17 Kasım 2022 Perşembe
Çin'de Afyon Savaşları ve Taiping isyanı
Qing (Mançu) Hanedanlığı zayıflarken , Çin yabancı güçlerin karşısında korumasız kalmıştı. iç savaş ve isyan ülkenin ekonomisini harap ederken, milyonlarca insanın hayatını da kaybetmesine neden oldu.
18.yüzyılın başlarında İngiliz tüccarlar Çin' de ticareti arttırdılar.
Çin ipeği ve çay karşılığında, Hindistan'dan Çin'e yasadışı afyon aktarımı yapıyorlardı. ingiliz elitleri arasında çok popüler olan ve dizanteriye karşı kullanılan afyon çin'de de yaygındı. Bu ticareti engellemek isteyen Çinliler 20.000 sandık afyonu ve depolardaki 42.000 tütün çubuğunu yaktılar. Bunun üzerine İngilizler 16 savaş gemisi göndererek Kanton'u (Guangzhou) kuşattılar. 1842 yılında Sanghay'ı ele geçirdiler. Savaş Nankin Antlaşması ile son buldu ve Hong Kong İngilizlere bırakıldı.
ikinci Afyon Savaşı (1856-1860) Qing yöneticilerinin Nankin Antlaşması'nda daha olumlu koşullar olması için yeniden görüşmeyi reddettiklerinde başladı. Bu kez Fransızlar, İngilizlere saldırıda eşlik ediyorlardı. Pekin ele geçirildi. Çinliler 1860'ta, on yeni Batı ticaret merkezi açan Tianjin Antlaşması'nı imzalamak zorunda kaldılar.
Bu arada Mançular bir dizi köylü isyanı ile uğraşıyorlardı. isyanlar kısmen Qing Sarayı'ndaki yozlaşma, kısmen de nüfus artışı ile ilişkiliydi (1850 'ye gelindiğinde Çin'in nüfusu 450 milyona ulaşmıştı). Bu olaylar 1850 yılında Hong Xiuquan Çin'i Mançu yönetiminden kurtarmak için isyan ettiğinde doruk noktasına çıkmıştı.
1 milyonluk bir asi ordusu Nankin'e doğru ilerledi . Asiler 1853 ' te Nankin'i ele geçirdiler. Burada "Taiping Kutsal Krallığı”nı kurdular. Derken isyan diğer 15 eyalete yayıldı. İngiliz ve Fransız güçlerinin yardımıyla, Taiping 1864 yılında geri alındı. Sonunda isyan bastırılabildi. isyan asker ve sivillerden oluşan yaklaşık 20 milyon insanın hayatına mal olmuştu (Tarihin en yıkıcı iç savaşıydı). Bütün kasaba ve köyler tahrip olmuştu. Qing Hanedanlığı eski otoritesini asla yeniden tesis edemedi.
Alıntıdır.
İslam'ın Doğuş Yılları
İslam'a Çağrı
Hz. Muhammed (s.a.v), (20 Nisan 571'de) Rebiülevvel ayının 12'sinde Mekke'de (Kabe yakınlarında, günümüzde kütüphane olan bir evde) doğmuştur. Babası (Abdülmuttalib'in oğlu Abdullah) kendisinin doğumundan önce ölmüştür. Doğumundan 6 ay sonra da annesi Vehb'in kızı Amine vefat edince büyükbabası Abdülmuttalip kendisini himayesi altına almıştır.
Abdülmuttalip Kabe'ye ait görevlerden olan hacılara su ve yiyecek dağıtımı işlerine bakıyordu. Kureyş kabilesi arasında çok seviliyor, yüce ve saygın bir konumda bulunuyordu. İki yıl sonra dedesi de ölünce, Hz. Muhammed'i (s.a.v), Kureyş'in büyüklerinden olan amcası Ebü Talib himayesine aldı. Ebü Talib de halk arasında oldukça saygı duyulan bir kişiydi. Hz. Muhammed (s.a.v) onun evinde öz çocuğu gibi büyümüştür. Ebü Talib diğer Kureyşliler gibi ticaretle uğraştığından ticarete çıktıkça yolculuklarında Hz. Muhammed'i (s.a.v) beraberinde götürürdü. Hz. Muhammed (s.a.v) daha küçükken doğruluk, dürüstlük, zeka ve temiz düşünceleriyle ünlenmiş ve herkesin yanında "emin" (inanılır, güvenilir) lakabıyla çağrılır olmuştu. Peygamberin bu yüce özelliklerle şöhret bulması üzerine, kendisinin bu yüksek ahlakını duyan, servet sahiplerinden ve aynı zamanda ticaretle uğraşan Huveylid'in kızı Hz. Hatice kendisine mallarını emanet ederek onunla ticaret yapmasını önermiştir.
Hz. Muhammed (s.a.v) Hatice'nin sermayesiyle ticaret yapmış ve ticarette çok başarılı olmuştur. Ticaretteki dürüstlüğüne şahit de olunca, Hz. Hatice'nin Hz. Muhammed'e hayranlığı daha da artmıştır. Bu ticari ilişkiler sırasında birbirlerini daha yakından tanıyan Hz. Muhammed ile Hatice arasında duygusal bir bağ kurulmuştu. Hz. Hatice, kendisine evlenme teklifinde bulunmuştur. Bu bağ iki büyük insanın evlenmesiyle sonuçlanmıştır. Hz. Muhammed Hatice ile evlendikten sonra da onun sermayesiyle ticarete devam etti. Gerek Hz. Hatice'nin serveti ve gerek kendisinin çalışma ve gayretiyle durumunu iyice düzelterek servet sahipleri arasına girdi. Gerçekten herkesin saygı ve sevgisini kazanmıştı. 40 yaşına vardığında halvet (yalnız kalma) ve ölçülü yaşamayı benimseyerek, zühd ü takvayı (dünya zevklerinden el etek çekip kendini günahlardan koruma) seçenler gibi halktan uzaklaşmaya, dağlarda, vadilerde vakit geçirmeye başladı. Söz konusu yılın ramazanında Hatice ile beraber Mekke'den 3 mil uzaklıkta bulunan Hira Dağı'nda bulunuyordu. Bu ayda ilk vahiy ve ilham rüyası gerçekleşti. Derhal eşi Hz. Hatice'ye giderek Cebrail'in kendisine göründüğünü "ikra' b'ismi rabbike'llezi halak"* ayetini okumayı emrettiğini, ayeti okuduğunu dağın yukarısına doğru çıktığında gökyüzünden kendisine "Ey Muhammed sen Allah'ın elçisisin!" diye bir ses işittiğini, kendisini bir korku ve ürperti kapladığını söyledi. Hatice'nin Varaka b. Nevfel adında oldukça bilgili ve kültürlü bir amcaoğlu vardı. Eski kitapları okumuş araştırmış Tevrat ve İncil'i bilenlerle, yani Musevi ve İsevilerle ilişkilerde bulunarak söz ve yorumlarını öğrenmişti. Varaka, dinler ve Peygamberler hakkında Mekke'de geniş bilgisiyle ün kazanmıştı. Hatice Varaka'nın yanına gitti Peygamber'in durumunu ona haber verdi. Varaka: "Canımı kudret elinde tutan yaratıcıya yemin ederim ki ey Hatice eğer doğru söylüyorsan Hz. Musa'ya gelen Namus-i Ekber (Cebrail) bu kez tekrar gelmiş demektir. O halde Muhammed bu halkın Peygamberi'dir".
Hatice Varaka'nın yanından evine döndü. Hz. Muhammed'e Varaka'nın sözünü ve yorumlarını aktardı. Hz. Muhammed bu sözlerle teselli bularak Mekke'ye döndü. Ancak çağrısını veya davetini açıklamak konusunda tereddüt içindeydi. Çünkü Kureyş'i tek tanrı inancına davet etmek "Tanrı" diye taptıkları şeyleri, yani saygı gösterdikleri putlarla alay etmek ve onları aşağılamak demekti. Bu ise Kureyşlilere ağır gelecek bir durumdu. Özellikle o putların işe yaramaz, faydası zararı olmaz çeşitli maddelerden oluşmuş şeyler olduğunu kanıtlamak ve insanları buna inandırmak, Kureyş'in ticaretini, gelir kaynaklarını ve Arap kabileleri içindeki ayrıcalıklı konumlarını ortadan kaldırmış olacaktı. Ayrıca Hz. Peygamber, davetini ve Peygamberliğini açıkladığında, halkın kendisine sıcak ilgi gösterip hemen inanacağını da ümit etmiyordu. Bu nedenle İslam dinini, gizliden gizliye kendisine en yakın insanlar arasında yaymaya başladı. Bu şekilde üç yıl geçirdi. Bu süre içinde Hz. Peygamber'e yalnızca birkaç kişi inanarak yanında yer aldı. Ali b. Ebi Talib bunlardan biriydi, ki o günlerde henüz çocuk yaştaydı. Kureyş'in büyüklerinden Ebu Bekir es-Sıddık ve Ebu Ubeyde b. el-Cerrah vs. de Peygamber'in davetine ilk uyanlardandı. * Bu tarihten sonra artık Peygamber halkı açıktan açığa İslam’a davet etmeye başladı. Önce kendisine en yakın olanlardan başladı. Amcaoğlu Ali b. Ebu Talib'e bir ziyafet düzenlemesini ve bu ziyafete akraba ve yakınlarını, Abdülmuttalib'in oğulları olan kendi amcalarını ve oğullarını -ki sayıları 40 kişiye ulaşıyordu- davet etmesini teklif etti. Hz. Ali söz konusu kişileri babası Ebu Talib'in evine davet etti. Yemek sona erince Hz. Muhammed söze başladı. Akrabaları Hz. Peygamber'in halkı gizlice İslam’a davet ettiğini zaten önceden işitmiş ve önemsememişlerdi. Yemekten sonra Peygamber'in söz söylemek istediğini görünce kendilerini putları terk etmeye, güç ve kuvvet sahibi tek yaratıcı olan Allah'a ibadet etmeye davet edeceğini anladılar. Onlardan Hz. Muhammed'e karşı en katı tavır takınan amcası Ebu Leheb Peygamber'e söz söyleme şansı vermedi. Davetliler dağıldılar. Ancak Hz. Peygamber bıkmadı, usanmadı ve vazgeçmedi. Bir müddet sonra yeni bir ziyafet düzenletti. Bu ziyafette tüm düşüncelerini açıklamaya karar vermişti. Yemek sona erince hazır bulunanlara hitaben şöyle dedi: "Şimdiye dek hiçbir insanın, siz Arapları davet etmek istediğim şeyden daha hayırlı bir işe davet ettiğini bilmiyorum. Sizi, dünya ve ahrette -kabul ettiğiniz takdirde- hayır ve saadete kavuşturacak bir davaya davet ediyorum. Cenabı Allah size bu daveti yapmam için beni Peygamber olarak görevlendirdi. içinizden hanginiz, kardeşim, mirasçım ve halifem olmak koşuluyla bu işte bana destekçi olmak ister?"
Hazır bulunanlar hiçbir söz söylemediler, derin bir sessizlikle karşılık verdiler. Ancak susmalarının nedeni, Hz. Muhammed'in bu sözlerini ciddiye almamaları ve küçümsemeleriydi. Bunun üzerine amcaoğlu Hz. Ali Peygamber'e yaklaştı ve "Ey Allah'ın Elçisi! Onların yerine ben senin yardımcın ve destekçin olacağım!" dedi. Hz. Peygamber Ali'nin boynuna sarıldı ve "Bu benim kardeşim, mirasçım ve halifemdir. Sözünü dinleyin ve kendisine itaat edin" dedi. Davetliler birbirine bakıp gülüşerek ayağa kalktılar ve Ebu Talib'e "Senin oğlunun sözünü dinlemeyi ve ona itaat etmeyi emrediyor bize!" diyerek dağıldılar.
Bununla birlikte bunların ikinci kez de daveti küçümsemeleri ve alaya almaları Hz. Peygamber'in ümitsizlik ve bıkkınlığa düşmesine ve kendi kavminden uzaklaşmasına neden olmadı. Hz. Peygamber korku ve endişeyle bu noktada kalacak yerde, tam aksine daha da ileri giderek açıkça putları küçük görmeye ve onlara tapanları da açıktan açığa inkarcılık ve sapıklıkla suçlamaya başladı. Kureyşliler Hz. Muhammed'in böyle açıktan açığa putları küçük görüp alay etmekte olduğunu gördüklerinde ona düşman oldular. Ona karşı çıkmaya, kendisine ve inananlara eza ve cefa etmeye karar verdiler. Ancak bu kararlarını eyleme dönüştürmeye imkan bulamıyorlardı. Çünkü Hz. Muhammed amcası Ebu Talib'in himaye ve koruması altında bulunuyordu. Bunun üzerine amcasına müracaat ettiler. Muaviye'nin babası Ebu Süfyan da bunların arasındaydı. Ebu Talib'e "Kardeşinin oğlu dinimizi ayıplıyor. Akıl ve dirayetimizi çirkin görüyor, babalarımızı doğru yoldan sapmış görüyor. Ya sen kendisini bundan vazgeçirirsin veya bize izin ver ki onun hakkından gelelim" uyarısında bulundular. Ebu Talib kendisine başvuranların gönüllerini aldı. Bir yoluna koyacağı sözüyle kendilerini uğurladı. Ancak Hz. Peygamber putları çirkin görmeye ve tezyif etmeye devam ettiğinden Kureyş halkı bu kez büyük bir öfkeyle tekrar Ebu Talib'e başvurdular "Kardeşinin oğlunu bundan caydıramazsan bir taraf yok oluncaya kadar hem sana hem ona karşı geleceğiz" tehdidinde bulundular. Ebu Talib bu müracaattan çok üzüldü ve artık işin sonunun kötü olacağını anladı. Başvuran grup gittikten sonra kardeşinin oğlu Hz. Muhammed'e dönerek; "Ey kardeşimin oğlu kavmim bana şöyle şöyle uyanlarda bulundu" diyerek onların tehditlerini aktardı. Bunun üzerine Hz. Peygamber, amcasının destek ve yardımı bırakarak, kendisini yalnız bırakacağını düşünmüş ve buna çok gücenmişti. Amcasına "Amca, güneşi sağ avucuma ve ayı sol avucuma koysalar bile ben bu işten vazgeçemem" diyerek ağladı ve yanından ayrılmak istedi. Amcası Ebu Talib arkasından yetişerek kendisini çağırdı "Ey kardeşimin oğlu! Git ve istediğin gibi konuş. Allah'a yemin ederim ki seni asla bırakıp onlara teslim etmem!" dedi. Kendisini sakinleştirerek desteğinin devam ettiğini bildirdi.
Bu sırada Hz. Peygamber'in İslam’a çağrısı yavaş yavaş yayılıyordu. İslam tarihinde çok büyük makam ve mevkilere çıkan bazı önemli kişiler İslamiyet’i kabul etmişlerdi. Ebu Bekir Sıddık, Osman b. Affan, Zübeyr b. Avvam, Abdurrahman b. Avf, Peygamberin amcası Hamza b. Abdülmuttalib, Ömer b. Hattab bunlardan bazılarıdır. Özellikle son ikisi olan Hamza ile Ömer'in İslam’ı kabul etmeleri Peygamber'in nezdinde çok büyük memnunluk ve hoşnutluk nedeni olmuştur. Çünkü her ikisi de şanlı, itibarlı, sözü dinlenilir insanlardı. Buna ek olarak, bedenen de güçlü ve cesur oldukları için Kureyş müşriklerinin en fazla çekindiği kimselerdendiler.
Diğer amcalarına ve akrabasına gelince; bunlar Ebu Talib'e başvurmanın bir yarar sağlayacağından ümitlerini kesince Peygamber'e doğrudan doğruya ve güzellikle müracaat etmeye ve bu işten vazgeçirmeye karar verdiler. Mekke'nin ileri gelen lider kadrosunu ve itibarlı insanlarını toplantıya çağırdılar. Peygamber'i de bu toplantıya davet ettiler. Peygamber onların çağrılarına uyarak toplantı yerine geldi. Alkışlar ve tezahüratla kendisini karşıladılar: "Ey Muhammed seninle yüz yüze konuşmak için buraya çağırdık. Araplardan hiçbir kimse bilmiyoruz ki, kendi kavmine karşı senin söylediklerin gibi iddialarda bulunmuş olsun. Sen babalarımıza küfür ve hakarette bulunuyorsun. Onların dinini ayıplıyor ve çirkin görüyorsun. Taptıklarına hakaret ediyor ve akıllı insanların akıl ve dirayetini küçük görüyor, aşağılıyorsun. Halk arasında ayrımcılığa neden oldun. Seninle bizim aramızda yapmadığın kötülük kalmadı. Bu yaptığın şeylerden amacın, mal biriktirmek servet sahibi olmak ise seni içimizde en zengin yapıncaya kadar kendi mallarımızdan toplayıp sana veririz. Yok eğer ün ve şeref sahibi olmak için yapıyorsan seni kendimize başkan yaparız. Eğer padişahlık istiyorsan seni üzerimize padişah yaparız. Yok eğer şu açıkladığın düşünceler gördüğün rüyalar etkisiyle seni kontrolüne almış kuruntu ve vehimlerden kaynaklanıyorsa seni ondan kurtarıp iyileştirinceye veya bu konuda kendimizi mazur görünceye kadar, elimizden ne geliyorsa ne kadar para harcamak gerekiyorsa bunu hep kendi malımızdan harcamaya ve karşılamaya hazırız" dediler. Hz. Peygamber onlara yanıt olarak "Bu dediğiniz şeylerden hiçbiri bende yoktur. Açıkladığım çağrı ile ne paranızı istiyorum, ne şan ve şeref ne de üzerinize padişahlık. Ama Allah beni size elçi olarak gönderdi. Bana kitap indirdi. Size müjdeleyici ve uyarıcı olmayı bana emretti. Size Rabbimin o emrini bildiriyorum. Ve öğütte bulunuyorum. Bu buyrukları kabul ederseniz hem bu dünyada hem öbür dünyada mutlu olursunuz. Kabul etmezseniz Cenabı Hak aramızda kendi isteği hükmünü yerine getirinceye kadar sabreder ve dayanırım" dedi.
Mekkeli müşrikler, tüm çabalamalarına rağmen Hz. Muhammed'in Peygamberlik yolundan dönmeyeceğini anlayınca, tüm gayretlerini Hz. Muhammed'in Peygamberliğine ve getirdiği dine inanarak Müslüman olanlara baskı, işkence ve eziyet etmek üzere yoğunlaştırdılar. Müslümanlar yıllarca bütün bu eziyetlere büyük bir sabır ve tahammülle göğüs gerdiler. Ancak yapılan işkence ve zulüm artık dayanılmaz sınıra ulaşınca Hz. Peygamber, kendisini himaye edecek kabileleri ve koruyucuları olmayan, işkence altındaki bu fakir ve garip Müslümanlara Mekke'den ayrılarak Habeşistan'a göç etmeyi tavsiye etti. Bunlar birbiri arkasından Habeşistan'a göç yani hicret ettiler. Göç edenlerin sayısı kadınlar ve çocuklar dışında 83 kişiye ulaşıyordu. Bu göç Müslümanlar için, ilk göç olayı olarak tarihe geçmiştir. Mekke'den Habeşistan'a kadar yolculuğun ne kadar zahmetli ve sıkıntılı olduğunu anlatmaya gerek görmüyoruz. Özellikle o zamanlarda çoluk çocukla beraber deniz yolculuğunun ne kadar zor olduğu tahmin edilebilir. İlk Müslümanların bu gibi dayanılamayacak sıkıntıları seçmeleri, İslam’a ne kadar sıkı ve sağlam bir şekilde inandıklarının ve imanlarının ne kadar güçlü olduğunun açık kanıtlarıdır.
Bu konu üzerinde biraz durup tarih açısından uzun inceleme ve araştırmalar sonucunda ulaştığımız, İslam daveti konusunda zihnimizde şekillenen düşünceleri açıklamayı gerekli görüyoruz:
Müslüman olmayan bazı yazarlar, Hz. Muhammed'in yalnızca liderlik ve kendini herkesten ayrı ve üstün gösterme sevdasıyla ya da dünya menfaatlerine yönelmek ve özenmek güdüsüyle Peygamberlik iddiasında bulunduğunu kabul ederler.
Biz ise bu düşünce ve görüşün doğruluğunu gösterir bir neden göremiyoruz. İslamiyet’in ortaya çıkışını anlatan tarihler açıktan açığa gösteriyor ki, Hz. Muhammed ancak doğruluk ve samimiyetle herkesi İslam dinine davet etmiştir. Cenabı Peygamber'in Allah tarafından gönderildiğine, halkı İslam’a çağırmak için ilahi emirler olarak kabul etmiş bulunduğuna, sağlam bir inançla inanarak davetini açıklamıştı. Öyle olmasaydı, kendisine reva görülen bunca direnişe, çeşitli cefa ve eziyetlere asla dayanamazdı.
Daha önce görüldüğü gibi, Peygamber davetini açıklamadan önce Mekke'de tüm halk içinde büyük bir saygı ve sevgiye sahipti. Kendi akraba ve yakınları da genellikle kendisini seviyor ve saygılı davranıyorlardı. Kendisi de Hz. Hatice'nin serveti ve kurduğu ticari ilişkiler sayesinde rahat bir hayat yaşamak için gerekli her türlü imkanı elde etmişti. Oysa davetini açıkladıktan sonra herkes kendisine düşman oldu. Her türlü hakaret ve işkenceyi kendisine reva gördüler, öyle ki, akrabaları olduklarından bütün Haşimoğulları'na nefret ve düşmanlıkta bulundular, onlarla evlilik bağı kurmamaya, alışverişte bulunmamaya hep birlikte karar verdiler. Bu kararlarını bir kağıt üzerine yazarak Kabe'nin içine astılar. Haşimoğulları bu baskı ve ambargodan dolayı dağlara sığınmaya ve üç yıl boyunca dağ kovuklarında, aç ve sefil yaşamaya mecbur kaldı. Bu süre içinde ancak gizlice Mekke'ye gidiyorlardı. Hz. Peygamber'e düşmanlığını ilan eden Ebu Leheb ve benzerleri doğal olarak bu sıkıntıları çekmiyorlardı.
Hz. Peygamber'in, amcası Ebu Talib'in himayesi sayesinde bu sabır ve sebatı, dayanıklılığı gösterebildiğini ileri sürmek de yukarıdaki yorumlarımızı çürütmez. Zira görüyoruz ki, Hz. Peygamber amcasının ölümünden sonra, yaşamında gösterdiği sabır ve direnişten daha fazlasını göstermiştir. Gerek amcasının gerek Hz. Hatice'nin ölümlerinden sonra -ikisi de Hicret'ten üç yıl önce vefat etmişti- halk Hz. Muhammed'e karşı daha çok kin ve düşmanlık göstermeye başlamıştı. Onların ölümüyle Hz. Muhammed'in üzerine felaketler peşi sıra yağmaya başladı.
Kureyş'in kendisine karşı olan baskısı her türlü sınırı aşmıştı. Özellikle amcası Ebu Leheb ile Hakem b. el-As ve Ukbe b. Muayt'ın yaptıkları eziyeti ve işkenceler çok ileriye varmıştı. Bunlar Peygamber'in ev komşularıydı. Peygamber'in yemeğine kirli ve pis şeyler atarlardı. Ayrıca Peygamber namaz kılarken üzerine hayvan bağırsakları, işkembe vs. iğrenç şeyler koyarak kendisini taciz ederlerdi. Bu eziyetler o dereceye vardı ki, Hz. Peygamber kendisine destek olacak ve çağrısına iman getirecek himayeci kimseler bulmak ümidiyle Taif şehrine gitti. Ancak burada da Mekke'dekine benzer, hatta daha ileri nefret ve hakaretten başka bir şey bulamadı. Üzüntüyle oradan Mekke'ye geri döndü. Ancak düşüncesinden ve teşebbüslerinden vazgeçmedi. Taif halkı Peygamber'e yüz çevirmekle yetinmediler, bir kısım sefil insanları, köleleri ve çocukları ayartarak Peygamber'e küfür ve hakaret ettirdiler, sokaklarda arkasından yuhalatarak bağırtıp, taşlattılar. Sonunda halktan birileri olaya müdahale edip Peygamber'i duvar kenarına çekerek o serseri sınıfı dağıtıp uzaklaştırdılar. Peygamber işte bu dakikada konum ve görevinin ne kadar güç ve zor olduğunu bir kez daha hissederek Allah'a dua ve niyazda bulundu ve Mekke'ye döndü. Ancak azim ve kararında bir bıkkınlık ve usanç asla olmuyordu. Mekke'de ise kendi kavmini kendisine öncekinden daha fazla can düşmanı kesilmiş buldu. Peygamber'in bu durumu gerçekten çok dikkat çekicidir. Bu dönüşten sonra en yakın akrabalarına varıncaya kadar herkes kendisinden nefret ediyordu. Oysa sürdürdüğü davetten vazgeçseydi herkesten - açıktan açığa kendisine söyledikleri gibi- sevgi, saygı ve ikram göreceği kesindi. Ancak şan sahibi Peygamber bunların hiçbirine önem vermedi. Şu durumda Hz. Peygamber yaymaya çalıştığı çağrının doğruluk ve sağlamlığına ve Cenabı Hak tarafından bu Peygamberlik ile mükellef olduğuna son derece sağlam bir inançla bağlı olmasaydı bunca eziyete ve aşağılamaya kuşkusuz dayanamaz ve vazgeçerdi.
Hz. Peygamber kendi yakınlarından ve kavminden böylece ümidini kesince, kendisini dinleyecek başka kimseler bulmak ümidiyle hac mevsiminde Kabe'ye gelen kabileleri İslamiyet’e davet etmeye başladı. Ancak kendi yakınları ve akrabaları kendisine karşı durdular. Tüm gayret ve çabalarını çürütmek istiyorlardı. Özellikle amcası Ebu Leheb Hz. Peygamber'in bir topluluk içinde İslamiyet’ten söz ettiğini görünce hemen o cemaatin içine sokulur konuşmayı yanda keserek "Ey insanlar, bu adam sizi, Lat, Uzza ve cinlerden sizin müttefikiniz kimselerden ayırarak kendisinin uydurduğu yenilik ve sapıklığa düşürmek için çalışıyor. Sakın aldanmayınız" derdi. Oysa tüm bu direniş ve zorluklar Peygamber'i inandırma azminden bir an bile geri döndüremedi. Çağrısını yaymayı sürdürdü. Her mevsim ve fırsattan yararlanarak halkı İslam’ı kabule özendiriyordu. işte bu azim ve sebat sayesinde sonunda Yesrib (Medine) halkından altı kişi İslam’ı kabul ederek Peygambere biat etti ki, bu kişiler İslam’ın kısa bir zaman içinde söz konusu kentte yayılmasına sebep oldular. ihtimal ki İslam’ın o mübarek beldede hızla yayılmasına orada ehl-i kitabtan oldukları için vahye inanan ve uluhiyetin anlamını ve Peygamberliğin ne demek olduğunu bilenlerin çoğunlukta bulunması bir sebep olmuştur. Bunların içinde putlara tapınmak ortadan kalkarsa ticareti ve menfaati zarar görecek kimse yoktu. Belki bunlar, puta tapmayı terk etmenin Mekke'nin önemini azaltacağını düşünür ve kendi kentleri olan Medine'nin ön plana çıkmasını arzu ederlerdi. Eğer Hz. Peygamber göç eder ve Medine yeni dine merkez olursa herkes Mekke yerine Medine'ye hacca giderdi. Ayrıca iki kent halkının soy ve soplarındaki ayrılık nedeniyle iki halk arasında büyük bir rekabet ve nefret vardı. Mekke halkı Adnan soyundan Medine halkı ise Kahtan (Yemenlilerden) idiler.
Medine halkı Hz. Peygamber'e yardım ederek teşvik ve destekte bulundular. Kendisine destek olacaklarına söz vererek Peygamber'i kentlerine davet ettiler. Peygamber M.S. 622'de Medine'ye göç (Hicret) etti. Kendi kabilesinden kendisine biat etmiş, söz vermiş Müslümanlar da beraber gittiler. Bu kişiler Medine halkından olup kendi kentlerinde Peygamber'e yardımda bulundukları için "ensar" (yardımcılar) adını alan diğer sahabilerden ayırt edilebilmek için "muhacirin" (göçmenler) adıyla bilinir. Müslümanlar işte bu Hicret'i tarih başlangıcı kabul ettiler. Günümüze kadar olayları bu tarihle kaydederler.
Medine'ye göç eden Müslümanlar orada büyük ve görkemli bir törenle karşılandılar. Güçleri arttıktan sonra Mekke halkından hesap sormaya karar verdiler. Onların ticaret amacıyla Şam ile Mekke arasında gelip giden kervanlarını gözetlemeye ve zaman zaman Mekkelilerle çarpışmaya başladılar. Bu çarpışma ve savaşların en büyüğü Büyük Bedir Gazvesi'dir (Büyük Bedir Savaşı). Savaş, Müslümanların parlak bir başarısıyla sonuçlanmıştır (17 Ramazan 2/13 Mart 624). Bu başarı ve zafer diğer gazvelerdeki yani savaşlardaki başarıların başlangıcı olmuştur. Müslümanlar sonunda Arap Yarımadası'nı yönetimleri altına aldılar ve Mekke'yi de ele geçirdiler (Ramazan 8/0cak 630). Bütün Kureyş halkı İslamiyet ile şereflendi. Bundan sonra Hz. Peygamber tarih kitaplarında belirtildiği gibi Arabistan dışına doğru gözlerini çevirerek o dönemin hükümdarlarını davet eden mektuplar gönderdi.
Corci Zeydan’ın İslam Uygarlıkları Tarihi Kitabından Alıntılanmıştır.
"DÖNENBAY KUŞU" BİZE DE UĞRAR MISIN?
Günümüzde dünya edebiyatının en önde gelen isimlerinden biri olan Cengiz Aytmatov, eserlerinde Türkistan'ın manevi coğrafyasını anaplan olarak kullanırken kimileri ideolojik bulunabilecek çağdaş temaları da ustalıkla bu anaplan üzerine işlemektedir. Ancak hiçbir eserinde basit ideolojik yönlendirmelerin öne geçtiği iddia edilemez.
Cengiz Aytmatov'un eserleri arasında birçok yönden ayrıcalıklı bir yeri olan “Gün Uzar Yüzyıl Olur” romanında kültür değişmelerinin dünkü ve bugünkü yönelişlerinden tutun, en girift sosyal psikolojik tahlillere kadar pek çok olgu olağanüstü bir sentez gücüyle ifade edilmiştir. Eserin sistematik bir tahlili ciddi bir edebiyat araştırması olma potansiyeli ile ehlini beklemektedir. Yayınlandığı birçok ülkede yoğun akademik tartışmaları başlatmış olan eser üzerinde Türkiye'de birkaç tanıtım yazısı dışında bir çalışma yapılmadığını biliyoruz.
Gün Uzar Yüzyıl Olur adlı eserde Türkistan'ın Kazak bölgesindeki 8 hanelik bir tren yolu bakım istasyonunda yaşayan Aral bölgesi Kazak Türklerinden Kazangap adlı yaşlı işçinin ölümü ve vasiyeti üzerine düzenlenen cenaze törenini anlatan ana eksen etrafında, Türklerin destanî devrine dönüşler ile uzay kolonileri arasındaki ilişkilerin sınırladığı geniş bir açılım sergilenmekte ve tek bir günün anlatıldığı roman böylece ismine uygun olarak 'yüzyıldan uzun bir gün'ün hikayesi olarak şekillenmektedir. Romanda Türk geleneği temsil eden Kazangap'ın en yakın dostu Yedigey ile Sovyet devrinin yenik insanı Kazangap'ın oğlu Sa-bitcan arasındaki çelişki ortaya konularak, Türk insanı' ile 'Sovyet insanı' karşılaştırılmakta ve açıkça 'Türk insanı'ndan yana tavır alınmaktadır. Yazar bu trajik karşılaştırmasını sağlam bir zemine oturtabilmek için destanî geleneğe yaslanarak Yedigey'e Nayman Ana Destanı'nı anlattırmaktadır.
NAYMAN ANA DESTANI
Göçebe Türk oymaklarının düşmanı olan Juanjuan'lar -Türklerin tarihi düşmanları olarak sembolize edilmektedir- savaşlarda ele geçirdikleri tutsakları ya uzak yerlerde satmakta veya güçlü-kuvvetli olanları ayırarak korkunç işkencelerle "Mankurt”laştırdıktan sonra köle olarak kullanmaktadırlar.
Juanjuanlarla girişilen bir savaşta babasını kaybeden ve babasının öcünü almak için Juanjuanlara karşı düzenlenen bir akına katılan Nayman Ana'nın oğlu Colaman akından geri dönemez. Cenk meydanında oğlunun cesedini arayan ancak bulamayan Nayman Ana hep oğlunun bir gün çıkıp geleceği ümidiyle yaşamaktadır.
Bir gün kervancılardan yakınlarda bir mankurt'un deve güttüğünü işiten Nayman Ana analık sezgisiyle bu mankurtun oğlu olabileceği hissine kapılır. Bu fikrini, hiç kimseye açamayan Nayman Ana, kitaptaki ifadeyle "torkunlarına (kızlık akrabalarına) uğrayacağını, onlarda bir süre konuk kaldıktan sonra eğer kendisi gibi istekliler çıkarsa Kıpçak ülkesine erenlerden Yesevi Dede'nin türbesine gideceğini" söyleyerek ve yine yazarın ifadesiyle "Eşhedüen la ilahe illAllah" deyip devesine binerek yola çıkar. Nihayet deve güden mankurtu bulan Nayman Ana önsezisinde yanılmamıştır. Bu mankurt onun sevgili oğlu Colaman'dır. "İki gözüm benim!" diye oğluna atılan Nayman Ana oğlunun kendisini tanımaması ve adını "Mankurt" olarak bildirmesi üzerine kahrolur ve şunları söyler: "Bir insanın dinden malı-mülkü, tüm zenginliği, gerekiyorsa yaşamı alınabilir. Ama belleğini köreltmeğe, beynini sakatlamaya kim cüret edebilir?" Ağlayarak oğluyla konuşan Nayman Ana sözlerine devam eder: "-Senin adın Colaman. işitiyor musun beni? Colaman senin adın. Babanın adı Dönenbay. Öldü baban. Anımsamıyor musun babanı? Sana ok atmayı o öğretti. Ben senin ananım. Sen de benim oğlum. Göçebe oymaklarındansın sen. Bizim oymağa Naymanlar denir. Sen de Naymansın."
Oğluna bu şekilde kim olduğunu, nereden geldiğini anlatmaya, hatırlatmaya çalışan Nayman Ana onun hafızasını tamamen yitirdiğini acıyla fark eder; buna rağmen yine de onu obalarına götürmek ister. Ana yüreği onun bir gün aklının başına geleceğine inandırmıştır. Bu sırada yanlarına yaklaşan efendi Juanjuan, Nayman Ana'yı görür ve kaçan Nayman Ana'nın mankurtuna anlattıklarını öğrenince Colaman'a anasının ona işkence yapmak istediğini ve bu yüzden Nayman Ana'yı öldürmesi gerektiğini söyler. Romanda belirtildiği üzere "..oğlunu alıp götürerek göçebe Naymanlara istilacıların tutsakları nasıl sakatladıklarını, akıldan yoksun bırakarak nasıl alçalttıklarını göstermek isteyen ve böylece onların düşmana diş bileyerek silaha sarılmalarını" sağlamayı düşünen Nayman Ana Juanjuanlar oğlunun yanından ayrılınca tekrar oğlunun yanına döner. Ancak anasının kendisine kötülük yapmak istediği "öğretilen" oğlu, Nayman Ana'sını dinlemez bile! Kitapta bu hazin öykü şöyle bitiriliyor:
"Nayman Ana son anda oğlunun okunu ona çevirdiğini gördü; deveyi dehleyip ileri fırlamağa fırsat bulamadan kısa bir vınlama duydu, yaydan fırlayan ok sol böğrüne saplandı. Öldürücü bir saplanmaydı bu. Nayman Ana yavaş yavaş aşağı eğildi, yıkılmamak için devesinin boynuna sarıldıysa da yere düşmeye başladı. Fakat ondan önce başından ak yazması kaydı, bir kuş olup havalanırken; "-Adın ne senin? Kimin oğlusun? Anımsa adını! Senin baban Dönenbay! Dönenbay! Dönenbay!" diye çığlık attı.
İşte o günden beri Sarı-özek bozkırında geceleri Dönenbay kuşu uçarmıs. Bir yolcuya rastlarsa yanına yaklaşır: "Adın ne senin? Kimin oğlusun? Anımsa adını! Senin baban Dönenbay! Dönenbay, Dönenbay, Dönenbay, Dönenbay!" diye bağırırmış..
Nayman ananın gömüldüğü yer Sarı-özek bozkırında Ana-Beyit Gömütlüğü, ananın yattığı yer olarak adlandırılmış."
NAYMAN ANA KABRİSTANI - BAYKONUR UZAY ÜSSÜ
Nayman Ana'nın oğlu tarafından öldürüldüğü yer daha sonra Kazak Türkleri arasında kutsal bir makam olarak kabul edilerek ölülerin toprağa verildiği bir anıt-kabristan haline gelir yüzyıllar içinde. Romandaki kahramanlardan Kazangap da arkadaşı Yedigey'e öldüğünde 'Nayman Ana Kabristan'ına gömülmesini vasiyet eder. Bu vasiyeti yerine getirmek üzere bir araya gelen altı kişi arasında Kazangap'ın oğlu Sabitcan da vardır. Sabitcan yatılı Sovyet okullarında okumuş, Sovyet normları benimsetilmiş bir Kazak Türk'üdür. Gördüğü ateistik eğitimin yönlendirmesiyle atalarının inanç ve geleneklerini küçümsemekte., anlamsız bulmaktadır. Okumuş biri ve yerel hükümet binasında odacı olan Sabitcan'ın karşı çıkmasına rağmen cenaze İslami usullerle teçhiz edildikten sonra Nayman Ana Kabristanı’na gömülmek üzere yola çıkarılır. Nayman Ana Kabristanı'na geldiklerinde Ycdigey şoke olur: Yüzyıllardır Nayman soyunun ölülerinin toprağına karıştığı yerler dikenli tellerle çevrilmiş ve bir uzay üssü haline getirilmiştir. (Bu uzay üssünün Sovyet uzay çalışmalarının yürütüldüğü Türkistan'ın Kazak bölgesindeki Baykonur uzay üssü olduğu fikri akla gelmektedir.)
Cenazeyi getiren grubun lideri konumundaki Yedigey'in bütün ısrarlarına rağmen resmi makamlar ölünün içeri alınıp Ana-Beyit'te toprağa verilmesine izin vermezler. Çaresiz kalan kafile cenazeyi dikenli tellerin dibinde toprağa vermek zorunda kalır. Bu "zorunda kalışı" vurgulayan yazar, sömürgecilik, ölüm, Tanrı, resmi cenaze törenlerinin kofluğu, iman, kader gibi konulardaki ve açıkça İslami mesajlar taşıyan fikirlerini Yedigey'in diliyle belirtmektedir.
ÇAĞDAŞ MANKURTLAR
Babası Kazangap'ın Nayman Ana Kabristanı'na gömülmesi vasiyetine karşı çıkarak bir an önce cenazeyi toprağa gömüp şehre dönmek isteyen Sabitcan, dikenli tellerle yolları kesilince "Ben ta başında söylemiştim. Ölüyü ta buralara taşımanın ne gereği vardı?
İşiniz-gücünüz boş inançlarla uğraşmak! Bu masallara kendi inandığınız yetmiyormuş gibi bir de başkalarını inandırmağa çalışıyorsunuz." diye tavrını ortaya koyar. "Nasılmış? Kapıdan geriye dönersiniz değil mi? Bunun böyle olacağını ben size baştan söylemiştim! "Ana-Beyit, Ana-Beyit!" diye tutturmanın sonu budur. Sopa yemiş köpeğe dönersiniz işte böyle!.. Adamlar "Plana göre gömütlük yerinden kaldırılacak" diyorlar. Karar kesin. Daha fazla uzatmağa gerek var mı? Eski masallara fazla kapılmışsın, sen, Yedike. Adamlar burada dünya çapında uzay işleriyle uğraşıyorlar, sen de tutturmuşsun "Ana-Beyit'imiz, Ana-Beyit'imiz!" diyorsun. Kim dinler seni? Kimin işine yarar senin Ana-Beyit'in?.. İhtiyar ıvır zıvır işlerle kimsenin kafasını şişirmeye kalkma. Hele böyle bir konuda bana hiç güvenme. Senin Ana-Beyit'in bana vız gelir, tırıs gider." şeklindeki sözleriyle inançları alaya alan "okumuş-eğitilmiş" Sabitcan sözlerini şöyle tamamlar: "..Başka isim gücüm yok da o işlere mi koşacağım? Hem de ne için? Bak ihtiyar, benim ailem, çocuklarım, iyi de bir işim var. Ne diye durup dururken rüzgara karşı işeyeyim? Bir telefondan sonra kıçıma bir tekme atsınlar diye mi?.."
Atalarının yattığı Nayman Ana Kabristanı'nın ortadan kaldırılacağını öğrenince "birşeyler" yapmayı teklif eden Yedigey'e işbirlikçi aydınların sembolü Sabitcan'ın verdiği bu cevaplarla Cengiz Aytmatov'un sistemi sorguladığı açıktır. Yazar bu türden bir teslimiyeti bir tür Mankurtlaşma olarak değerlendirerek şunları yazmıştır: "Yedigey düşündükçe incinmişliği artıyor, durumu daha da içinden çıkılmaz bir hal alıyordu. Buna gencecik adama (Sabitcan) bir yandan kızarak, bir yandan acıyarak, bir yandan da ondan iğrenerek; "-Mankurtsun sen! Gerçek bir mankurt! diye mırıldandı..."
Cengiz Aytmatov'un eserinin ana ekseni olan "mankurtlaştırma" olayının bu yönü son derecede enteresandır. Çağdaş mankurt olan Sabitcan'ın kafasına hiç kimse deve derisi sarıp güneşin altında bırakmamıştır ama işte o tam bir mankurt olarak ortadadır! Bu mankurtlaştırma metodu henüz tam olarak açıklığa kavuşmamıştır, ancak eldeki veriler bu işlemin Sovyetleştirilen eğitim sistemi ile ilişkisini fısıldamaktadır.
GÜNÜMÜZDE MANKURTİZM
Cengiz Aytmatov Gün Uzar Yüzyıl Olur'u 1980'de tamamladıktan sonra, eser hızla yaygınlaşmış pek çok Batı diline ve Türk lehçelerine çevrilmiştir. Romandaki mankurtlaştırma ve mankurt temaları tartışılmış ve konu üzerinde akademik çalışmalar ortaya konmuştur. Bunlardan birkaç örneği belirtelim: Çağdaş Sovyet Şairlerinden Kazak Türk'ü Muhtar Şahanov "Yenilen Galip ya da Cengiz Hanın Halası" konulu Otrar manzumesi’nin doğuşunu anlatırken şunları söylemektedir: "Eserimizde kültür tarihimize derin kökler salmanın bizler için pek önemli olduğunu anlatmak istiyordum. Her insanın doğduğu yere sıkı sıkıya bağlı olması gerekir. Bunsuz büyük çaplı yazar olmaz. Köksüz insanlar ortaya çıkınca "mankurtizm" hali olur. (SANAT OLAYI, Aralık 1986, Sayı: 55) Bu ifadeler Sovyetler Birliği'ndeki Türkler arasında mankurt deyiminin tam tamına yerini bulduğunu göstermektedir. Fransa'da V.Lackhine tarafından "yılın kitabı" olarak gösterilen bu eserden yapılan iktibasla "Mankurtizm" sosyal değişme ve köküne yabancılaşma temalarını karşılayan bir terim olarak sosyal psikoloji literatüründe yerini almıştır.
Cengiz Aytmatov'un Mankurt kavramını sosyal psikoloji literatürüne katmasından 10 yıl sonra tam anlamıyla yerli yerine oturduğunu gösteren yeni bir örneği ünlü Azerbaycan şairi Çağın Korkud Atası Bahtiyar Vahabzade vermiştir. Bahtiyar Vahabzade Azerbaycan Parlamentosu'nun Karabağ konusunda yaptığı olağanüstü oturumunda yaptığı ve Bakü'de 13 Ekim 1989 tarihli Edebiyat ve İnce San'at gazetesinde yayınlandıktan sonra Ahmed Schmide tarafından Türkiye Türkçesi'ne aktarılarak Türk Edebiyatı dergisi, Yeni Düşünce ve Zaman gazetelerinde yayınlanan konuşmasında Azerbaycan'ı yıllardır hoyratça sömüren Ruslarla işbirliği yapan bazı yöneticileri Mankurt olarak tanımlamaktadır. Vahabzade Mankurtluğun günümüzde de sürüp gittiğini ortaya koyan, kendi soyuna, kültürüne yabancılaşmış ve kelimenin tam anlamıyla şahsiyetsiz bu uşakları şöyle vasıflandırmaktadır: "Toprağına, halkına değil oturduğu koltuğa, makama bağlı olan mankurtların önüne ne atsalar "Eyvallah..!" diyecekler... Vatan ve millet duygusundan nasibsiz bu buyrukçular ne Moskova'da ne de Azerbaycan'da halkının meselelerini bilenlerin yetki sahibi olmasına fırsat vermemişlerdir. Bugünkü feci vaziyetin önemli sebeplerinden birisi de içimizden çıkartılan bu mankurtlardır..."
Azerbaycan Halk Ccphesi'nin yolbaşçısı, öncüsü Ebulfez Alioğlu'nun Kasım 1989'da görüştüğü Taha Akyol'a biraz sitem kokan bir ifadeyle belirttiğine göre Karabağ konusu Sovyet Halk Temsilcileri Meclisi'nde görüşülürken Karabağ meselesine karışmamağa ve "nötral" kalmağa çalıştığı bildirilen Cengiz Aytmatov hakkında yine bir Azerbaycan aydını olan Nizami Caferoğlu'nun değerlendirmesi ise şöyleydi: "...Cengiz Aytmatov'un büyük sanatçı olmasının sebebi binlerce yıllık zengin Türk medeniyetini tarihi gelişim mantığıyla özüne sindirmesi, tefekkür yolunu çizerken her zaman Türk medeniyetinin idrak ölçülerini esas almasıdır. Bu yönüyle Cengiz Aytmatov medeniyet tarihindeki köklü varlığımızın başlangıç devirlerinden çıkıp gelmiştir diyebiliriz... Cengiz Aytmatov, Gün Uzar Yüzyıl Olur ve son olarak yayınlanan Kıyamet romanları ile felsefi arayışlarını tamamladı; çağdaş Türklüğün bu iki şaheser tefekkür anıtı karşısında dünya lal kesildi.... Gün Uzar Yüzyıl Olur romanında tarihi arkaplan, tarihi değerler milli varlığın yaşama sebebi olarak belirtilir ve tarihini yitiren bir halkın benliğini yitirmiş gibi, dününü unutan bir toplumun bugününden bile mahrum edilmiş gibi olacağını vurgular. Böylece aynı zamanda vatan duygusunu yitiren kişinin insanlığını yitirmiş geleceğinden mahrum edilmiş olacağı da belirtilir. Buna göre bir milletin millet oluşunun sebebi tarihinin, insanın varoluşunun sebebi ise vatanının varoluşudur..."
Aytmatov'a ilişkin bu yazımızı Nizami Caferoğlu'nun yine Aytmatov'un bu eserinden ilham alarak dile getirdiği bir çağrı ile noktalayalım:
"Doğudan batıya, batıdan da doğuya koşan Hun atlarının ayak seslerini duyuyor musunuz?..
İnin içinizdeki kadimliğe, inin ve dinleyin: o sesleri mutlaka duyacaksınız...
İnin içinizdeki kadimlige... İnin ve dinleyin, tarihin sesi her yerden kesilse de insanın içinden kesilmez...
İnin içinizdeki kadimliğe; inin içinizdeki gerçeğe, inin ve dinleyin: gerçek insanla başlamaz, insan gerçekle başlar..."
Dişi Kurdun Rüyaları Üzerine
"...Gün Uzar Yüzyıl Olur'da mankurtluğun mitolojik ve gerçek planda takdimi arasına bir mesafe koyan yazar, bu son eserinde o mesafeyi de ortadan kaldırmıştır. Bu noktadan itibaren Cengiz, artık bir yazar olarak değil bir filozof olarak düşünmektedir: O’nun izahına göre insan, tarih boyu bütün varlığını toplum içinde ve özünde taşıyagelmiştir, Bu sebeple insan kendini keşfettikçe, toplumuna yabancılaşmak söyle dursun, varlık sebebi olan köklerim idrak edecektir..."
(Nizami Caferoğlu, Edebiyat ve İnce San'at. 30 Aralık 1988. Bakü - AZERBAYCAN)
GÜN UZAR YÜZYIL OLUR'dan:
BORANLI YEDİGEY (EDİGE)' İN DUASI
"Şimdi yüzümüzü kutsal Kabe'ye dönelim, ellerimizi önümüze açalım. Böyle bir saatte dualarımızı, aklımızdan geçenleri duysun anlasın diye Tanrıyı düşünün... "... Böylece insanoğlunun bir rastlantı sonucu geldiği, fakat günlerle gecelerin izlemesi gibi aynı şaşmazlıkla günü gelince bırakıp gideceği bir dünya, kendi düzeni içinde değişmez bir dünya yarattığı için Yaradan'a selam vermiş oluyordu... O anda coşkuyla kendinden geçercesine dua etmekte haklıydı, çünkü insanoğlu dünyada boşuna yaşamıyordu. "Ey Tanrım, dedelerimizin ezberledikleri kitaplardan okuduğum duaları gerçekten işitiyorsan beni de işit. O'nun vasiyet ettiği gömütlüğe gömmeyi başaramadık... Biz kullarını bağışla ve Kazangap kulunu toprağa kabul et... Biz kulların sana yakarmaktan başka birşey beceremediğimiz için acı, esirge bizi, yardımını eksik etme. Biz kulların doğru olsun, yanlış olsun, herşeyi Sen'den bekleriz. Bir katil bile Sen'i kendi yanında görmek ister... Nayman Ana'nın yattığı kutsal gömütlüğe bundan böyle gelemeyecek oluşumuza çok üzgünüm... Vasiyetimi benimle buraya gelen gençlere bırakıyorum, beni buraya gömmek onların boynunun borcu olsun; ancak aralarında dua edecek birini göremiyorum ne Tanrı'ya inanıyor, ne de dua biliyorlar... Duaları küçümsüyorlar. Bu duruma göre ecel saati gelince kendilerine, başkalarına ne diyecekler? Acıyorum hepsine... Kutsal varlığına saygısızlık ettiğim için bağışla beni Tanrı'm.. Eğer yaramaz bir şey söylediysem bağışla beni. Ben basit bir insanım, ancak bu kadar düşünebiliyorum... Bağışını üzerimizden eksik etme... Amin." (s. 335-338)
MANKURT KİMDİR-NASIL MANKURT OLUNUR?..
"...Önce tutsağın kafasını kazırlar, kesilen bir devenin boyun bölgesinden yüzülen bir deri parçası tutsağın kafasına bir başlık gibi geçirilir. Kafasına deri geçirilen tutsak başını yere sürtmesin diye boyuna tahta kalıp takılır, yürek paralayıcı çığlıklarını kimse duymasın diye ıssız bir yere götürülürdü. Kolları, bacakları bağlı tutsak orada güneşin alnacında, aç-susuz birkaç gün kalırdı. Başına deri geçirilenlerden çoğu acıya dayanamayıp ölür, sağ kalanlarsa belleklerini yitirerek geçmişlerini anımsamayan birer "mankurt" -köle- olurlardı. Tutsakların ölüm nedeni açlık, susuzluk değildi. Zavallılar başlarına geçirilen taze deve derisinin güneş altında kuruyarak büzülmesi sonucu acıya dayanamadıkları için ölürlerdi. Sımsıkı sarılan deri kurudukça tutsağın kazınmış başını mengene gibi sıkıştırırdı. Bütün bu acılar sonunda tutsak aklını yitirmeye başlardı. Juanjuanlar işkencenin beşinci gününde sağ kalan var mı diye bakmaya gelirlerdi. İşkenceye tutulanlardan biri bile sağ kalsa amaçlarına ulaşmış sayarlardı kendilerini... "Mankurt" kim olduğunu, soyunun-sopunun nereden geldiğini, adını, çocukluğunu, anasını-babasını bilmezdi kısacası insan olduğunun bile farkında değildi. Benlik bilincini yitirdiği için efendisine iktisadi açıdan büyük avantajlar sağlardı... Herhangi bir köle sahibi için en büyük tehlike, kölesinin başkaldırmasıdır. Her köle fırsat bulunca isyan eder; oysa mankurt köleler arasında kaçmayı, karşı koymayı, başkaldırmayı düşünmeyen, alışılmışın dışında tek varlıktı. Köpeklerin sahiplerini dinlemeleri gibi mankurt ta efendisinin sözünden dışarı çıkmazdı. Efendisinden başkasının sözünü dinlemez, bedeninin gereksinmelerinden başkasını düşünmezdi.... En kirli, en ağır işler mankurtlara verilir, sonsuz sabır isteyen bıktırıcı, sıkıcı, sinir törpüleyici işler onlara yaptırılırdı."...(s. 125-127)
Dr. Hayati Bice
Doğu Avrupa'daki Türk Devletleri ve Boyları-3
SABARLAR (469-576)
Batı Sibirya ile Kafkasların kuzey bölgeleri arasında tarihî rol oynadıkları bilinen Sabarlar; Bizans tarihlerinde Sabar, Sabir, Savir; Ermeni, Süryani ve İslâm kaynaklarında ise Savir, Sabir, Sibir olarak geçmektedir. Filologlar tarafından Sabar kelimesi Sab+ar = Sap-ar şeklinde izah edilmiştir ki, “sapan, yol değiştiren, serbest olan’’ anlamlarına gelmektedir. İsimlerinin anlamı Türkçe olan Sabarlara ait bilinen şahıs adları da Türkçedir (Balak, İliger ve Boarık gibi).
Sabarların asıl yurtlarının Tanrı Dağları’nın batısı ile İli Nehri arasındaki saha olduğu söylenmektedir. Önceleri muhtemelen Asya Hun İmparatorluğu’na bağlı bir topluluk idiler. V. yüzyıl Bizans tarihçisi Priskos’un verdiği bilgiye göre, isimleri ilk defa Batı Sibirya’ya göç eden kavimler arasında geçmektedir. Doğudan gelen Avarlar karşısında tutunamayan Sabarlar, batıya yönelmişler ve Altay Dağları ile Ural arasındaki düzlüklerde yaşayan Ogur Türklerini yurtlarından çıkararak Tobol-îşim ırmakları çevresine yerleşmişlerdir.
Sabarlar, VI. yüzyıl başlarında Doğu Avrupa’ya gelerek bölgedeki Bulgar gruplarını hâkimiyetleri altına alarak Îtil-Don nehirleri arasında ve Kuban nehrine kadar olan sahaya yayılmışlardır. Böylece Bizans ve Sasanî imparatorluklarına sınır olan Sabarların tarihî önemleri artmıştır. Bu esnada Bizans ile savaşları devam eden hanlıların safında yer alan Sabarlar, meşhur hakanları Balak’ın idaresinde Bizanslıları mağlup ederek Ermenistan bölgesine akınlar tertip etmişler, Anadolu’ya girerek Kayseri, Ankara ve Konya havalisine kadar ilerlemişlerdir.
Sonraki yıllarda menfaatleri ve devrin şartlarına göre bazen Bizans’ın bazen İran’ın yanında yer almışlardır. Nitekim Bizans imparatoru I. Justinianos (527 565), kıymetli hediyeler karşılığında Balak’tan sonra devletin başına geçen hanımı Boarık’la anlaşarak onları kendi saflarına çekmesini bilmiştir. Bunun neticesinde bir müddet Bizans ile müttefik kalan Sabarlar, Sasanîlerle yaptıkları savaşlarda (özellikle Şehinşah Anuşirvan karşısında) epeyce kayıplar vererek eski güçlerini kaybettiler. Sabarların, hanlılar ile Bizanslıların o güne kadar bilmedikleri savaş tekniği ve gücüne sahip olduklarını, VI. yüzyıl Bizans tarihçisi Prokopios hayranlık verici ifadelerle anlatmaktadır. 557 yılında Avarların çok sert hücumuna maruz kalan Sabarlar dağıldılar. Hâkim oldukları bölge batı Gök-Türklerin eline geçti. Güney Kafkasya’daki yurtları ise Bizanslıların kontrolüne girdi (576). Bundan sonra bölgede dağınık bir vaziyette yaşayan Sabarlar, VII. yüzyılın ortalarında Hazar Devleti’nin kuruluşunda yer aldılar. Hazar toplulukları arasında önemli bir yer tutan Belencer ve Semender Boyu Sabarlara dayanmaktadır.
Sabarlardan geriye kalan tarihî hatıraların başında, geniş bir coğrafyaya verilen Sibirya adı gelmektedir. XVI. yüzyılda kurulan Sibir Hanlığı ve hanlığın başşehri olan Sibir kelimeleri dikkat çekmektedir. XIX. yüzyılda Batı Sibirya’da yapılan araştırmalar, bölgede yaşayan Vogul, Ostiyak ve îrtiş Tatarları arasında hâlâ Sabarlardan izler bulunduğunu göstermektedir. Halk masallarında, kahramanlık hikâyelerinde Sabarlar geniş yer tutmakta ve ata olarak kabul edilmektedir. Ayrıca, Ob, Tura ve îrtiş boylarında Saber, Saper, Savri ve Sibir şeklinde yer ve kale adları bulunmakta olup, Ay-Sabar ve Kün-Sabar gibi şahıs isimleri de vardır.
Alıntıdır.
16 Kasım 2022 Çarşamba
-
Fırtınanın Savurduğu Bir Halkın Mücadelesi AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ'NİN KURULUŞU (1783) AMERİKA'DA KOLONİLERİN KURULMASI Amerik...
-
PROTESTANLIĞIN DOĞUŞU Reform; kelime anlamıyla; «bir şeyin aslını bozmadan onda yapılan değişiklikler» şeklinde tarif edilirse de ıstılahi...
-
Şu altı şey zararlıdır: 1- Amirlerin sefih olması. 2- Kan dökülmesi. 3- Hükmün satılması. 4- Akrabadan uzak...