22 Kasım 2022 Salı

Türk Göçleri

 Göçebelik Meselesi


İnsanlık tarihinde toplumlar genellikle yerleşikler ve göçebeler olarak kabul ve tasnif edilmişlerdir. Göçebeler bir yerde daima kalmaya karar veremeyen ve bir takım nedenlere bağlı olarak her zaman hareket halinde olanlardır. Bunun için üç esas tespit edilebilir:


Yılın her zamanı ayrı yerde geçirilen hayat


Mevsimlerin özelliklerine göre farklı yerde geçirilen hayat


Bir yerde hem yaz hem de kışta devam eden yerleşik hayat


Günümüzdeki modern hayatın temeli üçüncü maddedeki hayattır. Buna bağlı olarak 18. yüzyıl sonlarından itibaren oluşan medeniyet dünyası yerleşik hayatı esas kabul etmiş, bunun dışındaki hayat tarzlarını sadece barbarlara ait olarak görmüştür. Bu görüş bilim dünyasını etkilediği için Türklerin hayat tarzlarının tanımında farklı görüşler ortaya atıldığı gibi bu hayat tarzının belirlenmesinde çeşitli sıkıntılar yaşanmış ve bu da bazı olumsuzlukları beraberinde getirmiştir. Bu nedenle de bizim eski


Türklerin hayat tarzlarını kesin bir biçimde bilmemiz gerekmektedir. Öncelikle bilmemiz gereken bir kaç husus vardır. Bunlar:


Türkler yılın her döneminde veya ayında durmadan göç eden bir toplum değildir.


Türkler aşağıda detaylı bir şekilde vereceğimiz çeşitli sebepler yüzünden göç etmek mecburiyetinde kaldıklarında rastladıkları ilk yere göç etmemişler aksine önce bir keşif birliği göndererek oranın kendi hayat tarzlarına uygun olup-olmadığını tespit etmişlerdir.


Türkler yaşanılan hayvan yetiştiriciliğine bağlı hayatın kendilerine sunduğu şartlar dahilinde hareket ederek bir hayat tarzı oluşturmuşlardı ki bu tarz göçebe değil, konar-göçerliliktir. Zira yazın daha serin olduğu için yaylaları kışında daha ılık olduğu için güney bölgelerini kışlık/kışlak olarak tercih etmişlerdir.


Batılı araştırmacılar, bir toplumun yaşayış tarzını belirlerken genelde kendi kültürlerinin bakış açılarından belirlerler. Muhkem surlarla çevrili şehir hayatını medeniyetin oluşmasının en önemli sebebi olarak görüp, bu hayat tarzından başka bir hayat tarzı yaşayan toplumları iptidai olarak nitelerler ki, biz Türkler de bu nitelemeden uzun yıllar boyunca kendi nasibimize düşeni fazlası ile almışızdır.


Türklerin hayat tarzlarına baktığımızda aynı bölgede yazın ve kışın hareket ettiğini görürüz ki bunu göçebe olarak değerlendirmek doğru değildir. Türk’ün yaşadığı yerdeki hayatın temel özelliklerine baktığımız zaman iklim bakımından uygun yerlerde yaşamaya özellikle özen gösterdiklerini görürüz. Türklerin yaşadıkları geniş coğrafyada dört mevsimde farklı sıcaklıklar bulunmaktadır. Evlerini de sıcaklığın bulunduğu yerlere göre kurmayı tercih etmişlerdir. Ancak bu durum Türk hayatının göçebe değil, olsa olsa mevsimlik olduğunu göstermektedir. Bu yüzdendir ki sıcaklığın farklı olduğu her mevsimde yaşanılan yer o mevsimin adıyla anılmıştır. Kışlak, yaylak, yazlak, güzlek.


Dört mevsime yayılan hayatın bir sonraki safhası iki büyük zaman diliminde farklı yerlerde yaşamaktır. Zaten en çok bilinen yaylak kışlak arasındaki hayattır. Ancak bilinen zamanlarda yazlak olmasa da yaylaya göçün iki ay sürdüğü belirtiliyor ki bu iki aylık süre yazlak yerlerde geçirilirdi. Fakat son zamanlarda yaygın olarak mekân tabiri yaylak ve kışlaktır.


Böyle bir hayatta Türklerin her iki yerde evi olması gerekmektedir. Bu iki ayrı yerde yaşam bir ev yapılarak ya da ev göçürülerek sağlanırdı. Fakat her iki yerde evi olması yerine var olan evini göçürmesi çok daha kolaydı. Ev göçürülebilir olunca yaylak ve kışlakta evin kurulduğu belirli yerler olması gerekirdi. İşte Türklerin hayatında yerleşik olmasalar da tam da göçebe olamayacaklarını gösteren bir kavrama gelmiş oluyoruz. Çünkü Türklerin hem yaylakta hem de kışlakta evini kurduğu yer belirlidir. Türklerin evinin toprağa temas ettiği yani evini kurduğu yer onun yurdudur. Dolayısıyla Türk insanının yeri ve yurdu bellidir. O yaylak ve kışlağa gittiğinde evini rastgele bir yere değil kendi yurdunda kurar.


Türklerin hayatındaki mevsime bağlı hareketliliğin iki sebebi olabilir:


1- Türkler kendileri için uygun iklimi aramışlar; dolayısıyla havalar ısınınca ya da soğuyunca daha uygun yeni bir coğrafyaya vaktiyle denemiş oldukları bir yerine gidip evlerini kurmuşlardır.


2- Türklerin iki ya da daha fazla mekanda hayat geçirmelerinin sebebi geçimlerini temin edebilmek içindir. Hayatlarını hayvancılıkla idame ettirdikleri için hayvanların bol otlaklı yerlere götürülmesi böyle bir mevsimlik hareketlilik yaşamalarını zorunlu kılmıştır.


Türkler fiziki ve ruhsal yapılarının sağlamlığı sayesinde bütün bu zor işlerin üstesinden kolayca gelmişlerdir. Öte yandan, bu hayat tarzı onların teşkilatçılık ve askerlik kabiliyetlerinin gelişmesine de yardım etmiştir. Ayrıca, Türkistan’ın son derece sert olan iklim şartları şahsını, ailesini ve malını korumak isteyen herkesi asker olarak yetiştirmek zorunda bırakmıştır ki işte tam bu sebepten dolayı da eski Türklerde halk ordu, ordu da halk olarak görülmüştür.


Türklerin aslen göçebe bir millet olduğu kanaati ilim dünyasınca yaygındır ki Alman ilim adamı W. Koppers atlı göçebe Türklerin eski medeniyetlerin ortaya çıkışında oynadıkları rolü tespit ederken Türkleri göçebe, ziraat ve madencilikten daima uzak kalmış bir millet gibi göstermiş ve W. Barthold’un “Türk göçebelikten ayrıldığı vakit Türk olmaktan çıkıyor” sözünü bir hakikat gibi nakletmiştir. Maalesef bizzat Türk ilim adamları arasında da bu kanaate katılanların sayısı oldukça fazladır. Hâlbuki göçebeliğin ekonomik faaliyeti dışında sosyal içeriği henüz iyi bilinmeyen bir toplum tipi olduğu gözden kaçırılmakta, Türk milleti hakkında hüküm verilirken de yalnız ekonomik faaliyetler etkisinde kalınarak ilme uymayan önyargılarla hareket edilmektedir. O kadar ki asli Türk kültürüne nispetle yerleşik vasfı ağırlık kazanmış olan Osmanlı ve Selçuklu Türklüğü’ne dahi bu hüküm verilmiştir.


Göçlerin Sebepleri


Tarih ve mekân ilişkisi birbirinden ayrılamayacak iki önemli olgudur. Kavimlerin yaşadıkları coğrafyalar ve diğer çevre faktörleri, toplumun hayatını derinden etkilemekte ve büyük oranda da şekillenmesinde etkin rol oynamaktadır. Türkistan bozkırlarının uçsuz bucaksız düzlük arazilerinin, mekân-birey ilişkisinin ferdin hayatına müspet veya menfi yönde istikamet kazandırdığı gibi, Türk boylarının siyasi, sosyal, iktisadi ve de askeri tarihi üzerindeki tesiri mutlak surette görülebilmektedir. Asya bozkırlarının zorlu hayat şartları bozkır insanında mücadele ruhunu, dayanıklılığı, fedakârlığı, dayanışmayı, hasbiliği, bir arada barış ve huzur içinde yaşamayı, stratejiyi, teşkilatlanmayı, temeli insan ve adalet olan devletler kurabilme yeteneğini kazandırmıştır.


Yaygın kanaat Türklerin bıkmadan usanmadan sürekli göç eden, durağan hayatı sevmeyen ve hareketliliği bir yaşam biçimi olarak kabul eden bir millet oldukları şeklindedir. Ancak her ne olursa olsun Türklerin de sonuçta tarih sahnesine çıktıkları, zamanla büyüyerek ve gelişerek güçlü bir toplum olarak siyasi arenada varlık gösterdikleri bir coğrafi mekânlarının olması gerekir. Nitekim vatan düşüncesi bu kadar güçlü olan milletin, bir toprak parçasını kutsal olarak görmemesi o mekânla duygusal bir bağ kurmaması düşünülemez. Yapılan son araştırmalar neticesinde tarihçiler Türklerin anavatanını Altay ve Sayan dağları çevresi, sanat tarihçileri Tanrı Dağları ve çevresi, kültür tarihçileri İrtiş- Yayık (Urallar) arasını anayurt olarak kabul etmişlerdir. Sonuçta daha da somutlaştırmak gerekirse; Issık Göl, Aral Denizi, Baykal ve Balkaş Gölleri, Altay Dağları ile Tanrı Dağları ve son olarak Ötüken ormanlarının bulundukları coğrafyanın kesiştiği bölgeleri Türklerin anayurdu olarak kabul etmek gerekir. Ancak zorlayıcı sebepler yüzünden Türk boyları anayurtlarını terk etmişlerdir. Anavatan Türkistan coğrafyasında yaşayan Türk boylarının bir kısmı beş başlık altında toplayabileceğimiz nedenlerden dolayı farklı kıtalara göç etmek durumunda kalmışlardır.


Doğal Afetler


Türkistan’ın çevre ve iklim şartları hayvancılığa olduğu kadar tarıma elverişli değildi. Yani Türklerin yaşadıkları yerler onların bütün ihtiyaçlarını karşılamıyordu. Üstelik zaman zaman meydana gelen kuraklık ve çekirge baskınları kıtlıklara yol açıyor ve anayurtta yaşamayı oldukça güçleştiriyordu. Diğer yandan soğuklar ve salgın hayvan hastalıkları da bazen kitleler halinde hayvan kayıplarına sebep oluyordu. Başlıca ekonomik varlıklarını yitiren Türkler perişan oluyor, güç durumlara düşüyorlardı.


Nüfus Artışı ve Otlak Yetersizliği


Anayurt toprakları zamanla hızla çoğalan Türklere geçim bakımından yetersiz kaldı. Aynı şekilde otlaklar da sayısı gittikçe artan sürülere yetmedi. Öyle ki bazen otlaklar yüzünden boylar arasında silahlı mücadeleler yaşanmış ve mücadeleyi kaybeden boy kendisine yeni yurt ve otlak aramak zorunda kalmıştır.


Çinlilerin M.Ö. birinci asırda vergi almak için yaptıkları nüfus sayımına göre vergi veren kuzeyli kavimlerin ki bunların büyük bir kısmını Türkler oluşturuyordu sayıları 315.000 kişi idi. Yine boyların ya da şehirlerin ne kadar asker verebildikleri hakkında Çin kaynaklarında verilen bilgilere göre Kök-Türkler zamanında Yenisey Kırgızları sadece 80.000 kadar asker verebiliyorlardı. Bu da aşağı yukarı 350-400.000 nüfusa denk geliyordu. Daha sonra bunlar Tokuz Oğuz hanlarına karşı isyan etmişler ve 400.000 asker vermişlerdir ki nüfuslarının bir buçuk iki milyona tekabül ettiğini göstermektedir. Bu da bize Türklerin çok kısa sürede hızlı bir nüfus artışı yaşadıklarını söyleme imkanı sunmaktadır.


Siyasi Anlaşmazlıklar


Anayurt dışına yapılan göçlerin bir sebebi de Türk tarihinde sık sık görülen siyasi anlaşmazlıklardır. Bu anlaşmazlıklar genellikle devletin bölünmesine ve taraflar arasında silahlı mücadelelerin yaşanmasına sebep olmuştur. Mücadeleyi kaybeden taraf bir başkasının egemenliği altına girmektense yerini-yurdunu terk edip yeni ufuklara göç etmeyi tercih etmiştir. Batı Hunlarının yaptığı göç bunun bir örneğidir. Göçler bazen de yeni bir Türk devleti kurulurken meydana gelmiştir.

Böyle durumlarda yeni devletin egemenliğini kabul etmek istemeyen boylar, uruğlar yurtlarını bırakıp başka yerlere göç etmişlerdir.


Ağır Dış Baskılar


Türk boyları karşı koyamadıkları ağır dış baskılar karşısında bazen yurtlarını terk etmek zorunda da kalmışlardır. Bu durum genellikle Türkistan’da güçlü bir Türk devletinin bulunmadığı zamanlara denk gelmiştir. Böyle zamanlarda Türkler istiklallerini değil yurtlarını feda etmişlerdir.


Çin ve Moğol baskılarında bunun örneğini rahatlıkla görebiliyoruz. Türk boyları bazen de birbirlerinin baskılarına maruz kalarak yurtlarını terk etmişlerdir ki Avarlar, Peçenekler, Kuman/Kıpçaklar buna örnektir.


Cihan Hâkimiyeti Ülküsü


Yeni ülkeler alma arzusu ve bunun doğal sonucu olarak yeni vatanlar kurma düşüncesi de göçlerin sebepleri arasında yer almaktadır. Türklerde en başından beri var olan cihan hâkimiyeti ülküsü onları yeni yerler keşfetmeye sevk etmiştir. Oğuzların Anadolu’ya göçleri bu sebeptendir. Çünkü Türkler at ve demir sayesinde özellikle de atı kullanarak çok hızlı bir şekilde işgal ve göç hareketlerinde bulunabiliyorlardı. Türk cihan hakimiyeti ülküsü “güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar her tarafın Türk hakimiyetine almak ve Türk töresini (adaletini) büyün dünyaya yaymak” olarak ifade edilmektedir.


Milattan Önceki Türk Göçleri


Milattan önceki yüzyıllarda yapılan Türk göçlerine maalasef kaynakların yetersizliği dolayısı ile tam vakıf değiliz. Bugün, Milattan sonra olan göç yollarına bakarak, Milattan önceki yüzyıllarda Türklerin hangi istikametlerde ve nerelere göç etmiş oldukları hakkında fikir edinmek mümkün olmaktadır. Çin, Hindistan, Orta Avrupa, Balkanlar, İran, Mezopotamya ve Anadolu, Türklerin Milattan sonra göç ettikleri yerlerdir. Bu ülkelerde milattan önceki yüzyıllarda oluşan medeniyetlerde belirgin bir şekilde Türk kültürünün izlerine rastlanması, Türklerin eski zamanlarda buralara göç etmiş oldukları hakkında bize ipuçları vermektedir. Mesela, Sümerce ile Türkçe yapı bakımından aynı dil grubuna girmektedir. Hatta, yapılan araştırmalarla 200-300 kadar Sümerce kelimenin (ai=ay, dağ=dağ, ab=eb, ev v.s.) Türkçe olduğu anlaşılmıştır. Ayrıca yapı bakımında aynı benzerlik Urartu dili ile Türkçe arasında da görülmüştür. Mezopotamya (Sümer) ile Pakistan’ın Harappa ve Mohenjo-daro mevkiinde ele geçen buluntular arasında da benzerlikler görülmüştür. İlim adamları bu benzerliklere bakarak, her iki medeniyetin yaratıcılarının da aynı soydan gelen boylar olduğu hükmüne varmışlardır.


Öte yandan, Çin’de kurulan Chou (M.Ö. 1050-256) Devleti’nde Gök dini, güneş ve yıldızların kutlu sayılması gibi inançlarla askeri alanda bazı Türk geleneklerine rast gelinmesi, bu devleti kuran unsurun Türk olduğuna şüphe bırakmamaktadır. Daha da önemlisi, milliyeti hakkında bir türlü karara varılamayan Etrüsklerin (Tursakalar) bir Türk topluluğu olabileceği, yeni değerlendirmelerle oldukça belirli bir hale gelmiştir.


Milattan Sonraki Türk Göçleri


Milattan sonraki yüzyıllarda meydana gelen Türk göçleri genellikle iki istikamette olmuştur:


Güneye doğru


Batıya doğru


Güneye inen Türkler Kuzey Çin’de çeşitli adlar altında devletler kurmuşlardır. (Tabgaç Devleti 338-557). Batı’ya göç eden Türk boyları da başlıca iki kola ayrılarak yollarına devam etmişlerdir. Bunlardan Hazar Denizi’nin ve Karadeniz’in üstünden kuzey yolunu takip edenler, Orta Avrupa ve Balkanlar’a inmişler burada güçlü devletler kurarak, Batı ve Doğu Roma imparatorluklarını baskı altına almışlardır. (Hunlar, 375’den sonra; Avarlar VI. Yüzyıl ortası; Peçenekler, Kuman/Kıpçaklar ve Oğuzlar, IX-XI. Yüzyıllar arası.)


Güney- Batı yolunu takip eden ikinci kol ise, Sasani (İran) İmparatorluğu topraklarında sert bir karşı koyma ile karşılaşınca bir ara yolunu Hindistan istikametinde değiştirmiştir (Akhunlar/Eftalitler, 350). Ancak Türklerin devamlı hücumlarıyla oldukça zayıf düşürülmüş olan Sasani İmparatorluğu, Araplar tarafından beklenmedik bir şekilde ortadan kaldırılmış, böylece de Türk boylarına yeni bir yol daha açılmıştır (Oğuzlar, XI. Yüzyıl). “Orta Yol” adı verilen bu yol Türkler için en başarılı yol olmuştur. Çünkü diğer göç yollarını takip eden Türkler aradan az veya çok bir zaman geçtikten sonra başka medeniyetler içinde erimelerine ve milliyetlerini kaybetmelerine karşılık, “Orta Yol”dan Anadolu’ya gelen Oğuzlar/Türkmenler hem Türklüklerini hem de istiklallerini koruyabilmişlerdir.


Türkler’in millî varlıklarını korumalarının sebepleri şöyle açıklanabilir:


Türk aile yapısının güçlü olması,


Türk kültürünün güçlü olması,


Türk töresinin vazgeçilmez olması,


Türk devlet-veraset sisteminin güçlü olması


İslâm dini ile Türk inanç geleneklerinin birbirine çok yakın olması,

Orta Doğu’ya hâkim olup, İslâm memleketlerinin ortasında arka arkaya bir düzine devlet kuran Türklerin, anavatan Türkistan’dan binlerce kilometre uzaklarda, Azerbaycan, Yukarı Mezopotamya, Anadolu ve Rumeli gibi topraklarda yeni vatan kurmaları.


Yeni vatanın, Türkistan’dan sürekli gelen Türk göçleriyle beslenmesi ve takviye edilmesi.


Müslüman olan Türklerin güçlü Fars ve Arap kültürleri karşısında kendi kültürlerini titizlikle korumaları ve devam ettirmeleri.


Milli ve manevi değerleri yaşatacak ve geliştirecek milli bir edebiyat yaratmış olmaları.


Milattan sonraki göçlere katılan Türk boyları ve göç zamanları hakkında oldukça kesin bilgilere sahibiz. Maddeler halinde bu göçlerden bahsedecek olursak,


Hunlar Orhun Bölgesinden Güney Kazakistan bozkırlarına ve Türkistan’a,


350’li yıllarda Akhunlar Afganistan ve Kuzey Hindistan’a,


375’ten sonra yine Hunlar Avrupa’ya,


Sonrasında, Ogurlar, Güneybatı Sibirya’dan Güney Rusya’ya


Yüzyılın son yarısında Sabarlar, Aral Gölü’nün kuzeyinden Kafkaslar’a,


Avarlar, Türkistan’dan Avrupa’ya,


669’lu yıllardan sonra Bulgarlar, Karadeniz’in kuzeyinden Balkanlara ve İdil Nehri kıyılarına,


Sonra Macarlarla birlikte bazı Türk boyları Kafkasların kuzeyinden Orta Avrupa’ya,


840’tan sonra Uygurlar, Orhun bölgesinden İç Asya’ya,


IX. ve XI. Yüzyıllar arasında Peçenek, Kuman (Kıpçak), ve Oğuzların bir kolu olan Uzlar, Doğu Avrupa’ya ve Balkanlara,


Aynı dönemlerde Oğuzlar Orhun bölgesinden Seyhun Nehri kıyılarına,


XI. Yüzyılda Seyhun Nehri kıyıların göç eden aynı Oğuz kitlesi Maveraünnehir üzerinden İran’a ve Anadolu’ya göç etmişlerdir.


Bunlardan özellikle Hun ve Oğuz göçleri hem uzun mesafeler kat etmek suretiyle yapılmış hem de çok önemli tarihi sonuçlar vermiştir. Bu göçleri yeni vatan kurma maksadını güden büyük çapta Türk fütuhatı karakterize eder. Türk göçlerini belirli gayelerden yoksun ve sonu bilinmez birer macera girişimi olmaktan çıkarıp başarılı bir şekilde hedeflerine ulaştıran başlıca sebep de hemen hemen bütün göçlerin Türk hükümdar ailesi mensupları tarafından sıkı bir disiplin altında sevk ve idare edilmesidir. Böylece eski Türk hükümranlık anlayışına göre kutsal sayılan hanedan üyelerinin başta bulunması, onlara karşı duyulan saygı ve bağlılık dolayısıyla Türk topluluklarının hareket birliklerini muhafaza ederek çeşitli iklimlerde tarihi vazifelerini gerçekleştirmelerini mümkün kılmıştır.


Göçlerden Sonra Anayurdun Durumu


Türk boylarının hepsi göç hareketine katılmamış olup, bir kısmı anayurtta varlıklarını devam ettirmişlerdir. Bunlar burada zaman zaman büyük devletler kurmuşlar (Hun, Gök-Türk, Uygur devletleri gibi) ve Türkistan’nın tek hâkimi olmuşlardır. Hatta bununla da kalmamışlar, göçler vasıtasıyla oluşan yeni Türk vatanlarını bitip tükenmez insan kaynağı ile devamlı beslemişlerdir. Öyle ki eski Türk yurdu arka arkaya gönderdiği kitlelerle yeni anavatanlarını Türklük bakımından güçlendirirken, kendisi ise Türklük bakımından gittikçe zayıflamıştır. Bundan sonra Çin’in ve Rusya’nın istilalarına uğrayan Türkistan Türkleri, milli varlıklarını devam ettirmekle beraber siyasi istiklallerini kaybetmişlerdir. İstilacılar, kabile anlayışını canlı tutarak Türkistan Türkleri’nin milletleşmelerini devamlı önlemişlerdir.


Alıntıdır.


Mardin

 



Kavimler Göçü ve Batı Roma İmparatorluğu’nun Çöküşü

 Türklerin çeşitli sebeplerden dolayı anayurtlarından ayrılmaları ile başlayan kavimler göçü neticesinde Batı Roma İmparatorluğu’nun sonunu hazırlayan birtakım olaylar cereyan etmiştir. Türklerin önlerinde bulunan Germen kavimlerini batıya doğru itmeleri, bu kavimlerin Roma İmparatorluğu’nun sınırlarını tehdit etmesine neden olmuştur. İmparator I. Theodosius (379-395) döneminde bir yandan içeride ekonomik, dini, toplumsal karışıklıklar yaşanırken diğer yandan devletin sınırları barbar akınları ile büyük bir tehdit altına girmiştir. Böyle bir ortamda I. Theodosius 395 yılında imparatorluğu iki oğlu Arkadius ve Honorius arasında taksim etmiştir. Bu taksimat doğu ile batı arasında kesin bir ayrılığı hedeflemezken esasen de bir ayrılığın başlangıcı olmuştur. Zaman içerisinde imparatorluğun doğu yakası stratejik, askeri, siyasi, ekonomik vs. nedenlerden dolayı gittikçe güçlenirken, batı yakası Germen kavimlerin saldırı ve tazyikiyle zayıflamaya başlamıştır. Bu durum Batı Roma İmparatorluğu’nun sonunu getirirken Avrupa kıtasının siyasi ve etnik haritasının da büyük ölçüde değişmesine neden olmuştur.


İtalya yarımadasının kuzeybatısında bulunan Tiber Nehri’nin güneyinde verimli topraklara sahip olan Latium bölgesi eski devirlerden beri insanların yaşam alanı olmuştur. Buraya M.Ö. 2000’lerin sonlarına doğru kuzeyden (Atlan 2014: 5) gelen İtalikler adında bir grup yerleşmiştir. Latium’da İtalikler’in bir kolu olarak yaşayan ve savaşçı bir toplum olan Latinler, bu bölgeyi taksim ederek ayrı klanlar halinde yaşamaya başlamışlardır. Böylelikle Latin şehirleri meydana gelmiştir. Bu klanlardan birisi de Tiber nehrinin ağzında bulunan küçük bir tepecik üzerindeki Roma’dır (Demircioğlu 2015: 34-35).


Roma’nın kuruluşuyla ilgili birçok efsane bulunmaktadır. Bunlardan en eskisi, Troia’lı bir prens olan Aeneas’ın bu şehri kurduğu ve Troia’lı bir kadın olan Rhome’nin ismini bu şehre verdiğidir. Romalılar şehrin kuruluş günü olarak M.Ö. 21 Nisan 753’ü kabul etmişlerdir (Atlan 2014: 11-12; Demircioğlu 2015: 34-35). Roma şehri bu tarihte kurulduktan sonra birçok kral tarafından yönetilmiş ve Romulus bu şehrin ilk kralı olmuştur. Romulus, Roma tahtına çıktıktan sonra teşkilatlanmaya önem vermiştir. Senex (yaşlı) adı verilen kişiler bir araya getirilerek Senato oluşturulmuştur. Bu meclis tecrübeleri ve birikimleri ile önemli meselelerde krala danışmanlık yapmıştır. Ayrıca savaşçı bir kişiliği olan Romulus, orduyu da düzenlemiş, halkı Patrici ve Pleb olarak ikiye ayırmıştır (Atlan 2014: 12). M.Ö. 508 yılında Roma’da seçkinler sınıfı son Kral Tarquinius’un zalimce yönetimini bahane ederek ayaklanmış ve krallık yerine cumhuriyet rejimini getirmişlerdir. Cumhuriyet rejimi Roma’da kısa sürede kabul görmüştür (Atlan 2014: 25).


Roma M.Ö. V. yüzyıldan itibaren sürekli gelişme göstermiş fakat M.Ö. IV. yüzyıl başlarında ani bir Kelt akınına maruz kalmıştır. Roma ordusunu dağıtan Keltler, burayı yakıp yıkmışlardır. Bu olaydan sonra siyasi prestijini yitiren Roma müttefikleri ve komşularına karşı liderlik vasfını yitirmiştir. Birçok Latin şehri bunu fırsat bilerek ayaklanmıştır. Ancak Roma M.Ö. IV. yüzyılın ortalarına doğru yeniden toparlanarak kaybettiği yerleri ele geçirmiştir. Bu tarihten itibaren Roma egemenliği Latium bölgesinin dışına çıkmaya başlamıştır. Öncelikle sınır komşuları olan ve İtalya egemenliğinde önemli rakipleri olan Veii kentini kendine bağlayan Romalılar, Samnitlerle yaptıkları ağır savaşlardan sonra onları da kendi müttefikleri konumuna getirmişlerdir. Bu yüzyıldan itibaren sürekli bir fetih politikası güdecek olan Roma ilk olarak Orta İtalya’yı fethederek, daha sonra Güney İtalya’ya yönelmiş ve Po vadisinin güneyinden itibaren bütün İtalya yarımadasına hâkim olmuştur (Demircioğlu 2015: 107-155).


İtalya’da siyasi hâkimiyeti sağlayan Roma, Afrika ve Asya ile arasında önemli bir bağlantı konumunda olan, Sicilya adası ile Messina Boğazı’na hâkim olmak istemiştir. Bu bölge o günlerde Kartaca’nın sınırları içerisindedir ve Batı Akdeniz ticareti için de önemli bir konumdadır. Bunun farkında olan Roma, bundan sonra Akdenize hâkim olma politikası gütmüştür. Bu suretle Sicilya’ya giren Roma ile Kartaca arasında 23 yıl sürecek olan I. Kartaca savaşı başlamıştır. Savaş Roma’nın üstünlüğü ile sonuçlanmış ve M.Ö. 241 yılında iki devlet arasında barış imzalanmıştır. Sonuç olarak Roma Sicilya’yı alarak ilk defa deniz aşırı bir toprak kazanmıştır. II. Kartaca savaşı sonunda ise Roma artık İspanya’yı da ele geçirmiş ve Batı Akdeniz tamamıyla Roma’nın kontrolüne geçmiştir (Demircioğlu 2015: 210-274).


Batı Akdeniz’de hâkimiyetini güçlendiren Roma, gözünü Doğu Akdeniz hâkimiyetine çevirmiştir. Roma’nın asıl amacı buradan toprak elde etmek yerine nüfuz sağlamak ve doğuda sürekli gelişen devletlerin kendisine yaklaşarak tehlike yaratmasını engellemek olmuştur. Fakat doğuda aniden gelişen bir hadise neticesinde Roma’nın doğu politikası değişmiştir. Nitekim M.Ö. 204 yılında ölen Mısır kralının yerine küçük yaştaki oğlu tahta çıkınca, Suriye ve Makedonya kralları Mısır topraklarını paylaşmak için bir antlaşma yapmış ve netice itibarıyla Mısır’ın kendilerine yakın topraklarını fethetmeye başlamışlardır. Makedonya kralının fethettiği yerlerde menfaatleri bulunan Rhodos ve Bergama kralları buna karşı çıkmış ve araları açılmıştır. Rhodos ve Bergama kralları Roma’dan yardım istemişler ve karşılık bulunca üç koldan Makedonya’ya saldırarak, Makedonya’yı ağır bir antlaşma yapmaya mecbur bırakmışlardır (Atlan 2014: 103-105). Roma İtalya’nın doğusunu korumak amacıyla Adriyatik Denizine hâkim olmak istemiş ve netice itibarıyla  Makedonya ile bir savaş daha kaçınılmaz olmuştur. Nihayetinde M.Ö. 168 yılında Makedonlar Roma’ya bir kez daha yenilmişlerdir. Sonuç olarak Roma Akdeniz’de hâkimiyetini tamamlamıştır (İplikçioğlu 2007: 82).


Bundan sonra Roma Devleti, bir imparatorluk haline gelerek kısa sürede doğuda ve batıda büyük topraklar elde etmiştir. Ancak Roma İmparatorluğu sınırlarının genişlemesiyle birlikte dış politikada önemli sorunlar ve tehditlerle de karşılaşmaya başlamıştır. Özellikle M.S. III. yüzyıldan itibaren siyasi, askeri, sosyal ve ekonomik yönden zorlu günler yaşanmıştır. Üstelik doğuda Sasaniler gibi güçlü bir düşman ile uğraşmak zorunda kalan Roma’nın, batıda da Germen kavimlerinin saldırıları ile boğuşması durumu daha da zorlaştırmıştır (Ostrogorsky 1999: 40; Çapan 2015: 42). Bu zor dönemde imparatorluğun başına geçen Diocletianus (284-duruma çözüm bulmak amacıyla çalışmalar başlatmıştır. Oldukça genişleyen ve bundan dolayı yönetimi zorlaşan ülke topraklarını 285 yılında dört parçaya ayırarak Tetrarkhia (Dörtlü Yönetim) sistemini kurmuştur. Böylece İmparatorluğun doğusuna ve batısına iki Augustus ve iki Caesar atamıştır. Devlet toprakları her ne kadar dört ayrı parçaya bölünerek yönetilse de devletin bütünlüğü fikrinden vazgeçilmemiştir. Bir imparatorun çıkardığı kanun bütün ülke için geçerli olurken, her bir imparator diğerine danışmak ve iş birliği yapmak zorunda kalmıştır. Bu yönetim şekli Diocletianus hayatta iken sorunsuz bir şekilde işlerken onun ölümünden sonra taht kavgalarına neden olmuştur. 375-395 yılları arasında hüküm süren İmparator Theodosius uzun süren bir iç savaştan sonra yeniden bütün imparatorluğu tek bir yönetim altında birleştirmeyi başarmıştır. Ancak İmparator Theodosius ölümünden kısa bir süre önce imparatorluğu iki oğlu arasında doğu ve batı olarak taksim etmiştir. Her ne kadar devletin bütünlüğü fikrinden vazgeçilmemiş olsa da bu durum Roma İmparatorluğu’nun kesin olarak ikiye ayrılmasına neden olmuştur (Ponting 2011: 265; Vasiliev 1943: 108). Çünkü içinde bulunulan şartlar imparatorluğun her iki yarısı arasındaki bağların giderek gevşemesine neden olmuştur (Ostrogorsky 1999: 49-50). Bu sırada Kavimler Göçünün başlamasıyla birlikte Türk kavimlerinin hızlı bir şekilde batıya göçleri sonucunda imparatorluğun her iki kısmı da çok zor duruma düşmüştür. İmparatorluğun doğu kısmında etkili bir siyaset izlenerek bu kavimlerin çoğu batıya yönlendirilmiştir. Böylece imparatorluğun doğusu varlığını sürdürebilme açısından daha şanslı iken, Batı Roma İmparatorluğu kendini barbar kavimlerin istilası içinde bulmuş ve büyük bir yıkım dönemine girmiştir (Ostrogorsky 1999: 50-51).



Kavimler Göçünün Başlaması ve Hunların Batıya Göçleri


Göçler konusunda araştırma yapan bilim adamlarına göre hiçbir kavim keyfi olarak bulunduğu yerden bir başka yere hareket etmemiştir. Nitekim insan topluluklarının yaşadıkları yerleri terk edip buralardan geri dönmemek üzere ayrılmaları hem toplum psikolojisi hem de ekonomik, siyasi, askeri buhranlara neden olmuştur. Bu nedenle tarih boyunca toplumlar zorlayıcı nedenlerden dolayı göç etme ihtiyacı hissederken nedensiz bir şekilde yerlerinden oynamamışlardır. Geniş alanlara yayılan Türk toplumunun göçleri de ciddi sebeplere dayanmaktadır. Genel olarak Türk göçleri ekonomik sıkıntılar, kuraklık, nüfus kalabalığı ve otlakların yetersizliği gibi nedenlere dayanmaktadır. Bu nedenlerden dolayı kendilerine daha uygun yurtlar bulmak amacıyla harekete geçen Türkler, bazen ekonomik açıdan daha fazla imkâna sahip bir başka Türk toplumuna saldırarak onları başka yerlere göçe mecbur bırakarak yeni göç dalgaları oluşturmuşlardır (Kafesoğlu 2013: 54-55). Bunun yanında siyasi olaylar da bu göçlerin başlıca nedenleri arasında yer almıştır. Tarih boyunca bir başka devletin esareti altında yaşamayı kabul etmeyen ve bağımsızlıklarına düşkün olan Türk toplulukları kendi bağımsız devletlerini kurmak için de zaman zaman göç etmeye ihtiyaç duymuşlardır. Kavimler Göçü olarak adlandırılan bu süreç Dünya tarihini ve Türk tarihini derinden etkilemiş, özellikle dönemin en büyük imparatorluğu olan Roma İmparatorluğu’nun iç ve dış politikalarını yönlendiren önemli bir etken olmuştur. Roma İmparatorluğu içeride yaşanan karışıklıklar, dini tartışmalar, ekonomik ve askeri sıkıntılar nedeniyle bu göçlere karşı etkili tedbirler alamamıştır. Ayrıca bu göçleri kaygıyla takip eden imparatorluğun olabilecekleri önceden tahmin etmesi de mümkün olmamıştır. Çünkü göçü etkileyen faktörlerin düzensiz bir şekilde tekrarlanması, göçün karmaşık bir hal almasına neden olduğu gibi sürekli hale dönüşmesine de neden olmuştur. 


Nitekim asırlar boyunca sürecek olan göç dalgaları hem Batı hem de Doğu Roma İmparatorluğu’nu tehdit etmeye devam etmiştir (Davies 2006: 243).


Asya Hun İmparatorluğu’nun iç karışıklıklar, Çin baskısı gibi nedenlerden dolayı dağılma sürecine girmesi ve bunun sonucunda Çin hâkimiyetine girmeyi teklif eden hükümdar Hohanyeh ile kardeşi Çiçi arasındaki anlaşmazlık, Orta Asya’da karışıklıklara neden olmuştur (Ögel 2003: 91). Güneyde Çinlilerin ve Doğuda Tunguzların saldırılarıyla saltanatları yıkılan ve düşman esaretini kabul etmeyen (Köprülü 2005: 76) Hun kabilelerinden bir kısmı Çiçi ile beraber batıya göç etmişlerdir. Talas boylarına yerleşen Çiçi ve kabilesi burada yeni bir siyasi birlik kurmuştur (Ögel 2003: 91). Ancak Çiçi M.Ö. 36 yılında Çin saldırıları sonucunda öldürülürken halkı da dağınık bir şekilde yaşamaya başlamıştır (Kafesoğlu 2013: 63).


Çin’in tabiliğine giren Hohanyeh’e bağlı kitleler ise bir süre sonra yeniden toparlanmaya başlasalar da iç anlaşmazlıklar nedeniyle Kuzey ve Güney Hunları olmak üzere ikiye ayrılmışlardır. Kuzeydekiler bağımsız bir devlet kurarken, güneydekiler Çin hâkimiyetinde kalmaya devam etmişlerdir (Kafesoğlu 2013: 64; Brion 2005: 54). Ancak kısa zamanda birçok şehir ve devleti idaresi altına alan Kuzey Hun Devleti yine Çin saldırılarının asıl hedefi olmak durumunda kalmış ve M.S. 155 yılında dağılmıştır. Dağılan devletin göç etmek zorunda kalan halkının bir bölümü batıya doğru hareket ederek daha önce bu bölgeye gelmiş olan soydaşları Çiçi Hunları ile birleşmiştir (Kafesoğlu 2013: 65; Kurat 2002: 13). Bu birleşik Hun kavminin 374-375 yıllarına kadar Kazakistan bozkırlarında yaşadıkları tahmin edilmektedir (Kafesoğlu 2013: 68). Daha sonra Avrupa Hun Devleti’nin temellerini atacak olan bu Hunlar teşkilatlanmalarını tamamladıktan sonra yeni yurtlar edinmek amacıyla batıya doğru harekete geçmişlerdir. Başlarında Balamir adlı liderlerinin önderliğinde Hunların 374-375 yıllarında İtil Nehri’ni geçerek Avrupa önlerinde görünmeye başlamasıyla birlikte bölgedeki Gotlar ve Alanlar başta olmak üzere birçok kavim ani bir şekilde batıya doğru göç etmeye başlamıştır (Kurat 2002: 12-13; Kafesoğlu 2013: 80; Roux 2013: 70-71). Böylece birçok kavmin ve neredeyse bütün dünyanın kaderini değiştirecek olan ve tarih sayfalarına “Kavimler Göçü” olarak geçen büyük yer değiştirme hareketi başlamış olacaktır. Kavimler Göçü ile Türk varlığı Avrupa kıtasına kadar uzanma fırsatı bulurken, Avrupa’da yaşayan kavimlerin ve devletlerin de sosyal, siyasi, ekonomik vs. durumlarında da köklü değişikliklere neden olmuştur. Özellikle Büyük Roma İmparatorluğu bu göçler nedeniyle çok zor bir sürece girmiştir. İmparatorluğun doğu kanadı asırlar boyunca Türk akınları ile uğraşmak zorunda kalırken, batı kanadı yok olmaya maruz kalmıştır (Kurat 2002: 13).



Batı Roma İmparatorluğu’nun Çöküşü  


Kavimler Göçü başladığı sırada Roma İmparatorluğu sürekli olarak dini mücadelelerle boğuşurken, sık sık yaşanan iç karışıklıklar, ayaklanmalar ve Sasanilerle şiddetli mücadeleler neticesinde ordunun gücü de gitgide zayıflamıştır. İmparatorluğun bu mücadeleler nedeniyle askeri alanda büyük harcamalar yapması ekonomik alanda da sıkıntılara neden olmuştur. Halkına ağır vergiler yüklemek zorunda kalan imparatorluk, içeride karmaşaya neden olan büyük bir kısır döngü içerisine girmiştir. Dolayısıyla Roma İmparatorluğu bu sırada siyasi, ekonomik, askeri, dini ve birçok sebepten dolayı zaten zayıf bir durumda iken, Sasaniler gibi güçlü bir düşmanın yanı sıra kuzey ve batı sınırlarında Kavimler Göçü ile gelen saldırılarla da uğraşmak zorunda kalmıştır.

Birçok cephede birden savaşmak zorunda kalan Roma İmparatorluğu’nun aldığı tedbirler ise onu kurtarmaya yetmemiştir (Ostrogorsky 1999: 47). Böyle bir ortamda Batıyı idare eden I. Valentinianus ile doğuyu idare eden kardeşi Valens arasında dini bakımdan zıtlık olması da imparatorluğun doğusu ile batısı arasında bağların gevşemesine neden olmuştur. Barbar istilaları imparatorluğun doğu kısmına nazaran batı kısmını fazlasıyla etkilemiştir. Bu dönemde daha üstün olan doğunun dayanmasına karşılık batı bu saldırılar ile yıkılma sürecine girmiştir (Lemerle 2004: 41). Saksonlar’ın Britanya’ya saldırmaları, Alamanlar’ın Ren ve Neckar nehirlerini ele geçirme çabaları, Sarmatlarla Tuna bölgesinde yapılan şiddetli çatışmalar ve Gotların Tuna civarında görülmeleri gibi olaylar, imparatorlukta yaşanacak olan büyük buhranın habercisi olmuştur. Gotlar imparatorluk içerisinde tahribe başlamış ve bunlara Hunların katılmasıyla birlikte bütün Trakya barbarlar ile dolup taşmıştır. Bunun üzerine Valens düşmanları ile Edirne yakınlarında karşılaşmış ve 9 Ağustos 378’de Edirne savaşı adı verilen savaş ile Ostrogotlar tarafından desteklenen Vizigotlar’ın saldırılarıyla Roma ordusu bozguna uğramış, İmparator Valens bu savaşta ölmüştür (Ostrogorsky 1999: 48; Golden 2006: 103). Vizigotlar bu zaferden sonra Trakya’yı yağmalamışlar ve Peloponnes’e (Mora Yarımadası) doğru gitmişlerdir. Hunlar ise bugünkü Macaristan’a giderek Batı Avrupa’nın istilasına başlamışlardır (Kurat 2002: 19).


Valens’in Gotlar tarafından öldürülmesinden sonra İmparatorluğun doğu yakasını idare eden I. Theodosius, Gotların askeri güçle ortadan kaldırılamayacağını anlamıştır. İmparatorluğun içine düştüğü bu durumdan kurtulmasının tek çaresi olarak Gotlarla barış yapmayı ön görmüştür (Ostrogorsky 1999: 48). Gotların Balkanlar’ın gerisine sürülmesiyle birlikte imparator onlarla bir bağlılık antlaşması yapmıştır. Ostrogotlar Tuna Nehri’nin güneybatısına, Vizigotlar ise Trakya’nın kuzey kesimine yerleştirilmişlerdir. Bunlar tam bir özerkliğe sahip olmuşlar ve vergilerden muaf tutularak, yüksek miktarda savaşçılık ücretleri verilmiştir. Ayrıca imparatorluğa da askeri yönden yardım edecekleri sözü alınmıştır. Böylece Germen tehlikesinin önüne geçilmiş ve Germenlerin katılmasıyla birlikte Roma ordusu güç kazanmıştır. Ordunun gittikçe Germenleşmesi ve askeri birliklerin çoğunluğunun Germen olması, önemli kumandanlıkların da kısa zamanda Germenlerin eline geçmesine neden olmuştur. Ayrıca I. Theodosius’un Germen siyasetinin kötü sonuçlarından biriside devlet giderlerinin büyük ölçüde artması olmuştur (Ostrogorsky 1999: 48 -49). Uzun süreden beri devam eden kargaşalar, aşırı harcamalar nedeniyle halka ağır vergiler yüklenmiştir. Bu nedenle halkın ekonomik durumu günden güne zayıflamış ve geçim sıkıntısı başlamıştır (Gibbon 1987: 494-495).


I. Theodosius’un imparatorluğu oğulları arasında idari açıdan taksim etmesi de zamanla İmparatorluğun doğusu ile batısı arasındaki bağların gevşemesine neden olmuştur (Demirkent 2000: 137; Ostrogorsky 1999: 49). Doğuda Arkadius adına devlet işlerini yürüten naipleri ile batıda Honorius adına hâkimiyetini yürüten Stilikho arasındaki sürekli rekabet de bu gevşemede oldukça etkili olmuştur (Ostrogorsky 1999: 50).


Roma İmparatorluğu böylesine bir siyasi kaos içerisine girmişken, daha önceden başlamış olan Kavimler Göçü de etkisini göstermeye başlamıştır. Önlerindeki kavimleri batıya doğru iterek başta Alanlar olmak üzere Got kavimlerini yerlerinden oynatan Hunlar, imparatorluk için oldukça tehlikeli olmaya başlamıştır. 390-400 yılları arasında Hun tahtına çıkan Uldız döneminde, Attila dönemine kadar uygulanacak dış politika esasları belirlenmiştir. Buna göre Doğu Roma baskı altına alınacak, Batı Roma ile de iyi münasebetler içerisinde olunacaktır. Bu nedenle Bizans eyaletleri tahrip ve yağma edilip, ağır vergilere bağlanırken, Batı Roma İmparatorluğu ile dostça münasebetler kurulmuştur. Dolayısıyla Germen birlikleri tarafından sıkıştırılan Batı Roma İmparatorluğu, Hun ordularının yardımıyla ömrünü biraz daha uzatma fırsatı bulmuştur. Çünkü Trakya sınırlarında hâkimiyet kuran Uldız’ın Doğu Roma İmparatorluğuna saldırmamak için hiçbir sebebi yok iken, batıya ilerlemek için kendisine engel teşkil edecek olan Germen kavimleri yok etmesi gerekiyordu. Nitekim bu noktada ise imparatorluğun batı yarısı ile ortak düşmana karşı ortak tavır alınması uygun görülmüştür. Bu yüzden Batı Roma topraklarına saldırarak huzursuzluk çıkaran barbar kavimler aynı zamanda Hunların da baş düşmanı sayılmıştır (Kafesoğlu 2013: 71-72). Nitekim Uldız’ın Tuna’ya ilerlemesiyle birlikte, Hunlardan kaçan Vizigotlar İtalya’ya kadar gelmişlerdir. Alarik idaresindeki bu tehlike Romalı kumandan Stilikho tarafından Nisan 402’de güçlükle önlenmiş ve Alarik yönünü tekrardan doğuya çevirmiştir (Kafesoğlu 2013: 72).


Arkadius’un saltanatı sırasında imparatorluğun başlıca sorunu Germen meselesi olmuştur (Vasiliev 1943: 113). Vizigotlar Alarik idaresinde ayaklanarak bütün Balkan yarımadasını tahrip etmişlerdir (Ostrogorsky 1999: 51). Arkadius, Vizigotlar’ı yeni topraklara yerleştirerek Alarik’ide magister militum (Roma ordularının Komutanı) olarak tayin etmek zorunda kalmıştır. Böylece Alarik’in yönü batıya çevrilerek tehlike bertaraf edilmeye çalışılmıştır (Lemerle 2004: 50; Vasiliev 1943: 113). Alarik 410 yılında Vizigotlar’ı İtalya’ya sokarak Roma’yı kuşatmış, senatonun görüşme ve altın teklifini reddederek (Herrin 2010: 56) birlikleri ile 10 Ağustos 410 yılında Roma’yı yağmalamıştır (Ostrogorsky 1999: 51). Bundan sonra Vizigotlar, Galya ve İspanya’ya giderek oraya yerleşmişler ve doğuda bir daha görülmemişlerdir (Lemerle 2004: 51).


Doğu Roma İmparatoru II. Theodosius (408-450) 423 yılında İtalya’ya bir ordu sevk etmiştir. Bunun sebebi ise Batı Roma İmparatorluk tahtına küçük yaşta bir çocuk olan III. Valentinianus’un çıkmasıdır. Dolayısıyla bu olay Batı Roma’yı Hunlara daha çok yaklaştırmıştır. Nitekim Batı Roma başkumandanı Aetius yardım için Hun hükümdarı olan Rua’nın yanına gitmiştir. 60.000 kişilik ordusu ile İtalya’ya yönelen Rua, savaşa girmeden çekilen Doğu Roma’dan ağır bir savaş tazminatı almıştır (Kafesoğlu 2013: 73-74). Bizans tarihçisi Priskos’un anlattığına göre II. Theodosius, yılda 350 libre altın ile Rua’dan barışı satın almıştır (Kafesoğlu 2013: 74). Rua’nın ani ölümüyle birlikte Doğu Roma İmparatorluğu rahat bir nefes almıştır. Ancak onların bu rahatlıkları çok kısa sürmüş, Attila ve Bleda’nın 434 yılında tahta çıkmasıyla Attila’nın şahsında çok daha güçlü bir düşmanla karşı karşıya kalmışlardır (Ahmetbeyoğlu 1995: 11; Kafesoğlu 1951: 194).


440’lı yıllarda Doğu Roma İmparatorluğu, Attila idaresindeki Hun devletinden gelen ağır bir siyasi buhrana uğrayarak, tahrip edici akınlarla sarsılmıştır. Doğu Roma İmparatorluğu ile yaptığı savaşlar sonucunda imzalanan antlaşmalar ile imparatorluğu siyasi, askeri ve ekonomik bakımdan zor duruma sokmuştur. Üstelik Attila’nın sık sık gönderdiği elçilik heyetlerine verilen hediyeler nedeniyle de ağır bir ekonomik bunalıma giren Doğu Roma İmparatorluğu, ülke zenginlerine baskı yaparak ellerindeki mallarını ve altınlarını almak zorunda kalmıştır (Ostrogorsky 1999: 53). Nitekim bu ağır yükümlülükler altında ezilen Doğu Roma İmparatoru II. Theodosius son çare olarak Attila’ya suikast düzenlemeyi planladıysa da bu plan başarıya ulaşamamıştır (Çapan 2015: 41-52). Dolayısıyla Attila Doğu Roma İmparatorluğu ile yaptığı anlaşmalarla onları vergiye bağlayarak hâkimiyetini sağlamıştır.


Bundan sonra cihan hâkimiyeti idealine ulaşabilmek amacıyla 448’li yıllarda Attila, Uldız döneminde belirlenen dış politika esaslarından vazgeçerek batıya yönelmiştir (Ahmetbeyoğlu 1995: 14). Nitekim III. Valentinianus’un hâkimiyeti altındaki batıya yönelerek 451 yılında Galya’ya saldırmıştır (Ostrogorsky 1999: 53). Aetius, Attila karşısına Ostrogot ve Frank koalisyonundan oluşan bir ordu ile çıkmış (Davies 2006: 261), Batı Roma orduları büyük zayiat vererek geri çekilmiştir. Attila’nın bu savaşta yenilgi aldığını düşünenler olsa da aradan bir yıl geçmeden yeniden İtalya üzerine sefer düzenlemesi, onun kesin bir yenilgi almadığını göstermektedir. Ancak Attila’nın ordusunu salgın hastalıklar, kıtlık, kuraklık gibi tehlikelerden uzak tutmak, yıpratmamak ve daha güçlü bir orduyla yeniden dönmek gibi düşüncelerle geri çekildiği sonucuna varılabilir. Ostrogorsky’nin eserinde bahsettiği üzere Attila’nın mağlup edilmesi gerçeği yansıtmamaktadır (Ostrogorsky 1999: 53; Golden 2006: 105). Nitekim savaş alanından Aetius ve ordularının daha önce çekilmesiyle birlikte, kesin bir sonuç elde edilememiştir (Rasonyi 2008: 109). Attila, Galya seferinden sonra Tuna’ya çekilmiş ve ordusunu dinlendirmek ve gücünü toplamak için burada kışlamıştır (Grousset 2015: 91). Ertesi yıl İtalya’ya korkunç bir sefer düzenlemiş, (Ostrogorsky 1999: 53) çaresiz kalan Roma İmparatorluğu, her ne pahasına olursa olsun barış yapmak zorunda kalarak Papa Leo’yu Attila’ya göndermiştir. Papa Leo, Attila’dan Roma’yı bağışlamasını rica etmiş (Ahmetbeyoğlu 1995: 16) ve Attila’nın hâkimiyetinin göstergesi olarak ona çok miktarda altını da takdim etmiştir. Böylelikle Batı Roma İmparatorluğu’nu kendisine bağladığına inanan Attila, İtalya’dan çekilerek Tuna’nın gerisine dönmüştür (Ahmetbeyoğlu 2013: 143). Attila’nın, dünyanın başkenti sayılabilecek konumdaki Roma’ya saldırmak yerine Papa Leon’un kendisine vadettiği vergiyi ve Honoria’nın kendisine eş olarak verilmesini kabul ederek çekilmesi, Batı Roma’nın ömrünü yirmi beş yıl uzatmıştır (Grousset 2015: 91). Attila’nın 453’te şiddetli burun kanaması neticesinde ölümüyle (Kafesoğlu 1951: 196) ve oğulları arasında bir birlik sağlanamayışı nedeniyle Hunlar dağılmıştır. Bu durum dahi, imparatorluğun batı yarısının kötüye giden şartlarını düzeltememiştir (Ostrogorsky 1999: 53).


Aetius’un 454 ve III. Valentinianus’un 455 yıllarında öldürülmelerinden sonra İtalya’da karışıklıklar çıkmıştır (Ostrogorsky 1999: 53). Franklar Galya’da, Vandallar Afrika’da hüküm sürmeye başlamıştır (Lemerle 2004: 52). Sonuç olarak imparatorluğun batı kesimi barbar hükümdarlar arasında taksim edilmiştir. 476 yılında Germen lider Odoaker’in, Batı Roma’nın son imparatoru Romulus Augustus’u tahtından indirip kendini imparator ilan etmesi, Batı Roma İmparatorluğu’nun sonunu hazırlamıştır. Bu tarihten itibaren Batı Roma İmparatorluğu toprakları üzerinde Ostrogotlar, Vizigotlar, Franklar gibi kavimler kendi krallıklarını kurmuşlardır (Vasiliev 1943: 132).



Asya Hun Devleti’nin dağılmasından sonra Batı Türkistan dolaylarında yeniden teşkilatlanarak siyasi bir teşekkül haline gelen Hunların, Karadeniz’in kuzeyinden hareketle Avrupa’nın içlerine kadar gelmeleri Türk ve Dünya tarihinin akışını değiştirecek sonuçlar doğurmuştur. Aynı zamanda Hunların bu hareketi sonucu Got ve Germen kavimlerini de Avrupa’ya sürmeleri Roma İmparatorluğu’nun varlığını da tehlikeye düşürmüştür. Bu sırada merkezi otoritenin gittikçe zayıflaması nedeniyle doğudaki toprakları korumak amacıyla başkentin doğuya kaydırılması ve Konstantinopolis şehrinin kurulmasıyla Roma İmparatorluğu doğu ve batı merkezli bir imparatorluk haline gelmiştir. Başlangıçta siyaseten ve hukuken birbirine bağlı olan doğu ve batı zamanla birbirinden ayrılma eğilimine girmiştir. Nitekim I. Theodosius’un, her ne kadar da imparatorluğu bölme düşüncesi olmasa da kendi hanedanlığını tesis etmek amacıyla ölmeden önce imparatorluk topraklarını oğulları arasında taksim etmesi imparatorluğu giderek içinden çıkılmaz bir hale sokmuştur. Barbar akınlarının imparatorluğun hem doğu hem de batı yakasında sürekli olarak devam etmesine rağmen batı ve doğu imparatorları bu tehlike karşısında siyasi hırslar nedeniyle bir ittifak dahi yapamamışlardır. Nitekim Vizigot lideri Alarik’in Balkanlar’daki akınlarını durdurmak maksadıyla, doğunun imparatoru Arkadius’un, Alarik’e toprak ve unvan vermesi, Alarik’in doğudan uzaklaşarak batıya yönelmesini sağlamıştır. Sonuç olarak Alarik Roma’ya girerek burayı yağmalamıştır. Diğer bir örnekte de Arkadius’tan sonra doğunun imparatoru olan II. Theodosius, Roma’ya hükmetmek ve imparatorluğun sadece kendisine bağlı kalmasını sağlamak için henüz dört yaşındayken batının tahtına geçen III. Valentinianus’un üzerine askerlerini salmıştır. Bu barbar akınlarına karşı bir birliktelik oluşturma politikası gütmedikleri gibi kendi nüfuzlarını ve otoritelerini korumak uğruna diğerini tehlikeye atmışlardır.


Bu sırada Karadeniz’in kuzeyinden önlerindeki Alanlar ve Gotları batıya iterek Balkan sınırlarına dayanan Hunlar ise dış siyasetlerinin yönünü çoktan belirlemişlerdi. Buna göre Doğu Roma İmparatorluğu baskı altında tutulacak, Batı Roma İmparatorluğu ile ittifak içinde olunacaktı. Bu politikanın bir sonucu olarak Doğu Roma İmparatorluğu ile çetin mücadeleler içerisine giren Hunlar birçok kez Doğu Roma İmparatorluğu ordularını yenilgiye uğratarak onları vergiye bağlamayı başarmışlardır. Ancak hayatı boyunca en büyük ideali cihan hâkimiyetini gerçekleştirmek olan Attila, bundan sonra Batı Roma İmparatorluğu topraklarına yönelmiştir. Hunların dostluğu sayesinde Got kavimlerin tehlikesini bertaraf eden hatta bu sayede ömrünü en az yarım asır uzatan Batı Roma bu kez Attila’nın saldırıları ile iyice yıpranmıştır. Attila’nın Galya ve İtalya seferleri de imparatorluğun oldukça yıpranmasına neden olmuştur. Ayrıca bu zamana kadar Attila gibi güçlü bir müttefike sahip olan Batı Roma İmparatorluğu’nun bu müttefikini kaybetmesi de askerî açıdan zor duruma girmesine neden olmuştur. O zamana kadar Batı Roma İmparatorluğu’na saldırıya geçecekleri anda Attila’nın ordularıyla harekete geçtiğini söylemek bile Germen kavimlerin geri çekilmesine neden olmuştur. Ancak bu önemli müttefikin kaybedilmesi imparatorluğun saldırılara açık konuma gelmesine neden olduğu gibi varlığını sona erdirmiş ve toprakları üzerinde irili ufaklı birçok devlet kurulmuştur.




Alıntıdır: Yrd. Doç. Dr. Fatma ÇAPAN

Baran GÜVENÇ


Göbekli Tepe / Şanlı Urfa

 


Türk Soylu Halklarda Yaradılış Mitleri -1

 


Dünyanın Yaradılışı (Kökeni)


Bir Moğol, evlilik duasında, ateşin; yer ve gök birbirinden ayrıldığında doğduğu bir başka kaynakta da takım yıldızların bu ayrılma hadisesini hatırlatmak üzere gökyüzünde oldukları anlatır. Banzarov’un belirtmiş olduğu gibi bu inanç, bize Moğolların bir zamanlar yeryüzü ve gökyüzünün birleşik olduklarına inandıklarını göstermektedir. Yeryüzü ve gökyüzünün birbirlerinden ayrılmaları efsanesine Moğolların komşuları olan Çinlilerde de rastlanır. Hâtta Japon mitolojisinde de yeryüzü ve gökyüzünün yumurta biçimli bir kaos oluşturduklarına ve bu kaosun içinde bütün varlıkların tohumunu barındırdığından bahsedilen efsanede, kaosun hafif ve aydınlık parçalarının yükselip, ağır ve karanlık olanların alçalmasıyla, yeryüzü ve gökyüzü meydana gelmiştir. Doğu Asya’da yaygın olan bu inancın kaynağı muhtemelen yeryüzü ve gökyüzünün “dünya yumurtası”nın yarılarından oluştuğu hakkındaki Hind efsanelerine dayanmaktadır.


Dünyanın yaradılışına ilişkin çoğu Asya efsanesinin temel çıkış noktası, kıyıları olmayan sonsuz “İlk deniz”dir (Urmeer). Daha önceki bölümlerde bahsi geçen bir efsanede, gökten gelen bir yaratığın demir bir çubukla bu denizi karıştırmasıyla, denizin sıvısının koyulaşıp katılaşmaya başlaması sonunda denizin ortasında yeryüzünün meydana geldiği inancını görmüştük. Buna benzer bir efsane Japon kültüründe; “İlahî bir yaratığın denizi karıştırırken kullandığı çubuğu havaya kaldırmasıyla, çubuktan köpüklü çamurların damladığı ve bu damlayan çamurların birikip katılaşmasıyla Japon adalarının oluştuğu” biçiminde geçer.


Moğollar bu “İlk deniz”in sularını “rüzgarın tereyağı gibi katılaştırdığı ve ateşte eriyen” süt benzeri bir sıvı olarak tasavvur etmişlerdir. Kalmuklarsa; “İlk denizin yüzeyinde, aynı sütün üzerinde oluşan kaymak gibi” bir tabaka oluştuğuna ve bu tabakanın üzerinde zaman içerisinde bitkiler, hayvanlar, insanlar ve tanrıların oluştuğuna inanırlar. Bu “İlk deniz” tasavvuru, Hind efsanelerindeki “Süt Denizi” tasavvurunu hatırlatır. Hind mitolojisine göre tanrılar ve şeytanlar, tereyağı yapılan bir yayığı sallarmışçasına dünya sütununu döndürürler ve böylece hayat meydana gelir. Moğol ve Japon efsanelerinde geçen çubuk tasavvurunun kökeni, muhtemelen Hind mitolojisindeki dönüşü ile denizlerin ortasında yeryüzünün oluşmasına sebep olan ve evrenin etrafında döndüğü dünya sütununa dayanır.


Yüzyıldan fazla bir zaman önce kayda geçirilmiş bir Tunguz efsanesinde Tanrının gökten yollamış olduğu bir ateş, “İlk deniz”in bir kısmını kurutmuş, sertleşmesine ve dolayısıyla, yeryüzüyle, gökyüzünün birbirinden ayrılmalarına sebep olmuştur. Bundan sonraki aşamada efsaneye, iki zıt varlığın mücadelesini konu alan tasavvur girer; Tanrı, yeryüzüne gelir ve burada yeryüzünü kendisi için isteyen şeytan Buninka ile karşılaşır. Birbirleriyle münakaşaya girmeleri kavgaya dönüşmesi üzerine şeytan, Tanrının yarattığı yeryüzünü yok etmek ister ve Tanrının on iki telli çalgısını kırar. Tanrı öfke ile; “Eğer bir emir ile denizden bir çam ağacının çıkmasını sağlayabilirsen, senin gücünü kabûl edeceğim, ama sen yapamayıp, ben yaparsam kudret sahibi olanın ben olduğumu sen kabûl edeceksin” der. Şeytanın bu teklifi kabûl etmesi üzerine yarış başlar; Tanrının emretmesiyle, denizden bir ağaç çıkıp, büyümeye başlar. Şeytanın ağacı ise düz durmadığı gibi, iki yana sallanır ve böylece şeytan, Tanrının kendisinden daha güçlü olduğunu kabûl eder.

Bu konuda sadece “İlk deniz” tasavvuru değil, aynı zamanda zıt güçlerin mücadelesi fikri de bu yaradılış efsanesinin kökeninin Tunguzlar olmadığını ortaya koymaktadır. Bu tasavvurun ilham kaynağını başka kültürlerde aramalıyız. Ağaç yaratmak üzerine girilen iddia bize Oçirvani (Hind mitolojisinde Vairapani) ve eşlikçisinin bir kazana su doldurup hangisinin bu suda bir bitki yaratabileceklerine dair iddiaya girmelerini anlatan Orta Asya efsanelerini hatırlatmaktadır. Ateşin yaradılış maddesi olarak görülmesini ise, Sabi ve Mani dininde karşılığı bulunabilir. Bu dinlerde “buhar ile beraber tozların havaya yükseldiği ve Ptahil canlı ateşten başörtüsü ile suya vurduğunda bu tozların yeryüzüne dönüştüğüne” inanılır.


Orta Asyada bazı kültürlerde gördüğümüz “ilk kaosun rüzgâr, ateş ve sudan oluştuğu” tasavvuru, kaynağını Doğudan almışa benzemektedir. Burkhan/Bakşi, bunları birbirinden ayırmış ve bu sırada oluşan tozlar, suyun yüzeyine yayılarak ağaç ve bitkilerin yaşadığı yeryüzünü oluşturmuştur. Burkhan, Buda anlamına gelmekte ve Bakşi de (Tunguzlarda Pakşi) usta, öğretmen anlamına gelmektedir. Bu tasavvurdaki Burkhan/Bakşi, Zurvanist dünya görüşündeki Zurvan’ın eşdeğeridir.


Bütün bu tasavvurlarla birlikte, zamanla büyüyen yeryüzünün ilk hâlinin gökten geldiği veya “İlk deniz”in dibinden şimdiki hâliyle çıkmış olduğuna ilişkin inanç şekilleri yanında, sadece Kuzey Sibirya’da yaşayan bazı halklar arasında yeryüzünün üzerindeki insanlarla beraber gökten inmiş olduğuna ilişkin efsaneler de vardır. Bu tür efsanelere sadece Batıdaki Vogullarda ve Doğudaki Kamçaladlarda rastlanmakla, her iki halkın efsanelerinde de Baş Tanrı yeryüzünü gökten “İlk deniz”in üzerine indirmiştir. Yeryüzünün gökten indirilmesi fikri, Türk kökenli halklarda “gökten bir şeylerin düşmesi” inancı ile de örtüşmektedir. Bahsi geçen bu son efsanelerin hepsinde yeryüzü yaratılırken; “İlk deniz”in zaten orada olduğu inancının hâkim olması dikkâte değerdir.


Yeryüzünü oluşturan maddenin “İlk deniz”in tabanından alınıp getirildiğini anlatan efsaneler ise, en yaygın inanç şekillerini teşkil eder.


Troşçanski, Yakutların yaradılış efsanelerinde yeryüzünün zaten en baştan beri var olduğuna inandıklarını, dolayısıyla nasıl meydana geldiği sorusu ile ilgilenmediklerini aktarır. Ama buna rağmen, Yakutlarda da yeryüzünün denizin üstünde nasıl ortaya çıktığını anlatan bazı efsaneler kaydedilmiştir. Bunlara ilişkin örneklerden bazıları aşağıda zikredilmektedir. Yüce Ürün Ayi Toyon (Yaradıcı Beyaz efendi) uçsuz bucaksız “İlk deniz”i seyrederken suyun üzerinde yüzen bir kabarcık görür ve “sen kimsin” diye sorar. Kabarcık, kendisinin şeytan olduğunu ve suyun altında bulunan bir başka yeryüzünde yaşadığını söyler. Tanrı; ”eğer gerçekten aşağıda bir yeryüzü varsa, bana ondan bir parça getir” dediğinde, şeytan suya dalar ve bir parça toprak ile geri döner. Tanrı, gelen toprağı alır, kutsar, suyun üzerine yayar ve kendisi de üzerinde durur. Bunun üzerine şeytan, Tanrıyı suda boğmaya karar verir ve toprağı yayıp genişletmeye ve bu sayede incelmesini sağlamaya çalışır. Ama şeytan toprağı yaydıkça toprak daha da sıkılaşıp, deniz yüzeyinin çoğunu kaplamaya başlar.

Bu efsanede yer alan iyi ve kötü güçlerin tasavvuru, gelişmiş bir dinin varlığını ortaya koymaktadır. Şeytana verilen isim (Satan) ve bu efsanenin aynı halk içinde şimdi tetkik edeceğimiz bir başka anlatım şekli, bize aynı zamanda ilgimizi hangi yöne çevirmemiz gerektiğini göstermektedir. Şeytan, Christi’nin Tanrının ağabeyidir. İki kardeşten Satan kötü, Tanrı Christi ise iyidir. Tanrı (Christi), yeryüzünü yaratmak istediğinde, ağabeyi Şeytana; “her şeye gücünün yettiğini ve benden daha kudretli olduğunu söyleyerek övünüyorsun, denizin dibinden kum getirebilir misin?” diye sorar. Şeytan hemen denize atlar ve denizin dibine dalar ama yukarı çıktığında avucundaki kumun sulara karışıp kayıp gitmiş olduğunu görür. Bunun üzerine yeniden suya dalan Şeytan, bu defasında da başarısız olması üzerine, üçüncü denemesinde kendisini bir kırlangıç suretine sokar ve böylece gagasında bir parça çamurla yukarı çıkar. Tanrı, bu çamur parçasını kutsar ve en başlarda bir tepsi gibi düz ve yayık olan yeryüzünü meydana getirir. Kendisine ait bir yeryüzü yaratma peşinde olan Şeytan, bu arada boğazında gizlice bir miktar toprak saklamıştır ama, bu hileyi fark eden Tanrı, Şeytanın ensesine vurarak bu çamur parçasını çıkartmasını sağlar. İlk yaratıldığında dümdüz olan yeryüzünün üzerindeki dağlar işte böyle oluşmuştur. 

Bu Yakut efsanesini, Doğu Avrupa yaradılış efsaneleriyle mukayese ettiğimizde, sadece Şeytan ve Tanrı isimleri değil, aynı şekilde bütün detayların birbiriyle nasıl örtüştükleri dikkât çekmektedir. Bu ve benzeri efsanelerin Sibirya’ya göç eden Ruslar arasında yaygın olduğu ve Yakutların neredeyse tamamının hristiyan dinine mensup oldukları gözönüne alındığında, en azından yukarıda bahsi geçen bu efsanelerin Ruslardan alıntı olduğu anlaşılmaktadır. Bu efsanenin kökenini araştırmaya girişmeden önce, bu efsanelere ilâve olarak ilginç özellikler taşıyan bazı Orta Asya efsanelerine de bakmak gerekir.


Altay Tatarlarının yaradılış efsanelerinden biri; “Daha yeryüzü ve gökyüzü yaratılmadan ve sadece uçsuz bucaksız su varken” diye başlar. Yüce “Ülgen” yeryüzünü yaratmak üzere suya girip, uzun uzun düşünür, lâkin nasıl başlayacağını bir türlü bilemezken, o esnada yanına “insan” gelir. Ülgen, “sen kimsin” diye sorduğunda, insan; “ben de yeryüzünü yaratmak için geldim” diye cevaplar. Tanrı bu cevaba öfkelenir ve “ben bile bunu başaramazken, sen nasıl yapabilirisin” diye hiddetle sorar. İnsan, Tanrıya; “Ama ben bunun için gerekli yeryüzü maddesini nerede bulacağımı biliyorum” diye cevap verir. Tanrı, insana bu maddeden getirmesini emreder, insan da denize atlar. Denizin dibinde bir dağ bulur, bu dağdan bir avuç toprağı ağzına alarak, yukarı çıktığında bu toprağın bir kısmını Tanrıya verirken, geri kalanını ağzında saklı tutar. Daha sonra ağzında kalan toprağı kustuğunda, yeryüzü üzerindeki bataklıklar ve denizler oluşur.


Tanrıyla, Şeytanın uzlaşmaya vardıkları yaradılış efsanesine Alarsk bölgesinde yaşayan Buryatlar arasında da rastlanır. Yeryüzünü yaratmak üzere gökten inen Burkhan, Şeytan “Solmo” yanında belirir ve ona denizin dibindeki yeryüzü maddesinden nasıl yeryüzü yapabileceği konusunda tavsiyede bulunur ve denizin dibinden toprak getirmeyi teklif eder. Tanrı, şeytanın denizin dibinden getirdiği çamuru suyun üzerine yayar ve “Dünya olsun” diye emreder. Şeytan, göstermiş olduğu çabanın karşılığı olarak bir miktar toprak ister ve bunu kendisine verir, ama verilen miktar çok azdır, sadece değneğini saplayabileceği kadar bir miktardır. Şeytan, değneğiyle toprağa bir delik açar ve bu delikten yılanlar, çiyanlar ve diğer sürüngenler yeryüzüne çıkarlar, böylece bütün zararlı haşeratlar dünyaya gelmiş olurlar.

 


Yukarıda zikredilen bütün efsanelerin hepsinde biri iyi, diğeri kötü olan iki zıt varlığın yeryüzünün yaradılış öncesinde var olan çatışmalarına şahit oluruz. Düalist dünya görüşünün en gelişmiş hâline Zerdüşt öğretisinde rastlanır ki, bu öğretide ışığın ve gerçeğin tanrısı, iyiliğin ve mutluluğun koruyucusu Ahura Mazda (veya Ormuzd), şeytan Angro Mainjus (veya Ehriman) ise, Tanrının yarattığı bütün güzellikleri yıkmaya çalışan, kötülük ve felâketlerin yaratıcısı olarak görülür. Aktardığımız efsanelerdeki dualist bakışın Zerdüşt dünya görüşünden geçmiş olması muhtemeldir. Ancak bu efsanelerde geçen bütün unsurları Zerdüşt metinlerinde bir karşılık aramak boşuna bir çaba olacaktır.


Bu gibi zıt karakterli varlıkların çatışmasına, daha sonraki dönemlerde Mani öğretisiyle (ölümü M.S.227), Suriye, Filistin, Kafkasya bölgelerinde görülen ve dünya görüşlerinde İran ve eski Babil inanç bakiyelerini barındıran bazı yarı hristiyan mezheplerinde de rastlanacaktır.


Nasıl ki, Zerdüşt öğretisi efsanesindeki şeytanın “derinliklerden çıkıp gelmesi” örneğinde olduğu gibi, Yakut efsanelerindeki şeytan da Tanrı’ya “suların altında oturduğunu” söyler. Bazı Galiçya efsanelerinde su üzerindeki bir köpük, bazen de Yakut efsanelerinde olduğu gibi bir kabarcık suretinde göründüğü gibi, diğer birçok yaradılış efsanesinde şeytan suların içinden çıkagelir. Vogullara göre bu su kabarcığı, Tanrının öksürüp suya tükürmesi sonucu oluşmuştur. Tanrı, şeytanın bu kabarcığın içinden yükselen sesini duyana kadar bu kabarcık büyümeye devam eder. Şeytanın ortaya çıkışı, başka efsaneler dışında Beyaz Rus efsanelerinde de benzeri şekilde tasvir edilmektedir.


Yeryüzünün yaradılışına ilişkin bir başka Altay efsanesinde, Tanrı Ülgen’in denizin üzerinde insan özelliklerini taşıyan tabakayı fark etmesi anlatılır. Tanrı ona “Hayat”ı verdiğinde, o zamana kadar Tanrının en yakın dostu, sonrasında düşmanı olan şeytan Erlik buna karşı çıkar. Altay Tatarlarının mitolojisinde, dünyayı yaratırken Tanrıya yardım eden bu varlığa genelde “insan” veya “ilk insan” adı verilir, fakat bu varlık sonraki aşamalarda şeytana dönüşür. Gözden düşmesinin en büyük sebebi de zaten en önemli iki özelliği olan; kibir ve kendini beğenmişliğidir. Bu sebeple Tanrı onu hâlen yeraltının ruhu olarak yaşadığı derinliklere gönderir. Bu noktada, eski İran mitolojisindeki “yer altı dünyasının ilk ölü reisi”ne dönüşen, günaha bulanmış “ilk insan” tasavvurunu akla getirmektedir. Kafkas mitolojisinde ölülerin şeytana ait telâkki edilmesi, Bulgar yaradılış efsanelerinden birinde Şeytan, Tanrı ile konuşurken; “Yaşayanlar senin, ölüler ise benim” der.


11.yy’da Bulgaristanda ortaya çıkan Bogomil mezhebi inançlarına göre Tanrı’nın iki oğlu olmuştur; bunlardan büyük olanı Satanel, daha genç olanı da Christus’dur. Hatırlanacağı üzere, aslında daha önceki dönemlerdeki bazı mezheplerde bu inanç tarzı, bize Yakut efsanelerindeki Şeytan’ın, Tanrı’nın ağabeyi olduğunu hatırlatır. Bu efsanenin Votyak ve Çeremisler arasında geçerli olan anlatımına göre Tanrı, şeytanın (Keremet) kardeşi olarak geçer. Bu inancın ilk ortaya çıkış Batı İrandaki Zervanistler arasındadır. İsmi “Ebedi zaman” anlamına gelen Tanrı Zrvan bir oğlu olmasını diler ve sonrasında “Baş anne”nin rahminde (Urmutter-Ezeli anne) iki çocuk meydana gelir. Bunlardan biri inancın dölü Ormuzd, diğeriyse inkârın dölü Ehriman’dır. Zrvan, “Ana rahminde iki oğlan büyüyor, ilk doğanı dünyanın hâkimi yapacağım” der. Ormuzd, bunu kardeşi Ehriman’a söyler ve Ehriman bunu duyar duymaz, dışarı fırlayıp babasına görünür. Bu sebeple Ehriman’a “ağabey” adı verilir.


Burada bahsi geçen bütün yaradılış hikayelerinde şeytan insan suretinde görünmektedir. Sadece bir Yakut efsanesinde gagasında çamur taşıyabilmek için kırlangıç görünümüne bürünmüştür. Bir başka Altay efsanesinde de humuslu toprak taşıyan bir başka kırlangıç suretinde görünür. Aslında yaradılış efsanelerinin çoğunda şeytan bir su kuşu suretindedir. Bu suret, derinliklere dalmak ve denizin derinliklerinden toprak getirmek için uygun bir görünümdür. Doğu Avrupa yaradılış efsanelerinde de şeytan Tanrıya sadece insan suretinde değil, kimi zaman kızıl gerdanlı, kimi zaman kara gerdanlı, kimi zaman da bir kaz veya her hangi bir su kuşu suretinde yardımcı olur. Aşağıda geçen Altay efsanesinde, Tanrının kendisi kaz suretinde görünür. 


Her şeyin en başında, her yer sadece su ile kaplıyken, Tanrı ve “ilk insan” kaz suretinde “İlk deniz”in üzerinde uçuyorlardı. Şeytan (insan), kendi kıskançlığını saklamayı başaramadığı için Tanrıdan daha yükseklerde uçmaya çalıştığından, sonunda dayanamayıp yoruldu ve aşağıdaki sonsuz denize düştü. Suyun içinde boğulmak üzereyken, Tanrıya yalvararak yardım istedi. Tanrı, sadece bir sözü ile onun havaya kalkmasını sağladı ve sonra da “Denizin dibinden bir taş yukarı çıksın” diye emretti. Taş su yüzünde görününce, “insan” (şeytan) onun üzerine çıktı ama Tanrı ona denizin dibine dalarak toprak getirmesini emretti. Şeytan, elinde çamurla tekrar su yüzüne çıktığında Tanrı bu çamuru “yeryüzü olsun” diyerek suyun üzerine serpti. Tanrı “ilk insanı” (şeytanı) toprak almak üzere tekrar aşağıya gönderdi ama biraz toprak da kendine ayırmaya karar vermiş olan şeytan, iki avucu çamur dolu olarak yukarı geri geldi. Getirdiği çamurun bir avucunu Tanrıya verirken, diğer avucundakini ileride kendisi için bir yeryüzü kurmak için ağzında sakladı. Tanrı, kendi çamurunu suyun üzerine yayınca, yeryüzü büyümeye ve sıkılaşmaya başladı. Bu arada, şeytanın ağzına sakladığı çamur parçası da büyüyerek onu boğacak hale getirdi ve şeytan tekrar Tanrıdan yardım istedi. Tanrı ona; “Senin maksadın ne, ağzında benden toprak saklayabileceğini mi sandın” diye sordu. Şeytan, Tanrının emri üzerine ağzındaki çamuru tükürdü ve gizli maksadını ona itiraf etti. Yeryüzündeki mooshöckerer de işte böylece oluştular


Tanrı ve şeytanın birer kuş suretinde ortaya çıkmaları Kuzey Rusya’da anlatılan bir başka yaradılış efsanesi ile benzerlik gösterir. Bu efsanede Tanrı beyaz, Şeytan siyah bir dalgıç kuşu olarak görünür ve aralarında bir anlaşma yaparlar.


Her ne kadar şeytan bir su kuşu suretine bürünse de, insana benzeyen fizikî özellikleri sık sık ortaya çıkar. Meselâ, bir Altay efsanesinde şeytanın ellerinden bahsedilir. Vogul efsanelerindeyse bazen şeytan, bazen de “Urmenş”in oğlu olarak görünen ve yeryüzünün yaradılışındaki ilk çamuru getiren varlık, nadiren de olsa bir su kuşu olarak tasvir edilir. Bu efsanenin muhtelif anlatımlarından birinde, önce yaban ördeği suretinde üç defa denizin dibine dalmayı deneyip, başarılı olamadığı, ancak sonrasında kaz suretine bürünüp, denizin dibinden toprak getirmeyi başardığı anlatılır. Orta Avrupa efsanelerinde olduğu gibi, Vogul efsanelerinde de dipten toprak getirmek üzere sıklıkla gerçek bir deniz kuşu görünür. Denizin dibinden toprak getirme işi için gerçek bir kuşun tasavvur edilmesi, insan görünümlü bir varlıktan çok daha akla yatkındır. Ama bu efsanelerdeki deniz kuşu, Tanrıyı kandırmaya çalışan ve ona rakip olmak isteyen bir şeytana dönüşür. Genellikle kuş gagasında bir miktar çamur saklayarak Tanrıyı kandırmaya çalışır. Tanrı, getirilen çamuru kutsadıktan sonra toprak çoğalmaya ve suyun yüzeyini kaplamaya başlar ve kuşun ağzındaki çamurun tehlikeli bir şekilde büyümeye başlamasıyla kuş (şeytan) çamuru dışarı çıkartmak zorunda kalır. Efsanenin bu şekilde devam etmesine bağlı olarak, kimi zaman dağlar ve tepeler, kimi zamanda bataklıklar veya yeryüzündeki diğer coğrafî şekiller meydana gelir.


Şeytanın tamamen insan suretinde ortaya çıktığı anlatımlarda, Tanrıdan kaçırılan toprağın, insanlara has şekillerde gizlendiği de görülür. Meselâ, aynı yaradılış efsanesinin Buryatlardaki şeklinde, şeytan kaçırdığı çamuru ayakkabısının topuğunun altına saklamıştır. İlk başlarda dümdüz olarak yaratılan yeryüzünde dağlar ortaya çıktığında Tanrı, Şeytana; “neden yeryüzünü değiştirmek istediğini” sorar. Şeytan bu soruya; “İnsanlar dağdan aşağıya inerken tedirgin olup, korkacaklar ve senin adını anacaklar, dağdan yukarı çıkarken ise lânet okuyacak ve benim adımı anacaklar, böylece her ikimizi de daima hatırlamak zorunda kalacaklar” der. Yaradılış hikayesinin Rusça ve Mordvin bölgesindeki anlatımlarında da şeytan aynı ifadelerle konuşmaktadır.


Yakut efsanesinde ise, insan kılığında bir yaratık olan şeytan, yeryüzünü değiştirmek için başka bir yol seçecektir. Efsaneye göre, Tanrı yeryüzünü en başta küçük, düz ve alçak olarak yaratmıştır, ama şeytan onu elleri ve ayaklarıyla vurup, kazıyarak bambaşka bir şekle büründürür. Tanrı buna karşılık yeryüzüne büyümesini emreder ve şeytanın yapmış olduğu darplarla oluşan şekiller dağları, vadileri ve denizleri oluşturur.


İlk nakledilen efsanede şeytan, suyun yüzeyinde oluşturmuş olduğu yeryüzünün üzerinde dinlenmekte olan Tanrıyı suda boğmaya çalışır. Bir Bulgar efsanesinde buna benzer şekilde şeytan, aynı hileye başvurarak, Tanrıyı yaratmış olduğu küçük yeryüzü üzerinde biraz dinlenmeye ikna etmeye çalışır. Maksadı, Tanrıyı denize atıp, sonra da yeryüzünün tek hâkimi olmaktır. Düşmanının bu niyetini ve hilelerini iyi bilmesine rağmen Tanrı, uzanıp uykuya dalar. Şeytan, Tanrıyı yakalar ve onu yeryüzünün sınırına doğru sürüklemeye başlar. Tanrıyı yeryüzünün sınırından aşağı denizin derinliklerine atmak için uğraşırken, tam bu esnada yeryüzü hızla büyümeye başlar ve şeytan bir türlü yeryüzünün kıyısına ulaşamadığı gibi, yolunu başka yönlere çevirip o yönlerde de deniz bulamayıp, dünyanın ucuna bir türlü ulaşamaz.


Aynı hikaye, Orta Asya’da anlatılan bir başka yaradılış efsanesine de girmiştir. Her ne kadar bu efsanede denizin dibinden toprak alınıp, “İlk deniz”in yüzeyine yerleştirilirse de, yeryüzünün yaradılışında şeytan herhangi bir rol oynamaz. Bu efsanede yaratıcı olarak Oçirvani ve yardımcısı Tsagan Şukuti görünürler. Bu iki kutsal varlık, gökten indiklerinde suya dalan bir kaplumbağa görürler ve Oçirvani’nin yardımcısı kaplumbağayı derinlerden çıkartarak suyun yüzeyine sırt üstü yatırır. Oçirvani, yardımcısına; ”ben, kaplumbağanın göğsünün üzerine yatacağım, sen de dibe dal ve orada eline ne geçerse alıp yukarıya getir” der. Tsagan Şukuti, iki defa derinliklere dalar ve ikinci dalışında bir parça toprak getirmeyi başarır. Oçirvaninin emri ile getirdiği toprağı kaplumbağa görünmeyecek şekilde kaplumbağanın karnı üzerine yayar, denizin üzerinde sadece toprak görülmektedir. Her iki Tanrı biraz dinlenmek için uzanıp uyuduklarında, şeytan “Sulmus” gelir ve yaradılmış olan kara parçasını görür. Yeryüzü o zaman henüz çok küçüktür ve üzerinde bir başkasına daha yer yoktur. Her iki Tanrının da uykuda olmasını, onları boğmak ve yaratılmış olan kara parçasını denizin derinliklerine batırmak için fırsat olarak gören şeytan, uyuyan iki Tanrıyı koltuğunun altına alarak yeryüzünün kıyısına doğru sürüklemeye başlar, ancak şeytan koşarken, yeryüzünün büyümeye başlamasıyla, maksadına ulaşamayacağını anlayarak Oçirvani uyanmadan onları yere bırakır ve kaçar. Oçirvani uyandığında, yardımcısına şeytanın onları nasıl öldürmeye çalıştığını ve yeryüzünün kendilerini nasıl kurtardığını anlatır.


Yukarıda naklettiğimiz efsanelerde şeytan, Tanrıyı boğmayı başaramamıştır, ama en azından yaratılan yeryüzünü değiştirmeyi, hâtta Buryat efsanelerinde görüldüğü üzere bütün zararlı hayvanları yeryüzüne getirmeyi başarmıştır. Bu husus, Sibirya’nın başka bölgelerindeki yaradılış efsanelerinde de yer alır. Vogullar arasında derlenmiş bir efsaneye göre şeytan, aynı şekilde toprağa değneği ile bir delik açar ve Tanrı alevden bir tıpa ile deliği tıkayana kadar, bu delikten kurbağalar, kertenkeleler, böcekler, sinekler, fareler ve diğer zararlı haşerat sürüler hâlinde çıkarak yeryüzüne yayılırlar. Doğu Avrupa yaratılış efsanelerinde de buna benzer hikayeler yer almaktadır.


Kuzey ve Orta Asya efsaneleri sıklıkla en ince teferruatına kadar Doğu Avrupa efsaneleri ile benzerlik gösterirler, dolayısıyla aynı tasavvur üzerine kurulu olan bir efsanenin değişik anlatım biçimlerini teşkil eder. Bu efsaneler, Avrupa’da Rusya sınırlarına kadar yayılmış, buralarda yerleşik halk kültürünün parçası olduktan sonra, gecikmeli olarak buralardan başka bölgelere yayılmıştır. Bu hususta Finlandiya’nın gerek Batıdan, gerekse Doğudan gelen kültür ceryanlarının Kuzeyde son ulaştığı nokta olduğu Fin efsanelerinde görebiliriz. Meselâ, Doğu Finlandiya’da şeytanın bir kara gerdanlı dalgıç kuşu suretinde denizin dibinden çamur getirdiği, bunun bir bölümünü ağzında sakladığı, ama yeryüzünün-ve ağzındaki toprağın- hızla büyümesi sonucu tükürmek zorunda kaldığında dağların, taşların ve kayalıkların oluştuğuna dair anlatılan efsaneler kayıtlara geçmiştir. Ancak, Suomussalmi bölgesinden derlenen bir varyant diğerlerinden farklılık gösterir; bu efsaneye göre Tanrı, denizin ortasındaki altın bir sütunun tepesinde oturmakta ve su yüzeyinde gördüğü kendi yansımasına yukarı çıkmasını emreder. Şeytanın dünyaya gelmesi böyle açıklanır. Bulgar efsanelerinde de şeytanın dünyaya, Tanrının kendi gölgesiyle konuşmaya başladığında geldiği anlatılır.


Vermiş olduğu geniş kapsamlı eserlerle Yunan ve Katolik kilise efsanelerini inceleyen Rus araştırmacı Weselovski, yukarıda bahsi geçen efsanenin kökeninin Bulgaristan’da ortaya çıkan Bogomil mezhebi tarafından yaratılmış olduğunu ileri sürer. Gerek Bogomil mezhebiyle ilgili kaynaklarda, gerekse bu mezhebin dualist dünya görüşüne ilham kaynağı olan Ermeni agnostiklerin eserlerinde bu efsaneye nadiren de olsa rastlanır. Bu efsanenin yazıya dökülmüş ilk hâline 16.yy’dan kalma Rus el yazmalarında rastlanır, ama o dönemde bile geniş bir çevreye yayılmış durumdadır. Weselovski’den önceki dönemlerde Schiefner, araştırmalarına dayanarak yaradılış efsanelerinin Rus göçmenler ve kaçaklar vasıtasıyla Avrupa’dan Kuzey ve Orta Asya’ya taşınmış olduklarını ileri sürmektedir. Sumtsov ise, Rus yerleşimcilerin bu kadar kısa sürede muhtelif boylar arasına bu kadar yakın ilişkiye girmiş olmalarına şüpheyle yaklaşır. Sumtsoz’a göre bu Sibirya efsanelerinin oluşumunda Nestoryen mezhebinin etkisi olmuştur. Bir Altay efsanesinde Tanrının “gerçek Kurbustan” (Ahura Mazda) olarak geçiyor olması, efsanelerin gelişimindeki Pers etkisine bir örnek teşkil edebilir. Her ne kadar efsanelerde şeytanın olması İran etkisinin bir emaresi gibi görünse de, Budizmin etkili olduğu bölgelerde bu dine ilişkin bazı unsurlar da (meselâ, Burkhan) dini tasavvurların arasına girmiştir.


Dähnhardt’a göre, yeryüzünün yaradılışına ilişkin bu dualist anlayışın ilk ortaya çıktığı yerler, İran öğretilerinden etkilenen Suriyeli ve Ermeni agnostik mezhepleridir. Zaman içinde buralardan Avrupa’ya ve İran üzerinden Orta Asya’ya ulaşmıştır. Ancak, araştırdığımız kaynaklarda bu varsayımı destekleyebilecek fazla bir örnek bulunmadığı için, bu iddianın doğruluğu hakkında bir şey söylemek zor olmasına rağmen, kesin olan bir şey varsa, o da bu efsanelerin Ruslar tarafından Uralların ötesine taşınmış olduğudur.


Efsanelerin nerede oluştuğu sorusu kadar, efsanenin bileşenlerinin çıkış noktaları üzerinde durulması gereken bir başka konudur. İlk toprak parçasını denizden çıkarmak için şeytanın bürünmüş olduğu kuş unsuru araştırılması gereken konulardan biridir. İran dinî tasavvurlarından mülhem bir efsaneye, bu kuş öğesi nasıl ve nereden girmiştir?


Rusya ve Kuzey Sibirya’da derlenen bazı efsanelerde “ilk toprağın getirilmesi”, “Tufan” hikayesi ile ilişkilendirilerek anlatılır. Turuhansk bölgesindeki Samoyedler arasında anlatılan bir efsaneye göre, tufan esnasında bir tekne içinde bulunan yedi kişi, suların devamlı olarak yükselmekte olduğunu ve kurtuluş çareleri kalmadığını anladıklarında, kızıl gerdanlı bir dalgıç kuşundan suyun dibine dalmasını ve onlara bir parça toprak getirmesini dilerler. Yedi gün sonra kızıl gerdanlı dalgıç kuşu gagasında, üzerinde otlar bulunan bir parça toprak ile geri döner ve Tanrı teknedeki insanların dileğini kabûl ederek, bu toprak parçasından yeryüzünü yaratır. Bu efsanenin Rus varyantına göre, Tufandan sonra Tanrı; insanlara bir yeryüzü yaratmak için şeytanı suların dibinden kum çıkartmaya yollar. Samoyedlerin Tufan efsanelerinde geçen kızıl gerdanlı dalgıç kuşu, bazı yönlerden Hristiyan Tufan efsanelerinde Nuh’un yolladığı ve suların çekildiğine dair işaretle dönen kuşu hatırlatır. Ne var ki, Tufan efsanesinde geçen güvercin veya kuzgunun su kuşu olmaması, dolayısıyla suların dibinden toprak getirme öğesi için örnek teşkil edemez.


Vogullar arasındaki bazı yaradılış efsanelerinde ise birden fazla kuş figürüne rastlanmakta olup, bunların ayrı ayrı görevleri vardır. Kara gerdanlı veya kızıl gerdanlı dalgıç kuşu suların altından toprak getirir ve bu toprak ile yeni bir yeryüzü yaratılır. Kuzgun ise yeryüzünün büyümesini gözlemek için uzaklara uçar. Kuzgun ilk uçtuğu gün kısa bir süre sonra geri gelir, ikinci gün öğle üzeri geri döner, üçüncü gün ise, geceleyin geri gelir. Kuzgun’un her gün daha da uzun süre uçuş yapmasından, yeryüzünün gün be gün büyüdüğünü anlayabiliyoruz. Burada kuzgunun üstlendiği vazife, İncil’de geçen Tufan efsanesindeki güvercinle belli ölçülerde benzerlik göstermektedir.


Ancak, yine de yeryüzünün yaradılış ve Tufan efsaneleri genelde çoğu halkın kültüründe birbirlerinden ayrı iki hikâye olarak karşımıza çıkar.


Toprak getiren varlıkla, Tanrının birbirlerine zıt ve düşman iki varlık olarak yer aldıkları dualist dünya görüşüne Asyadaki yaradılış efsanelerinde pek rastlanmaz. Bu efsanelerdeki yaratıcı, normal bir su kuşundan yardım alır. Meselâ, Yeniseylerin yaradılış efsanesine göre, yeryüzü sularla kaplıydı ve büyük şaman Doh, kuğular, kızıl ve kara gerdanlı dalgıç kuşlarıyla, diğer su kuşlarının bulunduğu bir sürü ile beraber biteviye suların üzerinde kanat çırpıyordu. Dinlenecek hiçbir yer olmadığı için, kızıl gerdanlı dalgıç kuşundan denizin dibinden bir parça toprak getirmesini rica ettiler. Kızıl gerdanlı dalgıç kuşu, ilk iki denemesinde başarılı olamayıp, üçüncüsünde gagasında bir parça çamur ile yukarı çıkmayı başarır. Bu çamur ile Doh, denizin üzerinde bir ada meydana getirir.

Lebed Tatarlarının efsanelerinde ise, her taraf sularla kaplı iken, Tanrının gagasında bir parça çamur getirmesi için beyaz bir kuğuyu yolladığı anlatılır. Kuğu, yukarı çıkarken gagasında bir miktar çamur kalmıştır ve bu çamuru suya üfler, bu üflediği çamurdan yavaş yavaş bu güzel yeryüzü oluşur, daha sonra şeytan ortaya çıkarak yeryüzünü ifsata düşürür.


Bir Buryat efsanesinde anlatıldığına göre ise; “İlk deniz”in dibinde, siyah toprak ve kırmızı balçık vardı. Burkhan yeryüzünü yaratmaya karar verdiğinde, beyaz kızıl gerdanlı dalgıç kuşuna bunlardan biraz yukarı çıkarmasını söyler. Kızıl gerdanlı dalgıç kuşu gagasında hem toprak, hem de balçıkla yukarı çıkar ve bunu denizin yüzeyine yayar. Böylece suyun üzerinde yüzen yeryüzü meydana gelir ve kısa süre sonra üzerinde bitki ve ağaçlar yetişmeye başlar.


Balagansk bölgesi Buryatlarında ise aynı efsane başka bir şekilde anlatılır: en başlarda, daha yeryüzü yokken, Sombol-Burkhan, suyun üzerinde durur ve bir su kuşu ve on iki yavrusunun yüzmekte olduklarını görür. Kuşa; “Su kuşu, derinliklere dal ve bana gaganla siyah toprak, ayaklarınla da kırmızı balçık getir” diye emreder. Kuşun getirdiği toprağı suyun üzerine yayar ve böylece yeryüzü meydana gelir, sonrasında bu yeryüzünün üzerinde kendiliğinden bitki örtüsü oluşur. Yardımlarına karşılık olarak da kuşa; “Bol bol yavruların olsun ve bundan sonra da dilediğin kadar bu sularda yüzüp dalabilirsin” der. O günden beri, bu kuşa muhteşem bir dalma ve uzun süre su altında kalma yeteneği bahşedilmiştir. Bazen aynı efsanede üç Tanrı birden ortaya çıkar. Şibegeni-Burhan, Madari-Burkhan ve Esege Burkhan hep birlikte bu ana kuşun yardımıyla yeryüzünü yaratırlar.

Tanrının rakibi veya onu aldatmaya çalışan varlık olan şeytan bu efsanelerde anılmaz. Aşağıda nakledeceğimiz Kuzey Yakutlarına ait kayda geçirilen bir efsanede olduğu gibi şeytan, sadece görünür ama ön plânda değildir, ancak bu efsanede aynı zamanda yaratıcı olarak “Tanrının anası” anılır. Efsaneye göre, “Tanrının anası” yeryüzünü yaratmaya karar verir. Bunun için gerekli malzemesi olmadığı için kızıl gerdan dalgıcıyla, yaban kazına denizin dibine dalıp toprak getirmeleri vazifesi verir. Önce yaban kazı yukarı çıkar ve gagasında bir parça toprakla, ardından yukarı çıkan kızıl gerdan dalgıcı ise suyun altında toprak bulamadığını söylemesi karşısında buna çok sinirlenir “Tanrının anası”; “seni kurnaz kuş.. ben sana yaban kazından daha uzun bir gaga ve daha fazla güç vermiştim, ama sen buna rağmen beni aldatmaya çalıştın. Bu sebeple kutsal yeryüzünde barınamayacaksın artık, bütün ömrün boyunca suya dalıp kendine yiyecek olarak artıkları arayacaksın” diyerek, onu cezalandırır. Daha sonra “Tanrının anası” yaban kazının getirdiği çamurdan yeryüzünü yaratır ve onu denizin üzerine yerleştirir. Yeryüzü suya batmaz, dalgalarla sürüklenmez veya zarar görmez, suyun üzerinde belirli bir yerde sabit olarak kalır ve gittikçe de büyür.

Bu efsanenin Buryatlar arasındaki bir başka anlatımına göre ise; Sombol-Burkhan’ın toprak getirmek üzere gönderdiği su kuşu derinliklerde bir yengece rastladığı ve yengecin kuşa nereye gittiğini sorduğunda, kuşun; “toprak getirmek için denizin dibine daldığı” cevabı karşısında yengeç öfkelenerek; “ben hep suda yaşadım, ben bile denizin dibini göremedim, çabuk geri dön, yoksa seni kıskaçlarım arasında ezerim” demesiyle, kuşun eli boş döndüğünü gören Sombol-Burkhan, kuşa neden toprak getirmemiş olduğunu sorup, öğrenmesiyle, kuşa denizin dibine ulaşmasını sağlayacak bir büyü verir.


Sarapul bölgesi Votyakları arasında toprağın getirilişi efsanesinin bir detayı olarak bu hikaye mevcuttur. Votyakların anlatımında, Tanrının yardımcısı suda bir yengeç ile karşılaşır. Tanrının yardımcısına nereye gittiğini soran yengeç; yüz yirmi yıldır denizde yaşadığını ama daha kendisinin bile toprak görmediğini anlatır. Efsanenin devamında toprağın su yüzeyine getirilişi, şeytanın (yâni Tanrının yardımcısı) bunun bir parçasını ağzında saklaması ve bundan dağların oluşması anlatılır.


Anlatılan son iki efsane mukayese edildiğinde, içlerinden hangisinin orijinal olduğu sorusu karşımıza çıkar. Bu kıyaslamada yengeç öğesi özellikle dikkât çekicidir. Buryat efsanesindeki kuşu korkutan yengeç, Votyakların dualist karakterli efsanesindeki şeytanı kovan yengeçten daha tabii görünmüyor mu? Acaba zaman içerisinde eski efsane değişim göstererek, kuşun yerini şeytan mı almıştır? Eski bir halk inanışı Doğu kilisesinin dualist mezheplerinin öğretileri ile harmanlanarak, bir Votyak efsanesi şeklinde karşımıza çıkmış olabilir mi?


Bu konuda kökeninde eski halk inançlarının olabileceğine dair deliller arasında meselâ, Kuzey Amerika Kızılderililerinin yaradılış efsanelerinde de sık sık bu tasavvurun (bir su kuşu, bir kaplumbağa veya suda yaşayan bir başka hayvanının dipten çamur getirmesi ve bu çamurdan yeryüzünün teşekkülüyle, insanlara barınak olması) geçtiğini göstermek mümkündür. Meselâ, Mandan Kızılderili efsanelerinde anlatıldığına göre daha yeryüzü yaratılmadan önce, “hayatın efendisi” ilk insanı yaratmıştır. İnsan bir gün kara gerdanlı dalgıç kuşuna rastladığında, ona “sen derinlere dalabiliyorsun, dalıp bana dipten biraz toprak getir” demesiyle, kuş denileni yapar ve insan gelen toprağı denizin üzerine yayarak, böylece dünya ilk insan tarafından yaratılmış olur.


“Dipten toprak getirilmesi” unsuru, Amerikan yerlileri arasında bazen Tufan efsanesi ile birleştirilmiş olarak karşımıza çıkar. Bu efsanelerde genellikle misk sıçanının, bazen bir sal, bazen bir kayıkta veya bir ağaç kütüğü üzerinde sürüklenmekte olan insanlara denizin dibinden çamur getirdiği ve bundan kısa süre sonra yeni yeryüzü oluştuğu anlatılır. Vogul efsanelerindeki kuzgunun görevini, Kızılderililerde tilki veya kurt gibi bir hayvan üstlenir ve yeryüzünün büyümesi hakkında bilgi verir. Vinnebago Kızılderili efsanelerine göre yeryüzünün büyümesi, artık göz ile takip edilemeyecek bir hâle geldiğinde Nanabozhu, yeryüzünün etrafında dolaşması için bir kurdu görevlendirir. İlk gidişinden kısa bir süre sonra geri dönen kurt, ikinci gidişinde iki yıl sonra, üçüncü gidişinde ise bir daha geri dönmeyecektir.


Birden fazla su kuşunun yeraldığı bazı efsanelerde, her bir kuş dibe ulaşmayı denerse de, içlerinden ancak bir tanesi bunu başarır, bazen de Sibirya efsanelerinde görmüş olduğumuz gibi ikisi beraberce toprak getirirler.


Aynı efsanenin Güney Amerika’da rastlanan varyantında; Brezilya’da bulunan Kainganglar, bir yaban kazının suyun dibinden toprak getirdiğini anlatırken, Are halkı arasında ise bunu yapanın Aynak kuşu olup, uzun gagasında o kadar çok toprak getirdiğinden, bununla sadece yeryüzünün değil, dağların da yaratılmış olduğu belirtilir.

Anlaşılacağı üzre bu efsane unsuru (derinlerden getirilen ilk toprak) Doğu Finlandiya’dan, Güney Amerika’ya kadar yayılmıştır. Peki bu efsanelerin birbirleriyle olan bağlantıları göz önüne alındığında bundan nasıl bir sonuç çıkartmak gerekiyor? Bogomil mezhebinin yaradılış efsanesinin Güney Amerika ormanlarına kadar yayılmış olamayacağı aşikar olmakla beraber, hem Asya, hem de Amerika efsanelerinde tamamen birbirleriyle örtüşen unsurlar bir arada nasıl bulunmaktadır. Bu durumda geriye iki ihtimâl kalıyor; birincisi, bu efsane hem yeni kıta Amerika’da, hem de Asya’nın kendi merkezlerinde birbirlerinden bağımsız olarak doğmuş, her kıta içerisinde kendine has anlatımlarıyla yayılmıştır. İkincisi ise; bu efsanenin ilk hâli ortak bir merkezden çıkmıştır. Her ne kadar buna dair bazı örneklere rastlansa da (meselâ, Koryakların “Büyük Kuzgun” tasavvuru muhtemelen Doğudan gelmiştir) efsanenin, Amerika’dan Asya’ya gelmiş olma ihtimâli yok gibi görünmektedir. Zira, Amerika’dan Asya’ya gelen kültür akımları sadece Sibirya’daki bazı boylarla sınırlı kalmış, buna mukabil Asya’dan Amerika’ya geçen efsaneler çok daha büyük bir yayılma alanı göstermişlerdir. Tabii bu konu hakkında fikir yürütürken şu gerçeği de göz önünde bulundurmak gerekir ki, yukarılarda sık sık atıfta bulunduğumuz “ilk toprağın getirilmesi” efsanesine, Asya’nın Amerika’ya en yakın yeri olan ve dolayısıyla en kolay geçilebilecek yer olan Kuzey Doğu Sibirya bölgelerinde rastlanılmamasıdır.


Coğrafi gerçekler göz önüne alındığında, her şeyin başlangıcında bir “İlk deniz”in olduğunu varsayan bir efsanenin Orta Asya’da değil de, büyük bir denizin yakınlarında doğmuş olduğu da kesindir. Hind efsanelerinde, denizin dibinden getirilen toprağın bir kaplumbağanın üzerine yayılıp, sonrasında büyüyüp yayıldığı anlatılır. Fakat, bu efsanelerde toprak getiren kuş unsuru yoktur. Buna mukabil Sumatra’daki Batakların efsanelerinde toprak getiren bir kırlangıça rastlanır. Ama burada ki kuş da, toprağı denizin dibinden değil, yukarılardan getirmektedir.


Her ne kadar “yeryüzünü kuşatan deniz” ve “büyüyen yeryüzü” tasavvuru, deniz kıyısında yaşayan halkların nesiller boyunca yaptıkları gözlemler sonucu ortaya çıkmış olması ihtimâl dairesinde ise de, kıtanın içlerinde yaşayan halkların bu şekilde bir tasavvur geliştirmiş olmaları da pek mümkün görünmemektedir. Altay halklarının göçebe kabileleri arasında yaygın olan bir tasavvur zaten tam bunun zıddını göstermektedir. Meselâ, Kırgızlar arasında ilk başta suyun hiç olmadığının anlatıldığı bir efsaneye göre, büyük bir öküzü güden iki insan, uzun süre hiçbir şey içmedikleri için susuzluktan ölmek üzeredirler ve o sırada öküz boynuzları ile toprağı kazıyarak onlar için su çıkartır. Kırgızlara göre o bölgede bulunan bazı göller, bu şekilde meydana gelmiştir.


Dolayısıyla yukarıda bahsi geçen “yeryüzünün yaradılışı” efsanelerinden hiç birini Altay ırkı halklarının kendi kültürlerinden doğma efsaneler olarak nitelendiremeyiz. Altay halklarının konuya bakışı, Yakutlarda gördüğümüz “yeryüzü hep vardı” inancını yansıtmaktadır. Tabii burada, meselâ, yukarıda naklettiğimiz Kırgız efsanesinde olduğu gibi bölgenin coğrafyasıyla açıklamayı hedefleyen mahallî inançları tartışmak gibi bir gayemiz yoktur. Bulundukları coğrafya sebebiyle, sık sık mamut iskeletleri bulan Tunguzlar ve Samoyedler gibi bazı Kuzey Sibirya halkları ise, dev bir mamutun dişleriyle yeryüzünü şekillendirmiş olduğunu tasavvur ederler. Özellikle uçurumlar ve tepeler bu şekilde oluşmuş, vadiler ve çukurlar da yeryüzünün üzerindeki dev hayvanın ağırlığı sebebiyle çökme sonucu meydana gelmiştir. Bu çukurların su ile dolması sonucunda göller ve nehirler oluşmuştur. Daha sonra bir gün Tanrı, mamuta öfkelenerek onu yer altına hapseder ve dev mamut o gün bugündür hâlâ orada yaşamaktadır.


Kuzey Sibirya’da kayda geçirilen bir başka mahallî efsanenin konusu da, dağların ve vadilerin meydana gelişiyle ilgili olup, efsaneye göre ilk başta Tanrı göklerde yaşamaktaydı, ama daha sonra yeryüzüne indi. Yeryüzünde kızakla dolaştığı için, bazı yerlerde ince yeryüzü taze buz gibi esneyip, kırıldı. Yeryüzünün engebeli görüntüsü buna dayanmaktadır.



Uno Harva'nın Altay Panteonu adlı kitabında alıntılanmıştır.


Çeviren: Erol Cihangir

Balıklı Göl / Şanlı Urfa

 


Ayasofya Camii / İstanbul

 


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak