Theodoros Ebu Kurra ve İslamiyet
Eserlerinde lslamiyet'e yer veren ve müslümanlarla dini tartışmalar yapan Melki kilisesine bağlı diğer Ortodoks ilahiyatçısı Theodoros Ebu Kurra'dır. Ebu Kurra Arapça küçük çaplı yazılar, Opuscula adlı bir eser ve 52 (veya 43) tane olduğu belirtilen ve diyaloglar şeklinde düzenlenen Grekçe risaleler yazmıştır. Risalelerinden 17 tanesi lslamiyet'i hedef almaktadır.
Theodoros Ebu Kurra Bağdat'ta Abbasi halifesi Me'mun'un huzurunda muhtemelen 824 yılında dönemin ileri gelen İslam alimleriyle yaptığı tartışmayı yazıya aktarmış ve bu Arapça eser günümüze kadar gelmiştir.
Tartışmayı halife Me'mun'un düzenlediği belirtilmekle birlikte, halifeyi buna sevkeden amilin ne olduğu açık olarak bilinmemektedir. Daha önce Emevi ve Abbasi halifeleri döneminde görülen kısmen geleneksel hale gelmiş tartışmaların bir devamı olabileceği gibi, kendisi Mu'tezile mezhebine mensup olan halifenin, Ehl-i Sünnet alimleriyle özellikle Kuran merkezli çeşitli inanç esaslarının tartışıldığı bu dönemde farklı bir yaklaşımın görülmesini istediği veya samimi olarak bilgi ve düşüncelerini geliştirmek amacıyla böyle bir toplantı tertip ettiği düşünülebilir. Sebep ne olursa olsun bir İslam sarayında farklı din ve kanaatlere mensup, herbiri kendi sosyal çevresinde şöhret kazanmış alimlerin bizzat halifenin inisiyatifiyle dini bir tartışmayı gerçekleştirmiş olmaları önemli olmalıdır.
Tartışma sırasında halifenin oldukça açık kalpli, geniş fikirli olduğu ve taraflar arasında ayırım yapmaksızın denge sağlayabilecek ölçüde objektif bir tavır takındığı Ebu Kurra'nın ifadelerinden ortaya çıkmaktadır. Ebu Kurra halifenin şöyle dediğini nakleder: "Burası adalet ve eşitlik sarayıdır. Burada kimseye haksızlık yapılmaz. Binaenaleyh kendi delillerinizi ortaya koyun ve korkmadan bütün açık yüreklilikle cevap verin. (. .. ) Kendi dininin doğruluğunu gösteren hikmetli bir delile sahip olan herkes, bunu açıklasın."
İlerlemiş yaşında müslüman alimlerle giriştiği bu tartışmada Theodore Ebu Kurra'nın, muhataplarına genellikle ikna edici cevaplar vermekle birlikte, zaman zaman da zor durumlara düştüğü anlaşılmaktadır. Ayrıca tartışma sırasında ciddi tenkitlere hedef olduğu ve özellikle Kuran'dan yanlış alıntılar yaptığı veya ayetleri yanlış yorumladığı gerekçesiyle maruz kaldığı sert tepkilerden, halifenin müdahelesiyle kurtulabildiği de kaydedilmektedir.
Tartışma, çocukların sünnet edilmesine dair bir soruyla bizzat halife tarafından başlatılır. Ebu Kurra, Hz. Adem'in de yaratıldığında sünnetsiz olduğuna dikkat çektikten sonra, sünnetin inananları putperestlerden ayıran bir alamet olduğunu, ancak bunun Hz. İsa tarafından Yeni Ahid'in bir işareti olmak üzere vaftize çevrildiğini ifade eder.
Hz. İsa'nın Tanrı ile eşdeğer olduğunu belirten Ebu Kurra'nın bu görüşüne sert tepki gösterilir ve ilgili ayetlere işaret edilerek Hz. İsa'nın Allah'ın Meryem'e ulaştırdığı Kelime'si ve Ruh'u olduğu, Allah katında İsa'nın durumunun Hz. Adem'in durumu gibi olduğu belirtilir. Tartışmanın bundan sonraki akışı zikredilen ayetlerdeki ifadelerin açıklanması etrafında devam eder. Tartışmada Hz. İsa'nın Allah'ın Kelimesi ve Ruhu olduğu konusunda ittifak sağlanır. Ancak Ebu Kurra muhatabından Hz. Adem'in aksine Hz. İsa'nın, mahluk değil, Yaratıcı olduğunu kabul etmesini de ısrarla ister.
Ertesi güne taştığı anlaşılan tartışmada Hz. İsa'nın Ademoğullarından biri ve insan olduğunu açıkça gösterdiği belirtilen Kitab-ı Mukaddes ayetleri hatırlatıldığında oldukça zor anlar yaşayan Ebu Kurra, renkarnasyonla ilgili uzun açıklamalara dalmayı tercih eder ve sonunda kurtuluşu muhatabını karşı soruyla sıkıştırmakta bulur. Kuran'daki bir ayete (el-Maide 5/ 116) dikkat çekerek bu ayette Allah'ın "cahil" yerine konduğu iddiasında bulunur. Kendisine bu sorunun insanlara öğretici olması ve doğru yolu bulmaları amacıyla sorulduğu "makul bir şekilde" izah edilir.
Ebu Kurra'ya göre müslümanlar Hz. Muhammed' in Allah'ın elçisi Hz. lbrahim'in Allah'ın dostu olduğunu ve Hz. Musa'nın da Allah'Ia konuştuğunu kabul etmektedirler. Şu halde Allah'ın Ruhu ve Kelimesi olan Hz. İsa'yı da Allah'ın oğlu olarak vasıflandırmakta bir engel bulunmamalıdır. Tartışmanın devamından bazen müslümanlarla hıristiyanların "Allah'ın Ruhu ve Kelimesi" gibi ortak terimler kullanmakla birlikte bu terimlere farklı anlamlar yükledikleri de anlaşılmaktadır. Hz. İsa'nın ölümü hususunda Ebu Kurra, Kuran ayetlerinden örnekler vererek onun ölmediğini, ancak Allah katına kaldırıldığını söyleyince muhatabı ikna olur ve onu tasdik eder. Ebu Kurra'ya göre, Kuran'da Hz. İsa'nın bir beşer olan Hz. Adem'e benzerliğinin vurgulandığı doğrudur. Ancak başkalarından farklı olarak onun Allah'ın Ruhu ve Kelimesi olarak vasıflandığı da gözardı edilmemelidir.
Tartışmada hıristiyanların haça taptıkları konusu açılınca Ebu Kurra, Ioannes Damaskenos'un görüşlerine atıfta bulunarak haçı kutsamanın, her ne kadar şeref bakımından aynı derecede değilse de müslümanların Haceru'l-Esved'i selamlayıp öpmeleriyle aynı olduğunu söyler.
Hz. İsa'nın ilahi yönü bulunduğu görüşünü hedef alarak Hz. İsa'nın kendi iradesiyle mi, yoksa iradesi dışında mı çarmıha gerildiği, eğer iradesiyle öldürülmüşse yahudilerin kınanmaması gerektiği, eğer iradesi dışında öldürülmüşse o takdirde onun aciz bir tanrı durumuna düşeceği şeklindeki soruya Ebu Kurra şöyle karşılık verir: "Siz bize Allah'a yalan isnad ettiğimizi söylüyorsunuz. Eğer bu O'nun iradesiyle olmaktaysa bizi kınamanız anlamsız. Eğer O'nun iradesi dışında ise o takdirde O'nun için de acziyet sözkonusu olmaz mı?" Müslüman muhatabı bu iki hususun birbirleriyle kıyaslanamayacağını belirterek itiraz eder.
Tartışma sonucunda taraflar arasında kesin bir sonuca ulaşılamadığı ve fıkir birliğine varılamadığı görülmektedir. Konular genellikle daha önceki tartışmalarda görülen noktalarda yoğunlaşmış, her iki taraf da hemen aynı sorulara aynı cevapları vermiştir. Metindeki ifadelerden Theodoros Ebu Kurra'nın Hıristiyanlıktaki Teslis doktrinini izah etmekte güçlük çektiği, müslümanların ise Hz. lsa'nın Allah'ın Kelime'si ve Ruh'u olduğuna dair hususulara ikna edici cevaplar veremedikleri ortaya çıkmaktadır. Bu noktadan hareketle A. Guillaume "her iki tarafın birbirlerini yanlış anlamaları için yeterli sebeplere sahip olduklarını" ifade etmektedir.
Hocası loannes gibi tasvir taraftarı olan Theodoros Ebu Kurra Arapça bir risale yazmış ve bu eserinde yahudilerin, müslümanların ve lkonoklast hıristiyanların tasvir aleyhtarı tutumlarını tenkit etmiştir.
Ebu Kurra bu eserini dindaşlarının, karşı tenkitlerden etkilenmeksizin tasvir taraftarlığına devam etmelerini sağlamak ve bu arada tasvirlere ibadetin/tazimin putperestlikle aynı olduğuna dair muhaliflerden gelebilecek itirazlara kolaylıkla cevap vermelerine yardımcı olmak amacıyla kaleme almıştır. Ebu Kurra, loannes Damaskenos'un görüşüne katılarak, muhaliflerden gelen putperestlik ithamindan dolayı tasvirlere ibadeti terkeden bir hıristiyanın, mantıki olarak dinin diğer bazı ibadetlerini de terketmesi gerektiğini belirtir.
Tasvirlerin Tanrıya cismaniyet izafe etme anlamına geleceği şeklindeki görüşe karşı çıkan Ebu Kurra, Eski Ahid, İncil ve Kuran gibi bütün kutsal kitaplarda Tanrı hakkında cismaniyeti çağrıştıran ifadelerin bulunduğunu, çünkü insan zihninin anlayabilmesi için soyuttan somuta doğru bir yaklaştırmanın gerekli olduğunu vurgular. Ona göre tasvirler, Tanrı'ya, kutsal kitaplarda yer alan bu tür ifadelerden daha fazla cismaniyet izafe etmemektedir.
Ebu Kurra'ya göre Kitab-ı Mukaddes'te tasvirlerin takdis edilmesine yönelik bir hüküm bulunmamakla birlikte, bütün kiliselerde öteden beri resimlerin varlığı, tasvirin köklerinin Havariler dönemine kadar uzandığını göstermiş olmalıdır. Kitab-ı Mukaddes'te yer almadığı gerekçesiyle bu tür şeylerin reddedilmesi, Havariler dönemine dayandığından kimsenin şüphe etmediği diğer uygulamaların da reddedilmesini gerektirmektedir.
Müslümanları "el-Berraniyyun" dediği hıristiyan olmayan topluluklar arasında zikreden Ebu Kurra dindaşlarından, "ötekilerden" gelen tenkitlerin etkisinde kalmamalarını, çünkü onların kutsal kitaplarında da dünyevi gözle bakıldığında gülünç gelebilecek unsurların var olduğunu belirtir ve örnekler verir.
Kitab-ı Mukaddes'ten Tanrı'nın cismaniyetini çağrıştıracak ifadelerden örnekler verdikten sonra Ebu Kurra, Kuran'da da "Allah'ın Arş üzerinde oturduğu", "O'nun yüzü ve ellerinin bulunduğu" gibi birçok ifadenin yer aldığını, bununla birlikte müslümanların bunlara inanmakta bir sakınca görmediklerini kaydeder.
Müslümanların, haç, tasvir ve azizler önünde eğildikleri için hıristiyanları tenkid ettiklerine dikkat çeken Ebu Kurra'ya göre, eğer Allah'tan başkasının önünde eğilmek/secde etmek ona ibadet etmek anlamını taşısaydı, Allah meleklerden Hz. Adem'e secde etmelerini istemezdi. Bu emirle Allah'ın meleklerden Hz. Adem'e ibadet etmelerini istemiş olması düşünülemez. Ayrıca Kuran'a göre Hz. Ya'kub ve oğulları da Hz. Yusuf'un önünde eğilmişlerdir. Şu halde eğilmek mutlak olarak tapma anlamına gelmez, saygı ifade eder.
"Canlı resimleri yapanların kıyamet günü onlara can vermekle emredileceklerini" belirten hadisi de eleştiren Ebu Kurra, Hz. Süleyman'ın emrindeki cinlerin ona heykeller yaptıklarını belirten ayete dikkat çeker. Ayrıca canlı resmi yapmaya karşı çıkanların bitki resimleri yapmala rının çelişki olduğunu, çünkü insanın dalları yeşermiş meyveli ağacı da yapamayacağını belirtir.
Ebu Kurra'ya göre müslümanların, Hz. İsa'nın ve azizlerin lkonalarına dokunup öpmelerinden dolayı hıristiyanları eleştirmeleri de doğru değildir. Çünkü orada tasvirlere değil, Hz. lsa'ya veya o tasvirlerin temsil ettiği azizlere duyulan saygı sözkonusudur. Nasıl ki müslümanlar, secde esnasında dizlerini ve alınlarını yere veya seccadeye koymakta ve ibadeti bunlara değil, Allah'a yaptıklarını söylemekte iseler, hıristiyanlar için de durum bundan farklı değildir.
Tasvir aleyhtarlarının görüşlerini çürütmek için gayret eden Ebu Kurra, taraftarlarından tasvirlerle ilgili tenkit ve kınamalar karşısında sabretmelerini istemekte ve buna karşılık sevap alacaklarını belirtmektedir.
Farklı yorumlarda bulunmakla birlikte Theodoros Ebu Kurra'nın Kuran ve hadislerden yaptığı alıntılarda metne sadık kaldığı anlaşılmaktadır. Bu durum onun İslamiyet hakkındaki bilgisini gösterdiği gibi, müslümanların hıristiyanları hangi noktalarda tenkit etiklerini bilmesi ve bunları cevaplamaya önem vermesi de bizi İslam toplumunda müslümanlarla hıristiyanların çeşitli dini konularda hararetli tartışmalar gerçekleştirdikleri sonucuna götürmektedir.
Hıristiyanların çeşitli dini görüşlerini tenkit etmek, İslam'a yönelik iddia ve eleştirilerine cevap vermek için müslümanlar tarafından genellikle er-Redd 'ale'n-Nasara adı altında birçok reddiyenin kaleme alındığı bilinmektedir. lbnü'n-Nedim'e göre Mu'tezile'nin önde gelen alimlerinden lsa b. Sabih el-Murdar da er-Redd 'ale'n-Nasara adlı eserin yanısıra, bizzat Ebu Kurra'nın görüşlerini eleştirdiği Kitabün 'ala Ehi Kurra en Nasrani adlı eserini yazmıştır.
Bir müslüman tarafından sorulan soruya Theodoros Ebu Kurra'nın verdiği cevaplar Remleli Stephanos tarafından kayda geçirilmiş ve günümüze kadar gelmiştir. "Mesih benim sığınağım ve yardımcımdır. Ona inanıyorum" ifadesiyle başlayan 284/897 tarihli bu yazmaya göre Harran piskoposu (uskuf) Theodoros Ebu Kurra'ya Hz. lsa'nın kendi iradesiyle mi, yoksa iradesi dışında mı çarmıha gerildiği sorulmuş ve o da muhatabına şu cevabı vermiştir: "Ben 'iradesiyle öldürülmüştür' desem, 'Yahudilerin bunda bir suçu yok' diyeceksin. 'İradesi hilafına öldürülmüştür' dersem, karşı koyamadığı için güçsüz olduğunu söyleyeceksin." Müslümanlarla yaptığı tartışmalarda bir hayli tecrübe kazandığını gösteren bu cevabından sonra Ebu Kurra devamla, müslümaların, Allah'a iftira ettikleri gerekçesiyle hıristiyanları suçladıklarını hatırlatarak "Eğer biz Allah'a kendi iradesine binaen iftira ediyorsak, bizim bir suçumuz olmamalı. Eğer O'nun iradesi rağmına iftira ediyorsak bu O'nun güçsüz olduğunu gösterir" der. Ebu Kurra devamla şunları söyler: "Yahudilerin amacı Hz. lsa'nın dileğini yerine getirmek değil, onu yok etmekti. Her ne kadar sonuçta Hz. lsa'nın iradesi sözkonusu olmuşsa da yahudiler, kötü niyetleri doğrultusunda bu en büyük günahı işlemiş oldukları için, en ağır cezayı haketmişlerdir".
Theophanes ve İslam
Bizanslı bir rahip ve tarih yazarı olarak Theophanes'in hem kendisinden sonraki tarihçilere kaynaklık etmiş olması, hem de müslümanlarla ilgili olayları kaydetmesinin yanısıra, Hz. Muhammed ve İslamiyet hakkında görüşler beyan etmiş olması, onu burada ele alınan konuyla ilgili kılmaktadır.
Theophanes Hz. Muhammed'le ilgili görüşlerini 612 2. hilkat yılı (m. 1 Eylül 630-31 Ağustos 631) başlığı altında açıklar ve onun bu yıl vefat ettiğini belirtir. Theophanes'e göre "Arapların idarecisi" Hz. Muhammed "yalancı" peygamberdir ve ölmeden önce Ebu Bekir'i halef olarak tayin etmiştir. .
Theophanes'e göre Hz. Muhammed ilk ortaya çıktığında Yahudi liderlerden bazıları onun beklenen mesih/peygamber olduğunu sanarak Hz Musa'nın dinini terketmişler ve ona tabi olmuşlardır. Ölünceye kadar Hz. Muhammed'in yanında kalan az sayıdaki bu Yahudiler, deve eti yediğini görünce aslında onun bekledikleri kişi olmadığını anlamışlardı, fakat din değiştirmekten korktukları için yanında kalmaya devam ettiler ve ona hıristiyanlara karşı haksız davranışlar telkin ettiler.
Hz. Muhammed'in soyuyla ilgili olarak onun Hz. lbrahim'in oğlu Hz. lsmail'den gelen asil bir kabileye mensup olduğunu, soyunun Nizar, Mudar:ve Kureyş çizgisini takip ettiğini belirten Theophanes'e göre, yetim ve fakir olarak büyümüş olan Hz. Muhammed, zengin ve dul bir kadın olan Hatice'nin ticaret kervanını kiralayıp onun adına Mısır ve Filistin'e ticari seyahatler yapmanın faydalı olacağını düşünür. Bir süre sonra Hatice ile evlenen Hz. Muhammed onun kervanına ve malına sahip olur. Theophanes' e göre Hz. Muhammed, Filistin'e seyahatı sırasında yahudi ve hıristiyanlarla beraber bulunmuş ve onlarda mevcut bir kısım yazıları elde etmiştir.
Theophanes Hz. Muhammed'le ilgili itham ve iddialarına şöyle devam etmektedir: Aslında saralı olan Hz. Muhammed'in, bu durumuna muttali olan hanımı, kendisi eşraftan olduğu halde, fakir ve üstelik saralı biriyle evlenmiş olduğunu düşünerek oldukça üzülür. Bundan dolayı Hz. Muhammed "Ben Cebrail adlı meleği görüyorum. Onun karşısında dayanamadığım için düşüp bayılıyorum" diyerek hanımını yatıştırmaya çalışır. Hatice kocasının bu durumunu, rahip bir yakınına ayrıntılarıyla anlatır. Rahip, Hz. Muhammed'in doğru söylediğini ve adı geçen meleğin bütün peygamberlere gönderilmiş olduğunu söyleyip onu rahatlatır. Hatice "yalancı rahibin" söylediklerine kanarak Hz. Muhammed'e inanan ilk kişi olur ve kabilenin diğer kadınlarına da kocasının peygamber olduğunu söyler. Kadınlardan sonra erkekler de olayı duyarlar ve ilk olarak, daha sonra Hz. Muhammed'in halef olarak tayin edeceği Hz. Ebu Bekir iman eder. Daha sonra Yesrib (Medine) kuvvet kullanılarak fethedilir. Hz. Muhammed'in dini ilk on yıldan sonra savaş sırasında da on yıl olmak üzere gizli yayılır. Daha sonraki dokuz yıllık süre içerisinde ise ibadetler açık olarak yapılır.
Hz. Muhammed' in kendi taraftarlarına bir düşman öldüren veya düşman tarafından öldürülenlerin cennete gireceklerini söylediğini belirten Theophanes, onun cenneti nasıl tasvir ettiğini de anlatır: Cennet yeme, içme ve kadınlarla beraber olma yeridir. Orada şaraptan, baldan ve sütten ırmaklar vardır. Dünyadakilerinden çok daha farklı kadınlarla birlikte sonsuz ve mutlu bir hayat yaşanacaktır. Theophanes, Hz. Muhammed'in daha başka "mantıksız" sözler de sarfettiğini ve taraftarlarının da onun bu sözlerine ilgi duymak suretiyle haksızlıklara ortak olduklarını iddia ederek değerlendirmelerine son verir.
Cahız'ın er-Redd 'ale'n-Nasara Adlı Risalesi
Daha çok edebi eserleriyle şöhret kazanan Basralı meşhur Mu'tezile alimi Ebu Osman Amr b. Bahr el-Cahız'ın (ö. 255/869) hıristiyanların İslam dinine yönelik eleştirilerine cevap vermek üzere er-Redd 'ale'n-Nasara adlı bir risale yazdığı bilinmektedir. Özellikle Me'mun ve Mütevekkil dönemlerinde, Abbasi sarayına devam eden seçkin kişiler arasında görülen Cahız'ın araştırmacıların tahmin ettikleri gibi 150-160/767-777 yılları arasında doğduğu, dolayısıyla risalesini yazarken yaşının bir hayli ilerlemiş olduğu dikkate alındığında, araştırmaya esas alınan dönem için çağdaş bir görgü şahidi niteliği taşıdığı anlaşılmaktadır. Risalede genel olarak bütün hıristiyanlar (en-Nasara) hedef alındığı gibi Bizanslılara (er Rüm) da atıflarda bulunulmaktadır.
Cahız bu risaleyi hıristiyanlar tarafından müslümanlara sorulan birtakım soruların, özellikle gençler ve cahil halk üzerinde uyandırdığı olumsuz etkiyi bertaraf etmek için kendisinden cevap isteyen bir mektup üzerine kaleme aldığını risalenin girişinde açıkça belirtir.
Risaleye göre hıristiyanlar müslümanları, kendileri hakkında yanlış bilgilenmiş olmakla itham etmekte ve Kuran-ı Kerim'de kendilerine mal edilen inanç ve davranışların doğruyu yansıtmadığını, kendilerine göre çelişkili gördükleri diğer bazı hususlarla birlikte belirtmektedirler. Hıristiyanların itiraz noktalarını ayrı ayrı ele alıp cevaplamaya çalışan Cahız, hıristiyanlara yönelik tenkit ve kanaatlerini sert ve keskin sayılabilecek bir uslupla ortaya koyarken, bazen yahudileri de hedef alır ve onlarla ilgili görüşlerini aynı uslupla beyan eder.
Toplam on bölümden oluşan risalenin ilk bölümünde hıristiyanların temel itirazlarını sıralayan Cahız, geri kalan dokuz bölümde çeşitli değerlendirmeler yaparak bu itirazları cevaplandırmaya çalışır.
Hıristiyanların, yahudilere ve diğer din mensuplarına göre müslümanlara daha yakın ve sempatik geldiklerine değinen cahız'a göre Medine'de müslümanlarla bir arada yaşayan ve aralarında kalıcı düşmanlıkların ortaya çıktığı yahudilerin aksine hıristiyanlar müslümanlardan uzakta yaşadıkları için böyle bir durum sözkonusu olmamıştır. Diğer taraftan İslamiyetin ilk yıllarında müşriklerin baskılarından dolayı Habeşistan'a hicret eden müslümanlar, burada hıristiyan Necaşi ve halk tarafından himaye edilmişlerdi. Kur'an-ı Kerim'in hıristiyanları "insanlar içerisinde müslümanlara sevgi bakımından en yakın" olarak vasıflandırması ise bu yakınlığın en önemli sebebidir.
Mekkeliler ticaret için Dımaşk'a gittiklerinde burada hıristiyan Bizans devlet yetkililerinin sağladığı imtiyazlardan yararlanırken, Habeşistan, Yemen, Taif gibi bölgelerde de en sıcak ilgiyi hıristiyanlardan görmekte idiler. Ayrıca Hıristiyarılık Arap kabileleri arasında da yayılmış bulunmaktaydı.
Daha sonra sözü kendi dönemine getiren Cahız, geniş halk kitlelerinin hıristiyanların gücüne, aralarından birçok kelam ve felsefe ilimi, tabip, müneccim vs. yetiştiğine, müslüman devlet adamlarının Rum kızlarla evlenmelerine bakarak hıristiyanlara yakınlık hissettiklerini belirtmekte ve bunun bir yanılgı olduğunu açıklamaktadır. Ona göre Bizanslılar ve diğer hıristiyanlar felsefe, mantık ve matematik gibi ilimlerde gerçekten ileri seviyede değildirler. Aristoteles, Batlamyus, Euclides, Calinus, Demokritos, Sokrates ve Platon gibi Yunan alimleri Rum olmadıkları gibi hıristiyan da değillerdi. Ancak Bizanslılar onları kendilerine mal edip yahudilere, Araplara ve Hintlilere karşı övünmektedirler. Hatta müslüman filozofların onları taklit ettiklerini iddia etmektedirler. Eğer sade halk kitleleri (avam) bu gerçekleri bilseler Bizanslılar ve hıristiyanlar hakkındaki kanaatlerini hemen değiştirirler.
Hıristiyanların ilmi ve sanatkar yönleriyle gerek toplumda gerekse devlet kademelerinde yer tutmuş olmalarının halkı yanılgıya sevkettiğine, halbuki onların müslümanların gerçek dostu olmadıklarına işaret eden Cahız, hıristiyanların İslam'a saldırmak için her türlü fırsatı değerlendirdiklerini, bazı dini meseleleri kurcalayarak gençlerin ve zayıf imanlıların kafasına şüphe soktuklarını belirtmekte ve lslamiyet'e en çok zararı hıristiyanların verdiğini, bu konuda yahudilerden geri kalmadıklarını ağır bir dille ifade etmektedir.
Hıristiyan din adamlarının evlenmemelerini, bazen masum ve savunmasız çocuklara da uygulanan hadımlaştırmayı tenkit eden Cahız, hadımlaştırmanın Bizans'ta ve Habeşistan'da görüldüğünü, diğer toplumların da onlardan etkilendiklerini belirtmektedir.
Hıristiyanların dış görünüşü çok temiz, işlerinde çok titiz olmalarına rağmen kalplerinin kirli olduğunu belirten Cahız, bu kirliliğe sebep olarak cünüplükten temizlenmemeleri, domuz eti yemeleri, sünnet olmamaları ve kadınların hayız ve nifastan sonra temizlenmemelerini gösterir.
Cahız, hıristiyanların Mesih ve özellikle uluhiyyet konusundaki görüşlerinin içinden çıkılamaz olduğunu belirterek, bu konuda Nesturi, Ya'kubi ve Melki mezhepleri arasında ittifak olmadığı gibi, aynı mezhebe mensup öz kardeşlerin bile farklı cevaplar verdiklerini ifade eder. Onların düşünme ve akıl yürütmeden kaçındıkları için taklitçi olduklarını söyler.
Beşinci bölümde Allah'ı Baba olarak vasıflandırıp kullarından bazılarını oğul edindiğini iddia eden Ehl-i kitabın cehalet ve sapıklık içinde olduklarını belirten Cahız, onların bu konudaki sözlerinin telaffuz dahi edilemiyeceğini ifade eder.
Hz. lsa'nın beşikte konuştuğuna dair mucizenin doğru olduğunu belirten Cahız, Hz. lsa'ya "Allah'ın oğlu" denilmesini ise tenkit eder ve Hz. Adem, Hz. Musa ve Hz. Davud'un Allah katındaki değerini gösteren çeşitli deliller zikrederek böyle bir anlayışın yanlışlığını ortaya koymaya çalışır. Kur'an-ı Kerim'in ilgili ayetlerine atıfta bulunarak Hz. lsa'nın mahiyeti hakkında bilgi veren Cahız'a göre Müslümanlar da hıristiyanlar gibi Hz. lsa'nın Allah'ın Ruhu ve Kelimesi" olduğunu kabul etmekle birlikte bunun izahını onlardan farklı bir şekilde yapmaktadırlar.
Risalenin sonunda hıristiyanlara Hz. lsa'nın mahiyeti ile ilgili sorular sorup tartışan Cahız, beşeri özelliklere sahip olduğu için Hz, lsa'nın ilah olarak kabul edilemeyeceğini açıklar.
Casim Avcı’nın İslam Bizans İlişkileri Adlı Kitabından Alıntılanmıştır.