ve o oğul da Râma'dır. Benim Bharata'm Râma'dan sonra yönetici olacak, çünkü daha genç."


"Delilikten gözün körleşmiş olmalı, güzel kraliçem" diye yanıtladı nedime. "Tahta Bharata değil Râma'nın oğlu çıkacak. Erkek kardeşler saltanatlarını ikiye bölmezler. Gerçekte Rama bir kez kral olduğunda, senin oğlunu bir ülkeden diğerine yalnız ve arkadaşsız olarak dolaşmaya zorlayacaktır. Bharata evsiz, yurtsuz bir adam olacak."



"Yaşlı nedimene güven" diye devam etti. "Uzun yıllar yaşadım ve en kutsal saraylarda en karanlık işlerin çevrildiğini gördüm. Râma, Lakşmana'ya bağlı, Bharata'ya değil. Oğluna şimdiden krallığı terk etmesi emri verildi. Onun yaşamını kurtarmalısın! Çok geç olmadan kocanla konuş. Yoksa Râma Bharata'yı kendine hizmet etmesi için zorlayacak ve eğer reddederse ondan nefret edecek."


Nedimenin sözcükleri bir yılanın öldürücü zehiri gibi Bharata'nın annesinin yüreğine sızdı ve çocuğu için duyduğu korkuları körükledi, kıskançlık duyguları uyandırdı. Sevilen kişiler için yas tutmaya ayrılan odaya girdi ve oranın soğuk zeminine uzanıp ağladı. Yaşlı kral onu, kökünden kesilmiş yeni filizlenen bir asma gibi yerde yatarken buldu. Bu hüzünlü görüntü onu acılara boğdu, çünkü genç karısını kendi canından daha çok severdi.


"Niye burada gözyaşları içinde yatıyorsun?" diye sordu. "Bir hastalığın mı var? Birisi mi seni kırdı? Konu ve sözcüklerin, kızgınlığını güneş ışıklarının kış karlarını erittiği gibi yok etsin. Duyduğum büyük sevgi sana güç verir. Saraydakilerin ve benim, kim olurlarsa olsunlar dileklerine uyacaklarına söz veririm."


Böylece aşktan gözü kör olan kral, kıskanç kraliçeye kutsal bir yemin etmiş oldu. Güneş, ay, yıldızlar, yeryüzü ve eviçi tanrıları kral Dasa-Ratha'nın sözlerini duydu. Onurlu bir adam olduğu için verdiği sözden dönemezdi.

Karısı söze başladı: "Yıllar önce Rakşasalar seni acılı bir biçimde yaraladıklarında sana baktım ve hayatını kurtardım. Şükran borcu olarak bana iki ödül sözü verdin. O zaman ödülleri istemedim, fakat şimdi istiyorum. Eğer vermezsen ölürüm. Birincisi Râma'nın yerine Bharata'nın tahta çıkmasına izin ver. İkincisi Râma'nın on dört yıl boyunca vahşi ormanlarda bir münzevi olarak yaşamasını sağla. Şimdi istediğim Ödüller bunlar. Başka hiçbir şey beni kandıramaz."


Yaşlı kral kulaklarına inanamadı. "Bu korkunç bir düş olmalı" diye bağırdı. Kızgınlıktan gözyaşları kurudu ve genç karısına şöyle dedi: "Sen bana ve ailene ihanet içindesin. Seni anne gibi seven bir oğuldan nefret etmek için ne gibi bir nedenin olabilir? Kendimi sarayımda zehirli bir yılan beslemiş gibi hissediyorum."


"İstiyorsan karılarımı sürgün et" diyerek ihtiyar kral konuşmasını sürdürdü. "Israrlıysan krallığımı ve yaşamımı benden al. Fakat beni oğlum Râma'dan ayırma. Dünya güneşin ışığı olmadan dönmeye devam edebilir. Yağmurun suyu olmadan hasatlar devam edebilir. Fakat ben Râma olmadan yaşayamam. Ben yaşlı bir adamım ve güçsüzüm. Yaşanacak uzun bir hayatım yok. Sevgili karım bana iyi davran. Kentleri İste, toprak iste, hazine iste. Fakat Râma'yı isteme. Halkıma ve Râma'ya verdiğim kutsal sözden dönmeye beni zorlama. Bu, cinayetlerin en büyüğü olur."


Kraliçe yanıtladı: "Dürüstlüğü ve erdemliliğiyle tanınan siz, eğer bana verdiğiniz sözden dönerseniz, dünya hayatınızı kurtaran sevgili karınıza ne kadar az değer verdiğinizi görecek. Dünya, benim kırık bir kalpten ölmeme neden olduğunu bilecek. Bharata için krallık, Râma için sürgün diliyorum. Başka hiçbir şeyi kabul etmem."


Ertesi sabah, taç giyme gününde her zamanki gibi Lakşmana'nın eşlik ettiği Râma babasına gitti. Bharata'nın annesini kralın yanında otururken buldu. Kral Dasa-Ratha'nın yüreği öyle yaslıydı ki Râma'nın adından başka bir şey telaffuz edemedi. Râma sordu: "Anne, babamın bu kadar üzülmesine yol açacak ne yaptım? Neden yanaklarında gözyaşı tanecikleri var? Bharata iyi mi?"


Bharata'nın annesi sükunetle yanıtladı: "Babana acı veren tek şey kötü haberi dilinin ucuna getirememekten kaynaklanıyor. Yıllar önce bana kral sözü verdi. Şimdi sana olan büyük sevgisi nedeniyle becerebilse bu sözünden vazgeçecek. Ama biliyorsun ki Kral Dasa-Ratha kutsal sözünden vazgeçemez. Eğer dürüst ve sadık bir oğulsan, dharmaya bağlı olmalısın. Babanın çok yıllar Önce bana verdiği sözü tutmasını sağlayarak erdemini kanıtla."


Râma şöyle bağırdı: "Ne yapmam gerektiğini söyle. Zehir içip ölümümü dilese bile babama itaat ederim."

"Eğer babanın onurunu kurtarmak istiyorsan, sözüne uygun davran. Hemen burayı terk et ve gelecek on dört yıl boyunca vahşi ormanlarda bir münzevi olarak yaşa. Saçların birbirine karışsın ve gövdeni hayvan postlarıyla ve ağaç kabuklarıyla ört. Benim oğlum Bharata Ayodhya'ya dönecek ve senin yerine babanın krallığını yönetecek."


Râma bu sözleri büyük bir gönül rahatlığıyla kabul etti. Ne üzüntülü ne de kızgındı. "Umarım benim yolculuğum senin kalbine huzur getirir baba" diye yanıtladı. "Bharata’ya haber salın. Sitâ'yı ve annemi görür görmez burayı terk edeceğim."


İki erkek kardeş salonu terk ettiklerinde genç ve sadık Lakşmana öfkesini nasıl durduracağını bilemedi. "Neden Bharata'nın annesinin senin yaşamını mahvetmesine izin veriyorsun? Kuşkusuz babam yaşlılık nedeniyle onun devlet işlerine müdahale etmesine izin veriyor. Hak ettiğin yer için savaş, ben senin yanında yer alacağım."


"Hayır Lakşmana" dedi Râma ve ekledi: "Bu koşullarda babamın krallığını yönetmeyi hiç arzulamam. Ailemizde önüne zor görevler çıkan başka erkekler de oldu. Kuşkusuz bu sefer orman benim kaderimin bir parçası. İyi bir oğuldan beklendiği gibi babama itaat ederek onurumla yaşayacağım. Dharma yolu budur."


Sonra Râma annesine ve Sîtâ'ya dedi ki: "Ben vahşi ormandayken sükûnetle bekleyin. Anne, ne kadar mutsuz olursan ol senin yerin babamın yanıdır. Eğer benimle gelmeye kalkarsan ölecektir. Sîtâ, senin anneme göz kulak olmanı istiyorum. Bharata ve Satrughna'yı kardeşlerin olarak sev, çünkü onlar benim için canımdan daha değerlidir."


Nazik ve sadık Sîtâ yanıtladı: "Annenin yeri nasıl babanın yanı ise, benim yerim de senin yanındır. Işığı olmayan ay ne işe yarar? Açmayan bir çiçek? Telleri olmayan bir ut? Tekerleksiz bir araba? Sensiz ben bir hiçim. Güzel elbiseler, leziz yemekler ve saray rahatlığı bir hiçtir. Senin sürgünün benim de sürgünüm olacak. Seni yaşatacak olan böğürtlen ve kökler beni de doyurur. Ormanın güzelliği gözlerimizi şenlendirecek ve ne saldırgan vahşi hayvanlardan ne de bir münzevinin zorlu yaşamından korkacağım. Yanında olduğum sürece yılları saymayacağım."


"Ben de sana eşlik edeceğim" dedi Lakşmana. "Senin olduğun yerde olabilirsem mutlu ve huzurlu olurum. Ormanda yolları bulmak ve yiyecek toplamak benim eğlencem olacak. Beraber olduğumuzda sürgünün ne kötülüğü olur ki?"


Böylece Râma, Lakşmana ve Sîtâ sürgüne gittiler. Kral Dasa-Ratha öfkeyle Bharata'nın annesini kendi başına bıraktı ve Râma'nın annesinde huzur buldu. Râma'nın yolculuğunun beşinci gününün akşamı ihtiyar kralın kalbi kederinin yükünü kaldıramadı ve kral öldü. Daha sonra tüm ülkeyi keder ve yas kapladı, çünkü kralı olmayan bir krallık suyu olmayan bir nehir, çimensiz bir otlak ya da çobansız bir sürü gibidir. Bu keder ortamını dağıtmak ve halkın kendini güvende ve iyi hissetmesini sağlamak için kraliyet askerleri Bharata'yı çağırmak üzere gönderildi.



Donna Rosenberg'in Dünya Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.

Kastamonu

 


AKAİD-1


Akaid, akd kökünden türetilmiş olan akîde kelimesinin çoğuludur. Akîde, sözlükte "gönülden bağlanılan, düğüm atmışçasına sağlam inanılan şey" demektir. Dinî literatürde akîde, "inanılması zorunlu olan ilke" (iman esası, mü'menün bih), çoğulu olan akaid kelimesi ise "İslâm dininde inanılması farz olan hususlar, iman esasları, dinin temel kural ve hükümleri" anlamına gelmektedir. Buna göre, dinin temel kural ve hükümlerini oluşturan iman esaslarından bahseden ilme de akaid ilmi denir.


İslâm akaidinin ilk ve en önemli kaynağı Kur'ân-ı Kerîm, daha sonra da sahih hadislerdir. İslâm akaidini oluşturan esaslar, Kur'ân-ı Kerîm'de ve hadislerde hiçbir yoruma mahal bırakmayacak şekilde açık, yalın ve sade olarak yer almıştır. Kur'an'da Allah'a, peygamberlerine, kitaplara, meleklere, âhirete, kazâ ve kadere iman konusuna temas eden ve yer yer ayrıntılı bilgiler veren birçok âyet vardır. Hadis kitaplarının "iman, enbiya, tevhid, cennet, cehennem, kader, kıyamet" gibi bölümlerinde, iman esaslarıyla ilgili çeşitli açıklamalar yer almaktadır. Bu sebeple de Kur'an âyetleri ile başta mütevâtir hadisler olmak üzere sahih hadisler akaidin temel kaynaklarını teşkil eder. Duyu organlarının verileri ve akıl her ne kadar akaid ilminin kaynakları arasında ise de, bu ikisi doğrudan doğruya dinî prensiplerin ve iman esaslarının belirlenmesinde kaynak sayılmazlar. Akıl ve duyu organlarının verileri, daha çok âyet ve hadislerin belirlediği esasların açıklanması, yorumu ve ispatlanması konusunda malzeme oluştururlar, nakli desteklerler. Bu sebeple iman esaslarının belirlenmesinde tek kaynak vahiydir.


İslâm akaidini oluşturan esaslar, hem kesin delile dayanmaktadır hem de apaçıktır. Zamana, mekâna, fert ve toplumlara göre değişiklik göstermez. Bu hükümler bir bütün teşkil edip, bölünme kabul etmezler. Yani bir kısmına inanıp bir kısmına inanmamak söz konusu olamaz.



İMAN


İMANIN TANIMI ve KAPSAMI


İman sözlükte, "bir kişiyi söylediği sözde tasdik etmek, doğrulamak, söylediğini kabullenmek, gönül huzuru ile benimsemek, karşısındakine güven vermek, güvenlikte olmak, şüpheye yer vermeyecek biçimde içten ve yürekten inanmak" anlamlarına gelir.


Terim olarak ise, Hz. Peygamber'i, Allah Teâlâ'dan getirdiği kesin olarak bilinen hükümlerde (zarûrât-ı dîniyye) tasdik etmek, onun haber verdiği şeyleri tereddütsüz kabul edip bunların gerçek ve doğru olduğuna gönülden inanmak demektir.


Buna göre; imanın hakikati ve özü kalbin tasdikidir. Kalbin tasdiki imanın değişmeyen aslî unsurudur. İmanla bilgi arasında çok yakın bir ilişki söz konusudur. Her inanan kişi, neye inandığını bilir, fakat her bilme inanmayı gerektirmez. İnanılacak esaslarla ilgili bilgiye iman denilebilmesi için, kişinin gönlünde ve kalbinde hür iradeye dayalı bir boyun eğişin, teslimiyetin ve tasdikin bulunması gerekir. İman edene sevap, etmeyene ceza verilmesinin dayanağı, kişinin gönülden bağlılığının ve tasdikinin bulunup bulunmamasıdır.


İmanın, bir kalp işi, kalbin tasdiki olduğunu gösteren âyet ve hadislerden bazıları şunlardır:


"Ey Peygamber, kalpleri iman etmediği halde, ağızlarıyla inandık diyenlerden ve yahudilerden küfür içinde koşuşanlar seni üzmesin..." (el-Mâide 5/41).


"Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun kalbini İslâm'a açar..." (el-En`âm 6/125).


"Allah cennetlikleri cennete, cehennemlikleri cehenneme koyacak, sonra da bakın kalbinde hardal tanesi kadar imanı olan birisini bulursanız onu cehennemden çıkarın diyecektir" (Buhârî, "Îmân", 15; Müslim, "Îmân", 82).


Görüldüğü üzere imanın esası, inanılacak şeyleri kalbin tasdik etmesidir. Bir kimse diliyle inandığını söylese bile kalbiyle tasdik etmezse mümin olamaz. Buna karşılık kalbiyle tasdik edip inandığı halde, dilsizlik gibi bir özrü sebebiyle inancını diliyle açıklayamayan veya tehdit altında olduğu için kâfir ve inançsız olduğunu söyleyen kimse de mümin sayılır. Bunun en belirgin örneği şu olaydır:


Sahâbîlerden Ammâr b. Yâsir, Kureyş müşriklerinin ağır baskılarına ve ölüm tehditlerine dayanamayarak kalben inanmakla birlikte, diliyle müslüman olmadığını, Hz. Muhammed'in dininden çıktığını söylemiş, bu olay hakkında âyet-i kerîme inerek, Ammâr'ın mümin bir kimse olduğu belirtilmiştir: "Kalbi imanla dolu olduğu halde (inkâra) zorlanan kimse hariç, kim iman ettikten sonra Allah'ı inkâr ederse ve kim kalbini kâfirliğe açarsa, işte Allah'ın gazabı bunlaradır. Onlar için büyük bir azap vardır" (en-Nahl 16/106).


İmanın aslî unsuru kalbin tasdiki olmakla birlikte kalpte neyin gizli olduğunu insanlar bilemediği için, kalpteki inancın dil ile söylenip açığa vurulması, o kişinin de dünyada bu söz ve ikrarına göre bir işleme tâbi tutulması gerekmektedir. Bu sebeple ikrar, yani kalpte bulunan inancın dil ile ifade edilmesi, imanın bir parçası değil, âdeta onun dünyevî şartıdır.


Kalplerde neyin gizli olduğunu ancak Allah bilir. Bir kimsenin iman ettiği, ya kendisinin söylemesiyle veya cemaatle namaz kılmak gibi mümin olduğunu gösteren belli ibadetleri yapmasıyla anlaşılır. O zaman bu kimse mümin olarak tanınır, müslüman muamelesi görür, müslüman bir kadınla evlenebilir. Kestiği hayvanın eti yenir, zekât ve öşür gibi dinî vergilerle yükümlü tutulur. Ölünce de cenaze namazı kılınır, müslüman mezarlığına defnedilir. Eğer bir kimse inancını diliyle ikrar etmezse ona, müslümana özgü bu tür hükümler uygulanmaz.


İmanda ikrarın çok önemli olduğunu Peygamber Efendimiz şu hadisleriyle dile getirmişlerdir:


"Kalbinde buğday, arpa ve zerre ölçüsü iman olduğu halde Allah'tan başka Tanrı yoktur. Muhammed O'nun elçisidir diyen kimse cehennemden çıkar" (Buhârî, "Îmân", 33; Tirmizî, "Cehennem", 9; İbn Mâce, "Zühd", 37).


"İnsanlar Allah'tan başka Tanrı yoktur. Muhammed O'nun elçisidir deyinceye kadar kendileriyle savaşmakla emrolundum. Ne zaman bunu söylerlerse can ve mal güvenliğine sahip olurlar. Ancak kamu hukuku gereği uygulanan cezalar bundan müstesnadır. İç yüzlerinin muhasebesi ise Allah'a aittir" (Buhârî, "Cihâd", 102; Müslim, "Îmân", 8; Ebû Dâvûd, "Cihâd", 104).


Dil ile ikrar bu derece önemli olduğu için genellikle iman, "Kalp ile tasdik ve dil ile ikrardır" şeklinde tanımlanmıştır. Fakat imanı bu şekilde tanımlamak, kalbi ile inanmadığı halde inandım diyenin mümin olmasını gerektirmez. Bu konuda bir âyet-i kerîmede, "İnsanlardan bazıları da vardır ki, inanmadıkları halde Allah'a ve âhiret gününe inandık derler" (el-Bakara 2/8) buyurulmuştur.


Gönülden inanmadığı halde, diliyle inandığını söyleyen kişi -kalpteki inanç ve ikrarı bilinemediği için- dünyada müslüman gibi işlem görür. Fakat imanı bulunmadığı ve münafık olduğu için âhirette kâfir olarak işlem görecek ve cehennemde ebedî kalacaktır.


Bu bilgilerden de anlaşılacağı gibi kalbin tasdiki, imanın rüknü, olmazsa olmaz unsuru ve değişmez temelidir. Dilin ikrarı da, bu asıl ve gerçeğin tanınmasını sağlayan bir şarttır.



 İCMÂLÎ ve TAFSÎLÎ İMAN


İman, inanılacak hususlar açısından icmâlî ve tafsîlî iman olmak üzere ikiye ayrılır.


 İcmâlî İman


İnanılacak şeylere kısaca ve toptan inanmak demektir. İmanın en özlü ve en kısa şekli olan icmâlî iman, tevhid ve şehadet kelimelerinde özetlenmiştir.


Tevhid kelimesi: Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah (Allah'tan başka hiçbir Tanrı yoktur. Muhammed O'nun elçisidir) cümlesidir. Şehadet kelimesi de: Eşhedü enlâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh (Ben Allah'tan başka hiçbir Tanrı olmadığına, Muhammed'in O'nun kulu ve elçisi olduğuna inanır ve tanıklık ederim) ifadesidir.


İmanın ilk derecesi ve İslâm'ın ilk temel direği budur. Gerçekte Allah'ı yegâne Tanrı tanıyan, Hz. Muhammed'i O'nun peygamberi olarak kabullenen kişi, diğer iman esaslarını ve Peygamberimiz'in getirdiği dini de toptan kabullenmiş demektir. Çünkü diğer iman esasları bize Hz. Peygamber aracılığıyla bildirilmiştir. Öyleyse Allah elçisini tasdik etmek, getirdiği hükümleri de tasdik etmek demektir. İnanılacak şeyler ayrı ayrı söylenmediğinden dolayı bu imana icmâlî (toptan) iman denmektedir. Mümin sayılabilmek için, icmâlî iman yeterli olmakla birlikte, İslâm'ın diğer hükümlerini ve inanılması gerekli olan şeylerin her birini kişinin teker teker öğrenmesi zorunludur.


Tafsîlî İman


İnanılacak şeylerin her birine, açık ve geniş şekilde, ayrıntılı olarak inanmaya tafsîlî iman denilir. Tafsîlî iman üç derecede incelenir:


Birinci derece, Allah'a, Hz. Muhammed'in Allah'ın peygamberi olduğuna ve âhiret gününe kesin olarak inanmaktır. Bu, icmâlî imana göre daha geniştir. Çünkü burada âhirete iman da yer almaktadır.


İkinci derece, Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, öldükten sonra tekrar dirilmeye, cennet ve cehennemin, sevap ve azabın varlığına, kazâ ve kadere ayrı ayrı inanmaktır. Tafsîlî imanın ikinci derecesi amentüde ifade edilen prensiplerdir.


Üçüncü derece, Hz. Muhammed'in Allah katından getirdiği, bize kadar da tevâtür yoluyla ulaştırılan bütün haberleri ve hükümleri tasdik etmektir. Bir başka ifadeyle, mânası apaçık (muhkem) âyet ve mütevâtir hadislerle sabit olan hususların hepsine ayrı ayrı, Allah ve Resulü'nün bildirdiği ve emir buyurduklarını da içine alacak şekilde bütün ayrıntıları ile inanmaktır. Bu durumda namaz, oruç, hac ve diğer farzları, helâl ve haram olan davranışları öğrenip bütün bunların farz, helâl ve haram olduklarını yürekten tasdik etmek tafsîlî imanın üçüncü derecesini oluşturur.


Müslüman olmayan bir kimse, icmâlî iman ile İslâm'a girmiş olur. Bu iman üzere ölürse neticede cennete girer. Fakat tafsîlî iman ile müslümanın imanı yücelir, olgunlaşır, sağlam temeller üzerine oturur. Bir insanın, Allah'ı ve O'ndan geleni gönülden tasdik ettikten sonra, Hz. Peygamber'in açıkladığı buyruk ve yasakları bütünüyle, farzı farz, haramı haram bilerek öğrenmesi, kabullenmesi ve uygulaması gerekir. Tafsîlî imanın üçüncü derecesi, zarûrât-ı diniyye denilen ve inanılması zorunlu bulunan bütün inanç, ibadet, muâmelât ve ahlâk hükümlerine inanmayı içermektedir.



TAKLÎDÎ ve TAHKÎKÎ İMAN


Delillere dayalı olmaksızın sadece çevrenin telkini ile meydana gelen ve âdeta kişinin İslâm toplumunda doğup büyümüş olmasının tabii sonucu olarak gözüken imana taklîdî iman denilir. Ehl-i sünnet bilginlerinin çoğuna göre bu tür iman geçerli olmakla beraber, kişi imanı aklî ve dinî delillerle güçlendirmediğinden dolayı sorumludur. Taklîdî iman, inkârcı ve sapık kimselerin ileri süreceği itirazlarla sarsıntıya uğrayabilir. Bunun için imanı, dinî ve aklî delillerle güçlendirmek gerekir. Çünkü deliller, ileri sürülecek şüphe ve itirazlara karşı imanı korur. Delillere, bilgiye, araştırma ve kavramaya dayalı imana ise tahkîkî iman denir. Aslolan her müslümanın tahkîkî imana sahip olması, neye, niçin ve nasıl inandığının bilincini taşımasıdır.



İMAN ile AMEL ARASINDAKİ BAĞ


Amel, iradeye dayalı iş, davranış ve eylem demektir. Esasen tasdik ve ikrar da birer ameldir. Ancak amel deyince daha çok kalp ve dil dışında kalan organların ameli anlaşılmaktadır. Bu durumda iman ile amel birbirinden ayrı şeyler olmasına, amelin imanın bir parçası olmamasına rağmen, her ikisi arasında çok sıkı bir bağ ve ilişki bulunmaktadır.


 Amel İmanın Ayrılmaz Parçası Değildir


Ehl-i sünnet bilginlerine göre amel, imanın parçası, rüknü ve olmazsa olmaz unsuru değildir. Bu sebeple bütün dinî esasları kalpten benimsemiş fakat çeşitli sebeplerle buyrukları yerine getirmemiş veya yasakları çiğnemiş olan kimse, işlediği günahı helâl saymadığı müddetçe mümin sayılır. Çünkü:


Kur'ân-ı Kerîm'de "İman edenler ve sâlih amel işleyenler..." diye başlayan pek çok âyet vardır (el-Bakara 2/277; Yûnus 10/9; Hûd 11/23). Bu âyetlerde iman edenlerle sâlih amel işleyenler ayrı ayrı zikredilmiştir. Eğer amel imanın bir parçası olsaydı, "iman edenler" denildikten sonra bir de "sâlih amel işleyenler" denmesine gerek olmazdı.


Bazı âyetlerde iman, amelin geçerli olabilmesi için şart kılınmıştır. Meselâ: "Her kim mümin olarak iyi işler yaparsa, artık o, ne zulümden ne de hakkının çiğnenmesinden korkar" (Tâhâ 20/112) buyurulmuştur. Eğer iman ile amel aynı şey veya amel imanın parçası olsaydı, o zaman ayrı ayrı zikredilmezdi ve iman, amelin geçerli olmasının şartı sayılmazdı.


Bazı âyetlerde de büyük günahın imanla birlikte bulunabileceği ifade edilmiştir. Bunlardan birinde: "Eğer müminlerden iki grup birbirleriyle vuruşurlarsa aralarını düzeltin..." (el-Hucurât 49/9; ayrıca bk. el-Bakara 2/178; et-Tahrîm 66/8) denilmiş, büyük günah sayılan öldürme fiilini işleyerek ameli terkeden kişilerden "müminler" diye söz edilmiştir.


Peygamber Efendimiz döneminden itibaren büyük din bilginleri, kalbinde imanı bulunduğu ve bunu diliyle söylediği halde dinin emrettiği amelleri işlemeyen veya bazı yasakları çiğneyen kimseleri -yaptıklarını helâl ve meşrû görmedikleri sürece- mümin saymışlar, ancak bu kimselerin günahkâr mümin olduklarını ifade etmişlerdir. Bu, Ehl-i sünnet âlimlerinin ortak görüşüdür.


Amelin Gerekliliği ve İmanla Olan İlgisi


Amel ile iman arasında çok yakın bir ilişki vardır. Kur'ân-ı Kerîm'in birçok âyetinde iman ile sahih amel yan yana zikredilmiş, müminlerin sâlih amelleri işleyerek maddî-mânevî gelişmelerini sağlamaları ısrarla istenmiştir. Çünkü düşünce ve kalp alanından eylem ve hareket alanına çıkamamış olan iman meyvesiz bir ağaca benzer. Kalpte mevcut olan iman ışığının hiç sönmeden parlaması, giderek gücünü artırması sâlih amellerle mümkün olabilir. Ayrıca imanın olgunluğuna ermek, imanı üstün bir dereceye getirmek ve böyle iman sahiplerine Allah'ın vaad ettiği sonsuz nimetlere kavuşmak için de amel gereklidir. İnsan sadece inanılması gerekli şeyleri tasdik eder, ameli umursamayan bir tavır sergileyip yasakları çiğnerse, dine, Allah'a ve Peygamber'ine olan bağlılığı yavaş yavaş azalır, günün birinde kalbindeki iman ışığı da sönüp gider. O halde amelin hem imanı güçlendirmede üstlendiği rol, hem de müminin cehennem azabından kurtularak nimetlere ulaşmasına aracı olması ve Rabbine karşı kulluk görevini gerçek anlamda yerine getirmesi bakımından önemi çok büyüktür.

 



 İMANIN ARTMASI ve EKSİLMESİ


İman, inanılması gereken hususlar (iman esasları) açısından artmaz ve eksilmez. Bir kimse iman esaslarının hepsini kabul edip de, bir veya bir kaçına inanmasa meselâ meleklere inanmasa veya namazın farz yahut adam öldürmenin haram oluşunu inkâr etse, iman etmiş sayılmaz. Bu durumda iman gerçekleşmediğinden artması ve eksilmesi söz konusu olamaz. Herkes aynı hususlara iman etmekle yükümlüdür. İnanılacak esaslar konusunda bilginle cahil, peygamber olan ve olmayan, kadınla erkek arasında hiçbir fark yoktur.


İman, güçlü veya zayıf olma açısından farklılık gösterir. Kiminin imanı kuvvetli kiminin zayıftır. Kiminin imanı tam anlamıyla içine sinmiş, kimininki yüzeysel kalmıştır. Kimininki işitme ve düşünmeye bağlı bilgi ve inanç seviyesinde, kimininki görmeye dayalı bilgi ve inanç seviyesinde, kimininki de yaşamaya, gönülden duymaya ve iç tecrübeye dayalı bilgi ve inanç seviyesindedir. İmanda bu çeşit bir farklılığın bulunduğuna âyet ve hadislerde de işaret edilir. İbrâhim (a.s.) ölüleri nasıl dirilttiğini göstermesini Allah'tan istemiş, âyette buyurulduğu gibi yüce Allah'ın "inanmadın mı?" sorusuna "(gözümle de görerek) kalbim tam yatışsın diye" (el-Bakara 2/260) cevabını vermiştir. Böylece onun Allah'ın ölüleri nasıl dirilttiğini gördükten sonraki imanının önceki imanından daha güçlü olduğu belirtilmiştir.


Kur'ân-ı Kerîm'deki "İman etmiş olanlara gelince (her inen sûre) daima onların imanını artırmıştır" (et-Tevbe 9/124); "O, müminlerin yüreklerine imanlarını katmerli bir imanla artırmaları için mânevî kuvvet indirendir" (el-Fetih 48/4); "Müminler ancak onlardır ki, Allah anıldığı zaman yürekleri titrer. Allah'ın âyetleri kendilerine okunduğu zaman bu onların imanını artırır" (el-Enfâl 8/2) anlamındaki âyetler ile bu konudaki hadisler, imanın kuvvet, kalbin derinliklerine nüfuz yönüyle farklı seviyelerde olabileceğini, nitelik yönüyle artma ve eksilme gösterebileceğini ifade etmektedir.



İMANIN GEÇERLİ OLMASININ ŞARTLARI


İmanın geçerli olabilmesi ve sahibini âhirette ebedî kurtuluşa erdirebilmesi için şu şartları taşıması gerekir:


İmanın dünyada hür iradeye dayalı bir tercih olması, baskı, tehdit veya dünya hayatından ümit kesme (ye's) durumunda gerçekleşmemiş bulunması gerekir. Daha önce mümin olmayan bir kimsenin, hayattan ümidini kestiği son nefesinde uğrayacağı azabı farkedip "iman ettim" demesi halinde, onun bu imanı geçerli olmaz. Bir âyette "Artık o çetin azabımızı gördükleri zaman `Allah'a inandık ve O'na ortak koştuğumuz şeyleri inkâr ettik' derler. Fakat azabımızı gördükleri zaman imanları kendilerine bir fayda vermeyecektir. Allah'ın kulları hakkında süregelen kanunu budur. İşte kâfirler burada hüsrana uğramışlardır" (el-Mü'min 40/84-85) buyurulmuştur.


Mümin, iman esaslarından birini inkâr anlamına gelen tutum ve davranışlardan kaçınmalıdır. Meselâ Allah Teâlâ'yı ve bütün peygamberleri tasdik edip de Hz. Muhammed'in peygamberliğine inanmayan yahut farz veya haram olduğu kesin olarak bilinen bir hükmü, meselâ namazın farz, şarap içmenin haram olduğunu kendi hür iradesiyle inkâr eden, yahut alaya alan, puta, haça vb. şeylere tapan bir kimseye mümin denilemez.


Mümin Allah'ın rahmetinden ne ümitsiz ne de emin olmalıdır. Korku ile ümit arasında bulunmalıdır. Müminin "Nasıl olsa imanım var, o halde muhakkak cennete giderim" düşüncesiyle kendinden emin olması veya "Çok günah işledim, ben muhakkak cehennemliğim" diye Allah'ın rahmetinden ümit kesmesi imanını kaybetmesine sebep olabilir. Bu konuda Kur'an'da şöyle buyurulur: "Doğrusu kâfirlerden başkası Allah'ın rahmetinden ümit kesmez" (Yûsuf 12/87), "Fakat büyük zararı göze alanlar topluluğundan başkası Allah'ın azabından (azabının olmayacağından) emin olmaz" (el-A`râf 7/99).

 



İMAN-İSLÂM İLİŞKİSİ


İslâm sözlükte, "itaat etmek, boyun eğmek, bağlanmak, bir şeye teslim olmak, esenlikte kılmak" anlamlarına gelir. Terim olarak, "yüce Allah'a itaat etmek, Hz. Peygamber'in din adına bildirmiş olduğu şeylerin hepsini kalp ile tasdik edip dil ile söyleyerek, inandıklarını yaşamak, sözleri ve davranışları ile kabul edip benimsediğini göstermek" demektir.


Kur'ân-ı Kerîm'de iman ile İslâm, bazan aynı bazan farklı anlamda kullanılmıştır. İman ile İslâm aynı anlamda kullanılırsa bu durumda İslâm kelimesi, İslâm'ın gerekleri olan hükümlerin dinden olduğuna inanmak, İslâm'ı bir din olarak benimsemek ve ona boyun eğmek mânasına gelir. İslâm çok geniş bir kavramdır ve teslimiyet demektir. Teslimiyet ise üç türlü olur. Ya kalben olur ki, bu kesin inanç demektir. Ya dille olur ki, bu da ikrardır. Ya da organlarla olur ki, bunlar da amellerdir. İşte İslâm'ın üç şeklinden biri olan kalbin teslimiyetine ve bağlılığına iman denilir. Şu âyette iman ile İslâm aynı anlamda kullanılmaktadır: "...Ancak âyetlerimize inanıp da teslim olanlara duyurabilirsin" (en-Neml 27/81). Eğer iman ile İslâm aynı anlamda kullanılırsa, o zaman her mümin müslimdir, her müslim de mümindir.


İman ile İslâm'ın farklı kavramlar olarak ele alınması durumunda her mümin, müslim olmakta, fakat her müslim, mümin sayılmamaktadır. Çünkü bu anlamda İslâm, kalbin bağlanışı ve teslimiyeti değil de, dilin ve organların teslimiyeti, belli amellerin işlenmesi demektir. Bu durumda İslâm daha genel bir kavram, iman daha özel bir kavram olmaktadır. Meselâ münafık, diliyle müslüman olduğunu söyler, buyrukları yerine getiriyormuş izlenimi verir, fakat kalbiyle inanmaz. Münafık gerçekte inanmadığı halde, dünyada müslümanmış gibi gözükebilir. Şu âyet-i kerîmede iman ile İslâm ayrı kavramlar olarak geçmektedir: "Bedevîler inandık dediler. De ki: Siz iman etmediniz, ama boyun eğdik deyin. Henüz iman kalplerinize yerleşmedi..." (el-Hucurât 49/14).



 BÜYÜK GÜNAH KAVRAMI


Arapça'da kebîre (çoğulu kebâir) kelimesi ile ifade edilen büyük günah, bozgunculuğa sebep olan, hakkında tehdit edici bir nas (âyet ve hadis) bulunan, işleyenin dünyada veya âhirette cezalandırılmasına sebep olan büyük suçlar ve davranışlara denir.


Büyük günahların en büyüğü Allah'a şirk koşmak ve O'nu inkâr etmektir (küfür). Büyük günahların neler olduğu konusunda hadislerde çeşitli bilgiler vardır. Peygamberimiz bir hadisinde, "Size büyük günahların en büyüklerinden haber vereyim mi? Onlar: Allah'a ortak tanımak, ana babaya itaatsizlik ve yalancı şahitliktir" (Buhârî, "Edeb", 6; Müslim, "Îmân", 38; Tirmizî, "Tefsîr", 5) buyurmuş, bir başka hadislerinde "Mahveden yedi günahtan sakınınız. Onlar: Allah'a ortak koşmak, sihir yapmak, haksız yere adam öldürmek, yetim malı yemek, ribâ (faiz), savaştan kaçmak, iffetli ve iman sahibi bir kadına zina iftirasında bulunmaktır" (Buhârî, "Vesâyâ", 23; Müslim, "Îmân", 38; Ebû Dâvûd, "Vesâyâ", 10) diyerek, büyük günahların yedi tanesini zikretmiştir. Bir başka hadiste büyük günahların sayısı dokuz olarak belirtilmiş, ana babaya itaatsizlik ve Mescid-i Harâm'da yapılması yasak bir fiili işlemek de bunlara eklenmiştir (Ebû Dâvûd, "Vesâyâ", 10).


Kalbinde inancı olduğu halde inancını diliyle söyleyen, fakat çeşitli sebeplerle ameli terkeden, dolayısıyla şirk ve küfür dışındaki büyük günahlardan birini işleyen (fâsık ve fâcir) kimse, işlediği günahı helâl saymıyorsa mümindir, kâfir değildir. Fakat büyük günah işlediği için ceza görecektir. Ancak bu kimse için tövbe kapısı açıktır. Yüce Allah böyle bir kimseyi âhirette dilerse affeder, şefaat olunmasına izin verir, dilerse günahı ölçüsünde cezalandırır. Neticede ise, kalbinde inancı bulunduğu için cennete girdirir.


Sahâbîlerden Ebû Zer el-Gıfârî'nin anlattığına göre, Hz. Peygamber: "Allah'tan başka hiçbir Tanrı yoktur deyip de bu inancı üzere ölen kimse cennete girer" buyurmuş, Ebû Zer, "O kişi zina yapsa, çalsa da mı?" diye sormuş, "Evet, zina yapmış, hırsızlık etmiş de olsa cennete girer" cevabını vermiştir. Ebû Zer soruyu üç kez tekrar edip aynı karşılığı alınca, dördüncü sorusunda Allah elçisi, "Ebû Zer bu durumdan hoşlanmasa bile o kimse cennete girer" buyurmuştur (Buhârî, "Tevhîd", 33; "Rikak", 16; Müslim, "Îmân", 40; Tirmizî, "Îmân", 18).



TASDİK ve İNKÂR BAKIMINDAN İNSANLAR


İnsanlar tasdik ve inkâr açısından üç grupta incelenebilirler.


Mümin


Allah'a, Hz. Peygamber'e ve O'nun haber verdiği şeylere yürekten inanıp, kabul ve tasdik eden kimseye mümin denir. Müminler âhirette cennete girecekler, orada pek çok nimetlere kavuşacaklardır. Günahkâr müminler, suçları ölçüsünde âhirette cezalandırılsalar da sonunda cennete konulacaklardır. Müminlerin ebedî cennetlik olacağına dair Kur'an'da pek çok âyet vardır.


Kâfir


İslâm dininin temel prensiplerine inanmayan, Hz. Peygamber'in yüce Allah'tan getirdiği kesin olan ve tevâtür yoluyla bize kadar ulaşmış bulunan esaslardan (zarûrât-ı dîniyye) bir veya birkaçını yahut da tamamını inkâr eden kimseye kâfir denir. Meselâ namazın farz, şarabın haram oluşunu inkâr eden, meleklerin ve cinlerin varlığını kabul etmeyen kimse kâfirdir.


Kâfir sözlükte "örten" anlamına gelmektedir. Gerçek ve doğru inancı örttüğü, yanlış şeylere inandığı için böyle kimselere kâfir denmiştir. Bir insan kâfir olarak ölürse ebedî cehennemde kalacaktır. Bu konudaki âyetlerden birinde şöyle buyurulmuştur: "(Âyetlerimizi) inkâr etmiş ve kâfir olarak ölmüş olanlara gelince, işte Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların lâneti onların üstünedir. Onlar ebediyen o lânet içinde kalırlar. Artık ne azapları hafifletilir, ne de onların yüzlerine bakılır" (el-Bakara 2/161-162).


Münafık


Allah'ın birliğini, Hz. Muhammed'in peygamberliğini ve onun, Allah'tan getirdiklerini kabul ettiklerini söyleyerek, müslümanlar gibi yaşadıkları halde, kalpten inanmayan kimselere münafık denir. Münafıkların içi başka dışı başkadır. Sözü özüne uygun değildir. Bir âyette şöyle buyurulur:


"İnsanlardan bazıları da vardır ki, inanmadıkları halde `Allah'a ve âhiret gününe inandık' derler" (el-Bakara 2/8). Münafıkların gerçekte kâfir oldukları bir başka âyette şöyle ifade edilir: "Onların Allah yolundan sapmalarının sebebi, önce iman edip sonra inkâr etmeleridir. Bu yüzden kalpleri mühürlenmiştir. Artık onlar hiç anlamazlar" (el-Münâfikun 63/3).


Münafıklar İslâm toplumu için açık kâfirden daha tehlikelidirler. Çünkü onlar dıştan müslümanmış gibi gözüktüklerinden tanınmaları mümkün değildir; içten içe müslüman toplumun huzur ve düzenini bozar, kuzu postuna bürünerek dikkatsiz ve bilgisiz müslümanları yanlış yönlere sürüklerler. Peygamberimiz vahiyle kimlerin münafık olduğunu bilir, bu sebeple de onlara önemli görevler vermezdi. Hz. Peygamber'den sonra insanlar için böyle bir bilgi kaynağı (vahiy) söz konusu olmadığından ve müslüman olduğunu söyleyenlerin iç dünyasını araştırmak da doğru olmadığından münafık, dünyada müslüman gibi işlem görür. Onun cezası âhirete kalmıştır. Bir âyette açıklandığı üzere cehennemin en alt tabakasında münafıklar bulunur: "Şüphe yok ki münafıklar, cehennemin en alt katındadırlar (derk-i esfel). Artık onlara asla bir yardımcı da bulamazsın" (en-Nisâ 4/145).

 



KÜFÜR ve ŞİRK



Küfür kelime olarak "örtmek" demektir. Dinî literatürde ise Hz. Peygamber'i Allah'tan getirdiği şeylerde yalanlayıp, onun getirdiği kesinlikle sabit dinî esaslardan bir veya birkaçını inkâr etmek anlamına gelir.


Sözlükte "ortak kabul etmek" anlamına gelen şirk, terim olarak Allah Teâlâ'nın tanrılığında, isim, sıfat ve fiillerinde, eşi, dengi ve ortağı bulunduğunu kabul etmek demektir. Müşrikler Allah'ın varlığını inkâr etmezler. O'ndan başka ilâh olduğunu kabul edip, onlara da taparlar veya isimleri, sıfatları, irade ve otorite sahibi olması açısından Allah'a eşdeğer güç ve varlıklar tanırlar.


Şirk ile küfür birbirine yakın iki kavramdır. Aralarındaki fark, küfrün daha genel, şirkin ise daha özel olmasıdır. Bu anlamda her şirk küfürdür, fakat her küfür şirk değildir. Her müşrik kâfirdir, fakat her kâfir müşrik değildir. Çünkü şirk sadece Allah'a, zât, isim ve sıfatlarına ortak tanıma sonucu meydana gelir. Küfür ise, küfür olduğu bilinen birtakım inançların kabulü ile gerçekleşir. Küfür olan inançlardan biri de Allah'a ortak tanımadır. Meselâ Mecûsîlik'te olduğu gibi iki tanrının varlığını kabul etmek şirk olduğu gibi aynı zamanda küfürdür. Halbuki âhiret gününe inanmamak küfürdür, ama şirk değildir.


Allah'a şirk koşmak günahların en büyüğüdür. Şirk dışındaki günahları, Allah'ın dilediği kimse için bağışlayacağı bir âyette şöyle ifade edilir: "Allah kendine ortak koşulmasını asla bağışlamaz. Bundan başkasını dilediği kimse için bağışlar. Kim Allah'a ortak koşarsa büsbütün sapıtmıştır" (en-Nisâ 4/116).


Kur'an'a göre, göklerde ve yerde hâkimiyetin yegâne sahibi Allah'tır. Yaratma O'na mahsustur. Her şey O'na -istese de istemese de- boyun eğmiştir. Her şeyde O'nun hükmü geçerlidir. Yaratma ve hükümranlıkta hiç kimse O'na ortak olamaz.


İMAN ile KÜFÜR ARASINDAKİ SINIR



İman, Hz. Peygamber'in getirdiklerinin hepsini tasdik, küfür de inkâr etmektir. Buna göre, iman ile küfrü belirleyen başlıca ayıraç kalbin tasdikidir. Ancak kalbin tasdiki, insanlar tarafından bilinemediğinden, ikrar ve ikrarı gösteren dinî görevleri yerine getirmek, yani amel, kalpteki imanın varlığının göstergesi olarak kabul edilmiştir.


Küfrün en belirgin alâmeti, dinin temel esaslarından birini veya tamamını reddetmek yahut onları beğenmemek, önemsememek ve değersiz saymaktır.


Müslüman olduğunu söyleyen bir kimsenin, bu dünyada mümin kabul edilmesi ve İslâm toplumundan dışlanmaması gerekir. Çünkü dünyada dış görünüşe ve ikrara göre işlem yapılır. İçten inanıp inanmadığını tesbit ise Allah'a mahsus ve âhirete ilişkin bir meseledir: "...Size selâm verene dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek, sen mümin değilsin demeyin..." (en-Nisâ 4/94) buyurularak buna işaret edilir. Hz. Peygamber de imanda ikrarın önemini vurgulamak ve kelime-i tevhidi söyleyenin, müslüman kabul edilmesi gereğine işaret etmek için şöyle buyurmuştur: "İnsanlar Allah'tan başka Tanrı yoktur, Muhammed O'nun elçisidir deyinceye kadar kendileriyle savaşmakla emrolundum. Ne zaman bunu söylerlerse, can ve mal güvenliğine sahip olmuş olurlar..." (Buhârî, "Cihâd", 102; Müslim, "Îmân", 8; Ebû Dâvûd, "Cihâd", 104). Bu sebeple imanını diliyle ikrar ettiği veya davranışlarına yansıttığı sürece herkesin İslâm toplumunun tabii bir üyesi olarak görülmesi, can ve mal güvenliğine sahip olması, dünyevî-dinî ahkâm, sosyal ve beşerî ilişkiler bakımından da müslümanın sahip olduğu bütün statü, hak ve sorumluluklara muhatap olması gerekir.

 



TEKFİR


Tekfir, müslüman olduğu bilinen bir kişiyi, inkâr özelliği taşıyan inanç, söz veya davranışından ötürü kâfir saymak demektir. İrtidad ise müslümanın dinden çıkması anlamına gelir. Dinden çıkana mürted denilir. Bu itibarla tekfir bir şahsın başkaları tarafından küfrüne hükmedilmesi, irtidad ise kişinin kendi irade ve ifadesiyle İslâm'dan ayrılması ve hukuk düzeni tarafından da mürted sayılması demektir.


Bir müslümanın kâfir olduğuna hükmedilmesi onu pek ağır dünyevî sonuçlara, müeyyide ve mahrumiyetlere mahkûm etmek anlamına geldiğinden, tekfir konusunda çok titiz davranmak gerektiği açıktır. Bu, bireysel bir isnat ve iddia anlamındaki tekfir için de toplumsal bir yargı anlamındaki irtidad için de böyledir. Gelişigüzel tekfir iddialarına dayanılarak irtidad hükümleri uygulanamaz.


İslâm kültüründeki tekfir ve irtidad kavramları, din ve vicdan hürriyetinin sınırlandırılması ve tehdit altında tutulması değil, toplumun ortak değerlerine ve dinî inançlarına karşı alenî saygısızlık ve saldırganlığı önleme, toplumda gerekli olan huzur ve sükûnu güvence altına alma, nesilleri inkârcılığın olumsuz etkilerinden koruma, tekfir edilen şahsa gerekli yaptırımların uygulanmasıyla da kamu vicdanı açısından adaleti gerçekleştirme gibi gayelere mâtuf bir tedbir ve toplumsal sağduyu refleksi niteliğindedir.


Yersiz yapılan tekfir, fert açısından ağır sonuçlar doğurmasının yanında toplum hayatında kapatılamayacak yaraların açılmasına, birlik ve bütünlüğün zedelenmesine ve parçalanmaya sebep olur. Çünkü bu durumdaki bir kimse, gerçek durumunu Allah bilmekle birlikte, toplumda müslüman muamelesi görmez, selâmı alınmaz, kendisine selâm verilmez, kestikleri yenilmez. Müslüman bir kadınla evlenmesine müsaade edilmez. Öldüğünde cenaze namazı kılınmaz. Müslüman kabristanına gömülmez. Tekfir bu denli ağır sonuçlar doğurduğu içindir ki, Hz. Peygamber Medine toplumunda, münafıkların varlığını bildiği halde onları küfürle itham etmemiş, temelleri hoşgörüye bağlı bir İslâmlaştırma siyaseti izlemiş, pek çok hadiste de "Ben müslümanım" diyeni küfürle suçlamaktan sakınmayı tavsiye etmiştir. Bir hadiste "Kim bir insanı kâfir diye çağırırsa, yahut öyle olmadığı halde ey Allah düşmanı derse söylediği söz kendisine döner" (Buhârî, "Ferâiz", 29; Müslim, "Îmân", 27) buyurulurken, bir başka hadiste de şöyle denilmiştir: "Bir insan müslüman kardeşine ey kâfir diye hitap ettiği zaman, ikisinden biri bu sözü üzerine almış olur. Şayet söylediği gibi ise küfür onda kalır, değilse söyleyene döner" (Buhârî, "Edeb", 73; Müslim, "Îmân", 26).


Hadislerden de anlaşılacağı gibi bir kimseyi küfürle itham ederken göz önünde bulundurulması gereken husus, o kimsenin küfür olan bir inancı gönülden benimsediğinin iyi tesbit edilmesidir. Muhatap küfrü açıkça benimsemiyorsa, onun inanç, söz veya davranışı ile küfre girdiğini söyleme konusunda temkinli olmak gerekir. Hz. Peygamber'in anılan tavsiyelerini göz önünde bulunduran bilginler "ehl-i kıbleden olup da günah işlemiş bulunan bir kimseyi bundan dolayı tekfir etmemeyi" Ehl-i sünnet'in temel prensipleri arasında zikretmişlerdir.



Diyanet Vakfı Yayınlarının İlmihal Kitabından alıntılanmıştır.

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak