22 Aralık 2022 Perşembe
Türk Soylu Halklarda Gök Tasavvuru-2
Güneş ve Ay
Altay Tatar efsanelerinde çok eski dönemlerde güneşin ve ayın olmadığından bahsedilir. O zamanlarda insanların uçabildiklerine ve kendiliklerinden ışık ve ısı saçtıkları için de güneşe ihtiyaç duymadıkları anlatılır. Bir gün bu insanlardan birisi hastalandığında, Tanrı onu iyileştirmesi için bir yaratık yollar. Bu yaratık göğe iki metal ayna (toli) yerleştirir ve o zamandan beri dünya aydınlıktır.
Bu efsane daha önce görmüş olduğumuz bir başka inançla, insanların cennetten kovulmadan önce ışık saçan varlıklar olduğu inancıyla irtibatlı görünmektedir. Kalmuklar, insanların cennette oldukları dönemde ay ve güneşin olmadığını, güneş ve ayın insanlar cennetten kovulup, dünya karanlığa büründüğünde yaratılmış olduğuna inanırlar.
Söz konusu efsanede yer alan güneş ve ayın bir ayna olarak tasavvur edilmesi, kehanetle ilgili inanç ve ritüellerle de ilgilidir. Bu inanışlara göre, dünyada olan biten her şey, güneş ve ay tarafından kahinin aynasına yansıtılır. Altay destan kahramanlarından biri, kaybettiği tayını nereye gitmiş olduğunu bulmak için aynasını güneş ve aya çevirerek yansımayı inceler. Bu tarz bir kehanet ve kahinlik geleneği, Kuzey Sibirya halklarından Ostyaklar arasında güneş, geleceğe ilişkin kehanette bulunmak için önemli bir nesnedir. Kahin, güneşe ve yansımasına bakarak, uzaktaki bir kişinin bile kaderini ve ilişkilerini görebilir. Bu sebeple olmalı ki, Sibirya şamanları geleneksel olarak giysilerinin üzerine metal parçaları ve aynalar asıp, taşırlar.
Yine Orta Asya’da Buryatlara ait kayda geçirilen bir efsaneye göre, bir zamanlar birden fazla, üç veya dört tane güneş varmış; bu sebeple dünya boğucu derecede sıcakmış. Sonra Erkhe-Mergen isimli bir kahraman gelip, bu güneşlerden biri hariç, hepsini oklayarak denize düşürmüş ve geriye sadece şimdi dünyamızı ısıtıp, aydınlatan güneşimiz kalmış. Torgut efsanelerindeyse, insanların ilk yaratıldığı dönemde şeytan (šulma), Tanrının (Burkhan bakši) yaratmış olduğu dünyayı yakıp kavurması için üç tane güneş yaratmış, bunun üzerine Tanrı, bir sel yaratarak, şeytana boyun eğdirdiği gibi, gökte de sadece bir güneş bırakıp, diğerlerini şeytanı kovduğu yer altının derinliklerine gömmüş.
Amur vadisinde de birden fazla güneşe dair efsanelere rastlanır. Goldelerin anlattıklarına göre çok uzun zamanlar önce üç tane güneş varken, insanlar ışıktan kör, sıcaktan kavrulacak hale gelirler. Yeryüzünün sıcaklığından nehirler kaynar, geceleri üç güneş Batıp, üç ay çıktığından, insanlar uyuyamaz hale gelirler. İnsanları bu eziyetten kurtarmak için bir kahraman çıkıp, okuyla güneş ve aylardan ikişer tanesini vurarak gökyüzünden düşürür. O zamanlar yeryüzü daha yumuşak olup, daha sonraki zamanlarda sertleştiği için, bu kahramanın ayak izleri hâlâ kayalar üzerinde dururmuş. Bu bölgedeki bazı Tunguz kabileleri dağlardaki taş kömürünün üç güneşin dünyayı kavurduğu zamanlardan kalma olduğu, oklanarak öldürülen diğer iki güneşin de hâlâ güneşin iki yanında birer gölge olarak kaldığına inanırlar. Goldeler gibi Gilyaklarda da üç güneşle, üç ay inancı vardır. Bu üç güneşin ısısı yüzünden yeryüzü yanar ve kaynayan denizin içinde batar. Bir ren geyiğine binen efsanevî bir kutsal varlık çıkıp, güneş ve ayların fazla olanlarını oklayarak öldürür ve yeryüzünde hayat bundan sonra yeniden başlar.
Karşılaştırma yapılacak olduğunda, başka kültürlerde de birden fazla güneşin olduğu efsanelerine rastlanır, meselâ Çin’de on, Hindistan’da yedi ve Sumatra’da da sekiz tane güneş olduğuna inanılır.
Bir Buryat efsanesinde esir edilip, sonra serbest bırakılan gök ışıkları üzerinedir. Gökyüzü ve yeryüzü, çocuklarının evlenmesi sonucu birbirleri ile akraba olduklarında; “Yeryüzünün efendisi”, “Gök Tanrı”yı ziyaret edip, ayrılırken güneş ve ayı kendisine hediye etmesini ister. Gök Tanrı, ay ve güneşi “Yeryüzü efendisine” verir. “Yeryüzünün efendisi” onları alıp, bir çekmeceye kapatmasıyla bütün tabiat bir anda kararır. Bunun üzerine Gök Tanrı, kirpiye güneş ve ayın yerini bulup kendisine getirmesini emretmesi üzerine kirpi, “Yeryüzünün efendisi”ni ziyaret eder. Ayrılırken, “Yeryüzünün efendisi” kirpiye misafirperverliğinin yadigârı olarak bir hediye vermek ister ve kirpiye ne istediğini sorar. Kirpi de ondan “serap yaratan at”la, “yankı mızrağı”nı ister. Yeryüzünün efendisi, bunları vermek istemediğinden, bunların yerine kirpiye güneş ve ayı verir. Kirpi de, bu gök ışıklarını tekrar eski yerlerine dönmeleri için bırakır ve dünya yeniden aydınlığa kavuşur.
Alarsk bölgesi Buryatlarında bu efsanenin bir başka şekline rastlanır. Bu anlatımda göklerin ruhu “Hãn-čurmasan” ve denizlerin ruhu ”Lusat” arasında bir misafirperverlik hediye teatisi yapılır. İlki diğerine güneş ve ayı hediye ettiğinde bütün dünyanın kararmasıyla, insanlar birbirlerini bulamadıkları gibi, hayvanlar da umutsuzca bağrışırlar. Bu dönem tam üç yıl sürer ve dünyadaki canlıların çoğu ölür. Güneş ve ayı gökyüzüne nasıl tekrar getireceğini bilemeyen “Göklerin ruhuna” bir kirpi, “Denizlerin ruhuna” misafirliğe gitmesini ve ayrılırken de hediye olarak vermesi imkânsız bazı şeyleri, meselâ ormanların uğultusunu ve denizlerdeki körfezleri istemesini tembih eder. “Denizlerin ruhu” bu dilekleri yerine getirmek istemediği için, güneş ve ayı geri verir. Bundan sonra da “Göğün ruhunun” kızıyla, “Denizin ruhunun” oğlu evlenirler.
Muhtelif başka efsane ve destanlarda kirpi, tavsiyeler veren bilge bir hayvan kimliği ile karşımıza çıkar ki, bazı yerlerde ateşi bulan, bazı yerlerde tarım yapmayı öğreten varlık kirpidir. Eski İran mitolojisinde de bu hayvanın çok özel bir yeri vardır.
Altay Tatarlarının güneş ve ayın meydana gelişini anlatan efsanelerinde, Oçirvani’nin kılıcının üzerine bir ateş parçası koyup, bunu göğe fırlattığı ve güneşin bu şekilde meydana geldiği anlatılır. Ay ise, Oçirvaninin kılıcını sertçe suya vurmasıyla meydana gelmiştir. Güneş, ateşten yapılmış olduğu için yakıcı derecede sıcak, ay ise sudan yaratılmış olduğu için soğuktur. Ayın yaratılmasıyla ilgili bu inanç sebebiyle, gece don ve buzlanmalarla, nemin aydan kaynaklandığına inanılır. Soğuk ay ve sıcak güneş tasavvuru, Teleüt efsanelerinden birinde; “bir Han, kızının taliplerinden, ayı kapısının önüne, güneşi de penceresinin önüne getirip koymasını ister. Ama ay getirildiğinde ocakta kaynayan su donar, güneş getirildiğindeyse etraftaki her şey eridiği” biçiminde geçer.
Bir çok Türk kökenli halk, güneşin dişi (Güneş ana), ayın da erkek (Ay baba) olduğuna inandıkları gibi, bazı efsanelerde Ay Han ve Güneş Han’dan bahsederler. Çin kaynaklarına göre, Moğol hükümdarları sabahları güneşe ve akşamları da aya ibadet ederlerdi. Goldeler, hastaların iyileşmesi için güneşe adak adarlar, böylesi durumlarda şamanın yardımı istenmez, hastanın kendisi veya yakını güneş doğmadan dışarı çıkıp, güneşin doğmasını bekler. Güneş, dağların arkasından çıktığı anda da şu sözlerle dua eder: “Kardeşimi iyileştir, o cesur bir insan, sana bunun için yiyecek sunacağız”. Hasta sağlığına kavuşursa, güneşe bir horoz, bir ördek veya bir domuz kurban edilir. Kanının bir kısmıyla, kalbi, karaciğeri ve akciğeriyle, bazı iç organları doğan güneşe doğru atılır. Aynı şekilde, güneşe doğru damıtılmış içkiler de serpilir. Sunakta değil de, evde herkesin kendi başına yapabildiği bu kurban ayininde, Çin kültürü etkisi sezilmektedir. Geçim kaynakları tarım olan İdil Çuvaşları da “Güneş ana”ya beyaz bir sığır kurban ederler.
Goldeler ise, sadece güneşe değil, ay ve Orion (avcı) yıldız kümesine de kurban sunarlar. Diğer halklarda ay kültüne ilişkin yeni doğan ayın selamlanma merasimi dışında pek teferruatlı bir bilgi yoktur. Bu tören esnasında mutluluk ve sağlık getirmesi dilenir. Her ne kadar ay ve güneş, Tunguz şaman ayinlerinde çok önemli bir yer işgâl etmesine rağmen, Kuzey Sibirya halkları arasında güneş ve aya hayvan kurban edilme adetine hemen hemen hiç rastlanmaz. Güneşin insanların yaptıkları her şeyi gördüğü inancı, Tunguzlarda sık sık kullanılan “güneş görüyor” veya “güneş biliyor ki” ifadelerinden de anlaşılmaktadır. Yakutlar’da yemin edilirken, güneş şahit gösterilerek; “eğere yalan söylüyorsam, güneş beni ısı ve ışığından mahrum etsin” denir. Orta Asyadaki İranlılar arasında da güneşin adı verilerek, yemin edilmesine, güneşin, andından dönenleri cezalandıracağına inanılır.
Diğer pek çok halk gibi, Altay halkları da zamanı ölçmek için güneşin ve ayın evrelerini temel almışlardır. Plano Carpini’nin aktardığına göre Moğollar, sefere çıkış veya benzeri önemli şeyleri sadece dolunay veya yeni ay dönemlerinde gerçekleştirirler. Yakutlar, Estonyalılar ve Finliler düğünlerini yeni ay çıktığında yaparlar. Güneş ve aya bakarak hava durumunun yorumlanmasında ise hemen hemen Avrupadakilere benzer yorumlar yapılır. Tunguzlar ve Yeniseyler, ayın etrafında hare oluşmasını kışın havaların soğuyacağına, yazın da yağmur yağacağına dair bir işaret sayarlar. Bu hareler için; “havalar kötüye gideceği için ay çadırını kuruyor” denir ve bu inanış, Ostyaklar arasında da geçerlidir.
Bunun yanında aydaki lekeler, hemen hemen bütün halkların hayâl gücünü meşgûl etmiş ve bir çok efsaneye de malzeme sağlamıştır. Meselâ, Yakutlar arasında anlatılan bir efsaneye göre hayatın zorluklarına dayanamayan ve aydan yardım isteyen yetim bir kıza ay acıyarak, onu kendi yanına almaya karar verir. Her tarafın donduğu bir gece, kız su getirmeye gittiğinde ay aşağı iner, kızı kucağına alır ve gökyüzüne geri döner. Bu yüzden aya dikkâtle bakıldığında, omzunda iki tane su kovasının asılı olduğu sırık taşıyan bir kız görülebilir. Bazı bölgelerdeki Yakutlar, aya bakıldığında iki çocuğun görülebileceğini söylerler. Bu efsaneye göre, su almaya giden iki kardeş-biri erkek diğeri kız- yolda durup ayı seyretmeye başlarlar ve bunu farkeden ay onları yanına alır. Bu sebeple Yakutlar çocuklarına özellikle dolunay dönemlerinde aya bakmamalarını yenbih ederler.
Buryatlarda ise, aya bakıldığında sadece kovaları ile beraber bir kız değil, ayrıca bir de söğüt ağacı görülür. Bu efsanedeki öksüz kızın çok merhametsiz ve sert bir üvey annesi olduğu ve kızın bir gün su getirmeye gittiğinde biraz oyalanıp geç kaldığından dolayı, üvey annenin; “keşke güneş veya ay seni alsa” diye beddua etmesi üzerine, kızın dönüş yolunda güneş ile ayın kendi üzerine doğru alçaldıklarını görüp, korkarak bir söğüt ağacının arkasına saklandığı, güneş tam yaklaşıp kızı alacakken, ay güneşe; ”sen gündüzleri çıkıyorsun, ben ise geceleri, kız benim hakkım” demesi üzerine, güneşin bunu kabûl etmesiyle, ayın kızı, söğüt ağacıyla birlikte yeryüzünden alıp götürdüğü anlatılır ki, bu efsane aynı şekilde Yakutlar arasında da anlatılır.
Tunguzlar arasında kayda geçirilen bir başka efsaneye göre ise, su getiren bir kız, aya yalvararak, kendisini bu hayatın meşakkât ve çilesinden kurtarmasını diler, ay da kıza acıyarak onu kovalarıyla beraber yukarı çekip, yanına alır. Goldeler’de, su getirmeye gidip uzun süre ortada görünmeyen kızına; “keşke ay seni alsa” diye beddua eden taş kalpli bir anne hikayesi anlatılır ki, söylendiğine göre, ay o kadar hızla gelip kızı alır ki, kız kovalarını bile toplamaya vakit bulamaz. Gilyaklar da aya bakıldığında, omzundaki sırıkla, ucunda su kovaları taşıyan bir kız görülebileceğine inanırlar.
“Ayın aldığı su taşıyan kız” efsanesinin bir başka anlatımına İzlanda Edda’larından birinde rastlanır. Bu efsane aynı şekilde kıta Avrupası’nda yaygın olarak bilinmekte, yine ilginç bir şekilde, bazı Kuzey Amerika yerlileri arasında da –meselâ, Tlingit ve Hayda yerlileri arasında-aya bakıldığında omzunda su kovaları taşıyan bir genç kız görülebileceği inancı hâkimdir.
Altay Tatarları arasında anlatılan bir başka efsanede, ayda yaşayan bir ihtiyar adamdan bahsedilir ki, bu ihtiyar, çok kötülük yapmış ve insan yiyen bir kimsedir. Gökteki varlıklar, insanların bu adamdan çektiklerine acıyarak, bir araya gelip ne yapabileceklerini konuşurlar. Güneş: “Ben aşağıya inip, insanları bu yaratıktan kurtarmak isterim, ama ben aşağıya inersem, benim sıcaklığım bütün insanlara zarar verir” demesi üzerine, ay insanların kendi soğuğuna dayanabileceklerini söyleyerek, bu vazifeyi üstlenir ve yere iner, adamı bir çalılıkta frenk üzümü yerken bulur ve onu çalıyla birlikte alıp, gökyüzüne çeker. Bu yüzden bugün hâlâ bu insan yiyici canavar ve frenk üzümü çalısı ayın üzerinde görülebilmektedir.
Turuhansk bölgesinde yaşayanlar, ayın yüzeyinde, davuluyla birlikte bir şamanın görülebildiğine inanırlar. Zamanında çok kudretli bir büyücü olan bu şaman, ay ile savaşmaya karar vermiş, ama aya daha yaklaşamadan ay onu yakalayıp, esir almıştır.
Tatar, Kalmuk ve Moğol inanışlarına göre, ayın üzerinde bir tavşan bulunmaktadır. Şamanlar, göğe yaptıkları seyahâtte bazen bu tavşanı avlamaya çalışırlar. “Ay tavşanı” tasavvuruna benzeri şekilde, Hind, Çin ve Japon efsanelerinde hâtta yeryüzünün başka bölgelerinde de rastlanır.
Ayın küçülmesini Yakutlar, bazı efsanevî kurt ve ayıların ayı yemeleri ile açıklarlar. Ay tekrar büyüyüp kendi boyuna ulaştığında, bu vahşi hayvanlar tekrar gelip, onu yemeye başlarlar. Goldeler, ay tutulmasının sebebinin Gök Tanrı’nın köpeği olduğundan hareketle, Gök Tanrı’nın köpeği eğer ayı ısırmayı başarırsa, ayın göğün en uzak noktasına kaçarak, şifalı otlarla kendi yaralarını tedavi ettiğine, bu esnada da ışıklarının dünyaya ulaşamadığına inanırlar. Gilyaklar, ayda oturan bir köpeğin ayı ısırdığına, İskandinav Edda’sında da iki kurdun güneş ve ayı yutmaya çalıştıkları anlatılır.
Ayın erkek, güneşin de dişi olduğunu tasavvur eden Goldeler, ayın düzenli olarak kaybolmasını, ayın güneşi takip etmesine bağlarlar.
Ay ile güneş buluştuklarında, ay kaybolmaktadır. Telengitler de güneş tutulmasını erkek olan güneş ile, dişi olan ayın gökyüzünde buluşmaları şeklinde açıklarlar.
Ay ve güneş tutulmaları, ilkel toplumlarda korkuyla karışık bir merak uyandırmıştır. Buryatlar, canavar bir hayvanın ay ve güneşi takip ettiğine ve kimi zaman da onları yuttuğuna inanırlar. “Alkha” isimli bu canavar, bütün dünyayı karanlığa boğduğunda, tanrılar öfkelenerek, bu yaratığın vücudunu ikiye bölerler. Hayvanın alt tarafı kopup düşerken, kafa kısmı hayatta kalır ve gökyüzünde dolaşmaya devam eder. Ay ve güneş, artık canavarın kendilerini gövdesinde saklayamayacağı için tekrar gökteki yerlerini alırlar. Buryat inanışlarına göre; “Alkha” peşlerine düştüğünde, ay ve güneş ondan kaçmaya çalışır ve yardım isterler. Bu sebeple insanlar, bağırıp gürültü yaparak gökyüzüne taşlar ve oklar atarak bu canavarı korkutmalıdırlar.
Bazı yerlerde anlatıldığına göre Oçirvani (Vairapani), insanlara iyilik yapmak istediğinde ay ve güneşten insanlar için “hayat suyu” hazırlamalarını ister, ama “Arakha” gelip bunun hepsini içer ve fıçının içini de pisletir. Bu vahşi yaratığın yaptıklarını ve yerini aya sorup öğrenen Tanrı, onu bulur bulmaz saldırıp, ikiye ayırır. Arakha’nın hâlen yaşayan ön tarafı bu sebeple sık sık ayı rahatsız etmektedir. Bazıları da aydaki lekelerde bu vahşi yaratığın bedeninin görülebileceğini anlatırlar.
Güneş ve ay tutulmalarına sebep olan bu “Alkha” veya “Arakha”, Hind efsanelerinde geçen “Rahu” ile aynıdır. Moğollarda bu yaratığın efsanesi mevcuttur. Tanrılar (Devalar) ve şeytanlar (Asuralar) “Süt denizini” yarattıklarında, buradan ilk olarak güneş ve ay çıkıp, gökyüzüne yerleşirler. Bunun yanında bir tas “Hayat suyu” da ortaya çıkar ve şeytanlar bu suyu kendileri için alıkoyarlar. Bunun üzerine Khurmusta diğer tanrıları toplayıp, bu içecekten içen şeytanların gittikçe daha da güç kazanacaklarını, bu sebeple bu suyu onlardan çalmaları gerektiğini söyler. Bunu duyan güneş, alımlı bir bakire suretine bürünürek, “Hayat suyu”ndan içmek için toplanmış olan şeytanların yanına gider. Bu sıvının onlara zarar verebileceğinden şüphelenen, lâkin ne yapmaları gerektiğinden emin olamayan şeytanlara öncelikle yıkanmaları gerektiği tavsiyesinde bulunur ve onlar yıkanırken, güneş “Hayat suyu” kabını alarak tanrıların yanına döner. Şeytanlar bu ihanetin farkına vardıklarında tası geri almak için içlerinden “Rahu” adlı birini ay suretine sokarak, karşı tarafın arasına sızmasına karar verirler. Ama tam o sırada gerçek ay gelir ve kendi suretine bürünmüş olan Rahu’nun tanrıları kandırmak üzere hazırlandığını görerek, bunu Vairapani’ye haber verir. Vairapani, Rahu’yu kılıcı ile ikiye bölmesiyle, o günden beri Rahu’nun bedeninin sadece üst kısmı yaşamakta ve güneşle ayı takip etmeye devam etmektedir.
Amur vadisi boylarında görülen, güneş ve ayı takip eden ejderha tasavvuruysa hiç şüphesiz Çin kültüründen geçmiştir. Orman Tatarları ve Altyalılar, ay tutulmasının ayın üstüne çıkan yedi başlı ve insan yiyen jälbägän isimli bir yaratıktan kaynaklandığına inanarak, ay tutulduğunda “jälbägän yine ayı yedi” derler. İdil boyu Tatar ve Çuvaşları da, ara sıra güneş ve ayı yutan bir hayâletten bahsederler ki, bu hayâlet bunlardan birini yuttuktan sonra, çok sıcak oldukları ve ağızları yanmaya başladığı için tekrar dışarı çıkartmak zorunda kaldıklarına inanırlar.
Buryatlar gibi başka bir çok halk da ay ve güneşi gürültü yaparak koruyabileceklerine inanırlar. Ruysbroek, Moğolların ay tutulmaya başladığında yüksek sesle bağırıp çağırdıklarını, davul çaldıklarını, tutulma geçtikten sonra da mutluluk içerisinde şölenler düzenleyip, yiyip içtiklerini anlatır.
Güneş ve ayın dışında, Kutup yıldızı, küçük ve büyük Ayı, Ülker ve Orion yıldız kümesi, Venüs ve Samanyolu da Altay halklarının ilgisini çekip, hayâl güçlerini cezbeden unsurlar olup, aynı gök cisimleri Kuzey Amerika yerlileri arasında da benzeri ilginç inançları oluşturmuştur.
Uno Harva'nın Altay Panteonu adlı kitabında alıntılanmıştır.
Çeviren: Erol Cihangir
21 Aralık 2022 Çarşamba
Güneş Sistemindeki dengeler
Güneş Sisteminin Galaksideki yeri
Bilindiği gibi, Samanyolu galaksisi spiral şeklinde bir yapıya sahiptir. Spiral galaksilerdeki yıldızlar ve gök cisimleri, şişkin yuvarlak bir merkezi ve bu merkezden dışarı doğru aynı düzlemde ve aynı açıda kıvrılan kolları oluşturacak biçimde konumlanmışlardır. Merkezden çıkan bu spiral kolların arasında kalan uzay boşluğunda da bazı yıldız sistemleri bulunur, fakat bunların sayısı yok denecek kadar azdır. İşte bizim Güneş sistemimiz de bahsettiğimiz bu spiral kolların arasında yer alan ender yıldız sistemlerinden biridir.
Peki Güneş Sistemi'nin spiral kolların arasında olması neden bu kadar önemlidir?
Öncelikle bulunduğumuz nokta itibariyle, spiral kollardaki gazlar ve artıklardan uzak temiz ve net bir uzay görüntüsüne sahibiz. Eğer spiral kollardan birinin içinde olsaydık, görüntümüz dikkate değer ölçüde bozulacaktı. Prof. Michael Denton, Nature's Destiny (Doğanın Kaderi) adlı kitabında bu konuda şunları söylemektedir:
Son derece çarpıcı olan bir başka gerçek, evrenin sadece bizim varlığımıza ve biyolojik ihtiyaçlarımıza olağanüstü derecede uygun olması değil, aynı zamanda bizim onu anlamamıza da son derece uygun olmasıdır... Güneş Sistemimiz'in bir galaktik kolun kıyısında bulunması, bizim geceleri gökyüzünü inceleyerek uzak galaksileri görebilmemizi ve evrenin genel yapısı hakkında bilgi sahibi olmamızı sağlamaktadır. Eğer bir galaksinin merkezinde yer alsaydık, hiçbir zaman bir spiral galaksinin yapısını gözlemleyemez ya da evrenin yapısı hakkında bir fikir sahibi olamazdık.
Spiral kollar arasında yer alan yıldızlar normalde yerlerinde uzun süre tutunamaz, sonunda bu kolların içerisine çekilirler. Ancak, Güneş Sistemimiz son 4.5 milyar yıldır galaksinin spiral kolları arasındaki sabit yörüngesinde konumunu devam ettirmektedir.
Konumumuzun sabitliği, Güneş'in "galactic co-rotation radius" (galaktik ortak dönüş yarı çapı) adı verilen bir hat üzerinde yer alan ender yıldızlardan biri olmasından kaynaklanır.
Bir yıldızın iki spiral kol arasında sabit kalabilmesi için sadece galaksi merkezinden belli bir mesafede, yani "co-rotation radius" üzerinde olması ve tam olarak galaksi kollarının merkez çevresinde döndüğü hızda yol alması gerekmektedir. İşte galaksideki milyarlarca yıldız arasında yalnızca Güneşimiz, bu çok özel ve ayrıcalıklı konuma ve hıza sahip bir yıldızdır.
Bunun yanısıra, spiral kolların dışında olduğumuz için evrenin en güvenli yerinde bulunuyoruz. Çünkü yıldızların yoğun olarak bulunduğu ve bu nedenle çekim güçlerinin gezegen yörüngelerinde aksamalara yol açabileceği bölgelerin dışındayız.
Ayrıca, supernova patlamalarının öldürücü etkilerinden de çok uzağız. Aksi takdirde, Dünya'nın 4 milyar yılı aşkın uzun yaşamı (gezegenin insan yaşamına elverişli hale getirilmesi için gerekli olan süre) içinde bulunduğumuz galaksinin başka bölgelerinde mümkün olmazdı.
Güneş Sistemindeki dengeler
Evrendeki hassas denge ve düzeni en açık biçimde gözlemlediğimiz alanlardan biri de, Dünyamızın içinde bulunduğu Güneş Sistemi'dir. Güneş Sistemi'ndeki büyüklü küçüklü gezegenlerin eşsiz düzenleri, sistemin 4 milyar yılı aşkın bir süredir kararlı bir yapıya sahip olmasını sağlamıştır.
Güneş Sistemi'nde 9 ayrı gezegen ve bu gezegenlere bağlı 54 ayrı uydu yer alır. Bu gezegenler, Güneş'e olan yakınlıklarına göre; Merkür, Venüs, Dünya, Mars, Jüpiter, Satürn, Neptün, Uranüs ve Pluton'dur. Bu gezegenlerin ve 54 uydunun içinde yaşama uygun bir yüzey ve atmosfere sahip olan yegane gök cismi ise Dünya'dır.
Gezegenleri dış uzaya savrulmaktan koruyan etki, Güneş'in "çekim gücü" ile gezegenin "merkez-kaç kuvveti" arasındaki dengedir. Güneş sahip olduğu büyük çekim gücü nedeniyle tüm gezegenleri çeker, onlar da dönmelerinin verdiği merkez-kaç kuvveti sayesinde bu çekimden kurtulurlar. Ama eğer gezegenlerin dönüş hızları biraz daha yavaş olsaydı, o zaman bu gezegenler hızla Güneş'e doğru çekilirler ve sonunda Güneş tarafından büyük bir patlamayla yutulurlardı.
Bunun tersi de mümkündür. Eğer gezegenler daha hızlı dönseler, bu sefer de Güneş'in gücü onları tutmaya yetmeyecek ve gezegenler dış uzaya savrulacaklardı. Oysa çok hassas olan bu denge kurulmuştur ve sistem bu dengeyi koruduğu için devam etmektedir.
Bu arada söz konusu dengenin her gezegen için ayrı ayrı kurulmuş olduğuna da dikkat etmek gerekir. Çünkü gezegenlerin Güneş'e olan uzaklıkları çok farklıdır. Dahası, kütleleri çok farklıdır. Bu nedenle, hepsi için ayrı dönüş hızlarının belirlenmesi lazımdır ki, Güneş'e yapışmaktan ya da Güneş'ten uzaklaşıp uzaya savrulmaktan kurtulsunlar. Elbette tüm bu dengeler Güneş Sistemi'ndeki gezegenlerden biri olan Dünya için de geçerlidir.
Bunların yanısıra, son astronomik bulgular, sistemdeki diğer gezegenlerin varlığının, Dünya'nın güvenliği ve yörüngesi için büyük önem taşıdığını göstermiştir. Jüpiter'in konumu buna bir örnektir. Güneş Sistemi'nin en büyük gezegeni olan Jüpiter, varlığıyla aslında Dünya'nın dengesini sağlamaktadır. Astrofizik hesaplamalar, Jüpiter'in bulunduğu yörüngedeki varlığının, Güneş Sistemi'ndeki Dünya gibi diğer gezegenlerin yörüngelerinin istikrarlı olmasını sağladığını ortaya çıkarmıştır.
Diğer pek çok yıldız sisteminde Jüpiter benzeri gezegenler vardır. Fakat bunlar bulundukları sistemi kararlı hale getirmek ya da sistemlerindeki diğer gezegenleri korumaktan çok uzaktırlar. Washington Üniversitesi'nden Dr. Peter D. Ward'a göre, "Bugün gözlemlenebilen bütün Jüpiterler kötüdür. Tek iyi olan yalnızca bizimkidir. Ve öyle de olmak zorundadır, aksi takdirde ya karanlık uzaya ya da Güneşiniz'e doğru fırlardınız."
Jüpiter açısından bir diğer önemli nokta da şudur: Jüpiter olmasaydı yüksek sayıdaki kuyruklu yıldız çarpmaları nedeniyle yeryüzünde hayat olamazdı. Fakat Jüpiter devasa kütlesinin oluşturduğu manyetik alan sayesinde Güneş Sistemi'ne giren meteor ve kuyruklu yıldızların yörüngesini saptırarak Dünya'ya yönelmelerini engeller. Böylece, Dünya'ya bir kalkan görevi gören dev bir manyetik koruyucu şemsiye oluşturur.
Jüpiter'in Dünya'yı koruyucu bu ikinci işlevini gezegen bilimci George Wetherill, "Jüpiter Ne Kadar Özel" adlı bir makalede şöyle açıklar:
Jüpiter'in bulunduğu yerde eğer bu büyüklükte bir gezegen var olmasaydı, Dünya, gezegenler arası boşlukta gezinen meteorlara ve kuyruklu yıldızlara yaklaşık bin kat daha fazla hedef olurdu... Eğer Jüpiter olduğu yerde olmasaydı, şu anda biz de Güneş Sistemi'nin kökenini araştırmak için var olamazdık.
Dünya-ay ikili gezegen siteminin de Güneş Sistemi'ndeki dengenin korunmasında çok önemli bir etken olduğu hesaplanmıştır. Dünya-ay sisteminin yokluğunda, Jüpiter'in muazzam kütlesi Merkür, Venüs gibi iç gezegenlerde çok büyük bir istikrarsızlığa sebep olacaktı. Bu da belli bir zaman sonra Merkür ve Venüs gezegenlerinin yörüngelerinin çok fazla yakınlaşmasına yol açacaktı. Böyle bir yakınlaşma ise Merkür'ün sistemden dışarı atılmasına, Venüs'ün de yörüngesinin değişmesine neden olurdu. Güneş Sistemi'nin bir bilgisayar simülasyonunu yapan bilim adamları sistemde milyarlarca yıldır süre gelen denge ve kararlılığın, ancak bu gezegenlerin sahip oldukları ideal kütle ve konumları sayesinde mümkün olabileceğini, bu dengeden en ufak bir sapmanın dahi Güneş Sistemi'nin, dolayısıyla insanlığın var olmaması anlamına geleceğini belirlemişlerdir.
Dünyanın büyüklüğü ve iç yapısındaki oranlar
Dünya'nın Güneş'e olan mesafesi, dönüş hızı ya da yeryüzü şekilleri kadar, büyüklüğü de önemlidir. Dünya'nın büyüklüğü ise, canlılığın var olması ve varlığını sürdürmesi için tam olması gereken ölçüdedir.
Dünyamızı, Dünya'nın kütlesinin sadece % 8'i kadar bir kütleye sahip olan Merkür'le ya da Dünya'dan 318 kat daha büyük bir kütleye sahip olan Jüpiter'le karşılaştırdığımızda, gezegenlerin çok farklı büyüklüklere sahip olabileceklerini görürüz. Bu kadar farklı büyüklükteki gezegenler içinde, Dünyamızın büyüklüğünün tesadüfen tam olması gerektiği ölçüde oluşamayacağı açıkça görülmektedir.
Yerkürenin özelliklerini incelediğimizde, üzerinde yaşadığımız bu gök cisminin tam olması gereken büyüklükte olduğunu görürüz. Amerikalı jeologlar Press ve Siever, Dünya'nın bu yönden "uygunluğu" hakkında şu bilgileri verirler:
Dünya'nın büyüklüğü tam olması gerektiği kadardır. Daha küçük olsa yerçekimi çok zayıflayacak ve atmosferi Dünya'nın etrafında tutamayacaktı. Daha büyük olsaydı, bu kez de yerçekimi çok artacak ve bazı zehirli gazları da tutarak atmosferi öldürücü hale getirecekti.
Dünya'nın kütlesinin yanısıra, iç yapısı da yaşam için özel bir tasarıma sahiptir. Bu iç yapıdaki tabakalar sayesinde Dünya bir manyetik alana sahiptir ve bu manyetik alan yaşamın korunması için çok önemlidir. Press ve Siever bu konuyu şöyle açıklarlar:
Dünya'nın çekirdeği ise çok büyük bir hassasiyetle dengelenmiş ve radyoaktivite tarafından beslenen bir ısı motorudur... Eğer bu motor daha yavaş çalışsaydı, kıtalar şu anki yapılarına ulaşamazlardı... Demir hiçbir zaman erimez ve merkezdeki sıvı çekirdeğe inmezdi ve böylece Dünya'nın manyetik alanı hiçbir zaman oluşmazdı... Eğer Dünya'nın daha fazla radyoaktif yakıtı olsaydı ve dolayısıyla daha hızlı bir ısı motoru bulunsaydı, volkanik bulutlar Güneş'i kapatacak kadar kalın olur, atmosfer aşırı derecede yoğun hale gelir ve Dünya yüzeyi de hemen her gün volkanik patlamalar ve depremlerle sarsılırdı.
Press ve Siever'ın sözünü ettikleri manyetik alan, yaşamımız için büyük öneme sahiptir. Bu manyetik alan, yukarıda belirtildiği gibi, yerkürenin çekirdeğinin yapısından kaynaklanır. Çekirdek, demir ve nikel gibi manyetik özelliği olan ağır elementleri içerir. İç çekirdek katı, dış çekirdek ise sıvı haldedir. Çekirdeğin bu iki katmanı birbiri etrafında hareket eder. Bu hareket ağır metaller üzerinde bir çeşit mıknatıslanma etkisi yaparak bir manyetik alan oluşturur. Atmosferin çok daha dışına kadar uzanan bu alan sayesinde Dünya, uzaydan gelebilecek olan tehlikelere karşı korunmuş olur. Güneş dışındaki yıldızlardan kaynaklanan öldürücü kozmik ışınlar, Dünya'nın etrafındaki bu koruyucu kalkanı geçemezler. Özelikle de Dünya'nın on binlerce kilometre uzağında manyetik halkalar çizen Van Allen Kuşakları, Dünya'yı bu öldürücü enerjiden korur.
Söz konusu plazma bulutlarının kimi zaman, Hiroşima'ya atılan atom bombasının 100 milyar katına eş değer olduğu hesaplanmıştır. Aynı şekilde Dünya zaman zaman çok şiddetli kozmik ışınların da hedefi olabilir. Ama Dünya'nın manyetik alanı, tüm bu öldürücü ışınların sadece % 0.1'ini geçirmekte ve kalan bu binde birlik ışınlar da atmosfer tarafından emilmektedir. Bu manyetik alanı üretmek için kullanılan elektrik enerjisi bir milyar amperlik bir akımdır ki, insanlığın tüm tarihi boyunca ürettiği elektrik enerjisinin toplamına yakındır.
Eğer Dünya'nın bu manyetik kalkanı olmasa, yeryüzündeki yaşam sık sık öldürücü ışınlarla tahrip edilecek, belki de hiç var olmayacaktı. Ama Press ve Sevier'in belirttiği gibi, yerkürenin çekirdeği tam olması gerektiği gibi olduğu için, Dünya bu şekilde korunur.
Yeryüzünün ısısı
Amerikalı jeologlar Frank Press ve Raymond Siever de, Dünya yüzeyinin ısısındaki ince ayara dikkat çekerler. Belirttiklerine göre, "yaşam sadece çok sınırlı bir ısı aralığında mümkündür ve bu ısı aralığı Güneş'in ısısı ile mutlak sıfır arasındaki muhtemel ısıların yaklaşık % 1'lik bir bölümünü oluşturmaktadır. Dünya'nın ısısı ise tam bu dar aralıktadır."
Bu ısı aralığının korunması, elbette Güneş ile Dünya arasındaki mesafe kadar, Güneş'in yaydığı ısı enerjisi ile de yakından ilişkilidir. Hesaplara göre Dünya'ya ulaşan Güneş enerjisindeki % 10'luk bir azalma yeryüzünün metrelerce kalınlıkta bir buzul tabakası ile örtülmesiyle sonuçlanacaktır. Enerjinin biraz artması halinde ise tüm canlılar kavrularak öleceklerdir.
Dünya'nın ideal olan ısısının, gezegen içinde dengeli olarak dağıtımı da son derece önemlidir. Nitekim bu dengenin sağlanması için çok özel bazı tedbirler alınmıştır. Örneğin Dünya'nın ekseninin 23 derece 27 dakikalık eğimi, kutuplarla ekvator arasındaki atmosferin oluşmasında engel oluşturabilecek aşırı sıcaklığı önler. Eğer bu eğim olmasaydı, kutup bölgeleriyle ekvator arasındaki sıcaklık farkı çok daha artacak ve yaşanabilir bir atmosferin var olması imkansızlaşacaktı.
Dünya'nın kendi etrafındaki yüksek dönüş hızı da ısının dengeli dağılımına yardımcı olur. Dünya sadece 24 saatlik bir süre içinde kendi etrafını dolaşır ve bu sayede geceler ve gündüzler kısa sürer. Kısa sürdükleri için de gece ile gündüz arasındaki ısı farkı çok azdır. Bu dengenin önemi, bir günü bir yılından daha uzun süren (yani kendi etrafındaki dönüşü, Güneş etrafındaki dönüşünden daha uzun süren) ve bu yüzden gece-gündüz arasındaki ısı farkı 1000oC'yi bulan Merkür ile karşılaştırıldığında görülebilir.
Yeryüzünün şekilleri de ısının dengeli dağılımına uygun şekildedir. Dünya'nın ekvatoru ile kutupları arasında yaklaşık 100oC'lik bir ısı farkı vardır. Eğer böyle bir ısı farkı fazla engebesi olmayan bir yüzeyde gerçekleşmiş olsaydı, hızı saatte 1000 km'ye varan fırtınalar Dünya'yı allak bullak ederdi. Oysa ki yeryüzü, ısı farkından dolayı ortaya çıkması muhtemel kuvvetli hava akımlarını bloke edecek engebelerle donatılmıştır. Bu engebeler, yani sıradağlar, Çin'de Himalayalar'la başlar, Anadolu'da Toroslarla devam eder ve Avrupa'da Alpler'e kadar sıradağlar halinde uzanarak batıda Atlas Okyanusu, doğuda Büyük Okyanus'la birleşir. Okyanuslarda ise ekvatorda oluşan fazla ısı, sıvıların ısı farkını dereceli bir şekilde dengelemesi sayesinde kuzeye ve güneye doğru aktarılır.
Bu arada Dünya'nın atmosferinde ısıyı sürekli dengeleyen birtakım otomatik sistemler de vardır. Örneğin bir bölge çok fazla ısındığında su buharlaşması artar ve bulutlar çoğalır. Bu bulutlar ise Güneş'ten gelen ışınların bir kısmını geri yansıtarak aşağıdaki havanın ve yüzeyin daha fazla ısınmasını engeller.
Dünya'nın Güneş'e olan uzaklığı, kendi etrafındaki dönüş hızı, ekseninin eğimi, yeryüzü şekilleri gibi birbirinden bağımsız pek çok etken, gezegenin yaşama uygun bir biçimde ısınmasını ve ısının gezegene dengeli bir biçimde yayılmasını sağlar.
Dünya ile Güneş arasındaki uzaklığın özel bir tasarım olduğu gerçeğini kabul etmek istemeyenler şöyle bir mantık kurarlar: "Evrende Güneş'ten çok daha büyük ya da daha küçük yıldızlar vardır. Bunların da pekala kendi gezegen sistemleri olabilir. Bu yıldızlar eğer Güneş'ten daha büyükse, o zaman yaşam için ideal gezegen, Dünya ile Güneş arasındaki mesafeden çok daha uzakta olacaktır. Örneğin bir kırmızı devin etrafında Pluton'un mesafesinde dönen bir gezegen, bizim Dünyamız gibi ılık bir atmosfere sahip olabilir. Böyle bir gezegen, hayat için Dünya kadar uygun olacaktır."
Bu iddia çok önemli bir yönden geçersizdir: Farklı kütlelerdeki yıldızların farklı ışınlar yayacağını hesaba katmamaktadır. Yıldızların yaydıkları ışınların hangi dalga boylarında olacağını belirleyen etken, bu yıldızların kütleleri ve kütleleri ile doğru orantılı olan yüzey sıcaklıklarıdır. Örneğin Güneş'in yakın mor ötesi, görülebilir ışık ve yakın kızıl ötesi ışınlar yaymasının nedeni, 6000oC civarında olan yüzey ısısıdır. Eğer Güneş'in kütlesi biraz daha büyük olsaydı, yüzey ısısı daha yüksek olurdu.
Bu durumda da Güneş'in yaydığı ışınların enerji seviyeleri artar ve Güneş öldürücü etkiye sahip morötesi ışınları çok daha fazla yaymaya başlardı. Bu durum bizlere, hayatı destekleyecek ışınları yayabilecek olan yıldızların, mutlaka bizim Güneşimize çok yakın bir kütleye sahip olması gerektiğini göstermektedir. Bu yıldızların bir gezegende hayatı destekleyebilmeleri için de, bu gezegenin tam şu anda Güneş ile Dünya arasındaki mesafe kadar uzakta olması şarttır. Bir başka deyişle, bir kırmızı devin, mavi devin ya da kütlesi Güneş'ten belirgin olarak farklı başka herhangi bir yıldızın etrafında dönen herhangi bir gezegen, hayat için bir barınak oluşturamaz. Hayatı destekleyecek tek enerji kaynağı Güneş gibi bir yıldızdır. Hayat için uygun tek gezegen mesafesi ise Dünya-Güneş mesafesidir.
Alıntıdır.
Abbasilerin İlk Döneminde İslam Bizans İlişkileri (132-232/750-847)
Müslümanların 717 yılındaki İstanbul kuşatmasından sonra Abbasi Halifesi Harun er-Reşid'in İstanbul seferine kadar diplomatik ilişkilerde bir durgunluk görülmektedir. Şüphesiz bu dönemde asgari düzeyde ilişkiler söz konusudur. Bu kopukluğun sebebi iki taraf arasında düşmanlığın daha da artması değil, iki tarafın da birtakım iç problemlerle meşgul olmalarıdır. Bilindiği gibi bu dönemde yıllarca devam eden mücadeleler sonunda İslam devletinde önemli bir iktidar değişikliği olmuş ve yönetim Emevi ailesinden Hz. Muhammed'in amcası Abbas'ın soyundan gelen Abbasilerin eline geçmişti. Bunun bir neticesi olarak İslam devletinin başkenti, Dımaşk'tan Bağdat'a nakledilmişti. Böylece güç merkezi Suriye'den Irak'a doğru kaymış oluyordu. Bizans cephesinde ise III. Leon'un tahta çıkmasıyla başlayan Isauria hanedanı döneminde 726 yılından sonra imparatorluğu uzun süre meşgul edecek olan dini ve siyasi mahiyetteki İkonoklazma mücadelesi (Tasvirkırıcılık) söz konusudur. Bunun yanında Artabasdos isyanı gibi çeşitli iç çalkantıları da hatırlamak gerekir.
Bizans kuvvetleriyle bazı çatışmalar yaşanmış olmakla birlikte karşılıklı herhangi bir diplomatik ilişki kaydedilmiş değildir. Bu durum Ebu'l-Abbas'ın saltanatının kısa sürmesi yanında özellikle Emevilerin takibatı başta olmak üzere iç olaylara yoğunlaşmış olmasından kaynaklanmış olmalıdır.
ikinci Abbasi halifesi Ebu Ca'fer el-Mansur (136- 158/754-775) döneminde ise 139/756 yılında Bizans imparatoru V. Konstantinos (741-775) ile bir fidye anlaşması yapıldığı görülmektedir. Abbasiler döneminde Bizanslılarla yapılan bu ilk anlaşmayla halife, imparatorun daha önce Malatya ve Erzurum gibi İslam topraklarına saldırısı sırasında aldığı esirlerin fidye karşılığında serbest bırakılmalarını sağlamıştır.
Halife Ebu Ca'fer el-Mansur döneminde Bizans'tan gelen bazı elçilerden bahsedilmektedir. Elçileri diplomatik kurallar dahilinde kabul eden halifenin onlarla çeşitli sohbetlerde bulunduğu, bazı konularda görüşlerini sorduğu ve özellikle büyük harcamalar yaparak kurdurduğu yeni başkent Bağdat'ı gezip görmelerine özel önem verdiği anlaşılmaktadır. Nitekim Bağdat şehrinin başkent olarak kurulmasından sonra kendisini ziyarete gelen Bizans elçisinin yanına halife, hacibi/veziri Rabi' b. Yünus'u refakatçı vererek şehri gezdirmiştir. Elçi şehri son derece beğenmiş, fakat kendisine göre sakıncalı veya eksik bulduğu bazı hususları da halifeye belirtmeden edememişti. Mansur'un sorusu üzerine elçi, şehri çok beğendiğini ancak çarşının şehir içinde kurulmuş olmasının sakıncalı olduğunu ifade ederek halifeyi ülke aleyhine çalışan casusların tüccar kılıfı altında şehre girip bazı devlet sırlarını ele geçirebilecekleri hususunda uyarmıştır. Bunun yanında şehrin yeşillendirilmesine önem verilmesini ve şehre daha çok su sağlanmasını tavsiye etmiştir. Mansur başlangıçta elçinin bu sözlerini pek kale almaz bir tavır içine girmişse de daha sonraki tecrübeler elçiyi haklı çıkarmış olmalı ki, Kerh denilen yeri düzenletip çarşıyı oraya naklettiği gibi Kerhaya suyunu Bağdat'a·getirtmiş ve ayrıca Abbasiyye adı verilen dinlenme yerini yapmıştır. Tarihi kesin olarak kaydedilmeyen bu elçiliğin Bağdat'ın kuruluşunun tamamlandığı 145/762 yılı ile pazarların şehir dışına nakledildiği 157/773 yılları arasında gerçekleştiği anlaşılmaktadır.
Mansur'a gönderilen diğer bir Bizans elçisinin dikkatini bir köprü üzerinde dilenmekte olan insanlar çeker. Kendisine refakat etmekte olan Umare b. Hamza'ya halifenin bu insanlara acıyıp yardım etmesi gerektiğini söyleyince Umare, halifenin durumun farkında olduğunu ancak bunun için yeterli para bulunmadığını belirtir. Bu konuşmadan daha sonra haberdar olan Mansur, verilen cevaptan hoşlanmamış ve bir fırsatını bulduğunda elçiye şöyle demiştir: "Para ve mal çok. Ancak ben insanlar arasında ayırım yapmak istemiyorum. Ayrıca zenginlere de Allah'ın kendilerine ihsan ettiği nimetlerden fakirlere vermek süretiyle sevap alma imkanı vermiş oluyorum." Halifenin bu cevabını elçinin takdir ettiği belirtilir.
Halife Mansur da İmparator V. Konstantinos'a edebiyat ve belagatıyla tanınan katibi Umare b. Hamza'yı elçi olarak göndermiştir. lbnü'l-Fakih'in rivayetinden bu elçiliğin iki ülke ilişkilerinin gergin olduğu bir dönemde gerçekleştiği anlaşılmaktadır. Kaynağa göre halife gönderdiği mektupta imparatora savaş tehdidinde bulunmaktaydı. Umare yabancı elçilerin kalplerine korku salmak için hazırlanmış arslanlı, kılıçlı ve dumanlı üç engeli aştıktan sonra imparatorun huzuruna çıkabilmiş ve halifenin mektubunu sunmuştur. Halifenin ve ülkenin durumunu soran imparator elçiyle görüştükten sonra gereği gibi ağırlanmasını emretmiştir. Ayrıca elçiyi yanına alarak bir gezinti yapmış ve ona tedavi amaçlı olarak kullanılan bazı bitkilerle kimya (simya=alşimı) alanında bakır ve kurşundan/kalaydan altın ve gümüş elde etmeye yönelik birtakım uygulamalar göstermiştir. Elçi Umare İmparatorun cevabi mektubuyla birlikte Bağdat'a döndüğünde halifeye ziyaretiyle ilgili bilgi ve gözlemlerini aktarmıştır. Bunlar arasında elçinin imparatorla birlikte izlemiş olduğu bazı metallerden altın ve gümüş elde etmeyi amaçlayan teknik çalışmalar halifenin kimyaya özel ilgi duymasına neden olmuştu.
lbn Haldun'un bir rivayeti yukarıdaki bilgileri tamamlayıcı mahiyettedir. Buna göre Ebu Ca'fer el-Mansur V. Konstantinos'a elçi göndererek eski Yunan bilimine ait eserlerin 'tercümelerinin' gönderilmesini istemiştir. Halifenin bu ricasına imparator, aralarında Euclides'in hendeseye dair eserinin de bulunduğu fen bilimleri alanındaki bazı eserleri göndermek suretiyle cevap vermiştir.
İslam askerlerinin Bizans topraklarına düzenledikleri seferler neticesinde V. Konstantinos 155/771 yılında Mansur'a cizye karşılığında barış teklif etti. Bu teklifi halifenin nasıl karşıladığına dair bir bilgi kaydedilmemekle birlikte bu tarihten sonra Müslümanların Bizans topraklarına sefer düzenlemeye devam ettikleri dikkate alındığında halifenin imparatorun bu teklifini kabul etmediği anlaşılmaktadır.
Bu elçilikler sırasında imparator tarafından halifeye gönderilen kıymetli hediyeler arasında gümüş bir levhanın da bulunduğu görülmektedir. Halifelerin öteden beri Kabe'ye çok kıymetli hediyeler gönderdiklerini belirten Biruni, Mansur'un gönderdiği hediyeler arasında Bizans imparatoru tarafından kendisine hediye edilen gümüş bir levhanın (levhun 'azfmün min fiddatin) da yer aldığını kaydeder.
Mansur'un vefatından sonra halife olan Mehdi-Billah'ın (158-169/775-785) halifeliğini kutlamak için birçok heyetlerin geldiği Ya'kubi tarafından belirtilmektedir. Bu elçiler arasında tahta yeni çıkmış olan Bizans imparatoru IV. Leon'un (775-780) Tarasius (Taras) adlı bir elçisi de bulunmaktadır. Halife elçinin ağırlanması ile ilgilenmek üzere ileri gelen devlet ricalinden Rabi' b. Yunus'u görevlendirir. Aynı zamanda mühendislik bilgisine sahip olduğu anlaşılan elçi, Bağdat'ta bir süre kalmış ve bu arada Sarat nehirlerinin kavuştuğu yerde yüz tane öğütücü taşı bulunduğu ve yıllık gelirinin 100 milyon dirhem olduğu rivayet edilen "Reha'l-Batrik=Patrik!Elçi Değirmeni" veya "Ebu Ca'fer Değirmeni" adlı büyük bir değirmen inşa etmiştir.
Halife b. Hayyat 167 /783 yılında Bizanslılarla bir fidye anlaşması yapıldığını ve gerekli görüşmelerin Abdülhamid b. Dahhak tarafından yürütüldüğünü kaydeder. Mes'udi ve Makrizi ise tarih vermeksizin Halife Mehdi döneminde Bizanslılarla bir fidye anlaşması yapıldığını ve bu görüşmeleri en-Nakkaş el-Antaki'nin yürütmüş olduğunu zikrederler. Bu anlaşma Ya'kubi'nin şu rivayetiyle bağlantılı gözükmektedir: 159/776 yılında Bizanslıların Samsat'a (Samosata) saldırıp halktan birçok kişiyi esir almaları üzerine halife "Sağir"ı Bizanslılara göndermiş ve o da "Müslümanları kurtarmıştı".
Mehdi'nin uğur, talih ve kehanet konularına ilgi duyduğunu ve büyücülüğe ait kitapları topladığını belirten Ebu'l-Ferec Gregorios, bu yüzden imparator IV. Leon'un halifeye Mısırlıların büyü ve sihir sistemine dair bir kitap ile Mısırlıların Hz. Musa'ya karşı yaptıklarını anlatan bir risaleyi gönderdiğini kaydeder.
Halife Mehdi'nin 165/78 1 -782 yılında oğlu Harun'u dönemin ünlü komutanlarıyla birlikte büyük bir ordunun başında İstanbul üzerine göndermesi Bizans' la bir anlaşma imzalanması ile sonuçlandı. Mehdi tarafından İstanbul seferine gönderilen Harun yol üzerinde karşılaştığı bazı karşı koymaları bertaraf ederek Anadolu yakasına kadar gelmişti. Bu sırada IV. Leon'un ölümünden sonra Bizans'ta devlet işlerini tahtın varisi henüz on yaşındaki VI. Konstantinos (780-797) adına annesi lrene (müstakil saltanatı 797-802) yürütmekteydi. lrene yeni iktidar değişikliği sonrasında ortaya çıkan taht mücadeleleri yüzünden Harun'a elçiler göndererek barış anlaşması yapmak zorunda kaldı. Üç yıl süreli bu anlaşmaya göre Irene, Abbasi devletine yılın Nisan ve Haziran aylarında 70.000 dinar ödemeyi kabul etmekteydi. Ayrıca Harun'un isteği üzerine dönüş yolunda ordunun ihtiyaçlarını karşılamak üzere pazarların kurulmasını ve yol göstermek için rehberler tayin edilmesini de üzerine alıyordu. Bundan başka lrene altın, gümüş ve birtakım değerli hediyeleri Mehdi'ye takdim etmek üzere bir elçisini de Harun'la birlikte Bağdat'a gönderiyordu.
Taberi hiçbir detay vermeden Musa el-Hadi (169- 170/785-786) 'ye bir Bizans elçilik heyetinin geldiğini zikreder. Hatta halifenin, yanında bulunan ve genç yaşta saçları dökülmüş olan Sa'id b. Süllem'e heyetin gözünde daha yaşlı ve olgun gözükmesi için sarığını çıkarttırdığını kaydeder. Ebu'l-Ferec el-İsfühani de Bizans imparatoriçesi lrene'nin Mehdi, Hadi ve Harun er-Reşid'e halifeliklerini kutlayan mesajlar ve çeşitli hediyeler gönderdiğini belirtir.
Musa el-Hadi'nin bir yıl gibi çok kısa süren halifeliğinden sonra kardeşi Harun er-Reşid'in (170- 193/786-809) 23 yıllık yönetiminde Abbasi-Bizans ilişkilerinde önceki yıllara oranla daha canlı bir dönem yaşanmıştır. Hemen her yıl Bizans üzerine seferler düzenlenmiş, bazen orduya bizzat halife kumanda etmiştir. Bunun yanında Bizans'ın İslam topraklarına yöneldiği de olmuştur. Harun er-Reşid Tarsus'u yeniden inşa etmek ve Avasım ve Sugur adı verilen sınır bölgelerini tahkim etmek suretiyle Bizans akınlarını engellemeyi hedeflemişti. Karşılıklı esir değişimi, fidye anlaşmaları ve mektuplaşmalar yanında az sonra bahsedileceği gibi diplomasi alanında ciddi bir krizin yaşanması da bu döneme rastlamaktadır.
Bu dönemde her iki tarafın dış siyasette daha güçlü ve etkin bir konuma gelmek amacıyla karşı tarafın rakipleriyle işbirliği ve dostluk kurma siyasetine başvurduğu görülmektedir. Harun er-Reşid Bizans'ın rakibi ve dönemin güçlü imparatorlarından Şarlman'la (Charlamagne) dostluk kurarken Bizans yöneticileri de Abbasilerin hasmı durumundaki Endülüs Emevileri ile ittifak içindeydiler.
Halife b. Hayyfıt hiçbir ayrıntıya girmeksizin Harun er-Reşid'in halifeliğinin ilk yılında Bizanslıların fidye anlaşması için geldiklerini zikreder.
Daha önce bahsedilen Hz. Muhammed ve Ömer b. Abdilaziz örneklerinde görüldüğü gibi dönemin Bizans imparatoruna dine davet mektubu gönderme olayı Harun er-Reşid için de rivayet edilmektedir. Harun er-Reşid, Bizans imparatoru VI. Konstantinos'a (780-797) uzun bir mektup göndererek İslam'ın ilkelerini ona açıklamış ve onu İslam'a davet etmiştir. Mektup Ebfı'r-Rabi' Muhammed b. el-Leys tarafından kaleme alınmıştır.
Peşpeşe gelen Arap saldırılarını durdurma ümidiyle 182/798 yılında İmparatoriçe lrene, Sardis piskoposu Euthymius'u bir mektupla birlikte Harun er-Reşid'e göndermişti.
Öteden beri sürdürdüğü mücadelelerden sonra 187/802 yılında tahta çıkmayı başaran Nikephoros (802-8 1 1) halifeye gönderdiği mektubuyla iki ülke arasında ciddi bir diplomatik krize neden oldu. Arap kaynaklarının rivayetine göre imparator mektubunda kendisinden önce Irene'nin halifeyi şah makamına kendisini de piyon yerine koyduğunu, dolayısıyla kadın olmasından kaynaklanan sebeplerle devleti küçük düşürücü anlaşmalara imza attığını belirtiyor ve o güne kadar Irene tarafından ödenmiş olan vergilerin iade edilmesini istiyordu. Aksi takdirde savaş açacağını da ekliyordu.
Nikephoros'un bu kışkırtıcı mektubu karşısında halifenin ne derece hiddetlendiğini kaynaklar şu detayı zikretmek suretiyle vurgularlar: "İmparatorun mektubu okunduğunda Harun o derece sinirlendi ki, kimse etrafında duramaz ve yüzüne bakamaz olmuştu. Harun bir divit istedi ve aynı mektubun arkasına şöyle yazdı: "Bismillahirrahmanirrahim. Müslümanların emiri Harun'dan Bizans köpeği Nikephoros'a! Ey kafir kadının oğlu! Mektubunu okudum. Cevabını duymakla kalmayacak, aynı zamanda göreceksin. Vesselam!"
Harun bundan sonra Ereğli'ye (Heraklia) kadar geldi ve Nikephoros'u yıllık vergi karşılığında barış istemek zorunda bıraktı. İmparator kış şartlarından istifadeyle bu anlaşmayı bozmuş, ancak o sırada Rakka'ya kadar gitmiş olan Harun'un beklenmedik şekilde geri dönmesinin ardından yapılan savaşta yenilerek halifeden aynı şartlarla barış istemiştir. Barış anlaşmasının tekrar bozulması üzerine Harun 190/806 yılında büyük bir orduyla Bizans seferine çıktı ve Ereğli'yi fethettikten sonra Tuvane'ye ilerledi. Zor durumda kalan Nikephoros, Harun'a metropolit Petros ile Amastra (Amastris) valisi Gregorios'u elçi olarak göndererek anlaşmaya razı olduğunu bildirdi. Sonuç Bizans açısından oldukça küçük düşürücüydü: İmparatorun yıllık 30.000 veya 50.000 dinar vergi ödemesi yetmiyor, kendisi için dört, oğlu ve ileri gelen devlet ricali için ikişer dinar olmak üzere halifeye ayrıca cizye ödemeyi kabul ediyordu.
Halife Harun er-Reşid'in askeri kabiliyeti yanında insancıllığını ve bu arada İslam-Bizans ilişkilerinde savaş ve barışın içiçeliğini göstermesi bakımından dikkate değer bir rivayete göre, Harun'un Ereğli'yi fethi sırasında alınan esirler arasında Nikephoros'un oğlunun nişanlısı da bulunmaktaydı. İmparator iki özel elçisi aracılığıyla çeşitli hediyelerle birlikte halifeye gönderdiği mektubunda yardımına muhtaç olduğunu belirtiyor ve oğlunun nişanlısının gönderilmesini rica ediyordu. Halife, Nikephoros'un bu ricasını kabul ederek gelin adayını şanına layık bir törenle kendi otağı içerisinde değerli eşyalar ve kıymetli hediyelerle birlikte Bizans başkentine uğurlamıştır. Buna karşılık imparator da halifeye elçisi aracılığıyla 50.000 dirhem, 100 katı ipek olmak üzere 300 kat değerli elbise, 12 şahin, 4 av köpeği ve 3 at hediye göndermek suretiyle minnettarlığını ızhar etmiştir.
Harun er-Reşid döneminde esir değişimini amaçlayan diplomatik girişimler olumlu sonuçlar vermiş ve Bizanslılarla birkaç defa esir değişimi gerçekleşmiştir: Harun' un Safsaf seferinden sonra Şevval 181/Aralık 797'de Tarsus yakınındaki Lamos nehri kenarında yapılan esir değişimi her iki tarafın dikkate değer ilgisine mazhar olmuştu. Avasım bölge valisi Kasım b. Reşid tarafından görevlendirilen Tarsus valisi· .Ebu Süleym Ferec' in girişimleriyle yapılan törene 30.000 Müslüman askerin yanısıra ulema, eşraf ve halktan birçok kişi katılmıştı. Anlaşma sonucu 3.700 Müslüman esirin serbest bırakıldığı kaydedilirken Bizans esirlerinin sayısı hakkında bir bilgi verilmemektedir.
Diğer bir esir değişimi ise Nikephoros'un İbrahim b. Cebrail kumandasındaki birliklere yenilmesinden bir yıl sonra 189/805 yılında yine Lamos nehri kenarında aynı valilerin gözetiminde gerçekleşmiştir. Riva yete göre on iki gün içerisinde 3.700 Müslüman esirin serbest bırakıldığı töreni bütün techizatıyla katılan 30.000 askerin yanısıra "halktan 500.000 kişi" izlemiştir.
Harun er-Reşid döneminde Bizanslılarla bir diğer esir değişimi 192/808 yılında yapılmıştır. Kadın-erkek 2.500 Müslüman esirin serbest bırakıldığı yedi gün süren bu değişim yeni vali Sabit b. Nasr'ın sorumluluğunda Taberi'ye göre Pozantı'da (Podandus), Mes'udi'ye göre ise yine Lamos nehri kenarında gerçekleşmiş ve "yüzbinlerce kişi tarafından" izlenmiştir.
Harun er-Reşid'in ölümünden sonra halife olan Emin (193-198/809-813) ile kardeşi Horasan bölge valisi Me'mun arasındaki taht mücadeleleri sırasında Emin'in öldürülmesiyle, Me'mun'un yirmi yıl sürecek halifelik dönemi (198-218/813-833) başlamıştı. Bizans'ta ise İmparatoriçe İrene'nin bir ihtilalle tahttan indirilmesiyle (31 Ekim 802) lsauria hanedanının (717-802) hakimiyetine son verildikten sonra nisbeten sık sayılabilecek iktidar değişikliklerinin ardından Amorion hanedanı (820-867) işbaşına gelecektir. Bu dönemde de savaşların yanısıra karşılıklı elçilik heyetleri ve hediyeler gönderildiği, bilimsel amaçlı işbirliğinin yapıldığı görülmektedir.
Bir defasında Me'mun'un veziri Fadl b. Sehl' in (ö. 202/817) huzurunda biri Bizans İmparatoru V. Leon (813-820) ve diğeri de Habeş kralı tarafından gönderilen iki elçinin varlığından bahsedilmektedir. Elçiler Fadl b. Sehl' in huzurunda konuşmaları ve seviyeli cevaplarıyla dikkat çekmişlerdi. Elçilerin bu özelliklerinden ve kendi krallarıyla ilgili müsbet değerlendirmelerinden haberdar olan Me'mun onlara 20.000 dinar vermiş ve kendisinin de iyi halifeleri güzel bir şekilde tavsif edebilen belagatlı insanlara sahip olmayı arzuladığını ifade etmiştir.
Kendisi iyi bir eğitim görmüş, sanat ve ilme meraklı olan İmparator Theophilos'la Halife Me'mun arasındaki ilişkiler dikkate değer mahiyettedir. Theophilos (829-842) tahta çıktıktan sonra hocası Synkellos Ioannes Grammatikos'u (Yuhanna en-Nahvi) Me'mun'a elçi olarak gönderir. İmparator II. Mikhail'den (820-829) sonra Theophilos'un tahta çıktığını halifeye bildiren elçi, beraberindeki hediyeleri de ona takdim eder. Elçi bu arada II. Mikhail döneminde ayaklanan ve sonunda Abbasi devletine sığınmış olan general Manuel ile de gizlice görüşme imkanı bulur. Manuel'e Bizans'a dönmesi halinde affedileceğine dair yeni imparatorun güvencesinin yer aldığı altın mühürle mühürlenmiş fermanını ve yine bizzat imparator tarafından hediye olarak gönderilen haçı verir. Bu ilgiden yeteri derecede etkilenen Manuel Bizans'a geri döner. Daha sonra İstanbul patriği olacak olan hocası Synkellos lbannes Grammatikos'un medhettiği Bağdat sarayına hayran kalan imparator Theophilos, Abbasi saraylarının resimlerini getirterek Patrikios adındaki bir şahsa Bryas mevkiinde aynı tarzda bir saray yaptırmıştır.
lbnü'l-Ferra isim ve tarih vermeksizin Halife Me'mun'un Bizans imparatoruna bir elçi gönderdiğini kaydeder. Elçi beraberindeki mektupları imparatora ilettikten sonra epey bir süre kalmış ve bu arada aldığı izinle Müslüman esirleri ziyaret ederek onların durumlarını yerinde görme imkanı elde etmişti. Ziyaret sırasında Bağdatlı esirlerden birinin okuduğu acıklı şiir elçi tarafından daha sonra Me'mun'a iletildiğinde halifenin oldukça duygulandığı ve hemen harekete geçip esirlerin salıverilmelerini sağladığı belirtilmektedir.
Theophilos'un Tarsus ve Mıssisa şehirlerine saldırması üzerine Halife Me'mun 216/831 yılında Bizans'a bir sefer düzenledi ve imparatoru barış istemeye mecbur bıraktı. İmparatorun barış talebi için yakın çevresindeki piskoposlardan biri aracılığıyla gönderdiği mektup, imparatorun isminin kendi adından önce yazılmasına son derece sinirlenen halife tarafından derhal iade edildi. Bunun üzerine Theophilos halifenin adını önce zikrederek "Allah'ın kulu ve insanların en şereflisi Arap hükümdarı Me'mun'a, Bizans imparatoru Theophilos'tan ( ...)" şeklinde başlayan ikinci mektubunu gönderdi. İmparator Me'mun'a Bizans'tan aldığı kaleleri geri verip beş yıllık sulh anlaşmasını imzalaması karşılığında 100.000 dinar vermeyi ve elindeki 7.000 Müslüman esiri serbest bırakmayı teklif etmiş, ancak halifeden bir karşılık görmemiştir.
217/832 yılında Hısn-u Lü'lü'ün müslümanların eline geçmesiyle savaş şartlarının kendi aleyhine geliştiğini gören Theophilos, Me'mun'a edebi bir mektup yazmış ve sulh teklifinde bulunmuştur. Me'mun bu mektuba da olumsuz cevap vermiş ve rivayete göre imparatoru lslam'a davet ederek aksi takdirde fidye ödemesini istemiştir.
Me'mun'un bütün teklifleri geri çevirdiğini ve 218/833 yılında Amorion'u (Amfıriyye) muhasara hazırlığında olduğunu gören Theophilos, bir mektup yazarak İslam ordusunun yiyeceğini temin etmek, yanındaki müslüman esirleri serbest bırakmak ve Bizanslılar tarafından tahrib edilen Sugfır bölgesindeki kalelerin tamiri karşılığında barış isteğini yinelemiştir. Me'mun Bizans elçisi geldiğinde çadırına girip iki rekat namaz kılmış ve istihareden sonra elçiye, imparatorun mektupta üzerinde durduğu her hususla ilgili cevaplar vermiş ve savaştan başka bir yol kalmadığını belirtmiştir. Me'mun'un imparatora sözlü cevap vermeyi tercih ettiği anlaşılmaktadır ki, infial veya savaş durumlarında bazen bu yola başvurulduğu veya Harun' un Nikephoros'a yazdığı gibi çok kısa cevaplar verildiği görülür.
Bizans imparatorlarıyla halifeler arasındaki hediyeleşmelerde hediyelerin devletin şan ve şerefini yansıtmasına önem verilmekteydi. Bir defasında Me'mun'a Bizans imparatorlarından birinin hediyeleri sunulmuştu. Me'mun gelen hediyelerin yüz katının imparatora gönderilmesini istedi ve "böylece İslam'ın izzetini ve Allah'ın bize verdiği nimetleri görmüş olsun" dedi. Me'mun danışmanlarından Bizanslılar için en değerli hediyenin misk ve samur olduğunu öğrenince hediyelere 200 rıtl misk ve 200 samur derisi daha eklemelerini emretti.
lbnü'n-Nedim Me'mun'la çağdaş Bizans imparatoru (muhtemelen Theophilos) arasında birçok yazışmalar gerçekleştiğini belirttikten sonra halifenin imparatora mektup yazıp Bizans'taki eski Yunan yazmalarından kendisinin uygun göreceği eserleri göndermesini istediğini, teklife başlangıçta olumsuz bakan imparatorun daha sonra kabul ettiğini kaydeder. Bunun üzerine halife, aralarında dönemin meşhur tercüman ve ilimadamlarından Haccac b. Matar, İbn Batrik ve Yuhanna b. Maseveyh'in de bulunduğu bir gurubu Bizans'a göndermiş ve daha sonra oradan getirilen felsefe, matematik, tıp ve musikiye dair eserlerin Arapça'ya tercümesini istemiştir.
Me'mun Bizans'tan sadece klasik eserleri getirtmekle kalmamış, şöhreti Bizans sınırları dışına taşan matematikçi Leon'a (ö. 869) mektup yazarak sarayına davet etmiştir. Halifenin mektubundan haberdar olan imparator, Leon'un ücretini artırmış ve onu İstanbul kiliselerinden birine tayin etmiştir. Her ne kadar Me'mun bizzat imparatora mektup göndererek kısa bir süre için dahi olsa Leon'un Bağdat'a gelmesine müsade etmesini rica etmiş ve bu isteğini yerine getirdiği takdirde bunu bir dostluk işareti sayarak kalıcı barış imzalayacağına söz vermiş, üstelik 2.000 dinar altın teklif etmişse de imparatordan olumlu bir cevap alamamıştır.
Halife Mu'tasım-Billah döneminde (218-227 /833-842) de diplomatik ilişkiler savaş ve barışın içiçeliği arasında devam etmiştir. lbnü'l-Ferra, Mu'tasım'ın imparator Theophilos'a bir elçi gönderdiğini kaydeder. rivayete göre halife elçisinin heybeti, güzel giyimi ve zenginliği İmparatorun dikkatini çekmiş ve elçiye ne kadar tahsisat aldığını sormadan edememişti. Elçinin kendisine ve oğluna aylık 20.000 dirhem ödendiğini öğrenen imparatorun hayreti bir kat daha artmış ve bu ücreti nasıl hakettiğini sormuştur. Elçi bu ücreti askeri alanda gösterdiği herhangi bir başarıdan veya halifenin hayatını kurtarmaya yönelik bir fedakarlıktan dolayı değil, telkin ettiği sadakat, emniyet ve diplomatik maharetinden dolayı aldığını belirtmiştir.
Harun'la Nikephoros arasında yaşanan mektup krizinin bir benzeri Mu'tasım'la Theophilos arasında yaşanmıştır. 223/837 yılında kazandığı Zabatra (Zapetra, Zibatra: Doğanşehir) zaferinin ardından İmparator halifeye tehditkar bir mektup yazmıştı. Mektubu alan halife ilgili görevliler tarafından yazılan cevabi mektubu uzun bularak hiddetlenmiş ve imparatora şu sert ve kısa cevabı göndermiştir: "Bismillahirrahmanirrahim. Mektubunu okudum, ne demek istediğini anladım. Cevabını duymakla kalmayacak, bizzat göreceksin. 'Kafirler bu yurdun (dünyanın) sonunun kime ait olduğunu yakında bileceklerdir."
223/837 yılındaki Amorion (Amfıriyye) savaşında Mu'tasım karşısında yenilen İmparator Theophilos halifeye özel bir elçilik heyetiyle birlikte bir mektup gönderir. Mektubunda Mu'tasım'ın başarısını takdir eden imparator, krallar arasında savaş ve barışın, yenilgi ve zaferin öteden beri görüldüğünü hatırlatarak esir aldığı 150 Bizanslı komutanı serbest bıraktığı takdirde kendisinin de her komutana karşılık yüz Müslüman esiri salıvereceğini taahhüd eder. Halifeye diğer birçok hediyeler yanında altın işlemeli 40 kat ipek elbise gönderdiğini de belirtir. Elçilik heyeti Muhammed b. Abdilmelik tarafından karşılanır ve imparator tarafından gönderilen mektuplar teslim alınır. Fakat heyetin halifeyle görüşmesi, halifenin meşguliyeti sebebiyle altı aylık bir süreden sonra ancak mümkün olur. Elçiyi kabul eden Mu'tasım'ın uzun süre beklettiği için elçiden özür dilediği ve gönlünü aldıktan sonra hediyeleri kabul ettiği kaydedilmektedir. Bu arada İmparator elçisi, Vezir Muhammed b. AbdilmeHk (Hasan) ez Zeyyat'la iki ülkedeki vergi miktarları ve halkın devlete duyduğu güven konusunda girdiği tartışmada veziri ikna etmiştir.
Halife Vasık-Billah (227-232/842-847) dönemiyle ilgili olarak nakledilen bir diplomasi faaliyeti ise bilimsel amaçlıydı. Ashab-ı Kehf'e ait olduğu söylenen Efes'teki mağarada incelemeler yapmak üzere Muhammed Musa el-Harizmi'yi Bizans'a gönderen Vasık, aynı zamanda İmparator III. Mikhail'e (842-867) de bir mektup yazarak araştırmacıya gerekli kolaylığın sağlanmasını rica etmekteydi. İmparator gerekli izni verdiği gibi araştırmacıya yardımcı olmak üzere bir rehber de görevlendirmişti.
Vasık-Billah döneminde Bizanslılarla o güne kadar görülmemiş sayıda esir değişimini konu alan bir diplomatik girişim başarıyla sonuçlandı. Henüz çocuk yaştaki III. Mikhail adına devlet işlerini yürütmekte olan annesi Theodora halifeye elçi göndererek barış ve esir değişimi teklif etti. Vasık tarafından memnuniyetle karşılanan elçi ile yapılan uzun müzakerelerden sonra bir esire karşılık bir esir olmak üzere anlaşma sağlandı. Muharrem 231/Eylül 845 tarihinde yine Lamos nehri kenarında Aşure gününden itibaren dört veya on gün süren törenle 4.000'den fazla esir Bizanslılardan geri alındı. Görüşme ve esir değişimini halife adına bölge valisi Ahmed b. Sa'id b. Müslim ve Hakan et-Türki yürütmüştü. Bu arada halifenin emriyle Kadi'l-Kudat Ahmed b. Ebi Duad tarafından görevlendirilen Ebu Remle ile Ca'fer b. Ahmed'in mübadele sırasında hazır bulundukları ve Müslüman esirleri Mu'tezile mezhebinin temel görüşlerinden biri olan halku'l-Kuran ve Rü'yetüllah konusunda imtihana tabi tuttukları rivayet edilmektedir. Kuran'ın yaratılmış olduğunu ve Allah'ın ahirette görülemiyeceğini söyleyenlerin fidyesi ödeniyor, bu görüşü kabul etmeyenler ise Bizanslılara geri gönderiliyordu.
Casim Avcı’nın İslam Bizans İlişkileri Adlı Kitabından Alıntılanmıştır.
-
Fırtınanın Savurduğu Bir Halkın Mücadelesi AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ'NİN KURULUŞU (1783) AMERİKA'DA KOLONİLERİN KURULMASI Amerik...
-
PROTESTANLIĞIN DOĞUŞU Reform; kelime anlamıyla; «bir şeyin aslını bozmadan onda yapılan değişiklikler» şeklinde tarif edilirse de ıstılahi...
-
Şu altı şey zararlıdır: 1- Amirlerin sefih olması. 2- Kan dökülmesi. 3- Hükmün satılması. 4- Akrabadan uzak...