21 Kasım 2022 Pazartesi

DÎNİ SÖZLÜK “E”

  

 

EHLULLAH:

 

Allah adamları, Allahü teâlânın emirlerine uyup, O'nun sevgisini ve ism-i şerîfini gönlünden hiç çıkarmayan evliyâ zâtlar.

 

Ehlullah Allah'tan başkasından ne korkarlar, ne bir şey beklerler. Şahların gönüllerinde onların heybeti, korkusu yer etmiştir. (Timur Han)

 

Ehlullah ile sohbete devâm, âhireti düşünüp ona hazırlanma arzusunu artırır, günahlardan sakınmaya sebeb olur. (Şâh-ı Nakşibend)

 

EHVEN-İ ŞERREYN:

 

İki şer (kötülük)den zararı en az olanı. Bu kelime, halk arasında Ehven-i şer olarak kullanılmaktadır.

 

Ehven-i şerreyn ihtiyâr olunur, yâni iki zarar ile karşı karşıya kalınırsa bunun zararca hafif olanı seçilir. Bir kimsenin yüz bin lira kıymetindeki incisi düşüp diğerinin bin lira kıymetindeki tavuğu onu yutsa, incinin sâhibi ehven-i şerreyn olarak bin lira verip tavuğu satın alır. (Mecelle ve Ali Haydar Efendi)

 

EKBER-İ KEBÂİR:

 

En büyük günâh.

 

Ekber-i kebâir; bir şeyi Allahü teâlâya ortak etmek, adam öldürmek, anaya, babaya karşı gelmek, yalancı şâhidlik yapmaktır. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)

 

Hanefî mezhebinde; namazı özürsüz kazâya bırakmak ekber-i kebâirdir. Bu çok büyük günâh, her namaz kılacak kadar boş zaman geçince, bir misli artmaktadır. Çünkü, namazı boş zamanlarda hemen kazâ etmek de farzdır. (Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî)

 

ELEM:

 

Keder, dert, üzüntü, sıkıntı, acı.

 

Rabbini sevmekle şereflenenlere, sevgilinin (Allahü teâlânın) verdiği elemler, iyiliklerinden daha çok lezzet verir ve ferahlandırır. Bu makam rızâ makâmından da üstündür. Çünkü rızâ makâmında olan, sevgilinin yaptığı elemi çirkin görmez. Bu makamda elemden lezzet almak vardır. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Dünyâ, elem ve meşakkat, âhiret ise, zevk ve lezzet yeridir. Dolayısıyla dünyâ ile âhiret birbirinin zıddıdır, tersidir. Birini sevindirmek ötekinin gücenmesine sebeb olur. Yâni birinde zevk aramak diğerinde elem çekmeye yol açar. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Musîbetlere, elemlere sevâb olmaz. Bunlara sabr etmeğe sevâb verilir. Fakat elemlere sabr edilmese de günahların affına sebeb olurlar. (İmâm-ı Nevevî)

 

ELEST GÜNÜ:

 

Allahü teâlânın, Âdem aleyhisselâmı yaratınca, kıyâmete kadar gelecek olan zürriyetini (çocuklarını) zerreler hâlinde onun belinden çıkarıp onlara; "Ben sizin Rabbiniz değil miyim" diye hitâb buyurup, onların da; "Evet, sen Rabbimizsin" diye cevâb verdikleri gün, zaman.

 

ELFÂZ-I KÜFR:


Söylendiği zaman, îmânı gideren, müslümanlıktan çıkmaya sebeb olan sözler.

 

ELHAMDÜLİLLAH:

 

"Hamd, şükür Allahü teâlâya mahsûstur, bütün nîmetler O'ndandır" mânâsına mübârek, kıymetli bir söz. Buna hamdele de denir.

 

Bir gün Resûlullah sallallahü aleyhi ve selleme sıcak bir yemek getirildi. Yedi ve yemekten sonra; "Elhamdülillah. Şu ve şu kadar zamandan beri karnıma sıcak bir yemek girmedi" buyurdu. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Mâce)

 

Elhamdülillah demek, şükürlerin başıdır. Allahü teâlâya şükretmeyen O'na hamd etmemiş (senâ etmemiş, O'nu övmemiş) olur. (Hadîs-i şerîf-Künûz-ül-Hakâyık)

 

Zikrin (Allahü teâlâyı anmanın) en üstünü, Elhamdülillah demektir. (Hadîs-i şerîf-Künûz-ül-Hakâyık)

 

Müslümanın müslüman üzerinde beş hakkı vardır: Selâmına cevap vermek, hastasını dolaşmak, cenâzesinde bulunmak, dâvetine gitmek ve aksırdığı zaman Elhamdülillah deyince, Yerhamükallah demek. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)

 

Yemeğe ve içmeğe başlarken Besmele (Bismillâhirrahmânirrahîm) okumalıdır. Yimek-içmek sonunda Elhamdülillah demelidir. (Seyyid Alizâde)

 

ELHÂN:

 

Sesi mûsikî perdelerine uydurmak için, mânâ bozulacak şekilde, harfleri ve kelimeleri değiştirerek, sesi alçaltıp yükselterek, çeneyi oynatarak okumak. Lahn'in çokluk şeklidir.

 

Kur'ân-ı kerîmi, zikri, duâyı elhân ile okumak söz birliği ile haramdır. (Bezzâzî)

 

Elhân ile tecvîdi (Kur'ân-ı kerîmi şartlarına ve usûlüne uygun olarak okumayı) bozmak bid'at (dinde sonradan ortaya çıkan bir şey) olup, dinlenmesi de büyük günâhtır. (Abdülganî Nablüsî)

 

Elhân ile, tagannî ederek okuyan imâmın arkasında kılınan namazı iâde etmek lâzımdır. (İbrâhim Halebî)

 

Namaz vakitlerini bilmeyen, tegannî, elhân ederek okuyan kimse, ezân okumağa ehil değildir. Böyle kimseyi müezzin yapmak câiz değildir. (Bezzâzî)

 

ELLİ DÖRT FARZ:

 

İslâm âlimlerinin, müslümanların hâtırlarında tutmalarını kolaylaştırmak için, öncelikle bilmeleri îcâbeden pek çok farzdan, Allahü teâlânın emirlerinden derledikleri elli dört tânesi.

 

Elli dört farzdan bâzıları şunlardır: Allahü teâlâyı bir bilip, O'nu hiç unutmamak. Helâlinden yemek ve içmek. Her gün vakti gelince beş vakit namaz kılmak, onları kazâya bırakmamak. Hayz (âdet görme) hâli bitmiş ise ve cünüp ise gusl (boy abdesti) almak. Belâlara sabretmek yâni isyân etmemek. Allahü teâlâdan gelen her şeye râzı olmak. Günâhlardan tövbe etmek. Ölümü hak bilip, ona hazırlanmak. Babaya, anaya iyilik etmek. Farzları haramları öğrenmek. Malının zekâtını, mahsûlünün (tarladan gelen ürünün) uşrunu(zekâtını) vermek. Kibirli olmaktan sakınmak. Yok yere yemin etmemek. Zulümle kimsenin malını almamak. Şarab ve alkollü içkileri içmemek. Akrabâyı ziyâret etmek. Harama bakmamak. Kimseyi alaya almamak... (Kutbüddîn-i İznikî, Hasen-i Basrî)

 

ELSAĞ:

 

Sin harfini peltek se okuyan kimse.

 

Elsağ olan kimse, elsağ olmayana imâm olup cemâatle namaz kıldıramaz. Başka harfleri doğru okuyamayan da, doğru okuyanlara imâm olamaz. Harfleri doğru okuyan bir imâma uyarak cemâat ile kılması mümkün iken, yalnız kılarsa, harfi doğru okumadığı için namazı kabûl olmaz. Doğru olarak okuduğu bir âyet varsa, bunu veya böyle bir kaç âyet-i kerîmeyi ezberlemesi ve namazlarda, bunları okuması lâzımdır. (İbn-i Âbidîn)

 

ELYESA' ALEYHİSSELÂM;

 

İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. İlyâs aleyhisselâmdan sonra peygamber olarak gönderilmiş ve Mûsâ aleyhisselâmın dînini yaymakla vazîfelendirilmişti. İsmi Kur'ân-ı kerîmde bildirilmiştir.

 

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

 

(Yâ Muhammed!) İsmâil'i, Elyesa'ı, Zülkifl'i de hâtırla(kavmine anlat). Bunlar, hayırlılardan idiler. (Sad sûresi:48)

 

Genç iken İlyâs aleyhisselâmın duâsıyla hastalıktan kurtulan Elyesa' aleyhisselâm, İlyâs aleyhisselâmdan Tevrât'ı öğrendi. Onun yanından ayrılmadı. İlyâs aleyhisselâmdan sonra, Allahü teâlâ tarafından peygamber olarak gönderildi. Azgınlık ve taşkınlık yapan İsrâiloğullarını Allahü teâlânın dînine dâvet etti. İsrâiloğulları, ona inanmadıkları gibi, kendi aralarında büyük anlaşmazlıklara düştüler. Allahü teâlâ üzerlerine Âsûrluları gönderdi. İsrâiloğulları, Âsûrlulara esir olup, zelîl ve perişân bir hayât sürdüler. Elyesa' aleyhisselâm vefâtına yakın, Zülkifl aleyhisselâmı yanına çağırıp, kendinden sonra onu yerine halîfe tâyin etti. (Taberî-Sa'lebî, Kisâî)

 

EMÂN:

 

Korkusuzluk, emniyet, güven.

 

1. Bir kimseye veya düşmana; söz, işâret veya yazı ile, mal ve can güvenliğinin emniyet (güven) altında olduğunu bildirme.

 

İlticâ edenlere emân vermekte bütün müslümanlar eşittir. Halktan herhangi biri de bu hakka sâhiptir. O hâlde kim bir müslümanın ahdini (verdiği sözü) bozarsa, ona ihânet ederse, Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların lâneti onun üzerine olsun. Kıyâmet gününde Allah onun ne farz, ne nâfile ibâdetlerini, ne de tövbesini kabûl eder. (Hadîs-i şerîf-Et-Tergîb vet-Terhîb)

 

2.   Müslüman olmayan bir kimsenin İslâm memleketine girmesi için kendisine verilen müsâade, izin.

 

Müslümanlardan aldığı emânla, dâr-ül-İslâm'a (İslâm memleketine) gelen kâfir (müslüman olmayan) bir kimse, burada yaşamakta olan zımmî (gayr-i müslim vatandaş) gibi korkusuz yaşar. Onun haklarına sâhip olur. (Serahsî)

 

EMÂNÂT-I MUKADDESE:

 

İslâm dîni ve târihi bakımından büyük önem taşıyan, Peygamber efendimize ve diğer din büyüklerine âit bâzı mübârek şahsî eşyâ ve hâtıralar. Mukaddes emânetler. Bunlar: Hırka-i Saâdet, Seyf-i Nebevî, Nâme-i Saâdet, Mühr-i Seâdet, Dendân-ı Seâdet, Lıhye-i Seâdet, Nakş-ı Kadem-i şerîf, Sancak-ı şerîf, Teyemmüm taşı.

 

Emânât-ı mukaddesenin Osmanlı Devletine intikâli, geçişi Yavuz Sultan Selîm Hanın 1517 târihinde Mısır'ı fethedip halîfe ünvânını aldığı sırada oldu. Mısır'dan getirilen ve Sûriye, Filistin, İran'dan toplanan diğer emânetler ve teberrükât eşyâsı da Topkapı Sarayında önce iç hazîneye kondu. Sonra Hasodaya alındı. Hırka-i Saâdet dâiresi kurulunca, bunların saklanması ve bakımları özel usûle bağlandı. (Osmanlı Târihi Ansiklopedisi)

 

Yavuz Sultan Selîm Han, Emânât-ı mukaddesenin muhâfazasını kırklar diye bilinen Hasodalılara vermişti. Kırk kişiden meydana gelen Hasodalılar, Hırka-i Seâdet dâiresinde nöbet tutar, burada devamlı Kur'ân-ı kerîm okurlardı. (Osmanlı Târihi Ansiklopedisi)


EMÂNET:

 

1. Emîn, güvenilir olmak. Peygamberlerde bulunması lâzım olan yedi sıfattan biri.

 

Peygamberler emîndirler. Bir kimsenin malına ve canına hıyânet etmekten uzaktırlar. Aslâ emânete hıyânet etmezler. Peygamber olmadan önce de böyledirler. Sevgili Peygamberimiz, kendisine peygamberlik bildirilmeden önce de, Muhammed -ül-emîn lakabı ile tanınıyordu. Allahü teâlâ, peygamberleri, hatâ ve günâhtan emin kılmıştır. (İmâm-ı Kastalânî)

 

2.  Fıkıh ilminde, güvenilen kimseye bırakılan mal. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:

 

Emânetlerine ve verdikleri söze riâyet edenler, namazlarına devâm edenler, işte onlar

 

Firdevs Cennet'ine vâris olacaklar ve orada ebedî olarak kalacaklardır. (Mü'minûn sûresi: 8)

 

Münâfıkın üç alâmeti vardır: Yalan söyler, emânete hıyânet eder ve sözünde durmaz. (Hadîs-i şerîf-Berîka)

 

Allah yolunda savaşmak bütün günahları affettirir. Fakat emânete hıyâneti affettirmez. Emânete hıyânet eden kul, Allah yolunda ölse bile, kıyâmet günü yakalanır; "Emâneti sâhibine ver" denir. O da bunu yerine getiremeyeceği için Cehennem'in derinliklerine atılır. (İbn-i Mes'ûd)

 

EMEL:

 

Arzû, hırs, tamah.

 

Çalış ibâdet et bırak emeli,

 

Son nefese kadar bırakma ameli.

 

(Abdülehad Serhendî)

 

EMÎN:

 

1. Kendisine güvenilen.

 

Şerrinden ve zarârından emîn olunmayan kimsenin, dîni, namazları, zekâtları kendisine fayda vermez. (Hadîs-i şerîf-Miftâh-ul-Cenne)

 

Âlimler devlet adamlarına karışmadıkça ve dünyâlık peşinde olmadıkça, peygamberlerin emînleridir. Dünyâlık toplamaya başlayınca hükûmet adamlarının arasına karışınca, bu emânete hıyânet etmiş olurlar. (Hadîs-i şerîf-Berîka)

 

2.    Peygamber efendimizin lakabı. Peygamber olduğu bildirilmeden önce de, Kureyş kabîlesi Resûlullah'a sallallahü aleyhi ve sellem çok güvenir, inanır ve; "Muhammed-ül-emîn" derlerdi.

 

Allahü teâlâya yemîn ederim ki, muhakkak ben gökte de emînim, yerde de. (Hadîs-i şerîf-İhyâu Ulûmiddîn)

 

Resûl-i ekrem, hayra dâvet eden bir emîn idi. (Hazret-i Ebû Bekr)

 

3. Vücuttaki bütün âzâlarını İslâmiyete uygun şekilde ve uygun yerlerde kullanan.

 

Vücuttaki bütün âzâlar emânettir. Bu emânetleri uygunsuz yerlerde kullanan, emîn değildir. Allahü teâlâya isyân ve hıyânet etmiş olur. (Süleymân bin Cezâ)

 

EMÎR:

 

1. Bir kavmin, bir topluluğun başı, beyi, emredeni. Vâli, kumandan, devlet başkanı, melik.

 

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:


 

Ey îmân edenler! Allah'a itâat edin. Peygambere ve sizden olan emir sâhiplerine de itâat edin. (Nisâ sûresi: 59)

 

Allahü teâlâdan korkunuz! Başınızdaki emîr, habeşli köle bile olsa, itâat ediniz!.. (Hadîs-i şerîf-Buhârî, Müslim)

 

2. Hazret-i Ali'nin lakabı.

 

Hazret-i Muâviye'nin Emîr ile muhârebesi, ictihâd sebebi ile idi. (İbn-i Hacer-i Mekkî)

 

Hazret-i Emîr'in ismi, Cennet kapısının üstünde yazılıdır. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Emîr-ül-Mü'minîn:

 

Müslümanların reîsi, devlet başkanı.

 

Hazret-i Ömer zamânından sonraki halîfelere emîr-ül-mü'minîn denildi. (İbn-i Sa'd)

 

Emîr-ül-mü'minîn Ömer radıyallahü anh bir sabah namazını cemâatle kıldıktan sonra cemâate bakıp bir kimseyi göremeyince sordu. Eshâbı dediler ki: "Geceleri sabaha kadar ibâdet ediyor. Belki şimdi uyku bastırmıştır." Emîr-ül -mü'minîn buyurdu ki: "Keşki bütün gece uyuyup da sabah namazını cemâatle kılsaydı, daha iyi olurdu." (İmâm-ı Rabbânî)

 

Emîr-ül-mü'minîn hazret-i Ali buyurdu ki:

 

Kalbler kablara benzer. Hayırlı olan, hayırla dolu olanıdır. (Abdülganî bin Abdülvâhid)

 

EMN-ÜL-AZL:

 

Peygamberlere mahsûs sıfatlardan biri. Peygamberlerin peygamberlikten azl edilmemesi, atılmaması.

 

Peygamberlik sıfatı, peygamberlerin zâtlarından dünyâda ve âhirette ayrılmaz. Önce gelen peygamberlerin dinleri nesh olmakla, peygamberlikten azlleri lâzım gelmez. Zîrâ emn-ül-azl onların sıfatlarıdır. Bu, Allahü teâlânın onlara ihsânıdır. (Kemahlı Feyzullah Efendi)

 

EMR:

 

1. Buyruk; emredenin, emrolunandan bir işin yapılmasını istemesi veya bu sûretle yapılması istenen şey.

 

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

 

O hâlde bana uyunuz. Emrime itâat ediniz. (Tâhâ sûresi: 90)

 

İnsan her hareketinde, her işinde, Allahü teâlânın emrini ve yasağını gözetince, emr ve yasakların sâhibini unutmaktan kurtulur, devamlı zikretmiş, Allahü teâlâyı hatırlamış olur. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Emre uymak, edebi gözetmekten önce gelir. (Abdullah-ı Dehlevî)

 

2.  İş.

 

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

 

Size söylediklerimi yakında hatırlayacaksınız. Ben emrimi Allahü teâlâya ısmarlıyorum. Çünkü Allah kullarını çok iyi görendir. (Mü'min sûresi: 44)

 

Bütün emrler Allah'a döndürülür. (Bekara sûresi: 210)

 

Emr-i Ma'rûf:

 

Dinde emredilen şeyleri öğretmek, yaptırmak.

 

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:

 

Ey mü'min kullarım! Emrettiğim işleri, ibâdetleri yapar ve emr-i ma'rûf ve nehy-i münker eder iseniz,(günahlardan, kötülüklerden alıkorsanız) başkalarının yoldan çıkması size zarar vermez. (Mâide sûresi: 108)

 

Birbirinize müslümanlığı öğretiniz. Emr-i ma'rûfu bırakır iseniz, Allahü teâlâ en kötünüzü başınıza musallat eder ve duâlarınızı kabûl etmez. (Hadîs-i şerîf-Mişkât)

 

Kıyâmet günü birini getirirler. Onu Cehennem'e atın emri gelir. Bağırsakları dışarı çıkar. Merkebin dolap etrâfında dönmesi gibi, bunun etrâfında döner durur. Cehennem'de olanlar, kendisine, sen emr-i ma'rûf ve nehy-i münker yapmadın mı, şimdi bu hâl nedir? Seni bu hâle düşüren nedir? derler. Evet başkalarına iyiliği emrederdim, fakat kendim yapmazdım. Kötülüklerden men ederdim, kendim ise yapardım cevâbını verir. (Hadîs-i şerîf-Buhârî, Müslim)

 

Bütün ibâdetlere verilen sevâb, Allah yolunda gazâya verilen sevâba göre, deniz yanında bir damla su gibidir. Gazânın sevâbı da, emr-i ma'rûf ve nehy-i anil-münker sevâbı yanında denize nazaran bir damla su gibidir. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)

 

Emr-i ma'rûf iki sûretle yapılır. Birincisi, söz, yazı ve her nevî yayın vâsıtası iledir. Bunu yaparken bilgi az ise ve şahsa, âdetlere, kânunlara dikkat ve riâyet edilmezse, fitneye sebeb olabilir. İkinci yol, hâl ile İslâm'ın güzel ahlâkına uyarak, nümûne olmaktır. Herkese tatlı dil, güler yüz göstermek, kimseyi incitmemek, kimsenin malına, ırzına göz dikmemek, en tesirli, en faydalı emr-i ma'rûf yapmak olur. (İmâm-ı Birgivî)

 

Emr-i ma'rûf ve nehy-i münker yapanın niyetinin hâlis olması ve işi anlayıp, Allahü teâlânın buradaki emrini iyi bilmesi ve sabırlı olup münâkaşa ve kavga etmemesi, yumuşak şekilde tatlı dil ve yazı ile yapması lâzımdır. (İmâm-ı Birgivî)

 

Emr-i Teklîfî:

 

Allahü teâlânın insanlara yapmaları veya sakınmaları için verdiği emirler. Buna Emr-i teşrîî de denir.

 

Emr-i teklîfîlerin yapılması, insanın irâdesine, dilemesine bağlıdır. Allahü teâlâ insanı irâdesinde, dilemesinde serbest bırakmıştır. Fakat, insanın dilediği şeyi yaratan, yine Allahü teâlâdır. İnsan diledikten sonra, O da dilerse, yaratır. Dilerse yaratmaz. Her şeyi yaratan, maddelere çeşitli tesirler, özellikler veren, yalnız O'dur. O'ndan başka yaratıcı yoktur. O'ndan başkasına yaratıcı, yarattı demek, O'na karşı saygısızlık olur. Başkasını O'na şerîk, ortak yapmak olur. Başkasını kendisine ortak yapanı, kıyâmette hiç affetmeyeceğini, ona sonsuz ve çok acı azablar yapacağını bildirmiştir. İnsan, O'nun emrini yapmak, iyilik yapmak dileyince, O  da merhamet ederek diliyor ve yaratıyor. Kendisine inanmıyanlar, karşı gelenler bir kötülük yapmak isteyince O da diliyor ve yaratıyor. Kendisine inananlar, yalvaranlar, bir kötülük yapmak isteyince, O merhamet ederek dilemiyor ve yaratmıyor. Böylece düşmanlarının her istedikleri hâsıl olduğundan, onlar daha da azıp kuduruyorlar. (M. Sıddîk bin Saîd)

 

Allahü teâlânın emr-i teklîfîleri, ehemmiyetlerine göre, derecelere ayrılmıştır:

 

1) Bütün insanlara, îmân etmelerini, müslüman olmalarını emretmiştir.

 

2)  Îmân etmiş olanlara, harâm işlememelerini, kötülük yapmamalarını emretmiştir.

 

3)  Îmân etmiş olanlara farzları yapmalarını emretmiştir.

 

4)     Haramlardan sakınan ve farzları yapan müslümanlara, mekrûhlardan sakınmağı, sünnetleri, nâfile ibâdetleri yapmağı emr etmiştir. (Bursalı İsmâil Hakkı)

 

Emr-i Tekvînî:

 

Allahü teâlânın yaratmayı dilediği şeylere "kün" yâni "ol" demesi.

 

Emr-i tekvînî ile, Allahü teâlânın dilediği şey hemen var olur. Hiç bir kimse, bu şeyin var olmasına mâni (engel) olamaz. Allahü teâlâ her şeyin yaratılması için, belli şeyleri sebeb


yapmıştır. Belli maddeleri, belli maddelerin yaratılmalarına sebeb yaptığı gibi, insanın maddî ve mânevî gücü, çeşitli enerjiler de, bir çok şeylerin yaratılmalarına sebeptirler. Bir kuluna bir şey ihsân etmek, iyilik vermek ister ve o kimseyi o şeyin sebebine kavuşturur. Sebeb te'sir ettiği zaman, O da, dilerse, "Ol!" derse, o şey vâr olur. O dilemezse, hiç bir şey vâr olmaz. Hikmetini, yaratmasını sebeplerle örtmüş, gizlemiştir. Çok kimse yalnız sebepleri görmekte, sebepler arkasındaki hikmeti, O'nun yaratmasını anlayamamaktadır. Bu anlayışsızlığı da onun felâketine sebeb olmaktadır. (Seyyid Şerîf Cürcânî)

 

EMRED:

 

Bâliğ olmamış (ergenlik çağına gelmemiş), sakalı çıkmamış parlak genç.

 

Emred'in imâm olması, âlim olsa bile mekrûhtur (dînen uygun değildir). Çünkü fitneye sebeb olur. Parlak olmayan köse (sakalsız) arkasında kılmak mekrûh değildir. (Alâüddîn Haskefî)

İslam Öncesi Türk Devletlerinin Dış İlişkileri

 İslam öncesi dönemde dış ilişkilere hakim olan temel ilkeler; ülke sınırlarını muhafaza etme, ittifak ve dostluk kurma amacıyla evlilikler yapma ve cihanı idare etme anlayışına uygun fetih hareketlerine girişmektir. Bu ilkeler çerçevesinde Türkler Çinliler, İranlılar ve Araplarla ilişkide bulunmuşlardır.


Türk-Çin İlişkileri


Türk-Çin ilişkileri ile ilgili bilinen ilk bilgiler M.Ö.318 tarihlidir. Bu tarihlerde Çin’de siyasi bir birlik bulunmaması nedeniyle 14 derebeylik birbiriyle mücadele halindeydi. M.Ö.318 yılında bu derebeyliklerden Ch’in’in giderek güçlenmesi karşısında dört derebeylik Hun Türkleri ile bir ittifak anlaşması yapmıştır (Bedirhan, 2004: 57). Daha sonra Hunların Çin topraklarına yönelik akınlarını yoğunlaştırması üzerine Çin imparatoru Shih-huang-ti (M.Ö.247-210) Hun taarruzlarına karşı sınırları korumak için meşhur Çin Seddi’ni meydana getirmiştir (Salman, 2002: 10). Büyük Hun Devleti’nin başına geçen Mo-tun Han üç yıl süre ile Çin İmparatorluğu ile savaşmıştır (M.Ö.209-199). Bu savaşlar sonunda Mo-tun, Çin’i yıllık vergiye bağlanmıştır (M.Ö.200) Ayrıca bu anlaşma gereği bir Çinli prenses ile evlenmiştir. Böylece Hun-Çin ilişkilerinde dostluk dönemi başlamıştır (Bayrak, 2006: 26-27).


Hunların siyaseten yaptıkları bu evlilikler ileride Türklerin aleyhine oldu. Zira, Türk topraklarında Çinli prensesin himayesinden yararlanarak serbestçe hareket eden Çinli görevliler, propaganda yoluyla Türkler veya Türklere tabi olan toplulukların arasını bozmaya çalışmışlardır. Nitekim Mo-tun ve Ki-ok’tan sonra Hun Devleti’nin başına geçen kağanlar Çin görevlilerinin bu icraatlarını önleyemediler. Hunlar önce ikiye ayrıldı daha sonra ise Çin’e tabi oldular (Günal, 2004: 90).


Türkler siyasi birliklerine 552 yılında tekrar kavuşmuşlardır. Göktürkler Mu-kan Kağan zamanında Çin’i baskı altında tutmayı başarmıştır. Çin Türk hakimiyetindeydi. Ancak Ta-po’nun bir Çinli prenses ile evlenmek istemesi ve Budist dinini himaye etmesi, Göktürkleri sarsıntıya sürüklemiştir (Donuk, 1987: 114). Çinliler, Tardu ve Ta-po’yu birbirine karşı kullanılarak Göktürk iç siyasetini karıştırdılar. İkiye bölünen devlet (Doğu ve Batı Göktürk Devletleri) bir süre sonra Çin hakimiyetine girmiştir (Bayrak, 2006: 87).


İki millet arasındaki diğer bir ilişki türü de ekonomik ilişkilerdir. Nitekim Hun Türkleri Çin’e yünden yapılan kumaşlar, örtüler ve keçe ev deri ihraç etmişlerdir (Eberhard, 1942: 71-78). Göktürkler ise daha çok canlı hayvanları (at, koyun vs.) Çin’e satarken, karşılığında Çin’den ipekli kumaş almışlardır. (Bedirhan, 2004: 256)


Orta Asya Türk devletleriyle Çin arasındaki ilişkiler, X.-XIII. yüzyıllar arasında en canlı dönemi yaşanmıştır. Çin, bu dönemde komşu ülkelerle olan ipek ticaretini kervanlarla yapmakta idi (Günal, 2004: 93). 760 yılından sonra Uygurlar, Çin ile ilişkilerinin çok iyi düzeyde olmasından faydalanarak, at karşılığında ipek almak için Çin’e heyetler yollamışlardır. Her yıl Çin başkentine gelerek bir at karşılığında 40 ipekli parça alarak ticareti yapan Uygurlar, başkente her gelişlerinde on binlerce at getirirlerdi (Çandarlıoğlu, 1987: 226).


Türk Çin ilişkilerinin odak noktası İpek yolu ve ticaretidir. İpek yolunun geçit yeri olan İç Asya bölgesi Türk ve Çin siyasetinin ana hedefi olmuştur. Türkler nüfusun fazla olması sebebiyle Çin’i tamamen istila etmeyi düşünmedikleri gibi, Çinliler de sınırlarını Ötüken’e kaydırmak istememişlerdir. Çin İpek yolu ticaretini elde tuttuğu sürece Türklere karşı müdafaada bulunurken, Türkler de yaptıkları akınlarla Çin’i zayıflatarak ipek ticaretine egemen olmak istemişlerdir (Günal, 2004: 94).


Türk-İran İlişkileri


İlk Türk-İran münasebetleri ticari yönde başlamıştır. Hunların Yüe-çileri yenmesi sebebiyle Hun elçileri ve kervanları yazılı bir itimatname taşıyacak olurlarsa, yol üzerindeki tüm devletler rahat bir geçişe imkan sağlamaktaydı ve buna İran toprakları da dahildi (Günal, 2004: 106).


Akhunlar, Soğd bölgesini ele geçirdikten sonra İran üzerine dokuz yıl süre ile hücum etmişlerdir. Bu akınlar nedeniyle Sasani İmparatorluğu çökme tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştır (Bedirhan, 2004: 191-194). Nihayet, II. Şapur zamanında iki taraf arasında uzun yıllar süren bir barış antlaşması yapılmıştır. Ancak Göktürk Devleti’nin kurulması ve İran’da Nuşirevan’ın başa geçmesiyle birlikte Akhunlar zayıflamış ve toprakları Sasani ve Göktürkler arasında paylaşılmıştır. Bu paylaşımdan Nuşirevan rahatsız olmuş ve İç Asya kervan yolunun Maveraünnehir bölümünü ele geçirmek amacıyla, Göktürklerin Akdeniz limanlarına ve Bizans’a yaptığı ipek nakliyatını durdurmuştur. Bu suretle Göktürklere bağlanan Soğd ülkesinde huzursuzluk çıkarmak istemiştir (Çeçen, 2007: 104). Bunun üzerine İstemi Kağan Bizanslılar ile ittifağa girişmiş ve böylece Bizans-Sasani mücadelesi başlamıştır. Türk-Bizans işbirliği, Sasani İmparatorluğu’nun zayıflamasına ve bu durumdan yararlanan Arap orduları tarafından yıkılmasına neden olmuştur (Donuk, 1987: 113). Son Sasani hükümdarı III.Yezdcerd, 642’de Nihavent savaşında Arap ordularına yenilince, Merv’e gelerek, Batı Göktürk hakanı Tu-lu Han’ın yardımına müracaat etmiştir. Fakat Türkler Müslümanlar karşısında yenilgiye uğramış, bundan sonra Merv, Horasan İslam merkezi olmuştur (Günal, 2004: 108).


Türk-Arap İlişkileri


Türkler 642 Nihavend Savaşı’ndan sonra Müslümanlarla temasa başlamışlardır. Sasani İmparatorluğu’nun yıkılması sonrasında başlayan Türk- Arap ilişkileri neredeyse yarım yüzyıl boyunca karşılıklı mücadeleler içinde geçmiştir (Merçil, 1997: 1). Bu dönemdeki Ermeniler hilafetinde Müslüman Araplar ile Türkler arasında askeri ilişkiler ağırlıktaydı. Hem Maveraünnehir’de hem de Kafkaslarda Müslüman Araplar hücumda bulunurken, Türkler ve bu bölgede yaşayan diğer unsurlar da kendi vatanlarını korumaya çalışmışlardır. Nitekim bu dönemde İslamiyet Türkler arasında hızlı bir şekilde yayılmamıştır (Yazıcı, 2005: 30).


Abbasilerin halife olmasıyla birlikte hemen hemen bütün cephelerde yapılan mücadeleler neredeyse durmuştur. Bu sırada doğuda meydana gelen değişmeler Türk-Arap mücadelelerinin yeni bir boyut kazanmasına yol açmıştır. Nitekim Araplarla mücadelede bazı Türk beyleri Çin’den yardım istemiş; Çin ise bu durumu kullanıp nüfuzunu geliştirmek amacıyla büyük bir ordu göndermiştir. Ancak ordunun sert tutumu ve Taşkent Beyi Tudun’un öldürülmesi sonrasında Türkler bu seferde Abbasilerden yardım istemiş ve Türk-Arap kuvvetleri 751 yılında Talas Savaşı’nda Çinlileri ağır bir yenilgiye uğrattılar. Talas Savaşı ile birlikte Türk-Müslüman Arap ilişkilerinde uzun zamandır süren savaşların yerini barış almış ve Türkler arasında İslamiyet yavaş yavaş yayılmaya başlamıştır (Özaydın, 2002: 246-247).

Alıntıdır.


20 Kasım 2022 Pazar

Çatalhöyük / Çumra / Konya

 


Göbekli Tepe / Şanlı Urfa

İSLÂMİYETTEN ÖNCE ARABİSTAN

 Coğrafi Durum


ARABİSTAN’IN HUDUTLARI


Arap yarımadası, üç tarafından, yani doğu, güney ve batı taraflarından denizlerle çevrilmiş olup, kuzey tarafından Asya kıtasına bitişir. Yarımadanın doğusunda Umman Denizi ve Basra Körfezi (Halic-i Faris), güneyinde Hind Okyanusu ve Aden Körfezi, batı tarafında da Kızıldeniz (Bahr-i Ahmer veya Bahr-i Kulzem) bulunur. Kuzey hudutları ile ihtilaflı olmakla beraber, genellikle iki tarzda çizilmektedir. Birincisine göre; Süveyş’ten El-Ariş’e, oradan Gazze’ye kadar çekilen hat, Lût Gölü’nün güneyinden geçip Şeria Nehri’nin doğusunu takip ederek Şam’a (Dimeşk’e) kadar varır. Şam’dan da Fırat Nehri’ne kadar çekilen hat, Fırat Nehri’ni takip ederek Basra Körfezi’ne iner. Bu hattın güney tarafı, Arap yarımadasının kuzey hudutlarını teşkil etmektedir.


Yukarıda ana hatlarıyla hudutları belirtilen -ve tarih bakımından bizim de kabul ettiğimiz- Arap yarımadasının yüzölçümü, üç milyon kilometre kareden fazladır. Yarımadanın alan ölçüsünün kesin olarak verilemeyişi, kuzey hududunun tesbitindeki ihtilaftan dolayıdır.


İkincisine göre, genel olarak coğrafyacılar, Sina yarımadasını, Arap yarımadasının bir parçası olarak kabul etmeyip, yarımadanın kuzey hudutlarını Akabe ile Basra körfezleri arasında çekilen hat olarak kabul ederler.


Çok eski devirlerde Arap yarımadası, Asya ve Afrika kıtaları ile bitişik idi. Jeolojik devirlerden Jura devrinde, bugünkü Basra Körfezi’nin bulunduğu kısım çökerek, yarımadanın doğu hududu; üçüncü jeolojik devirde de Kızıldeniz’in bulunduğu kısım çökerek batı hududu meydana çıkmıştır. Bu iki hudut ile Arap yarımadası, doğuda ve batıda Asya ve Afrika kıtalarından ayrılmıştır.


Dördüncü jeolojik devirde de yarımada, bugünkü durumunu almıştır. Ayrıca, M. XIX. asırda Süveyş kanalı açılınca, Arap yarımadasının Afrika kıtası ile kara bağlantısı kesilmiştir.


ARABİSTAN’IN TARİHİ DURUMU


Arabistan, çok geniş bir yayladır. Mezopotamya ve Suriye ovalarıyla, İran Körfezi’nin alçak kıyılarından başlayarak birbirini izleyen basamaklar halinde Kızıldeniz’e doğru yükselir. Kuzeybatıdaki Sina’dan güneydeki Hadramut bölgesine kadar yarı daire şekilli, dikliği dışarıya doğru yönelmiş, kireçli ve kumtaşlı yaylalar uzanır.


Eskiden Arap yarımadası, Taşlık Arabistan, Çöl Arabistan ve Bahtiyar Arabistan olmak üzere üç kısımda mütalaa edilirdi. Taşlık Arabistan denilen yerler, yarımadanın kuzey kısımlarını, yani Tur-u Sina ve havalisini teşkil etmekte idi. Çöl Arabistan denilen yerler, Arap yarımadasının iç kısımlarından ibaretti. Bahtiyar Arabistan ise, Yemen bölgesini teşkil ederdi.


Şimdi ise Arabistan’ı, tabii bakımdan beş coğrafi bölgeye ayırarak incelemek mümkündür:


1- Doğu Arabistan


Güneyde, Resûl Hat burnundan başlayarak Irak’a kadar uzanan bölgeye Doğu Arabistan denir. Bu bölgenin güney kısımları dağlık, kuzey kısımları ise volkanik, killi ve biraz da kumluk arazidir. Bu mıntıka, petrol bakımından gayet zengindir.


Doğu Arabistan’ın en yüksek dağı, Umman’da Yeşil Dağ (Cebel-i Az-har)’dır. Yüksekliği 3020 metreye varmaktadır.


2- Güney Arabistan


Bu bölge, Resûl Hat burnu ile batıdaki Babü’l-Mendes Boğazı arasında kalan kısımdır. Bu mıntıkadaki dağların yükseklikleri 1600 metreye kadar ulaşır.


Güney Arabistan bölgesi, kıyı ve iç kısım olmak üzere ikiye ayrılır. Kıyı kısmını Tihame, Hadramut ve biraz da Umman teşkil eder. İç kısımları ise, Hadramut ve Kamer dağlarından müteşekkildir.


3- Batı Arabistan


İslâm dininin doğduğu ve yayılmaya başladığı bölge, Batı Arabistan bölgesidir. Sahil ve dağlık olmak üzere iki kısma ayrılır. Kızıldeniz sahilleri boyunca uzanan dağlar ile deniz arasındaki sahaya Nefs-i Hicaz denilir. Hicaz’ın güney kısmı ile Yemen’de, dar ve uzun ova hâlinde uzanan küçük bir bölüme de Tihametü’l-Hicaz adı verilir. Hicaz’ın Tihame (çok sıcak) kısmı, kumluk ve çöl halindedir. Yüksek kısımları ise, kayalık ve çıplak dağlardan ibarettir.


Batı Arabistan’ın Kızıldeniz’e bakan kısımları, sahil kısımlarını teşkil eder. Bu kısmın hemen arkasında kuzeyden güneye doğru uzanan Serat sıra dağları bulunur. Bu sıra dağlar, yer yer derin vadilerle ayrılmış olup, ekseri kısımları kayalıktır. Dağların üzerinde birçok sönmüş volkanlar bulunur. İçe doğru, yükseklikleri 2000 metreyi bulan Serat sıra dağlarının İslâm tarihinde en çok ismi geçen dağlardan Uhud, Esfel, Sevr, Ebu Kubey, Hendeme, Kuaykıan ve Harra dağları ilk önce akla gelir. Bu dağlara, Hicaz bölgesi dağları adı da verilir. Üzerleri tamamen çıplak olup, granitten müteşekkil birer kaya çölüdürler. Bu bölgenin en yüksek dağı, Mekke şehrinin on iki saat doğusundaki Küra (bazı tarihlerde Kerra) dağıdır.


4- İçteki sahalar


Arap yarımadasının en büyük kısmını teşkil eden bu bölge, üç kısma ayrılır:


a) Rüb’ü’l-Hâli: Necid’den Hadramut’a, Asir’den Umman’a kadar uzanan bu kısım bir milyon kilometrekarelik sahayı işgal eder. Tamamen kum çölü halindedir. Devamlı yer değiştiren kum tepeleriyle kaplı çölde pek az hurma ağacı ve vaha vardır. Çölün kuzey taraflarına rastlayan yerde de Tavik dağları (Cebel-i Tuveik) bulunur.


b) Küçük Nüfud (Dehna çölü): Necid ile El-Hasa (veya El-Ahsa) arasındaki çöl mıntıkasına verilen isimdir. Bugünkü Kuveyt’in güney kısmındadır. Necid bölgesinden Cebel-i tema ile ayrılır.


c) Büyük Nüfud: Necid’in kuzey kısmından başlayarak Ürdün’e kadar uzanan bu kısım, iki yüz elli bin kilometrekaredir. Kuzey kısımlarında Cûf vahası bulunur. Necid bölgesinden Cebel-i Şammar (veya Şemmer) ile ayrılır.


5- Necid


Kuzeyinde Büyük Nüfud, doğusunda Küçük Nüfud, güneyinde Rub’ü’l-Hâli ve batısında da Hicaz ile çevrili olan bölgedir. Yükseklikleri bin metreye kadar çıkan dağlara sahip olan Necid bölgesi, merdiven şeklinde billurlu bir yayladır. Doğu kenarında yamaçlarla engebeli olan kalkerli bir bölge uzanır. Bu bölge Nüfud çölünden Rum’ü’l-Hâli çölüne kadar uzanan iki büyük kumul dizisiyle sınırlıdır. Necid bölgesinin en meşhur dağları, Cebel-i Şammar, Ece ve Selmâ dağlarıdır.


Arabistan’ın bu tabii durumu dolayısıyla, doğu ile batı arasını birleştiren iki yol vardır. Bu yolların biri kuzeyde, diğeri güneydedir. Kuzeydeki yol, Kuveyt ile Medine; güneydeki yol ise, Riyad şehri ile Taif ve Mekke arasındadır.


ARABİSTAN’IN İKLİMİ


Kuzey yarı küresinin Yengeç dönencesinde bulunan Arap yarımadasının iklimi, genel olarak çok sıcak ve kuraktır. Senenin ortalama sıcaklığı 25-30 derece civarındadır. Yaz aylarında ısı, normal olarak 50 dereceyi geçmektedir. Kış aylarında ise, ısı derecesi çok aşağılara düşer. Buna rağmen hiçbir mevsimde ısı, sıfır dereceye düşmez. Ayrıca, çöl iklimi yarımadaya daha ziyade hâkim olduğundan, gece ile gündüz arasındaki ısı farkı, oldukça büyüktür.


Arabistan’da tesirini en çok hissettiren rüzgârların başında Hamsin rüzgârı gelir. Esmeden önce bazı alâmetler gösteren bu rüzgâr, estiği zaman adeta bir felâket hâlini alır.


Arabistan yarımadasını iklim bakımından üç kısma ayırmak mümkündür. Birinci kısım sıcak ve rutubetli olan ve bundan dolayı insana havası çok ağır gelen sahil kısımlarıdır. İkinci kısım, mutedil bir iklime sahip bulunan ve sayfiye yeri olarak kullanılan dağlık kısımlardır. Üçüncü kısım ise, çok sıcak ve kurak havaya sahip olan içteki sahra kısımlarıdır.


Yağışlara gelince: Arabistan yarımadasında yağışlar yağmur şeklinde olmakla beraber, genellikle çok azdır. Yarımadanın güney kısımlarını teşkil eden Yemen, Hadramut, Aden ve Umman bölgeleri, yaz aylarında dahi yağmur alırken, iç kısımlar kış mevsiminde bile bundan mahrum kalır. Diğer bölgelerde ise bütün mevsimlerde yağış miktarı oldukça azdır.


Arabistan’da yağış pek olmadığı için daimi olarak akan akarsulara da pek rastlanmaz. Ancak, yağmur mevsiminde akan ve diğer mevsimlerde kuruyan dereler vardır. Yemen bölgesinde birkaç küçük dereye, Vadiyi’l-Aşur ve Vadiyi’n-Necran gibi derelere rastlandığı gibi, bazı bölgelerde de Arapların yüzünü güldüren irili-ufaklı birçok vahalara rastlamak mümkündür. Vahaların olduğu yerlerde ekseriya şehirler ve kasabalar bulunmaktadır.


ARABİSTAN’IN MÜHİM MERKEZ VE ŞEHİRLERİ


Arabistan’ın mühim merkez ve şehirlerini sekiz bölüme ayırmak mümkündür.


1- Hicaz bölgesi


Bu bölge, Kızıldeniz ile Necid arasında haciz bulunduğu için Hicaz adını almıştır. Tevrat’ta, Hicaz bölgesine Bârân denilmektedir.


İslâm dininin doğup geliştiği bu bölge, gerek Arap yarımadasının ve gerekse İslâm âleminin en mühim yerlerinin başında gelmektedir. Bazı yerleri denizden altı yüz metre kadar yükseklikte olan Hicaz bölgesi, oldukça verimli bir bölgedir.


Her türlü hububat, sebze ve meyve yetiştirmeye müsaittir. Ancak, pek çok yeri sahra ve çöldür. Kâfi derecede yağış alamamaktadır. Buna rağmen küçük akarsuları, kuyuları ve pınarları vardır. Vadi ve çölden ibaret yerlerinin havası pek sıcak, dağlık ve yüksek yerlerinin ise pek lâtiftir.


Hicaz bölgesinin en önemli şehirleri, kurak ve verimsiz bir araziye sahip olan Mekke; münbit bir arazide kurulan Medine; bağ ve bahçeleri ile meşhur olan Tâif ve her türlü ithalat ve ihracat işlerinin yapıldığı liman şehri Cidde ile küçük bir liman şehri olan Yanbu şehirleridir.


2- Yemen bölgesi


Yemen bölgesi, yarımadanın güney batısında bulunur. Az çok yağış aldığından, Arabistan’ın en münbit topraklarına sahiptir. Bu bakımdan Yemen’e, Arabistan’ın bahçeleri adı da verilir. Kahve ve hurma başlıca ihraç maddeleridir.


Ayrıca, toprak ziraate de elverişlidir. Bu özellikleri dolayısıyla ilk çağlarda Araplar, Yemen bölgesine Mes’ut Arabistan adını vermişlerdir. Gerçekten ilk çağlarda burada çok medeni krallıklar kurulmuştur. Bugün Yemen, dünyanın geri kalmış ülkeleri arasında yer almaktadır. Son zamanlarda Yemen bölgesinde altın madeninin bulunması, Yemen’in önemini artırmış bulunmaktadır.


Yemen bölgesinin en önemli şehirleri, eski Mâ’rib şehri ile denizden 2130 metre yükseklikteki San’a şehirleridir. Ayrıca, Hüdeyda ve Muha şehirleri de birer küçük liman şehirleridir.


Yemen’den Akdeniz’e iki yol vardır. Bunlardan biri, Mekke, Medine, Tebük, Maan ve Şam şehirlerinden geçer, diğeri de Tihame’den, Akabe, Gazze ve Mısır deltasına ulaşır.


3- Aden bölgesi


Yemen’in güneyinde bulunan oldukça küçük bir bölgedir. En önemli şehri ve limanı olan Aden şehrinin adını taşıyan bu bölge, oldukça münbittir. Aden şehri ayrıca, körfeze de kendi adını vermiştir.


4- Hadramut bölgesi


Hadramut, Arap yarımadasının güneyinde bulunur. İklim itibariyle Yemen’e benzer. Arazi, münbit ve oldukça sulaktır. Bu bölgenin en önemli şehri, Makalla şehridir. Bu şehir, aynı zamanda Umman Denizi’ne bakan bir limandır.


5- Umman bölgesi


Yarımadanın doğusundaki granit dağ silsileleriyle deniz arasında kalan kumluk sahaya Umman bölgesi denir. İklimi gayet mutedil olup, Hindistan’ın iklimine benzemektedir. Önemli şehirleri, deniz kenarlarında bulunan Maskat şehri ile Suhar şehridir.


6- Bahreyn bölgesi


El-Hasa (veya El-Ahsâ) ile Basra Körfezi arasında kalan bir kısım kara parçası ile küçük adalardan müteşekkil bölgeye, Bahreyn adı verilir. Bahreyn bölgesinde en çok hububat ve hurma yetiştirilir. Adaların etrafında inci avı da yapılır. Son zamanlarda Bahreyn bölgesinde petrolün bulunması, bu bölgenin önemini artırmıştır. Bahreyn bölgesinin en önemli şehirleri Me-nâme ile El-Ahsâ şehirleridir.


7- Necid bölgesi (Yüksek Memleket)


Hicaz bölgesi ile Rub’ü’l-Hâli, Küçük Nufud ve Büyük Nufud çölleri arasında kalan yüksek yaylaya Necid bölgesi adı verilir. Basamak veya merdiven şeklinde yaylalar halinde olan Necid bölgesinde pek çok vahalar mevcuttur. Ayrıca, bölgede derin vadilerin bulunuşu Kuveyt ile Tihâme arasındaki ulaşımı kolaylaştırır. Bölgenin en önemli şehirleri Riyad, Hail ve Büreyde şehirleridir.


İslâmın doğduğu yıllarda Gaftan kabileleri bu bölgede ikamet etmekte idi.



8- Sina Yarımadası


Kuzeyinde Akdeniz, doğusunda İsrail, güneyinde Kızıldeniz ve batısında da Süveyş Kanalı bulunan Sina Yarımadası, çöllerle çevrilmiş, granitten müteşekkil dağlar ve vadilerle doludur. Bu bakımdan Sina Yarımadası’na Taşlık Arabistan adı verilmişti. Arazi, gayet çorak bir arazidir. En yüksek dağı, Sina Dağı olup, 2600 metre kadar yüksekliktedir. Meşhur Tih Çölü, bu yarımadadır.


Sekiz bölgeyi içine alan Arap yarımadası, hayvan bakımından, iklimi dolayısıyla pek zengin değildir. Yarımadanın en önemli hayvanları, deve ile dünyaca meşhur atlarıdır. Az miktarda küçükbaş hayvanlarına rastlanırsa da, ihtiyaç vukuunda, yarımadadaki devletler, küçükbaş hayvan ihtiyaçlarını ithal yoluyla sağlarlar.


Arap yarımadasının beynelmilel iki şöhreti vardır. Bunlardan birincisi, İslâm dininin buradan doğması; ikincisi ise, son zamanlarda yarımadada bol miktarda petrol kaynaklarının bulunması ve işletmeye açılmasıdır. Petrolün bulunması ile yarımadanın çehresi yavaş yavaş değişmekte ve geri kalmış bir ülke olarak kabul edilen Arap yarımadasındaki devletler, büyük hamleler yaparak medeniyet alanında terakki etmeye başlamışlardır.



Siyasi Durum


Hazret-i Nuh’un (A.S.) oğlu Sâm’ın soyundan gelen Sâmîleri; Arâmî, Süryanî (Keldanî), Asûrî, İbrânî, Himyerî ve Araplar teşkil etmektedir. Son yapılan araştırmalara göre, Sâmî kavimlerin asıl vatanlarının Arabistan olduğu kanaatine varılmıştır.


Konuştukları dillere göre adlandırılan Sâmî kavimlerin, nereden çıkıp yayıldıkları hakkında birçok fikirler ileri sürülmüştür.


Gayet rahat yaşamaya ve üremeye elverişli bir iklimin hüküm sürdüğü devirlerde yarımadanın orta ve güney kısımlarında gittikçe çoğalan Sâmîler, hayat şartları zorlaşmaya başlayıp, yaşama sıkıntısına düşünce, M.Ö. 3000 yıllarında oturdukları yerlerden Afrika’ya, Mezopotamya’ya, Suriye’ye ve diğer bölgelere, tarihte derin iz bırakacak surette göç etmeye başladılar.


Bilginlere göre, buzullar devrinden hemen sonra Arabistan’ın bugünkü kum çölleri ve kurak kısımları yerinde sık ve geniş ormanlar, büyük ırmaklar vardı. İklim, insanların yaşamasına çok müsait idi. Her taraf bolluk ve bereket içindeydi. Fakat, buzullar daha kuzeye çekilince, Orta Asya ve Büyük Sahra’da olduğu gibi, Arabistan’da da yavaş yavaş kuraklık devri başlamaya yüz tuttu.


KUZEY ARABİSTAN’DA KURULAN DEVLETLER


İlk defa kuzeye çıkan, siyasî ve askerî bir birlikten yoksun bulunan Sâmî kavimlerin bir kısmı, gittikleri bölgelerde karşılarında Sümerlileri bulunca, bu teşkilâtlı ve muntazam kuvvetlere karşı koyamadılar. Bunun üzerine Fırat Nehri boylarında ve Sümerlilerin hudutları etrafında bir müddet göçebe olarak yaşadılar. Sümer siteleri ile temas halinde olduklarından, bir müddet sonra, Sümer sitelerine işçi ve ücretli asker olarak girebildiler. Birkaç asır sonra, hem daha çok çoğaldılar ve hem de Sümerlilerin medeniyet ve harp usullerini öğrendiler. Bu arada kendi ırklarını da korumaya dikkat ettiler. Daha sonraları, medeniyet ve refahtan dolayı gevşeyen efendileri Sümerlilere karşı, yer yer isyanlar çıkararak, Akadlar memleketi adını alan sahayı Sümerlilerin elinden almaya muvaffak oldular. Ayrıca, güneyden gelen ırkdaşları ile de daha çok kuvvetlendiler.

M.Ö. 2725 yıllarında Sincar sitesine hâkim olan Sâmî kavimler, oldukça kalabalık idiler. Elâmlıların Kalde’yi işgal etmelerinden sonra Kuzey Mezopotamya’ya doğru çekilen Sâmî kabileler, Asur ve Ninova sitelerinde yerleşmeye başladılar. Burada, Orta Asyalı Subari boylarıyla kaynaşan Sâmîler, Ön Asurlular denilen melez bir kavim ortaya çıkardılar.


Bütün bu tarihi gelişme içinde -Arabistan’ın kuzey hudutlarını Şam’dan Fırat’a kadar çekilen hat olarak aldığımızda- Kuzey Arabistan’da kurulan başlıca Sâmî devletlerin sayılarını çoğaltabilir ve kuruluş tarihlerine göre şöyle sıralayabiliriz:


1- Akad İmparatorluğu (M.Ö. 2725-2543)


Milattan önce 2725 yıllarında Sargon (veya Şarrükin) tarafından kurulan Akat İmparatorluğu’nun halkı, halis Sâmî ırkından olmayıp, Sincar’ın ilk sakinleri ile sonradan buraya geldiğini gördüğümüz Sâmî’lerin karışmasından meydana gelen melez bir kavimdir.


Akad İmparatorluğu kurulduktan bir müddet sonra, Sümer şehir devletleri, bu imparatorluğa senelik vergi vermek mecburiyetinde kalmışlardır.


Sümerlilerin hâkim oldukları sahaları ellerine geçiren Sâmî kavimlerin kurdukları ilk siyasî birlik olan Akad İmparatorluğu, M.Ö. 2543 yılında Uruk şehri Ur-Nig tarafından ortadan kaldırılmıştır.


2- Birinci Babil İmparatorluğu (M.Ö. 1830-1530)


Tevrat’taki Babel adı, Sümerce “Tanrının Kapısı” anlamına gelen kelimelerin Babil şeklinde Akadça tercümesidir. Bu isimdeki şehrin kim tarafından kurulduğu kesin olarak bilinmemektedir.


Milattan önce 1830 yıllarında Babil şehri merkez olmak üzere Amurru’lardan Sumu-Abum tarafından kurulan Birinci Babil İmparatorluğu’nun en meşhur hükümdarı, altıncı kralı olan Hammurabi’dir. Milattan önce 1728 ile 1686 tarihleri arasında hükümdarlık yapan Hammurabi, (manası: Büyük reis demektir) kendi adı ile anılan meşhur bazı kanunlar ortaya koymuştur. Ayrıca, bu hükümdar zamanında devlet hudutları çok genişlemiş, Subaru, Elâm ve Amurru’ya kadar olan bütün ülkeler, Babil İmparatorluğu’na katılmıştır. Hammurabi zamanında Babil şehri, bugün dahi dillerde dolaşan ünlü yedi katlı tapınağa ve asma bahçeleri ile süslü saraylara kavuşmuştur.


Hazret-i İbrahim’in (A.S.), Hammurabi devrinde yaşadığı, bazı tarihi olaylarla belirtilmektedir. Bu olaylar doğru olduğu takdirde Nemrud’un, Hammurabi olduğunu kabul etmek lâzımdır.

Birinci Babil İmparatorluğu, İmparator Şemsuditana zamanında M.Ö. 1538 tarihinde Doğu Anadolu’dan güneye inen Hititler (Hitit Kralı I. Murşil zamanında) tarafından çok zayıf bir duruma düşürülmüş ve bir süre sonra da Orta Asya’dan gelen bir göç dalgası, bu imparatorluğu M.Ö. 1530’dan sonraki yıllarda yıkmıştır.


3- Asur Krallığı (M.Ö. 2100 ?-609)


Birinci Babil İmparatorluğu’ndan sonra egemenlik, yukarı Mezopotamya’daki Tigr Vadisi’nde oturan Asurluların eline geçti.


M.Ö. 2100 tarihinde merkezi, önce Ninova, sonra Asur sitesi olmak üzere Salmansar (veya Sargon) tarafından kurulan Asur krallığı, tarihte yağmacı, gaddar ve savaşçı olarak isim yapmıştır. Krallık, birçok badirelerle birlikte

15 asır kadar ayakta durmayı başarmış ve nihayet M.Ö. 612-609 yılları arasında yapılan muharebede, son Asur Kralı Asurbalit, Med Kralı Keyaksar ile ikinci Babil devleti hükümdarı Nabupolassar’ın müşterek hücumlarına dayanamayıp mağlup olarak Asur krallığının yıkımına sebep olmuştur. Bu suretle, Ön Asya’nın en korkunç devleti ortadan kaldırılmış oldu.


4- İkinci Babil İmparatorluğu (M.Ö. 612-538)


Yine merkezi Babil şehri olmak üzere, M.Ö. 612 yılında Nabupolassar (Nabu-apal-Usur) tarafından kurulan İkinci Babil İmparatorluğu, en ihtişamlı devrini bu hükümdarın oğlu Buhtı-n-Nasar (Nabu-kudur-usur, yani Nabukodonosor) devrinde yaşamıştır.


İkinci Babil İmparatorluğu Buhtı-n-Nasar, M.Ö. 593 tarihinde Kudüs şehrini fethederek, şehri yakıp yıkmış, bütün kutsal yerleri yerle bir etmiş ve mukaddes kitapları tamamen imha etmiştir. Ayrıca on yedi bin Yahudiyi esir alarak Babil şehrine getirip orada esir olarak çalıştırmıştır.


Buhtı-n-Nasar, kendisine bağlılık gösteren İsrail Kralı Sedekiya’yı tekrar Kudüs şehrinin kralı yaptı. Sedekiya, Babillilerin yaptıklarına karşı bir şeyler yapabilmek için Mısır Firavunu’nun desteğini kazanınca M.Ö. 586 yılında isyan etti. Bunun üzerine Kudüs’e tekrar bir sefer daha yapan Buhtı-n-Nasar, Sedekiya’yı öldürüp şehri tamamen yıkıp yerle bir etti. Ve İsrailoğullarının hepsini esir alarak Babil’e götürdü.


Buhtı-n-Nasar, babası zamanında dahi ordu kumandanlığı yapmıştır. Bu meyanda Mısır Firavunu Nohao ile yaptığı Kadeş Meydan Muharebesini kazanarak babasına yardımcı olmuştur.

Buhtı-n-Nasar, kırk iki yıl (M.Ö. 604-562) hükümdarlık yaptı. Bu arada kazandığı zaferler dolayısıyla müthiş bir gurura kapılmış ve bunun neticesinde kendisinin, altından bir heykelini yaptırarak tebaasını ona taptırmıştır.


M.Ö. 538 yılında, devletin idaresini oğlu Baltazar’a (Bel-Şar-Utsur) bırakan beceriksiz son Babil İmparatoru Nabonid’den (veya Nabunaid) memnun olmayan halk, Med’lerden sonra idareyi eline alan Kurus’un (veya Kirus) M.Ö. 538 yılında Babil’e girişini heyecanla alkışlamıştır.


5- İnbâtî Devleti (M.Ö. X asır?-M.Ö. IV. asır?)


M.Ö. 1000 tarihlerinde Filistin’in güneyinde bulunan İdûme havalisinde kurulmuş bir devlettir. Tarihte pek isim yapamamıştır. Taşlık bir arazide kurulduğu için M.Ö. 400 tarihlerine kadar yaşayabilmiştir. Kuruluş seneleri sırasında İsrail hükümdarlarından Tâlut, bu bölgeye hücum etmiş ise de zaptetmeye muvaffak olamamıştır.


Hazret-i Davud (A.S.), İnbâtî’lerle yaptığı muharebede onları hâkimiyeti altına almış; Hazret-i Süleyman (A.S.) zamanında isyan eden İnbâtî’lerin isyanı bastırılmıştır.


İkinci Babil İmparatorluğu ile işbirliği yapan İnbâtî devleti halkı, Yahudilerin mağlubiyetlerinden sonra istiklallerine kavuşabilmişlerdir. Nihayet, M.Ö. IV. yüzyılda doğudan gelen Nabtîler, İnbâtî devletini istila ederek yıkmış ve halk, zamanla Nabtîlerle kaynaşarak Nabtî devletini kurmuştur.


6- Nabtîler (veya Nebatlılar) devleti (M.Ö. III. asır?-M.S. 106)


Hicaz ile Sina yarımadasında oturan kavimlere Amalıkalılar adı verilir. Nabtîler de menşei itibariyle Amalıka’lıların aynıdır. İkinci Babil İmparatorluğu zamanında Basra Körfezi sahillerinde ve Mezopotamya’da oturan Nabtîler, M.Ö. VI. asırda ikinci Babil İmparatoru Buhtı-n-Nasar tarafından İdûme denilen bölgeye yerleştirildiler.


Nabtîlere ait kitabelerin Arâmice yazılmasına karşılık krallarının isimlerinin Arapça olması, kavmin Sâmi olduğunu ortaya koyar. Kaç tarihinde kurulduğu kesin olarak bilinmeyen Nabtîler devletinin gerçek kurucusu Are-tas Philellen (III. Harisat)’dir. Nabtîlerin medeniyette ilerleme kaydettikleri taşlık ve verimsiz bir arazi olan Sina yarımadasında, dağlık ve kayalık bir arazide, Cebel-i Harun çevresinde Petra adında bir şehir kurup, on bin kişilik orduya sahip oldukları, tarihen sabittir. Ayrıca Nabtilerin, doğuda Irak’a, batıda Mısır’a ve güneyde Vadii’l-Kurra, yani Semûd kavminin diyarına kadar bütün bölgeyi hâkimiyetleri altına aldıkları bilinmektedir. En önemli şehirleri, Petra şehrinden başka Busrâ, Ezrû, Amman ve Kerk şehirleridir.

Nabtîlerin mühim bir kısmı çöllerde oturur ve ticaret ile meşgul olurlardı.


Yegâne ticaretleri, Kızıldeniz’den aldıkları ıtriyatı Akdeniz’e nakletmekti.


Nabatî devleti M.Ö. 60 yılında Roma’nın bağımlısı oldu. Mısır Valisi Aelius Gallus, onların yardımı ile Seba’ya doğru pek başarılı olmayan bir sefere çıktı.


Nabtîler devleti, M.S. 106 yılında hükümdarları III. Malik zamanında Roma İmparatoru Trajanus tarafından ortadan kaldırılmıştır. Nabtî hükümdarlarının yanında, kardeş unvanını taşıyan bir vezir bulunurdu. Kadınların geniş sosyal hakları vardı. Putperest idiler. En büyük tanrıları Zu-Şera idi.


7- Tedmür (veya Amâlika) Devleti (M.S. 130?-M.S. III. asır?)


Kaç tarihinde kesin olarak kurulduğu bilinmeyen ve genel olarak M.S. 130 tarihinde kurulduğu tahmin edilen Tedmür devletinin merkezi, Şam şehrinin 260 kilometre kadar güneyindedir. M.S. 106 yılında Nabtî’ler devletinin yıkılmasından sonra ve Petra şehrinin önemini kaybetmesinden dolayı Tedmür (Palmyr) şehri, bilhassa M.S. 130 tarihine doğru ticaret bakımından ehemmiyet kazanmaya başlamıştır.


M.S. 130 tarihleri esnasında Romalılar tarafından istilâ edilen Tedmür devleti, uzun müddet Romalıların küçük bir beyliği olarak kalmıştır. Bu arada birkaç Tedmür emiri, Romalılara karşı isyan etmişlerse de memleketlerinin istiklallerini elde edememişlerdir. M.S. 270 tarihinde küçük yaşında emir olan Vehebü’l-Lât, yaşının küçüklüğünden dolayı idareyi annesi Zenobia’ya (Zeyneb) bırakmıştır. Zenobia, cesur ve akıllı bir kadın olup, önce Romalıları tanımamış, sonra Tedmür devletinin hudutlarını kısa zamanda doğuda Irak’a, batıda Mısır’a, kuzeyde Şam’a ve güneyde de Arabistan’a kadar genişletmeye muvaffak olmuştur. Bu arada Roma İmparatorluğu’na da karşı gelen Zenobia, Antakya’da Romalılarla yaptığı bir muharebede yenilmiş ve bir müddet Tedmür şehrine çekilmiştir. Romalılar, Tedmür şehrini harp ile alamayacaklarını anlayınca, Tedmürlülerin arasına para ile nifak soktular. Bunun üzerine, halkının gruplara ayrıldığını gören Zenobia, M.S. II. asrın sonlarına doğru İran İmparatorluğu’na sığındı. Roma İmparatoru Aurelius da Tedmür ülkesini, kendi topraklarına katmakta gecikmedi.


İslâmiyetin genişleme devrelerine kadar ayakta duran Tedmür şehri, son olarak Hz. Halid bin Velid tarafından harpsiz bir şekilde alınarak İslâm ülkelerinin arasına katılmıştır.


GÜNEY ARABİSTAN’DA KURULAN DEVLETLER


Güney Arabistan’da kurulan devletler hakkında arzu edildiği kadar geniş bir bilgiye sahip değiliz. Zira, Güney Arabistan uzun müddet tarihçilere ve arkeologlara kapalı tutulmuş ve yabancıların bu ülkede araştırma yapmaları yasaklanmıştır. Ancak son zamanlarda, bazı ileri görüşlü emir ve krallar tarafından gerekli müsaade verildikten sonra, bu bölgede birkaç devletin kurulduğu, bıraktıkları arkeolojik eserlerden anlaşılmaktadır. Bu devletleri şöyle sıralayabiliriz:


1- Mainiye (Maan) Devleti (M.Ö. 14. asır-M.Ö. 750 ile 650 arası?)


Mainiye devletinin M.Ö. 1400 tarihleri civarında Müzvâri Main tarafından San’a’nın doğusunda kurulduğu tahmin edilmektedir. Ele geçen kitabeler dikkatle incelendiğinde, yazılarının Fenike yazılarının biraz daha tekâmül etmiş şeklinden ibaret olduğu görülür. Konuştukları dilin de Habeş ve Babillilerin dillerine çok benzediği tesbit edilmiştir. Bütün bunlardan Mainilerin, Mısır ve Mezopotamya arasında dolaşan ve Babil devletini kuran Arapların bir bakiyesi olduğu zannedilmektedir.


Mainiye devletine ait ele geçen vasikalardan, bu devleti idare eden 26 tane hükümdarın isimlerine rastlanmaktadır. Mainiye kitabelerinin konusunu ekseriya ticari meseleler, vakıflar ve bunlara ait sözleşmeler teşkil ettiğine göre, Mainiye devletinin bu sahalarda ileri olduğu dikkati çekmiştir.


Mainiye devletinin en önemli şehirleri Berakeş, Karn ve Sevda idi. Başkenti, bugünkü San’a şehrinin kuzey doğusunda bulunan Karmayu veya Yâsil şehridir.


Mainiye devleti M.Ö. 750 ile 650 yılları arasında Sebe devleti tarafından ortadan kaldırılmıştır.


2- Sebe Devleti (M.Ö. X. asır-M.Ö. 115 veya 167)


Sebe devletinin kuruluş tarihi kat’i olarak belli değil ise de, M.Ö. X. asır içinde kurulduğu tahmin edilmektedir. Ahalisinin ekserisinin, Babil devletinin yıkılışından sonra güneye göç eden kavimler olduğu veya Mısır’dan kovulan Şasu’ların olduğu hükümdarlarının isimlerinden anlaşılmaktadır.


Sebe devleti, önceleri Mukarrib adını taşıyan büyük rahipler, sonra da krallar tarafından yönetildi.


Sebe devletinin en meşhur hükümdarının Hz. Süleyman (A.S.) ile aynı çağda yaşayan Sebe Melikesi Belkıs olduğu, gerek Kur’an-ı Kerim’den ve gerekse bazı tarihi vesikalardan anlaşılmaktadır. Melike Belkıs, Sebe devletinin kervan yolunu kuzeye bağlamak amacıyla İbranîlerle bir ticaret anlaşması yapmak için Kudüs şehrine gitmiştir.


Sebe’liler, putlara taparlar ve hükümdarlarını da ruhanî reis olarak kabul ederlerdi.


Sebe devleti, Mainiye devleti gibi ticaretle uğraşan zengin bir devlet idi. Toprak kazanmak için büyük muharebeler ve istilâlarda bulunmamıştır. Milattan önce 115 veya 167 yıllarında Himyeri’ler tarafından yıkılmıştır.


3- Himyerî Devleti (M.Ö. 115-M.S.525)


Güney Arabistan’ın, Reydan veya Zufar denilen bölgelerinde oturan ve Sebelilerin bir başka kolu olan Kâhtanî’lere mensup Himyerîler, M.Ö. 115 (veya 167) tarihinde Sebe devletinin hakimiyetini ellerine alarak Himyerî’ler devletini kurmuşlardır.


Himyer kelimesi, Habeşçe olup, mânâsı koyu renkli demektir. Himyerî devleti de Mainiye ve Sebe devletleri gibi ticaret ile meşgul bir devlet idi. Fakat, topraklarını genişletmek hususunda da birçok savaşlar yapmaktan geri kalmamıştır. Böylece savaşlar sonunda elde edilen ganimetlerle ülke, gayet zengin ve müreffeh bir hale gelmiştir. Himyerîler, ziraate de önem vererek ülkelerini kanallarla sulamışlardır. Ayrıca, ıtriyat ve günlük ticaret de başlıca işleri arasında idi.


Himyerî devletinin hükümet merkezi Reydan (Zufar) şehridir. Diğer şehirleri, Ma’rib, Necran, Aden ve San’a şehirleridir.


Himyerî’ler, hükümdarları Zü-Nüvas zamanında Yahudiliği resmi din olarak kabul etmişlerdir. Buna rağmen ülkede, bilhassa Necran taraflarında Hıristiyanlığın nasturîlik ve monofizidlik tarikatları yayıldı. Genel olarak ülkenin dini Yahudilikti.


Tarihte, takriben altı yüz kırk yıl kadar yaşayan Himyerî devletini otuz altı hükümdar idare etmiştir. Milattan sonra 523 yılında Himyerî ülkesini Hıristiyanlaştırmak için Bizans İmparatorluğu’ndan gelen papazlara karşı canlı bir katliama girişen son Himyerî hükümdarı Zer’a’yı cezalandırmak için Bizans İmparatoru VII. Justinios’un (veya Justin’in) emriyle, Habeşistan Necaşisi buraya altmış bin kişilik bir ordu gönderdi. Mekke’ye kadar ilerleyen bu ordunun kumandanlarından biri de meşhur Ebrehe idi.


Büyük bir ordu ile Yemen’e geçen Necaşi’nin (Aksun Kralı Kaleb-ela As-baha) kumandanı Eryad bin Adham, M.S. 525 yılında son Himyerî hükümdarı Zer’a’yı mağlup ederek bütün Yemen’i istilâ etti.

Yemen’e hâkim olan Eryad bin Adham, ülkeyi ağır bir otorite ile idare etmeye kalkıştı. Ondan sonra idareyi eline Ebrehe aldı. O da aynı şekilde hareket etti. Bu durumdan müşteki olan Yemen halkı, İran’daki Sasanî devletinin hükümdarı Hüsrev Perviz’den yardım istedi. Sasanîler, Yemen’i istilâ ederek Ebrehe sülâlesinin son hükümdarı Masruk’u öldürüp, M.S. 575 yılından itibaren Yemen ülkesini hâkimiyetleri altına aldılar.


Hazret-i Muhammed (S.A.V.) zamanında Yemen, İran’a bağlı bir vilayet halinde olup, Bazan adında bir vali tarafından idare ediliyordu. M.S. 628 yılında Sasanî Valisi Bazan, Yemen halkı ile birlikte İslâm dinini kabul ederek, bu ülke daha Resûlullah’ın sağlığında İslâm ülkeleri arasına girmiştir.


BAZI KÜÇÜK EMİRLİKLER


Güney Arabistan, M.S. II. yüzyıla kadar geçen zaman içinde ziraat, san’at ve ticaret alanında önemli ilerlemeler kaydetmişti. Bilhassa Himyerîler zamanında güneyliler ziraatçilikte pek ileri gitmişlerdi. Ülkenin geçimini temin etmek için her tarafta bağlar, bahçeler ve tarlalar o devrin en modern usulleriyle sulanıyordu. Sulama tesislerinin başında muhtelif su bentleri ve setleri geliyordu. Bu su bentlerinin en büyüğü ve bölge için en önemlisi Arm seddi idi. Bu sed, Ma’rib şehri civarında bulunan iki dağın eteğinde toplanan suların akmasına mani olmak için yapılmıştı. Bu seddin suladığı alan pek büyüktü. Sed de o nisbette büyük ve muazzamdı. Fakat, M.S. II. asırda bu muazzam sed bir fezeyan sonunda yıkıldı. Ve her taraf harap ve perişan oldu. Tarihte bu olaya Seylü’l-Arm denilir. Ahali, bu olayın heyecanı geçtikten sonra seddi yeniden inşa etmeye üşendiler. Hatta bunu, ilahi bir intikam olarak kabullenmeye başlamışlardı. Bundan dolayı seddin yıkıldığı tarihi, tarih başlangıcı olarak da almışlardı.


Seylü’l-Arm olayı sonunda, Güney Arabistan ahalisini teşkil eden Kâhtanîlerin bir kolu olan Kehlan kabilesinin muhtelif aşiretleri, kuzeye doğru göç etmek mecburiyetinde kaldılar. Göç eden bu kollar, Irak, Suriye, Tihame ve Necid taraflarına dağıldılar. Bu dağılım, Himyerîler devleti zamanında oldu. Güney Arabistan’da kalan halk da ülkelerinin eski debdebeli durumunu ihya edemediler. Zaaf ve perişanlık içinde kaldılar.


Güney Arabistan’dan ayrılarak kuzeye çıkan Kehtân kabilesinin kolları şuralara yerleştiler:


1- Umman’a, Umran bin Amir kolu,


2- Sa’lebetü’l-Ankâ bin Amir kolu, Yesrib şehrine (bugünkü Medine şehrine) giderek meşhur Evs ve Hazrec kabilelerini meydana getirdiler.

3- Harise bin Amr kolu, Mekke şehrine giderek Huzae kabilesini meydana getirdiler.


4- Cefne bin Amr kolu, Suriye’ye giderek Gassan emirliğini,


5- Beni Lahm kolu, Irak’a giderek Beni Lahm (Hire) emirliğini meydana getirmişlerdir.


Yukarıda muhtelif ülkelere yerleşen Kehlan kabilesinin kollarının meydana getirmiş olduğu emirliklerin en meşhurları, Gassanî, Hire ve Kinde emirlikleridir.


Gassanî Beyliği (veya emirliği)


Seylü’l-Arm olayından sonra, Kehtanîlerin bir kısmı, Cefne bin Amr idaresinde Tihame’ye giderek Hicaz hududundaki Gassan suyunun etrafına yerleştiler. Bu suya izafeten kendilerine Gassanîler adı verildi.


Gassanî emirliğini ilk kuran M.S. 220 tarihinde Cefne bin Amr olmuştur. Gassanî emirlerinden El-Haris bin Cebele, Bizans İmparatoru Justinianus’tan soyluluk payesi aldı ve kabile başkanlığına getirildi. Gassanîlerin son emiri de Hıristiyan iken Müslüman olan ve sonradan M.S. 633 yılında tekrar Hıristiyanlığa dönerek Bizans İmparatorluğu’na kaçan Cebele bin Eyhem’dir.


Gassanî beyliğinin başşehri, Eski Şam denilen Busra şehridir. Bu emirlik kurulduğundan beri Doğu Roma, yani Bizans İmparatorluğu’nun himayesi altında idi. Ve adeta İran’a karşı bu devletin tampon beyliğini yapıyordu. Gassanî’ler, monofozit Hıristiyan idiler.


M.S. I. asırda Hıristiyanlığı kabul eden Gassanîler, Hirelilerle neticesiz pek çok savaşlar yaptılar. Bunun sonucu olarak Gassanî beyleri, Bizans imparatorlarından Patrici unvanını aldılar. Ve böylece Bizanslıların İranlılarla yaptıkları bütün savaşlara samimiyetle iştirakleri sağlanmış oldu.


Beni Lahm (Hire) Emirliği (M.S. 230?,633)


Seylü’l-Amr olayından sonra Kuzey Arabistan’a göç eden Kâhtanîlerin Beni Lahm kolu, önceleri reisleri Fehim bin Ganem idaresinde Bahreyn’e yerleşmiş iken, sonradan reisleri Malik bin Fehim zamanında Irak’a doğru ilerleyerek Anbar şehrine yerleştiler. Başkentleri önce Anbar şehri iken, daha sonra Kûfe şehrinden üç mil uzaklıkta bulunan Hire şehrini kendilerine başkent yaptılar. Ve bu şehrin adıyla, yani Hireliler diye anılmaya başladılar.


Hireliler, İranlıların himayesi altında Bizans İmparatorluğu’na karşı bir tampon beyliği idiler.

Hire beyliği başlangıçta, Sasan’ın oğlu Erdeşir’e tabi idi. Sonra Nabtîlere hedef olan Tedmür hükümetinin Romalılar tarafından yıkılmasından sonra, Arap yarımadasının kuzeyinde bulunan bütün kabilelere hâkim oldular. Bu arada Antakya’ya kadar seferler de yaptılar.


Hireliler, cengâverlikleri ile temayüz etmiş bir kabile idiler. Sonraları isimlerini Âl-i Münzir olarak değiştiren Hireliler, yağmacılıkta da pek mahir idiler. İranlılarla birlik olarak yaptıkları savaşlarda daima yağmacılığı tercih etmişlerdir. Bu sebepten dolayı pek zengin olmuşlardı. Öyle ki, Bizans seferleri ile Anadolu’nun bütün servet ve hazinelerini Hire’ye taşımışlardı. Nihayet, M.S. 633 yılında Hire beyi Münzir, Halid bin Velid ile Cuşa mevkiinde yaptığı muharebede öldürülerek beyliğine son verildi.


Hire beyliğinin hükümdarlarının çoğunun isimleri Münzir olduğundan, hepsine birden Menazire denilir.


Kinde Emirliği (M.S. 400?-633)


Kâhtanîlerin, Kehtân (veya Kehlân) kolundan sayılan Benî Kindeliler, önce Bahreyn ve Yemame bölgesine gittiler. Sonra, Hadramut’taki Kinde şehrine yerleştiler. Daha sonraları, burada da duramayan Kindeliler, Medine’ye giderek Demmun’da yaşamaya başladılar.


M.S 400 tarihleri civarında Himyerî devletinin meliki Hasan bin Tubbaa, Kinde Emiri Hucur bin Amr’ı, Maad’daki kabileler üzerine emir nasbederek Kinde beyliğinin kurulmasına sebep oldu.


Kindeliler, M.S. V. asrın ilk yarısında Bekir bin Vâil kabilelerini de kendilerine bağlayarak Necid bölgesinin bir kısmına hâkim oldular.


Kinde emirliği, M.S. 633 yılında Halid bin Velid tarafından zabtedilerek tarihe karıştı. Bu arada şu önemli noktayı da zikretmek gerektir ki, meşhur şair İmru’l-Kays, Kinde emirlerinden biri idi. Kendisi hükümdarlığında, kendine, önceleri “Bütün Arabların Kralı” unvanını vermiş iken, sonraları bu unvana “Dağların ve ovaların” sözünü de eklemiştir.

 



Cahiliye Devri Arabları




Arabların Menşei


Arab ismi, gerek milattan önce ve gerekse milattan sonra, uzun müddet, bedevî ve çapulcu manasına kullanılmıştır. Eski kitabelerin bir çoğunda rastlanan Arab ismi, hep aynı anlamda kullanıldığından, bugün dahi, Arab kelimesi aklımıza geldiğinde, aynı mana hatıra gelmektedir.


Arab kelimesinin kökünden gelen İ’rab kelimesi, bir şeyin esasına vakıf olmak, onu açıklamak, manalarına gelmektedir. Bu anlamdan dolayı Hz. Peygamber’e (S.A.V.) Nebiyyun Arabiyyun, yani hakikati fesahat ve belâgat ile ilan eden veya açıklayan denilmiştir.


Arab kavminin mensup olduğu ırk, Hz. Nuh’un (A. S.) oğlu Sâm’ın nesebidir. Bu nesebin içinde Arâmî (yüksek dağda oturanlar, Süryânî, İbrânî, Keldânî, Himyerî ve diğer bazı kavimler vardır. Aynı nesebin içinde bulunan kavimlerin aynı dilin çeşitli şekillerini konuşmaları tabii olacağından, Arabha şeklinde söylemekte olup, anlamı sahra ve çöl manasına gelmektedir.


Nuh (A.S.)’un oğlu Sâm’ın evlâdından olan Kâhtan’ın beş oğlu vardı. Bunlar Cürhüm, Ya’rüb, Hadramut, Âd ve Uman’dır. Kâhtan’ın babası Âbir, dedesi Şalıh ve onun da babası Efrahşad ve onun da babası Sâm’dır. Hz. Nuh’un diğer oğlu Lâviz’dir. Onun da oğlu İmlik’tir (sonradan) Amalika olarak söylenmeye başlamış ve bu isimle meşhur olmuştur.)


Kâhtan, vaktiyle Yemen’e gelip bir hükümet kurmuş ve adına Devlet-i Kâhtanî’ye denilmişti. Kâhtan’ın lisanı Süryanî iken, sonradan Arabça’yı öğrenerek torunlarına nakletmişti.


Sâmî ırk, milattan önce birinci binin ilk asırlarından itibaren ayrı birer kavim olarak zikredilmeye başlanmıştır. Bu ırkın bir kavmi olan Arabların menşei hakkında birçok görüşler olduğu; diğeri, Hicaz ve Necid olduğudur. Son yapılan araştırmalarda, Arabların menşeinin Güney Arabistan olması fikri, daha çok kuvvet bulmuştur.


Güney Arabistan’da, milattan önce ikinci asırda, ziraat ve ticaret üzerine kurulmuş yüksek bir kültür mevcuttu. Bugün gördüğümüz, onlardan kalma akarsuların tanzimi için yapılan barajlar, setler, müstahkem şehir ve kaleler, gayet muhteşem mabedlerin harabeleri ve anıtlar, Güney Arabistan’da büyük bir medeniyetin varlığını ortaya koymaktadır. Zaman, coğrafî şartlar ve mücadelelerle, bu yüksek medeniyeti Seylü’l-Arm olayından sonra tamamen değiştirmiş ve Güney Arabistan’da oturan Arablar, zaman zaman kuzeye hicret etmeye ve başka kavimlerle kaynaşmaya mecbur kalmışlardır.


Arab kavmini teşkil eden kabileleri, genel olarak üç kısımda mütalaa edebilmek imkânına sahibiz. Şöyle ki:


1- Arab-ı Bâide: Nesli tükenmiş Arablar: Bu Arabları, Cedis, Âd, Semûd, Cürhüm, Ümeym ve Tasim (veya Tasm) kabileleri teşkil ve temsil eder.


2- Arab-ı Âribe: Nesli tükenen Arab kabilelerinden sonra gelmiş bulunan kabileler. Kâhtanî kabilesi bunlardandır. Bunlara halis Arab denir. Ve bunların ekserisi Himyerî lehçesini kullanır. Zira asıl ikametgâhları Yemen idi.


3- Arab-ı Müsta’rebe: Hazret-i İsmail (A.S.)’in neslinden gelen Arablar. Hicazlıları bu kısımda sayabiliriz. Bunlar Âribe Arablarının lisanını kullanırlar. Arab-ı Müsta’rebe sonradan Arablaşmış Arab demektir.


Hz. İsmail, önce Cerhumî’lerden Sa’d El-Amalâki’nin kızı Ceva ile evlenmiş ve ondan sonra ayrılmıştır. İkinci defa, Mühelhel’in kızı Şamme (veya Medad’ın kızı Seyyide) ile evlenmiştir. Bu evlilikten on iki oğlu olduğu rivayet edilmekte ve bunlardan dokuz tanesinin ismi zikredilmektedir ki, bunlar: Sabit, Kaydar, Vasıl, Miyas, Azer, Tima, Katura, Nebş ve Kayduma’dır.


Hz. Peygamber’in ceddi Kusayy bin Kilâb, Hz. İsmail’in büyük oğlu Sabit’in sulbünden gelmektedir.


Bazı tarihçiler, Arab yarımadasındaki Arabları, biri kuzeyde, diğeri güneyde bulunan iki büyük kabileye ayırırlar. Kuzeydekini, Hicaz ve Necid ahalisini teşkil eder ki, bunlar Hz. İsmail’in (A.S.) soyundan türemiştir. Güneydeki, Yemen ve civarındaki ahalidir ki, Sâm ibn-i Nuh’un soyundan türeyen Kâhtanî’lerdir. Bunlar, Yaktan bin Abir nesline mensup bulunuyordu. Kuzeydekine Müsta’rabe, güneydekine Âribe Arabları denilir.


Hazret-i İsmail’in (A.S.) neslinden gelen Arablar ile Arab-ı Âribe’den olan Kâhtanî’lerin birleşmesinden Adnanî’ler meydana gelmiştir. Bunlar, Arab kabilelerinin en asili olarak kabul edilmektedir. Mekke şehrinde oturan Kureyş kabileleri de Adnani’lere mensup kabilelerdir.


Zamanla, gerek Kâhtanîler ve gerekse Adnanîler çoğalarak muhtelif kabilelere bölünmüşler ve her kabile ayrı ayrı birer mıntıkada yerleşmişlerdir. İslâm dininin doğduğu asırda Arabistan’ın muhtelif yerlerinde oturan gerek Kâhtanî ve gerekse Adnanîlerin en meşhur kabileleri şunlardır: Gassan, Tağlib, Cüzam, Kelb, Tayy, Esed, Temim, Hanîfe, Gatafan, Fezare, Sa’d, Evs, Kinde, Süleym, Âmir, Kureyş, Hevazin, Hüzeyl, Kâ’ab bin Rebia, Abdü’l-Kays, Kinâne, Huzea, Sakif, Ezd, Ans, Haris ve Zübyan. Ayrıca, yukarıda zikredilen Arab kabilelerinden başka Medine şehri civarında Nadir, Kaynuka ve Kurayza adlarında Yahudi kabileleri de Arabistan’da bulunmakta idiler.


Bâide Arablarından Âd kavmi, Umman ile Aden arasında Ahkâf denilen yerde otururdu. Medeniyet bakımından oldukça ileri idi. En meşhur hükümdarı, ulûhiyet davasına kalkışan Şeddad idi.


Şam ile Hicaz arasındaki Hacer (veya Hicr) denilen yerde Semûd kavmi otururdu. Kayaları oymak suretiyle kendilerine birçok meskenler yapmışlardı. Medeniyet bakımından Âd kavminden daha ileri idiler.


Gerek Âd kavminin ve gerekse Semûd kavminin hangi tarihler arasında yaşadığı kesin olarak tesbit edilememiştir.


Hicaz bölgesinin kuzeyinde ve Filistin’in güneyinde, Amâlika denilen Arablar yaşarlardı. Rivayete göre, Hicret-i Nebeviyye’den 2800 yıl önce Yemen’den buraya gelmişlerdi. Keldânîler ve İbrânîlerle temaslarda bulunarak medeniyet öğrenmişlerdi. Bu arada Benî İsrail ile Filistin’de birçok savaşlar yapmışlardı. Bugün harabeleriyle meşhur Tedmur şehrinde muntazam bir hükümet kurmuşlardı.


ARABLARDA CEMİYET HAYATI


Arab yarımadasının sakinleri olan Arablar, sivri kafalı, dar yüzlü, alta doğru kıvrık burunlu ve ince vücutludurlar. Arabistan’ın dört bir tarafı tabii manialarla çevrildiği ve iç kısımları da çöl ile kaplı olduğu için yarımadaya sokulmak, hiçbir istilâcının işine yaramayacağından, buna yanaşılmamış ve dolayısıyla Arabistan’daki kabileler kendi örf ve âdetlerini uzun müddet korumuşlardır. Bu itibarla, konuştukları dile de yabancı kelimenin girmesi imkânsızlaşmıştır.


Kuzey Arabistan geniş çöllerle kaplı olduğu için, buranın sakinleri olan Arablar, geçimlerini küçükbaş hayvanlardan ve develerden temin ederlerdi. Çöllerde yetişen az miktardaki bitki örtüsü, kabileler arasında daimi mücadeleler ve hürriyetlerine aşırı derecede düşkünlükleri, yaşayışları üzerinde büyük tesirler yaparak, Arabların göçebe kabileler halinde yaşamalarına sebep olmuştur. Bundan dolayı siyasi bir teşkilât kurmaları pek imkân dahiline girememiştir. Yalnız kan akrabalığı, onların yaşama muhitini tesbit ederdi. Aileler, soylara; soylar da kabilelere bağlanırdı. Kabileler de aralarındaki kan akrabalıklarına dayanarak bütün kavimde bir nesep alakası sistemi meydana getirmişti. Bu akrabalık, en çok kabilelerde kendini hissettirir ve yakın akrabalar, çadırlarını yanyana kurarak kabileyi meydana getirirlerdi. 


HAYATİ ÜLKÜ’nün İSLÂM TARİHİ adlı kitabından alıntılanmıştır.

KAVİMLER GÖÇÜ, DOĞU VE ORTA AVRUPA’DA TÜRKLER

 Kavimler Göçü ve Sonrası




Orta Asya’da Kuzey Hun Devleti’nin yıkılışından sonra (M.S. 216) bazı Türk boyları batı yönünde hareketlenerek Seyhun Nehri’nin batısında, Kuzey Kafkaslar’da ve Dinyeper Nehri civarında yerleşmişlerdir. IV. yüzyıl ortalarında Aral Gölü ile Hazar Denizi arasında yerleşen Hun boyları 374 yılında İtil/Volga Nehri’ne kadar uzanan bölgeye de yerleşmeye başladılar. Aynı dönemde Karadeniz’in kuzeyinde Germen kavimlerinin iki kolu yurt tutmuştu. Bunlardan Ostrogotlar (Doğu Gotları) Don ile Dinyeper Nehirleri arasında, Vizigotlar (Batı Gotları) ise bu coğrafyanın batısında yerleşmişlerdi. Diğer yandan gene Germen kavimlerinden olan Gepitler Galiçya’da, Vandallar ise bugünkü Macaristan’da bulunmakta idiler. Bu dört ana grubun dışında Germen, İranlı, Slav ve benzeri yirmiye yakın topluluk aynı coğrafyanın değişik bölgelerinde varlıklarını sürdürmekte idiler.


Orta Asya’dan kopup gelen Hun Türkleri’nin 374 yılında Balamber/Balamir komutasında bölgeye girerek aynı yıl Ostrogotlar’ın 375 yılında da Vizigotlar’ın devletlerini yıkması bu Germen kavimlerinin batıya göç etmelerine sebep olmuştur. İspanya’ya kadar ulaşan bu büyük göç tarihte “I. Kavimler Göçü” olarak bilinmektedir.



“II. Kavimler Göçü” olarak vurgulanan olay ise V. yüzyıl başlarında Uldız/Yıldız komutasındaki Hun kuvvetlerinin Vandallar’ın bir bölümü ile Vizigotlar’ın İtalya’ya göç etmelerine sebep olan akınlardır.


I. ve II. Kavimler Göçü günümüz Avrupa’sının etnik yapısının şekillenmesinde büyük rol oynamıştır. İspanya’ya göç eden Vandal, Alan, Süeb ve Vizigot toplulukları, İspanya’nın yerli halkı ile karışmak suretiyle bugünkü İspanyollar’ın ilk ataları olmuştur. Aynı şekilde Angıllar ve Saksonlar, Britanya Adaları’na sığınarak buranın yerli halkı ile karışıp İngilizler’in atalarını oluşturmuşlardır.


Roma İmparatorluğu ise Kavimler Göçü sonrasında bu göçten menfi şekilde etkilenmiş, önce 395 yılında Doğu ve Batı Roma olarak ikiye ayrılmış, daha sonra ise Batı Roma 476 yılında yıkılmıştır.


Diğer yandan Kavimler Göçü bir bakıma İlkçağları sona erdirip Ortaçağların başlangıcı olmuştur.

 

Avrupa Hunları



Avrupa’da devlet kuran ilk Türk kavmi Hunlar, Çin kaynaklarının M.Ö. IV. yüzyıldan beri Hiung-nu adı ile kaydettikleri büyük devletin batıya doğru ilerleyen kolları olarak bilinirler. M.S. II. yüzyıldan itibaren Avrupa’nın doğu sınırlarında görünmekle beraber, Yunan kaynaklarında Hunlar’ın adı IV. yüzyıldan beri tanınır. Karadeniz’in kuzeyindeki geniş bozkırlarda yerleşen Hunlar, buradan Kafkasya üzerinden aşarak 359’da İran’a, 363 ve 373 yılları arasında Doğu Anadolu’ya, Urfa’ya ve daha sonra da Anadolu’da Galatya’ya kadar akınlar yaparlar.


Fakat, Avrupa’da ilk şöhret ve korku uyandırmaları, 374-375 yılında Volga’yı geçerek önce Alanları yenmeleri ve daha sonra da Karadeniz’in kuzeyindeki Ostrogot Devleti’ni kendilerine tâbi kılmalarıyla başlar ve kısa zaman sonra da Tuna nehri boylarında görünürler. Bütün doğudan gelen bozkır kavimleri gibi Hunlar da, Tuna ve Tisa Irmakları arasındaki ovalık, sulak ve münbit sahayı yerleşmelerine uygun bir yer olarak seçerler. Zira burası, Karadeniz’in kuzeyinden İç-Asya’ya kadar uzanan uçsuz bucaksız bozkırların son uzantısı idi. Yine bu saha, Galya’ya, Morava’ya, Bizans’a giden yolların da müsait bir hareket merkezi idi. Bu zamandan başlayarak IV. yüzyıl sonunda ve V. yüzyıl başında Bizans ve Batı Roma üzerine akınlar yaparlarsa da, devletin ağırlık noktası hâlâ Güney-Rusya’da ve Don Nehri’nin ötesinde bulunuyordu. Batı Hun ülkelerinin hükümdarı 400 sıralarında Uldız/Yıldız idi, doğuda ise Karaton hüküm sürüyordu. Karaton, 412’den sonra bütün Hunlar’ın hükümdarı olmuştur.



Hunlar, önce Karpatlar havzasında yaşayan kavimlere hâkimiyetlerini tanıtırlar. V. yüzyıl başında ise Hun orduları Pannonia’nın bir kısmını ele geçirir, Roma topraklarına ve Bizans arazisine tehlikeli akınlar yaparlar. Daha sonraki yıllarda İllirya’ya ve Trakya’ya kadar ilerleyen Hunlar, Bizans İmparatorluğu’nu ağır bir vergi karşılığında sulh yapmağa zorlarlar. 428 yılında Franklarla çarpışan Hunlar, buradan Ren nehri boyunca aşağı inmiş ve Britanya’ya geçmişlerdir. Hunlar 430, 435 yıllarında Burgundlarla muharebeler yaparlar. Hun İmparatorluğu’nun bu sıralarda bugünkü Hollanda ve Danimarka arazisine kadar eriştikleri bilinir.


445’de tek başına hükümdar olan Attilâ bütün Pannonia’yı ele geçirir, Tuna Nehri üzerinde bulunan ve Trakya’daki Bizans kalelerini tahrip eder, bu esnada Bizans’a yine ağır bir vergi yükleyen bir antlaşma yapılırsa da, sulh kısa ömürlü olur. Attilâ artık, Ren Nehri kıyılarından Volga Nehri’ne kadar uzanan çok geniş bir devletin hükümdarıdır. Fakat, 447 yılından sonra Batı Roma İmparatorluğu üzerine yönelir. Balkan Yarımadası’nın kuzey tarafı Termopillere kadar Hun akınlarına uğrar. Bizans elçileri bu sırada birbiri ardından Attilâ’nın karargâhını ziyaret ederler.


Attilâ Galya’ya karşı yaptığı 451 yılı büyük seferinden sonra ertesi yıl İtalya üzerine yürüdü. Papa Büyük Leon idaresindeki İtalyan elçi heyetinin ricaları üzerine Po Ovası’ndan geri dönen Attilâ, 453’de anî olarak vefat etti. Attilâ’nın bu beklenmedik ölümü üzerine hem Bizans ve hem de Batı Roma İmparatorluğu geniş bir nefes alma imkânına kavuşuyordu.


Attilâ’nın ölümünden hemen sonra, pek az sayıdaki Hun idareci tabakasının hâkimiyeti altında yaşayan yabancı kavimler ayaklanırlar ve Hun İmparatorluğu yarım asra yakın süren bir hâkimiyetten sonra parçalanır. Attilâ’nın oğulları arasında çıkan iktidar kavgasından faydalanan çok sayıdaki yabancı kavimler ve bilhassa Germenler karşısında Hunlar yenilirler. Hunların bir kısmı Karadeniz’in kuzeyine sığındı. Lâkin Hunların adı ve hatırası hem Bizans’ın hem de Batılıların hafızasında daha uzun zaman yaşadı.


Onogurlar



Avrupa’da Hun İmparatorluğu’nun dağılması sırasında İç Asya’da patlak veren yeni bir kavimler göçü hareketi ile Karadeniz’in kuzeyi Türk kavimlerinin yeni bir istilâsına uğramakta idi. İç Asya’da vuku bulan ve bu kavimler göçü hareketine sebep olan hadiseler hakkında tarihî kayıtlarda güvenilir bilgiye sahip bulunmamakla beraber, 463 sıralarında doğudan ilerleyen Sabirler, Sarogur, Onogur v.s. isimler altında kaydedilen Ogur kavimlerini, Tobol ve İşim Irmakları boyundaki yurtlarından kovar ve bu kavimler Kafkasya’nın kuzeyine giderek orada yerleşirler. Kısa bir zaman sonra bu kavimler Kafkasya’daki yurtlarından Bizans sarayına elçiler gönderir ve onlarla ittifak antlaşması yaparlar. Buna dayanarak Sarogurlar 466’da Akatzirleri yener ve İranlılara karşı da Bizans’ın müttefiki olarak çarpışırlar.


Kaynaklarda, 463 yılında Kafkasya’ya gelen bütün kavimlerden, bu tarihten sonra uzun zaman bahsedilmemesi, Attilâ’nın ölümünden sonra dağılan imparatorluğun Hun artıkları ile Karadeniz kıyılarına dönen İrnek ile ilgilidir. Nitekim, bu tarihten sonra Bizans kaynaklarında bu havalide yaşayan insanlardan Hun veya Bulgar adı altında zikredilir, hatta zamanla Hun adı unutulmağa yüz tutar. Bizanslılar ilk defa 482’de Bulgar adından bahsederler. 499 tarihinden sonra ise Bulgarlar çok kere Bizans hudutlarında görünürler.



Onogurların Bizans ile olan ittifakının uzun ömürlü olmadığı ve bir müddet sonra Makedonya ve Tesalya’ya kadar uzanan Bizans arazisine akınlar yaptıkları bilinmektedir. 588’de, bütün kuzey Karadeniz sahilinde yaşayan diğer kavimler gibi Onogurlar’da Avarlar tarafından boyun eğmeye zorlanırlar. 568’de bütün memleketin Batı Kök-Türk Devleti’nin hâkimiyeti altına girdiği anlaşılmaktadır. Nitekim Kök-Türk Kağanı, 576’da Onogur kabilelerini hâkimiyeti altına aldığından bahseder. VII. yüzyılın başında Maeotis sahilinde kurulan ve kısa ömürlü olan Bulgar Devleti’nin kurucularının çoğunluğunu da Onogurlar teşkil ederlerdi.


VII. yüzyıl başında Onogurlar’ın reisi Kobrat, Bizans imparatoru Herakliyos’un da yardımı ile Kök-Türk hâkimiyeti altından kurtulmayı başarır. 626 yılında Herakliyos zamanında Avarlar, hâkimiyetleri altındaki Bulgar Türkleri ile ittifak hâlinde Bizans’ın başşehrini muhasara altına almışlardı. Halbuki henüz Kafkasya ve Karadeniz sahilinde yaşayan Bulgar Türkleri ise, Avar hâkimiyetinden kurtulmayı tasarlamakta idiler. VI. yüzyıl sonlarında Bizans’ın Karadeniz ve Maeotis kıyısındaki arazisi, Kök-Türklerin tehdidi altında bulunuyordu. Kök-Türkler, Onogur-Bulgarlar için de büyük bir tehlike teşkil etmekte idiler. Bu ortak tehlike, Herakliyos ile Kobrat’ı birbirine yaklaştırmış ve Bizans ile varılan antlaşma sonunda Kobrat, dağınık ve birçok siyasî nüfuz bölgelerinde yaşayan Onogurların büyük bir kısmını kurtararak Kafkasya’nın batısında büyük Onogur-Bulgar Devleti’ni kurmağa muvaffak olmuştur. Bu devletin giderek Karadeniz’in kuzey sahillerini hâkimiyeti altına aldığı anlaşılıyor ve bu esnada Don Nehri’nin batısında yaşayan Kutrigurlar da Kobrat’ın devleti içine alınıyorlar. Orta Avrupa’ya kadar yayılan diğer Bulgar kavimlerini kazanmak mümkün olamamış ise de, bu münasebetle Avarların hâkimiyeti altından bir kısım Bulgar kavimleri kurtarılmışlardır. Bu hadiseden sonra Onogur-Bulgar devletinin gelişmesi hakkında fazla bilgiye rastlanmamakla beraber, bu sıralarda Bizans tesiri altında bir kısım Bulgar kavimlerinin Hıristiyanlığa girdiği ve bunlar için Kafkasya’nın batısında bir Onogur Piskoposluğu tesis edildiği ve kaynaklarda VIII. yüzyılda dahi zikredildiği görülür.

Kobrat’ın kurduğu devletin Kobrat’ın ölümünden az sonra, bu defa doğuda Kök-Türklerin halefi olarak yeni bir devlet kuran Hazarlar’ın hücumuna uğrayarak bölündüğü kanaati hâkimdir.


Utrigurlar ve Kutrigurlar



463’de Sabirler’in önünden kaçarak Utrigur ve Kutrigur adındaki iki Türk kavminin daha, Karadeniz’in kuzeyine geldiği kaydedilir ve bunlar akraba soylardır. IV. yüzyıl başında Utrigurlar Don Nehri’nin doğusunda ve Kutrigurlar da batısında yerleşmiş bulunurlar. Bizans kaynaklarında çok kere Hun adı ile de zikredilen Kutrigurlar, sık sık Bizans İmparatorluğu arazisinin derinliklerine kadar akınlar yapar ve süratli hareket kabiliyetine sahip bulunan ve aslında 5-6 bin kişiyi geçmeyen bu akıncılar karşısında Bizans makamları aciz kalmış ve onlara ancak büyük meblağlar ödemek suretiyle kısmen zararsız hâle getirmeği denemiştir. 530 yıllarında Bizans kumandanı maruf Belizar’ın ordusunda ücretli asker olarak çalıştıkları bilinen Hunların bu Kutrigurlar olması gerekir. 550’de Longobardlara karşı kendilerinden faydalanmak maksadıyla Gepidlerin teşvik ettiği 12 bin kadar Kutrigur atlısı, Bizans’ın Balkan eyaletlerini tahrip ederler. İmparator Justinianus, büyük bir meblağ karşılığında 551’de Don Nehri’nin doğusunda oturan Utrigurlar’ı bu Kutrigurlar üzerine saldırtır ve bu esnada Kutrigurlar ağır bir yenilgiye uğrarlar. Bu hadiseden sonra, 2 bin Kutrigur ailesinin Bizans’ın Trakya eyaletine yerleştirildiği nakledilir. 558’de 7 bin kadar Kutrigur, Anastas surlarını aşarak İstanbul önlerinde göründüğü zaman şehir halkı paniğe kapılır. 559’daki büyük bir akın esnasında Kutrigurlar, Termopillere kadar inmeğe muvaffak olurlar. Justinianus, bir defa daha büyük meblağlar karşılığında bu Türk boylarından sulh satın almağa mecbur olmakta ve tekrar Utrigurları, Kutrigurlara karşı harekete geçirmektedir. 560’da Utrigurlarla Kutrigurların büyük bir kısmı Avarların hâkimiyeti altına girer ve Avar hükümdarı, o zamana kadar Bizans’ın sulhu sağlamak maksadıyla bu boylara ödediği paranın kendisine ödenmesini ister. Kutrigurların bir kısmı, Avarlar tarafından yeni işgal ettikleri araziye sürüklendiler. Nitekim, 568 yılında Avar Kağanı’nın Dalmaçya’ya karşı 10 bin Kutrigur akıncısı yolladığı anlatılır. Eski yurtlarında kalan Kutrigurların ise, 576 yılında Kök-Türk hâkimiyetini kabul ederek Kırım yarımadasındaki Bosfor şehrinin zaptına katıldıkları görülür. Bu aynı Kutrigurlar, VII. yüzyıl başında Maeotis kıyılarında kurulan Büyük Bulgar Devleti’ne dâhil olurlar. Fakat yine de, Kutrigurlardan bir kısmının Tuna Bulgar Devleti’nin kurucuları arasında bulundukları nakledilir.

Kutrigurların dilinden kalan pek az malzeme, bunların büyük Türk kavimleri camiasından olduklarını göstermektedir.


Tuna Bulgarları



Oluşumunda ağırlıklı olarak Ogur Türk boylarının yer aldığı devlet Asparuh tarafından kurulmuştur. 679-702 yılları arasında Bulgar Kağanı olan Asparuh, 681 yılında Bizans Devleti ile yaptığı antlaşma ile Tuna Bulgar Devleti’nin resmen tanınmasını sağlamıştır. Asparuh’tan sonra tahta geçen Tervel Han (702-713) zamanında Bizans, Tuna Bulgar Devleti’ne vergi vermekle mükellef bir konuma düşecektir. Tervel Han’dan sonra bir ara sarsıntı geçiren Tuna Bulgarları, Kurum Han (804-814) ile en güçlü dönemine ulaşmış, Macaristan ve Transilvanya işgal edilmiş, Niş ve Belgrat Kaleleri de Tuna Bulgarlarının eline geçmiştir. Kurum Han 814 baharında Filibe ve Edirne üzerinden Bizans üzerine yürüdü ise de bir entrika sonucunda 13 Nisan 814 tarihinde zehirlenerek öldü. Böylece Bizans Türk Bulgar tehdidinden kurtulmuş oldu. Omurtag Han (814-831)’dan sonra ülkede Türk Bulgar nüfusunun az oluşu Tuna Bulgarlarının Slavlaşmasına sebep oldu. Daha sonra sırasıyla Malamir/Balamir (831-836), Presiyan (836-852) ve Boris Han (852-889) başa geçti. Boris Han zamanında Bizans üzerinden Hıristiyanlığı kabul eden Tuna Bulgarları Ortodoks mezhebini kabullenerek X. yüzyıldan itibaren Bizans egemenliğini kabul etmek zorunda kaldılar.



İtil/Volga Bulgar Devleti



Tuna Bulgar Devleti’nin yıkılmasından sonra İtil-Çolman (Volga-Kama) bölgesine çekilen Bulgar Türkleri, burada yurt tutan Utrugurlar ile birlikte buranın yerli halkı olan Fin-Ogurları egemenlikler altına alarak İtil/Volga Bulgar Devleti’ni kurdular. Devletin kuruluş yılları hakkında fazla bilgimiz yoktur. Ancak komşuları Rus Knezlikleri ile yaptıkları mücadeleler hakkında verilen bilgiler doğrultusunda İtil Bulgarları hakkında bilgi edinebiliyoruz. Bölgenin önemli ticaret yolları üzerinde bulunması, verimli toprakları, otlakları, ormanları vb. gibi zenginlikleri dolayısıyla ticaret, tarım, denizcilik, kürk yapımı ve ticareti ile dikkati çeken İtil Bulgarları bir ara Kafkasya ile Karadeniz’in kuzeyine hâkim olan Hazar Türk Devleti’nin egemenliği altında da kalmıştır. Cengiz Han İmparatorluğu’nun bölgede egemen olmasına kadar 6 yüzyıl bölgede varlığını devam ettiren İtil Bulgarları, İslâmiyet’i kabul eden ilk Türk boylarındandır. İtil Bulgar Hanı Almış, Bağdat Halifesi’ne başvurarak kendilerine İslâmiyet’i öğretecek bilginler istemiş ve İbn Fadlan başkanlığında bir İslâm heyeti bölgeye gelerek bu Türk boyunun İslâm dinine girmesini sağlamıştır. 1237 yılında Cengiz orduları ile İtil Bulgar Devleti yıkıldı ise de bu devleti oluşturan Bulgar Türk toplulukları Cengiz ordularıyla gelen diğer Türk boylarıyla karışarak Altınordu Devleti’nin bir parçası olmuşlardır. Günümüzdeki Tataristan halkı, Kazan Tatarları olarak bilinen Türk topluluğunun ata-babaları İtil Bulgarlarıdır.



Prof. Dr. Abdulhaluk Mehmet ÇAY


İSLAM ÖNCESİ TÜRK DEVLETLERİ SİYASİ YAPISI

 Türklerde devlet fikri ve devlet kurma faaliyeti; gök, yer ve insanoğlunun yani evrenin yaratılışı ne kadar geriye gitmektedir (Bedirhan, 2004: 216). Göktürk yazıtlarında Bilge Kağan atalarının devlet kurma faaliyetlerden şöyle bahsetmiştir: “Üste mavi gök, altta yağız yer yaratıldığında ikisinin arasında insanoğlu yaratılmış. İnsanoğlunun üzerine atam Bumin Kağan ve İstemi Kağan(kağan olarak) oturmuşlar, oturduktan sonra, Türk Milletinin devleti ve töresini idare etmiş ve düzene koyuvermiştir.”(Aktaran: Ögel, 2016:36)


İslamiyet’ten önce Türkler devlete “el” ya da “il” adını vermişlerdir.(devlet kelimesi Müslüman olunduktan sonra kullanılmaya başlanmıştır.) Devlet kurmayı, “illemek”, devleti yönetmeyi “il tutmak”, devletsiz kalmayı da “ilsiremek” terimleriyle adlandırmışlardır (Bedirhan, 2004: 216). Devleti daima töre ile birlikte düşünüyor ve töresiz devlet olmayacağına inanıyorlardı (Tozlu, 2005: 309).


Türk ilinin amaçları; halkı mutlu etmek, dışa karşı vatanı ve milleti korumak, yurt edinmek, adaleti ve barışı sağlamak ve halka hizmet sağlamak şeklinde özetlenebilir (Özdemir, 1999:171). Devlet bu amaçları gerçekleştirmek için kurulur ve evrensel(universal) bir mahiyettedir. Türk ili içerisinde sadece Türkler bulunmamakta ve diğer topluluklar dışlanmamaktadır. Eski Yunan ve Çin’de de bu anlayışa benzer görüşler bulunmaktaydı, fakat eski Yunan’da bu fikir sadece polis sınırları içerisinde kalmıştı. Çin’de ise devleti kuran ve kuralları (gökteki düzen Tao) oluşturan Tanrı idi. Yani devlet ilahi bir nitelik kazanıyordu. Ancak Türkler de devleti kuran kağandı. Töreyi de kağan oluşturuyordu (Ögel, 2016: 33-37).

Kısaca Türk ili birleşmiş halkı ile, idari ve hukuki düzeniyle vatanını koruyan ve milleti barış, huzur ve refah içerisinde yaşatan bir organizasyondur (Kafesoğlu, 1998:233).


Siyasi Yapı


İslam öncesi Türklerde toplumsal yapı; aile, boy, beyler birliği ve devlet şeklindeydi. Sosyal ve siyasal olgunluk ailelerden başlamakta ve bütün beylerin birleşmesiyle nihai halini almaktaydı. Boylara ait bölgeleri beyleri idare ediyordu ve bu boyların birisinden devleti yöneten hükümdar çıkıyordu (Tozlu, 2005: 207). Buradan hareketle Türk ili ve toplumu iç içe geçmiş halkalara benzemektedir. Dışardaki en büyük halka devlettir ve diğer halkaları kapsamaktadır. Şayet bu halka dağılırsa diğer halkalar bağımsız hale gelmektedir (Türkdoğan, 2014: 77).


Türk tarihine bakıldığında; devletin millet, barış, hizmet ve insanlık için ortaya çıktığı anlaşılmaktadır. Nitekim Mete Han Çin İmparatoruna gönderdiği mektubunda eli yay tutan bütün milletleri birleştirdiğini anlatmıştır. Aynı zamanda bir Çinlinin Hun veziri olması, Türk olmayan Maniah adlı kişinin Göktürk kağanı tarafından Bizans’a gönderilmesi bu görüşü destekler niteliktedir. Ayrıca Türk hükümdarları sadece Türk halkına karşı değil, Türk olmayan unsurlara ve hatta bağlı olan devletlere karşı da vazifeliydi (Ögel, 2016:132).


Türk devlet siyasi yapısında başlıca görevliler ve kurumlar; hükümdar, hatun, veliaht, kurultay, hükümet olarak sayılabilir.


Hükümdar


İslamiyet’ten önceki Türk devletlerinin başında bir hükümdar bulunurdu. Hükümdarlar “Tan-Hu”, “Kağan”, “Han”, “Yabgu”, “İlteber” gibi çeşitli ünvanlar kullanmışlardır. Bu ünvanlardan en yaygın kullanılanları “Han”, “Kağan” ve “Hakan” idi. “Kağan” ünvanı evrensel hakimiyet manasındadır (Kafesoğlu, 1998: 267).


Hükümdar, hem devletin başı hem de toplumun lideri konumundaydı. İlk vazifesi milletini refah ve barış içinde özgür olarak yaşatmaktı (Roux, 1997: 99). Bunun yanında, asker toplamak, orduyu ve toy meclisi yönetmek ile devletin idari, iktisadi ve kültürel meselelerinden de sorumluydu. Bununla birlikte kurultayda kanun teklif edebildiği gibi aynı zamanda kendisi de kanun koyabilirdi. Ayrıca en büyük yargıç konumundaydı ve bu sıfatla yüksek mahkemeye başkanlık etmektedir (Aktaran: Kaşıkçı, 2002: 891). Bu açıdan hükümdar yasama, yürütme ve yargı yetkilerinin büyük bir kısmına sahiptir. Bu kadar çok görevi olması nedeniyle hükümdarda çeşitli özelliklerin var olması beklenmekteydi. Aranan ilk özellik cesur bir alp(kahraman) olmasıydı. Çünkü hükümdar, Türk topluluklarını bir arada tutmak, savaşlarda zafer kazanmak, güvenliği sağlamak ve fetih gibi işlerde başarılı olmak için cesur ve alp olması gerekliydi (Bedirhan, 2004: 230). Sadece cesur ve alp olması yetmiyor, bilgelik ve erdemli olma da aranıyordu.


Kısaca hükümdar devletin iç ve dış siyasetini düzenler; orduya komutanlık eder; yüksek mahkemeye ve meclise başkanlı eder; dış ilişkileri yürütme amacıyla elçiler gönderip, elçiler kabul eder; devlet görevlileri atar ya da görevden alırdı. Neredeyse tam otoriteye sahip olan hükümdarların yetkisi sınırsız değildi (Şahin, 1999: 24). Töre adı verilen ortak idari ve hukuki düzen ile hükümdarın faaliyetlerini kontrol eden meclisin varlığı nedeniyle hükümdar bir monarka ve ya askeri diktatöre dönüşmemiştir (Türkdoğan, 2014: 145).


Eski Türk devletlerinde hükümdarın “kut”a sahip olduğuna inanılırdı. Tanrı kut ile Türk hükümdarına siyasi iktidar bahşediyordu (Koca, 2002a: 828). Kut aslında kişiye değil aileye verilmekteydi. Bu nedenle hükümdarların hepsi kendi ailesini Oğuz Han sülalesine dayandırmaktaydı (Turan, 2009b:121). Kutun aileye verilmesi nedeniyle hükümdar demokratik usullerle kurultayda seçilirdi. Böylece tanrının kutu ona nasip ettiğini ve devletin meşru hükümdarı olduğuna inanılıyordu (Bedirhan, 2004: 230).


İslam öncesi Türk devletlerinde karizmatik (yetki ve kudretin Tanrı tarafından verildiği) tip hükümdarlık anlayışı olduğunu söyleyebiliriz. Bu nedenle egemenliğin kaynağı ilahidir (Ögel, 1991: 264). Nitekim Mete M.Ö. 176 yılında Çin imparatoruna yazdığı mektuptaki “Gök tarafından tahta çıkarılmış Hunların Büyük Hakanı” ile “Ben Tanrı”ya benzer Gök tarafından tahta çıkarılmış Bilge Kağan” ifadeleri hükümdarın tanrı istediği için tahta oturduğu inancını göstermiştir (Ögel, 2016: 217). Ancak hükümdarlığın kaynağının ilahi olmasına rağmen hiçbir dönemde Türk hükümdarlarının masumluk sıfatına sahip olamamışlardır. Teokratik devletlerde görülen masumluk sıfatı; Tanrının egemenlik yetkisi verdiği hükümdarın hata yapmayacağını belirtiyordu (Köseoğlu, 1998: 75).


Türk hükümdarları kutsal sayılmasına rağmen asla insan üstü bir varlık olarak görülmemiştir. Dolayısıyla Çin’deki imparator gibi Türk hükümdarları Tanrının oğlu olarak kutsallaştırılmamıştır. Hem kendisi hem de halk hükümdarın bir insan olduğunun farkındadırlar. Nitekim Avrupa Hun ve Bizans heyetleri arasındaki görüşmelerde, Bizanslıların imparatorlarının Tanrı olduğunu iddia etmelerine Hunlar kahkahalarla gülerek bir insanın Tanrı olduğunun iddia edilmesinin terbiyesizlik olarak addederek görüşmeleri terk etmişlerdir (Kafesoğlu, 1998: 256). Hükümdarın insan olarak görülmesi ona çeşitli görevler yüklemiştir. Hükümdar halkın birliğini sağlama, halkı doyurma ve giydirmekle görevlidir. Nitekim bu görevleri yerine getiremeyen hükümdar hakkında Tanrı “kut”u geri aldı diye iktidardan alınan ve hatta öldürülen hükümdarlar bulunmaktadır (Çandarlıoğlu, 2003: 95).


İslam öncesi Türk devletlerinde hükümdarın idare etme yetkisini belirten bazı sembolleri bulunmaktaydı. Bunlar, Otağ(hükümdar çadırı), Tuğ(kurt başlı sancak, bayrak), Örgün(altın taht), kotuz(börke takılan hükümdarlık sembolü), davul ve yay gibi sembollerdi. Bununla birlikte hükümdarın belirli zamanlarda ve törenlerde halka resmi ziyafet vermesi de hükümdarlık şartıydı (Günal, 2004: 112).


Hatun


Türk devletlerinde hükümdar eşleri “katun”(hatun), “Yin-çü” ve “Uluğ hatun” ünvanlarını kullanmışlardır. Bunlar en fazla kullanılanı ise hatun idi. Hükümdar ile birlikte hatun da halka tanıtılırdı. Nitekim Orhun Kitabeleri’nde İlteriş Kağan ile birlikte İlbilge Hatun’un tahta geçişinden bahsedilmektedir (Aktaran: Ögel, 2016: 45).


Türk devlet geleneğinde hatunlarda yönetimde söz sahibiydi. Hatun devlet adamı gibi eğitilir ve yetiştirilirdi (Günal, 2004: 112). Ayrı sarayları ve askerleri vardı. Devlet meclisine katılır, elçi gönderir ve elçi kabul ederlerdi (Çandarlıoğlu, 2003: 96). Ayrıca aralarında devlet siyasetine yön verenler, devlet başkanlığı yapanlar ve vekil olarak devleti idare edenler bulunmaktadır. Nitekim Hatun; Göktürk, Uygur ve Sibir devletlerinde hayati bir rol oynamıştır. Hatun gelecekteki hükümdarın annesiydi. Bu yüzden Türk soyundan gelmesine özel önem verilmekteydi. Hükümdarın Hatun’dan başka eşleri de bulunmaktaydı. Örneğin Çinli bir prenses ile evlenmek bir gelenekti. Ancak bu prensesten olan çocuklar (Göktürklerin sonuna kadar) taht üzerinde iddia edemezlerdi (Kafesoğlu, 1998: 270).


Veliaht


Eski Türk devletlerinde hükümdarın veliaht atadığı görülmektedir. Veliaht olabilmek için sadece hanedan içerisinde olmak yeterli olmamakta, annesininde Türk soyundan gelmesi gerekliydi (Bedirhan, 2004: 225). Ancak Göktürklerin son dönemlerinde ve Uygurlarda annenin yabancı olması veliahtlık için bir engel görülmemiş ve bu veliahtlar hükümdar olmuşlardır (Kafesoğlu, 1987: 19).


Hükümdarın veliaht ataması, onun hükümdar olacağı anlamına gelmezdi. Bununla birlikte büyük oğulun da hükümdar olması kesin değildi. Nitekim Asya Hun Devleti tarihinde büyük oğulun hükümdar olması, küçük kardeşlerinin hükümdar olmasından daha az görülmüştür (Kafesoğlu, 1998: 270). Nitekim hükümdar olacak veliahtın başarılı ve çeşitli yeteneklere sahip olması ön planda tutulurdu; yani liyakate önem verilirdi. Diğer yandan Tanrı tarafından hükümdara verilen yönetme hakkının(kut’un), kan vasıtasıyla hükümdarın diğer evlatlarına da geçtiği sebebiyle her veliaht tahta hak iddia etmesine sebep olmuştur. Bu nedenle, taht mücadelesi; üstün gelen tarafın hükümdar olmasına kadar devam ederdi (Günal, 2004: 113). Ancak Türk devlet geleneğinde görülen bu mücadeleler devleti zayıflatır ve parçalanmasına da neden olurdu.


Kurultay (Toy)


Kurultay, Türkçe “kurul” ile Moğolca “tay” ekinin birleşmesiyle oluşan bir kavram olup danışma meclisini ifade etmektedir. Aynı zamanda bu meclise Toy adı da verilmekteydi (Bedirhan, 2004: 233). Mete Han döneminden itibaren Türk devletlerinde önemli bir kurum olmuştur. Başlangıçta dini, bayram, yeme-içme, yarışma gibi nedenleri de ifade eden devlet toplantısıydı (Ögel, 2016: 100).


Kurultayda yönetim ile ilgili askeri, siyasi, iktisadi kültürel sorunlar görüşülür ve karar verilirdi. Genellikle yılda üç kere kurultay toplanırdı. Yıl başında ya da Ocak ayında hükümdarın otağında ilk yani küçük kurultay yapılırdı. Küçük kurultay halkın katılımı ile Beylerin seçildiği ve Boy meselelerinin görüşüldüğü kurultaydı (Kafesoğlu, 1987: 19). Büyük Kurultaylardan ilk Mayıs ayında yapılırdı. Bu toplantıda töreye yeni kurallar eklenir ve ülkenin meseleleri görüşülüp karara bağlanırdı (Özdemir, 1999: 89). Diğer büyük kurultay; savaş ve sayım kurultayı da denebilir, Eylül ayında yapılırdı. Bu kurultayda devletin kaynakları ve insan gücü sayımı yapılırdı. Büyük kurultaylara beyler, yüksek dereceli devlet memurları, devlete bağlı kralların katılmaları zorunluydu. Bu törene katılmamazlık, isyan ve itaatsizlik anlamına geliyordu (Ögel, 2016: 101).


Bu genel kurultayların dışında milletin hayatını etkileyen olaylarda (devlet kurulması, göç, barış yapma, isyan etme, tabi olma vb.) zamana bakılmadan kurultay toplanırdı. Ayrıca bu kurultaylarda askeri ve siyasi meselelerin yanında devleti ilgilendiren her türlü konu görüşülürdü (Özdemir, 1999: 90-91). Kurultaya hükümdar başkanlık ederdi. Ancak hükümdarın katılmadığı kurultayı Ayguci başkanlık ederdi ve aynı zamanda kurultayı toplama yetkisine de sahipti.


Kurultay geleneği eskisi kadar önemli olmasa da Türk İslam devletlerinde de devam etmiştir. Nitekim Tuğrul Bey ve Osman Gazi’nin hükümdar olarak seçilmesinde kurultayın varlığı görülmektedir (Özdemir, 1999: 91).


Ayuki (Hükümet)


Eski Türk devletlerinde topraklarının genişliği nedeniyle toy üyelerinin toplanması çok zordu. Çünkü toy üyeleri devletin farklı bölgelerinde görevleri nedeniyle çalışıyorlardı. Bununla birlikte alınan kararların uygulanması amacıyla bir kurula gereksinim duyulmuştur (Kafesoğlu, 1998: 264). Nitekim Çin ve Bizans kaynaklarında bugünkü bakanlar kurulu anlamında; devletin idaresini ve dış ilişkilerini düzenlemek amacıyla devlet yetkililerin bulunduğu görülmektedir (Özdemir, 1999: 91). Hükümet şeklindeki bu örgütlenmeye Eski Türkler Ayuki adını vermişlerdir. Bu oluşum hükümdarın devlet yönetiminde en önemli yardımcısıdır (Bedirhan, 2004: 234).


Ayuki, Buyruklar ve Ayuçiden oluşmaktaydı. Buyruk; Ayuki üyelerine denir ve bakan manasında kullanılmıştır. Nitekim Göktürk ve Uygur döneminde Çin kaynaklarına göre 9 buyruk bulunurdu (Kafesoğlu, 1998:264). Ayguçi; buyrukların içinde en yüksek rütbedeki baş vezirdir. Ayuki’ye başkanlık eder; ayrıca hükümdarın katılmadığı Kurultay’ları da yönetirlerdi (Bedirhan, 2004: 234). En tanınmış Ayguçiler genellikle hanedanla ilişiği olmayan ve halk tarafından sevilen kişiler arasından atanmıştır. En tanınmış Ayguçiler Tonyukuk(Göktürk) ile Kutlug(Uygur)’dur (Kafesoğlu, 1998: 265).


Yukarıda anlatıldığı üzere İslam öncesi Türk devletleri siyasi yapısında üç farklı kurumun bulunduğu görülmektedir. Hükümdar, Kurultay ve hükümetin birbirinden farklı görevleri bulunmaktadır. Ancak hükümdar Tanrı’dan aldığı kut nedeniyle halktan ve devletten birinci derecede sorumludur. Bu yüzden idari, iktisadi, kültürel ve yargı konularında yetkilerin büyük bir kısmını kendisi kullanıyordu. Bakanları atıyor, kurultaya başkanlık ediyor ve törenin kurumsallaşmasını sağlıyordu. Ayrıca orduya başkomutanlık etmesi ve askeri karaktere sahip olması otoriterleşmeye yardım ediyordu. Fakat hükümdarın bu niteliklerine rağmen Eski Türk Devletlerinde hükümdarların bir otoriter gibi devleti yönetemediğini belirtmemiz gerekmektedir. Türklerdeki sosyal devlet anlayışı yani devletin halka yedirip, içirip, doyurması; hükümdarın halkın güvenini kazanması ve sevilmesi; zorla hükümdar olana halkın sırt çevirmesi otoriterleşmeyi ilk önleyen nedenlerdi. Bununla birlikte törenin oluşturduğu hukuki düzen ve hükümdarın icraatlarını denetleyen ve hatta hükümdarı görevden alabilen bir kurultayın bulunması otoriterleşme ve keyfi uygulanmanın önüne geçen en önemli engellerdi. Bu durum İslam öncesi Türk devletlerinde ne tam bir monarklığın ne de tam bir kuvvetler ayrılığının bulunduğunu göstermiştir. Son olarak Kut’un aileye verilmesi bir taraftan hanedandaki en yetenekli kişinin hükümdar olmasına yol açarken diğer taraftan da devleti zayıflatan bir iktidar mücadelesini de simgeliyordu. Özellikle ikili teşkilat yapısının bulunması iktidar mücadelesi olasılığını arttırıyordu (Kafesoğlu, 1998: 265). Bu mücadele eski Türk devletlerinin kanayan yarası olmuştur. Bir çok Türk devletinin kurulması, bununla birlikte devletlerin kısa ömürlü olması bu durumun bir sonucu olduğunu göstermiştir.


Alıntıdır.

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak