7 Aralık 2022 Çarşamba
DÎNİ SÖZLÜK “F”
FECR:
Sabaha karşı, güneş doğmadan önce, ufkun gün doğusu tarafında görünen aydınlık, tan yerinin ağarması.
Resûlullah efendimiz mîlâdın 571. senesi Nisan ayının 20. Pazartesi sabâhı fecr ağarırken, Mekke şehrinde dünyâyı teşrîf etti. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Fecr-i Kâzib (Aldatıcı fecr):
Fecr-i sâdıktan iki derece kadar önce doğuda görülen ve sonra kaybolan geçici beyazlık.
İmsak vakti.
Fecr-i Sâdık (Gerçek fecr):
Fecr-i kâzibi tâkibeden tam karanlıktan sonraki beyazlık. Sabah namazının ve orucun başlama vakti.
Sabah namazı, dört mezhebde de fecr-i sâdıkın şarktaki ufk-i mer’îden (görünen ufuktan)
aydınlanmaya yüz tutması ile başlar. (Kedüsî)
Orucun farzı üçtür: 1) Niyet etmek, 2) Niyeti ilk ve son vakitleri arasında yapmak, 3) Fecr-i sâdıktan, güneşin batmasına kadar olan zaman içinde orucu bozan şeylerden sakınmak. (Kutbüddîn-i İznikî)
Fecr Sûresi:
Kur’ân-ı kerîmin seksen dokuzuncu sûresi.
Fecr sûresi, Mekke’de nâzil oldu (indi). Otuz âyet-i kerîmedir. İlk âyet -i kerîmede geçen Fecr kelimesi sûreye isim olmuştur. Sûrede eski kavimlere âit kıssalar ve insanoğlunun kötülüğe yönelmesi, bunun kötü sonuçları, dünyâ hayâtından sonraki hayât ve oradaki durumlar kısaca bildirilmektedir. (İbn-i Abbâs, Taberî)
Allahü teâlâ Fecr sûresinde meâlen buyuruyor ki:
Ey mutmainne (İslâmiyet’e uymayan şeylerden uzaklaşmış) olan nefs! Râzı olmuş ve râzı olunmuş olarak Rabbine dön! (Âyet: 28)
Kim her gün Fecr sûresini okursa, o, kıyâmet günü kendisi için bir nûr olur. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)
FEDÂİL:
Farz ve vâcib olmayan nâfile ibâdetler.
Yâ Ali! İnsanlar fedâil ile meşgûl oldukları zaman, sen farzları tamamlamaya çalış. (Hadîs-i şerîf-Miftâh-un-Necât)
İbâdetler, ferâiz (farzlar) ve fedâil olmak üzere ikiye ayrılır. Beş vakit namazın sünnetleri, farzlardaki noksanları, kusûrları tamamlar. Yoksa, sünnet namazı, kılınmayan farz namaz yerine geçmez. (Abdülhakîm Arvâsî)
FEHM:
Anlayış; iyiyi kötüden ayıran anlama kuvveti.
Ahmak insan kendisini aldanmaktan koruyamaz. Akıl ve fehm, insanın yaratılışında olacak. Yaratılışında akıl ve fehimden mahrûm olanlar, bunları sonradan te’min edemezler. (İmâm-ı Gazâlî)
FELÂH:
Kurtuluş, selâmet, mutluluk, hayır ve nîmetlerde, râhatta dâim olmak.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:
Sizden öyle bir cemâat (topluluk) bulunmalıdır ki, (onlar herkesi) hayra çağırsınlar, iyiliği emretsinler, kötülükten vazgeçirmeğe çalışsınlar. İşte onlar felâha erenlerin tâ kendileridir. (Âl-i İmrân sûresi: 104)
Mü’minler (Allahü teâlânın birliğine inananlar) muhakkak felâh bulmuştur. (Mü’minûn sûresi: 1)
İlmi, kibirlenmek, kendini büyük göstermek için istiyenlerden hiç biri felâh bulmamıştır. İlmi; tevâzû (alçak gönüllülük) ve insanlara hizmet için isteyen, elbette felâh bulur. (İmâm-ı Şâfiî)
Başkalarının zarar görmesine sevinen kişi felâha kavuşamaz. (Bennân el-Hammâl)
FELAK SÛRESİ:
Kur’ân-ı kerîmin yüz on üçüncü sûresi.
Felak sûresi, Medîne-i münevverede nâzil oldu (indi). Beş âyet-i kerîmedir. İlk âyet-i kerîmede geçen Felak kelimesi sûreye isim olmuştur. Sûrede Allahü teâlâ; görünen ve görünmeyen, bilinen ve bilinmeyen bütün kötü şeylerden kullarının kendisine sığınmalarını, güvenilecek ve sığınılacak tek varlığın kendisi olduğunu bildirmektedir. (Senâullah Dehlevî, İbn-i Abbâs)
Allahü teâlâ, Felak sûresinde meâlen buyuruyor ki:
(Yâ Muhammed!) Yarattığı şeylerin şerrinden, karanlığı çöküp bastığı zaman gecenin şerrinden, (büyücülerin ipliklere bağladıkları) düğümlere üfüren (nefes)lerin (büyücü veüfürükcülerin) şerrinden, hased edenin, hased ettiği zaman şerrinden, karanlığı yırtan nûrun Rabbine sığınırım de! (Âyet: 1-5)
Ey Ukbe! Felak sûresini oku. Zîrâ sen, Allahü teâlâya Felâk sûresinden daha sevimli gelen ve daha beliğ olan hiç bir sûre okuyamazsın. Mümkün olursa onu çok oku. (Hadîs-i şerîf-Müsned-i Ahmed ibni Hanbel)
FELEK:
Yörünge.
Kur’ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Ne güneş aya yetişebilir, ne de gece gündüzü geçebilir. Bunlardan her biri belli bir felekte yüzmeye (akıp gitmeye) devâm ederler. (Yâsîn sûresi: 40)
FELS:
Altın ve gümüşten başka mâdenlerden basılmış para. Çoğulu fülûstur.
Satılan veya satın alınan malın, bir felsin îtibârî kıymetinden aşağı olmaması lâzımdır. Bir felsten aşağı alış-veriş câiz değildir. (İbn-i Nüceym)
Para olarak felslerin îtibârî kıymetleri (râyic değerleri), şimdi kullanılan kâğıt paralarda olduğu gibi, kendi değerlerinden katkat fazladır ve hep değişmektedir. Râyic değerleri altın ve gümüş değerinden hesaplanır. Bir felsin îtibârî kıymeti şimdi bir altın liranın kıymeti olan kâğıt lira adedinin on beşte biri kadar kuruş olmaktadır. Meselâ en ucuz altın liranın kıymeti 30.000 kâğıt lira ise, bu fülûsun îtibârî kıymeti 2000 kuruştur. Buna göre, 20 liradan aşağı olan bir malın satılması câiz olmamaktadır. (İbn-i Âbidîn)
Madde, hayat, yaratılış, kâinât, ruh, ölüm, ölüm sonrası gibi konularda insan gücünün akla dayanarak ortaya koyduğu düşünce ve görüşlerin tamâmı. Beğendiği düşüncelerini hakîkat olarak anlatmak, yaldızlı, heyecan verici laflarla inandırmaya çalışmak. Tecrübeye, hesâba dayanmayan şahsî düşünceler.
Varlıklar yoktan yaratılmamış, böyle gelmiş böyle gider demek, îmân edilecek şeylere, helal-haram olanlara inanmaya gericilik demek felsefedir. Eski Yunan felsefesi başlıbaşına bir ilim değildir. Matematikçiler, geometri okuyanlar, mantık öğrenenler, tabiiyyeciler ve tabibler arasında bu felsefeye kayanlar çok oldu. Felsefeciler ilâhiyyât üzerinde yâni Allahü teâlâ ve onun sıfatları, emirleri yasakları üzerinde, kendi akılları, görüşleri ile konuştular. Hesab, hendese, mantık, tabiat bilgisi, fizik, kimyâ, tıb bilgisi öğrenmek mubahtır. Bunların hepsi İslâm bilgileridir. Fakat bunları İslâmiyete karşı bozuk düşüncelerine âlet etmek, gençleri aldatmak için kullanmak felsefe olur. (İmâm-ı Gazâlî)
İmâm-ı Muhammed Gazâlî, İmâm-ı Ahmed Rabbânî ve daha birçok İslâm büyükleri, Yunan felsefesini inceleyip, didik didik etmiş ve o felsefecilerin ne kadar câhil olduklarını bildirmişlerdir. Müslümanların, böyle kimseleri beğenmemelerini onlara aldanmamalarını birçok kitaplarında yazmışlardır. (Abdülhakîm Arvâsî)
FEN YOBAZI:
Fen bilgisinde mütehassıs (uzman) olmadığı hâlde, kendisini fen adamı ve müslüman olarak gösterip müslümanların dînini, îmânını bozmağa, İslâmiyet’i içerden yıkmağa çalışan kimse.
Üniversiteden diploma alan bir kimse, sefâhete yâni zevk ve eğlenceye başlayıp, bulunduğu ilim dalında çalışmaz, okuduklarını da unutursa, bu kimse ilim adamı, fen adamı olamaz. İslâm düşmanlığı da yaparak, yalan ve yanlış sözlerini, yazılarını ilim ve fen olarak saçmağa kalkışırsa, cemiyet için zararlı olur. Bu fen yobazlarına aldanarak sonsuz felâkete sürüklenen zavallılara çok acınır. (Seâdet-i Ebediyye)
Fen yobazları , Allahü teâlânın varlığına inanmayıp, âlem, böyle kendiliğinden gelmiş ve böyle gidecektir. Hâşâ bu âlemin yaratanı yoktur. Canlılar da böyle birbirlerinden üreyip sonsuz olarak sürecektir, demektedirler. İslâmiyet’i içerden yıkmak ve küfre sebeb olan şeyleri isbâtlamak için çırpınan fen yobazları ne kadar zavallıdır. (Fâideli Bilgiler)
FENÂ:
Tasavvuf ilminde bir terim. Kendini yok görmek. Mâsivâyı, Allahü teâlâdan başka her şeyi unutmak, mahlûkların (yaratılmışların) sevgi ve düşüncesini gönülden çıkarmak. Allahü teâlâyı çok zikir (anma) netîcesinde meydana gelen kendini unutma hâli.
Fenâya kavuşmak için lâzım olan on şey; tövbe, zühd (dünyâya düşkün olmamak), tevekkül (Allahü teâlâya güvenmek), kanâat, uzlet yâni dîni, ahlâkı bozan kimselerden, kitablardan sakınmak, zikr (her işte Allahü teâlâyı hâtırlamak), teveccüh (bütün arzu ve isteklerden sıyrılarak Allahü teâlâya yönelmek, sabır, murâkabe (kendini hesâba çekme) ve rızâ (Allahü teâlâdan gelen her şeye boyun eğme)dır. (Ahmed Fârûkî)
Mârifet (Allahü teâlâyı tanımak) ve hakîkî îmân, fenâ hâli meydana gelmesine ve ölmeden önce olan ölmeye (gafletten uzak olup, her an Allahü teâlâyı hatırlamaya) bağlı olduğu için, fenâ hâli çok olanın îmânı dâimâ kâmil (olgun) olur. Peygamber efendimiz buyurdular ki:
“Ebû Bekr’in îmânı bütün ümmetimin îmânı ile tartılsa, Ebû Bekr’inki daha üstün olur.” Çünkü o, fenâda bütün ümmetten (her müslümândan) daha ileride idi. Eshâb-ı kirâmın hepsi fenâ makâmına kavuşmuştu. (Muhammed Ma’sûm)
Fenâ ve bekâ, sâhibinin vicdânı ile ilgilidir, dil ile söz ile anlatılamaz. Tatmakla anlaşılır. (Abdülhakîm-i Arvâsî)
Bir kimsede hâsıl olmazsa fenâ,
Hak teâlâya yol bulamaz aslâ.
(İmâm-ı Rabbânî)
Fenâ Fillah:
Kalbin yalnız Allahü teâlâyı sevmesi, O’nun beğendiği şeylerde fâni olmak yâni O’nun sevdiklerini sevmek O’nun sevdiklerini kendi için sevgili bilmek.
Fenâ fiş-Şeyh:
Tasavvuf ilminde talebenin velî olan hocasının arzû ve isteklerine tâbi olması, irâdesini isteğini onun eline bırakması. Ölü yıkayıcının elindeki meyyit (ölü) gibi olması. Ona hiç bir işinde muhâlefet etmemesi.
Fenâ-i Etemm:
Tam fenâ. Evliyâlık makamlarının sonu, velînin ben diyecek yer bulamamasıdır.
Fenâ-i İrâde:
İrâde ve isteklerin yok olması.
Fenâ-i Kalb:
Mahlûkların (yaratılmışların) varlığını, sevgisini kalbden çıkarmak. Kalbin Allahü teâlâdan başka hiç bir şeyi bilmemesi ve sevmemesi, unutması.
Fenâ-i kalb hâsıl olunca, kalbde hatara (mahlûkların düşüncesi) kalmaz. Fakat dimağdan gitmezler. (Ahmed Raûf)
Fenâ-i kalb sâhibi, istese de, kendisini zorlasa da, Allahü teâlâdan başka hiçbir şeyi hâtırına getiremez. Bu fenâ, kalb ile olan zikrin netîcesidir. (İmâm-ı Rabbânî)
Fenâ-i Nefs:
İnsanın kendine ve başkalarına bağlılığının kalmaması. Benliği unutup, bırakması. Yâni Allahü teâlâdan başka hiç bir şeyi bilmemesi ve sevmemesi.
Fenâ-i nefs mertebesinde, mahlukların düşüncesi de dimağdan gider, kaybolur. (Ahmed Râûf)
Fenâ-i kalbden sonra fenâ-i nefs, sonra itmi’nân-ı nefs, sonra İslâm-ı hakîkî hâsıl olur. (Muhammed Ma’sûm)
Fenâ fiş-şeyh, hakîkî fenânın başlangıcıdır. (İmâm-ı Rabbânî)
FERÂİZ:
1. Bir kimse vefât edince, bıraktığı malın kimlere verileceğini ve nasıl dağıtılacağını öğreten ilim, mîrâs hukûku.
Ferâiz ilmini öğrenmeye çalışınız. Bu ilmi gençlere öğretiniz. Ferâiz ilmi din bilgisinin yarısı demektir. Ümmetimin en önce unutacağı, bırakacağı şey, bu ilim olacaktır. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Mâce, Dâre Kutnî)
Ferâiz ilmi, İslâm hukûkunun bir bölümüdür. Şeref ve üstünlüğü sebebiyle başlı başına bir ilim dalı sayıldı. (Kemâleddîn Muhammed)
2. Farzlar. Farîzanın çokluk şekli.
İbâdetler, ferâiz ve fedâil (nâfile ibâdetler) olmak üzere iki kısımdır. (Kudûrî)
FERDİYYET:
Tasavvufta yüksek bir mertebe.
Mevlânâ Ârif Kerânî hazretleri, ferdiyyet nisbetinin kemâllerini, olgunluklarını Muhammed Pârisâ hazretlerine son günlerinde ihsân eylemiştir. Mevlânâ Ârif de bu ferdiyyet nisbetini zevcesinin pederi Mevlânâ Behâeddîn Kışlâkî’den almıştı. (İmâm-ı Rabbânî)
FERSAH:
5760 metre. Bir saatte gidilen yol.
Âlimlerin hepsi, dinde seferî (yolcu) sayılmak için gidilmesi lâzım olan üç günlük yolu, fersah dedikleri ölçü ile bildirdiler. Bir kısmı üç günlük yol, yirmi bir fersah, bir kısmı on sekiz, bir kısmı ise on beş fersahtır dedi. Fetvâ (hüküm) ikinci söze göre verilmiştir. Yâni seferîlik mesâfesinin on sekiz fersah olduğunu esas almışlardır. (İbn-i Âbidîn)
FESÂD:
Bozukluk, karışıklık, fitne, anarşi.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:
Allah’a ve Peygamberine karşı harp edenlerin ve yeryüzünde fesâd çıkarmaya çalışanların cezâsı ancak öldürülmeleri veyâ asılmaları yâhut elleriyle ayaklarının çapraz kesilmesi veya o yerden sürgün edilmeleridir. Bu cezâ onlara dünyâda bir kepâzeliktir. Âhirette ise kendilerine büyük bir azâb vardır. (Mâide sûresi: 33)
Fitnenin, fesâdın çoğaldığı bir zamanda ibâdet etmek, hicret ederek benim yanıma gelmek gibidir. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)
Ümmetim arasına fesâd yayıldığı zaman, sünnetime yapışan için yüz şehîd sevâbı vardır. (Hadîs-i şerîf-Hadîka)
İnsanlığın ufuklarını saran fesâd karanlığı, hep şirkin, îmânsızlığın ve sevişmezliğin bir netîcesidir. (Abdülhakîm Arvâsî)
Fitne, fesâd zamânında İslâmiyet’e uymak, kâfirlerle harb etmek gibidir. (A. Nablüsî)
Fesâdların başı İslâmiyete uymamaktır. (İmâm-ı Rabbânî)
Halkın işi gücü fesâd olunca, şerliler (kötüler) başlarına geçer. (A’meş)
FESÂHAT:
Açık ve düzgün konuşma.
Arablarda şiir, edebiyât ve belâgat ve fesâhat her şeyden ileri gidip, en güvendikleri başarıları olduğu hâlde Kur’ân-ı kerîm karşısında bir şey söyleyemediler.Kur’ân-ı kerîme böyle galebe çalamayınca, çokları insafa gelip müslüman oldu. (M. Sıddîk bin Saîd)
FESH:
Alış-veriş veyâ başka bir akdi (sözleşmeyi) bozma veya böyle bir akdin bozulması.
Bir kimse, karşısındaki pişman olunca, satışı fesh eder geri alırsa, Allahü teâlâ onun günâhlarını affeder. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)
Erkek ve kadından biri mürted olunca (dinden dönünce) nikâhları fesh olur. (Abdülganî Nablüsî, İmâm-ı Birgivî)
FETÂNET:
Peygamberlerde bulunması lâzım olan sıfatlarından biri. Peygamberlerin; bütün insanların en akıllısı, en zekîsi ve en anlayışlısı olmaları.
Peygamberler (aleyhimüsselâm) hakkında bilinmesi vâcib olan sıfatlar beştir. Sıdk (doğruluk), Emânet (güvenilirlik), Tebliğ (Allahü teâlâdan aldıkları emir ve yasakları insanlara bildirmek), İsmet (günahsızlık) ve Fetânet. (Kutbüddîn-i İznikî)
Peygamberler güzel ahlâk sâhibidirler. Mâlâyânîden (fâidesiz iş ve sözden), insan tabiatının nefret ettiği şeylerden uzaktırlar. İnsanlar arasında asîl olmayan soydan peygamber gelmemiştir. Çünkü peygamberlerin soy zinciri, asîl ve temiz kimselerdir. Kaba, görgüsüz, aşağı tabîatlı , ahmak, geri zekâlı kimselerden peygamber gelmemiştir. Peygamberler çok akıllı ve zekî olup, fetânet sâhibidirler. (Kâdızâde Ahmed bin Muhammed)
ÇAĞATAY HANLIĞI (1227-1370)
Cengiz Kağan ölmeden önce imparatorluğunu dört oğlu arasında paylaştırmıştı. Buna göre, en büyük oğul Cuci (1180-1227) kuzey Harezm ve Deşt-i Kıpçak sahasını, ikinci oğlu Çağatay (1185-1242) Hive ve Kat şehirlerinin dâhil olduğu güney Harezm, Mâverâünnehr ve Doğu Türkistan topraklarını, üçüncü oğul Ögedey (1186-1241) Balkaş Gölü ile Baykal Gölü arasındaki toprakları (Cungarya ile Altay dağlarının batı tarafı), dördüncü ve en küçük oğul Tuluy (1192-1232) da başkent ve doğusu ile
Çin’deki imparatorluk topraklarını almıştı. Cengiz her oğlunun emrine dört bin kişilik askerî birlik vererek onları yeni yurtlarına göndermişti.
Cengiz’in oğulları arasındaki bu toprak/yurt paylaşımı, en azından başlangıçta her birinin ayrı birer bağımsız siyasi yapı olduğu anlamına gelmez. Her parçayı kağana bağlı birer eyalet ve başındaki yöneticiyi de birer eyalet valisi olarak görmek mümkündür. Çünkü bağımsızlığın en önemli belirleyicilerinden biri olan tebaadan vergi almaya başlangıçta hiçbir Cengiz evladı teşebbüs etmemiş, bu yurtlarda yaşayan halk vergisini darugacılar aracılığıyla doğrudan kağana ödemiştir. Ne var ki, Cengiz Kağan’ın torunları ve sonraki kuşaklar yönetimi devraldıkça parçalanma derinleşmiş ve bu yurtların her biri ayrı birer hanlık (devlet) olarak ortaya çıkmıştır.
Her ne kadar hanlığa sonradan ismi verilse de, Çağatay Hanlığı’nın kurucusu ve hanedanın ilk temsilcisi Çağatay kabul edilir. Onun hissesine yerleşik nüfus bölgeleri düşmüştür. Amu-Derya Nehri’nden Doğu Türkistan’a kadar bölgeyi içine alan şehirlerin halkı büyük oranda Türk ve Müslüman olduğu gibi yöneticisi olan genel vali hükmündeki Mahmud Yalavaç da Çağatay’a bağlı olmayıp doğrudan kağanlık yönetimine tabi olmuştur. Bu durum başta Çağatay olmak üzere sonraki pek çok han döneminde sıkıntıya neden olmuş, hanların tebaaları üzerinde mutlak otorite kurmalarına engel olmuştur.
Göçebe gelenek çerçevesinde Çağatay Han’ın yaylağı Almalık ve Kuyas çevresi, kışlağı ise Yedi-Su Havzası’ndaki Kayalık şehri civarıydı. Buna göre, Çağatay’ın iki merkezi vardı ve Uluğ-Ev adındaki otağı bu iki yer arasında mevsimlere göre taşınırdı. Göçebe geleneklerine ve Cengiz yasasına sıkı sıkıya bağlı olan Çağatay Han babasının ölümünden sonra ailenin en büyüğü olarak kardeşi Ögedey’e destek vermiş ve düzenlenen kurultayda onu kağan seçtirmiştir.
1242 yılı başında ölünce vasiyeti üzerine yerine torunu Kara-Hülagü (1242 1246) geçmiştir. Ne var ki, o dönemde kağan olan Güyük ve ondan sonra kağan seçilen Möngke’nin hanlık içişlerine karışıp han seçiminde rol oynamaları hanlıkta kargaşaya neden olmuştur. Bu kargaşa ortamı Algu (1261-1266)’nun tahta geçişiyle nispeten düzelmiştir.
Algu, başlangıçta Arık-Buka’ya tabi olmuş ve vergi ödemiştir. Ancak bu tabiiyet kendisine pahalıya mal olmaya başlayınca taraf değiştirerek Kubilay’ın safına geçmiş, bu da Arık-Buka’nın Çağatay Hanlığı topraklarına üç kez sefer düzenlemesine neden olmuştur. İlk iki seferi başarıyla sonuçsuz bırakan Algu, ne var ki, üçüncüsünde yenilince hanlığı Arık-Buka tarafından yağmalanmıştır. Bunun üzerine hanlık merkezini Doğu Türkistan’dan Mâverâünnehr’e taşıyan Algu, başkentini de
Semerkand yapmıştır. Daha sonra iktidardaki gücünü sağlamlaştıran Algu, Mesud Yalavaç’ı kendisine bağlı kılmış ve şehirlerin de gelirlerini kağanlık hazinesine değil, Çağatay Hanlığı hazinesine aktarılmasını sağlamıştır. Bundan başka Algu, daha önce Altın Orda hanı Batu (1242-1256) tarafından ele geçirilen Çağataylılara ait Harezm topraklarını tekrar kendisine tabi kıldığı gibi Afganistan üzerine sefer düzenleyerek burada da egemenlik kurmuştur. 1266 yılında öldüğünde Çağatay Hanlığı’nda merkezî idare oldukça güçlenmiş ve hanlık resmen olmasa da fiilen Kubilay’ın vesayetinden kurtulmuştu.
Algu’dan sonra hanlığın ilk Müslüman hanı Mübarek Şah başa geçmiş, ama o sırada kardeşi Arık-Buka’yı ortadan kaldıran Kubilay başkentini Pekin’e taşıyarak burada Yüan Hanedanı’nı kurmuştu. Otoritesini sağlamlaştırdıktan sonra tekrar Çağatay Hanlığı’mn içişlerine karışmış ve onu kendisine bağlı uydu bir devlet yapmak için Mübarek-Şah’ın yerine hanlığın ikinci Müslüman hükümdarı olan Barak’ı (1266-1271) getirmişti. Kubilay’ın Barak’ı tercih edişinin bir sebebi de o sıralarda Ögedey Ulusunu canlandıran Kaydu’ya karşı ortak bir cephe oluşturabilmekti.
Barak, hanlıkta otoritesini sağlamlaştırdıktan sonra, Kaydu (1296-1301) ve İlhanlı hükümdarı Abaka (1265-1282) ile mücadele ettiği gibi Kubilay’ın üzerine gönderdiği orduya karşı da hanlığını savunmak zorunda kalmıştır. Kubilay karşısında başarı kazanmış, Kaydu karşısında da başlangıçta durum kendi lehine iken sonradan Kaydu’ya yardıma gelen Altın-Orda askerleri nedeniyle savaşı kaybetmiştir. 1269 yılında yapılan antlaşmaya göre, bağımsızlığını kaybeden Barak, Kaydu’ya tâbi olmuştur. Mesud Yalavaç da artık Türkistan şehirlerini Barak adına değil, Kaydu adına yönetecekti.
Bağımsızlığını yitiren Barak, Kaydu’nun otoritesi altında bu defa yönünü İlhanlı topraklarına çevirmiş ve bu devletin hanı Abaka ile 1270 yılında Herat yakınında karşı karşıya gelmiştir. Savaşı Abaka kazanmıştır. Zafer üzerine hareketine devam eden Abaka, Çağataylı ülkesinde işgal, katliam ve yağma yapmış, bu sırada Barak ölmüştür.
1277 yılma kadar kargaşa içinde kalan Çağatay Hanlığı, bu yılda Kaydu’nun hanlığın başına Barak’ın oğlu Duva (Dua)’yı getirmesiyle nispeten istikrar kazanmıştır. Ama Kaydu’nun öldüğü yıl olan 1301’e kadar Çağatay Hanlığı, onun nüfuzundan kurtulamamıştır.
Yaklaşık otuz yıl iktidarda kalan Duva (1277-1307), kendinden önceki dönemde harap olan hanlığı imar ettirmiş, merkezî otoriteyi kuvvetlendirmeye çalışmıştır. Tâbi olduğu Kaydu’ya karşı dikkatli bir politika izlemiş, onunla karşı karşıya gelmemeye özen göstermiştir. Kubilay’ın, Kaydu-Duva ittifakına karşı saldırı düzenlemeye cesaret edememesi, Duva’nın işine yaramıştır. Horasan sınırını güçlendirdiği gibi Hindistan’a kadar ulaşan seferler düzenlemiştir.
1294 yılında Kubilay ölünce yerine Olcay-Timur (1294-1307) hükümdar olmuş, onun iktidara gelişi durumu değiştirmiştir. Olcay-Timur, Kaydu üzerine üç yıl sürecek bir sefer düzenlemiş, sonunda 1301 yılında onu öldürmeyi başararak çok önemli bir rakibinden kurtulmuştur. Ögedey Ulusu’nun başına Kaydu’nun yerine onun kadar nitelikli olmayan Çapar (1301-1306) geçmiştir. Her ne kadar iktidara gelmesinde Çapar’a yardımcı olsa da, Duva kısa süre sonra ona cephe almıştır. Bunun üzerine iki taraf 1304 yılında savaşmış, sonuçta Çapar yenilgiye uğrayarak yurduna dönmüştür. Bu yenilgi neticesinde Çapar’ın düştüğü güç durumdan yararlanmak isteyen Olcay-Timur onun üzerine yürümüştür. Sefer başarılı olmuş, Çapar yurdunu terk etmek zorunda kaldığı gibi halkı da dört bir yana dağılmış, böylece Ögedey Ulusu ortadan kalkmıştır. Daha sonra Olcay-Timur ileri harekâtına devam ederek Çağatay Hanlığı topraklarına saldırmış, yapılan mücadelede Duva onun ilerlemesini önlemiş, ancak bu sırada kendisi de yapılan bir savaşta yaralanarak ölmüştür.
Duva’dan sonra Çağatay Hanlığı’nda Olcay-Timur’un nüfuzu artmıştır. Kötü durum Duva’nın oğlu, Kebek’in ağabeyi Îsen-Buka (1309-1319)’yı tahta çıkarmasıyla düzeltilmeye çalışılmış, ancak îlhanlı ve Yüan hanlıklarının saldırılarına maruz kalınmıştır. Yerine geçen Kebek (1319-1326) döneminde hanlıkta istikrar sağlanmış; Afganistan ve Doğu Türkistan hanlığa bağlandığı gibi Hindistan üzerine seferler düzenlenerek bol ganimet elde edilmiştir. Bu sayede hanlığın geliri artmış ve hanlıkta ilk kez para bastırılmıştır. Hükümdarın adına izafeten kebekî olarak anılan bu paralar gümüş veya bakırdan imal edilmiştir. Daha sonraki hanlar da para bastırmasına rağmen paranın ismi hep kebekî olarak anılmıştır. Kebek Han, Nahşeb (Nesef) şehrine yakın yerde Karşı adında bir saray yaptırarak hanlığın siyasi merkezini Mâverâünnehr’e taşımıştır. Daha sonra bu saray çevresinde yerleşim sayısı artarak bir şehir meydana gelmiş ve bu şehir Karşı olarak isimlendirilmiştir.
Çağatay Hanlığı’nın son büyük hanı Tarmaşirin (1326-1335)’dir. Çağatay Hanedanı içinde Mübarek-fiah ve Barak Han’dan sonraki üçüncü Müslüman handır. Müslüman olunca Alâeddin adını almıştır. Onunla birlikte hanlıkta Cengiz Yasası önemini yitirmeye, İslamiyet hızla yayılmaya başlamıştır. İslam ülkeleriyle hanlığın ilişkilerini geliştirmiş, bu da ticarete yansımıştır. Ancak yasa taraftarları sonunda onu öldürmüşlerdir.
Ondan sonra hanlık yıkılış sürecine girmiştir. Zaten yetki alanı sınırlı olan ve hem iç, hem de dış dengeleri gözetmek zorunda olan hanlar artık yetişmeyince devlet yönetiminde kabile aristokrasisi güç kazanmıştır. Kabile beyleri hanlıkta bütün yetkiyi ellerine aldıkları gibi istediklerini hanlık makamına çıkarıp istediklerini indiriyorlardı. Hanların otoritesi sözdeydi. Özellikle Emir Kazagan (1345-1358) bu devrin en önemli şahsiyetidir. 1370 yılına kadar kabile beylerinin etkisinde kalan hanlık, bu tarihte Emir Timur’un Semerkand’da tahta çıkmasıyla ortadan kalkmıştır. Böylece, Türkistan topraklarında artık Timur dönemi başlamıştır.
Çağatay Hanlığı Moğol İmparatorluğu’nun bir parçası, bu imparatorluk ortadan kalktıktan sonra da ardıllarından biri olduğu için teşkilat açısından iki siyasi yapı benzerlik göstermektedir. Ancak farklılıklar da vardır. Moğol İmparatorluğu’nun dörde taksim edildiği yukarıda belirtilmişti. Bu dört bölüm birbirinden farklı özelliklere sahip coğrafya ve kültür çevrelerinde teşekkül ettiği için yönetim teşkilatlarının da bazı farklılıklar göstermesi olağandır. Ayrıca Çağatay Hanlığı kuruluşundan itibaren bazı sıkıntılarla karşı karşıya kalmıştır. Bu farkları ve karşılaşılan sıkıntıları genel olarak şu şekilde ortaya koyabiliriz:
Çağatay Han’ın hissesine genel itibariyle yerleşik nüfusun yoğun yaşadığı şehirler düşmüştü. Daha Cengiz Kağan zamanından itibaren bu şehirlerin idaresi Çağatay Han ve sülalesinden alınmış, bizzat kağan tarafından atanan ve doğrudan kağana karşı sorumlu olan yerli genel valiler tarafından gerçekleştirilmiştir. Bu valiler Yalavaç ailesinden atanmıştır. Bu şehirlerin vergileri Çağatay Hanlığı hazinesine değil doğrudan kağanlık hazinesine aktarılmıştır. Bu durum Çağatay hanlarının aslında kendilerine tabi olması gereken halkının bir kısmına hükmedememesi anlamına geliyordu ve hanlığın en önemli sıkıntı noktasıydı. Dolayısıyla Çağatay hanları yerleşik nüfusun değil, göçebe nüfusun yöneticisi olmuştur denilebilir.
Çağatay Hanlığı topraklarında yaşayan halkın büyük kısmı hem Müslüman hem de Türk’tü. Dolayısıyla Moğol unsur yüzyıl bile geçmeden bu yoğun Türk ve Müslüman halk içerisinde eriyecektir. Hatta hanlar içinde de İslamiyet’i kabul edenler olacaktır.
Çağatay Han’ın Cengiz Yasası’na sıkı sıkıya bağlı olması ve bu yasayı katı şekilde uygulaması hanlıkta sıkıntı yaratan bir konudur. Göçebe hayat tarzı anlayışına dayanan yasanın tarımla uğraşan ve Müslüman olan şehir halkına hitap etmesi mümkün değildi. Dolayısıyla halk yasa uygulamalarından çok zarar görmüştür.
Çağatay hanlarının hanlık içinde toplanan bir kurultayla değil, doğrudan kağanlık tarafından seçilmesi sıkıntı yaratan bir başka durumdur. Diğer hanlıklar kağanlık müdahalesinden çok erken bir devirde kurtulabilmişken, Çağatay hanları Duva Han’a (1277-1307) kadar bunu başaramamışlardır. Kağanın Çağatay hanlarını ataması, onların hanlık içişlerine doğrudan karışmasını da gündeme getirmiştir. Ayrıca bağımsızlık simgesi olan hükümdarın kendi adına sikke darp ettirmesi (para bastırması) Kebek Han’a (1319-1326) kadar gerçekleşmemiştir. O zamana kadar hanlıkta basılan paralar hep anonimdi. Onunla birlikte bakır ve gümüş para basılmış olup altın sikke hiç yoktur.
Çağatay Hanlığı’nda devlet işlerini han adına yürüten en önemli devlet görevlisi vezirdi. Çağatay Han devrinde bu görevi Otrarlı Habeş Amîd üstlenmiş, sonra da Bahaeddin Merginanî isimli bir kişi bu göreve atanmıştır. Vezir Habeş Amîd’in oğulları ile Çağatay Han’ın oğullarının bir arada yetişmeleri ve eğitim görmeleri göz önüne alınırsa, vezirin Moğol aristokrasisi içinde önemli bir yer işgal ettiğini söylemek mümkündür. Bundan başka diğer önemli devlet görevlileri, hanların yarlıklarına kırmızı renkli damga vuran Al-Tamgacı, mali işlerden sorumlu Bitikçi, av işlerinden sorumlu Barsçı ile Yasa ve Yargı işlerinin başı Yasa Emiri idi.
Alıntıdır.
Gündelik Hayatımızda Temizlik - 11
Takım Elbise
Takım elbisenin siyah rengi 16. yüzyılda dünya imparatorluğu kurmaya niyetlenen, bir yandan Amerika’ya gemiler gönderirken bir yandan da önce Yahudi sonra Müslümanları sürgün veya din değiştirme seçeneklerinden birini seçmeye zorlayan, sonra da din değiştirenlerin saf kan olmadığı için aşağılandığı bir toplum yaratan ve Engizisyon mahkemelerini kuran İspanyol Katolik krallığının sofu ciddiyetinden kaynaklanıyordu. Avrupa’ya İspanya’dan yayıldı. Pantolon, yelek ve ceketin aynı kumaştan olması Fransa’da 1860’larda yaygınlaştı.
At binmenin yaygınlığı nedeniyle ceketin kuyruğu iki parçalı yapılıyor, rüzgârdan korunmak için gerektiğinde yaka kapatılabilsin diye yakaya da ilik açılıyordu. 1890’larda takım elbise iş hayatının gerekliliklerinden biri oldu. Biçimine göre düğmelerin kapanmış veya açılmış olması saygı ve görgü ifadesi haline geldi. Örneğin kruvaze ceketin daima ilikli olması muaşeret kuralı oldu.
Ceket Avrupa dillerine, İspanyolca jaco, Eski Fransızca jcujuet, Fransızca jcujuette, İtalyanca giacchetta, İngilizce jacket, Almanca Jacke veyaJoppe biçimleriyle yayıldı; kökü Arapça sakk’tan geliyordu.
Takım elbiseyi bütünleyen yelek ise eskiden yaz kış giyilirdi. Arkası pamuklu, kışlıkları süet deri olan yelekler takım elbise giymeyen esnaf, özellikle balıkçılar gibi soğukta ve açık havada çalışanlar tarafından tercih edilen bir giysi oldu. Yeleğin içine kazak giyilmeye başlanırken, yeleklerin cepleri büyütülüp çoğaltılarak işlevselleştirildi.
Türkiye’de takım elbise, Avrupa tarzı başlık dışında Tanzimat döneminden itibaren memur kesiminden başlayarak yerleşmişti. II. Mahmud saray görevlilerinden Hüsnü ve Avni beyleri setre pantolon giydirerek çarşıya yollamış, halkın tepkisini ölçmek istemişti. Çarşıda beylerin bir parçalanmadığı kalınca da, Ramazan ayında olunduğu için, ikisini de oruç yedikleri suçlamasıyla kabahatli bulup sürmüştü. Padişahın arzusu gerçekleşip Batı tarzı kıyafet: memurlardan başlayarak benimsendi, ancak takım elbisenin yerli biçimleri ve aşamaları da oldu:
istanbulin İstanbullu terzilerin buluşuydu; sade ve uzun etekli, düz yakalı setrenin alaturka biçimiydi. 1860’larda diz kapağına kadar uzanır, beli dar, omuzları ve eteği genişti. 1890’larda eteği kısaldı, daraldı. Tanzimat döneminde resmi kıyafet niteliği kazandı.
Redingot II. Abdülhamid zamanında yaygınlaştı, istanbulinin göğsü tamamen kapalı olduğundan kolalı gömlek, yaka ve kravat olmadan da giyilebiliyordu. Redingot ancak bunlarla birlikte giyilebildiğinden ve bu kıyafetle abdest alma olanağı bulunmadığından, alaturka ile alafranga taraftarları arasındaki çekişmede simgesel bir anlam kazanmış, redingot giyenler ‘beynamaz’ olarak suçlanmışlardı. Avrupa’da resmi kıyafet olarak giyilmeye devam edilirken 1930’ların sonunda terk edildi.
Jaketatay İstanbulluların ‘bonjur’ adını verdiği, II. Meşrutiyet döneminde yaygınlaşan, önü çapraz kesilerek arkaya kıvrılmış, kıvrıkları iki parçalı ceket.
Smokin 1890’da Fransa ve İngiltere’de ortaya çıktı. Ön yakaları ipek saten kaplanmış bir tür cekettir. İngiltere’de eve döndükten sonra yemek ve geceyi geçirmek için giyilen kıyafetken, davet ve balolarda giyilmeye başlandı.
Frak uzun etekli ve yırtmaçlı, siyah resmi takımdır; Fransızca frac, 1700’lü yılların ilk yarısından itibaren bu anlamı kazanan İngilizce keşiş elbisesine verilen frock adından gelir.
Şapka
Atatürk’ün, 1925 Kastamonu gezisinde, “Siperli şemsli serpuş, bunu açık söylemek isterim, bu serpuşun ismine şapka denir,” diyerek tanıttığı şapka, üç ay sonra çıkarılan kanunla resmi başlık oldu.
İlk günlerde İtalyan Borsalino kardeşler İstanbul’da bir gemi yükü şapkaları olduğu için büyük kâr elde ettiler, fakat İstanbul’a şapka sevkiyatına rağmen, kâğıt şapka yapanlara, kadın şapkası giyenlere de rastlandı. Şapka fabrikası kurulması ve Hereke ve Feshane fabrikalarının şapka imal edilecek duruma getirilmesi tartışılırken, tekke ve zaviyelerin de kapatılmasını düzenleyen kanun aynı günlerde çıkarılınca, tepkiler doğdu. Seyyar Ankara İstiklal Mahkemesi’nin verdiği idam ve hapis kararlarıyla isyan ve direnişler bastırıldı. Başı açık gezmek de ayıp olduğundan, Yakup Kadri’nin romanlarına konu olduğu gibi, yıllarca direnip sokağa çıkmayan hocalar oldu. Ama eski sadrazamlardan, o zaman seksenlerinde olan Tevfik Paşa (1845-1936), “Yahu, bu fesden de kolay geçti! ” demişti.
Şapka gerçekte yasadan önce orduda kabul edilmiş, dikkati çekmemişti. Şapkadan önce II. Mahmud fesi Türkiye’ye getirirken, o zaman da önce askeri kıyafet olarak benimsenmişti. Yeniçeri Ocağı kaldırıldıktan sonra II. Mahmud yeni başlık arayışına girmişti; fesin, Fransız Devrimi sırasında, azat olan esirlere giydirilen Frig başlığının moda olmasından sonra buradan Yunan adaları ve Garp Ocaklarına yayıldığı söylenmekteyse de, fesin biçimiyle Frig başlığı fazla benzeşmemektedir. Fakat serasker ve kaptan-ı derya Koca Hüsrev Paşa’nın Tunus’tan getirilen fes giyen kalyoncularla selamlığa çıktığı ve Tunus’tan elli bin fes sipariş edilerek fes nazırı atandığı bilinmektedir. Ve elbette bu dönemde fese övgüler de yazılmıştır: “Al renkler bahşeder ruhsare-i hûbana fes/ Şah-i gül de benzemez mi gonca-i handana fes.”
1828’de kıyafet nizamnamesi çıkarıldığında bir amaç da sarık sarma imtiyazı olan ulema sınıfı dışında insanların sarık sarmasını önleyerek, gerçekten ulema sınıfına mensup olanlarla olmayanları ayırt etmek, bir bakıma da tekke ehlini tecrit etmekti. Böylelikle ulema sınıfı fese karşı çıkarken gayri Müslimler özellikle Rumlar fesi benimsemiş ve Müslüman toplumla bu konuda bütünleşmekten hoşnut olmuştu. Memurlar dışında kadın erkek halk, çeşitli biçimlerde fes giymeye başladı. Fesin halk tarafından giyilmeye başlanması üzerine, memurlardan ayırt edilmesi için ‘dalfes’ giymesi, yalnız ulemanın fese beyaz tülbent sarabileceği kararlaştırılmış ancak uygulanamamıştır. Kırsal kesimde kadın ve erkeklerin tülbent, çember, yemeni sarılı fesleri bugün milli kıyafet sayılmaktadır.
Ali Kuma, İskender, Davut, Vezir, Pinel, Potı, Vayl, Fırt, Bol Fırt, Koehler, Çifte Pehlivan, Dopnig, Şlık, Hamidiye, Aziziye, Efendi ve İzmir gibi çeşitli fes biçimleri olduğu gibi, ‘ferahi’ adı verilen, ibiğe dikilen pirinçten parça ve süsleri, çeşitli biçim ve renklerde ve sallandırıldığı tarafa göre anlamlandırılan püskülü ile fes kültürü doğmuştur. II. Mahmud döneminin bükülmemiş ipekten bol mavi iplikli püskülü rüzgârda dağıldığından, ellerinde tarak parayla püskül tarayan sokak çocuğu mesleği doğmuş, 'püsküllü bela’ deyimi o zaman çıkmıştı. Püskül beş gramdan bir buçuk kiloya kadar değişmekte, askeri öğrencilerden kabadayılık meraklıları en hafifini, efeler ise en ağırını taşımaktadır. Püskülün aldığı biçimler ve anlamları çeşitlenince, 1845 yılın da her rütbenin kaç dirhem püskül takabileceğini belirleyen nizamname çıkarılmış, örme püskül herkes için mecburi tutulmuş, askerlere beylik fesle birlikte ferahi de verilmeye başlanmıştır.
Fes kalıpları önce ahşapken İzmir’de pirinç kalıplar çıkmış ve İstanbul’a yayılmış, kalıbın ısıtılması ile fesi ütülemek ve kalıplamak mümkün olmuş ve kalıpçı esnafı doğmuştu. Fesin üstüne sarılan tülbent, yazma, yemeniyle kadın erkek çeşitli toplumsal kesimlerin başlıkları oluştu. Örneğin, medrese öğrencileri arasında sağ kulağın üstüne üç santim ve sol kulağın üstüne sekiz santim eninde kabarık sarılan sarığa zirzop denirdi ve ilmiye sınıfının külhanlarını da bunlar oluştururdu.
Fes Cumhuriyet’ten önce de tartışılmış, II. Meşrutiyet’in ilanından sonra Avusturya’ya karşı Bosna-Hersek’i ilhaki nedeniyle yürütülen boykot kampanyası sırasında, feslerin çoğu Avusturya’dan ithal edildiği için fes karşıtı görüşler kuvvetlenmiş ve istiklal Savaşı sırasında yaygınlaşan kalpak ilk bu dönemde başlık olarak giyilmiş ve önerilmiş, 1908’de polis üniforması olarak kül rengi çuha kalpak benimsenmiştir. Gayri Müslim yurttaşlar 1890’lardan itibaren artan oranda şapka giymeye başladığında, fes yalnız Osmanlılığın değil Müslümanlığın da simgesi olmuştu, işgal döneminde fesin ve feslilerin gördüğü hakaret şapkayı da düşman olarak simgeleştirmişti. Aynı duygular İngiltere yönetimindeki Mısır ve Hindistan’da da görülür ve bu ülkelerde fes İngiliz yönetimi sona erdikten sonra kendiliğinden kullanımdan kalkmıştır.
Latince cappa, küçültülmüş biçimi cappellııs, İtalyanca cappello, Fransızca chapeau Balkan ve Slav dillerinde şapka başlığın adıyken, kenarlı şapkanın tarihi Eski Yunanlı avcılarla başlar. Etrüsk ve Romalıların da kullandığı İngilizce fek , Almanca Filz, İtalyanca feltro, eski Fransızca feltre’den bugün feutre keçe anlamına gelirken fötr şapkanın da kökenidir ve anlaşılan Kırgız başlıkları gibi bir şeydir.
Bataklı Damın Kızı Aysel filminde (1935) görüleceği gibi 1930’lu yıllarda köylüler de kocaman fötr şapkalar giyer. Bir süre sonra şehirlerde şapka modası gelişirken, köylerde kasket benimsenmiştir. Kasket (Fransızca casquette, İspanyolca casco, miğferin küçültülmüş biçimi) Almanya, İngiltere, Fransa’da 1890’lardan itibaren işçi sınıfı ile özdeşleşmiş, kitlesel spor gösteri ve toplantıların yayılmasıyla önce üst sınıfların spor giysisi olan bu başlık, simge haline gelmiştir. 1892’de İngiltere parlamentosuna seçilen ilk işçi milletvekili ve İşçi Partisi’nin ilk parlamento grup başkanı (1906) olan Keir James Hardie’nin meclise kasketle girmesi bu bağlamda anlam kazanmaktadır.
İlk silindir şapka 1796’da Fransa’da giyildi, 1797’de İngiltere’de erkek giyimi satan John Etherington silindir şapka giyip sokağa çıktığında, başına toplanan kalabalık nedeniyle, kamu düzenini bozmaktan tutuklanmıştı. Siyasetçiyi simgeleyen silindir şapkaya karşı kasket simgeselleşirken, Türkiye’de kasketin öncülüğünü ortaokuldan itibaren erkek ve kız öğrencilere kasket giyme mecburiyeti getiren devlet yaptı. 1970’lerin sonuna doğru şehirliler için kaliteli ve ‘marka’ olanları'da üretilen kasketler Türkiye’de moda oldu ve Ecevit’in de herhalde bu modaya katkısı oldu. 12 Eylül öncesinde, siyasal görüş ayrılıkları nedeniyle Karslıların Erzurum’dan geçmeleri sorun olmuş, otobüsler aranıp Karslılar sorguya çekilmeye başlanmıştı; Rus biçimi kasket giyen Karslı yurttaşlar, en tanınmışı Turiz marka olan sekiz köşe kasket giyen Erzurumlular tarafından kolayca teşhis ediliyorlardı.
1930’lu yıllarda, sayfiyelerden yayılan bir modayla sokakta kadınlar çorapsız, erkekler şapkasız dolaşmaya başlamış, sayfiye dışında ayıplanmalardır. Erkeklerin şapkasız dolaşması mümkün görülürken, kadınların çorapsız ve şapkasız olması görgüsüzlük sayılmıştır. O günün anlayışına göre, “Bir kız on iki yaşına kadar şapkasız dolaşabilir. Ondan sonra yaşının icabına göre bir şey kullanmalıdır,” (Süheylâ Muzaffer).
Bugün 1930’lu yıllara göre iyice küçülen şapkalar emekli memurun simgesi sayılıyor. Eski şapkalar kovboy şapkası gibi bugün tuhaf karşılanacak boyda iken, annelerin ördüğü veya ünlü markaların ürettiği yün başlıklar ve eski kep veya boyacı şapkasının daha modern biçimi olan Amerikan beyzbol şapkaları daha yaygın. Kenarlı kadın şapkası ise üniversiteli kızların modası.
Kudret Emiroğlu’nun
GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ
kitabından alıntılanmıştır.
6 Aralık 2022 Salı
HAREZMŞAHLAR (1097-1231)
Harezmşahlar Devleti’nin merkezî bölgesi, ismini aldığı Harezm’dedir. Burası Hazar Denizi’nin doğusunda, Aral Gölü’nün hemen güneyinde olup etrafında Kara-Kum ile Kızıl-Kum çölleri bulunur ve Amu-Derya Nehri sayesinde bu çöller içinde verimli bir vaha görünümündedir. Harezm, en eski çağlardan itibaren insan topluluklarının ilgisini çekmiş ve onlar tarafından yaşam alanı olarak tercih edilmiştir. Böylece bölge, Türkistan’ın hem siyasi hem de kültürel açıdan en önemli merkezlerinden biri olmuştur. Harezm’in toprağı, Ceyhun (Amu-Derya) Nehri ve bu nehirden açılan kanallar sayesinde oldukça verimli olduğundan tahıl, pamuk ve bağcılık oldukça gelişmiştir. Bunun yanı sıra bölge toprakları hayvancılık için zengin meralar sunar. Güney Rusya, İran, Çin ve Hindistan’ı birbirine bağlayan yolların üzerinde yer alması nedeniyle Harezm’de ticaret gelişmişti. Özellikle ticaret yolları üzerinde olması, bölgenin yükselişinde etkili olduğu gibi, Moğollar örneğindeki gibi istilasında da etkin olmuştur.
Harezmşahlar Hanedanı’nın atası Anuş Tegin Garçeî, Selçuklu sarayında taştdârlık vazifesine kadar yükselmiş, 1077 yılında Selçuklu sultanı Melikşah (1072 1092) tarafından Harezm valiliğine atanmıştır. Ne var ki onun bu valiliği sözde olmuş, fiilen görevini yerine getirememiştir. Ondan sonra bu mevkie oğlu Kutbüd-din Arslantigin Muhammed (1097-1128) atanmıştır. Selçuklu hükümdarı adına bölgeyi otuz yıl yöneten Kutbüddin, atandıktan sonra Harezm’in fiili idaresini eline aldığı gibi sonradan resmileşecek Harezmşahlar Hanedanı’nın yönetim sürecini de başlatmış oldu. Her ne kadar kendisi bağımsız bir idareci olmasa da, yaptıklarıyla neslinin hükümdar olması için sağlam bir zemin hazırladı.
Ölümü üzerine Selçuklu sultanı Sencer (1118-1157), onun oğlu Alâeddin Kızılarslan Atsız’ı (1128-1156) Harezmşah tayin etti. Her ne kadar Selçuklu sultanına bağlı olsa da, Atsız nispeten kendi başına buyruk hareket etmiş, kuzeybatısında yer alan Mangışlak ile Seyhun (Sır-Derya) Nehri’nin doğusuna seferler düzenleyerek buralarda nüfuz oluşturmaya çalışmıştır. Onun fetihlerinden rahatsız olan Sencer, üç askerî harekât düzenleyerek onu yenilgiye uğratmıştır. Buna rağmen Harezmşah’ı görevden almamıştır. Bunun en büyük nedeni Selçuklu Devleti’nin kuzeydoğu yönünden gelebilecek saldırılara karşı güvenliğini başarıyla sağlamasıydı.
Ne var ki, bütün uğraşılarına rağmen Atsız bağımsızlığını kazanamadan 1156 yılında vefat etti.
Yerine oğlu İl-Arslan (1156-1172) geçti. Onun siyaseti iki merkezli olmuştur. Birincisi bağlı bulunduğu Selçuklulara yönelik olup Irak ve Horasan merkezlidir. İkincisi ise Kara-Hitayların hüküm sürdüğü Mâverâünnehr merkezlidir. Sultan Sencer’in ölümünden sonra yerine geçen Mahmud Sultan’a tabiiyetini bildiren İl-Arslan, Selçuklular ile dostane ilişkiler geliştirmiş, onlar arasında meydana gelen ihtilaflarda çoğu kere aracılık yapmıştır. Ancak Selçuklu yönetiminde şartların değişmesiyle birlikte 1167 yılında Horasan’ın doğusunda hâkimiyetini güçlendiren İl-Arslan, Nişabur’da hutbeyi kendi adına okutmuş, böylece Selçuklular karşısında bağımsızlığını ilan etmiştir.
1158 yılından itibaren İl-Arslan doğu meseleleri ile uğraşmıştır. Kargaşa içinde bulunun Kara-Hitaylara ait Mâverâünnehr toprakları üzerine yürüyen Harezmşah önce Buhara, ardından Semerkand’ı fethetmiştir. Ne var ki, başarılarını sağlamlaştıramadan 1172’de ölmüştür.
Veliaht seçilmesi nedeniyle İl-Arslan’ın yerine ilk olarak küçük oğlu Sultanşah geçmiştir. Ağabeyi Alâeddin Muhammed Tekiş bunu kabullenmeyerek taht kavgasına girişmiş, ülke içinde kendi idaresi altında birliği ancak 1193 yılında sağlayabilmiştir. Döneminde (1172-1200) bir yandan kardeşine karşı savaşırken, bir yandan da Kara-Hitaylara karşı topraklarını savunmak durumunda kalmıştır. Sonraki dönemde, özellikle Kıpçak ve diğer Türk boylarını hizmetine almasıyla birlikte Kara-Hitay Devleti’ne karşı başarılı taarruzlarda bulunmuş, başta Buhara olmak üzere pek çok şehri fethetmiştir.
Daha sonra batıya yönelen Muhammed Tekiş, 1187 yılına kadar Merv hariç Doğu Horasan’da pek çok yeri hâkimiyeti altına aldı. Rey şehrine kadar ilerleyerek 1194’te Irak Selçuklu Devleti’ne son verdi ve buraları kendisine bağladı. Bu tarihten ölünceye kadar birkaç istisna dışında ciddi bir sorunla karşılaşmayan Alâeddin Muhammed Tekiş’in, özellikle Terken Hatun ile evlenmesi kalabalık Kıpçak ve Kanglı Türk boylarının kendi hizmetine girmesini hızlandırmış, başta ordu olmak üzere onu insan gücü açısından oldukça güçlendirmiştir.
1200 yılında ölünce tahtı oğlu Alâeddin Muhammed (1200-1220) devralmıştır. Döneminin ilk yılları Gurlu Devleti ile Horasan üzerinde hâkimiyet mücadelesi ile geçmiştir. Hatta Gurlular, Harezmşahların başkenti Gürgenç’i kuşatacak kadar Sultan Muhammed karşısında üstünlük sağlamışlardır. Ancak Kara-Hitayların Harezmşah’a yardım etmesi durumu değiştirmiştir. Gurlu ordusu geri çekilmek zorunda bırakılarak, Muhammed Harezmşah büyük bir tehlikeden kurtulmuştur. Ne var ki bu kez de ülkesinde Kara-Hitay nüfuzu ortaya çıkmıştır. Bunun önünü almak için Harezmşah, Gurlularla dostluk ilişkilerini geliştirmiştir. 1206 yılında Gurlu Devleti’nin dağılması üzerine harekete geçen Sultan Muhammed, Horasan’daki pek çok şehri hâkimiyeti altına almıştır. Sonra Kara-Hitaylar üzerine yönelen Harezmşah, başlangıçta bazı başarılar elde etse de, Kara-Hitay ordusu karşısında çok ağır bir yenilgi almıştır. Ama kısa sürede toparlanan Muhammed Harezmşah sonunda 1210 yılında Kara-Hitayları yenilgiye uğratarak bütün Mâverâünnehr’i zapt etmiştir. Daha sonra imparatorluğunu Umman Denizi’ne kadar genişleten Muhammed Harezmşah, Irak’ı da kendisine bağlamıştır. Böylece imparatorluğunu oldukça genişleten Harezmşah’ın, bundan sonra Çin, Anadolu ve Mısır’ı ele geçirmeyi planladığı pek çok kaynakta ifade edilmektedir.
Ancak Muhammed Harezmşah’ın gücünün zirvesinde oluşu yalnızca görünüşteydi. Fethettiği yerlerde tam olarak nüfuz oluşturamadığı gibi, başta ordu olmak üzere yönetimde hep annesi Terken Hatun’un gölgesinde kalmıştı. Onun görünüşteki bu kuvvetli durumu ve büyük bir imparatorluğa hükmetmesi iki dış gelişme ile tersine dönmüştür. Önce Abbasiler (750-1258) karşısında 1217 yılında büyük bir yenilgi alması, arkasından da Moğol istilasına maruz kalması devletini birdenbire dağılmanın eşiğine getirmiştir. Cengiz Kağan’ın kendi üzerine düzenlediği sefere yönelik hiçbir ciddi tedbir almaması ve sürekli ondan kaçması neredeyse bütün imparatorluk topraklarının kaybına yol açmıştır. Sonunda Muhammed Harezmşah, Hazar Denizi üzerinde sığındığı bir adada ölmüştür.
Yerine oğlu Celâleddin (1220-1231) son Harezmşah olarak tahta geçmiştir. Ne var ki, Moğol istilası nedeniyle imparatorluk dağılmış, kendisine tabi çok az kişi kalmıştı. Moğollara karşı büyük bir direnç gösterse de, komşu Müslüman beylik ve devletlerle Moğollara karşı işbirliği yapmak yerine onlara bağlı şehirlere saldırması, böyle bir ittifakın doğmasına engel olmuştur. Özellikle Anadolu Selçuklu Devleti hükümdarı I. Alâeddin Keykubad ile 1230 yılında Yassı-Çemen Savaşı yapması ve yenilmesi birlik umutlarını bitirmiştir. Bu yenilgiden sonra, 1231 yılında öldürülünce imparatorluk ortadan kalkmıştır.
Teşkilat
Harezmşahlar Devleti’nin hükümdar ailesi Anuş Tegin soyundandır. O ve onun neslinden gelenler Harezm’de bağlı oldukları Selçuklulara uzun yıllar sadakatle hizmet ederek devletin kuzeydoğu sınırlarını muhafaza etmişlerdir. Bağımsız bir siyasi yapı olarak ortaya çıktıklarında, devlet teşkilatı açısından, Selçukluların bir uzantısı olmuşlar, pek çok kurumu onlardan miras almışlardır. Dolayısıyla, bütün yönetim terimleri, memuriyet isimleri ve devlet kurumlarının işleyiş tarzı, birkaç istisna dışında, Selçuklular ile aynıdır.
Devlet Yönetimi
Harezmşah olarak anılan hükümdarlar “Ebu’l-Feth”, “Hüdavend” ve “es-Sultanu’l-Muazzam” gibi unvanların yanı sıra “İskender-i Sânî” (İkinci İskender) gibi daha abartılı unvanlar da kullanmışlardır. Her hükümdarın ayrı bir tuğrası olup bağımsızlık sembolü olan bayrak, otağ ve merasim elbiselerinde siyah renk kullanılmıştır. Alâeddin Muhammed döneminde diğer bir bağımsızlık alameti olan nevbet günde beş kere tekrarlanıyordu. Hükümdarlar genel olarak veliaht tayini yaparlardı. Veliaht hükümdarlıktan önce devlet tecrübesi kazanması için genellikle Horasan valiliği görevine getirilir; burada yetişmesi ve eğitimi ile atabey unvanına sahip biri onunla ilgilenirdi. Onun emrinde imparatorluğun merkez teşkilatının dar kapsamlı bir örneği bulunurdu. Veliaht bu teşkilatı idare ederek daha büyüğüne hazırlanırdı.
Hükümdar eşleri genellikle imparatorluk içindeki nüfuzlu kabilelerden olurdu. Mesela, Alâeddin Tekiş’in hanımı ve Alâeddin Muhammed’in annesi Terken Hatun, Kanglı veya Kıpçak kabilesindendi. Çok nüfuzlu biri olup zaman zaman oğlunun hâkimiyetini gölgede bırakmıştır. Oğlunun uygulamalarına sürekli müdahale etmesinin devletin ani çöküşündeki etkenlerden biri olduğuna şüphe yoktur. Harezmşahlar, daha Atsız döneminden itibaren, sağlam yönetim kurumlarına ve güçlü bir bürokrasiye sahipti. Hükümdardan sonraki en yetkili kişi bürokrasinin başı olan vezirdi. Onda vezaret mührü ve memuriyetinin simgesi olarak altın divit bulunurdu. Emrinde bulunan divan teşkilatı devletin işleyişini sağlardı. Devletin resmî dili Farsçaydı.
Askerî Teşkilat
Atsız döneminden itibaren güçlü bir orduya sahip olan Harezmşahlar, Tekiş zamanında bölgenin en büyük askerî gücü olmuşlardır. Orduda görev alan herkes, en üst rütbelisinden en alt rütbelisine kadar ikta sahibiydi. Devlet belirli bir toprak parçasından alacağı vergi gelirini, askerî hizmeti karşılığında bir ordu görevlisine devrediyordu. Hükümdarın yanındaki kölelerden oluşan hassa ordusundan başka, eyalet merkezlerinde, şehzade ve askerî valilerin maiyetindeki askerler ile sınır kalelerinde birlikler de vardı.
Sosyal ve İktisadî Hayat
Askerî sınıfın dışındaki herkes reaya (tebaa) kabul edilirdi. Reayanın başlıca görevi verilen emirleri uygulamak ve vergi vermekti. Bu reaya grubu içinde toplumsal ve iktisadi bakımlardan birbirinden farklı sınıflar mevcuttu. Mesela büyük ticaret hacmine sahip tüccar sınıfı bunlardan biriydi. Ticaret yolları üzerinde bulunması nedeniyle, ülkede ticaret oldukça gelişmiş, Gürgenç gibi büyük merkezlerde bunun sonucu olarak oldukça geniş ve canlı bir şehir hayatı ortaya çıkmıştı. Böyle şehirlerde çarşıların olduğu sokakların üstü kapalı olup her sokakta ayrı bir esnaf kolu bulunurdu. Şehir halkı ayrı din veya mezheplere bağlı iseler ayrı ayrı mahallelerde otururlardı. Şehir hayatının gelişmişliğine rağmen halkın esas kısmı çiftçilerden oluşmaktaydı. Ülkede tarım da oldukça gelişmişti. Amu-Derya Nehri ile bu nehirden açılan kanallar sayesinde ülke kapsamlı bir sulama ağına sahip olmuş, bu da zengin bir tarım kültürünün ortaya çıkmasına imkân sağlamıştır.
Alıntıdır.
Britanya Adalarının Söylenceleri – 17 İngiltere/Fransa Kral Arthur
VI. Bölüm
(Kral Arthur'un iki şövalyesi, ona Sör Lancelot'la Kraliçe Guinevere arasındaki aşkı anlattı. Kraliçe ölüme mahkûm edildi, fakat Lancelot onu kurtarıp şatosuna götürdü.)
Sör Agravain ve Sör Mordred, Sör Gawain'in kardeşleri. Kraliçe Guinevere ve Sör Lancelot'a duydukları nefreti uzun süredir saklıyorlardı. Sonunda Agravain'in duyguları mantığına ağır bastı ve şövalyelerin duyabileceği bir sesle "Ne bozuk adamlar var! Sör Lancelot'un Kraliçe Guinevere'e açıktan âşık olmasını görmekten nasıl utanmıyoruz şaşırıyorum" dedi. "Her gün bu utancı taşıyoruz ve Kral Arthur'un suçluları cezalandırmak için bir girişimde bulunmamasına neden olarak bu utançla yaşamasına izin veriyoruz. Lancelot'un ihanetini daha ne kadar gizleyeceğiz? Krala söylemenin zamanı gelmedi mi?"
Sör Gawain yanıtladı: "Benim kulağımın dibinde bu tür sözler söyleme, çünkü bu konuda yapacağım hiçbir şey yok."
"Ben yapacağım!" dedi Sör Mordred.
"Bu işi oluruna bırakırsan hepimize iyilik etmiş olursun kardeşim" dedi Gawain, "kendi işinize bakın; çünkü bu yanlış davranışınızın altından ne çıkacağını biliyorum."
"Ne çıkabilir?" dedi Sör Agravain, "konuyu Kral Arthur'a açmak istiyorum."
"Bert onaylamıyorum" dedi Gawain, "bu konuda ısrar ederseniz, Lancelot'Ia aramızda savaşa yol açacaksınız. Ve hepimiz biliyoruz ki, birçok dük ve baron Lancelot'un yanında yer alacak. Bana gelince, ben de Sör Lanceiot'a karşı hiçbir şey yapmayacağım. O benim arkadaşım!"
"İstediğini yap" diye yanıtladı Agravain, "artık sessiz kalmayacağım."
"Davranışın soylu Yuvarlak Masa arkadaşlığını yıkacak ve bize yıkım getirecek" diye bağırdı Gawain, "ikinizin de tekrar düşünmesini istiyorum!"
Fakat Agravain ve Mordred caymadılar. Kral Arthur'a, Sör Lancelot ile Kraliçe Guinevere arasındaki ilişkiyi anlattılar. "Lancelot'un hain olduğunu kanıtlayacağız" diye sözlerini tamamladılar.
"Gerçekten kanıtlamanız gerekir" dedi Arthur. "Sör Lancelot şövalyelerin en güçlüsü ve onuruna saldıran şövalyeleri öldürür."
Kral Arthur karısıyla Lancelot arasındaki sevgiyi uzun süredir biliyordu, ama bilmiyormuş gibi davranıyordu. Çünkü Lancelot birçok olayda ona ve kraliçeye yardımcı olmuştu ve Kral Arthur onu seviyordu. Eğer ilişkileri halk tarafından öğrenilirse, Arthur, kral olarak onurunu dikkate almak zorunda kalacağını ve harekete geçme zorunluluğu doğacağını biliyordu.
Fakat Agravain konuyu halka açıklamaya kararlıydı ve Arthur istemeden onun planına uymak zorunda kaldı. Kral Arthur ava gidecek ve Kraliçe Guinevere'e o gece dönemeyeceği haberini gönderecekti. Eğer Sör Agravain, Sör Mordred ve Yuvarlak Masadan on iki şövalye onun yokluğunda Sör Lancelot'u Kraliçe Guinevere ile bulurlarsa Lancelot'u ona getireceklerdi.
Lancelot, Agravain ve yanındaki şövalyeler kraliçenin kapısını çaldığında, gerçekten Guinevere'le birlikteydi. "Gölün efendisi Sör Lancelot, sen krala ihanet ettin!" diye bağırdılar. "Kraliçenin yatak odasından çık. Seni Kral Arthur'a götüreceğiz."
"Ah!" diye bağırdı Kraliçe Guinevere, "aşkımız bizi mahvetti. Zırhın ve silahların olmadığına göre seni öldürecekler ve beni de yakacaklar!"
Lancelot Guinevere'i kucakladı ve "soylu kraliçe, sen daima benim hanımım oldun ve ben de daima senin gerçek şövalyen oldum. Kral Arthur'un beni şövalye yaptığı günden beri sana karşı bir hatam olmadı. Eğer burada öldürülürsem ruhum için dua et! Akrabalarım seni ateşten kurtarırlar. Bu konuda rahat ol ve onlarla benim ülkeme git, çünkü orada kraliçe gibi yaşarsın" dedi.
"Hayır Lancelot" diye yanıtladı Guinevere, "sen ölürsen ben de yaşamayı seçmeyeceğim!"
"Bil ki sağ kalmak için elimden geleni yapacağım" dedi Lancelot, "ama seni kendimden daha çok düşünüyorum. Yine de, Hıristiyanlığın efendisi olmaktansa, şimdi silahlı olmayı yeğlerdim. Utanç içinde ölmektense, bana ün getirecek işler yaparak ölmeyi isterdim."
Sör Lancelot Kraliçe Guinevere'in kapısını yalnızca bir şövalye içeri girebilecek kadar açtı. Lancelot içeri gireni öldürdü, silahlarını ve zırhını aldı ve onu mahvetmek isteyenlere saldırdı. Yalnızca Sör Mordred kaçabildi.
Sonra Lancelot Guinevere'e, "bu şövalyeleri öldürdüğüm için Kral Arthur her zaman benim düşmanım olacak. Britanya'yı terk etmeliyim. Benimle gel! Seni gelecek tehlikelerden koruyacağım" dedi.
Guinevere yanıtladı: "Hayır, Lancelot. Kaçarak krallığa daha fazla kötülük etmeyeceğim. Ama yakılmaya mahkûm edilirsem beni kurtar."
"Bundan kuşkun olmasın" dedi Lancelot, Kraliçe Guinevere'i öptü ve yüzüklerini değiş tokuş ettiler.
Sör Lancelot kendi topraklarına döndü ve ailesi ile kendisine sadık şövalyeleri topladı. "Hepiniz biliyorsunuz ki" diye açıkladı, "Britanya'ya geldiğimden beri, efendim Kral Arthur'a ve hanımım Kraliçe Guinevere'e sadık kaldım. Bu gece kraliçe konuşmak için bana haber yolladı. Kral Arthur, ben odasındayken Sör Agravain, Sör Mordred ve on iki şövalyeyi beni tuzağa düşürmeleri için gönderdi."
"Bu şövalyeleri öldürdüğüm için savaş çıkacağı çok açık" diye devam etti. "Kral, öfkesi ve kiniyle kraliçenin yakılmasını emredecek. Onun için dövüşeceğim ve onun efendisine sadık kaldığını savunacağım."
Bu sırada Sör Mordred, Sör Lancelotia karşılaşmasının korkunç öyküsüyle Kral Arthur ve şövalyelerinin yanına gitti.
Arthur, "Yuvarlak Masa arkadaşlığı sonsuza kadar yıkılmıştır" diye bağırdı, "çünkü birçok soylu şövalye Sör Lancelot'un yanında yer alacak. Bu tacı başımda taşıdığım için yazıklar olsun! Şimdi bir kralın yaşadığı, en soylu şövalyelerin arkadaşlığından yoksun kalacağım!"
Kral Arthur devam etti: "Onurumu korumak için Sör Lancelot'la aramı bozmak zorundayım. "Kraliçe de, yasaya göre ihanet suçundan ölüm cezasına çarptırılmak zorunda. Yuvarlak Masa şövalyelerinin on üçünün ölümünden sorumlu. Dolayısıyla, ateşe atılıp yakılmasını emrediyorum."
Sör Gawain, "Lordum" dedi, "kraliçe hakkında bu kadar çabuk hüküm vermemeni öğütlüyorum. Sör Lancelot onun odasında da bulunmuş olsa, orada kötü bir niyetle bulunmuyor olabilir. Kraliçenin Lancelot'a her şövalyeden daha fazla borçlu olduğunu biliyorsun. Çünkü o birçok kez onun yaşamını kurtardı ve bütün saray reddettiğinde onun için dövüştü. Belki de onu çağırmasının iyi bir nedeni vardır."
"Belki de" diye devam etti Gawain, "kraliçe Lancelot'un gizlice odasına gelmesini iftiradan kurtulmak için istemiştir. Birçok kez, düşündüğümüzün yapılacak en iyi iş olduğunu sanırız, sonra bunun en kötüsü olduğunu anlarız! Sana, Kraliçe Guinevere'in, hem iyi hem de sadık olduğunu söylüyorum. Sör Lancelot'a gelince, kraliçenin onurunu yaşayan her şövalyeye karşı koruyacaktır ve onu korumak için suç ve utancı üstüne alacaktır."
"Böyle yapacağından kuşkum yok" dedi Kral Arthur. "Sör Lancelot cesaretine ve yeteneğine güvenir ve ne insan ne yasa, hiçbir şeyden korkmaz. Ama bu kez kraliçe için dövüşmesine izin vermeyeceğim. Kraliçe yaptıklarının sonucuna katlanacak, çünkü hepimiz yasaya tabiyiz. Ve eğer yapabilirsem Lancelot'a utanç içinde bir ölüm getireceğim."
Sonra Arthur Gawain'e, "Neden Lancelot'u savunuyorsun?" diye sordu. 'İki oğlunu ve geçen gece kardeşlerinden birini öldürdü ve birini ağır yaraladı."
"Onlar ölümü kendileri aradılar" dedi Gawain. "Onları yaptıklarının tehlikesi hakkında uyardım, ama öğüdümü dinlemek istemediler."
Kral, Sor Gawain'e emretti: "Sevgili yeğenim, en iyi silahlarını kuşan ve kardeşlerin Sör Gareth ve Sör Gaheris'le birlikte kraliçemi ateşe getir. Orada yargılanacak ve ölecek."
"Hayır soylu lordum, bunu yapmayacağım. Kalbim bu kadar soylu bir hanımın utançla ölmesine seyirci kalmaya izin veremez. Ve hiç kimse kraliçeyi suçlu çıkarıp onu ölüme mahkûm ederken seni desteklediğimi söylemesin" diye karşılık verdi Gawain.
"O zaman" dedi Kral Arthur, "kardeşlerine izin ver." Gawain yanıtladı: "İstedikleri gibi yapsınlar. Fakat senin emirlerine karşı koyamayacak kadar gençler."
Gareth ve Gaheris, "Gerçekten de, iş ne kadar aklımıza yatmasa da, bize verdiğin emre itaat ederiz" dediler, "fakat zırh giymeyecek ve silah taşımayacağız."
Böylece Kraliçe Guinevere, Carlisle şatosundan basit bir entariyle ölümle karşılaşmaya getirildi. Lordların ve hanımların çoğu sevgiyle ağladı ve çok azı idamı desteklemek için silah taşıdı.
Guinevere ateşe ulaştığında, Sör Lancelot'un Önderlik ettiği bir grup şövalye dört nala onu kurtarmaya geldi. Baskına gelen şövalyelere direnen herkes öldürüldü, çünkü Sör Lancelot'un savaş meydanında dengi yoktu.
Şövalyelerin zırhını parçalamak isteyen bir kılıç darbesi, silahlanmayan ve savaşa hazırlanmayan Gaheris ve Gareth'in korunmasız başlarına İndi. Onları kesen Lancelot’tu ve savaşın dumanı içinde onları görmemişti bile.
Sör Lancelot önüne çıkan herkesi öldürdükten veya dağıttıktan sonra Kraliçe Guinevere'e elbise verdi, atının terkisine aldı ve onunla birlikte Neşeli Gard'a doğru yola koyuldu. Orada kraliçeye, soylu bir şövalyenin hanımına davrandığı gibi davrandı.
Sör Gawain odasında kalmıştı ve Guinevere'in kurtarılış öyküsünü öğrendi. "Sör Lancelot'un kraliçeyi kurtaracağını veya ölümü göze alacağını biliyordum" dedi. Başka türlü onurunu koruyamazdı, çünkü kraliçe onun yaptıkları nedeniyle yakılacaktı. Onun yerinde olsam ben de aynısını yapardım."
Sonra Gawain'e kardeşlerinin ölümü anlatıldı. Onları Lancelot'un öldürdüğüne inanamadı. "Gareth Lancelot'u, kardeşlerinden veya kraldan daha çok severdi" diye bağırdı, "Lancelot isteseydi, Gareth onunla birlikte hepimize karşı çıkardı."
Sör Gawain üzüntü ve Öfkeye kapıldı. "Sör Lancelot kardeşlerimi nasıl öldürdü?" diye sordu Kral Arthur'a. "ikisi de ona karşı silahlanmamışlardı."
"Sana ancak bana anlatılanları aktarabilirim" dedi kral. "Bir grup silahlı şövalyenin arasında duruyorlardı ve onları göremedi. Onları öldürdüğünü bilmiyordu. Ama onların intikamını nasıl alacağımızı düşünmeliyiz."
"Efendim, kralım, amcam" diye yanıtladı Sör Gawain, "şimdi sana şövalyeliğim kadar kutsal bildiğim bir yemin vereceğim. Bugünden sonra dünyada hiç kimse beni Gölün efendisi Sör Lancelot'la barış yapmaya ikna edemez! Onunla dövüş meydanında karşılaşmadan ve birimiz ölmeden huzur bulamayacağım. Gerekirse Sör Lancelot'u yedi krallıkta arayacağım ve onu bulup kardeşlerimin ölümünün intikamını alacağım."
Kral Arthur ile Sör Lancelot arasındaki savaş böyle başladı.
Donna Rosenberg'in Dünya Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.
-
Fırtınanın Savurduğu Bir Halkın Mücadelesi AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ'NİN KURULUŞU (1783) AMERİKA'DA KOLONİLERİN KURULMASI Amerik...
-
PROTESTANLIĞIN DOĞUŞU Reform; kelime anlamıyla; «bir şeyin aslını bozmadan onda yapılan değişiklikler» şeklinde tarif edilirse de ıstılahi...
-
Şu altı şey zararlıdır: 1- Amirlerin sefih olması. 2- Kan dökülmesi. 3- Hükmün satılması. 4- Akrabadan uzak...