10 Ocak 2023 Salı

1777 Yılında ABD

 

Amerikan ordusuna karşı başlatılan kampanya, birinci yılın sonunda İngiltere açısından başarılı olmuş gibi görünüyordu. İngiliz Koloniler Devleti Sekreteri Lort George Germain bir mevsim sonra her şeyin tamamen hallolacağına inanıyordu. Koloni haritalarını ve Amerika'daki kuvvetlerin kumandanı Lort William Howe'un raporlarını iyice inceliyordu.


O sıralarda New England isyan açısından bakıldığında kaynayan bir kazan gibiydi. Ama Atlantik bölgesinin ortasında, özellikle New York ve New Jersey'de Krala sadık olanlara verilen destek artıyordu. 1776 kışında Washington'daki karışıklık New Jersey'e ulaştığında hiçbir destek görülmedi. Germain, New England öteki kolonilerden ayrılır ve izole edilirse Amerikan kolonilerinin isyanı zayıflar ve biter diye düşünüyordu.


Haritalara bakarken olayın açık ve doğrudan bitirilebileceğini gördü. General Burgoyne, Saint Lawrence nehri vadisinin dışında, Kanada'nın Krala sadık olan bölümünde savaşıyordu. Yukarı New York'ta yazın başıboş bir kalabalık olan orduyu mağlup etmiş ama sonra kışla birlikte, hava şartları yüzünden kuzeye, Kanada'ya çekilmek zorunda kalmıştı. Yirmi bin adamıyla Howe kışın New York şehrinin güneyinde öylece oturuyordu. Washington'ın orduları ise New Jersey'nin batısındaki ormanda donuyordu.


Germain tüm gerekenin bir bağlantı olduğunu düşünüyordu. Burgoyne baharda karlardan kurtulduğunda, kuzeyden gelip Champlain ve George göllerinin oluşturduğu geniş alanda ilerleyecekti. George gölünün güney ucundan ise Albany sadece 128 km. uzaklıktaydı. Bir ordu bu mesafeyi yavaş yavaş gitse bir haftada alırdı. Bu şartlar Howe'un ordusu için de geçerliydi, Howe'un kardeşi orduya eşlik eden filoyu yönetmekle görevliydi. Hudson ise Albany'ye uzanan, üzerinde gemilerin gidebildiği bir nehirdi. Gemiler kuzeye doğru bir hafta ilerledikten sonra iki ordu birleşebilirdi.


Orduyu daha da güçlendirmek için küçük bir üçüncü ordu da batıdan, Mohawk'dan onlara katılacaktı. Tabii ki biraz direniş olacaktı ama alıştırma yapmak da gerekliydi. Washington, Howe'un ilerlemesini durdurmak için saklandığı yerden çıkacak ve yetersiz bir asker olan St. Clair'in yönetiminde, kuzeyde bekleyen can sıkıcı kalabalık da Burgoyne'un önünü kesmeye çalışacaktı. İki büyük İngiliz ordusu bu direnişi ezip geçecek ve Howe'un filosu da destek verecekti. Kuzeydeki ve ortadaki koloni ordusu imha edilecek, New England'ın öteki eyaletlerle ilişkisi kesilecek ve gösteri zavallı isyancıların teslim olmalarıyla bitecekti.


Germain'in planları tam bir zafere adaydı. Şık haritalarla, çizimlerle belirlenmiş bu plan Krala sunulmuştu ve danışmanlar kafalarını sallayarak kabul etmişti. 


Amerika'da hizmet veren o zamanın gözlemcileri, (daha sonra kayıt tutarak tarihçi olmuşlardır) İngiliz koloni yönetiminin en büyük hatalarından birinin Amerika'daki şartlar konusunda hemen hiç bilgilerinin bulunmaması olduğunu söyler. İş haritaya bakmakla olsaydı, haritaya bakıp İngiltere'yi alabilir, onu bir koloni haline getirebilirdiniz, bu çok kolay olurdu.


Bu adamlar haritaya bakıp bir yol gördüklerinde bunu Londra ve Portsmouth arasındaki otoyol gibi bir şey sandılar. Ama o yol sandıkları aslında çamur birikintileriydi. Ayrıca unuttukları bir şey daha vardı. Kolonicilerin askerleri hep balta taşırlardı ve geri çekilirken binlerce ağaç devirirlerdi.


Sonrası basit bir koordinasyon meselesiydi. 1777'de Amerika'da yarım düzine ordu vardı. Kanada'daki, New York eyaletindeki, New York şehrindeki güçler; güneydeki Krala sadık birlikler, New York şehrinde bir filo ve kıyılar ve Karayipler'de dolanan filo ve askerler. Bunların hiçbiri yerel olarak yönetilmiyordu. Her emir, her malzeme, her satın alma talimatı, emir değişikliği, önemli birlik hareketleri ve takviye isteği Atlantik'in öte tarafından Lort Germain'den geliyordu. En iyi durumda bile bir emir iki ayda yerine gelebiliyordu.


Bu yüzden Germain bu üç aşamalı harekatın emrini verdi ve Albany yakınlarında Kolonicilerin ordusunun imha edildiği haberini beklemeye koyuldu. Ve büyük bir hata yapmış oldu.


Planlar kesinleştiğinde Lort Howe kesin olmayan bir yetkiyle ve çok genel bir planla kalakaldığını fark etti. Bu harekatı Germain'den detaylı tek bir emir almadan nasıl yönetecekti? Bu sorunun nedeni, Howe'un bir beyefendi olması ve bir beyefendiye sert emirler verilememesi ya da bir katibin emirleri ayrıntısıyla yazmamış olmasıydı. Nedeni ne olursa olsun, kurye gemisi denizde haftalarca yol kat edip Howe'a emirleri ulaştırdığında New York'daki komutan Washington'u yenme konusunda son sözün kendine bırakıldığını öğrendi.


Bu arada kuzeyde, Burgoyne emirleri almış ve New York'un kuzeyine doğru ilerlemeye başlamıştı. İlerlemeleri çok zor oluyordu çünkü geri çekilen Koloniciler yolları kesilmiş ağaçlarla doldurmuştu. Acilen gerekli malzemeyi almak için Bennington'a giden birlik Koloniciler tarafından durdurulmuş ve imha edilmişti.


Ağustos ortasına gelindiğinde Burgoyne'un başı dertteydi. Tekrar Kanada'ya geri çekilmek için ise çok fazla ilerlemişti. Bu açmaz içinde ne yapacağını düşünürken sonunda Lort Howe'dan bir mektup ulaştı. Bu, basit bir nottu: "İyi şanslar Johnnie. Ben Philadelphia'ya doğru yola çıktım." Lort Howe güneye dönmeye karar vermişti.


Howe, Washington'ı bir çatışmaya sürüklemek istiyordu ancak İngilizler ilerledikçe Washington Batı New Jersey'nin vahşi topraklarına çekiliyordu. Howe ise Burgoyne gibi Kolonicileri ormanın içinde kovalamaya yanaşmıyordu. Washington neden centilmenlik kurallarına göre oynamıyordu sanki? Howe, Germain'in önerdiği gibi kuzeye çıkıp Burgoyne ile birleşmeye karar verdi ancak Washington'ın karşılarına çıkacağının garantisi yoktu. Dahası Hudson nehrinin daraldığı yerlerde, West Point civarında zorlu engeller vardı. Ayrıca onlar Albany'ye doğru ilerlerken Washington İngilizlerin üslendiği New York'u ele geçirebilirdi.


İsyancılar Philadelphia'yı başkent ilan ettiler. Bunun üzerine Howe, bu şehri almanın Washington'un savaşmasını sağlayacağını düşündü. Bu savaş da deneyimli İngiliz birliklerinin zaferiyle sonuçlanacaktı. Howe'un ilk hareketi ordusunun tümünü kardeşinin filosuyla Delaware nehrine çıkarmak oldu. Kafasındaki plan güneye Chesapeake'e inip, Bay'den yukarı çıkıp, Head of Elk'de (bugünkü Elkton) karaya çıkmaktı.


Personel ve kardeşi buna karşı seslerini yükseltmişti ama Howe onları susturdu. Burgoyne'la ilgili bir sorun olmadığını düşünüyordu. Kendi ordusuna bir şey olursa, kardeşi gemilerle geri dönüp ihtiyaç olursa birkaç bin adam alıp gelebilirdi. Bu arada Washington, Philadelphia için savaşacak, yenilecek ve şehir teslim olacaktı. Kongre de kapanacaktı. Başkentini kaybeden Washington da vazgeçecekti.


Böylece temmuz sonunda Howe askeri gücünün tümüyle güneye ilerledi. General Clinton yönetiminde yedi bin askeri ve küçük bir filoyu New York'daki garnizonda bıraktı. Burada büyük bir sorun vardı. Germain'e bunları hiç bildirmemişti, planları konusunda "Beyefendi Johnnie" vahşi topraklara çıkamayacak şekilde girene kadar da Burgoyne'a danışmamıştı.


Howe, Chesapeake'e doğru ilerlemeyi sürdürdü ve Washington sonunda Brandywine'da 11 Eylül 1777'de çatışmaya girdi. Beklendiği gibi yenildi ancak teslim olmadı.


Brandywine'daki savaştan iki gün sonra, 320 kilometre boyunca, Burgoyne umutsuzca kuzeyde Saratoga, New York'da Hudson nehrini geçmeye çalıştı. Niyeti Albany'ye ilerlemekti. Orada yeterli malzeme bulacağını ve yaklaşan kış boyunca sığınabileceğini umuyordu. Doğruca koloni ordusunun içine daldı. Yollar kesilmiş ve kuzeyden yardım ulaşması imkansız hale gelmişti. Tek umudu, habercilerin gizlice koloni ordusunu aşıp Howe'a imdat mesajını ulaştırabilmesiydi. Burgoyne zor durumdaydı ve son şansını kullanıyordu.


New York'da ise garnizonun başında bırakılan General Clinton kuzeye doğru bir çıkış yapmayı denedi. Clinton, West Point'teki savunma hatlarını imha etti ve kuzeye Esopus'a (bugünkü Kingston, New York) kadar çıktı. 3 Ekîm'de şehri ateşe verdikten sonra tekrar New York'a döndü. Burgoyne'u tuzaktan kurtaracak bir iş becerdiğine emindi ama yaptıkları işe yaramamıştı. Clinton'ın baskını koloni ordusunu aşıp Burgoyne'e ulaşmıştı. Ancak köşeye sıkışmış ve çaresiz Burgoyne yaklaşan kışın da etkisiyle 17 Ekim 1777'de teslim oldu.


Başlangıcından sonuna kadar 1777 yılı kötü işleyen iyi fikirlerin yılı oldu. Germain'in planı, Burgoyne'un ormana ilerleyişi, Howe'un Philadelphia'yı almaya çalışması, hatta Clinton'ın tuhaf baskını o zaman harika stratejiler gibi görünmüştü. Ancak savaşın paradigmasının değiştiği gerçeğini hesaba katmadılar. Artık bu aydınlanma dönemi savaşı değildi. Prens ve prenseslerin oynadığı oyunlara benzemiyordu. Sınırlı hedefler, sömürge hırsı ve paralı askerler yoktu. Bu, artık devrim çağının savaşıydı. Yeni bir çağda, yeni bir savaş ideolojisi ortaya çıkmıştı. Eski kurallar geçerliğini yitirmişti.

Burgoyne'un teslim olmasından bir ay sonra Paris'e İngilizlerin en sıkı ordularından birinin bir grup çapulcu tarafından yenilgiye uğratıldığı haberi ulaştı. Philadelphia gerçekten düşmüştü ama kolaylıkla geri alınabilecek bir şehirdi. Washington hala orada bir yerlerdeydi ve bir İngiliz ordusu yenilgiye uğratılabiliyorsa, öteki ordular da yenilebilirdi. Fransızlar bu yeni devleti tanımaya hazırlanıyorlardı. Savaşın yönü değişmişti. Germain'in planı ve Howe'un yaptıkları bir imparatorluğun kaybına yol açmıştı.


Alıntıdır.


HADİSLERDE ON RAKAMI

 

  1. Şu on kişi cennettedir:
    1- Ebu Bekir.
    2- Ömer.
    3- Osman.
    4- Ali.
    5- Talha.
    6- Zübeyr bin Avvâm.
    7- Sa'd ibni Ebî Vakkâs.
    8- Sa'îd bin Zeyd.
    9- Abdurrahman bin Avf.
    10- Ebu Ubeyde bin Cerrâh.
    (Radiyallahu anhüm ecmain)
  2. Kavun ve karpuzdaki on hassa:
    1- Yemek.
    2- İçecek.
    3- Koku.
    4- Meyve.
    5- Çöğen.
    6- Böbrekleri temizler.
    7- Karnı yıkar, solucan düşürür.
    8- İktidarsızlığa faydalıdır.
    9- İç hastalıklarına devadır.
    10- Cildi temizler, baş ağrısını giderir, gözlere kuvvet verir.
  3. Dişleri misvaklayıp temizlemekteki on fayda:
    1- Ağıza hoş tat verir.
    2- Diş etlerini pekiştirir.
    3- Göze cilâ verir.
    4- Balgamı giderir.
    5- Diş çürümesini önler.
    6- Mide faaliyetini düzenler.
    7- Sevapları arttırır.
    8- Sünnetle amel etmiş olur.
    9- Melekleri sevindirir.
    10- Rabbimizi razı eder.
  4. Şu on alâmet çıkmadan kıyamet kopmaz:
    1- Mehdi.
    2- Deccal.
    3- Yecüc ve Mecüc.
    4- Duman.
    5- Ateş.
    6- Dabbet-ül-arz [konuşan hayvan].
    7- Hz. İsa gökten inecek.
    8- Güneş batıdan doğacak.
    9- Kâbe yıkılacak.
    10- Doğuda, batıda ve Arabistanda ay tutulacak ve yer batması olacak.
  5. En güzel on huy:
    1- Doğru sözlü olmak.
    2- Cesaret.
    3- İhsan etmek.
    4- İyiliklere karşılıkta bulunmak.
    5- Emanete riayet.
    6- Sıla-i rahim yapmak.
    7- Komşunun sıkıntısına katlanmak.
    8- Arkadaşın hatasını hoş görmek.
    9- Misafir ağırlamak.
    10- Hayâ, ki hepsinin başıdır.
  6. On şey sünnettir:
    1- Bıyığı kısaltmak.
    2- Sakalı [bir tutam] uzatmak.
    3- Misvak kullanmak.
    4- Ayak parmaklarını yıkamak.
    5- Tırnak kesmek.
    6- Saçları yıkamak.
    7- Koltuk altını temizlemek.
    8- Kasıkları temizlemek.
    9- Su ile istinca.
    10- Mazmaza [ağzı yıkamak].
    10- İstinşak [burnu su ile yıkamak].
  7. İslâmiyet on kısımdır. Bunlardan biri noksan olan hüsrandadır:
    1- Lâ ilâhe illallah demek.
    2- Namaz.
    3- Zekât.
    4- Oruç.
    5- Hac.
    6- Cihad.
    7- Emr-i maruf.
    8- Nehy-i münker.
    9- Cemaat.
    10- Taat.

 

 

Uzakdoğu ve Pasifik Adaları Söylenceleri-5 “Hindistan” Râmâyana

 I. Bölüm


(Dünyada yaşamın koruyucusu olan tanrı Vişnu, hem tanrıların hem insanların düşmanı bir dev olan Ravana'yı öldürmek için dünyaya iner. Vişnu, kral Dasa-Ratha'nın dört çocuğu Râma, Bharata, Lakşmana ve Satrughna olarak tekrar doğar. Râma, Toprak Ana'nın kızı Sîtâ'nın sevgisini kazanır.)


Biz, büyük kahraman Râma yolunun şarkısını söyleriz. Kraliçeler ve kralların, hayvanlar ve insanların, kahramanların ve çok eskiden yaşayan devlerin şarkısını söyleriz. Birisi iktidar ister ve onu elde etmek için her şeyi yapar. Diğerleri kendilerine iktidar verildiğinde onu reddetmeyi seçer. Biz kıskançlık, açgözlülük ve şiddete karşı aşk ve sadakatin, cesaretin ve iyiliğin şarkısını söyleriz. Biz ayartma ve sınavın, üzüntü ve acının şarkısını söyleriz, çünkü bunlar göreve ve doğru davranışa bağlılığın parçalarıdır. Sözlerimizi dinleyin ve bilgeleşin. Çünkü bu öykü neyin iyi, neyin doğru ve neyin güzel olduğunu ortaya serecek.


Çok eski zamanlarda büyük bir kral olan Dasa-Ratha, Kosala krallığını başkent Ayodhya'dan yönetiyordu. O, eski güneş ırkı zamanında doğmuştu. Bir insan ve halkının öncüsü olarak kral Dasa-Ratha, dolunay nasıl pırıltısıyla yıldızları gölgede bırakırsa diğer insanları öyle gölgede bırakıyordu. Kenti ve yurttaşlarının zekâsı, doğruluğu, sadakati, nezaketi, nefsine hakim olması, dindarlığı ve mutluluğu nedeniyle çok uzaklarda bile tanınmış, ün salmıştı. Dasa-Ratha'nın tek eksiği vardı: ölümünden sonra krallığı yönetecek bir oğul.


Kral, tanrıların coşkulu dualarını duyacağını ve ona bir oğul bağışlayacağını umut ederek birçok adakta bulundu. Fakat tüm duaları boşa çıktı. En sonunda rahiplerine şöyle buyurdu: "Yukarıdaki tanrılara bir at adayın. Muhtemelen armağanların bu en büyüğünü kabul edecek ve çok uzun zamandır istediğim oğulu bana vereceklerdir."


Rahipler kıvrak, zarif, güçlü ve muhteşem bir atı bir yıl için serbest bıraktılar. At geri döndüğünde bilge insanlar; Kral Dasa-Ratha'nın dört oğlan babası olacağını belirttiler. Bu sözcükler kralın kulaklarına çok tatlı geldi. Yüzleri, uzun ve soğuk kış aylarından sonra ilk defa güneş ışıklarının sıcaklığına çıkmış lotus çiçekleri gibi parlayan üç karısı mutluluk saçıyordu.


Bu sırada yukarıdaki tanrılar Brahma'ya şikâyet ediyorlardı: "Rakşasa kralı hain Râvana bize zulüm ediyor" diye bağrıştılar. "Sınırsız bir iktidarı var. Sorunlarımızdan siz sorumlusunuz, çünkü Râvana tanrıların ve kendi halkının saldırılarına karşı korunuyor. Eğer bu devin hem gökyüzüne hem de yeryüzüne egemen olmasını istemiyorsanız, onu yok edecek bir yol bulmalısınız. Çabuk hareket etmezseniz, kötülük iyiliği yenecek ve mahvolacağız."

Büyükbaba ve yaratıcı Brahma şöyle yanıtladı: "Râvana'nın kendi halkından ve yeryüzünün altında ve üstünde yaşayan her yaratıktan korunmak için bana geldiği ve bu armağanı ona verdiğim doğru. Bununla beraber oldukça aptal bir biçimde ne insanlardan ne de hayvanlardan korunma istedi, çünkü onlardan kötülük gelmeyeceğini düşünüyordu. Bu nedenle hayvanlar ve insanlar tarafından öldürülecek. Sabırlı olun ve görün."


Brahma'nın konuşmasının üzerinden çok geçmeden dünyadaki hayatın koruyucusu büyük tanrı Vişnu toplantıya katıldı. Tanrılar, gerektiğinde kendilerini savunduğu için Vişnu'ya saygı gösterirlerdi. Bu nedenle yardımını dilediler. "Rakşasaların kralı Râvana, hem gökyüzünü hem de yeryüzünü şiddete boğdu" diye bağırdılar. "Kötülüklerinin sonu yok. Ama biz onu durduracak güçten yoksunuz. Sadece sen bize yardım edebilirsin. Kosala krallığına in ve Kral Dasa-Ratha'nın dört çocuğu olarak dünyaya gelmeyi kabul et. Râvana'yı insan olup yalnız sen yok edebilirsin."


"Bunu yapacağım" diye yanıtladı Vişnu, "Tanrıça-karım Lakşmi bana eşlik edecek ve dünyadaki Ölümlü karım olacak."


Vişnu kendisini bir kaplan kılığına soktu ve kralın adak ateşinin ortasında Dasa-Ratha'ya göründü. Kral Dasa-Ratha, "insanlar arasında bir kaplan" diye bağırdı. Alevlerin arasından Vişnu "Beni bu kutsal pirinç ve sütle birlikte büyükbaba ve yaratıcı olan Brahma gönderdi. Onu karılarına ver ve sana oğullar doğursunlar" dedi.


Böylece Kral Dasa-Ratha'nın üç karısı dört oğul doğurdular. Her bir oğul dünyadaki yaşamın koruyucusu Vişnu'ya vücut veriyordu. Önce Râma, sonra Bharata, daha sonra Lakşmana ve son olarak Satrughna doğdular. Aynı zamanda tanrılar cesaret, güç ve bilgelikleriyle Vişnu'ya, kötü kalpli Râvana'yı ve onu destekleyen Rakşasaları yok etmesinde yardım edecek bir grup maymun yarattılar.


Râma ve üç erkek kardeşi erdem ve cesaretleriyle tanındılar. Lakşmana Râma'nın sürekli yanındayken, Satrughna her zaman Bharata'ya eşlik ediyordu. Oğulları on altı yaşına geldiğinde bilginlerden birisi Kral Dasa-Ratha'ya şöyle dedi: "Yüce kral, sizden bir armağan diliyorum." "Ne dilersen o senin olsun" diye yanıtladı kral.


"Yüce kral" diye yanıtladı bilge adam, "Râvana ve Rakşasalarla savaşmak için oğlunuz Râma'nm yardımına gereksinimim var. Onun yardımı olmadan adaklarımızı yapamayız. Bu dev yaratığın ve cinlerinin yıkıcı eylemlerini durdurma umudumuz yok."


"Tanrılar sana yardım edebileceklerken niye benim Râma'm için başvuruyorsun" diye sordu kral Dasa-Ratha.

"Hepimiz için büyük talihsizlik ki" dedi bilge adam, "tanrılar Râvana'ya karşı güçsüzler. O şimdiden dünyanın üzerinde ve altında yaşayan herkese boyun eğdirdi. Ancak insanlann en iyisi onu yok edebilir ve o adam Râma'dır. Kaygılanma. Oğlun başarılı olacak."


Böylece Râma ve Lakşmana babalarının duasını alarak bilge adama eşlik ettiler. İndra, tanrıların kralı, yayları bir ellerinde, kılıçları diğer yanlarında harekete geçen genç adamlara gülümsedi. Üzerlerine göklerden bir tomurcuk seli, büyük bir çiçek yağmuru boşalttı.


Râma sorun çıkaran Rakşasaları kolaylıkla yok edince bilge adam ona şöyle dedi: "İnsanların aslanı, şimdi kral Canaka tarafından yapılan adak törenine benimle birlikte gel. Bu büyük kral, Toprak Ana ile evli ve dünyadaki hayatın yok edicisi tanrı Şiva'nın çok Önceleri atalarına verdiği muhteşem bir yaya sahip. Yukarıdaki tanrıların hiçbiri, Rakşasaların hiçbiri ve dünyadaki kralların ve prenslerin hiçbiri bu yayı germeyi başaramadı. Onu senin denemeni istiyorum."


Kral yayın tarihçesini Râma ve Lakşmana'ya anlatıp şöyle buyurdu: "Kim ki bu topraklarda yaşayan kralların uzun yıllardır saygı duyduğu bu güçlü savaş yayını gerebilir, Toprak Ana'nın çocuğu olan kızım Sîtâ'yı kazanacak. Yaşamımın ışığı olan bu çocuk, bir gün tarlamı sürüp kutsarken topraktan doğdu. Ünlü birçok insan yayı gererek kızımı kazanmaya çalıştı, fakat boşuna. Şimdi bu sınavı sana teklif ediyorum Râma. Eğer başarırsan kadınların en güzel ve erdemlisi Sıtâ senin karın olacak."


"Saygıdeğer kralım" diye yanıtladı Râma, "davetinizi kabul etmek ve güçlü yayınızda kendimi denemek bana zevk verecektir. Şanlı kızınızı kazanmak onurların en büyüğü olacaktır."


Büyük prens Râma'nın, kral Canaka'nın güçlü yayında denemeyi kabul ettiği haberi hızla dört bir yana yayıldı. Birçok ulustan krallar, şefler, ünlü savaşçılar, Sîtâ'nın soylu talipleri ve sıradan halk olayı izlemek için Canaka'nın sarayında toplandı.


Canaka'nın güçlü yayı kuşkusuz büyüktü. Kralın en güçlü lord ve savaşçıları silahı sekiz tekerlekli demir bir savaş arabasında yavaş yavaş ancak getirebildiler.



Râma yayın kutusunun kapağını kaldırdı ve ürkütücü savaş silahı karşısında gözleri kamaştı, "izninizle" dedi bilge adama, "ellerimi yayın üzerine yerleştireceğim. Daha sonra kaldırıp silahların bu en büyüğünü gereceğim."


Bilge adam ve kral Canaka şöyle karşılık verdiler: "Öyle olsun."


Râma büyük yayı kutusundan kolaylıkla çıkardı ve görkemle havaya kaldırdı. Sanki bir yaprak hafifliğindeymişçesine onu gerdi ve o halde tuttu. Daha sonra okçu konumu aldı ve İpi çekti. Fakat gerginlik yayın dayanabileceğinden fazlaydı. Bir gökgürlemesiyle yay ikiye ayrıldı. Dünya çatırdadı ve dağlar yankılandı. Bu ani gürültü o kadar korkutucuydu ki, krallar ve savaşçılar (Rama, Lakşmana, Canaka ve bilge adamın dışındaki herkes) yere kapaklandılar.


Kral Canaka bilge adama dedi ki, "Yaşlı gözlerim Râma' nın bu muhteşem eylemi gerçekleştirmesini gördü. Eşsiz kızımın, Kral Dasa-Ratha'nın tanrı-benzeri oğluyla evleneceğini bilmek bana özel bir zevk veriyor. Sıtâ, yiğitlik ve değerde kimsenin geçemeyeceği bir erkek tarafından dürüst olarak kazanıldığı için sözüme sadık kalacağım.”


Râma ve Sîtâ kutsal evlilik yemini için ayakta beklerken Kral Canaka dedi ki: "Râma, bu, benim yaşamımdan daha değerli olan kızım Sîtâ. Bu andan sonra senin sadık karın olacak. Senin erdemini, mutluluğunu ve acını paylaşacak. Üzüntüde ve sevinçte ona arka çık. Yaşam seni nereye sürüklerse gölge gibi peşinden gelecek ve yaşamda olduğu gibi ölümde de seninle olacak." Kral mutluluk gözyaşları içinde, evlenen çifte kutsal su serpti.


Daha sonra Kral Canaka, Lakşmana'yı Sıtâ'nın kızkardeşiyle, Bharata ve Satrughna'yı başka güzel kızlarla evlendirdi. Dört çift, evliliği kutsayan kutsal ateş çevresinde dolaşırlarken Tanrıların kralı İndra da hoşnutlukla gülümsüyordu. Onların üzerlerine göklerden bir tomurcuk seli, bir çiçek yağmuru boşalttı.



Donna Rosenberg'in Dünya Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.

TÜRK MİTOLOJİSİ'NDE GEÇEN KİŞİLER, KAVRAMLAR VE TANRILAR - 46

 


ŞALIK


Av tanrısı. İlk önceleri ormanlarda avlanan bir insandı.  Aşırı güçlü ve boyun eğmezdi. Hiçbir tanrısal gücü tanımazdı. Kendini beğenmişliği o kadar ileri düzeye varır ve bileğinin gücüne o kadar güvenir ki, bir gün yeraltına inip Erlik'in sarayının kapılarından birkaçını kırar. Buna kızan Erlik onu okuyla ayağından ve dilinden yaralar. Böylece peltek ve topal bir ruha dönüşüp göğe kaçar. Avlarının uğurlu geçmesini isteyenler ona yalvarırlar.



ŞAMAN


İlkel topluluklarda hekimlik, büyücülük, din adamlığı, ozanlık gibi değişik özellikleri bünyesinde barındıran kişidir. Doğal güçlerle, ata ruhlarıyla veya cinlerle iletişim kurmak, kötü ruhları kovmak ve bilinmeyen bazı durumlardan haber vermek, özellikle ruhsal hastalıkları iyileştirebilmek şamanın başlıca özellikleridir. Bunları genellikle bir topluluk önünde düzenlenen bir ayinle ve kendinden geçerek gerçekleştirir. Şamanizme yeryüzündeki tüm kıtalardaki ilkel topluluklarda bir biçimde rastlanır. Şamanlık sonradan kazanılan bir görev değildir ve çoğunlukla başka bir Şamanın soyundan gelmesi gerekir. Ancak soydan edinilmese bile gerekli belirtileri taşıyan çocuk, belirli bir yaşa gelince eski bir Şamanın eğitimine verilerek gerekli ön bilgileri edinmesi sağlanır. Ancak nihai olarak ruhlar aracılığıyla ve genelde bir rüyada verilen bir yetenekle edinilir. Şaman trans halinde duruma ve amaca göre göğe veya yeraltına gidebilir. Örneğin, bir hastayı iyileştirmek için göğe çıkması gerekirken ölünün ruhuna eşlik ederken yeraltına iner.  Şamanın ruhu göğün değişik katlarına kadar ulaşabilmekte ve oradaki ruhani varlıklarla iletişime geçebilmektedir.

Türklerle komşu ve Ural kolundan akraba bir kavmin dili olan Tunguzcadan tüm dünya literatürüne geçtiği düşünülmektedir. Bu dildeki anlamı büyücü ve dansçıdır. Yine Tunguzlarla akraba olan Mançucada oynayan zıplayan, hareket eden anlamına gelen "saman" sözcüğüyle de bağlantılıdır. Hintçenin kökenini oluşturan olan Sanskritçedeki "samana'' ise rahip anlamına gelir. Moğolcada "şamlah'' fiili döndürmek, çevirmek, bükmek, dürmek demektir ve şamanın dönerek yaptığı töreni akla getirir. Asya Türk kültüründe bazı bölgelerde Şamanlar için "Camanbay" (Yaman-Bay) denildiği bilinir ve camani yaman kelimesi de komşu kavimlerdeki şaman/saman sözcüğünden etkilenmiş olabilir. Böylece bu sözcük küresel olarak tüm insanlığın ortak bir unsuru haline gelmiş ve hemen hemen tüm dünya dillerine bilimsel bir terim olarak geçmiştir. Türk kültüründe Kam kavramından benzeşim yoluyla "kaman'' şeklinde bir tabir bile türemiştir.



ŞEŞE


Hırsız kuş. Geceleri karanlıkların içinden (bilinmezlik aleminden) gelip çocukları vurarak öldürür veya kaçırır. Girdiği evdeki özellikle kırkı çıkmamış çocuğun üzerinden geçtiğinde bebek kapkara kesilip ölür. Altı aylık olmamış çocuklarınsa boğazlarına gagalarıyla vurur. Onu yakalayan kişi Şeşe  Anası veya  Şeşe Atası olur ve böylece onların zarar verdiği çocukları iyileştirebilir. Şeşe'den korunmak için dış kapının üzerine öldürülmüş yarasa asılır ve hamile kadınlara yarasa kanadıyla su verilir.

ŞİMİLTEY


Yeraltı tanrıçası. Cehennemdeki ve yeraltındaki tüm ruhsal varlıklar onun emri altındadır. Altay efsanelerine göre yeraltının sahibidir ve bu alemle bağlantı kurabilen tüm kadın şamanlara önderlik eder. Çok uzun bakır bir gagası vardır. İstediğinde bulutların arkasına uçabilir. Sürüp giden zaman döngüsünü ve evrenin düzenini simgeleyen bir kişiliktir.



ŞU DESTANI


Destanda İskit (Saka) Hakanı "Şu" komutasındaki Türklerle, Asya seferini yapan Büyük İskender'in savaşımları yer alır. Anlatılanlara göre Türkler gece baskını yaparak Makedonya ordusunun öncü birliğini bozguna uğratınca İskender barış yapmak zorunda kalır. O gittikten sonra Türk hakanı kendi adını taşıyan "Şu" kentini yaptırır ve koruması için bir tılsım koydurur. Bu sayede kimse bu tılsımı aşıp içeriye giremez, hatta derler ki leylekler bile şehrin karşısına kadar gelirler de orada durup ileriye gidemezler. Ayrıca Kaşgarlı Mahmut'un Divan-ı Lügat-it Türk'te aktardığı üzere "Türkmen" adının kökeni konusunda destana dayalı bir rivayet bulunur. İskender'in orduları karşısında doğuya çekilmeyip yerini koruyan 22 aile için "Türke benziyor," anlamına gelen "Türk-Menend" tabiri kullanılır ("Manend/Menend" sözcüğü Farsça kökenlidir). Bu tanımlama zamanla değişerek " Türkmen" şekline dönüşür. Onlara eklenen iki aile de Kalaçlardır (Halaçlar) ve toplamları 24 eder. Her ne kadar İskit Devleti'nde (Farsçayla akraba bir dil olan) Sogdça yoğun olarak kullanılsa da Türkmen adının kökeni konusunda daha doğru görünen başka açıklamalar da vardır. Ancak rivayet yine de ilgi çekicidir.

ŞUBAR


Efsanevi at. "Bayşubar" veya "Kökşubar" olarak da bilinir. Alpamış Han'ın atıdır. Türk efsanelerindeki olağanüstü atların özelliklerinin tamamını taşır. Atası sudan çıkmadır. Uçabilir, konuşur, bir aylık yolu bir günde gider, sahibinin ne durumda olduğunu hissederek ona göre davranır, onu önceden uyarır, yaralıyken yalnız bırakmaz. Altın yeleli, gümüş üzengili, kuyruğu dokuz örgülü, dokuz kolanlı olarak betimlenir.



ŞULBUS


Cadı. Ne doğurmayan, ne daha fazla yaşlanmayan, ne de ölmeyen ihtiyar bir kadındır. Tüm gücü kızıl saçlarındadır. Bu saçı ele geçiren onu emri altına alabilir. Derin mağaralarda yaşarlar. Kılıktan kılığa bürünürler. Bazı anlatılarda erkek olanlarına da rastlanabilir ancak genellikle kadın olarak tanımlanırlar. Erkek ve kadın Şulbuslar birbirlerini öldürürler.



ŞÜLGEN


Sular diyarının hakanıdır. Açgözlü ve hırslıdır. Bazen Ural Satur'un kardeşi olarak tanınır.   Destana göre,   denizlerle   çevrili bir adada yaşayan iki kardeşten adı Ural olan tokgözlü ve yardımseverdir. Şülgen'se gelenekleri umursamayan asi ruhlu bir kişidir. Anne ve babaları onları evde bırakıp avlanmaya gittiklerinde Şülgen kuralları çiğneyerek evdeki hayvanların kanını içer ve kardeşini de kendisi gibi davranması için ikna etmeye çalışır ama o bunu reddeder derler. Bunun üzerine kendi kanını da içer. Eve dönen anne ve babası tarafından lanetlenerek evden kovulur. Anlatılan öykü kısmen Habil ve Kabil arasındaki çekişmeyi anlatır ve Başkurdlara göre en az kutsal metinlerde anlatılan bu kıssa kadar eskidir ve kökeni tarih öncesi çağlara dayanır. Başkurdistan'da yer alan "Şulgan-Taş" Mağarası bu söylenceye dayalı bir halk inanışıyla bugün bile ziyaret edilir. Şülgen'in kızının adı Nerkez'dir.



ŞÜRELE


Yarım Cin. Tek gözlü, tek kollu, tek bacaklı bir varlıktır. Vücudu kıllı ve her yanı tırnaklarla kaplıdır. Alnının ortasında tek boynuzu olduğu söylenir. Ağaç budakları gibi eğri büğrü parmakları vardır ve yaşamı boyunca parmaklarını birkaç kez değiştirebilir. Ormanlarda tek başlarına dolanır veya sürü halinde gezebilirler. Biraz eğilerek yürürler. Çok hızlı koşabilirler ve gövdeleri de ağaca benzediği için fark edilemezler. Kadın veya erkek olabilirler ve aileleriyle birlikte yaşarlar. İnsan gibi konuşurlar. Ormanda yolunu kaybedenleri bütünüyle şaşırtıp en kuytu köşelere götürürler. Güneş doğarken veya batarken görünebilirler. Bazen orman yollarında insanın karşısına çıkar ve kaybolduğunu söyleyerek ağlar ve yardım ister. Bunun üzerine kendisine yardım etmeye çalışan kişiyi ormanın hiç bilinmeyen yerlerine götürür. Bazı inanışlara göre insanlara oyun oynamayı teklif eder ve kabul edenleri öldürene kadar gıdıklar. Tek başına olmayan veya yanında köpekle gezenlerin yolunu asla kesmez. Bu yaratığın ilginç bir alışkanlığı vardır ki soru sormayı çok sever. Fakat kendisine sorulan soruları hiçbir zaman yanıtlamaz. Ondan kurtulmak için giysileri ve ayakkabıları ters giymek gerekir, çünkü böyle yapınca o da kendi ayakkabılarını ters giyecek ve yürüyemeyecektir. Bu anlayış Anadoluda hileci insanları tanımlamakta kullanılan "Şeytana pabucunu ters giydirmek" sözüyle de bağlantılıdır. Kurtulduktan sonra onun tarafından tekrar izlenmekten korunmak için geriye yürümek gerekir, böylece Şürele ters tarafa koşacaktır. Ayrıca sudan çok korktuğu için ondan kurtulmak isteyen kişinin bir akarsuya doğru koşması gerekir. Şürele yakaladığı kişiye "Suyun başı ne yanda?" diye sorarsa, ona suyun geldiği yön değil tam aksine aktığı taraf gösterilmelidir. Tatarlar arasında kullanılan "Şürele'ye suyun başını göstermek" deyimi, en kurnaz insanları bile aldatmayı ifade eder. Bu cinin diğer bir özelliği de ata binmeyi çok sevmesidir. Ormanlara yakın yerlerde bulunan at sürülerinin içinden en iyi atı seçer ve sonra onun üzerine binerek gün boyu koşturur. Şürele ormanda yalnız gezmenin halk anlayışı içerisinde sakıncalı bulunduğunu vurgulayan bir varlıktır. Eski Bulgarlarda "Şüreli Han" adıyla ölüm tanrısı konumundadır.



Bahattin Uslu’nun Türk Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.

8 Ocak 2023 Pazar

Hezil Çayı Silopi Barajı / Irak Sınırı / Silopi

 


Müslümanların Bizans İle Dini İçerikli Diyalogları-5

 



Theodoros Ebu Kurra ve İslamiyet



Eserlerinde lslamiyet'e yer veren ve müslümanlarla dini tartışmalar yapan Melki kilisesine bağlı diğer Ortodoks ilahiyatçısı Theodoros Ebu Kurra'dır. Ebu Kurra Arapça küçük çaplı yazılar, Opuscula adlı bir eser ve 52 (veya 43) tane olduğu belirtilen ve diyaloglar şeklinde düzenlenen Grekçe risaleler yazmıştır. Risalelerinden 17 tanesi lslamiyet'i hedef almaktadır.

Theodoros Ebu Kurra Bağdat'ta Abbasi halifesi Me'mun'un huzurunda muhtemelen 824 yılında dönemin ileri gelen İslam alimleriyle yaptığı tartışmayı yazıya aktarmış ve bu Arapça eser günümüze kadar gelmiştir.

Tartışmayı halife Me'mun'un düzenlediği belirtilmekle birlikte, halifeyi buna sevkeden amilin ne olduğu açık olarak bilinmemektedir. Daha önce Emevi ve Abbasi halifeleri döneminde görülen kısmen geleneksel hale gelmiş tartışmaların bir devamı olabileceği gibi, kendisi Mu'tezile mezhebine mensup olan halifenin, Ehl-i Sünnet alimleriyle özellikle Kuran merkezli çeşitli inanç esaslarının tartışıldığı bu dönemde farklı bir yaklaşımın görülmesini istediği veya samimi olarak bilgi ve düşüncelerini geliştirmek amacıyla böyle bir toplantı tertip ettiği düşünülebilir. Sebep ne olursa olsun bir İslam sarayında farklı din ve kanaatlere mensup, herbiri kendi sosyal çevresinde şöhret kazanmış alimlerin bizzat halifenin inisiyatifiyle dini bir tartışmayı gerçekleştirmiş olmaları önemli olmalıdır.



Tartışma sırasında halifenin oldukça açık kalpli, geniş fikirli olduğu ve taraflar arasında ayırım yapmaksızın denge sağlayabilecek ölçüde objektif bir tavır takındığı Ebu Kurra'nın ifadelerinden ortaya çıkmaktadır. Ebu Kurra halifenin şöyle dediğini nakleder: "Burası adalet ve eşitlik sarayıdır. Burada kimseye haksızlık yapılmaz. Binaenaleyh kendi delillerinizi ortaya koyun ve korkmadan bütün açık yüreklilikle cevap verin. (. .. ) Kendi dininin doğruluğunu gösteren hikmetli bir delile sahip olan herkes, bunu açıklasın." 


İlerlemiş yaşında müslüman alimlerle giriştiği bu tartışmada Theodore Ebu Kurra'nın, muhataplarına genellikle ikna edici cevaplar vermekle birlikte, zaman zaman da zor durumlara düştüğü anlaşılmaktadır. Ayrıca tartışma sırasında ciddi tenkitlere hedef olduğu ve özellikle Kuran'dan yanlış alıntılar yaptığı veya ayetleri yanlış yorumladığı gerekçesiyle maruz kaldığı sert tepkilerden, halifenin müdahelesiyle kurtulabildiği de kaydedilmektedir.


Tartışma, çocukların sünnet edilmesine dair bir soruyla bizzat halife tarafından başlatılır. Ebu Kurra, Hz. Adem'in de yaratıldığında sünnetsiz olduğuna dikkat çektikten sonra, sünnetin inananları putperestlerden ayıran bir alamet olduğunu, ancak bunun Hz. İsa tarafından Yeni Ahid'in bir işareti olmak üzere vaftize çevrildiğini ifade eder.

Hz. İsa'nın Tanrı ile eşdeğer olduğunu belirten Ebu Kurra'nın bu görüşüne sert tepki gösterilir ve ilgili ayetlere işaret edilerek Hz. İsa'nın Allah'ın Meryem'e ulaştırdığı Kelime'si ve Ruh'u olduğu, Allah katında İsa'nın durumunun Hz. Adem'in durumu gibi olduğu belirtilir. Tartışmanın bundan sonraki akışı zikredilen ayetlerdeki ifadelerin açıklanması etrafında devam eder. Tartışmada Hz. İsa'nın Allah'ın Kelimesi ve Ruhu olduğu konusunda ittifak sağlanır. Ancak Ebu Kurra muhatabından Hz. Adem'in aksine Hz. İsa'nın, mahluk değil, Yaratıcı olduğunu kabul etmesini de ısrarla ister.


Ertesi güne taştığı anlaşılan tartışmada Hz. İsa'nın Ademoğullarından biri ve insan olduğunu açıkça gösterdiği belirtilen Kitab-ı Mukaddes ayetleri hatırlatıldığında oldukça zor anlar yaşayan Ebu Kurra, renkarnasyonla ilgili uzun açıklamalara dalmayı tercih eder ve sonunda kurtuluşu muhatabını karşı soruyla sıkıştırmakta bulur. Kuran'daki bir ayete (el-Maide 5/ 116) dikkat çekerek bu ayette Allah'ın "cahil" yerine konduğu iddiasında bulunur. Kendisine bu sorunun insanlara öğretici olması ve doğru yolu bulmaları amacıyla sorulduğu "makul bir şekilde" izah edilir.


Ebu Kurra'ya göre müslümanlar Hz. Muhammed' in Allah'ın elçisi Hz. lbrahim'in Allah'ın dostu olduğunu ve Hz. Musa'nın da Allah'Ia konuştuğunu kabul etmektedirler. Şu halde Allah'ın Ruhu ve Kelimesi olan Hz. İsa'yı da Allah'ın oğlu olarak vasıflandırmakta bir engel bulunmamalıdır. Tartışmanın devamından bazen müslümanlarla hıristiyanların "Allah'ın Ruhu ve Kelimesi" gibi ortak terimler kullanmakla birlikte bu terimlere farklı anlamlar yükledikleri de anlaşılmaktadır. Hz. İsa'nın ölümü hususunda Ebu Kurra, Kuran ayetlerinden örnekler vererek onun ölmediğini, ancak Allah katına kaldırıldığını söyleyince muhatabı ikna olur ve onu tasdik eder. Ebu Kurra'ya göre, Kuran'da Hz. İsa'nın bir beşer olan Hz. Adem'e benzerliğinin vurgulandığı doğrudur. Ancak başkalarından farklı olarak onun Allah'ın Ruhu ve Kelimesi olarak vasıflandığı da gözardı edilmemelidir.



Tartışmada hıristiyanların haça taptıkları konusu açılınca Ebu Kurra, Ioannes Damaskenos'un görüşlerine atıfta bulunarak haçı kutsamanın, her ne kadar şeref bakımından aynı derecede değilse de müslümanların Haceru'l-Esved'i selamlayıp öpmeleriyle aynı olduğunu söyler.


Hz. İsa'nın ilahi yönü bulunduğu görüşünü hedef alarak Hz. İsa'nın kendi iradesiyle mi, yoksa iradesi dışında mı çarmıha gerildiği, eğer iradesiyle öldürülmüşse yahudilerin kınanmaması gerektiği, eğer iradesi dışında öldürülmüşse o takdirde onun aciz bir tanrı durumuna düşeceği şeklindeki soruya Ebu Kurra şöyle karşılık verir: "Siz bize Allah'a yalan isnad ettiğimizi söylüyorsunuz. Eğer bu O'nun iradesiyle olmaktaysa bizi kınamanız anlamsız. Eğer O'nun iradesi dışında ise o takdirde O'nun için de acziyet sözkonusu olmaz mı?" Müslüman muhatabı bu iki hususun birbirleriyle kıyaslanamayacağını belirterek itiraz eder.


Tartışma sonucunda taraflar arasında kesin bir sonuca ulaşılamadığı ve fıkir birliğine varılamadığı görülmektedir. Konular genellikle daha önceki tartışmalarda görülen noktalarda yoğunlaşmış, her iki taraf da hemen aynı sorulara aynı cevapları vermiştir. Metindeki ifadelerden Theodoros Ebu Kurra'nın Hıristiyanlıktaki Teslis doktrinini izah etmekte güçlük çektiği, müslümanların ise Hz. lsa'nın Allah'ın Kelime'si ve Ruh'u olduğuna dair hususulara ikna edici cevaplar veremedikleri ortaya çıkmaktadır. Bu noktadan hareketle A. Guillaume "her iki tarafın birbirlerini yanlış anlamaları için yeterli sebeplere sahip olduklarını" ifade etmektedir.

Hocası loannes gibi tasvir taraftarı olan Theodoros Ebu Kurra Arapça bir risale yazmış ve bu eserinde yahudilerin, müslümanların ve lkonoklast hıristiyanların tasvir aleyhtarı tutumlarını tenkit etmiştir.


Ebu Kurra bu eserini dindaşlarının, karşı tenkitlerden etkilenmeksizin tasvir taraftarlığına devam etmelerini sağlamak ve bu arada tasvirlere ibadetin/tazimin putperestlikle aynı olduğuna dair muhaliflerden gelebilecek itirazlara kolaylıkla cevap vermelerine yardımcı olmak amacıyla kaleme almıştır. Ebu Kurra, loannes Damaskenos'un görüşüne katılarak, muhaliflerden gelen putperestlik ithamindan dolayı tasvirlere ibadeti terkeden bir hıristiyanın, mantıki olarak dinin diğer bazı ibadetlerini de terketmesi gerektiğini belirtir.


Tasvirlerin Tanrıya cismaniyet izafe etme anlamına geleceği şeklindeki görüşe karşı çıkan Ebu Kurra, Eski Ahid, İncil ve Kuran gibi bütün kutsal kitaplarda Tanrı hakkında cismaniyeti çağrıştıran ifadelerin bulunduğunu, çünkü insan zihninin anlayabilmesi için soyuttan somuta doğru bir yaklaştırmanın gerekli olduğunu vurgular. Ona göre tasvirler, Tanrı'ya, kutsal kitaplarda yer alan bu tür ifadelerden daha fazla cismaniyet izafe etmemektedir.



Ebu Kurra'ya göre Kitab-ı Mukaddes'te tasvirlerin takdis edilmesine yönelik bir hüküm bulunmamakla birlikte, bütün kiliselerde öteden beri resimlerin varlığı, tasvirin köklerinin Havariler dönemine kadar uzandığını göstermiş olmalıdır. Kitab-ı Mukaddes'te yer almadığı gerekçesiyle bu tür şeylerin reddedilmesi, Havariler dönemine dayandığından kimsenin şüphe etmediği diğer uygulamaların da reddedilmesini gerektirmektedir.


Müslümanları "el-Berraniyyun" dediği hıristiyan olmayan topluluklar arasında zikreden Ebu Kurra dindaşlarından, "ötekilerden" gelen tenkitlerin etkisinde kalmamalarını, çünkü onların kutsal kitaplarında da dünyevi gözle bakıldığında gülünç gelebilecek unsurların var olduğunu belirtir ve örnekler verir.

Kitab-ı Mukaddes'ten Tanrı'nın cismaniyetini çağrıştıracak ifadelerden örnekler verdikten sonra Ebu Kurra, Kuran'da da "Allah'ın Arş üzerinde oturduğu", "O'nun yüzü ve ellerinin bulunduğu" gibi birçok ifadenin yer aldığını, bununla birlikte müslümanların bunlara inanmakta bir sakınca görmediklerini kaydeder.


Müslümanların, haç, tasvir ve azizler önünde eğildikleri için hıristiyanları tenkid ettiklerine dikkat çeken Ebu Kurra'ya göre, eğer Allah'tan başkasının önünde eğilmek/secde etmek ona ibadet etmek anlamını taşısaydı, Allah meleklerden Hz. Adem'e secde etmelerini istemezdi. Bu emirle Allah'ın meleklerden Hz. Adem'e ibadet etmelerini istemiş olması düşünülemez. Ayrıca Kuran'a göre Hz. Ya'kub ve oğulları da Hz. Yusuf'un önünde eğilmişlerdir. Şu halde eğilmek mutlak olarak tapma anlamına gelmez, saygı ifade eder.


"Canlı resimleri yapanların kıyamet günü onlara can vermekle emredileceklerini" belirten hadisi de eleştiren Ebu Kurra, Hz. Süleyman'ın emrindeki cinlerin ona heykeller yaptıklarını belirten ayete dikkat çeker. Ayrıca canlı resmi yapmaya karşı çıkanların bitki resimleri yapmala rının çelişki olduğunu, çünkü insanın dalları yeşermiş meyveli ağacı da yapamayacağını belirtir.


Ebu Kurra'ya göre müslümanların, Hz. İsa'nın ve azizlerin lkonalarına dokunup öpmelerinden dolayı hıristiyanları eleştirmeleri de doğru değildir. Çünkü orada tasvirlere değil, Hz. lsa'ya veya o tasvirlerin temsil ettiği azizlere duyulan saygı sözkonusudur. Nasıl ki müslümanlar, secde esnasında dizlerini ve alınlarını yere veya seccadeye koymakta ve ibadeti bunlara değil, Allah'a yaptıklarını söylemekte iseler, hıristiyanlar için de durum bundan farklı değildir.


Tasvir aleyhtarlarının görüşlerini çürütmek için gayret eden Ebu Kurra, taraftarlarından tasvirlerle ilgili tenkit ve kınamalar karşısında sabretmelerini istemekte ve buna karşılık sevap alacaklarını belirtmektedir.


Farklı yorumlarda bulunmakla birlikte Theodoros Ebu Kurra'nın Kuran ve hadislerden yaptığı alıntılarda metne sadık kaldığı anlaşılmaktadır. Bu durum onun İslamiyet hakkındaki bilgisini gösterdiği gibi, müslümanların hıristiyanları hangi noktalarda tenkit etiklerini bilmesi ve bunları cevaplamaya önem vermesi de bizi İslam toplumunda müslümanlarla hıristiyanların çeşitli dini konularda hararetli tartışmalar gerçekleştirdikleri sonucuna götürmektedir.



Hıristiyanların çeşitli dini görüşlerini tenkit etmek, İslam'a yönelik iddia ve eleştirilerine cevap vermek için müslümanlar tarafından genellikle er-Redd 'ale'n-Nasara adı altında birçok reddiyenin kaleme alındığı bilinmektedir. lbnü'n-Nedim'e göre Mu'tezile'nin önde gelen alimlerinden lsa b. Sabih el-Murdar da er-Redd 'ale'n-Nasara adlı eserin yanısıra, bizzat Ebu Kurra'nın görüşlerini eleştirdiği Kitabün 'ala Ehi Kurra en­ Nasrani adlı eserini yazmıştır.


Bir müslüman tarafından sorulan soruya Theodoros Ebu Kurra'nın verdiği cevaplar Remleli Stephanos tarafından kayda geçirilmiş ve günümüze kadar gelmiştir. "Mesih benim sığınağım ve yardımcımdır. Ona inanıyorum" ifadesiyle başlayan 284/897 tarihli bu yazmaya göre Harran piskoposu (uskuf) Theodoros Ebu Kurra'ya Hz. lsa'nın kendi iradesiyle mi, yoksa iradesi dışında mı çarmıha gerildiği sorulmuş ve o da muhatabına şu cevabı vermiştir: "Ben 'iradesiyle öldürülmüştür' desem, 'Yahudilerin bunda bir suçu yok' diyeceksin. 'İradesi hilafına öldürülmüştür' dersem, karşı koyamadığı için güçsüz olduğunu söyleyeceksin." Müslümanlarla yaptığı tartışmalarda bir hayli tecrübe kazandığını gösteren bu cevabından sonra Ebu Kurra devamla, müslümaların, Allah'a iftira ettikleri gerekçesiyle hıristiyanları suçladıklarını hatırlatarak "Eğer biz Allah'a kendi iradesine binaen iftira ediyorsak, bizim bir suçumuz olmamalı. Eğer O'nun iradesi rağmına iftira ediyorsak bu O'nun güçsüz olduğunu gösterir" der. Ebu Kurra devamla şunları söyler: "Yahudilerin amacı Hz. lsa'nın dileğini yerine getirmek değil, onu yok etmekti. Her ne kadar sonuçta Hz. lsa'nın iradesi sözkonusu olmuşsa da yahudiler, kötü niyetleri doğrultusunda bu en büyük günahı işlemiş oldukları için, en ağır cezayı haketmişlerdir".


Theophanes ve İslam


Bizanslı bir rahip ve tarih yazarı olarak Theophanes'in hem kendisinden sonraki tarihçilere kaynaklık etmiş olması, hem de müslümanlarla ilgili olayları kaydetmesinin yanısıra, Hz. Muhammed ve İslamiyet hakkında görüşler beyan etmiş olması, onu burada ele alınan konuyla ilgili kılmaktadır.


Theophanes Hz. Muhammed'le ilgili görüşlerini 612 2. hilkat yılı (m. 1 Eylül 630-31 Ağustos 631) başlığı altında açıklar ve onun bu yıl vefat ettiğini belirtir. Theophanes'e göre "Arapların idarecisi" Hz. Muhammed "yalancı" peygamberdir ve ölmeden önce Ebu Bekir'i halef olarak tayin etmiştir. .


Theophanes'e göre Hz. Muhammed ilk ortaya çıktığında Yahudi liderlerden bazıları onun beklenen mesih/peygamber olduğunu sanarak Hz Musa'nın dinini terketmişler ve ona tabi olmuşlardır. Ölünceye kadar Hz. Muhammed'in yanında kalan az sayıdaki bu Yahudiler, deve eti yediğini görünce aslında onun bekledikleri kişi olmadığını anlamışlardı, fakat din değiştirmekten korktukları için yanında kalmaya devam ettiler ve ona hıristiyanlara karşı haksız davranışlar telkin ettiler.


Hz. Muhammed'in soyuyla ilgili olarak onun Hz. lbrahim'in oğlu Hz. lsmail'den gelen asil bir kabileye mensup olduğunu, soyunun Nizar, Mudar:ve Kureyş çizgisini takip ettiğini belirten Theophanes'e göre, yetim ve fakir olarak büyümüş olan Hz. Muhammed, zengin ve dul bir kadın olan Hatice'nin ticaret kervanını kiralayıp onun adına Mısır ve Filistin'e ticari seyahatler yapmanın faydalı olacağını düşünür. Bir süre sonra Hatice ile evlenen Hz. Muhammed onun kervanına ve malına sahip olur. Theophanes' e göre Hz. Muhammed, Filistin'e seyahatı sırasında yahudi ve hıristiyanlarla beraber bulunmuş ve onlarda mevcut bir kısım yazıları elde etmiştir.


Theophanes Hz. Muhammed'le ilgili itham ve iddialarına şöyle devam etmektedir: Aslında saralı olan Hz. Muhammed'in, bu durumuna muttali olan hanımı, kendisi eşraftan olduğu halde, fakir ve üstelik saralı biriyle evlenmiş olduğunu düşünerek oldukça üzülür. Bundan dolayı Hz. Muhammed "Ben Cebrail adlı meleği görüyorum. Onun karşısında dayanamadığım için düşüp bayılıyorum" diyerek hanımını yatıştırmaya çalışır. Hatice kocasının bu durumunu, rahip bir yakınına ayrıntılarıyla anlatır. Rahip, Hz. Muhammed'in doğru söylediğini ve adı geçen meleğin bütün peygamberlere gönderilmiş olduğunu söyleyip onu rahatlatır. Hatice "yalancı rahibin" söylediklerine kanarak Hz. Muhammed'e inanan ilk kişi olur ve kabilenin diğer kadınlarına da kocasının peygamber olduğunu söyler. Kadınlardan sonra erkekler de olayı duyarlar ve ilk olarak, daha sonra Hz. Muhammed'in halef olarak tayin edeceği Hz. Ebu Bekir iman eder. Daha sonra Yesrib (Medine) kuvvet kullanılarak fethedilir. Hz. Muhammed'in dini ilk on yıldan sonra savaş sırasında da on yıl olmak üzere gizli yayılır. Daha sonraki dokuz yıllık süre içerisinde ise ibadetler açık olarak yapılır.


Hz. Muhammed' in kendi taraftarlarına bir düşman öldüren veya düşman tarafından öldürülenlerin cennete gireceklerini söylediğini belirten Theophanes, onun cenneti nasıl tasvir ettiğini de anlatır: Cennet yeme, içme ve kadınlarla beraber olma yeridir. Orada şaraptan, baldan ve sütten ırmaklar vardır. Dünyadakilerinden çok daha farklı kadınlarla birlikte sonsuz ve mutlu bir hayat yaşanacaktır. Theophanes, Hz. Muhammed'in daha başka "mantıksız" sözler de sarfettiğini ve taraftarlarının da onun bu sözlerine ilgi duymak suretiyle haksızlıklara ortak olduklarını iddia ederek değerlendirmelerine son verir.


Cahız'ın er-Redd 'ale'n-Nasara Adlı Risalesi


Daha çok edebi eserleriyle şöhret kazanan Basralı meşhur Mu'tezile alimi Ebu Osman Amr b. Bahr el-Cahız'ın (ö. 255/869) hıristiyanların İslam dinine yönelik eleştirilerine cevap vermek üzere er-Redd 'ale'n-Nasara adlı bir risale yazdığı bilinmektedir. Özellikle Me'mun ve Mütevekkil dönemlerinde, Abbasi sarayına devam eden seçkin kişiler arasında görülen Cahız'ın araştırmacıların tahmin ettikleri gibi 150-160/767-777 yılları arasında doğduğu, dolayısıyla risalesini yazarken yaşının bir hayli ilerlemiş olduğu dikkate alındığında, araştırmaya esas alınan dönem için çağdaş bir görgü şahidi niteliği taşıdığı anlaşılmaktadır. Risalede genel olarak bütün hıristiyanlar (en-Nasara) hedef alındığı gibi Bizanslılara (er­ Rüm) da atıflarda bulunulmaktadır.



Cahız bu risaleyi hıristiyanlar tarafından müslümanlara sorulan birtakım soruların, özellikle gençler ve cahil halk üzerinde uyandırdığı olumsuz etkiyi bertaraf etmek için kendisinden cevap isteyen bir mektup üzerine kaleme aldığını risalenin girişinde açıkça belirtir.


Risaleye göre hıristiyanlar müslümanları, kendileri hakkında yanlış bilgilenmiş olmakla itham etmekte ve Kuran-ı Kerim'de kendilerine mal edilen inanç ve davranışların doğruyu yansıtmadığını, kendilerine göre çelişkili gördükleri diğer bazı hususlarla birlikte belirtmektedirler. Hıristiyanların itiraz noktalarını ayrı ayrı ele alıp cevaplamaya çalışan Cahız, hıristiyanlara yönelik tenkit ve kanaatlerini sert ve keskin sayılabilecek bir uslupla ortaya koyarken, bazen yahudileri de hedef alır ve onlarla ilgili görüşlerini aynı uslupla beyan eder.


Toplam on bölümden oluşan risalenin ilk bölümünde hıristiyanların temel itirazlarını sıralayan Cahız, geri kalan dokuz bölümde çeşitli değerlendirmeler yaparak bu itirazları cevaplandırmaya çalışır.

Hıristiyanların, yahudilere ve diğer din mensuplarına göre müslümanlara daha yakın ve sempatik geldiklerine değinen cahız'a göre Medine'de müslümanlarla bir arada yaşayan ve aralarında kalıcı düşmanlıkların ortaya çıktığı yahudilerin aksine hıristiyanlar müslümanlardan uzakta yaşadıkları için böyle bir durum sözkonusu olmamıştır. Diğer taraftan İslamiyetin ilk yıllarında müşriklerin baskılarından dolayı Habeşistan'a hicret eden müslümanlar, burada hıristiyan Necaşi ve halk tarafından himaye edilmişlerdi. Kur'an-ı Kerim'in hıristiyanları "insanlar içerisinde müslümanlara sevgi bakımından en yakın" olarak vasıflandırması ise bu yakınlığın en önemli sebebidir.


Mekkeliler ticaret için Dımaşk'a gittiklerinde burada hıristiyan Bizans devlet yetkililerinin sağladığı imtiyazlardan yararlanırken, Habeşistan, Yemen, Taif gibi bölgelerde de en sıcak ilgiyi hıristiyanlardan görmekte idiler. Ayrıca Hıristiyarılık Arap kabileleri arasında da yayılmış bulunmaktaydı.



Daha sonra sözü kendi dönemine getiren Cahız, geniş halk kitlelerinin hıristiyanların gücüne, aralarından birçok kelam ve felsefe ilimi, tabip, müneccim vs. yetiştiğine, müslüman devlet adamlarının Rum kızlarla evlenmelerine bakarak hıristiyanlara yakınlık hissettiklerini belirtmekte ve bunun bir yanılgı olduğunu açıklamaktadır. Ona göre Bizanslılar ve diğer hıristiyanlar felsefe, mantık ve matematik gibi ilimlerde gerçekten ileri seviyede değildirler. Aristoteles, Batlamyus, Euclides, Calinus, Demokritos, Sokrates ve Platon gibi Yunan alimleri Rum olmadıkları gibi hıristiyan da değillerdi. Ancak Bizanslılar onları kendilerine mal edip yahudilere, Araplara ve Hintlilere karşı övünmektedirler. Hatta müslüman filozofların onları taklit ettiklerini iddia etmektedirler. Eğer sade halk kitleleri (avam) bu gerçekleri bilseler Bizanslılar ve hıristiyanlar hakkındaki kanaatlerini hemen değiştirirler.



Hıristiyanların ilmi ve sanatkar yönleriyle gerek toplumda gerekse devlet kademelerinde yer tutmuş olmalarının halkı yanılgıya sevkettiğine, halbuki onların müslümanların gerçek dostu olmadıklarına işaret eden Cahız, hıristiyanların İslam'a saldırmak için her türlü fırsatı değerlendirdiklerini, bazı dini meseleleri kurcalayarak gençlerin ve zayıf imanlıların kafasına şüphe soktuklarını belirtmekte ve lslamiyet'e en çok zararı hıristiyanların verdiğini, bu konuda yahudilerden geri kalmadıklarını ağır bir dille ifade etmektedir.



Hıristiyan din adamlarının evlenmemelerini, bazen masum ve savunmasız çocuklara da uygulanan hadımlaştırmayı tenkit eden Cahız, hadımlaştırmanın Bizans'ta ve Habeşistan'da görüldüğünü, diğer toplumların da onlardan etkilendiklerini belirtmektedir.


Hıristiyanların dış görünüşü çok temiz, işlerinde çok titiz olmalarına rağmen kalplerinin kirli olduğunu belirten Cahız, bu kirliliğe sebep olarak cünüplükten temizlenmemeleri, domuz eti yemeleri, sünnet olmamaları ve kadınların hayız ve nifastan sonra temizlenmemelerini gösterir.


Cahız, hıristiyanların Mesih ve özellikle uluhiyyet konusundaki görüşlerinin içinden çıkılamaz olduğunu belirterek, bu konuda Nesturi, Ya'kubi ve Melki mezhepleri arasında ittifak olmadığı gibi, aynı mezhebe mensup öz kardeşlerin bile farklı cevaplar verdiklerini ifade eder. Onların düşünme ve akıl yürütmeden kaçındıkları için taklitçi olduklarını söyler.


Beşinci bölümde Allah'ı Baba olarak vasıflandırıp kullarından bazılarını oğul edindiğini iddia eden Ehl-i kitabın cehalet ve sapıklık içinde olduklarını belirten Cahız, onların bu konudaki sözlerinin telaffuz dahi edilemiyeceğini ifade eder.


Hz. lsa'nın beşikte konuştuğuna dair mucizenin doğru olduğunu belirten Cahız, Hz. lsa'ya "Allah'ın oğlu" denilmesini ise tenkit eder ve Hz. Adem, Hz. Musa ve Hz. Davud'un Allah katındaki değerini gösteren çeşitli deliller zikrederek böyle bir anlayışın yanlışlığını ortaya koymaya çalışır. Kur'an-ı Kerim'in ilgili ayetlerine atıfta bulunarak Hz. lsa'nın mahiyeti hakkında bilgi veren Cahız'a göre Müslümanlar da hıristiyanlar gibi Hz. lsa'nın Allah'ın Ruhu ve Kelimesi" olduğunu kabul etmekle birlikte bunun izahını onlardan farklı bir şekilde yapmaktadırlar.


Risalenin sonunda hıristiyanlara Hz. lsa'nın mahiyeti ile ilgili sorular sorup tartışan Cahız, beşeri özelliklere sahip olduğu için Hz, lsa'nın ilah olarak kabul edilemeyeceğini açıklar.



Casim Avcı’nın İslam Bizans İlişkileri Adlı Kitabından Alıntılanmıştır.

Çatalhöyük / Çumra / Konya

 


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak