4 Ocak 2023 Çarşamba

Gündelik Hayatımızda Süslenme-2


Parfüm


Hz. Muhammed müminlere, “Güzel kokular sürününüz,” buyurmuştur; ama güzel kokular sürmek sadece İslam kültürünün bir motifi değil, neredeyse insanlık tarihi kadar eski. İnsanların ateşi kullanmaya başlamasıyla birlikte, yanmakta olan çeşitli bitkilerin yaydığı kokuları yeniden elde etmek için, bu bitkileri sadece kokularından yararlanmak amacıyla yakmışlardır. Daha çok dinsel törenlerde kullanılan ve yakılan bitkilerden elde edilen bu kokulu dumanlar bugün “parfüm” olarak bildiğimiz kelimenin de kökenini oluşturmuştur. Bu kelime Latince “buharla” anlamına gelen perfuma ifadesinden doğmuştur.


IO 69-30 yılları arasında yaşamış olan Mısır kraliçesi Kleopatra’nın ve ondan yaklaşık bin yıl kadar önce yaşamış olan Nefertiti’nin parfüm tarihinin en popüler kişilikleri olduğunun söylenmesi sadece her ikisinin de güzelliklerine saplantı derecesinde tutkun olmalarından kaynaklanmaz. Eski Mısır parfümün ilk defa yapıldığı yer olarak tarihte yerini almıştır. Bilinen en eski örnekler, formülleri en gelişmiş analitik yöntemlerle bile aydınlatılamamış olan ve Mısır’daki değişik arkeolojik kazılarda ortaya çıkarılan kokulu merhemlerdir. Bu örneklerden daha yakın tarihlerde yine Mısır’da yapılmış olan ve Plutarkhos’un mürrüsafi, kına, tarçın, ardıç, hintsümbülü, safran, bal, üzüm gibi on altı bitki ve reçinenin karışımından elde edildiğini söylediği Kyphi bilinen en eski parfüm örneklerinden biridir. Mısır’da kişisel parfüm kullanımının da en az dinsel kullanımlar kadar yaygın olduğu söylenmektedir. Banyonun günlük yaşamlarında çok önemli bir yer tuttuğu bilinen Mısırlılar yıkandıktan sonra vücutlarını kokulu yağlarla ovarlardı.


Mısırlıların parfüm yapımı ve kullanımı konusundaki derin bilgileri İbranilere, Asurlulara, Babillilere, Keldanilere, Perslere, Yunanlılara, kısacası eski dünyanın bütün halklarına hızla yayılmıştır. Bundan dört bin yıl kadar önce Niniveh ve Babil koku ticaretinin merkezi haline gelmişti. Bir efsaneye göre Judith, İbrani ülkesini kurtarmak amacıyla Nabukadnezar’ın komutanı Holofernes’i baştan çıkarabilmek için, güzel kokuların büyüsünden yararlanmıştı. Hz. Muhammed’in tersine Musa cemaatine güzel kokuların kişisel amaçlarla kullanımını yasaklamışsa da, buyurduğu sert cezalar bile yaygınlaşmalarının önünü alamamıştı.


Çinliler ise IO 2300’lerde erkek misk geyiğinin salgısını yasemin ve lotusla karıştırarak parfüm yapımında kullanmışlardır. Hindistan’da ise yasemin, gül, nergis ve sümbülteber gibi çiçeklerden kokular hazırlanmış, ancak kutsal kabul edilen sandal ağacı bütün parfümlerin esas bileşenini oluşturmuştur.


Kokuyu önce tanrıların kullanımına bırakan Yunanlılar sonraları o denli ifrata kaçmışlardır ki, Solon güzel koku kullanımını yasaklamak zorunda kalmıştır; ama elbette kimse bu yasağı ciddiye almamıştır. Yazma merakları güzel koku meraklarından aşağı kalmayan Yunanlılar tarihin ilk parfüm kitabını da kaleme almışlardır. IO 2. yüzyılda Apollonius parfüm üzerine bilimsel bir eser yazmıştır.


Yunanlılarda güzel kokular bir biçimde tanrı ve tanrıçalarla ilişkilendirilmiştir; bir gün kayığında kim olduğunu bilmediği bir yolcu taşıyan Lesbos’lu kayıkçı Phadon’a müşterisi Venüs hoş kokulu bir esans vermiş ve bu kokuyu süren Phadon’a antikçağın ünlü şairi Sappho delicesine âşık olmuştu. Kapalı bir yaşam süren Yunan kadınları fazla parfüm kullanmazlardı; çoğu zaman fahişe sanılan ama fahişeden çok daha farklı olan heteira’lar vücutlarını kokulu yağlarla ovar, ağızlarını kokulu sularla çalkalarlardı.


Aristoteles kokuları 6 grupta sınıflandırır: tatlı, ekşi, keskin, yağlı, acı ve pis kokular. Yunanlılar güzel kokularla bedenlerini ve saçlarını ovarlardı; ama Diogenes bu kullanım biçimini aptalca buluyordu: “Parfümü neden saçlara sürmeli ki? Böyle çabuk uçtuğundan onu sadece kuşlar algılasın diye mi? Bana gelince, ben kokularını tüm gövdeme yaysınlar diye, ayaklarımı kokulu aromalar içinde yıkamayı tercih ederim.”


İsa’nın yaşadığı yıllarda Roma’da parfüm kullanımı ifrata varmış, Romalılar sancaklarını, elbiselerini, kölelerini, hatta at ve köpeklerini bile güzel kokulara bulamışlardır. Romanın yıkılmasından sonra Avrupa’da parfüm kullanımı azalmaya başlarken, Araplarda artış göstermiş ve dünyanın parfüm merkezi değişmiştir; öyle ki Arabistan’a “kokular ülkesi” denmeye başlanmıştır.


Ünlü tıp bilgini İbn Sina (980-1036) buhar damıtmasını ilk geliştiren kişi olmuştur; bu yöntem parfümün uzun süre saklanmasının zorluklarını büyük ölçüde aşmıştır. 1150 yılında yöntemi kısmen geliştiren Avrupalılar damıtma kabından çıkan sıcak buharı soğutmuş ve önemli üretim artışı sağlamışlardı. Aynı dönemde ünlü Arap bilgini El Razi, parfümle hiç de ilgili olmayan çalışmalarında dünya tarihinin en önemli keşiflerinden birini yapmış ve alkolü damıtmayı başarmıştır. Alkolün Avrupa’da tanınmasıyla birlikte, tuvalet suyu (eau de toilet) olarak bilinen alkollü parfümlerin üretimi başlamıştır.


1370’de kokulu yağlar ve alkolden üretilen Eau d’EIungrie (Macaristan Suyu) aynı zamanda klasik bir afrodizyak olarak da bilinir. Bir keşiş tarafından lavanta yağı ve biberiye karışımından hazırlanan bu koku sayesinde Macaristan kraliçesi Elisabeth von Ungaro, 72 yaşındayken Polonya kralını baştan çıkardı.


1555’te Rosetti Notandissimi Secreti del’Arte Profumatoria adlı kitabı yayımladı. Yüzyıllarca birçok baskısı yapılan bu kitapta 19. yüzyılda bilinen tüm kozmetik ürünler yer alıyordu. Bu sıralarda İtalya’da parfümcüler eczacı, sabuncu ve berberlerden ayrılarak eldivenciler loncasına bağlandılar; eldiven çok önemli bir aksesuardı, ama derinin yaydığı kötü kokuyu önlemek için parfümlere ihtiyaç duyuluyordu. Sonradan Fransa kraliçesi olan Floransak Catherine de Medici Orleans Dükü ile evlenip Paris’e gittiğinde bu kent açık bir lağım çukuru halindeydi ve başta saray olmak üzere bütün şehir dayanılmaz kokular yayıyordu. Bu kokulardan kurtulmak için parfümü vazgeçilmez bir çare olarak gören Fransızlar için bu yeni kraliçe ve yanında getirdiği kalabalık parfümcü grubu bulunmaz bir nimetti ve böylece parfümün merkezi İtalya’dan Paris’e taşınmış oldu. Catherine’in yanında getirdiği ustalardan biri, Rene, sadece kokulardan değil, zehirlerden de iyi anlıyordu ve Catherine zehirli parfümlerle kokulandırılmış eldivenlerden yararlanarak bazı düşmanlarını devredışı bıraktı.


Fransız Devrimi soyluların ağır parfümlerini de tahtından indirivermiş, hafif çiçek kokuları moda olmuştu; burjuvazi kendi beğenilerini dayatmaya başlamıştı. “Fransız Devrimi’nin şakası yoktu ve parfüm, politik inancın tehlikeli bir göstergesi olmuştu. Dehşetin egemenliğinde, ‘bir sans culotie (baldırıçıplak) parfüm sürmez’ kuralı, bir buyruk gibi geçerliydi. Güzel kokan bir burjuva, şüpheli biriydi, hele ki saçını pudralayandan adamakıllı şüphelendirdi. Zambak özüne ya da Kraliçenin Suyuna batırılmış mendil kullanmak, giyotini göze almak demekti,” (Andrea Hurton, Parfümün Erotizmi, s. 38). Ağır parfümlerin hayranları kokularını yayabilmek için karşı-devrimi beklemek zorunda kaldılar.


1830-1870 arasında parfüm epeyce gözden düştü. Temizlik losyonu ve kolonya dışındaki kokulara ahlaken izin verilmiyordu. Parfüme yolunu tekrar açan, Imparatoriçe Eugenie oldu; bu sonradan görme imparatoriçe parfümcü Pierre-François Pascal Guerlain’i sarayın resmi parfümcüsü yaptı ve o da Imparatoriçe’ye onuruna ürettiği “Eau de Cologne Imperiale” ile teşekkür etti, imparatorluk parfümcüsünün büyük torunları hâlâ dünyanın en gözde parfümcüleridir. Ama imparatoriçelerin parfümcüsü bu eski aile dünyaya yayılan Amerikan zevkinden şikâyetçidir. Philippe Guerlain, “20. yüzyılın başında parfümler hâlâ son derece sadeydiler. Sonra giderek Amerikan beğenisi bize ulaştı. Bugün çevremizdeki her şey parfümlenmiş durumda, sabundan yoğurda dek. Artık parfümlendirilmemiş bir ürünü satabilmek olanaksızdır” diyor.


Parfüm modası kısmen farklılıklar gösterse de, temelde fazla değişmeden 19. yüzyıla kadar sürdü; bu arada, parfüm üretimini pek de kaale almayan biri, Kolbe, kaynağı organik olmayan karbon, hidrojen ve oksijen elementlerinden asetik asidi sentezledi ve daha sonra parfüm bileşeni olarak kullanılacak kimyasal maddeler peş peşe üretilmeye başlandı.


1868 Dünya Sergisi’nde kısmen sentetik olarak üretilmiş parfümler sergilendiğinde çok ilgi toplamasa da, bu bir ekonomik devrim anlamına geliyordu. 8 milyon çiçekten elde edilen 1 kg yasemin özününün maliyeti yaklaşık 30.000 DM iken, sentetik eşdeğeri sadece 10 DM ’a mal oluyordu.


Meşrutiyet’le birlikte Avrupa parfümleri Osmanlı coğrafyasında da boy göstermeye başladılar. Eski çağların ve ortaçağ İslam geleneğinin mirasını alan Osmanlı kültüründe üst sınıf hanımlar için sandal, tarçın, nane gibi güzel kokular ve miskle kâbefesleğeni gibi koku gidericiler üretilmekteydi. Gövde ve elbiseler kokulu sularla yıkanmakta, giysi sandıklarına kokulu sabunlar konulmakta, Mısır Çarşısı’na egzotik bitkiler taşınmaktaydı. Orta sınıfın büyümesiyle birlikte Avrupa tarzı parfüm Osmanlı topraklarında da müşteri bulacaktı. Haşmetlû Felemenk Kraliçesi’nin Lavantacıbaşısı Victor Rico’nun İstanbul gazetelerine ilanlar vererek “hakiki ıtriyat için Dersaadet’de Haşan Rauf Bey’in istikamet Eczanesi’ni depo” olarak kullandığını duyurması, bu pazarın saraylılar ve vüzera hanımları dışında da Avrupa’yla eklemlenmesinin işaretiydi.


1921’de hâlâ sentetik kokuların klasiği olmaya devam eden ‘Chanel No:5’ piyasaya çıktı. Zenginlerin terzisi Coco Chanel, bir Rus göçmeni olan Ernest Beaux’dan 24 saat kullanılabilecek bir parfüm istemişti ve Beaux 10 şişeden oluşan örnekleri 1-5 ve 20-24 olarak numaralamıştı; işte 5 nolu şişede bulunan örnek yüzyılımızın en çok tanınan kokusu oldu. Chanel No:5'in şişesi 1959’dan bu yana New York Modern Sanatlar Müzesi’nde sergilenmektedir. Aynı yıllarda yatakta ne giydiğini soran bir gazeteciye Marilyn Monreo, “Geceleri üstümde hiçbir şey olmaz birkaç damla Chanel No:5 dışında,” diyordu.


Coco Chanel’den sonra parfüm dünyasına damgasını vuran en tanınmış modacı olan Yves Saint-Laurent ve aynen onun gibi adının baş harflerini markaya dönüştüren bir filozof, Bernhard-Henry Levy hakkında Andrea Hurton’un sözleriyle bitirelim:


“Yves Saint-Laurent, tüm medyalarda karşılaşılan moda filozofu Bernhard-Henry Levy’nin ancak yirmi yıl sonra yeniden başarabileceği bir şeyi başarmış, kendi adının baş harflerini bir ürün markasına dönüştürmüştü. YSL ve BHL bugün en çok tanınan Fransız markalarıdır. Kimbilir, belki filozofun da çekmecesinde bir parfüm tasarımı duruyordur. Bunun için gereken ünlü bir adı zaten var, ve böylelikle parfüm ile moda arasındaki ilişki, evriminde yeni bir aşamaya ulaşabilir.”

Artık sentetik ürünler dakikada bir şaşırtır hale geldiler; onunla birlikte geçirilen saatlerin her iki dakikasında bir “mükemmel” olmakla “tiksindirici” olmak arasında durmaksızın gidip gelen l'eau per Kenzo, BHCye çok uygun olacak bir parfüm tasarımını çoktan piyasaya sundu bile.



Kudret Emiroğlu’nun

GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ kitabından alıntılanmıştır.

3 Ocak 2023 Salı

Mardin

 


Çatalhöyük / Çumra / Konya

 


ARAPLARIN GÖZÜYLE HAÇLI SEFERLERİ-2


İSTİLA (1096 - 1100)


Frenklere bakınız! Biz Müslümanlar cihadı yürütmek için hiçbir coşku göstermezken, onların dinleri için nasıl canla başla savaştıklarını görünüz.

SELAHADDİN

 




FRENKLER GELİYOR


“Bu yıl esnasında, Marmara denizinden çok büyük bir kalabalık halinde Frenk birliklerinin geldiklerinin görüldüğüne ilişkin haberler ard arda gelmeye başlar. Bu haberler, ülkesi bu Frenklere daha yakın olan emir Kılıçarslan tarafından da teyid edilir.”


İbn el-Kalanissi’nin burada sözünü ettiği sultan Kılıçarslan, istilacılar geldiğinde daha onyedi yaşında bile değildir. Onların yaklaştığını haber alan ilk Müslüman yönetici olan, gözleri hafif çekik bu genç Türk sultanı, hem onlara ilk bozgunu tattıran, hem de korkunç Frenk şövalyelerine ilk yenilen kişi olacaktır.


Kılıçarslan, daha 1096’nın Temmuzunda, muazzam bir Frenk kalabalığının Konstantinopolis yolunda olduğunu öğrenmiş, hemen en kötü şeyleri düşünmüştür. Elbette bu adamların asıl amacını bilmemektedir, ama Doğu’ya gelmeleri hiç de iyi şeylerin habercisi değildir.


Yönetmekte olduğu sultanlık, Türklerin Rumlardan henüz ele geçirdikleri bir ülke olan küçük Asya’nın büyük bölümüne yayılmaktadır. Nitekim. Kılıçarslan’ın babası Süleyman, yüzyıllarca sonra Türkiye adını alacak olan bu toprağı ele geçiren ilk Türk olmuştur. Bu genç Müslüman devletin başkenti İznik’te (Nikea), Bizans kiliseleri camilerden daha fazla sayıdadırlar. Kentin garnizonu Türk süvarilerden meydana geliyorsa da, halkın çoğunluğu Rumdur ve Kılıçarslan bu uyruklarının gerçek duyguları konusunda hiç hayale kapılmamaktadır; onlara göre o hep bir barbar çetesinin reisi olarak kalacaktır. Kabul ettikleri yegâne hükümdar, adı bütün dualarda alçak sesle tekrarlanan, Romalıların imparatoru basileus (vasilevs) Aleksios Komnenos’tur. Aleksios aslında daha çok Rumların imparatorudur ve bu Rumlar, Roma imparatorluğunun mirasçıları olduklarını iddia etmektedirler. Zaten Araplar da onların bu niteliğini kabul etmişlerdir ve - XI. yüzyılda olduğu gibi XX. yüzyılda da onları Rum (Romalı) terimiyle tanımlamaktadırlar. Kılıçarslan’ın babasının Bizans imparatorluğundan fethettiği ülkenin adı da Rum Sultanlığı olmuştur.


Aleksios, o dönemde Doğu’nun en saygın kişilerinden biridir. Kısa boylu, gözleri kötülük eğiliminden parlayan, özenli bir sakalı olan, hareketleri yücelik taşıyan, her zaman altın ve ağır mavi kumaşlara bürünen bu ellilik adam, Kılıçarslan’ın üzerinde gerçek bir cazibe yaratmıştır. Konstantinopolis’te, İznik’ten yürüyerek üç gün uzaklıkta olan masalsı Bizans’ta hüküm süren odur. Bu yakınlık, genç sultanda karışık duyguları harekete geçirmektedir. Bütün göçebe savaşçılar gibi, fetih ve yağma düşü görmektedir. Bizans’ın efsanevi zenginliklerinin elinin ulaşacağı bir yerde olduğunu hissetmek hoşuna gitmiyor değildir. Ama aynı zamanda kendini tehdit altında hissetmektedir; yalnızca kentin hep Rum olarak kalması isteğinden değil, aynı zamanda Türk savaşçılarının Konstantinopolis’in bu kadar yakınında olmalarının imparatorluğun güvenliği için sürekli bir tehdit oluşturmasından ötürü de, Aleksios’un İznik’i geri alma konusundaki umudunu hiçbir zaman kaybetmediğini bilmektedir.


Yıllardan beri iç bunalımlardan ötürü parçalanmış olan Bizans ordusunun bir yeniden fetih savaşına tek başına girmesinin olanaksızlığına karşın, Aleksios’un her zaman yabancı yardım güçlerine başvurabileceği kimsenin meçhulü değildir. Bizanslılar, Batı’dan gelen şövalyelere başvurmakta hiçbir zaman tereddüt etmemişlerdir. Ağır zırhlarıyla paralı asker veya Filistin’e giden hacılar olarak çok sayıda Frenk Doğu’yu ziyaret etmektedir. Demek ki bunlar 1096’da Müslümanların yabancısı değillerdir. Bundan yirmi yıl kadar önceleri -Kılıçarslan henüz doğmamıştı, ama ordusundaki yaşlı emirler bunu ona anlatmışlardı-, bu sarı saçlı maceracılardan biri olan Roussel de Bailleul adındaki birisi, Küçük Asya’da özerk bir devlet kurmayı başarmış, hatta Konstantinopolis’in üzerine bile yürümüştü. Korkudan çılgına dönen Bizanslılar, Kılıçarslan’ın babasına başvurmaktan başka çare bulamamışlar; o da Basileus’un özel habercisi ona gelip de imparatorun yardımına koşması için yalvardığında kulaklarına inanamamıştı. Türk süvarileri bunun üzerine Konstantinopolis’e yönelmişler ve Roussel’i yenmeyi başarmışlardı. Süleyman, bunun karşılığında altın, at ve topraktan meydana gelen cömert bir ödül almıştı.


Bizanslılar, bu olaydan beri Frenklerden çekinmektedirler, ama deneyimli askerden yana sürekli sıkıntıda olan imparatorluk orduları, paralı asker tutmak zorunda kalmaktadırlar. Ama bunlar yalnızca Frenklerden meydana gelmemektedir; hıristiyan imparatorun bayrağı altında çok sayıda Türk savaşçı da vardır. Zaten Kılıçarslan da Temmuz 1096’da binlerce Frenk’in Konstantinopolis’e yaklaştığını, Bizans ordusundaki bazı soydaşları sayesinde öğrenmiştir. Haber kaynaklarının çizdikleri tablo karşısında şaşırıp kalmıştır. Bu Batılılar, görmeye alıştıkları paralı askerlere çok az benzemektedirler. Gerçi aralarında birkaç yüz şövalye ve oldukça kabarık sayıda silahlı piyade vardır; ama onların yanı sıra üstü başı yırtık pırtık binlerce kadın, çocuk ve yaşlı da vardır: Adeta bir istilacı tarafından ülkelerinden sürülmüş bir halk. Bunların hepsinin sırtında, haç biçiminde dikilmiş kumaş şeritleri taşıdıkları da anlatılmaktadır.

Tehlikenin boyutlarını değerlendirmekte zorlanan genç Sultan, Bizans ordusundaki casuslarına, çok daha dikkatli olmalarını ve bu yeni istilacıların hareketleri ve eylemleri hakkında kendini sürekli haberdar etmelerini emretmiştir. Ne olur ne olmaz diye, başkentinin istihkâmlarını elden geçirtmiştir. Bin fersahtan (altı bin metre) daha uzun olan İznik surlarının üzerinde iki yüz kırk kule vardır. Kentin güneybatısındaki İznik gölünün (Askanios) durgun suları, harika bir doğal koruma sağlamaktadırlar.


Ancak, ağustosun ilk günleriyle birlikte tehlike belirginleşmeye başlamıştır. Bizans tekneleriyle taşınarak Boğazı geçen Frenkler, korkunç sıcağa rağmen kıyı boyunca ilerlemektedirler. Geçtikleri yol üzerinde bazı Bizans kiliselerini yağmalarken görülmelerine rağmen, her yerde Müslümanları yok etmeye geldiklerini haykırdıkları duyulmaktadır. Önderleri herhalde Pierre adlı bir keşiş olmalıdır. Sultanın haber kaynakları, bunların sayılarını onbinlerce olarak tahmin etmekte, ama kimse onların nereye gittiklerini söyleyememektedir. İmparator Aleksios, onları İznik’e bir günlük yürüyüş mesafesinde, başka paralı askerler için daha önce kurdurttuğu Civitot adı verilen (Yalova yakınlarında Kivetot, Kibotos) kampa yerleştirmeye karar vermişe benzemektedir.


Sultanın sarayında çılgınca bir hareketlilik vardır. Türk süvarileri her an atlarına binmeye hazır beklerlerken, Frenklerin en küçük hareketlerinden bile haber getiren casus ve izcilerin sürekli gidiş gelişlerine tanık olunmaktadır. Bu Frenklerin, her sabah binlerce kişiden meydana gelen sürüler halinde ordugâhlarından ayrılarak civarda talana çıktıkları, bazı çiftlikleri yağmalayıp diğerlerini yaktıkları, sonra da Civitot’ya dönüp yağmalarının ürününü paylaşmak üzere kavga ettikleri anlatılmaktadır. Bunda sultanın askerlerini şaşırtacak birşey yoktur. Efendilerini endişelendirecek birşey de yoktur. Aynı durum bir ay boyunca sürmüştür.


Fakat Eylül ortasına doğru, Frenkler birden adetlerini değiştirmişlerdir. Herhalde artık çevrelerinde talan edecek birşey kalmadığından, söylendiğine göre İznik’e yönelmişler, hepsi de hıristiyan olan birkaç köyden geçerken, bu hasat mevsiminde ambara kaldırılmış olan ürünlere el koymuşlar, direnmeye çalışan köylüleri acımasızca katletmişlerdir. Hatta küçük çocuklar bile canlı canlı yakılmıştır.

Kılıçarslan kendini hazırlıksız yakalanmış hissetmektedir. İlk haberler ona ulaştığında, saldırganlar çoktan başkentinin surlarının dibine ulaşmışlardır ve kent halkı yangınlardan yükselen dumanları gördüklerinde güneş daha batmamıştır. Sultan hemen bir süvari birliği çıkartmış, bunlar Frenklerle ilk çatışmaya girişmişlerdir. Kalabalık tarafından ezilen Türkler, param parça edilmişlerdir. Sadece birkaç kişi kurtularak kanlar içinde İznik’e geri dönmüştür. Saygınlığının tehdit altında olduğunu düşünen Kılıçarslan, çarpışmaya hemen girişmek istemektedir, ama ordusunun emirleri onu bundan vazgeçirirler. Birazdan akşam olacaktır ve Frenkler hızla ordugâhlarına geri çekilmeye başlamışlardır. İntikam beklemelidir.


Çok uzun süre değil. Başarılarından cesaret almışa benzeyen Batılılar, iki hafta sonra gene kent surlarının önünde belirirler. Süleyman oğlu bu kez zamanında haber aldığından, ilerlemelerini adım adım izlemektedir. Birkaç şövalyenin yanı sıra, özellikle binlerce hırpani yağmacıdan meydana gelen bir birlik İznik yoluna girer, sonra kentin çevresini dolaşarak doğuya yönelir ve Kserigordon kalesini gafil avlayarak ele geçirir.


Genç Sultan karar verir. Frenklerin, kaderlerinin mühürlendiğinden habersiz, zaferlerini kutlamak için sarhoş oldukları küçük müstahkem kaleye doğru, adamlarının başında hızla at sürer. Çünkü Kserigordon kalesi Kılıçarslan’ın askerlerinin iyi bildikleri, ama bu deneyimsiz yabancıların fark edemedikleri bir tuzak içermektedir: Kalenin su kaynağı dışarıda, surların epeyi uzağındadır ve Türkler onun girişini hemen tutmuşlardır. 


Kuşatma altındakiler için korkunç bir azap başlamıştır: Binek hayvanlarının kanını ve kendi idrarlarını içecek duruma gelmişlerdir. Ekimin bu ilk günlerinde, göklere umutsuzca bakarak, birkaç yağmur damlası düşsün diye bekleşirken görülmektedirler. Boşuna. Bir hafta sonra, seferin komutasını yürüten Renaud adında bir şövalye, eğer hayatı bağışlanacak olursa teslim olmayı kabul eder. Frenklerin halk önünde dinlerinden çıkmalarını şart koşmuş olan Kılıçarslan, Renaud’nun yalnızca Müslüman olmaya değil, aynı zamanda Türklerin yanında kendi yoldaşlarına karşı dövüşmeye hazır olduğunu bildirmesi karşısında hiç de şaşırmamıştır. Renaud’nun aynı şartlara boyun eğme durumunda kalan birçok arkadaşı Suriye veya Orta Asya kentlerine esir olarak gönderilmiştir. Diğerleri ise kılıçtan geçirilmişlerdir.


Genç Sultan başarısıyla iftihar etmekte, fakat soğukkanlılığını korumaktadır. Geleneksel ganimet paylaşımı için adamlarına zaman tanıdıktan sonra, hemen ertesi gün onları yeniden düzene davet etmiştir. Frenkler yaklaşık altı bin adam kaybetmişlerdir, ama geriye kalanlar hiç kuşkusuz altı kat daha kalabalıktırlar ve bunlardan ya şimdi kurtulunabilir, ya da asla. Sultan, bunu başarabilmek için hileye başvurur, iki Rum casusu, Renaud’nun adamlarının çok iyi durumda olduklarını, İznik’i ele geçirmeyi başardıklarını, kentin zenginliklerini dindaşlarıyla paylaşmaya hiç de niyetli olmadıklarını bildirmesi için ordugâha gönderir. Bu arada Türk ordusu devasa bir pusu kuracaktır.

Böylece özenle yayılan söylentiler, Civitot ordugâhında beklenen kaynaşmayı yaratır. Toplanılmakta, Renaud ve adamlarına küfür edilmektedir, İznik’in yağmalanmasına katılmak üzere hiç vakit kaybetmeden yola çıkmaya karar verilmiştir. Fakat, nasıl olduğunu kimsenin bilmediği bir şekilde, Kserigordon seferinden canlı kurtulanlardan biri ortaya çıkar, arkadaşlarının uğradığı kaderin gerçeğini anlatır. Kılıçarslan’ın casusları görevlerini başaramadıklarını düşünmektedirler, çünkü Frenklerin en aklı başında olanları insanları sükûnete davet etmektedirler. Ama ilk şaşkınlık anı geçtikten sonra, heyecan yeniden hükmünü sürmeye başlar. Kalabalık kıpırdanmakta ve ulumaktadır; savaş alanına gitmek istemektedir, ama artık yağmaya katılmak için değil, “şehitlerin intikamını almak” için. Tereddüt geçirenler hainlikle suçlanmaktadır. Sonunda en kuduruk olanlar üste çıkar ve ertesi gün yola çıkmaya karar verilir. Hileleri anlaşılan, ama hedeflerine ulaşan Sultanın casusları zafer kazanmışlardır. Efendilerine, çarpışmaya hazırlanması için haber gönderirler.


Batılılar, 21 Ekim 1096’da şafakla birlikte ordugâhlarından ayrılırlar. Kılıçarslan uzakta değildir. Geceyi Civitot yakınlarındaki tepelerde geçirmiştir. Adamları, iyice gizlenmiş olarak yerlerini almışlardır. Sultan da, bulunduğu yerden, uzakta bir toz bulutu kaldıran Frenk saflarını görebilmektedir. Çoğu zırhsız birkaç yüz şövalye önde ilerlemekte, arkalarından düzensiz bir piyade kalabalığı gelmektedir. Yola koyulalı daha bir saat bile olmadan, Sultan onların yaklaşan uğultularını duymaya başlamıştır. Sultanın arkasından doğan güneş, onların yüzlerine çarpmaktadır. Nefesini tutarak, emirlerden birine hazır olmalarını işaret eder. Kaçınılmaz an gelmiştir. Ancak görülebilen bir el işareti, şurada burada fısıltısıyla verilen birkaç emir ve işte okçular yaylarını germişlerdir. Birdenbire bin ok, tek bir ıslık sesiyle atılır. Şövalyelerin çoğu daha ilk dakikalarda devrilir. Sonra piyadelerin biçilme sırası gelir.


Göğüs göğüse çarpışmalar başladığında, Frenkler çoktan bozguna uğramışlardır. Arkada kalmış olanlar, savaşçı olmayanların daha yeni uyandıkları ordugâha koşarak geri dönerler. Yaşlı bir papaz, bir sabah ayini yapmaktadır, birkaç kadın yemek hazırlamaktadır. Kaçanların, peşlerinde Türkler olduğu halde kampa ulaşmaları ortalığa dehşet saçar. Frenkler dört bir yana kaçışmaktadırlar. Yakındaki koruya ulaşmaya uğraşanlar hemen yakalanırlar. Daha akıllı olanları, sırtını denize vermiş olma gibi bir üstünlüğü olan bir kaleye sığınarak barikat yaparlar. Yararsız tehlikelere atılmak istemeyen Sultan, onları kuşatmaktan vazgeçer. Böylece iki üç bin kişi kurtulacaktır. Birkaç günden beri Konstantinopolis’te bulunan Pierre l’Ermite (Keşiş Pierre) de bu sayede canını kurtarmıştır. Fakat yandaşları daha az şanslıdırlar. Kadınların en gençleri, Sultanın süvarileri tarafından emirlere dağıtılmak veya köle pazarlarında satılmak üzere kaldırılmışlardır. Herhalde yirmi bin kadar olan diğer Frenkler kılıçtan geçirilmişlerdir.


Kılıçarslan zaferini kutlamaktadır. Çok korkunç olduğu söylenilen şu Frenk ordusunu yok etmiştir ve kendi birliklerinde kayıplar çok küçüktür. Ayaklarının dibine yığılmış devasa ganimete bakarken, en büyük zaferini kazandığına inanmaktadır.


Oysa tarihte çok az zafer, kazanana bu kadar pahalıya malolacaktır.


Başarısından sarhoşa dönen Kılıçarslan, ertesi kış yeni Frenk gruplarının Konstantinopolis’e geldiği haberlerini duymazdan gelir. Ona göre, hatta en bilge emirlerine göre, burda kaygılanılacak herhangi birşey yoktur. Aleksios’un parayla tuttuğu yeni askerler Boğaz’ı aşmaya cüret ederlerse, daha öncekiler gibi paramparça edileceklerdir. Sultana göre, o anın büyük sorunlarına, yani komşuları Türk sultanlarına karşı yürüttüğü amansız mücadeleye geri dönme zamanı gelmiştir. Onun ve ülkesinin kaderi işte tam burada belirlenecektir. Rumlar veya onların tuhaf Frenk yardımcılarıyla olan çarpışmalar, oyunun sahne arasından başka birşey olmayacaktır.


Genç Sultan bunu çok iyi bilecek konumdadır. Babası emir Süleyman, hayatını 1086’da bu emirlerarası bitmez tükenmez çarpışmalardan birinde kaybetmiş değil midir? Kılıçarslan o tarihte daha yedi yaşındaydı ve birkaç sadık emirin vesayeti altında tahta çıkmıştı, ama iktidardan uzaklaştırılmış ve hayatının tehlikede olduğu bahanesiyle İran’a gönderilmişti. Pohpohlanıyor, şımartılıyor, dikkatli bir köle ordusu her hizmetine koşuyor, ama sultanlığını kesinlikle ziyaret edemeyeceğine ilişkin yasakla birlikte sıkı bir gözetim altında tutuluyordu. Ev sahipleri, yani gardiyanları, onun kabilesi olan Selçuklu soyuna mensup kişilerden başkası değillerdi.

Eğer XI. yüzyılda Çin sınırlarından Frenklerin uzak ülkesine kadar herkesin bildiği tek bir ad vardıysa, o da Selçuklu idi. Uzun örgülü saçları olan binlerce göçebeyle birlikte Orta Asya’dan gelen Selçuklu Türkleri, Afganistan’dan Akdeniz’e kadar olan bölgenin tümünü birkaç yıl içinde ele geçirmişlerdi. Peygamberin ardılı ve parlak Abbasi imparatorluğunun varisi olan Bağdat halifesi, 1055’ten beri onların elinde yumuşak başlı bir kukla haline gelmişti. İsfahan’dan Şam’a, İznik’ten Kudüs’e onların emirleri efendilik etmektedirler. Müslüman Doğu, üç yüzyıldan beri ilk kez tek bir hanedanın otoritesi altında birleşmişti ve bu hanedan, İslamiyet’e eski şanını geri getirmeye kararlı olduğunu ilan ediyordu. 1071’de Selçuklular tarafından ezilen Rumlar, bellerini bir daha doğrultamamışlardır. En büyük eyaletleri olan Küçük Asya, istila edilmiştir; artık başkentleri bile güvencede değildir; Aleksios da dahil, Rum imparatorları Batı’nın en büyük önderi Roma’daki papaya sürekli elçiler göndererek, İslamiyet’in yeniden su yüzüne çıkması karşısında kutsal savaş çağrısı yapması için yalvarıyorlardı.


Kılıçarslan, bu kadar saygın bir soya mensup olmakla iftihar etmiyor değildir, ama Türk imparatorluğunun birliğinin görünüşte olduğunu da bilmektedir. Selçuklu soyundan kuzenler arasında hiçbir dayanışma görülmemektedir: Hayatta kalmak için öldürmek gerekmektedir. Kılıçarslan’ın babası Küçük Asya’yı, yani geniş Anadolu’yu kardeşlerinin yardımı olmaksızın fethetmiştir ve güney yönünde Suriye’ye doğru yayılmak istediği için kuzenlerinden biri tarafından öldürülmüştür. Ve Kılıçarslan İsfahan’da zorla tutulurken, babasının ülkesi parçalanmıştır. Yeniyetme Kılıçarslan, 1092’de gardiyanlarının arasında çıkan bir kavga sayesinde serbest bırakılınca, otoritesinin artık İznik surlarının ötesine geçmediğini görmüştür. Bu tarihte daha on üç yaşındaydı.


Sonra, ordusundaki emirlerin tavsiyeleri sayesinde, cinayet işleyerek, hile yaparak, babasından kalan toprakların bir bölümünü geri alabilmiştir. Bugün artık sarayından daha çok at sırtında zaman geçirmekle övünebilir. Fakat Frenkler geldiğinde daha birçok şey belli değildir. Küçük Asya’daki hasımları güçlerini korumaktadırlar, hatta onun lehine olmak üzere o kadar güçlüdürler ki, Suriye ve İran’daki Selçuklu kuzenleri kendi kavgalarının içine gömülmüşlerdir.


Özellikle doğuda, Anadolu yaylasının perişan yüksekliklerinde, bu belirsiz dönemlerde, Danişmend adında garip bir kişi yaşamaktadır. “Bilge” denilen bu kişi, geçmişi karanlık, maceracı, çoğu okumasız yazmasız olan diğer Türk beylerinin tersine, çok çeşitli alanlarda eğitim almıştır. Kısa bir süre sonra Danişmendnâme olarak adlandırılan ünlü bir destanın kahramanı haline gelecektir. Bu destan, Ankara’nın güneydoğusunda yer alan bir Ermeni kenti olan Malatya’nın fethini tasvir etmektedir; bu kentin düşüşü, anlatının yazarları tarafından, ileride Türkiye olacak toprakların müslümanlaşmasındaki belirleyici dönemeç olarak kabul edilmektedir. 1097’nin ilk aylarında, Konstantinopolis’e yeni bir Frenk birliğinin geldiği haberi Kılıçarslan’a ulaştığında Malatya çarpışması başlamış durumdaydı.

Danişmend kenti kuşatmıştır ve genç Sultan da, Anadolu’nun tüm kuzeydoğusunu işgâl etmek için babasının ölümünden yararlanmış olan bu hasmının bu kadar saygın bir zafer kazanacağı fikrini kabul etmemektedir. Onu bu konuda engellemeye kararlı olarak, süvarilerinin başında Malatya’ya ilerlemiş ve onu korkutmak üzere, ordugâhını Danişmend’inkinin yanına kurmuştur. Gerilim artmakta, çatışmalar giderek ölümcül hale gelerek çoğalmaktadırlar.


1097 Nisanı geldiğinde çatışma kaçınılmaz olmuştur. Kılıçarslan buna hazırlanmaktadır. Ordusunun esas bölümü Malatya surlarının dibinde toplanmıştır, tam bu sırada çadırının önüne bitkin bir süvari gelir. Haberi nefes nefese söyler: Frenkler buradadırlar; Boğazı yeniden geçmişlerdir, bu kez geçen yıldakinden daha kalabalıktırlar. Kılıçarslan sükûnetini korur. Kaygılanmayı haklı çıkartacak hiçbir şey yoktur. Frenklerle daha önce karşılaşmıştır, ne yapılacağını bilmektedir. Sonunda, yalnızca İznik halkını ve özellikle de yakında doğuracak olan karısını sakinleştirmek üzere birkaç süvari birliğine başkentteki garnizonu takviye emrini verir. Kendi de, Danişmend’le işini bitirir bitirmez dönecektir.


Kılıçarslan, Mayısın ilk günlerinde, yorgunluk ve korkudan titreyen yeni bir haberci geldiğinde, Malatya çarpışmasına ruhu ve bedeniyle bulaşmış durumdadır. Habercinin sözleri sultanın kampını dehşete boğar. Frenkler İznik kapılarındadırlar ve kenti kuşatmaya başlamışlardır. Yazın olduğu gibi hırpani yağmacı çetelerden değil de, ağır teçhizatları olan binlerce şövalyeden oluşan bir ordu söz konusudur. Ve bu kez Bizans imparatorunun askerleri de onlara katılmışlardır. Kılıçarslan adamlarını yatıştırmaya çalışır, onun da içi içini yemektedir. İznik’e dönmek üzere Malatya’yı hasmına terk mi etmelidir? Başkentini kurtarabileceğine hâlâ emin midir? İki cephede de kaybetmeyecek midir? En sadık emirlerine uzun uzun danıştıktan sonra, ortaya uzlaşma biçiminde bir çözüm çıkar: Şerefli bir adam olan Danişmend’i görmeye gitmek, onu Rumların ve paralı askerlerin giriştikleri fetih hareketinden ve Küçük Asya’daki bütün Müslümanların karşı karşıya oldukları tehlikeden haberdar etmek ve ona husumete son vermeyi önermek. Sultan, daha Danişmend cevabını vermeden ordusunun bir bölümünü başkente gönderir.


Bu durum karşısında birkaç gün içinde bir ateşkese varılır ve Kılıçarslan zaman kaybetmeden batının yolunu tutar. Fakat İznik yakınlarındaki tepelere vardığında gözünün önüne çıkan manzara damarlarındaki kanı dondurur. Babasının ona miras bıraktığı muhteşem kent her bir yandan kuşatılmıştır: Bir sürü asker, son saldırıda kullanılacak olan hareketli kuleleri, gülle ve taş atan mancınıkları yerleştirmek üzere uğraşmaktadır.


Emirler kesin konuşurlar: Yapılacak birşey yoktur. Çok geç olmadan ülke içlerine çekilmek gerekir. Ancak genç Sultan, başkentini bu şekilde terk etmeye razı olmaz. Kuşatmacıların en az sağlam şekilde mevzilendikleri yere benzeyen güneyden son bir delme harekâtına girişmek için ısrar eder. Çarpışma 21 Mayısta şafakla başlar. Kılıçarslan kalabalığın içine öfkeyle dalar ve çarpışma güneş batana kadar kudurmuş bir şekilde sürer. İki tarafın da kayıpları ağırdır, ama ikisi de konumunu muhafaza etmiştir. Sultan ısrar etmez. Artık kıskacı hiçbir şekilde açamayacağını anlamıştır. Bu kadar kötü başlanılan bir savaşa bütün güçleri sürmek, kuşatmayı birkaç hafta, hatta birkaç ay uzatabilir, ama bizzat sultanlığın varlığını tehlikeye sokar. Esas itibariyle göçebe bir halkın içinden çıkmış olan Kılıçarslan, iktidarının kaynağının ne kadar cazip olsa da bir kente değil de, ona itaat eden birkaç süvariye bağlı olduğunu bilmektedir. Kısa bir süre sonra, çok daha doğuda yer alan Konya’yı başkent yapacak, ardılları da burayı XVI. yüzyılın başına kadar ellerinde tutacaklardır. Sultan artık bir daha İznik’in hayalini kurmayacaktır.


Uzaklaşmadan önce, acı veren kararından haberdar etmek ve onlara “çıkarlarına uygun şekilde” davranmalarını tavsiye etmek üzere, kenti savunanlara bir veda mesajı gönderir. Bu sözlerin anlamı, Türk garnizonu kadar kentin Rum halkı için de açıktır: Kenti Frenk paralı askerlere değil, Aleksios Komnenos’a teslim etmek gerekmektedir. Bunun üzerine, askerlerinin başında İznik’in batısında mevzilenmiş olan Bizans imparatoruyla pazarlıklar başlar. Sultanın adamları, efendilerinin kuşkusuz takviye alıp geleceğini umarak zaman kazanmaya uğraşmaktadırlar. Fakat Aleksios’un acelesi vardır: Batılılar son saldırıya hazırlanmakla tehdit etmektedirler; bu durumda onun yapacağı birşey olamaz. Frenklerin geçen yıl İznik yakınlarında neler yaptıklarını hatırlayan müzakereciler dehşet içindedirler. Kentlerinin yağmalandığını, erkeklerin katledildiğini, kadınların ırzına geçildiğini daha şimdiden görmektedirler. Artık tereddüt etmeden kaderlerini imparatorun ellerine bırakmaya karar verirler ve imparator teslim koşullarını bizzat belirler.


18 Haziranı 19’una bağlayan gece, Bizans ordusunun çoğu Türk olan askerleri Askanios (İznik) gölünü kayıklarla sessizce geçerek kente girerler, garnizon çarpışmadan teslim olur. Sabahın ilk ışıklarında, imparatorun beyaz ve altın sarısı sancakları çoktan surların üzerinde dalgalanmaktadır.


Frenkler saldırıdan vazgeçerler. Kılıçarslan, böylece uğradığı talihsizliğin içinde bir teselli bulacaktır: Sultanlığının önde gelenleri hayatta kalacaklar ve hatta yanında yeni doğurduğu bebeği olan genç hanım sultan, Konstantinopolis’te bir kraliçe gibi karşılanacak, Frenkler buna çok kızacaklardır.

Kılıçarslan’ın genç karısı, dahi bir maceracı, Frenk istilası arifesinde çok ünlü bir Türk emiri olan Çaka Bey’in kızıdır. Küçük Asya’da düzenlediği bir akın sırasında Rumlar tarafından yakalanarak hapsedilen Çaka, gardiyanlarını Yunancayı çok kolay öğrenerek etkilemiştir; öylesine ki, birkaç ay sonunda bu dili kusursuz konuşur hale gelmiştir. Parlak, becerikli, iyi konuşmacı olan Çaka Bey, imparatorluk sarayının müdavimlerinden olmuş, hatta ona bir soyluluk ünvanı bile verilmiştir. Fakat bu şaşırtıcı yükselme ona yetmemektedir. Gözü daha, çok daha yukarılardadır: Bizans imparatoru olmak istemektedir.


Çaka Bey bu amacına ulaşmak için çok tutarlı bir plan yapmıştır. Bu doğrultuda, Ege denizine bakan İzmir limanına yerleşmiş, burada bir Rum armatörün yardımıyla kendine gerçek bir savaş filosu kurmuştur; bu filoda hafif çektiriler, kürekli tekneler, iki oturaklı ve üç oturaklı kadırgalar vardır, bunların toplamı yüze ulaşmaktadır. İlk aşamada, aralarında Rodos, Sakız (Khios) ve Samos’un da olduğu çok sayıda adayı ele geçirmiş ve egemenliğini Ege kıyısının tümü üzerinde genişletmiştir. Kendine böylece bir deniz imparatorluğu oluşturduktan sonra, İzmir’deki sarayını imparatorluk sarayı modeline göre düzenleyerek, kendini vasilevs (imparator) ilân etmiş ve gemilerini Konstantinopolis’e saldırtmıştır. Aleksios’un saldırıyı püskürtmesi ve Türk gemilerinin bir bölümünü tahrip etmesi için muazzam çabalar göstermesi gerekmiştir.


Kılıçarslan’ın gelecekteki kayınpederi bundan cesaretsizliğe kapılmayarak, savaş gemilerini yeniden inşa etmeye girişmiştir. Kılıçarslan sürgünden döndüğünde ve Çaka’nın da kendi kendine, Süleyman’ın oğlunun Ruma karşı mükemmel bir müttefik olacağını düşündüğünde, 1092’nin sonları gelmiştir. Kızını Kılıçarslan’a vermiştir. Fakat genç Sultanın hesapları kayınpederininkilerden çok farklıdır. Konstantinopolis’in fethi ona saçma bir proje olarak gözükmektedir; buna karşılık, Küçük Asya’da kendilerine bir toprak parçası kopartmaya uğraşan Türk beylerini, yani en başta Danişmend ve fazlasıyla muhteris Çaka’yı tasfiye etmenin yollarını aradığını yakın çevresinde bilmeyen yoktur. Sultan bu projesini uygulamakta tereddüt etmemiştir; Frenklerin gelmelerinden birkaç ay önce, kayınpederini ziyafete çağırmış, onu sarhoş ettikten sonra, herhalde bizzat kendi bıçaklamıştır: Çaka’nın oğlu tahta geçmiştir, ama babasının ne zekâsı, ne de hırsı vardır onda. Kılıçarslan’ın karısının erkek kardeşi olan yeni emir, denizci beyliğini bu 1097 yazına kadar, yani Rum filosunun İzmir limanına beklenmedik bir haberciyle, kızkardeşiyle gelmesine kadar idare etmekle yetinmiştir.


Sultan hanım, imparatorun üstüne titremesinin nedenlerini anlamakta gecikmiş, ama onu çocukluğunun geçtiği İzmir’e gönderince herşeyi açıkça kavramıştır. Kardeşine, Aleksios’un İznik’i aldığını, Kılıçarslan’ın yenildiğini ve güçlü bir Rum ve Frenk ordusunun kısa bir süre sonra güçlü bir donanmayla birlikte İzmir’e saldıracağını açıklama görevini taşımaktadır. Çaka’nın oğlu, eğer hayatını kurtarmak istiyorsa kızkardeşini Anadolu’nun bir yerlerinde olan kocasının yanına götürmeye davet edilmektedir.


Öneri reddedildiği için, İzmir beyliği sona ermiştir. İznik’in düşmesinin hemen ertesinde, tüm Ege kıyısı, bütün adalar, Küçük Asya’nın bütün Batı parçası artık Türklerin elinden çıkmış olmaktadır. Ve Rumlar, Frenk askerlerinin yardımıyla daha öteye gitmeye kararlıymışa benzemektedirler.


Fakat Kılıçarslan, sığındığı dağlık bölgede silahlarını indirmiş değildir.


İlk günlerin şaşkınlığı geçtikten sonra, sultan karşılık vermeye etkin bir şekilde hazırlanmaktadır. İbn el-Kalanissi, “Asker devşirmeye, gönüllü toplamaya ve cihad ilân etmeye giriştiğini” yazmıştır. Şamlı vakanüvis, Kılıçarslan’ın “bütün Türklerden yardıma gelmelerini istediğini ve onların da buna kalabalıklar halinde uyduklarını” eklemiştir.

 

Sultanın bu doğrultudaki ilk hedefi, Danişmend’le bir ittifak anlaşması yapmaktır. Basit bir ateşkes artık yeterli değildir; Küçük Asya’daki Türk güçlerinin tek bir ordu gibi birleşmeleri şimdi şarttır. Kılıçarslan, hasmının vereceği cevaptan emindir. Gerçekçi bir strateji uzmanı olduğu kadar mümin bir Müslüman da olan Danişmend, Rumların ve Frenk müttefiklerinin ilerlemelerinin kendini de tehdit ettiğini düşünmektedir. Onlarla, kendi toprakları yerine komşusunun topraklarında karşılaşmayı tercih etmektedir ve artık vakit geçirmeden, binlerce süvarisiyle Sultanın ordugâhına gelir. Birbirlerine kardeşçe davranırlar, danışırlar, plan yaparlar. Tepeleri kaplayan bu kalabalık savaşçıları ve atları görmek, komutanlara yeniden güven verir. Fırsat çıkar çıkmaz düşmana saldıracaklardır.


Kılıçarslan avını gözlemektedir. Rumların arasına sızan casusları ona değerli haberler uçurmaktadırlar. Frenkler, yollarına İznik’ten sonra da devam etmeye kararlı olduklarını ve Filistin’e kadar gitmek istediklerini yüksek sesle ilân etmektedirler. İzleyecekleri yol bile bilinmektedir: Güneydoğu yönünde, sultanın elinde kalmış tek büyük kent olan Konya’ya doğru inmek. Demek ki Batılılar katetmek zorunda oldukları bu dağlık bölge boyunca bağırlarını saldırılara açık tutmak zorunda kalacaklardır. Gereken tek şey, pusu kurulacak yeri seçmektir. Bölgeyi iyi tanıyan emirler tereddüt etmezler. İznik’ten dört yürüyüş günü uzaklıkta olan Dorylaion (Eskişehir) kentinin yakınlarında, yolun çok derin olmayan bir vadinin içine girdiği bir yer vardır. Eğer Türk savaşçıları tepelerin gerilerinde toplanırlarsa, beklemekten başka yapacak birşeyleri kalmaz.


1097 Haziranının son günlerinde, Kılıçarslan, yanlarında küçük bir Rum birliği olan Batılıların İznik’ten ayrıldıklarını öğrendiğinde, pusu çoktan kurulmuş durumdaydı. Frenkler, 1 Temmuzda şafakla birlikte ufukta gözükürler. Şövalyeler ve piyadeler sakin sakin ilerlemekte, kendilerini bekleyenden hiç haberleri yokmuşa benzemektedirler. Sultan, aldığı tertibatın düşman izcileri tarafından keşfedilmiş olmasından korkmuştur. Ama bunun böyle olduğuna dair bir belirti yoktur. Selçuklu sultanı açısından memnuniyet verici diğer bir konu da, Frenklerin haber verilenden daha az kalabalık gözükmeleridir. Acaba bir bölümleri İznik’te mi kalmıştır? Bunu bilmemektedir. Her durumda ilk bakışta sayısal üstünlüğe sahiptir. Buna bir de gafil avlayacak olmasının üstünlüğü eklenecek olursa, gün onun lehine geçmelidir. Kılıçarslan sinirli, ama güvenlidir. Ondan yirmi yıl daha fazla tecrübesi olan Danişmend de öyledir.


Hücum emri verildiğinde, güneş tepelerin arkasından yeni yeni yükselmeye başlamıştır. Türk savaşçıların taktiği çok denenmiştir. Onlara Doğuda yarım yüzyıldan beri süren askeri üstünlüklerini bu taktik sağlamıştır. Orduları hemen hemen tamamiyle, harika ok atan hafif süvariden oluşmuştur. Bunlar düşmana yaklaşmakta, üzerine öldürücü oklarını yağdırmakta, sonra hızla uzaklaşarak, yerlerini yeni bir saldırı birliğine bırakmaktadırlar. Genelde, birkaç dalga sonunda avları can çekişmeye başlamaktadır. Bunun üzerine son göğüs göğüse döğüş başlamaktadır.


Fakat bu Dorylaion çarpışması esnasında, kurmaylarıyla birlikte yüksek bir düzlüğe yerleşmiş olan Sultan, eski Türk yöntemlerinin artık alışılmış etkinliğe sahip olmadıklarını kaygıyla farkeder. Aslında Frenkler hiç de çevik değillerdir ve Türklerin ardı ardına gelen saldırılarına cevap vermekte aceleleri yokmuşa benzemektedirler. Fakat savunma sanatını tam anlamıyla bilmektedirler. Ordularının esas gücü, şövalyelerin bütün bedenini, hatta bazen binek hayvanlarını da kaplayan şu kalın zırhların içinde yer almaktadır. İlerlemeleri ağır ve yavaşsa da, askerler oklara karşı mükemmel bir şekilde korunmaktadırlar. Bu çarpışma gününde, aradan saatler geçtikten sonra, Türkler karşı tarafa, özellikle piyadeler arasında olmak üzere hiç kuşkusuz çok kayıp verdirtmişlerdir, ama Frenk ordusunun esas bölümü olduğu gibi durmaktadır. Acaba vücut vücuda çarpışmaya mı girişmek gerekir? Bu tehlikeliye benzemektedir: Çarpışma alanının çevresinde meydana gelen çok sayıdaki mücadelelerde, bozkır süvarileri gerçek bir insandan kale olan şövalyelere karşı hiçbir şey yapamamışlardı. Hırpalama harekâtını hep sürdürmek mi gerekiyordu? Gafil avlanmanın şaşkınlığı geçtiğinden, karşı taraf bal gibi girişim önceliğini ele alabilirdi.


Uzakta bir toz bulutu görüldüğünde, emirlerden bazıları geri çekilme harekâtına girişilmesini önermişlerdi bile. Bu, yaklaşan yeni bir Frenk ordusuydu; bu ordu birincisi kadar kalabalıktı. Sabahtan beri çarpıştıkları sadece öncü birlikleriydi. Sultanın seçim hakkı kalmamıştı. Geri çekilme emrini vermek zorundaydı. Daha bunu yapmasına fırsat kalmadan üçüncü bir Frenk ordusunun Türk hatlarının gerisinde, kurmayların çadırının bulunduğu bir tepeden görüldüğü haberi geldi.


Kılıçarslan bu kez korkuya esir düşer. Atına atlar ve dağlara doğru dört nala sürer ve askerlerine ödeme yapmak için hep yanında taşıdığı ünlü hazinesini bile bırakır. Danişmend ve emirlerin çoğu da onun arkasından seğirtirler. Ellerinde kalan tek koz olan hızdan yararlanan çok sayıda süvari de, galiplerin kendilerini izlemelerine fırsat bırakmadan uzaklaşmayı başarır. Fakat askerlerin çoğu, dört bir yandan kuşatılmış olarak çarpışma alanında kalmıştır. İbn el-Kalanissi’nin yazacağı üzere, “Frenkler Türk ordusunu paramparça ettiler. Öldürdüler, yağmaladılar ve köle olarak sattıkları çok sayıda esir aldılar.”

Kılıçarslan kaçarken, kendi cephesinde çarpışmak üzere Suriye’den gelen bir süvari birliğine rastlar. “Artık çok geç” diye itiraf eder, “bu Frenkler çok kalabalık ve çok güçlüler, artık onları durdurmak üzere hiçbir şey yapılamaz”. Sözüyle eylemini birleştiren ve fırtınanın geçmesini beklemeye kararlı olan yenik Sultan, Anadolu yaylasının muazzam genişliği içinde kaybolur. İntikamını almak için dört yıl bekleyecektir. Artık istilacıya hâlâ bir tek doğa direniyormuşa benzemektedir. Toprakların kuraklığı, dağ yollarının darlığı ve gölgesi olmayan yolların üzerine çöken yaz sıcağı, Frenklerin ilerlemesini bir miktar geciktirmektedir. Dorylaion çarpışmasından sonra, aslında bir ayda geçilebilecek olan Anadolu’yu yüz günde aşmışlardır. Bu arada, Türklerin uğradığı bozguna ilişkin haberler tüm Doğu’da dolaşmıştır. “İslamiyet için utanç verici olan bu olay haber alındığında gerçek bir panik çıktı” diye yazmaktadır Şamlı vakanüvis. “Korku ve endişe büyük boyutlara ulaştı.”


Korkunç şövalyelerin yakında geleceklerine dair haberler, ortalıklarda aralıksız dolaşmaktadır. Temmuz sonunda, Suriye’nin iyice kuzeyindeki el-Balana köyüne yaklaştıkları söylentisi çıkmıştır. Onlarla çarpışmak üzere binlerce süvari toplanmıştır. Bu yanlış bir alarmdır, Frenkler ufukta gözükmemişlerdir. En iyimser olanlar, istilacıların yarı yoldan dönmüş olabileceklerini söylemektedirler. İbn el-Kalanissi, çağdaşlarının bayıldığı müneccimlik meselelerinden birinde bu kanıya katılmaktadır. “Bu yaz, batı yönünde bir kuyrukluyıldız belirdi, inişi yirmi gün sürdü, sonra bir daha gözükmemek üzere kayboldu.” Fakat hayaller çabuk kaybolur. Haberler giderek kesinleşmektedirler. Eylül ortasından itibaren, Frenklerin ilerlemesini köy be köy izlemek mümkün hale gelmiştir.


21 Ekim 1097’de, Suriye’nin en büyük kenti olan Antakya Kalesinden bağırışlar yükselir: “Buradalar!”. Birkaç işsiz güçsüz burçlara yığılır, ama çok uzakta, ovanın dip tarafında, Antakya gölünün yakınlarında bulanık bir toz bulutundan başka birşey göremez. Frenkler daha bir günlük, belki de daha fazla bir yürüyüş mesafesindedirler ve herşey onların uzun bir yolculuktan sonra, biraz dinlenmek için durmak isteyeceklerini düşündürtmektedir. Ancak ihtiyat, kentin beş ağır kapısının şimdiden kapatılmasını gerektirmektedir.


Suklarda (çarşı) sabahki bağırtı çağırtı kesilmiş, satıcılar ve müşteriler donup kalmışlardır. Kadınlar dualar mırıldanmaktadırlar. Korku kente egemen olmuştur.



AMİN MAALOUF

ARAPLARIN GÖZÜYLE HAÇLI SEFERLERİ

Çeviren: Mehmet Ali Kılıçbay

FIKIH MEZHEPLERİ

 


Kavram ve Tarihçe


Fıkıh kelimesi sözlükte "bir şeyi bilmek, iyi ve tam anlamak, içyüzünü ve inceliklerini kavramak" anlamına gelir. Terim olarak fıkıh hicrî ilk asırlarda zihnî çaba ile elde edilen dinî bilgilerin tamamını ifade etmişken, iman ve itikad konularının ayrı bir ilim dalı olarak teşekkül etmesine paralel olarak, ileri dönemlerde İslâm'ın fert ve toplum hayatının değişik yönleriyle ilgili şer`î-amelî hükümlerini bilmenin ve bu konuyu inceleyen ilim dalının özel adı olmuştur. Fıkıh ilminde uzman olan kimselere de fakih (çoğulu fukahâ) denir. Öte yandan fıkıh, ilk dönem literatüründe, şer`î delillerden hüküm elde etme faaliyeti olan ictihad anlamında kullanılmış, fakih ve müctehid eş anlamlı kabul edilmişken, ileri dönemlerde ictihad yetkinliğine ulaşamamış fakat fıkhî hükümleri delilleriyle birlikte bilen veya fıkıh ilmi ile meşgul olan kimselere de fakih denmeye başlanmıştır.


Bir bakıma Müslümanın davranış bilgisi demek olan fıkhın iki ana kaynağı, Kur'an ve Sünnet'tir. Kur'an'ın nüzûlü ve Hz. Peygamber'in bu dini insanlığa tebliği milâdî 610-632 yılları arasına rastlayan yirmi üç yıla yakın bir zaman dilimine yayılmıştı. İslâmî öğretilerin doğru anlaşılabilmesi ve sağlıklı biçimde uygulanabilmesi için kuşkusuz İslâm tebliğinin bir bütün olarak düşünülmesi gerekir. Ancak, bu kapsamdaki hükümlerin tebliğinde izlenen metodun ve esas alınan öncelikler sıralamasının dikkate alınması da, bütünün iyi kavranması açısından önemlidir. Konuya bu açıdan bakıldığında İslâm tebliğinin farklı özellikler taşıyan biri Mekke dönemi diğeri Medine dönemi olmak üzere iki ana döneme yayıldığı görülür.


Gerçekten Hz. Peygamber, hicrete kadar geçen on iki yılı aşkın süre içinde (Mekke döneminde) şirk ve sapıklıkla mücadele etmiş, insanların İslâm'ın inanç ve ahlâk esaslarına gönülden bağlanmaları için çaba harcamıştır. Bu dönemde inen Kur'ân-ı Kerîm âyetleri, kalplere tevhid inancını, yardımlaşma ve fazilet duygusunu yerleştirmeyi hedef alıyor, evrendeki varlık ve olaylar üzerinde düşünmeye yönlendiriyor, yer yer somut anlatımlarla hemen bu hayatın peşi sıra bir âhiret hayatının bulunduğunu vurguluyor, geçmiş toplumların tarihinden ibret levhaları gösteriyor; böylece daha sonra tebliğ edilecek hükümler sisteminin ruhunu ve küllî esaslarını hazırlıyordu. Bu dönemde inen âyetlerde amelî hükümler pek nâdirdi.


Hz. Peygamber Medine'ye geldikten sonra, örgütlediği toplumun barış içinde yaşayabilmesini sağlayacak bir ahidnâme (antlaşma metni) düzenleme işine öncelik verdi. Resûlullah'ın bu girişimi, onun bu dönemde, ashabına ve tüm insanlığa hayatın dinî, siyasî ve medenî bütün yönlerine ait uygulamalı bir model ortaya koymayı planladığını gösteriyordu. Sıra, Mekke döneminde oluşturulan sağlam inanç ve ahlâk temellerinin üzerine, dünyevî hayatı âhiret hayatı ile dengeli biçimde düzenleyecek bir sistemin sütunlarını oturtmaya gelmişti. İşte böyle bir süreç içinde ortaya konan fıkhî esaslar ve hükümler, daha sonra müstakil bir ilmin ve zengin bir hukuk hazinesinin ana malzemesini oluşturmuştur.


Hz. Peygamber hayatta iken vahiy devam ettiğinden, karşılaşılan meseleler doğrudan doğruya Resûlullah'a arzedilir, konu hakkında ya âyet iner veya Hz. Peygamber onu doğrudan kendisi çözümlerdi. Bu ikinci yol, Hz. Peygamber'in kendi ictihadına göre hükmetmesiydi. Esasen Resûlullah'ın ictihadı vahyin kontrolünde olduğundan, onun ulaştığı sonuçların isabetsiz olması halinde, o şekli ile kalması düşünülemez ve -son tahlilde- bu hükümler de sünnet kapsamında sayılır. Resûlullah'ın bu yola başvurmasının asıl önemli yönü ise, sahâbeyi ictihada alıştırması ve özendirmiş olmasıydı. Nitekim Hz. Peygamber'in Muâz b. Cebel'i Yemen'e kadı olarak gönderirken ona, önüne getirilen uyuşmazlıkla ilgili Allah'ın kitabında ve Peygamber'in sünnetinde bir hüküm bulunmadığında ne yapacağını sorması üzerine Muâz'ın "Kendim ictihad ederim" cevabını vermesi Hz. Peygamber'i ziyadesiyle memnun etmişti (Tirmizî, "Ahkâm", 3).


Hz. Peygamber'in vefatından sonra sahâbenin hem Kur'an ve Sünnet'in çizdiği istikametten ayrılmama hem de karşılaştıkları yeni meseleleri bu çerçevede çözüme kavuşturma zaruretiyle karşı karşıya kaldığı, bu sebeple de dinî çözüm üretme (fetva) ve ictihad faaliyetini yoğun olarak sürdürdüğü, bilhassa Hz. Ömer'in devlet başkanı sıfatıyla birçok farklı görüş ve uygulamayı gündeme getirdiği bilinmektedir. Sahâbe dönemini takip eden tâbiîn ve tebeu't-tâbiîn döneminde sosyal şartlardaki ve siyasal yapıdaki değişim, normatif ilimlerin oluşum seyrine uygun olarak, fıkhın da gitgide nazarî bir renk kazanmasına zemin hazırladı. Sahâbîlerin, o günkü İslâm coğrafyasının değişik yerleşim merkezlerine dağılarak başlattığı tebliğ, eğitim ve öğretim faaliyeti daha sonraki nesillerde meyvesini vermeye başladı, üstat ve muhit farklığının yanı sıra önceki nesilden intikal eden sünnet malzemesi ve re'y ictihadı karşısında tavır farklılığı da hadis ekolü (ehl-i hadîs) ve re'y ekolü (ehl-i re'y) adıyla iki ana temayülün ve gruplaşmanın sebebini teşkil etti.


Emevîler'in sonu ile Abbâsîler devrinin başlarında Hicaz (veya Medine) merkezli olarak oluşan fıkıh ekolü ehl-i hadîs (veya ehl-i eser), Irak merkezli olarak oluşan fıkıh ekolü de ehl-i re'y adıyla anılmaya başlanmıştı. Her iki ekol de kitap, sünnet ve sahâbe icmâını hüküm kaynağı olarak kullanmakla birlikte, Hicazlılar Medine halkının örfüne Hz. Peygamber'in yaşayan sünneti diyerek ayrı bir değer verdiler ve muhitleri gereği ellerinde bulunan zengin hadis malzemesiyle yetinmeye çalıştılar. Hayat tarzının ve karşılaşılan meselelerin oldukça sade olması sebebiyle bölgede re'y faaliyetine ciddi bir ihtiyacın bulunmadığı, ayrıca bu fakihlerin de hadisten cevabını bulamadıkları yeni fıkhî meselelerde ictihad etme konusunda hayli çekingen davrandıkları bilinmektedir. Iraklı fakihler ise, bölgede hâkim olan fikrî ve siyasî kargaşanın, sosyal şartların Hicaz'a nisbetle hayli farklı oluşunun tabii sonucu olarak, karşılaştıkları yeni meselelerin dinî hükmünü ictihad ederek belirleme ve inisiyatifi kaçırmama, rivayet edilen hadisleri de titizlikle inceleyerek daha ihtiyatlı karşılama yolunu seçtiler. Bu iki ekol bir bakıma, Kur'an ve Sünnet metinlerini anlamada ve yorumlamada lafızla yani söylenenle yetinme ile lafzın yanı sıra maksadı yani söylenmek isteneni de göz önünde bulundurma ve rivayetlerin içerik tenkidine de yer verme şeklinde özetlenebilecek ve her dönemde İslâm bilginleri arasında varlığını koruyacak olan iki farklı temayülü bünyesinde barındırmakta veya kısmen temsil etmekteydi.


Tâbiîn ve tebeu't-tâbiîn dönemlerinde başta Hicaz ve Irak olmak üzere çeşitli bölgelerde ve merkezlerde devam eden re'y, fetva ve tedrîs faaliyetinin hicrî II. yüzyılın ortalarından itibaren daha sistemli ve doktriner hale geldiği, önce Kûfe'de Ebû Hanîfe ve öğrencilerinin ehl-i re'y fıkhını, sonra da Medine'de İmam Mâlik'in ve öğrencilerinin ehl-i hadîs fıkhını zenginleştirerek ekolleştirdiği, bu ilim halkalarında doktriner bir fıkıh eğitim ve tartışma ortamının kurulduğu ve bunu verimli tedvîn faaliyetinin izlediği görülür. Bunu tepkici veya sentezci diğer fıkhî ekolleşmeler takip etmiş ve neticede hürriyetçi ve hoşgörülü bir ictihad ortamında zengin doktriner tartışmaların yapılmasına ve ileride mezhep olarak şekillenecek yeni fıkhî oluşumların ortaya çıkmasına imkân hazırlanmıştır.


İctihadî görüşler ve fıkhî ekolleşmeler hakkında iyi niyetle yapılan hatalı ictihad için bile ecir olduğu ilkesinden hareketle, hak-bâtıl, sünnet-bid`at ayırımı ve nitelendirmesi doğru olmayıp en fazla isabetli-isabetsiz, yanlış-doğru gibi nitelendirmeler yapılabilir. Siyasî ve itikadî bir hareket olan Şîa'nın aynı zamanda kendine özgü fıkhî doktrin ve çözüm de ürettiğini, ancak Şîa'nın Ehl-i sünnet dışında tutulmasının sebebinin mezhebin fıkhî görüşleri değil siyasî tutumu ve itikadî görüşleri olduğunu burada tekrar hatırlatmak gerekir. Şîa kısmının ayrı bir blok oluşturması ve hicrî ilk asırlarda münferit görüş ve ekollerin çoğunun da zamanla unutulması veya taraftarlarının kalmaması sonucu, Sünnî dünyada Hanefî, Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî mezhepleri kalmış, Şîa kesiminde de Ca`feriyye ve Zeydiyye mezhepleri kayda değer ölçüde yaygınlık kazanmış ve günümüze kadar belirli yoğunlukta yaşama imkânı bulmuştur.


Fıkıh Mezhepleri


İtikadî fırkalar gibi fıkıh mezheplerinin de büyük kısmı kurucusu sayılan müctehidlerin isimlerine nisbetle anılırlar. Burada "dört mezhep" adıyla şöhret bulmuş Sünnî fıkıh ekolleri olan Hanefî, Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî mezhepleri ile diğer fıkıh ekolleri hakkında özet bilgi verilmekle yetinilecektir.


Hanefî mezhebi Sünnî fıkıh ekollerinin kronolojik sıra itibariyle ilki olup, İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe'ye nisbet edildiği için bu isimle anılmıştır. İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe'nin asıl adı Nu`mân b. Sâbit'tir. 80 (699) yılında Kûfe'de doğmuş, 150 (767) yılında Baðdat'ta vefat etmiştir. Aslen Türk veya Fârisî olduğu yönünde görüşler vardır. Nu`mân b. Sâbit, Hanefî mezhebi muhitinde "İmâm-ı Âzam" (büyük imam) lakabı ile anılır. Dindar ve varlıklı bir aileden gelen Nu`mân b. Sâbit önce Kûfe'de Kur'ân-ı Kerîm'i hıfzedip, sarf, nahiv, şiir ve edebiyat, cedel ve kelâm öğrendi. Kûfe, Basra ve Irak'ın ileri gelen üstatlarından hadis dinledi.


Yirmi yaşının biraz üzerindeyken Irak'ın en ünlü fakihi ve Irak fıkhının üstadı Hammâd b. Ebû Süleyman'ın (ö. 119/738) ilim halkasına katıldı ve uzun zaman bu ders halkasına devam etti. Bu arada Ca`fer es-Sâdık, Muhammed el-Bâkır da dahil olmak üzere pek çok âlimden istifade etti.


Ebû Hanîfe, Hammâd b. Ebû Süleyman'ın vefatı üzerine onun kürsüsüne geçti ve ders vermeye başladı. Takvâ sahibi, zeki, konulara hâkim ve bildiklerini tatlı dil, güleryüz ve özlü ifadelerle anlatan iyi bir üstat olduğu kısa zamanda duyuldu ve çok geçmeden ders halkası dönemin ileri gelen ilim erbabının katıldığı ve fıkhî meselelerin ve çözümlerinin derinlemesine tartışıldığı ileri düzey bir fıkıh akademisine dönüştü. Kırk yaşlarında başlamış olduğu bu öğretim hayatına otuz sene kadar devam etti. Onun ders halkalarında yetişen talebelerin sayısının 4000'i aştığı ve bunlardan kırk kadarının ictihad derecesine vardığı nakledilir.


Ebû Hanîfe'nin ticarî hayatın ve günlük meselelerin içinde bulunması, insanların problem, temayül ve ihtiyaçlarını yakından tanıması da, ictihadlarının kabul görmesini sağlamış ve uygulanma şansını artırmıştır. Ebû Hanîfe, hocaları tarafından kendisine intikal ettirilen önceki nesillere ait fıkhî görüşleri, rivayetleri ve ilmî mirası, içinde bulunduğu devrin şartlarını ve insanların ihtiyaçlarını dikkate alarak dinin genel ilke ve amaçları açısından yeniden değerlendirmeye ve sınırlı naslar ile sınırsız olaylar, naklin hükmü ile aklın yorumu, hadis ile re'y arasında mâkul bir denge kurmaya çalışmıştır. Bunun için de örf ve âdeti, Kur'an'ın genel ilkelerini, kamu yararını daima göz önünde bulundurmuş ve istihsan metodunu sıklıkla kullanmıştır. Verdiği hüküm ve fetvalarında şahsî teşebbüs ve sorumluluğun, kişi hak ve hürriyetlerinin korunmasını ilke edinmiştir. Onun bu metodu ve tavrı, daha sonra adına izâfe edilerek oluşacak olan Hanefî mezhebinin de genel esaslarını ve metodunu teşkil etmiştir.


İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe'nin talebeleri onun tedrîsatını devam ettirdiler ve ondan öğrendikleri usule uyarak kaynaklardan hüküm istinbatını sürdürdüler. Talebelerinden bilhassa ictihad derecesine yükselenler, özellikle de Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed hocalarının görüş ve fetvalarını tasnif ve tedvîn işine giriştiler.


Hanefî mezhebi Irak'ta doğmuş ve Abbâsîler devrinde Ebû Yûsuf'un "kadılkudât" (baş kadı) olması ile devletin başlıca fıkıh mezhebi haline gelmiştir. Hanefî mezhebi bilhassa doğuya doğru yayılarak Horasan ve Mâverâünnehir'de büyük bir gelişme göstermiştir. Pek çok Hanefî fakihi de buralardan yetişmiştir. Abbâsî devri sona erince yayılma durmuşsa da Osmanlı Devleti'nin kurulması ve bu mezhebi ülke genelinde hukukî istikrarı ve yargı birliğini sağlamak maksadıyla âdeta devletin resmî mezhebi olarak benimsemesi üzerine etki alanı yeniden genişlemiştir. Bugün Türkistan, Afganistan, Türkiye ve Balkanlar'da Hanefî mezhebi çok yaygındır. Diğer mezhep mensuplarının pek az bulunduğu Hindistan'da ve Pakistan'da ise Hanefî mezhebinin tek mezhep olduğu söylenebilir.


Mâlikî mezhebi, fıkıh ekollerinin kronolojik sıra itibariyle ikincisi olup, büyük hadis ve fıkıh bilgini Mâlik b. Enes'e nisbet edildiği için bu isimle anılmıştır. İmam Mâlik b. Enes, 93 (712) yılında Medine'de dünyaya geldi. Orada yetişti. Medine o dönemde, Peygamber'in hadisleri ve sahâbe ve tâbiûn fetvaları bakımından bir merkez idi. Mâlik b. Enes böylesine zengin bir ilim atmosferinde eğitim öğretim gördü. İbn Hürmüz, İbn Ömer'in âzatlısı Nâfi`, İbn Şihâb ez-Zührî, Yahyâ b. Saîd gibi tanınmış tâbiûn bilginlerinden hadis ve fıkıh dersleri aldı. Olgunluk çağına gelince, Medine'de Mescid-i Nebevî'de ders ve fetva vermeye başladı. Döneminde Medine fıkhının imamı olarak tanındı, etrafında geniş bir ilim halkası oluştu, öğrenciler yetiştirdi ve 179 (795) yılında vefat etti.


Öğrencilerinin rivayetlerinden ve mezhebin usulünü yazan âlimlerin ifadelerinden İmam Mâlik'in hüküm istinbatında kitap, sünnet, icmâ, sahâbe kavli, örf ve âdet delilleri dışında kıyas, istihsan, mesâlih-i mürsele, sedd-i zerâi` gibi fer`î delillere de başvurduğu anlaşılmaktadır. İmam Mâlik'in fıkhının en belirgin özelliği, Medine halkının uygulamasına (ameli ehl-i Medîne) çok önem vermesidir. O haber-i vâhidi kabul için, bu haberin Medineliler'in ameline muhalif bulunmamasını şart koşmuştur. Ona göre, Medineliler'in ameli mütevâtir sünnet mesabesindedir. Zira İmam Mâlik zamanındaki Medine tatbikatı, Hz. Peygamber döneminden tevâtür sayısının çok üzerinde topluluklar aracılığıyla intikal ettirilmiş uygulamalardır. Hz. Peygamber yaklaşık on yıl onların içinde yaşamış, onların örf ve âdetlerini görmüş, İslâm'ın ruhuna aykırı olanlarını ilga etmiş, bir kısmını düzeltmiş, diğer bir kısmını da olduğu gibi bırakmıştır. Şu halde bu uygulamanın (amelin) mütevâtir sünnet mesabesinde sayılması gerekir.


Mâlikî mezhebi iki yolla yayılmıştır. Bunlardan biri İmam Mâlik'in yazdığı eserler, ikincisi de onun talebelerinin tedvîn ve eğitim faaliyetidir. Ülkenin çeşitli bölgelerinden özellikle de Mısır ve Kuzey Afrika tarafından gelen öğrenciler daha sonra bölgelerine dönerek İmam Mâlik'in görüş ve fetvalarını yaydılar. Sahnûn'un (ö. 240/854) öncülüğünde tedvîn edilen ve İmam Mâlik'in ve yakın öğrencilerinin görüşlerini toplayan el-Müdevvene isimli hacimli eser, Muvatta ile birlikte Mâliki mezhebinin temel iki kitabı sayılır.


Mâlikî mezhebi, önce Hicaz bölgesinde yayılmış, sonra İmam Mâlik'in Esed b. Furât, Abdullah b. Vehb, Abdurrahman b. Kasım gibi talebeleri vasıtasıyla Mısır, Kuzey Afrika ve Endülüs'e yayılmıştır. Hatta, bu mezhep bir zamanlar İspanya'da Endülüs Emevî Devleti'nin resmî mezhebi olmuştur. Günümüzde Mısır'da, Kuzey Afrika'da (Tunus, Cezayir, Fas), Sudan'da Mâlikî mezhebi çok yaygındır. Hicaz bölgesinde ise, Mâlikîler'in sayısı oldukça azdır.


Şâfiî  mezhebinin  kurucusu sayılan,  Muhammed  b.  İdrîs  eş-Şâfiî  150 yılında Gazze şehrinde (Filistin) doğdu. İmam Mâlik'ten Medine fıkhını, İmam Muhammed'den Irak fıkhını öğrendi. Böylece Hicaz fıkhı ile Irak fıkhını birleştirdi. İmam Şâfiî Bağdat'ta muhtemelen iki yıl kadar kaldıktan sonra Mekke'ye döndü ve Mekke'de dokuz sene ders verdi. Bu devir Şâfiî'nin ilim hayatının en verimli devridir. Çünkü o, Mekke'ye ehl-i re'y fıkhı ile ehl-i hadîs fıkhını birleştirerek dönmüş, yaptığı seyahatlerde asrında yaşayan âlimlerin görüşlerine vâkıf olmuş, onları incelemiş, rivayet ettikleri hadislerin çoğunu toplamıştı.


İmam Şâfiî hicrî 195 senesinde tekrar Bağdat'a geldi. Bu ikinci gelişinde, artık o Irak ve Hicaz fıkıh ekollerini derinlemesine incelemiş, fıkıhta kendi usulünü ortaya koymuş olarak talebe yetiştirmeye başladı. Hicrî 198 yılında Mısır'a gitti ve 204 (820) yılında orada vefat etti. Vefat ettiği zaman elli dört yaşında idi. Mısır'da kaldığı dört sene içinde tecrübeleri ve yeni muhitin şartları ışığında eski bilgilerini yeniden etüt etmeye başladı, bazı görüşlerinden vazgeçti, yenilerini ortaya koydu. Böylece onun rücû ettiği eski görüşleri ile yeni görüşlerinden oluşan "mezheb-i kadîm"i ve "mezheb-i cedîd"i teşekkül etmiş oldu. O hicrî 204 yılında Mısır'da vefat ettiği zaman arkasında zengin bir fıkıh hazinesi ve kalabalık bir talebe topluluğu bıraktı. Mekke, Bağdat ve Mısır'da yetiştirdiği seçkin talebeleri onun eserlerini okuttular, görüşlerini ve diğer fakihlerle olan ihtilâflarını naklettiler. İşte bu öğrencilerin gittikçe genişleyen ders halkaları neticesinde Şâfiî mezhebi ortaya çıkmış oldu.


Şâfiî mezhebi önce Mısır'da sonra Suriye, Irak, Horasan ve Mâverâünnehir'de yayıldı. Çoğu zaman fetvada ve öğretimde Hanefîler'le yan yana yer aldı. Bugün Şâfiî mezhebi ülkemizin güneydoğu ve doğu illeri ile yukarıda sayılan bölgelerde yaygın durumdadır.


Hanbelî mezhebinin kurucusu sayılan, Ahmed b. Hanbel hicrî 164 yılında Bağdat'ta dünyaya geldi. Genç yaştan itibaren Bağdat'ta hadis toplamaya başladı. Hicrî 186 yılına kadar hadis âlimlerinden dinlediği bütün hadisleri kaleme aldı. Hadis araştırma ve tesbiti amacıyla İslâm ülkelerini diyar diyar dolaştı. Ahmed b. Hanbel hadis ilminde rivayete önem verdiği kadar, naslardan hüküm çıkarmaya da itina gösterdi. O İmam Şâfiî'nin fıkıhtaki bilgisine, hüküm çıkarma ve istinbat usul ve metoduna hayrandı. Ahmed b. Hanbel Mekke'de, Bağdat'ta İmam Şâfiî'den bu metotları öğrendi ve benimsedi. Böylece hadisleri sadece rivayetle yetinmeyip, onların fıkhî mâna ve maksatlarını da araştırdı. Olgunluk yaşına geldiği zaman ders okutmaya ve fetva vermeye başladı. Bu devirde fakihlerin çalışmaları meyvelerini vermiş, çok değerli fıkıh eserleri birer birer ortaya çıkmış, ilk üç mezhebin birinci el kaynakları tedvîn edilmişti. İmam Ahmed b. Hanbel kendisini böyle zengin bir fıkıh servetinin içinde buldu. Bunlardan en iyi bir şekilde istifade etmesini bildi.


Ahmed b. Hanbel ibadet ve muâmelât konularında iki ayrı usul benimsedi. İbadet konularında naslara ve Selef'in eserlerine sımsıkı sarıldı. Delilsiz hüküm vermekten sakındı. Muâmelâtta da yine Selef'in yolu olan, bir şeyin haram veya helâl olduğuna dair naslarda delil yoksa o mubahtır prensibine sarıldı. "Eşyada aslolan mubahlıktır" prensibini Hanefî, Şâfiî ve Mâlikîler de benimserler, ancak Hanbelîler muâmelâtta daha belirgin biçimde serbestlik taraftarıdırlar. Onlar mukavele serbestisini alabildiğine geniş tutmuşlardır. Dinin haram kıldığı şartlar müstesna, bu mezhep ticarette tarafların istedikleri şartları koşabileceğini hükme bağlar. Bu mezhepte nassa ve esere sıkı sıkıya bağlı olmanın neticesi bir yandan ictihadla hüküm elde etme güçleştirilirken, diğer yandan nassa dayanmadan bir şeye câiz değildir demeyi de zorlaştırmıştır. Eşyada aslolan mubahlıktır kaidesi temel alındığı için mubah ufku genişlemiş ve bu bakış açısı büyük ölçüde akidlere de yansımıştır.


Ahmed b. Hanbel'in çoğu müstakil veya mezhepte müctehid olan talebe ve müntesipleri, onun görüşleri etrafında Hanbelî fıkıh ekolünün oluşmasını sağlamışlar, önceleri Bağdat'ta doğan bu mezhep daha sonra diğer İslâm bölgelerine de yayılmaya başlamıştır. Hanbelî mezhebinin usul ve özellikleri, temelde Ahmed b. Hanbel'in metodolojisi ve fıkhî görüşlerine dayanır. Mezhebin ayırıcı vasfı olarak re'y ve kıyastan çok âyet, hadis ve sahâbe kavli gibi naklî delillere dayanması dikkat çeker. Mezhepte bir bakıma hadise dayalı fıkıh anlayışı hâkimdir. Sadece fiilen karşılaşılan problemlere çözüm üretilmiştir. Teknik anlamda tam bir fıkıh mezhebi değil, bir nevi hadis ekolü olarak da görüldüğü için, Hanbelîliği fıkıh mezhepleri arasında saymayanlar da vardır. Ahmed b. Hanbel'in, devrinde Şîa'ya ve diğer Ehl-i sünnet dışı fikrî ve itikadî akımlara karşı mücadele etmesi, onlara karşı hadisleri ve geleneksel din anlayışını (Selefîlik) savunmuş olması, onu devrinde Ehl-i sünnet'in temsilcisi konumuna getirmiş, Hanbelîliğin fıkıh mezhebi olmasında bu hususun büyük etkisi olmuştur. Ancak Hanbelîliğin fikrî ve fıkhî gelişiminde yukarıda zikredilen tedvîn faaliyetlerinin yanı sıra İbn Teymiyye ve öğrencisi İbn Kayyim el-Cevziyye'nin eserlerinin de büyük payı vardır.


Son yüzyılda Arap dünyasında baş gösteren ve dinî olduğu kadar siyasî ve sosyo ekonomik bir mahiyet de arzeden Vehhâbîlik hareketi, özellikle akaid alanındaki görüşleri ve Selefî tavrı sebebiyle Hanbelî mezhebini kendilerine yakın bulduğu için Hanbelî mezhebi günümüzde başta Hicaz bölgesi olmak üzere Irak, Suriye, Filistin ve Mısır'da da bir hayli taraftar bulmuş durumdadır. Hanbelî mezhebi bugün Suudi Arabistan'da resmî mezhep konumundadır.


Re'y ve ictihad faaliyetinin yoğunlaşıp fıkhî düşüncenin daha doktriner ve sistematik hale geldiği ve hoşgörülü-hürriyetçi bir fikrî tartışma ortamının bulunduğu hicrî II ve III. yüzyılda, yukarıda haklarında özet bilgi verilen dört büyük Sünnî fıkıh mezhebinin imamının ve öğrencilerinin yanı sıra birçok büyük ve bağımsız müctehidin yetiştiği ve bunların da görüşleri etrafında kısmî bir gruplaşmanın olduğu bilinmektedir. Bunlar arasında Mekke'de Süfyân b. Uyeyne (ö. 198/813); Kûfe'de Süfyân es-Sevrî (ö. 161/ 778), İbn Ebû Leylâ (ö. 148/765), İbn Şübrüme (ö. 144/761); Bağdat'ta Ebû Sevr (ö. 240/854), Dâvûd ez-Zâhirî (ö. 270/883). İbn Cerîr et-Taberî (ö. 310/922); Mısır'da Leys b. Sa`d (ö. 175/791); Basra'da Hasan-ı Basrî (ö. 110/728); Şam'da Evzâî (ö. 157/774); Nîşâbur'da İshak b. Râhûye (ö. 238/ 853) sayılabilir. İctihad metotları ve delillerden hüküm çıkarma açısından kendilerine özgü görüşleri bulunması itibariyle müstakil birer müctehid olan bu ve benzeri fakihlerin pek çoğu sonradan müntesipleri kalmadığı için mezhep imamı olarak tanınmamış ve görüşleri mezhep olarak fiilî hayata aksetmemiştir. Bununla birlikte ilk dönem hadis ve fıkıh literatüründe görüşlerine yer verilen bu müctehidler, hem İslâm hukukunun doktrin boyutunu ve yorum-çözüm zenginliğini göstermesi hem de günümüzdeki kanunlaştırmalarda ihtiyaç duyulabilecek alternatif çözümleri hatırlatması yönüyle ayrı bir önem taşırlar.


Günümüzde müntesibi kalmamış olmasına rağmen re'y ve ictihad hareketine karşı sürdürdüğü sert eleştirileriyle, farklı bakış açılarıyla ve görüşleriyle fıkıh kültürüne ayrı bir zenginlik kazandıran Zâhiriyye ekolü ve bu ekolün iki büyük imamı Dâvûd ez-Zâhirî (ö. 270/883) ve İbn Hazm (ö. 456/ 1064) burada ayrıca anılmaya değer. Kıyasa ve re'y ictihadına şiddetle karşı çıkıp âyet ve hadislerin zâhirine tutunmanın tek yol olduğunu savunan bu ekol hicrî IV. asırdan itibaren bir süre etkili olmuş ise de daha sonra, kısmen yakın bir anlayışa sahip olan Şâfiî mezhebi içinde erimiştir. Fıkhın usul ve fürû alanında birçok eser veren ve kendinden önceki fakihlerin görüşlerine ve metotlarına nasların lafzını esas alma ve hadise bağlılık geleneği içinde kalarak ciddi bir eleştiri yönelten İbn Hazm, ekolün fıkıh yönü ön plana çıkan bir mezhep halinde tanınmasını da sağlamıştır.


Sünnî mezheplerin dışında kalan fıkhî mezhep ve ekollerin, müntesipleri itibariyle en önemli kısmını Şîa grubunda yer alan fıkhî ekoller teşkil eder.


Şîa esasen başlangıçta siyasî, devamında da itikadî bir gruplaşma iken mezhepleşme sürecine bağlı olarak kendine özgü fıkıh doktrin ve uygulaması da geliştirdiğinden Şîa'nın üç büyük fırkası aynı zamanda birer fıkıh mezhebi olarak da görülebilir. İmâmiyye akaid ve fıkıhta Ca`fer es-Sâdık'ın görüşlerini esas aldığından Ca`feriyye olarak da anılır. Ca`ferî fıkhında Sünnî kesimdeki ehl-i hadîs ehl-i re'y ayırımına kısmen andırır tarzda iki temel eğilim görülür ve bunların temsilcileri Ahbârîler ve Usûlîler diye anılırlar. Birinciler hüküm çıkarmada hadisleri esas alır ve Kur'an'ın da ancak bu hadislerle anlaşılabileceğini söylerken ikinci grup kitap, sünnet, icmâ ve akıl şeklinde dört delilden söz eder. Ancak Şîa'nın sünnet ve icmâ anlayışı Sünnî mezheplerinkinden oldukça farklı olup Hz. Peygamber'in ve mâsum imamların (on iki imam) söz, fiil ve tasviplerini ölçü alır, sadece Ehl-i beyt'in rivayet ettiği hadisleri kabul ederler. Müt`a nikâhını câiz görme, abdestte çıplak ayakların üstüne meshi yeterli sayma, boşamada iki şahit zorunluluğu, beş vakit namazı cem` yoluyla üç vakitte kılma, zekâtı (humus) din adamları eliyle toplama gibi bazı farklı görüş ve uygulamaları vardır.


Şîa'nın diğer kolu olan Zeydiyye, fıkhî görüşleri itibariyle Hanefî mezhebine bir hayli yakındır. Mest üzerine meshi, gayri müslimin kestiğini yemeyi ve Ehl-i kitap'tan bir kadınla evlenmeyi câiz görmezler. Esasen birer siyasî-itikadî fırka hareketi olan Şîa'nın diğer kolları veya Hâricîlik fıkıh alanında bazı farklı görüşlere sahip ise de bu tür fıkhî farklılıklar diğer Sünnî fıkıh mezhepleri içinde de mevcut olduğundan fazla bir önem taşımazlar.


Mezhebe Bağlılık ve Telfik


İslâm dünyasında ilk dönemlerden itibaren yoğun bir ictihad ve re'y faaliyetinin sürdürüldüğü, bunun tabii sonucu olarak çeşitli bölgelerde ilim halkalarının, ilmî gelenek ve ekolleşmenin oluştuğu IV. (X.) yüzyıldan itibaren de fıkıh sürecinin halk nezdinde de hızlandığı bilinmektedir. Abbâsîler'den itibaren İslâm devletlerinin kadılkudâtlık ve resmî mezhep uygulaması, mezhep fıkıhlarını esas alan tedvîn ve tedrîs faaliyeti gibi âmillerin yanı sıra Eyyûbî ve Memlükler dönemi uygulamaları neticesinde Sünnî müslümanlar arasında yaklaşık olarak V. (XI.) yüzyılın sonlarından itibaren bugünkü dört fıkıh mezhebinin takarrur ettiği görülür. O tarihlerden itibaren de mezhep, mezhebe bağlılık, ictihad, taklid ve telfik gibi meseleler gerek avamî gerekse entelektüel boyutta tartışılagelmiştir.


1) Mezhebe Bağlanmanın Tarihî ve Fikrî Temelleri


İslâm hukuk tarihinde mezhepler konusunu iyi tahlil edebilmek için şu üç başlığı birbirinden ayırt etmek gerekir: 1. Mezheplerin ortaya çıkışı ve oluşması. 2. Mezheplerin istikrar kazanması (mezhep realitesinin toplumda yer etmesi). 3. Mezheplerin belirli bölgelerde yayılmış ve tutulmuş olması.


Birinci başlıkla ilgili olarak şu kadarını söylemek herhalde yeter: Farklı anlaşılmaya müsait yazılı bir kaynaktan hüküm çıkarma durumunda bulunan hâkim veya hukukçuların farklı yöntemler izleyebileceklerini hukuk nosyonuna sahip herkes kabul eder. Bundan ayrı olarak İslâm hukukunun ikinci aslî kaynağı olan sünnet malzemesinin sınırlandırılmasında önemli bakış farklılıklarının olması (hadisin tedvîni öncesinde bir âlime ulaşan hadisin başka bir âlime ulaşmamış olması, gerek tedvîn öncesinde gerekse tedvîn sonrasında bir âlimin sahih saydığı hadisi diğerinin sahih saymaması, böylece birincisi bakımından konu nas ile düzenlenmiş olduğu halde diğerine göre konu hakkında kanun boşluğunun bulunduğunun kabulü) vâkıası hatırlanırsa görüş ayrılıklarının yeni bir boyut kazanmış olacağını kavramak güç olmaz.


Üçüncü başlıkla ilgili olarak, yani bir mezhebin belirli yerlerde yayılmasının âmilleri etrafında İslâm hukuk tarihi yazarları değişik tesbitler ortaya koymuşlardır. Bu çerçevede bir mezhebin belirli dönemlerde devletin desteğini almış olması veya bir mezhebin eğilim ve ilkeleriyle belirli bir bölgenin kültürünün ve sosyal yapısının uygunluk arzetmesi gibi âmiller anılabilir.


Bir mezhebe bağlanmanın gerekli olup olmadığı ve birden fazla mezhepten yararlanmanın sakıncalı olup olmadığı sorusuna sağlıklı bir cevap bulabilmenin yolu ise, yukarıdaki ikinci başlığın tetkikinden yani "mezheplerin istikrar kazanmasının temelinde hangi ihtiyacın yattığını" tesbit etmekten geçer.


Sahâbe-i kirâm ve tâbiûn dönemlerinde henüz mezhepler oluşmamıştı. Bir müslüman karşılaştığı dinî bir mesele için, güvendiği âlimin görüşüne başvuruyor, tutumunu buna göre ayarlıyordu. Hâkimler de önlerine getirilen hukukî ihtilâfları ya kendi ictihadları ile ya da ittibâ ettikleri bir müctehidin ictihadına göre çözümlüyorlardı. Zamanla, İslâm ülkesinin farklı bölgelerinde farklı hükümler uygulanıyor olmasının toplumda önemli rahatsızlıklara yol açmaya başladığı anlaşılmaktadır.


Esasen, bir meselede delil ve yorum farklılığı sebebiyle birbirine taban tabana zıt iki çözümü ilmî açıdan izah etmek çok güç olmayabilir. Meselâ, bir fakihin tazminat ödenmesi gerekeceğine hükmettiği bir olayda başka bir fakih tazminata gerek olmadığına; bir fakihin kadının hâkim hükmüyle evliliğin sona erdirilmesi (tefrik) talebinin kabul edilmesi gerektiğine hükmettiği bir olayda bir başka fakih hâkime böyle bir yetki verilemeyeceğine, hatta bir fakihin kısas gerekeceğine hükmettiği bir olayda başka bir fakih kısas yapılamayacağına hükmedebilir ve bu ictihadların ikna edici ilmî izahları olabilir. Nitekim fıkıh kitapları bu tür görüş ayrılıklarıyla doludur ve bu farklı görüşler değişik bilginlerce savunulagelmiştir.


Yine, farklı ülkelerde veya bir ülkede olmakla beraber farklı zamanlarda, bu birbirine zıt çözümlerin herkese uygulanması halinde, -taraflardan biri mahkeme kararını kendisi için ağır bulsa bile- bu hükümlerin kişilerin adalet duygularını rencide etmeden varlığını koruması çok güç olmayabilir. Nitekim "Şeriatın kestiği parmak acımaz" vecizesi bu anlayışı yansıtmaktadır.


Fakat aynı toplumda yaşayan fertlere, kaza (yargı) alanında farklı hükümlerin uygulanmasına imkân verilmesi halinde bu, kısa zamanda önemli sancılar meydana getirir ve hukuk anarşisine yol açar.


İşte Abbâsî hilâfetinin başlarında İslâm ülkesinde bu istikamette gelişen gidişatı farkeden devlet sekreteryasında görevli Abdullah b. Mukaffa`, devlet başkanına sunduğu genel bir raporda, hukuk anarşisini giderici tedbirler alınmasını önerme ihtiyacını duymuştur. Bu raporda şöyle deniyordu: "Emîrü'l müminînin (halifenin)... üzerine eğilmesi gereken hususlardan biri de, çok önemli ihtilâflara yol açan birbiriyle çelişkili farklı hükümler meselesidir. Keşke emîrü'l-müminîn, bu farklı hüküm ve uygulamaların -her bir tarafın sünnetten ve kıyastan dayandığı delillerle birlikte- derlenip bir kitap halinde kendisine sunulmasını emretse, sonra bunlara bakıp birleştirici ve kesin karakterde bir kitap yazsa; umarız ki Allah hata ile doğrunun karışımı olan bu hükümleri tek bir doğru hüküm kılar". Kısaca İbnü'l-Mukaffa` ülke genelinde bir kanunlaştırmaya gidilmesini teklif ediyordu.


Şüphesiz fıkhî hükümlerin tedvîninin (derlenip kanun haline getirilmesinin) faydalarının yanı sıra birtakım sakıncaları da vardı. Ayrıca İslâm hukukunun aslî kaynaklarından sünnetin henüz tedvîn edilmemiş olması da, bu meyanda dikkate alınması gerekli çok önemli bir husus idi. Bu yüzden İmam Mâlik, halifenin kanunlaştırma yönündeki teklifini kabul etmedi.


Sonuç olarak, İslâm dünyasındaki bu ilk kanunlaştırma girişiminin olumlu neticelenmediği görülmektedir. Fakat bu, sözü edilen girişimi harekete geçiren ihtiyacın ortadan kalktığı anlamına gelmez. Aksine bu yöndeki ihtiyaç zamanın ilerlemesi ile kendisini daha fazla hissettirir olmuştu.


İşte bu açmaz (bir yandan hukuk birliği ihtiyacının bulunması, diğer yandan kanunlaştırmaya gidilememesi) karşısında müslüman toplumlar spontane (kendiliğinden) bir çözümle bu meseleyi halletmek durumunda kalmışlardır. Bu çözüm de mezheplerin istikrar kazanması, bir anlamda, bir mezhebin esas alınıp ona kanun misyonunun gördürülmesi olmuştur.


Artık bir mezhebin çözümleri bazı konularda diğer mezheplerdekilere göre -toplumun ihtiyaçlarını karşılama, fakihe ve hâkime doyurucu görünme ve hatta adalet duygusunu tatmin etme yönünden- daha zayıf görünse bile, hukuk birliğinin sağlanmış olması diğer yönlerdeki sakıncaları önemli ölçüde hafifletmiş oluyordu. Böylece İslâm dünyası - bazı sınırlı ve mevziî düzenlemeler bir yana- birden fazla mezhepten yararlanarak toplum geneline uygulanacak hukukî hükümleri kanun haline getirme yönündeki bir tercihe ancak XX. asrın başlarında (1917 yılında Osmanlı Hukûk-ı Aile Kararnâmesi'ni yürürlüğe koyarak) ulaşabilmiş, bir anlamda, "hukuk emniyeti" düşüncesine hukukun diğer fonksiyonlarına nisbetle daha fazla önem verilmiştir.


Şu halde, bir mezhebe sıkı biçimde bağlanmanın temel gerekçesi, çelişmezlik ve kendi içinde tutarlılık arayışıdır. Şayet mezheplerin, kendi içinde tutarlılığı sağlayan metotlara sahip birer hukuk doktrini olduğu söylenebilirse, bir mezhebin esas alınması bu arayışı tatmin edecek en iyi yollardan biri sayılabilir. Fıkıh usulü eserlerinin kaleme alınmaya başlandığı ilk dönemlerde ortaya konan tavırlar (özellikle Hanefî usulü etrafındaki tartışmalar ve açıklamalar) dikkatle incelenirse, İslâm bilginlerinin mezheplere (özellikle kendi mezheplerine) bu nazarla baktıkları yani onu kendi içinde tutarlı kurallar bütünü olarak gördükleri anlaşılır.


Bununla birlikte her mezhepte bu hususta eleştiriye açık noktalar bulunabileceği inkâr edilemez. Öte yandan, teorik olarak mezhebin usulü kendi içinde tutarlı olsa da, pratik hayatın ortaya çıkardığı ihtiyaçlar ve toplumdaki değişmeler karşısında, ya da dayanılan delilin (özellikle sünnet malzemesinin) yeniden gözden geçirilmesi ile, fıkıh alanında uzman kişilerce (bir mezhep esas alınmakla beraber bazı meselelerde başka mezheplerden iktibasta bulunma yahut her bir meseleyi yeniden inceleyerek en uygun çözümü belirleme şeklinde) değişik mezheplerden yararlanma yoluna gidilmesi, çelişmezlik arayışı düşüncesini ihlâl etmez.


Günümüz şartlarında, hukukî uyuşmazlıklara (yargı kararlarına) konu olan meselelerde, bu mânadaki ihtiyacın giderilmesi -izlenecek yol açısından- büyük zorluklar taşımaz. Her bir konunun uzmanlarınca, toplumun ihtiyaçlarını karşılayacak ve delili en kuvvetli görüşün belirlenmesi ve bu çözümün kanunlaştırılması; sonra kazâî ictihadlar mekanizması ile bir taraftan bu çözümlerin doyuruculuğunun kontrolü bir taraftan da uygulama birliğinin sağlanması; şartlar değiştikçe bu çerçevede gereken değişikliklerin yapılması mümkündür. Dolayısıyla, hukuk alanında tek mezhebe sıkı bir şekilde bağlanma düşüncesi, temelindeki gerekçeyi yitirmiş demektir.


İslâm fıkhının sadece günümüzdeki çerçevesi ile hukuk alanını düzenlemekle kalmayıp kişinin Allah'a karşı vecîbelerini de düzenlediği dikkate alınırsa, konuya müslüman fert açısından da bakmak gereği ortaya çıkar: Dar anlamıyla dinî konularda da (ibadetler ve helâl-haram konularında) bir müslümanın kendi içinde tutarlı kurallar bütününü hayatına uygulamak istemesi tabiidir. Hukuk birliğinin olmadığı bir ülkede farklı farklı hükümler uygulanarak bir hukuk anarşisi yaşanması ne kadar rahatsız edici ise, kişinin kendisini ikna eden haklılık gerekçeleri olmaksızın dinî yaşantısını değişken, ölçüden mahrum kurallara göre yönlendirmesi de o kadar, hatta mahkeme kararlarında olduğu gibi dünyada olup biten bir hesaplaşma ile sınırlı olmadığı için daha çok rahatsız edicidir.


İşte bu yönüyle bir mezhebe bağlılık, kişi için güvenli bir yol sayılabilir.


Fakat bu, izlenmesi zorunlu ya da en iyi yol olduğu anlamına da gelmez.


Avam açısından konuya bakıldığında, kişinin her bir meselede hükmün dayandığı delilleri ölçüp tartması, bir meselede başka mezhebin hükmünü aldığında metodik açıdan çelişkiye düşülüp düşülmeyeceğini tesbit edebilmesi beklenemez. Şu halde ona, bir mezhebe bağlanmanın verdiği güveni sağlayıcı bir alternatif sunmak gerekir.


Bu konuda güven verici bir yöntem olmak üzere (kişinin Allah'a karşı kulluk görevini huzurla ifa edebilmesi için) biri genel diğeri özel nitelikli iki yol önerilebilir:


Genel nitelikli güven yolu, icmâya aykırı olmayan (yapılan uygulamanın hiçbir İslâm âliminin vardığı sonuçla bağdaştırılamaz duruma düşmediği) bir çözüm olmak kaydı ile, herhangi bir müctehidin görüşü ile amel edilebileceğinin kabulüdür. Bu yolu izleyen kişi, her bir müctehidin Allah katında doğru olanı araştırmak için âzami çabayı harcamış olduğu, hepsinin aynı kaynakları esas aldığı ve Allah katındaki doğrunun bunlardan herhangi birindekine uygun olduğuna dair açık bir delil bulunmadığı noktasından hareket etmiş olacaktır. Felsefî temel itibariyle bu tutum tutarlı sayılır; çünkü kaynaklar birdir ve ictihadla amaçlanan hedef birdir. Metodoloji açısından ise tutarlılığına güvenle bakılabilmesi kolay değildir. Meselâ, bir meselede Kur'an'ın mütevâtir de olsa sünnetle neshini kabul etmeyen bir müctehidin görüşünü uygularken, başka bir meselede Kur'an'ın mütevâtir sünnetle neshini kabul eden bir müctehidin görüşünü uygulamak; bir meselede, bir sahâbenin Resûlullah'tan rivayet edip daha sonraki tabakalarda tevâtür sayısındaki râvilerce rivayet edilen hadise (meşhur sünnet) metodik açıdan ayrı bir değer veren müctehidin görüşünü uygularken, başka bir meselede bu tür hadisi haber-i vâhid sayan ve ona göre bir metodik rol tanıyan müctehidin görüşünü uygulamak gibi durumlara düşülmeyeceğini garanti etmek mümkün değildir. Bununla birlikte, zaruret, ihtiyaç gibi gerekçelerle (ki bunlar İslâm fıkhının herkesçe kabul edilen ilkeleridir) kişinin birden fazla mezhep hükmünü dinî hayatında bir araya getirmesi de, kıstastan mahrum gelişigüzel bir seçim yapmış olma endişesini ortadan kaldıran bir güvence sayılabilir.


Özel nitelikli güven yolu ise, bir meselede hangi ictihadın delillerinin daha kuvvetli ve içinde bulunulan zamanın şartlarına daha uygun olduğuna dair ehliyetli kişilerin veya kuruluşların yaptıkları tercihlerin esas alınmasıdır. Bu tür tercihler, çoğunlukla, metodik çelişki şüphelerinden uzak olup, daha çok, hadislerin sıhhat derecelerinin gözden geçirilmesine, farklı yorumlar yahut maslahatla ilgili farklı değerlendirmeler içinden mevcut şartlara en uygununun belirlenmesine yöneliktir.


Bu ikinci yolun, avam açısından, dinî yaşantıyı tutarsızlıklara düşmeden sürdürebilmek için izlenebilecek en emin yol olduğu söylenebilir. Bu yolda, tercih edilen görüşün dayanakları ve diğer görüşlerle karşılaştırmasının yapıldığı yayınları takip ederek yürünmesi halinde, bu yolun aynı zamanda kişinin fıkıh kültürünü geliştirmesine ve böylece topluma bu konuda bir seviye kazandırılmasına da yardımcı olacağı şüphesizdir.


Bu alanda müslümanları aydınlatma ve onların güvenerek uyabilecekleri tercihleri ortaya koyma hususunda ilgili kuruluşlara önemli görevler düştüğü açıktır.


Bu tahliller ışığında tek mezhebe bağlılık ve telfik ile ilgili görüşlere kısaca değinip, mezheplerin kolay hükümlerini izleme hakkında bir değerlendirme yapmak uygun olur.


2) Tek Mezhebe Bağlılık


"Telfik" konusu ile "tek mezhebe bağlılık" meselesi arasında sıkı bir bağ olduğundan, önce bu mesele hakkındaki görüşlere kısaca değinmek gerekir.


Bu mesele ele alınırken, müctehid olmayan bir mükellefin durumunun söz konusu olduğuna ve böyle bir kimsenin şer`î-amelî konularda daima bir mezhebe göre davranması gerekip gerekmediği sorusuna cevap arandığına dikkat edilmelidir. Gerek devlet gerekse fert planında bir mezhebe bağlanma gereğini ortaya çıkaran tarihî ve fikrî temellere daha önce temas edilmişti. İşte bu bağlanmanın "taassup" derecesine ulaşmasını takip eden dönemlerde, bir mezhebe bağlı davranmanın ve hatta hep o mezhep üzere kalmanın vâcip olduğu (dahası mezhebinden ayrılana ta`zir cezası uygulanması gerekeceği) yönünde fikirler ileri sürülür olmuştur. Buna karşılık muhakkık âlimler, ictihad edemeyen bir mükellefin hep bir mezhebe bağlı kalmasını gerektirecek şer`î bir delil bulunmadığını, böyle bir kimse için vâcip olanın, ehliyetine kani olduğu âlimlere sormak, öğrenmek ve buna göre davranmaktan ibaret bulunduğunu ispat etmeye çalışmışlardır.


3)Telfik


Telfik, sözlükte, "kumaşın iki kenarını birleştirip dikmek" anlamına gelir. Fıkıh ve usûl-i fıkıhta da bu anlamdan hareketle, farklı hükümlerin bir araya getirilmesini ifade etmek üzere kullanılmıştır. Ancak bu ortak noktanın ötesinde fıkıh ve usûl-i fıkıh eserlerinde telfik başlıca üç anlamda kullanılmıştır:


Fıkıh eserlerinde telfik kelimesi bazan, ictihadî ihtilâftan kaynaklanmayan iki farklı hükmü birleştirerek uygulamak anlamında kullanılmıştır. Meselâ, "yemin kefâretinde on fakirin bir kısmını yedirmek, diğerlerini giydirmek şeklinde telfik yapılması câiz değildir" denirken bu mâna kastedilmiştir.


Fıkıh usulü eserlerinde telfik bazan, bir meselede önceki müctehidlerin söylemediği ve onların görüşlerinin ortak noktasını ihlâl eden yeni bir görüş ortaya atmak anlamında kullanılmıştır. Daha çok icmâ bahsinde incelenen bu meselenin taklit değil ictihad ile ilgili olduğu açıktır. Buna "ictihadda telfik" denebilir.


Fıkıh ve fıkıh usulü eserlerinde, telfik denince daha çok şu anlam kastedilir: Belirli bir meselede birden fazla ictihadî görüşü bir arada (veya bir arada sayılabilecek şekilde, yani birincisinin tesiri kalkmadan diğeriyle) amel edip ortaya bu müctehidlerden hiçbirinin kabul etmeyeceği mürekkep bir durumun ortaya çıkması. Telfikin dar anlamı budur. Buna "taklitte telfik" denir.


İslâm tarihinde hicrî VII. asırdan itibaren tartışılmaya başlanan bu mesele hakkında mutlak olarak olumsuz görüş belirtenlere karşı bunun câiz olduğunu savunan pek çok âlim vardır. Bununla birlikte genellikle muhakkık âlimler ve özellikle muasır araştırmacılar bu konuda bazı kayıtlar konması ve bu kayıtlara riayet edilmesi halinde telfikin câiz olacağını kabul ederler.


Bu kayıtları şöylece özetlemek mümkündür: a) Telfike ihtiyaç duyulması. b) Daima kolay hükümleri alarak dinî hayatın keyfîliğe dönüştürülmemesi. c) Bu yolun "kanuna karşı hile" amacına alet edilmemesi. d) Helâl-haram meselelerinde ihtiyata riayet edilmesi.


En geniş anlamıyla ele alınırsa telfik değişik mezheplerin hükümlerinden yararlanmayı da (buna intikal de denilmektedir), dolayısıyla değişik mezheplerin kişiye kolay gelen hükümlerini seçmeyi de ifade eder. Dar anlamıyla telfik (yani bir meselede birden fazla ictihadı birleştirip bu ictihad sahiplerinin hiçbirinin benimsemeyeceği mürekkep bir durum meydana getirme) dahi -bazı kayıtlarla- tecviz edilince, bunun (mürekkep bir durum meydana getirmeden değişik mezheplerden yararlanmanın) tecvizi -belirtilen kayıtlara riayet şartıyla- evleviyet gereği olur.


Fakat bunda, "b" şıkkında belirtilen şarta riayet etmeme ihtimali çok kuvvetlidir. Çünkü değişik mezheplerin kolay hükümlerini alırken, kişiyi buna yönelten âmil "kolaycılık" düşüncesidir. İslâm dinindeki "kolaylaştırma" ilkesi, bu ilkenin amaçlarına uygun olarak kullanılırsa ilke hedefine ulaşmış olur. Fakat bu ilke şahsî arzulara vasıta olarak kullanılırsa, ilke hedefinden sapmış ve dinî hayat keyfîliğe dönüştürülmüş olur.


Mezhebe bağlılığın tarihî ve fikrî temellerini açıklarken belirtildiği üzere, burada üzerinde durulan konu, hukukî ihtilâfları çözümleyecek hükümler (kanun ve kanunlaştırma) olmayıp, müslümanın dünya ve âhiret saadetini kazanmak üzere izleyeceği ve müeyyidesi sadece uhrevî olan kurallar, kısaca dinî hayatın tanzimi meselesidir. Şu halde, kişi bu konuda tutarlılık fikrine önem vermek, telfik için konan kayıtlara riayetsizlik halinde gerçekte kendisini aldatmış olacağının bilincinde olmak ve azîmet yahut ruhsatı tercih konusunda (Şâtıbî'nin de belirttiği üzere) kendisinin fakihi gibi davranmak durumundadır.


İslâm Konferansı Teşkilâtı'na bağlı İslâm Fıkıh Akademisi de 21-27 Haziran 1993 tarihleri arasında Bruney Dârüsselâm'da yapılan VIII. Dönem toplantısında aldığı 1 nolu tavsiye kararında, fıkıh mezheplerinin kolaylık sağlayan hükümlerini alıp uygularken başlıcalarına yukarıda değinilen ölçülere riayet edilmesi gerektiğine dikkat çekmiş ve özellikle kişinin böyle bir yol izlerken kendisini vicdanen rahat hissetmesi gerektiğine işaret etmiştir.


Bu arada, fıkıh mezheplerine veya mezhep imamlarına bazı meselelerde farklı görüşlerin nisbet edilmesinin tabii karşılanması gerektiğine işaret edilmesi yararlı olur. Şöyle ki: Çoğunluk itibariyle mezhep imamlarının görüşleri rivayet yoluyla sonraki nesillere intikal ettiğinden, fıkıh eserlerinde bir meselede aynı fakihe ait birden fazla görüş yer alabilmiş ve bunlardan hangilerinin daha kuvvetli olduğunu ortaya koymaya yönelik tesbitler üzerinde daima fikir birliği oluşmamıştır. Öte yandan bir fakihin değişik zamanlarda veya farklı değerlendirme sebebiyle aynı mesele için farklı görüşler ortaya koyduğu da bir gerçektir. Özellikle İmam Şâfiî'nin Mısır'a geldikten sonra birçok görüşü değiştiğinden, genellikle ona nisbet edilen ictihadlarda genelde kadîm (eski) ve cedîd (yeni) şeklinde bir ayırıma gidildiği görülür.



Diyanet Vakfı Yayınlarının İlmihal Kitabından alıntılanmıştır.

TÜRK MİTOLOJİSİ'NDE GEÇEN KİŞİLER, KAVRAMLAR VE TANRILAR - 45

 



SIGIN


Kutsal geyik. "Göksığın" olarak da adlandırılır. Öküz başlı, at kuyruklu olarak betimlenir. Bazı Türk ve Moğol boyları, soylarının bu kutlu varlıktan türediğine inanırlar. Çoğu zaman soyun bir kolu bozkurttan, diğer kolu ise göksığından gelmektedir. Bozkurt gökyüzünü temsil eder. Sığın ise yeryüzünün simgesidir ve çoğunlukla denizden çıktığına inanılır. Macarların (Hungarların) ataları olan iki avcı (Hunor ve Magor) bir geyiği izleyerek denizi geçmişler ve kıyısındaki yarı bataklık bir adada soylu kızlar bularak onlarla evlenmişlerdir. Böylece Macar soyu türemiştir. Anadolu ve Asya halılarında ve kilim desenlerinde geyik motifine resim veya sembol olarak sıklıkla rastlanır. Sığın boynuzları kamların en önemli simgelerindendir. Yakutlarda "Sıga Toyon'' adlı baltalı bir savaş tanrısı yaratıcı bir ruh olarak tanınır.



SiBEL


Kibele adlı Anadolu tanrıçasının Türk kültüründeki adıdır. Büyük olasılıkla daha eski çağlardaki bir Türk tanrıçası Anadoluda Kibele'yle özdeşleşmiştir. Bolluğun, bereketin, toprağın, çoğalmanın simgesidir. Taştan doğmuş olduğu rivayet edilir. Pek çok Batı diline -okunuş olarak- "Sibele" veya "Sibela" şeklinde geçmiştir. Örneğin Fransızcada "Cybele'' (Sibele okunur) olarak yer alır. Araplardaki "Hübel"le eşdeğerdir. Ayrıca sözcük Farsça "yağmur damlası" manası taşır ve bu dilde sebil kelimesiyle aynı kökten gelir. Buğday başağı anlamını taşıdığı da pek çok kaynakta ifade edilir. Kelimenin Yunancada büyücü veya kahin kadın manası taşıdığı da öne sürülür. Dolayısıyla Sibel, pek çok kültürün kesişim noktasında duran ortak bir kişiliktir ve insanlığın mitoloji algısındaki ortak simgelerden birisidir. Anadoluda kızlara verilen Sibel adının kökeni doğrudan bu tanrıçadır.



SOGOTOH


Sahaların (Yakutların) atasıdır. Bazen yeryüzündeki ilk insan olarak da anılır. Beş karış omuzlu, üç karış belli, atın dizginleri kadar büyük gözlü, kalça kemiği kadar iri burunludur. O kadar güçlüdür ki kayın ağacını ikiye ayırır, bastığı yer göçer, gezdiği yerler kuru toprak gibi çatlar, sesi gök gürültüsü, nefesi fırtına, bakışı yıldırım gibidir. Kış gelmeyen bir ülkede yaşar. Çadırı elli direkli, otuz kirişli, dört kat duvarlı, üç kat gümüş tavanlıdır. Çadırının ortasında üç kadın yan yana duruyormuşçasına büyük üçayaklı ocağı vardır. Kutlu Yaşam Ağacı'nın içinden çıkan yaşlı tanrıça (ağacın ruhu) ona güneye giderek eşini bulmasını söyler. Alevli Kan ırmağı'nı atının yardımıyla geçer. Türlü engellerin üstesinden gelerek eşini bulur ve ülkesine geri döner. Saha halkı da onun soyundan türer. Kimi yönleri Oğuz Han'la benzerlikler taşır. Karısının adı "Hotuna/Hotuğuna"dır.



SÖGÖK İYESİ


Mezarlığın koruyucu ruhudur. Onların nasıl göründüğünü genelde kimse bilemez. Ölenlerin ruhlarını cinlerden korurlar. Ayrıca mezarlara saygısızlık gösteren insanlara musallat olup, başlarına felaket getirirler. Özellikle mezar soyguncularının yatağa düştükten sonra öleceklerine inanılır. Mezarlıkta yaşayan iyelerin huzurunu bozmamak için saygılı olunmalıdır, buralarda uyumak ve yemek iyi değildir. Güneş batarken veya hava karardıktan sonra mezarlığa girilmesi uygun değildir.


SU ANA


Su tanrıçası. Sularda yaşayan ruhsal bir varlıktır. Uzun siyah (bazen sarı) saçları neredeyse yere değmektedir. Teni kızılımsıdır ve iri göğüsleri vardır. Gözleriyse kaşsız, siyah ve iridir, hatta pörtlek olduğu bile söylenir. Genelde su kıyısında veya iskelede, saçlarını altın (gümüş) tarağıyla tararken gözükür. İnsanlardan korkup hızla suya dalar ve bu esnada altın (gümüş) tarağını da su kenarında unutabilir. Ancak bu tarağı almamak gerekir çünkü onu çalan insanları asla rahat bırakmaz. Su Ata'nın karısı olduğu söylenir. Su Ata ve Su İyesi'nden farklı olarak kıyıya çıkmayı çok sever.


SU ATA


Su tanrısı. Genelde ırmakların, göllerin, sazlıkların en derin yerlerinde yaşar. Kıyıya çıkmayı sevmez ve insanların gözüne de görünmek istemez. Irmağın derin yerlerine girerek kendisini huzursuz eden insanlara kızarak onları dibe çeker. Bu yüzden eskiden suda boğulup ölen kişiler için "Su Atası aldı" dendiği bilinmektedir. Suyu kirletenlerden ve onların yaşadığı köylerden nefret eder. Onun huyunu anlayabilmek olanaksızdır, hiç beklenmeyen bir anda suyu dalgalandırabilir, hayvanların, insanların boğulup ölmesine neden olabilir. Suların sakin olduğu bir günde ırmağın veya gölün sularının aniden yükselerek bağlağıların (barajların), büğetlerin (bentlerin) veya su değirmenlerinin yıkılması onun kızdığına yorumlanır. Bu durumda onu yatıştırmak ve hoşnut etmek için bütün bir ekmeği suya bırakırlar. Bazı yörelerde başka bir köyden gelin gelen kızları, kendi ırmaklarında veya göllerinde yaşayan Su Atası'na tanıtmak amacıyla suya atarlar. Gelinlerin suya atılmalarının asıl sebebinin unutulduğu ama bu göreneğin günümüze dek korunduğu köyler vardır.


SU İYESİ


Suyun koruyucu ruhudur. Her suyun bir iyesi vardır ve hepsi sularda yaşarlar. Yalnızca akarsuların değil su kaynaklarının da koruyucu ruhları bulunur. İnsanlara zarar vermezler. Cisimsiz, saçsız, sakalsız, kaşsız varlıklardır.  Maviye çalan bir renkleri vardır ve ak giysiler giyinirler. Kimi zaman boynuzlu olarak betimlenir. Balık ve yılan kılığına girebilirler. Bazıları denizkızları gibi balık kuyrukludurlar. Etraflarında yüzen ve ışıldayan mavi renkli balıklarla tasvir edilirler. Yaşadıkları suyun derinliklerindeki büyük bir kayanın altında bulunan geçitten girilen bir sarayda yaşarlar.


SUGORUN


Şaman tanrısı. Gelecekte kam (şaman)  olacak kişiyi  önceden tespit ederek, gerektiği gibi  yetişmesine hükmeder.  Suğorun  iyi veya kötü değildir. Türk Mitolojisi'nde nötr karakter içeriğine sahip olan belki de tek varlıktır. Ancak kızdığı zaman dehşeti çok kötü olur. Bazı metinlerde bir "Deniz Ruhu" olarak anılır. Sibirya inançlarındaki Suğor (Suvor) adlı varlıklar insanların kafasını karıştırır, gönlünü bunaltırlar, yüreğinin derinliklerine nüfuz edebilirler.



SULUKUN


Suların hakanı. Suların altındaki saltanata hükmeder. Bazı anlatılarda ilk insanın oğlu olarak kabul edilir ve ruhu yeraltına gidip oradaki denizi yönetmeye başlamıştır. Sayısız sürüsü vardır. Gelecek yılda neler olacağını bilir.  Emrindeki ruhlara "Sulukunlar"  adı verilir. Sulukunlar Yakut Mitolojisi'nde derin göllerde ve nehirlerde yaşayan ruhsal varlıklardır. Yüzleri insanlara benzer, ancak kaşları yoktur. Kısa boylu olduklarına inanılır. Yılgayak'da (Nevruz) yeryüzüne çıkan bu varlıklar "Evrenin Uyuduğu An"da kutlu sularda yüzerler. Onlara o gece, sulara yakın yerlerdeki mezarlıklarda ya da boş evlerde rastlanabilir, eğer kaçarak kaybolmazlarsa geleceği tahmin edip ne haber verebildikleri söylenir. İnsanlara cömertçe altın verirler, ancak bu para yedi gün içinde tenekeye dönüşür. Dişilerinin bazen doğum yapan kadınlara yardımcı olduklarına da inanılır.


SUS HANlM


Yağmur tanrıçası. Geceleri köylerin etrafında dolanıp kontrol eder. "Süyüt Kazan" (Süt Kazan) adlı yağmur dileme merasimi onun adına gerçekleştirilir ve kendisinden yağmur istenilir. Eski Türklerde yağmur gökyüzündeki efsanevi Süt Gölü'nden yağan süt damlaları olarak algılanırdı. Çadırın tepesindeki Tündük'ten (duman deliğinden) içeriye girerek doğacak çocuğa hayat veren ışıktan oluşan yaşam enerjisine de "sus" adı verilir.



SUYLA


Yazgı tanrısı. Güneş ve ayın ışığından yaratılmıştır ve bu ışığa su katılmıştır. At gözlü, kartal gagalı, eşek kulaklı ve yılan saçlıdır. İki dili vardır. Otuz günlük uzaklığı görebilir. Ülgen'e kurbanların ruhunu ulaştırır. İnsanların yaşamlarını denetler, bir değişiklik olduğunda Ülgene bildirir. Ülgen'e kurban götüren şamana gök yolculuğunda yardımcı olur ve onu kötü ruhların saldırısından korur. Genelde Karlık Han'la birlikte adı anılır. Toğurtka/tomurtga (ağaçkakan) Suyla Han'ın ongunudur ve bu kuş Tanrı'nın elçisi olarak kabul edilir.


SÜN HAN


Aile tanrısı. Ailenin ve soyun koruyucusudur. Onları düşman soyların zararlarına karşı korur. Himayesindeki insanlar düşünceli, mantıklı, güçlü ve cesur olurlar. Dünyayı ışık yayarak kirden, pislikten, kötü işlerden temizler. Çok kuvvetli ve ürkütücü bir tanrıdır.



Bahattin Uslu’nun Türk Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.

Mısır'da Fatımiler Devleti (H. 297-567/M. 909-1171)

 


Fatımiler Magrib bölgesinde ortaya çıktı. Fatımiler soy olarak Cafer es-Sadık vasıtasıyla Hz. Peygamberin kızı Fatıma'ya ulaşırlar. Bunlardan ilk halifeliğini açıklayan kişi hicri 3. yüzyıl sonlarında Ubeydullah el-Mehdi idi (H. 297-322/M. 909-934). Bundan dolayı söz konusu devlete "Ubeydiyye" adı da verilmiştir. Hicri 4. yüzyıl ortalarında Fatımi halifelerinin egemenliği baş komutanları Cevher aracılığıyla Mısır'a kadar genişlemişti. Mısır o tarihte Abbasilere bağlı bir eyaletti. Cevher H. 360/M. 971 yılına doğru Mısır'ı Fatımiler adına ele geçirip Kahire şehrini kurmuştur. Günümüzde de aynı isimle bilinen Kahire'ye Fatımi halifelerinden ilk giren kişi el Muizli­ dinillah'a nispetle "Kahire-i Muiziyye" adı da verilmişti. Söz konusu halifeden sonra gelen Fatımi halifeleri, Arap olmayan, Türk ve Kürtlerden oluşan unsurlara devlet işleri vermelerinden dolayı, Bağdat'taki Abbasi Devleti'nin gerilemesi ve yıkılmasına neden olan sıkıntılara düşmüşler ve yıkılıncaya kadar da söz konusu bölgede egemenliklerini bu şekilde sürdürmüşlerdir.


Fatımilerden sonra Mısır'da egemenlik H. 677 yılında meşhur Selahattin Eyyübi'nin eline geçti. Fatımiler, Mısır'da günümüzde bile dikkat çeken büyük eserler bırakmışlardır. Özellikle Kahire şehri ile Ezher Camii bunlardan ikisidir. Selahattin'den sonra egemenlik onun oğullarına ve kardeşlerine geçti. Kahire kalesi Selahattin'in Mısır'da bıraktığı önemli eserlerden biridir. Eyyubilerden sonra Memluklular bu bölgeye egemen olmuşlar ve Osmanlı padişahı Yavuz Sultan Selim tarafından H. 923/M. 1517 yılında Mısır fethedilinceye kadar söz konusu bölgede yönetimlerini sürdürdüler.


İslamiyet’in doğuşundan günümüze dek kurulan İslam devletlerinin sayısı burada sayılamayacak kadar çoktur. Bugüne kadar kurulan İslam devletlerinin sayısı 104 ve bu devletlerin lranlı, Türk, Çerkez, Kürt, Hintli, Tatar, Moğol ve Afganlı unsurlardan halife, sultan, melik, emir, atabek, ihşit, hidiv, şerif, bey, dayı vs. unvanlarla bu devletlerde hüküm süren devlet başkanlarının sayısı da 1195'e e ulaşmaktadır. İslam devletlerinin en ünlü başkentleri Medine, Küfe, Şam, Bağdat, Kahire, Kayrevan, Kurtuba, İstanbul, San'a, Umman ve Delhi vs.'dir.



Corci Zeydan’ın İslam Uygarlıkları Tarihi Kitabından Alıntılanmıştır.

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak