21 Kasım 2022 Pazartesi

Çift Konsül Sistemi ve Hannibal

 Cumhuriyetin ilk günlerinde Romalılar halkla devlet arasında var olan anlaşmanın ne olduğunu hemen anladılar. Tabiatı gereği devlet, ne kadar düzenli olursa olsun, her zaman vatandaşlarının özgürlüklerini kısıtlamaya çalışır. Elbette buna da devletin hep en iyisini bildiği gerekçe gösterilir.


Toplumun güvenliğini sağlamak için bir devletin eline bazı güçlerin verilmesi, herkesin iyiliği için bazı özgürlüklerden fedakarlık edilmesi gerekmektedir. Romalılar, elinde böyle güçler bulunduran, özellikle savaş zamanında başkumandanlık yapan yöneticilerine baktıklarında kendisini kolaylıkla diktatör olarak ilan edebileceğini görerek korkuya kapıldılar. Bu yüzden Roma'ya özgü bir yönetim tarzı olarak, bir yıllığına görev yapan çift konsül seçim sistemini getirdiler.


Bu sistem, pratik bir çözüm gibi gözüküyordu, çünkü bir şeyin yaptırılması için toplu karara varılması gerekiyordu. Savaş zamanında da konsüllerden sadece biri "savaş konsülü" olarak tanınacaktı. Bu adam ordularla beraber savaş alanına gidecek, birliklere doğrudan emir verecekti. Diğer konsül de Roma'da kalacak ve devleti yönetecekti. Roma'da kalan konsül, yerel muhafızlara, Roma etrafındaki birliklere doğrudan emir verme yetkisinde olacaktı. Böylece orduya hükmeden, seferdeki konsül megalomanca fikirler beslemeye başladığında bir çeşit denge sağlanabilecekti.


Tek sorun, iki konsül arasında yapılan görev dağılımının iki adam arasındaki ortak karara bağlı olması ve önceden belirlenen bir pozisyona sahip olmamalarıydı. Romalılar için bu mükemmel bir fikirdi. Senato'da karşıdevrim yapmak isteyen bir grup olsa bile, seçecekleri konsülün savaş zamanında orduya komuta etmesini garanti edemezlerdi. Diğer konsül bunu engellerdi. Böyle bir kördüğüm yaşansa bile, kabul gören çözüm her iki konsülün de savaş alanına gitmesi ve ayrı ayrı günlerde orduyu yönetmeleriydi. Burada da düşündükleri şuydu; aklından diktatörlük geçiren bir kumandan olursa, bölünmüş bir yönetim emellerine ulaşmasına engel olacaktı.


Eğilim, sadece savaşla başkent arasındaki ayrımı koymaktan ibaretti ve böylece sistem yıllarca başarıyla sürdü. Hatta Roma, İtalyan yarımadasında en büyük güç olmuştu. İÖ 3. yüzyıl ortalarında Kartacalıların güçlü donanmasını yenmişlerdi. Kartacalılar, İÖ 241'de yenildikten sonra sarsılan itibarlarını yerine getirmek için karşılık verecekleri anı bekliyorlardı.


İÖ 219'da Hannibal'in yönetimindeki Kartaca ordusu İspanya tarafından gelerek Romalılarla savaşmaya başladı. İki yıl içerisinde Kartaca ordusu Romalıları birkaç kez yenmiş, Alpler'de bir geçit oluşturmuş, Roma kapılarından bir hafta yürüyüş uzaklığındaki Trasimene Gölü kenarında kırk bin kişilik Roma ordusunu mağlup etmişti.



 


Halk arasında Hannibal'in yakında Roma'ya da gireceğinden korkulduğundan şehirde panik çıkmıştı. Bu olasılık, yetenekli Romalı taktisyen Quintus Fabius'un artçı saldırı tekniğiyle kısa bir süre geciktirildi. Hannibal'in erzaklarına yaptığı saldırılarla Kartacalıların erzağını oldukça azalttı, Kartacalıların etrafını arkadan çevirdi ve genel olarak düzensiz bir savaş yaptı. Bu, hiç Romalılara özgü bir teknik değildi. Onların tercihi doğrudan saldırıdan yanaydı. Bu nedenle tarihte başarılı savaş tekniği "Fabian Taktikleri" diye adlandırılırken Fabius ise görevinden alınacaktı.


Roma, İÖ 216 yılı için Lucius Aemilieus Paulus ve Gaius Terentius Varro adlarında iki yeni konsül seçti. Yaşça büyük olan Paulus'un savaş tecrübesi vardı, temkinli oluşu ve profesyonel tarzıyla tanınıyordu. Varro ise onun tam zıddıydı; fevri, diğerlerinin yönetimine karşı sabırsız ve şöhret tutkunuydu.


Fabius'un görev yaptığı bir sene boyunca büyük çapta değişimler yapılmıştı. Roma seksen bin kişinin üstünde yeni bir ordu yarattı ve askerleri savaş eğitiminden geçirdi. Her ne kadar savaş deneyimleri olmasa da, yüksek rütbeler önceki savaşlara katılmış deneyimli askerlere ve daha önceki savaşlardan sağ kalanlara verilmişti. Artık güney İtalya'da ilerleyen Hannibal'in bu ezici güç karşısında boyun eğeceği ve mahvolacağı görüşü hakimdi.


İki askeri kumandanın olması kimin alana gidip savaşacağı ve kimin oturup bekleyeceği problemini doğurdu. Her zaman işe yarayan sağduyulu davranış bu sefer işlemedi. Paulus deneyimliydi, bu yüzden de savaş alanına uygun komutan oydu. Hannibal'in yarattığı tehlikenin boyutunu anlayan da sadece oydu. Karşılarındaki rasgele bir şansla dize getirilebilecek bir kumandan değildi. Savaşması zor bir alanda karşı karşıya gelseler ve sayıca çok üstün olsalar bile, yine de yenmesi kolay olmayan bir düşmandı.


Varro bu öneriye şiddetle karşı çıktı. Kendisinin de en az Paulus kadar yetenekli olduğunu iddia etti, dahası Paulus'un şehirde kalmasını ve ihtiyatları kontrol etmesini önerdi. İhtiyar adamın böyle bir savaş için çok temkinli olduğunu, Romalıların tek ihtiyacının sayıca üstün ordularını kullanarak hızlı ve atak bir saldırı düzenleyebilecek birisi olduğunu söyledi. Varro, Hannibal'in kafasını Kartaca'ya geri göndereceğine ve Roma ordusunun savaşı hepten bitireceğine söz verdi.


Varro'nun Paulus'a kolay elde edilecek bir zaferi rahatça bırakmayacak olmasının yanı sıra Paulus'un da Varro'nun eline seksen bin adamın kaderini teslim etmeyeceği kesindi. Sonunda savaşa ikisi beraber gitmeye ve yönetimi bölmeye karar verdiler.


Böylece İÖ 216 yazında Roma'nın gelmiş geçmiş en büyük ordusu güneye doğru yola çıktı. Hannibal onları bekliyordu. Düşmana yaklaştıkça Varro'nun şevki azalmaya başlamıştı. Belki Paulus'la yaptığı konuşmadan etkilenmiş, belki de bir orduyu yönetmenin, savaşta olmanın sadece hedefi gösterip ileri komutunu vermekten ibaret olmadığını aniden anlamıştı. Hannibal'in bulunduğu bölgeye yaklaştıkça Varro aslında biraz daha temkinli olmaya başladı.


Orduyu yönetme sırası kendisine geldiği günlerde, Paulus'un o gün yapılması gereken harekatlarla ilgili söylediklerini de dinlemeyi ihmal etmedi. Paulus, sayıca üstün olmanın getirdiği avantajın farkındaydı. Yapmaları gereken iş, Hannibal'i çektikleri yerde sayıca üstün olan ordularının olayların akışını belirleyebilecek bir konumda olmaları, bir terslik anında geri çekilebilecek güvenli alanları bulunması ve Hannibal'in her hareketine karşılık verebilecekleri bir mevkiyi tutmalarıydı.


Ama Romalılar Hannibal'in yaptığı hareketi beklemiyorlardı; Hannibal arkalarından dolaşarak bir gece seferi başlattı. Cannae şehri yakınlarındaki bir erzak deposuna saldırdı. Depoyu ele geçirdikten sonra yakınlardaki bir nehri geçerek nehre arkalarını verdiler. Varro'nun komutasındaki güne rastlayacak bir şekilde harekatlarını ayarladılar.


Her şey çok iyi planlanmıştı. Depoyu kaybetmeleri Romalıların gururunu çok yaralamıştı. Bir kumanda hatası olarak da değerlendirilebilirdi. Paulus'un görev yaptığı gün ve gece gerçekleşen bir hataydı bu. Varro, Kartacalıların pozisyonunu fark edince birdenbire saldırgan bir cesarete kapıldı. Hannibal tam da istediği yerdeydi, gururlu Kartacalıların bu noktada çok büyük bir hata yaptıklarını düşünüyordu. Savunması bir yıkılsa, ordusunun geri çekilecek hiçbir yeri yoktu. Ya nehre düşüp boğulacaklardı ya da kılıçtan geçirileceklerdi. Varro tüm ordunun saldırıya hazırlanmasını emretti.


Paulus bu durum karşısında dehşete düştü. Temkinli davranması için Varro'yu uyardı. Hannibal aptal bir kumandan değildi. Deponun ele geçirilmesi gururlarını incitmek için özel olarak gerçekleştirilmişti. Hannibal'in seçtiği pozisyon bile ne kadar kolay yem olabileceklerini düşündürtmek amacıyla seçilmemiş miydi? Kesinlikle bunun aksi doğru olmalıydı. Hannibal, Romalıların kendisine saldırmalarını istiyordu. Birdenbire farklı bir tuzakla karşılarına çıkacak ve savaşı kazanacaktı.


Varro, Paulus'un söylediklerinin hiçbirini dinlemedi. Paulus'u fazla ihtiyatlı davranan yaşlı bir adam diye umursamadı. Bu, saldırgan, cesaretli bir askerin işiydi, her ağacın arkasında canavarlar gören, havadan nem kapan birinin işi değildi. Ayrıca Varro, bugün yönetme sırasının kendisinde olduğunu hatırlattı ve günün komutu 'ileri'ydi.


Belki de Paulus onu oracıkta öldürmeliydi. Ama Romalılar kanunlara saygılıydılar. O günkü konsül dahi de olsa, aptal da olsa, yasalar o anda gücü elinde tutanın yanındaydı.


Böylece Varro ordusuyla saldırıya geçti. İlk birkaç saatte her şey çok iyi gidiyor gibi gözüküyordu. Kartacalıların savunması Roma saldırısının ağırlığı altında çöküyormuş gibiydi. Romalılar onları sonunda nehre doğru çekilmek zorunda bıraktıklarında, Hannibal'in ordusu bir yay şeklini almıştı. Savaşın kontrolünü elinde tutmaya devam eden Hannibal'in ordusunun asıl gücü her iki taraftaki kanatlarıydı. Varro, tüm birliklerine saldırı emrini verdi, böylece ortalık karınca gibi kaynaşan bir kalabalıkla doldu. Sayıca üstünlüklerine güvenerek merkeze doğru yüklenmeye başladılar.


Tam o sırada Hannibal o zaman kadar pek bir şeye katılmamış olan yanlardaki birliklerine saldırı emrini verdi. Romalılar içeriye doğru dönerken Kartacalıların güçlü süvarileri Roma askerlerinin arkasına geçip bir anda çarpışmanın akışını değiştirdiler. Kısa bir süre içinde Roma ordusunun etrafı sarılmış ve her taraftan hücuma maruz kalmışlardı.


 


Panik baş gösterdi. Koskoca ordu tuzağa düşmüş, korkmuş bir kalabalığa döndü. Binlercesi kendi arkadaşları tarafından öldürüldü, ya ayaklar altında çiğnenerek ezildiler, ya da kendi canlarını kurtarmak için ilerlemeye çalışırlarken kılıç darbeleriyle parça parça oldular.


Gün sonunda neredeyse yetmiş bin Romalı ölmüş ya da esir alınmıştı. Kumandayı ikiye bölme fikri Roma ordusunun kötü sonu olmuştu. Ama bütün bunlara rağmen her şeyin sorumlusu kaçmayı başardı. Varro ve birkaç arkadaşı tuzaktan çıkmayı başardılar ve Roma'ya kaçtılar. Döndüklerinde hepsi yaptıkları hatadan dolayı sürgün edildiler. Paulus'a gelince... verdiği iyi fikirlerin ona sağladığı tek şey Cannae'de rahat bir mezar oldu. Savaş, on dört sene daha devam edecekti.


Alıntıdır.


Amasra / Bartın

 


Bilim İnsanları

  

Bilimin Gücü

 

Çevrenize şöyle bir bakın. Hızlı  bir değişim göreceksiniz.

 

Bilim insanları, yeni şeyler bulma uğraşlarını sürdürüyorlar.

Çocuklarımızın  ve torunlarımızın nasıl bir dünyada yaşayacağını gözünüzün önüne getirmeye çalışın.

İşte bu değişim ve gelişim bilimin çeşitli alanlarında çalışmalarını sürdüren araştırmacılar ve bilim insanları sayesinde yaşanıyor.

Yalnızca kullandığımız araçlarda değil, yaşam biçimimizde, hayata bakışımızdaki değişiklikler de bilimin bir sonucu.

Yüzlerce yıl önce çocuklara masal diye anlatılan şeylerden çok daha renkli ve inanılmaz şeylere sahibiz artık.

Bunlar bizim için son derece olağan şeyler hem de.

Bilim insanlarının bize sunduğu bu renkli dünyanın masallardakinden daha güzel olması bilimin gücünü göstermiyor mu?

 

Bilim insanı kimdir?

 

Anlamak... Matematikçi Cahit Arf'a göre bilimin amacı budur.

Dünya'yı, içinde yaşadığımız evreni, hatta yaşamı anlayabilmek için gereklidir bize bilim.

Bilim insanlarıysa  bize evrenimizi anlamak için yol gösteren kılavuzlardır.

Bilim insanı, bir soruna çözüm bulmak için harekete geçendir.

Engel tanımadan, bir zamanlar olanaksız denen şeyleri olanaklı kılmak için yeni yollar arayandır.

İnsan, bildiği, tanıdığı şeyleri sever; bilmediği, anlayamadığı şeylerden korkar.

Aklımız korkularımıza karşı kullanacağımız en güçlü silahımızdır.

Karşımıza çıkan sorunlara aklımızla çözüm yolları arar, zorlukları aklımızla aşmaya çalışırız.

Kendimize neden, nasıl, ne zaman gibi sorular sormaya başladığımızda biz de bilim insanı olma yolundayız demektir.

Çünkü bilim, biraz da doymak bilmek merak demek değil midir?

 

Albert Einstein (1879 - 1955)

 

İnsanlık tarihinin en yaratıcı zekalarından biri olan Alman asıllı ABD'li fizikçi.

20. yüzyılın başlarında geliştirdiği kuramlarıyla ilk kez kütleyle enerjinin eşdeğerliğini kanıtladı.

Uzay, zaman ve kütle çekimi üzerine tümüyle yeni düşünme yolları önerdi.

Işık ve kütle çekim için geliştirdiği özel ve genel görelilik kuramlarıyla, Newton'dan sonra fizikte yeni bir çığır açtı.

 

Alexander Fleming (1881 - 1955)

 

İskoç hekim. 1928 yılında, laboratuarında bir tür bakteri üzerine çalışırken, kültür ortamında oluşan küf mantarının çevresindeki bakterilerin gelişemediğini gözlemledi.

Bu küf mantarının bakterilerin çoğalmasını engelleyen bir madde salgıladığını saptayan Fleming, bu maddeye "penisilin" adını verdi.

Böylece bakterilere karşı antibiyotik kullanımını başlattı.

 

Alexander Graham Bell (1847 - 1922)

 

İskoç asıllı ABD'li buluşçu. Bell ailesi, yıllar boyunca güzel konuşma üzerine çalışmış bir aileydi.

Bu ailenin bir üyesi olan Graham Bellde çalışmalarını sesin iletimi ve bu yolla iletişim kurma üzerinde yoğunlaştırdı.

Bunun sonucu olarak 1876'da telefonu icat etti.

Graham Bell sayesinde hayatımıza giren telefon, çağımızın en önemli buluşlarından biri sayılıyor. 

 

Alfred Wegener (1880 - 1930)

 

Alman metorolog ve yerbilimci. Kıtaların kayması kuramını ortaya attı.

Wegener, başlangıçta tüm kıtaların Pangea adında tek bir kıta olduğunu, sonradan parçalanıp dağılarak zamanla günümüzdeki yerlerine ulaştığını ileri sürdü.

Kuzey Kutbu'nun araştırılmasına katkıları oldu. 

 

Blaise Pascal (1623 - 1662)

 

Fransız matematikçi, fizikçi ve felsefeci. Küçük yaşlardan beri  bilimle uğraşan Pascal, 16 yaşında "Konikler Üzerine Deneme" adlı kitabı yazdı.

18 yaşında bir hesap makinesi icat etti. Atmosfer basıncı, sıvıların dengesi, hidrolik pres, aritmetik üçgen konularında birçok çalışması var.

Fermat ile birlikte olasılıklar hesabını da buldu.

 

Cahit Arf (1910 - 1997)

 

Türk matematikçi. Doktora yapmak için gittiği Almanya'da matematikçi Helmut Hasse ile birlikte önemli çalışmalar yaptı.

Bu çalışmalar sonunda matematikte Hasse-Arf Kuramı'nı geliştirdi.

"Arf değişmezi", "Arf halkaları" ve "Arf kapanışları" gibi adıyla anılan matematiksel terimleri bilim dünyasına kazandırdı.

TÜBİTAK'ın kuruluşunda önemli rol oynadı.

 

Edwin Hubble (1889 - 1953)

 

ABD'li astrofizikçi. Güneş Sistemi'ni barındıran Samanyolu'ndan başka gökadalar da bulunduğunu saptadı.

Yaptığı gözlemler sonunda gökadaların, aralarındaki uzaklıkla bağlantılı bir hızla birbirlerinden uzaklaştıklarını buldu.

Bu, evrenin genişlemekte olduğu düşüncesini destekleyen bir keşif oldu.

 

Feza Gürsey (1921 - 1992)

 

Türk kuramsal fizikçi. Matematiksel  fizik ve yüksek enerji fiziği üzerine çalışmalar yaptı.

Çalışmalarıyla 1968'de TUBİTAK Bilim Ödülü, 1977'de Oppenheimer Ödülü, 1979'da Einstein Madalyası ve ilerleyen yıllarda çeşitli kurum ve kuruluşlardan ödüller ve onursal doktoralar kazandı.

 

Galileo Galilei (1564 - 1642)

 

İtalyan fizikçi, gökbilimci ve yazar.

Bütün cisimlerin yere aynı hızda düştüğünü keşfetti, eylemsizlik ilkesini ilk kez formüle etti.

Sarkacın salınımlarındaki eşzamanlılığı saptadı.

Teleskop kullanarak evreni gözlemleyen ilk kişi oldu.

Dünya'nın Güneş çevresinde döndüğünü söyledi, ama Engizisyon'un baskısı altında bu görüşünü geri almak zorunda kaldı.

 

Gregor Johann Mendel (1822 - 1884)

 

Kalıtımbilimin öncüsü Avusturyalı botanikçi.

Bitkiler üzerinde yaptığı çalışmalarda, bir türün özelliklerinin kalıtım yoluyla sonraki kuşaklara aktarıldığını buldu.

Mendel'in öne sürdüğü ilkeler, 20. yüzyılın başlarında yapılan deneylerle doğrulandıktan sonra, kalıtım kuramının bütün canlılar için geçerliliği saptanarak, biyolojinin temel ilkelerinden biri haline geldi.

 

Guiglielmo Marconi (1874 - 1937)

 

İtalyan fizikçi ve buluşçu. İlk başarılı telsiz telgraf sistemini geliştirdi.

Kısa dalga radyo iletişimi üzerine yaptığı çalışmalarla modern uzun erimli radyo yayımcılığının gelişmesini olanaklı kıldığı için, radyonun babası olarak bilinir.

Başka bilim insanlarının katkılarıyla geliştirilen radyo, televizyonun bulunuşuna dek en önemli kitle iletişim aracı olarak kaldı.

 

İhsan Ketin (1914 - 1995)

 

Türk yerbilimci. Tüm Türkiye'de gerçekleştirdiği çalışmalar sonucunda ülkemizdeki deprem bölgelerini belirledi.

Kuzey Anadolu Fay'ının yapısını inceledi ve tanımladı. Anadolu'nun batıya kaydığını ortaya koyan da odur.

Çalışmalarıyla yerbilim alanında birçok bilinmeyeni aydınlatan Ketin, bu alanda başarılı öğrenciler de yetiştirdi.

 

İsaac Newton (1642 - 1727)

 

İngiliz fizikçi, matematikçi, gökbilimci. Evrensel çekim yasasını keşfetti.

Ağırlık dediğimiz şeyle gökcisimleri arasındaki çekimin aynı şey olduğunu anladı.

Mekaniğin özünü oluşturan çalışmalar ve ışık üzerine deneyler yaptı.

Leibniz'le  aynı zamanda diferansiyel hesabın temellerini attı.

 

James Watt (1736 - 1819)

 

İskoç bilim adamı ve buluşçu.

Geliştirdiği buhar makinesi sanayi devrimini başlatacak ve insanlık tarihinde yeni bir çığır açılacaktı.

Watt ayrıca, güç ölçümünü standartlaştırabilmek amacıyla bir atın belli bir sürede yaptığı işi ölçerek "beygir gücü" adını verdiği bir güç birimi tanımladı.

 

Johannes Kepler (1571 - 1630)

 

Alman gökbilimci.

Dünya'nın ve diğer gezegenlerin eliptik bir yörüngede Güneş'in çevresinde dönmesiyle ilgili üç yasayı ortaya koydu.

Copernicus'tan bu yana Dünya ve öteki gezegenlerin Güneş çevresinde dairesel yörüngelerde dolandıkları düşünülüyordu.

 

Karl Werner Heisenberg (1901 - 1976)

 

Alman fizikçi ve felsefeci. 1925 yılında kuantum mekaniğinin matris biçimini geliştirdi.

Bu buluşuyla  Nobel ödülü kazanan fizikçi, asıl ününü 1927 yılında yayımladığı belirsizlik ilkesine borçludur.

Ayrıca girdaplanmanın hidrodinamiği, atom çekirdeği, kozmik ışınlar ve temel parçacıklar gibi konularda önemli çalışmaları var.

 

Louis Pasteur (1822 - 1895)

 

Fransız kimyacı ve biyolog. Fermantasyon üzerine çalıştığı sırada, mikropların kendiliğinden üremesinin söz konusu olmadığını gösterdi.

Bazı içeceklerin uzun süre saklanmasını sağlamak üzere geliştirdiği yöntem "pastörizasyon" adıyla anılır.

Şarbon aşısını keşfetti. Onu asıl üne kavuşturan kuduz aşısını bulması oldu.

 

Margaret Mead (1901 - 1978)

 

ABD'li antropolog (insanbilimci). Okyanusya halklarıyla ilgili kültürel çalışmalarıylaadını duyurdu.

Kadın hakları, çocuk yetiştirme, ahlak, nükleer silahlanma ırklararası ilişkiler, uyuşturucu kullanımı, nüfus planlaması, dünyadaki açlık gibi birçok sorunu inceledi ve kültürel farklılıklar konusunda yeni fikirler geliştirdi.

 

Marie Curie (1867 - 1934)

 

Radyoaktivite üzerine yaptığı çalışmalarla iki kez Nobel Ödülü kazanan  Polonya asıllı Fransız fizikçi.

Uranyumla yaptığı deneyleri sonucu radyoaktiviteyi keşfetti. Toryumun radyoaktif özelliğini buldu ve radyum elementini ayrıştırdı.

Çalışmalarıyla bir çığır açan Curie, Nobel ödülü alan ilk kadın, bu ödülü iki kere alan ilk bilim insanı oldu.

 

Max Planck (1858 - 1947)

 

Alman kuramsal fizikçi. Kuantum kuramını geliştirdi. Termodinamik yasaları üzerine çalıştı.

Kendi adıyla anılan Planck sabitini ve Planck ışınım yasasını buldu.

Ortaya attığı kuantum kuramı, o güne değin bilinen fizik yasaları içinde devrimsel ve çığır açıcı nitelikteydi.

 

Michael Faraday (1791 - 1867)

 

İngiliz fizikçi ve kimyacı.

19. yüzyılın en büyük bilim adamlarından biri olan Faraday, elektromanyetik indüklemeyi, manyetik alanın ışığın kutuplanma düzlemini döndürdüğünü buldu.

Elektrolizin temel ilkelerini belirleyen de odur.

Klor gazını sıvılaştırmayı ilk kez o başarmış, elektrik motorunu ve dinamoyu icat etmişti.

 

Nieis Bohr (1885 - 1962)

 

Danimarkalı fizikçi. Kuantum kuramını atom yapısının belirlenmesinde ilk kez uygulayarak, kendi adıyla anılan atom modelini oluşturdu.

Kuantum fiziğinin gelişmesinde 50 yıla yakın bir süre öncü rolü oynadı.

Ayrıca atom çekirdeğinin sıvı damlacığı modelini geliştirdi.

 

Sigmund Freud (1856 - 1939)

 

Avusturyalı hekim. Psikiyatride "psikanaliz" adı verilen bir yöntem geliştirdi.

Buna göre, ruhsal sorunların kaynağını, hastaların bastırdıkları ve bilinçaltına ittikleri sorunlarda aradı.

Hastaların bilinçaltındaki duygularını yüzeye çıkarmaya dayalı "psikoterapi" adı verilen bir yöntemle hastalarını iyileştirmeye çalıştı.

 

Thomas Alva Edison (1847 - 1931)

 

Bini aşkın buluş yapan ABD'li buluşçu.

Elektrik ampulü, gramofon, film gösterme aygıtı gibi buluşlarıyla günlük yaşamda vazgeçilemeyen aletlerin babası oldu.

İlk deneylerine on yaşında başlayan Edison, öldüğünde geriye bini aşkın buluş ve gözlemleriyle dolu 3400 not defteri bırakmıştı.  

 

Wilheim Conrad Röntgen (1845 - 1923)

 

Alman fizikçi. Modern fizik çağını başlatan ve tıpta çığır açan bir buluş olan X ışınlarını buldu.

Röntgen, başlangıçta bu ışınların yapısını tam olarak anlayamadığı için onları, bilinmeyen anlamında "X" olarak adlandırdı.

Kağıt, tahta, alüminyum gibi opak maddelerin içinden geçebilen bu ışınlar, sonraları Röntgen ışınları olarak anılmaya başlandı.

 

 Alıntıdır.

Tekirdağ

 


İslamiyet'in Doğduğu Yıllarda İki Büyük Devlet: Rumlar ve İranlılar

 İsa’nın doğumundan 753 yıl önce Roma şehriyle birlikte Roma devleti de kuruldu. Roma kenti söz konusu bu devlete on yüzyıldan fazla başkentlik yaptı. Bu devlet ne kadar mamur ve bayındır yer varsa hepsini ele geçirmişti. M. 321'de Roma'nın saltanat tahtı Bizantium'a nakledildi. Büyük Konstantin de bu başkente gelerek kente Konstantiniyye adını verdi. Konstantin'in 337'de ölümünden sonra ülke üç oğlu arasında pay edildi. Bundan sonra Roma devleti isimleri belli üç kardeşten M. 360 yılında ölen birinin yönetimine geçti. Ondan sonra julien, daha sonra 364 yılında jovien hükümdar oldu. O da birkaç ay sonra ölünce Romalılar kendilerine Valantilien adında birini imparator seçtiler. Bir süre sonra Valantilien'in kardeşi Valens'i Roma'ya imparator nasb edince Roma ülkesi biri; başkenti Konstantiniyye olmak üzere Doğu Roma imparatorluğu, diğeri başkenti Roma olmak üzere Batı Roma imparatorluğu adıyla ikiye bölündü. Doğu Roma imparatorluğu diğerinden daha uzun yıllar yaşadığından Konstantiniyye kenti ilim ve irfanın, saltanat ve gücün merkezi ve dini işlerin halledilmesi için başvurulan bir müracaat şehri haline geldi. Doğu Roma ülkesinin 5. yüzyıldaki sınırları batıda Adriyatik Denizi'ne, doğuda Dicle kıyılarına kadar uzanıyordu. Kuzeyden Tatar ülkesine, güneyden Habeşistan'a ulaşıyordu. Devletin büyük Konstantin'den sonra en parlak zamanı Justinien devriydi (527-565). Justinien'in ilk beş yılı o vakit İran'da hüküm süren Sasaniler devletine karşı savaşla geçti. Bu savaş iki taraf arasında sürekli barış anlaşmasıyla sona ermişse de daha sonra barış dönemi uzun sürmemiştir.


Justinien, şansına, cihanın en ünlü komutanlarından Belizaryus gibi büyük bir kumandana sahip olmuştu. Belizaryus İtalya’yı ele geçirerek egemenlik bayrağını Roma şehrinin surları üzerine dikti. Afrika'nın kuzey bölgesini ve başka bölgeleri de ele geçirdi. İmparator’un diğer fetihlerinde de yardımcı ve destekçisi ve ülkenin genişlemesi yolundaki bütün işlerinde keskin kılıcı oldu.


Rumlar (Yunanlılar) ile Acemler arasındaki düşmanlık belki milattan önce 5. yüzyıldan daha önceki zamanlara kadar uzanır. Bunun nedeni iki tarafın dünyayı yönetimleri altına almak ve dünya egemenliğini kurmak sevdasıyla birbirleriyle yarışmalarıdır. Çünkü ikisi de o dönemde dünyanın en büyük devletleriydi. Bu düşmanlık Büyük İskender zamanından, İslami devirlerdeki Romalıların zamanına kadar devam etti.


Justinien zamanında İran’da saltanat tacı "adil" (adaletli) lakabıyla ünlü olan Kisra Nuşirvan'a geçmişti. Nuşirvan Rumlarla barış yapmayı istemediği için, ordusuyla Bizans üzerine yürümüş, Suriye'yi ele geçirip Antakya'yı yakıp yıkmış ve sonra Anadolu'yu yağmalamıştır. imparator justinien'in gönderdiği Belizaryus'un komutasındaki Rum ordusu İranlılarla savaşarak onları geri püskürttü. İranlılar daha sonra kendilerini toplayarak tekrar hücuma geçtiler. Savaşlar iki devlet arasında 20 yıl kadar (541-561) devam etmişti. Bunun sonunda zaten yaşlanmış olan iki hükümdar da savaştan bıktığından barış yapmaya karar verdiler. İmzalanan barış anlaşmasıyla iki ülkenin sınırları önceki hale getirilmişse de, Doğu Roma İmparatoru Justinien, İranlılara yıllık 30 bin dinar vergi vermeye mecbur oldu.


İmparator justinien, Doğu Roma İmparatorluğu tarihinde seçkin ve yüksek bir yer tutar. Onun saltanatı döneminde Doğu Roma ülkesi büyük bir güç kazanmıştı. Kendisinin koydurduğu kanun ve yasalar daha sonra bugüne kadar düzenlenen yasa ve genelgelerin temelini oluşturmuştur. Bu ve benzeri büyük icraatlar justinien'in adını bugüne dek yaşatmıştır. ipek sanatını Avrupa'ya sokan odur. Kiliseler, kaleler, saraylar yaptırmıştır. Yaptırdığı bu binalardan en ünlüsü Ayasofya Kilisesi'dir ki, Osmanlılar Konstantiniyye'yi (İstanbul) ele geçirdiklerinde Ayasofya'yı, günümüze kadar aynı isimle bilinen camiye çevirdiler.


Ancak mutlak hükumetlerin (monarşiyle yönetilen idareler) kaderi, yani saadet veya felaketi, her zaman hükümdarlarının kaderine bağlıdır. Hükümdar büyük, becerikli ve kudretli biriyse ülkesi de öyle olur. Küçük, sıradan, beceriksizse ülke de zayıf olur. justinien'den sonra Doğu Roma İmparatorluğu’nun başına yeterli ve yetenekli olmayan kimseler geçtiği için, önceki dönemlerde görülen huzur ve mutluluktan eser kalmadı. justinien'den sonra kardeşinin oğlu II. justin, daha sonra Tibaryus, ondan sonra Boris (Morikos) saltanata geçtiler. Bu sırada devlet çok zayıflamıştı. Morikos devleti güçlendirmek için doğu bölgelerini ele geçirmek istedi. Bu amaçla Acemlere karşı açtığı savaş Nuşirvan'ın 589'da ölümüne kadar yedi yıl devam etti. Nuşirvan'a halef olarak oğlu 4. Hürmüz saltanat tahtına oturdu. Ancak Hürmüz oldukça zalim ve zorba bir hükümdar olduğundan halk isyan etti. Hürmüz, kendisine başkaldıran halkla mücadele etmek zorunda kaldı. Oysa bu arada Rumlar kendi ülkesinde Irak tarafından sürekli ilerliyordu. Türkmenler de kuzey ve doğudan Iran topraklarına tecavüzde bulunuyordu. Nerdeyse tüm lran ülkesi Bizans'ın eline geçecekti. Ancak tam bu tarihlerde Acemlerden Behram adında büyük bir komutanın ortaya çıkması öyle bir sonucun olmasına engel oldu. Behram iki düşmanla savaşarak ülkesini kurtarmayı başardı. Bunun üzerine Acemler Behram'a doğru yöneldiler. Hürmüz'ü tahttan indirip gözlerine mil çekerek kör ettiler. Kendilerine Hürmüz'ün oğlu Hüsrev Perviz'i hükümdar nasbeylediler. Behram, Perviz'in hükümdarlığını kabul etmedi. Kendisini aşağılayıp hakaret etti. Bu muameleyle karşılaşan Perviz, Kostantiniyye'ye sığınıp, imparator Moris'in yardımını istedi. imparator onun bu isteğini kabul ederek asker desteğinde bulundu. Perviz Doğu Roma lmparatorluğu'nun kendi emrine verdiği bu orduyla Behram'ı yenerek saltanat tahtını geri aldı. Perviz imparatorun bu iyiliğini unutmamış ve ölümüne kadar Rumlarla dostça geçinmiştir.


Moris 602 yılında öldürülünce yerine Phocas (Fukas) imparator oldu. Phocas bilgisiz, tecrübesiz ve beceriksiz bir hükümdar olduğundan halk kendisini sevmedi. Kendilerini böyle bir hükümdarın elinden kurtaracak bir kurtarıcı aramaya· başladılar. O dönemde Roma valilerinden biri olan Heraklus "Heraclius" (Hrakıl) Afrika'da valiydi. Kostantiniyye halkı bu valiye başvurarak kendisinden yardım istediler. O da oğlu, küçük Hrakıl'ı bir donanmayla İstanbul’a gönderdi. Hrakıl galip bir hükümdar olarak İstanbul’a girdi. Phocas'ı öldürdükten sonra 610 yılında imparatorluk tahtına oturdu.


İslamiyet bu imparatorun saltanatı döneminde doğmuştur. Rum ülkesinde bu şekilde gerçekleşen değişiklikler ve devrimler, Şah Perviz için Rumlara karşı rekabet kapısını tekrar açmaya ve düşmanlık ilan etmeye vesile olduğundan kendisi dostu olan Moris'in katillerinden intikam alacağını öne sürerek 614 yılında askeriyle Suriye üzerine yürüdü. Buradaki Museviler (Yahudiler) onun destekçisiydi. Perviz Suriye'yi Mısır'ı ve Afrika'yı ele geçirdi. Antakya, Şam, Kudüs, Suriye ve Filistin'den başka bazı kentleri de ele geçirdi. Askerlerinin Kudüs'ü yağmalamasına izin verdi. Asker Hz. İsa’nın kabrini, kıyame (kamame) kilisesini yakıp içinde bulunan mücevherleri, hazineleri vs.'yi yağmaladı. Kudüs patriğini ve gerçek haçı kendi ülkelerine götürdüler. 616 yılına kadar Suriye'de öldürme ve yağmalama böylece devam etti. Acemlerin bu istilaları sırasında Hıristiyanlardan öldürdükleri doksan bine ulaşmıştı. Daha sonra Anadolu'ya diğer bir ordu göndererek buraları da ellerine geçirdiler. Nereye yönelseler zafer kendilerinin oluyordu. O kadar ki neredeyse İstanbul’da Boğaziçi'ne ayak basacaklardı.


Bütün bu olaylar sürerken İmparator Heraclius sarayına kapanarak zevk ve sefa, israf ve savurganlıkla günlerini geçiriyor, ülkesini tehdit eden tehlikeye aldırmıyordu. Ancak işin sonunda belanın büyüklüğünü anlayarak, üzerine çöken tembellik, uyuşukluk ve zillet tozlarını silkelemiş ve ülkesini savunmaya karar vermişti. Askeri donatacak parası olmadığından savaştan sonra faiziyle beraber ödemek üzere kiliselerde bulunan para ve malları borç aldı. Topladığı askerle deniz yoluyla Anadolu'da yer alan Kilikya'ya (Adana) çıkarak lssus kentini ele geçirdikten sonra burada İranlılar ile savaştı. Ve onları 622 yılında mağlup etti. Müslümanların Mekke'den Medine'ye hicretleri işte bu yıl gerçekleşmişti. Heraclius İranlılarla aralıksız üç yıl süren savaşlar sonunda Acem ülkesinin içlerine girdiğinden artık şah Perviz başkenti savunmak üzere Mısır vs. yerlerde bulunan askerini geri çekmek zorunda kalmıştır.


Heraclius daha sonra savaşı sürdürerek 627 yılında tekrar Şah Perviz üzerine yürümüş ve bu kez Acemleri büyük bir yenilgiye uğratmıştır. Bu kez Rum askeri, Asurluların eski başkenti olan Ninova'ya kadar vardılar ki, bu Rumların o topraklara ilk ayak basışıydı. Şah Perviz bu tarihlerde çok yaşlandığından hükümdarlığı oğlu Merdiz şaha bıraktı. Ancak Perviz şahın diğer oğlu kardeşini kıskanarak, hem babasını hem de kardeşini öldürmeye kalkıştı.


Kendisine yandaş yaptığı bazı kişilerle birlikte, Şah Perviz'in geri kalan on sekiz çocuğunu yakalayarak hepsini babalarının gözleri önünde öldürdükten sonra babasını da hapsettirdi. Bu şanssız baba ölünceye kadar zindanda kaldı. Perviz'in ölümüyle birlikte Sasani İmparatorluğu’nun şan ve gücü de bitti. Şiruye adındaki bu zalim oğul babasının ölümünden sonra ancak sekiz ay yaşayabildi. Bu olaylardan sonra Sasaniler tam bir anarşi içine düştü. Öyle ki dört sene içinde dokuz hükümdar saltanat iddiasında bulunmuştur. Karışıklık ve anarşi ülkeyi tamamen kaplamıştı. İslam orduları buralara geldiği tarihte ülkenin durumu böyleydi.


Bununla birlikte Rumlar da o sıralarda Avrupa'da Gotlar denilen vahşi kavimlerin saldırı tehlikesi altındaydılar. Gotlar İslam’dan önce Macaristan'ın batı bölgelerini ellerine geçirmişlerdi. Bunun dışında Hunlar doğudan gelip Avrupa'yı geçerek doğu Roma İmparatorluğu’nu tehdit ediyorlardı.


Gerek Rum gerek Acem ülkesinde karışıklık ve anarşi yalnız siyasi işler ve yönetimle sınırlı değildi. Din ve mezhep ayrılıkları bu dönemde en ateşli zamanını yaşıyordu. Bu durum tüm dini ve sosyal grupları etkiliyordu. Rumlar 6. yüzyıl civarında birçok iş ve konuda, özellikle Hz. İsa ile ilgili konularda çeşitli grup ve mezheplere ayrılmışlardı. Karışıklık ve perişanlığın en son noktasına ulaşılmıştı. Garip olan şu ki, bu ayrılık ve çatışmaların büyük bölümü, esas, anlam ve özle değil, söz, harf ve noktalarla ilgiliydi. Örneğin imparator ile devlet adamları Hz. İsa'nın iki tabiat ve iki meşiete (yani biri ilahi, diğeri insani irade ve dileme gücü) sahip olduğunu savunurken, Mısır ve Şam'da bulunan halk (Yakubiler) çoğunlukla Hz. İsa’nın sadece bir tabiat ve bir meşiete malik olduğunu savunuyordu. imparator Heraclius zamanında Yakubilerin Patrik'i Atnasyus bu karışıklıklara son vermek üzere iki taraf mezheplerini birbirine yaklaştırmaya çalıştığından, imparatorla haberleşip her iki mezhep arasında ara bir yol bularak, Hz. İsa’nın iki tabiat ve bir meşieti bulunduğuna dair diğer bir mezhep kurmuş ve İmparator’a arz etmiştir. imparator Patrik'in düşüncesini esas olarak onaylamışsa da, söz konusu mezhebi resmen kabul etmeden önce aslen Suriyeli olan İstanbul Patrik'i Biros ile görüş alışverişinde bulunmak üzere biraz beklemesini uygun görmüştür. Oysa Atnasyus İmparator’la görüşmeden daha önce Biros'un bu konuyla ilgili onayını almıştı. Sonunda imparator bu orta mezhebi resmi bir genelgeyle kabul ve ilan etti. Söz konusu mezhep Kudüs Patrik'i Sufronyus ile diğer bazı metropolitlerden, özellikle Umman Metropoliti'nden ve diğer Melikiyyet kiliselerinden başka bütün doğu ruhani reislerince kabul edildi. Yukarıda belirtilen bir kısım ruhani reis ve kiliselerin karşı çıkmaları imparatoru kızdırdığı için genelgesinin hükmünü kabul etmeyenlerden intikam almak sevdasına düştü. Karşı gelenler arasında bizzat Rumlardan da büyük bir grup vardı. Şu durumda ayrılık ve bölünmüşlük kontrolden çıkmış, kötü bir hal almıştı. imparator, İstanbul, İskenderiye ve Antakya patrikleri Hz. İsa’nın iki tabiat ve bir meşiete malik olduğuna inanan bir grubu oluşturuyorlardı. Diğer taraftan Kudüs patriği ile Rum kilisesine bağlı diğer halk iki tabiata ve iki meşiete inanan ikinci bir grup olmuşlardı. Yakubiler ve aynı gruptan Kıptiler ile Havran halkının yanı sıra Suriye ve Mısır içinde bulunan diğer halk da üçüncü bir grup oluşturmuştu. Irak ve el-Cezire halkı olan Nasturiler 4. grup olmuştu. Bunlardan başka küçük bazı gruplar da vardı. Örneğin; adına "Hayaliyyün" adı verilen bir Hıristiyan grup vardı ki bunlar Hz. İsa’nın gerçekte çarmıha gerilmediğine onun yerine başka birinin çarmıha gerildiğine inanıyorlardı. Ondan başka "başsızlar" adıyla diğer bir grup daha vardı. Bunlar, Hz. Ali'nin hilafetinin son döneminde ortaya çıkan "Hariciler" gibi, reislerin yani başkanların gereksiz olduklannı ve onlara itaat etmemek gerektiğini savunuyorlardı. Yakubiler kendi aralarında da fırka fırka olmuşlardı.


Dini işler dünyevi ve siyasi işlerle karıştırılmış olduğundan dinde ortaya çıkan bu farklılık ve bölünmüşlük memleketin idari yapı ve işleri üzerinde de son derece kötü bir etki yapıyordu. Bu ayrılık ve dini bölünmüşlük bazı bölgelerin Rumların elinden çıkıp İranlılara katılmalarına neden olmuştu. Konstantiniyye'deki dini toplantı da Hz. İsa’da tek bir tabiatın sonradan uydurulduğunu savunarak bu fikri yasaklayınca, imparator tek tabiat inancına sahip olanlar üzerinde şiddet uygulamaya başladı. Ermeniler bu inancı taşıyanlardandı. Bunlar İmparator'un bu şiddetli baskısını görünce onun yönetiminden çıkarak ülkelerini Acemlere yani İranlılara teslim etmişlerdir. Mısır'daki Kıptiler de böyle yapmışlardır. Amr b. el-As Mısır'a gittiği zaman Mısır'ı fethinde aynı sebepten dolayı Kıptiler kendisine yardımda bulundular.


O zamanların fanatikliğinin bir eseri olarak özellikle Museviler ile Rumlar arasında süregelen düşmanlıkları da yukarıda arz ettiğimiz karışıklık ve perişanlığa ekleyebiliriz. Bu nefret ve düşmanlık Heraclius zamanında son noktaya ulaşmıştı. Bu yüzden Antakya'daki Yahudiler ayaklanıp Patrik'i öldürerek cesedini çirkin bir şekilde parçaladılar. Bunun üzerine İmparator Antakya'ya asker göndererek Yahudilerden büyük bir topluluğu katlettirdi. Yine bu yüzden Yahudiler Fenike'nin merkezi olan Sur'da valiyi öldürdükten sonra geceleyin kentte bulunan Hıristiyanların hepsini katletmek için Fenike ve Filistin Yahudileri ile birlik anlaşması yapmışlarsa da şehrin Metropoliti daha önce durumu öğrenerek hükumete bilgi vermiş, gerekli tedbirler sayesinde geceleyin gelen hücumlar bastırılıp düşman savuşturulmuştur. Ancak hücum edenler dönüşlerinde kent yakınında bulunan kilise ve manastırları yakıp yıkarak içinde bulunan malları yağmaladıktan başka, buralara yakın olan köylere de aynı tecavüzde bulunmuşlar yakıp yıkmışlardır. Bunun üzerine hükumet sert bir karşılık vererek Sor kentinde bulunan bütün Yahudileri öldürdü. Kaysariye'de Museviler tarafından buna benzer eylemler yapıldığı için, İmparator kardeşi Todoros'u onların üzerine gönderdi. Todoros da orada ne kadar Yahudi varsa hepsini kılıçtan geçirdi. İşte bu gibi durumlar ve olaylar üzerine ülkenin her tarafında Musevilerin, hükumetleri aleyhindeki kin ve düşmanlıkları son noktaya ulaşmıştı. Rumların Musevilerden daha çok korkup sakınmalarının nedenlerinden biri de müneccimlerin bir kehanetidir. Şöyle ki, bu müneccimlerden bazıları, sünnetli bir adamın, bu bölgede ortaya çıkıp başarılı olacağı ve imparatorun elinden bu toprakları alacağı kehanetinde bulunmuşlar ve bunu da imparatora haber vermişlerdi. İslam tarihçileri bu kehanette belirtilen sünnetliden kastın Müslümanlar olduğunu söylerler. Yahudilerin o devirlerde Rumlardan öç almak için yaptıkları işlerden biri de İranlılardan 80 bin Hıristiyan esiri parayla satın alıp hepsini kılıçtan geçirmeleridir.


Bununla birlikte buna benzer kin ve düşmanlıklar, yalnız Rumlar ile Museviler arasında değildi. Dünyanın her yerinde Hıristiyanlarla Museviler arasında koyu bir nefret ve düşmanlık devam ediyordu. Hıristiyan hükumetler yeni kanunlar düzenleyip yürürlüğe koydukça, Museviler hakkında aşağılama ve zorbalıkla muamele olunmasını içeren ayrı maddeler koyuyorlardı. Nitekim İspanya’da bulunan Gotlar İslam fetihleri sırasında Musevileri hükumetin düşmanı kabul ediyorlardı. Söz konusu bölgede bulunan milli meclisler İsrail dininin kaldırılıp yasaklanmasına karar verdiği için, hükumet Musevileri ayin düzenleme ve ibadetten menetmiş ve Hıristiyanlığa saygılarını göstermek zorunda bırakmıştı. Hükumetin baskısı o kadar ileri varmıştı ki, buna dayanamayan Museviler bu zulüm ve baskılardan kurtulmak için Hıristiyanlığı kabul etmek zorunda kalmışlardı. Ancak kalben yine Musevi kalmışlar gördükleri zulümden dolayı gönüllerine şiddetli bir kin ve düşmanlık yerleşmişti. Gotlar bunların bu duygularını bildiklerinden Musevilikten Hıristiyanlığa geçenleri gerçek Hıristiyanlarla bir tutmazlardı. Onları her türlü medeni haklardan ve köle sahibi olma hakkından mahrum etmekle kalmayarak, kendilerini okuyup yazmaktan menetmek derecesine kadar aşağılayıp küçümsüyorlardı. Musevilerin bu kadar baskı ve eziyet gördükten sonra kendi Hıristiyan yöneticileri aleyhine İslam ordularına yardımcı olmalarını garip görmemek gerekir.


İranlılara gelince; Bu bölgede Mani ve Mazdeh mezheplerinin dallara ayrılarak bölünmesi sonucu, İslam'dan az önceki devre varıldığında, birçok farklı mezhep ortaya çıkmış ve İran'daki sosyal yapı zayıf bir hal almıştı. Mazdek "İnsanlar kardeş ve bir babanın çocukları olduklarından, kadın ve malların insanlar arasında eşit dağıtılması gereğini emretmek için Tanrı tarafından gönderildiğini" söylemek gibi, ortak yaşamı savunan oldukça garip bir iddiada bulunmuştu. Acem hükümdarlarından Keykubad bu mezhebi kabul etmişse de, kendisinden sonra gelen Şah tam tersini yapmıştı. Bunlardan sonra başka mezhepler de ortaya çıktı. Memleketteki karışıklık ve bölünmüşlük gibi, ahlak da son derece bozuk bir hale gelmişti.


Rum ve Iran ülkeleri böyle çürümüş ve kokuşmuş, karışıklıklar içinde bulunurken Araplar parlak bir uyanışla ortaya çıkarak birlik içerisinde yükselme ve ilerleme yoluna doğru adım atmışlardı. Söz konusu grup ve mezheplerin birbirleriyle mücadelesinden veya yöneticilerin zulüm ve baskısından bıkan Rum ve Acem halkının kendilerine katılmasıyla Müslümanlar daha da kuvvetlenmekteydiler.



Corci Zeydan’ın İslam Uygarlıkları Tarihi Kitabından Alıntılanmıştır.

Doğu Avrupa'daki Türk Devletleri ve Boyları-4

 HAZARLAR (626-1000)


Doğu Avrupa’da ilk defa muntazam devlet kuran Türk topluluğu Hazarlardır. Sabarlarm yaşadığı sahada Sabar ismi yerine birdenbire ortaya Hazar isminin çıkması, Sabarlar ile Hazarlar arasında bağlantı olduğunu göstermektedir. Hazar kelimesi, Sabar gibi, “serbest dolaşan, gezen” anlamına gelmektedir. Hazar Hakanlığı topraklarında birçok Türk grupları vardı. Bunun için buralarda çeşitli Türk lehçeleri konuşuluyordu. Hazarların coğrafi durumu çok önemli bir mevkide bulunduğu için, Hazar ülkesinin ağırlık merkezi İtil Boyu’dur. Burası, İtil, Yayık, Don ve Kuban gibi dört büyük nehrin havzasını oluşturuyordu. Aynı zamanda en önemli ticaret yolları üzerinde bulunuyordu. Bu yollardan en önemlisi İtil nehridir. İslâm dünyası ile Çin ve İskandinavya arasındaki ticaret faaliyeti buradan geçiyordu. Aynı şekilde Harezm’den İtil boyuna ve oradan Karadeniz sahillerine giden kervan yolu da buradan geçmekte idi.

Hazar ismi ilk defa 558’de Sasanî-Sabar savaşlarında geçmekte, 576 yılında Gök-Türk hâkimiyeti Karadeniz’in kıyılarına ulaşınca Çin kaynaklarında da görülmektedir. 568 yılındaki Bizans kaynağında ise artık iyice tanınırken, aynı zamanda Türk adı ile de anılıyordu. Bu sıralarda Hazarlar, Batı Gök-Türk Kağanlığının batıda en uç noktasını meydana getiriyorlar ve yine Batı Gök-Türklerinin arzusu ile Sasanîlere karşı Bizans’a yardım ediyorlardı. İslâm ve Ermeni kaynaklarına göre Hazarların Gök-Türklere bağlılığı VII. yüzyılın ortalarına kadar sürmüştür. Bu devirde Hazarların Derbend’i geçerek Gürcistan’a ve Azerbaycan’a akınlar yaptıklarını ve Tiflis’i kuşattıklarını görmekteyiz. 626 yılında Avarlarla Sasanîler İstanbul’u kuşatınca, Bizans İmparatoru Herakleios Tiflis’e gelip Hazar yabgusu ile görüşerek ondan sağladığı ordu ile Bizans içlerine yürüdü. Daha sonra yine Hazarlardan Çorpan Tarhan Sasanîlere karşı başarılar kazanıp Anadolu’yu Sasanîlerden kurtardı. Bu sırada Yabgu, Tiflis’e girip bazı Ermeni kitlelerini hâkimiyetine aldı (629).


Hazar Hakanlığı’nın gerçek kuruluşu 630 yılındadır. Bu tarihte doğuda Gök­ Türk Devleti fetret devrine girince, Hazarlar müstakil bir devlet olarak tarih sahnesine çıktılar. Hazar Devleti kurulur kurulmaz, Sasanî ve Bizans imparatorlukları arasındaki savaşlarda rol oynamaya başladılar; Hazarlar Bizans’la dostluk kurup, Sasanîlere saldırdılar. Türk-Bizans ortak hareketinin neticesinde Sasanî İmparatorluğu zayıfladı, arkasından İslâm kuvvetleri tarafından yıkılarak, tarih sahnesinden çekildi. İslâm kuvvetlerinin hareketi Kafkaslarda Ermenya bölgesinde gelişmeye başlayınca, Türk-Bizans dostluğu daha da arttı. Siyasi menfaatlerin ortak olması, hükümdar aileleri arasında evlenmeler yolu ile akrabalık kurulmasına yol açtı. İmparator II. Justinianus (685-695) ve V. Costantinus (741-775) Hazar prensesleri ile evlendiler. Costantinus’un Hazar prensesi Çiçek’ten doğma oğlu IV. Leon (775­ 780), “Hazar Leon” olarak tanınmıştır.

Bizans imparatorları çoğu zaman kendi iç ve dış meselelerinde Hazarların yardımını sağlamaya çalıştılar. IX. yüzyıllarda Hazar Hakanlığı genişleyerek Doğu Avrupa’nın en önemli devleti oldu. Bu sırada Kama ve İtil boyundaki birçok kavim, İdil Bulgarları ve çeşitli Fin kavimleri Hazar hakanına tâbi idi. Ayrıca orta Dinyeper boyundaki çeşitli Slav kavimleri Hazar hâkimiyetini kabul ettiler. Hazar Hakanlığının sınırları Yayık nehrinden başlayarak batıda Özü nehrine kadar geniş bir sahayı kaplıyordu. Bu sıralarda Karadeniz’in kuzeyindeki Büyük Bulgarya devleti, Hazarların hücumları neticesinde yıkılmış, buradaki bütün geniş ovalar Hazarların eline geçmişti.




Hazar-Arap Münasebetleri


Hazarların tarihinde Araplarla olan mücadele önemli bir yer tutar. Bu mücadele yüz yıl kadar sürdü. Neticede Arap ilerleyişi Kafkaslarda durduruldu. Bu olay ile Araplara doğuda da mani olunuyordu. Hazar ülkesine ilk büyük Arap taarruzu Halife Osman zamanında yapıldı. 651-652’de Arap kuvvetleri Derbend’i aşarak Hazar başkenti Belencer’e kadar sokuldularsa da, Hazarlar bunları püskürttüler. Bölgedeki Arap harekâtı Halife I. Velid’in zamanında yarım asır kadar devam etti. Arap kuvvetleri 714’de Derbed’i ele geçirdiler. Fakat İstanbul’u kuşatmak için bölgeden ayrıldıkları zaman Hazarlar tekrar hücuma geçtiler ve Azerbaycan’ın büyük bir kısmına yayıldılar. 722’de Arapların Ermenya valisi Hazar topraklarında büyük başarılar kazandı. Araplar 730 yılında, Hazarların hücumu neticesinde burada tutunamayarak Azerbaycan’dan çekilmek zorunda kaldılar. Arapların Hazarlara karşı en büyük zaferi 737 yılında Azerbaycan valisi tarafından sağlandı. Arap hücumları karşısında zor duruma düşen Hazar hakanı barış istemek zorunda kaldı, hatta Müslümanlığı kabul ettiğini bildirdi. Ancak, Arap kuvvetleri geri çekilmesiyle tekrar eski dinine döndü.


Halifelik Emevîlerden Abbasîlere geçince Arap-Hazar mücadelesi yavaşladı. Ermenya valisi Hazar hakanı ile anlaşabilmek için halifenin arzusu gereğince bir Hazar prensesi ile evlendi. Ancak, Hazar hakanı prensesin doğum sırasında ölümünü bahane ederek ordusunu Islâm topraklarına gönderdi. 764 yılında Hazarlar Tiflis’i ele geçirdiler. 799 yılında ise hakanlarının kumandasında Ermenistan’a girdiler. Halife Harun Reşid’in kumandanı Yezid, Hazar hücumunu durdurmayı başardı. Islâm İmparatorluğunun en kudretli devrinde, Hazarların Araplara karşı gösterdiği direniş bu Türk devletinin ne kadar güçlü olduğunu gösterir. İslâm kaynaklarından anlaşıldığına göre bu devlet Çin ve Bizans’la aynı ayarda ve Doğu Avrupa’nın en büyük siyasi kuruluşu idi.


Hazar-Rus İlişkileri


VIII. yüzyılın sonları ile IX. yüzyılda Hazarların kuzey ve batı sınırlarındaki komşuları ile münasebetlerinin arttığını görüyoruz. Hazarların sağladığı barış ve huzur sayesinde Iskandinavya-Bizans ticaret yolu gelişti. Bu arada İskandinavyalı bir kavim olan Knezler, bu yolu takip ederek Kiev bölgesine geldiler. Burada Hazarlara bağlı olarak ticaret yapmaya başladılar. Bu sayede zenginleşen Knezler, 862 yılında Rurik adlı bir knez başkanlığında Kiev-Rus Knezliği’ni kurdular. Bu knezliğin gelişmesinde Hazar tesiri çok fazladır. Bundan dolayı Kiev kelimesi ancak Türkçe ile açıklanabilmektedir. Yine ilk kurulan Rus birliğinde başkanın adı Hakanus idi. 988’de Hıristiyanlığı kabul eden Vladimir ile daha sonra knez olan Yaroslav da Hakanus unvanını kullanıyordu.


Hazar-Macar Münasebetleri


Hazarlara bağlı kavimlerden birisi de Macarlardı. Macarlar, aslında Fin-Ogur kökenlidir. Ural Dağları’nın ormanlık yamaçlarındaki eski yurtlarını terk ederek bozkır bölgesine çekildiler ve Ogur Türkleri ile uzun süre beraber yaşadılar. Aslında kendi bölgelerinden Sabarların baskısı ile göç etmişlerdi. Bu sırada bazı Macarlar, eski yerlerinde kaldılar. Önceleri Kuban havzasında olan Macarlar, daha sonra Don boylarına gittiler. Burada Hazarlara bağlandılar. Ayrıca onlar tarafından teşkilâtlandırıldılar. Macar Arpad hanedanlığı bu sırada ortaya çıktı. Fakat doğudan Peçeneklerin belirmesi ile Macarların rahatı bozuldu. Bunun üzerine Orta Avrupa’ya doğru göç ettiler. Daha sonra Karadeniz’in kuzeyine gelen Macarlar, burada Kündü ile Üge tarafından idare edildikleri sırada, her oymağın başında Hazar hakanının tayin ettiği birer Ür bulunan yedi kabileden oluşuyorlardı. Ayrıca burada Türklerle büsbütün karıştıklarını kabile adları göstermektedir.


X. yüzyıl ortalarına kadar Hazar Hakanlığı Doğu Avrupa’nın en kuvvetli devleti olma özelliğini sürdürdü. Ancak, iç düzenin bozulması ve dış tehlikelerin artması, devletin gücünü yavaş yavaş azalttı. Hazar Hakanlığı, Gök-Türklerinkine benzeyen mükemmel bir askerî teşkilâta sahipti. Hazar ordusunda çok sayıda Harezmli ücretli asker bulunuyordu. Zamanla devlet, ekonomik yönden zayıflayınca bunların ücretlerini ödeyemez duruma geldi. Bu yüzden ortaya çıkan huzursuzluklar devleti sarstı. Ayrıca doğudan gelen Peçenek hücumları Harezm-Itil ticaret yolunu tehlikeye soktu. Bu sırada ülkenin Karadeniz sahillerindeki ticaret merkezleri Slavların hücumuna maruz kaldı. Ruslar Kuban bölgesine kadar ilerlediler ve bu bölgeyi yağma ettiler. Aşağı Sirderya çevresindeki Türk kavimleri arasındaki kaynaşma neticesinde Hazar Hakanlığı iyice sarsıldı. Hazar Hakanlığı yüzyıl kadar daha ayakta kalabildi. 965 yılında Rus prensi Svyatoslav, Don boyu ve Kuban bölgesinin Tama Tarhan şehrini işgal etti. Arkasından da Kuman-Kıpçaklar Hazarların Harezm ve Türkistan ile bağlantılarını kestiler ve ticaret faaliyetlerini engellediler. Sonunda, Hazarlar, Kuman-Kıpçak baskısı altında XI. yüzyıl içerisinde kaybolup gittiler. Bugün Avrupa’da Musevi inancına mensup olan Karaim Türkleri ve Kafkaslarda yaşayan Karaçayların Hazar kalıntıları olduğu bilinmektedir.

 


Hazarlarda Din


Hazar Hakanlığı’nm kurulmasından sonra bölgede barışın sağlanması ulaşımı arttırmış, dolayısıyla bölge her tür milletten çok çeşitli insanların kaynaştığı bir yer hâline gelmiştir. Böyle bir ortamda çeşitli dinlerin bir arada bulunması tabi bir durumdu. Hazarlar aslında Gök Tanrı dinine inanıyorlardı; halkın çoğunluğu bu dinde idi. Fakat zamanla hakan ailesi Museviliği kabul etti. Beyler ve saray erkânı da Musevi idi. Tüccar zümre arasında Müslümanlık yaygındı. Karadeniz’in kuzeyinde Ortodoksluk da epeyce yayılmıştı. Islâm tarihçilerinin kayıtlarına göre camiler, kilise ve sinagoglar yan yana bulunuyordu. Hazarlar, Museviliğin Karay mezhebine girmişlerdi. 960 tarihli, Endülüs Emevi devletinin Musevi nâzırlarından birinin Kurtuba’dan Hazar Hakanlığı’na gönderdiği mektup ile hakanın İbranice yazdığı cevap konusunda uzun tartışmalar olmuştur. Bu yazışmaların gerçekliği tartışmalı olmakla birlikte, mektubun verdiği bilgilerin doğruluğu dikkat çekicidir. Karay mezhebi mensupları, zamanla Hazar ülkesinde kalabalıklaştılar. Günümüzde Kırım ve Polonya’da yaşayan Karaimlerden ana dilleri Türkçe olan cemaat Musevi Hazar Türklerinin devamı sayılmaktadır.


Alıntıdır.

Göbekli Tepe / Şanlı Urfa

 


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak