13 Kasım 2022 Pazar

Türk Soylu Halklarda Dünya Tasavvuru-5

 



Dünya Dağı


Dünyanın merkezi, Orta Asya halklarının tasavvurlarında “dünyanın göbek deliğinden” yukarılara yükselen heybetli bir dağ olarak yer alır. Abakan Tatarları bu dağa (Demir Dağ) adını vermişlerdir. “Demir kazık” gibi bu dağ da yeryüzü ve gökyüzü ile beraber büyümüştür. Sibirya Tatar efsanelerinde, “yeryüzünün merkez dağının daha küçük bir tepe olduğu çok çok eski zamanlardan” bahsedilir. Bu ifadeden anlaşılacağı üzere, dünyanın zaman içerisinde büyüyerek, şimdiki hacmine ulaştığı ve adı geçen dağın da en baştan beri bu resim içerisinde yer aldığına inanılır.


Her ne kadar Altay halkları bulundukları coğrafyadaki dağları Tanrılaştırmış olsalar-hâtta efsanelere konu olan Altay dağını “Bey” olarak adlandırsalar da- yeryüzünün merkezi olan bir dağ tasavvuru kendi coğrafyalarındaki bir dağ ile ilgili olmayıp, başka kültürlerin dünya görüşünün bir parçası olarak Altay halklarının inançlarına girmiştir. Yükseklerdeki zirvesiyle tanrıların şanına yaraşır bir ikâmetgâh olan bu dağ, gökyüzünde bulunmaktadır. Altay Tatarlarında, Baş Tanrı Bay Ülgen’in göklerdeki “altın dağda” oturduğuna inanılırken, benzer şekilde Yakut efsanelerinde Tanrının gökteki evi olarak “süt beyazı kayalık dağ” anlatılır.


Dünyaya hükmeden bu dağ, basamak (teras) sayısı değişmekle birlikte, çoğunlukla gökyüzü katları ile paralellik arzeden üst üste teraslar şeklinde tarif edilir. Her ne kadar gökyüzü katları olarak dokuz ve hâtta otuzüç sayıları telâffuz edilmesine rağmen, dağın basamakları için üç, dört veya yediden başka sayılara rastlanmaz. Moğol efsanelerinde dağ üç basamaklı ve dört kenarlı olarak tarif edilirken,


Pallas’ın naklettiğine göre Kalmukların dağı, dört basamaklıdır. Yakutların Gök Tanrısının beyaz taştan yapılma tahtına ise üç gümüş basamakla çıkılırken, Sibirya Tatarlarının merkez dağı yedi basamaklı, Ostyak şamanları da göğe yükselmek için yedi basamaklı bir dağa çıkmak zorundadırlar. 




Bazı yerlerde gökyüzünün kendisi bir dağ olarak tasvir edilmekle; bu dağın, bizim gördüğümüz alt tarafının yuvarlak bir kubbesi vardır. Eski bir Altay yaradılış efsanesinde anlatıldığına göre; Baş Tanrı (Ülgen), dünyayı yaratırken üzerinden güneş ve ayın hiç eksik olmadığı “altın bir dağın”(altin tu) üzerinde oturuyordu. Daha sonra bu dağ (yâni gök yüzü) yavaş yavaş aşağıya doğru indi ve dünyaya gölge yaptı. Gökyüzünün kenarları dünyanın kenarlarına değmez, çünkü dünya dağın tabanından daha geniştir.


Bu gök dağı tasavvurunun kökeni, Kuzeydoğu Sibiryada yaşayan Goldlerin bir efsanesine dayanmaktadır. Golde efsanesine göre, tanrılar göğü taşlardan inşa etmişler, gök yapılıp bittiğinde insanlar bunun başlarına yıkılacağından korkmaya başlamaları üzerine, tanrılar kubbenin altına nefeslerini üflemişlerdir. Tanrıların nefesi ile dolan hava da insanların gözlerinin bu taşları görmesini engel olmuştur. Ancak bu tasavvurun kökeninin Goldelere ait olması pek mümkün görünmemektedir, zira bahsedilen inşaat tarzı Goldeler veya diğer Sibirya halkları tarafından bilinmiyordu.


Moğol, Buryat ve Kalmuk efsanelerindeki dünya dağının adı ise Sumbur, Sumur veya Sumer’dir. Bu isimlerin Hindlilere ait olan “merkez dağı”nın adı olan Sumeru’dan geldiği kolayca anlaşılmaktadır. Bu dağ ile ilgili tasavvurlar, Hindistan’dan gelen kültür akımları içinde hiç değişmeden Orta Asya halklarına geçmiştir. Genel kabûl görmekle beraber, bu tasavvur biçimine Himalayaların zemin teşkil edip etmediğini söylemek de pek kolay görülmemektedir.


“Dünya dağı” inancının, daha önce bahsi geçen “sütun” (direk) ile benzerliği, sadece dünyanın merkezinden çıkmış olmasından ibaret olmayıp, Himalayaların zirvesinin “gökyüzünün göbeği” olan Kutup yıldızına uzanıyor olması da bir başka benzerlik göstermektedir. Genel olarak, “dünya dağının” Kuzeyde olduğu inancı yaygın olduğundan, Kuzey, aynı zamanda Baş Tanrı’nın dağın zirvesindeki ikâmetgâhı veya altın tahtının olduğu yerdir. Bazı dinlerde bu sebeple Gök Tanrı’ya ibadet edilirken, meselâ Mandeler ve Orta Asya Budistleri Kuzeye dönerek ibadet ederler. Bu konuda daha 13.yy’da Ruysbroeck, “Kuzeye dönerek ibadet ettiklerini” belirtir. Tapınaklardaki sunaklar da aynı şekilde bu istikâmette (Kuzey) bulunmaktadır.

“Dünya dağının” konumu, Buryatlarda anlatılan ve Hind dünya görüşünden alıntılanmış gibi görünen bir efsanede şöyle tasvir edilir: “İlk başta sadece engin sular ve bu sulara bakan bir kaplumbağa vardı. Tanrı, kaplumbağayı sırt üstü çevirdi onun karnının üzerinde dünyayı yarattı. Kaplumbağanın her ayağına yeryüzünün bir bölümüyle, göbek deliğine de Sumbur dağını yerleştirdi. Bu dağın zirvesinde de Kutup yıldızı bulunur”. Bir başka efsanede ise Sumbur dağının zirvesine bir tapınak yapılır ve Kutup yıldızı da tapınağın kulesinin altın ucudur.


Hind dünya görüşünde, “merkez dağı” benzeri bir konumdadır. Kirfel, “Hind Kozmoğrafyası” adlı değerli eserinde; Brahmanizm, Budizm ve Jinizmi (Jainismus) kıyaslayarak, bunların ortak yönlerini tesbit ettiği; “Meru dağının temel özellikleri konusunda her üç sistemin de tamamen örtüştüğünü, her üçünde de yeryüzünün tam ortasında yeralan ve dünyaya hükmeden en yüksek dağ olarak tasvir edildiğini, Jinizm dışındaki iki inanç sisteminde ise, bu dağın tam tepesinde Kutup yıldızının olduğu ve gök cisimlerinin onun etrafında döndüklerine inanıldığını belirtir”. Kalmuklar da buna aynı şekilde inanırlar ki, onlara göre gök cisimleri Sumer dağının etrafında dönerler, eğer görünmüyorlarsa, o esnada dağın arkasındadırlar.


Ön Asya halkları da göğe doğru yükselen bu kozmik dağ fikrine eski dönemlerden beri aşina idiler. Bu tasavvurun İncil’de yeralan ve kendini en yüksekteki (Tanrı) ile aynı seviyeye getirmek isteyen mağrur Babil kralının, azarlandığı ayette şöyle geçer: “Kendi kendine; göklere yükselmek istiyorum, Tanrının yıldızlarının üzerine tahtımı koymak istiyorum, Tanrıların Kuzeydeki dağına yerleşmek istiyorum” diyorsun (Yeşua, 14).


Dağın adından da anlaşılacağı gibi “merkez dağ” fikri, Hind üzerinden Moğol kabilelerine geçmiş olmasına rağmen, başka yollardan da Orta Asya’ya da girmiş olması muhtemeldir. Abakan Tatarlarıyla, Sibiryadaki bazı başka Tatar kabilelerinde olduğu gibi, İranlılar da yeryüzünün “merkez dağ”ına “haraberezaiti” (demir dağ) adını vermişlerdir. Bundahishn isimli metinlere göre gökteki bütün yıldızlar-sabit ve seyyâl olanlar- bu dağa bağlı olup, diğerleri onun etrafında dönerler. Altay Tatarlarının inançlarında var olan ve Sürö dağı, bu dağda yaşadıklarına inanılan yedi Tanrı ve bunlara verilen-aslında Persçeden geçmiş olan- “Kudai adıbu” tasavvurunun kökeninin Perslerden geldiğini ortaya koymaktadır. Bunun dışında, Bundahishn kitabında, Türk kökenli halkların inançlarında varolan “merkez dağın, sonradan yavaş yavaş şimdiki boyuna ulaştığı” tasavvurunu da görürüz.

“Dünya Dağı” tasavvurlarına bilindiği üzere, Ortaçağ Avrupasında da rastlanır ve Himinjborg (Gök Dağı) isimli İzlanda Edda’sında (İzlanda halk destanı) geçer. Benzer şekilde Finlinlilerden derlenip, ateşin kökenini anlatan aşağıdaki büyü sözcüklerinde bu tasavvurda benzer unsurlara rastlanır:


Ateşin beşiği nerededir?

Korların uyutulduğu,

Orda, göğün göbeğinde,

O yüce dağın zirvesinde,


Türk kökenli halkların “Dünya dağı” hakkındaki tasavvurları karşılaştırıldığında, bunlardan birinde dağ yeryüzünün tam ortasında yer alırken, diğerin gökyüzünde olan iki şekline rastlanır. Bunlardan herhangi birinin diğerinden daha eski olması muhtemeldir. Bu durum, kozmogonik tasavvurların dışarıdan bir örnek yoluyla geldiğine işaret eder ki, eski Persler ve Hindlilerde olduğu gibi, Babillilerin dünya görüşünde de, (sum.harsag (gal) kurkurra, sem. Sad matati) engin denizin ortasındaki yeryüzü ve onun ortasında “merkez dağ” yeralır. Bazı Orta Asya efsanelerindeyse bu dağ, engin denizlerin ortasında bulunur. Bunlardan bazılarında, başlangıçta sadece uçsuz bucaksız suların (İlk deniz) olduğu, yeryüzünün olmadığı, sadece bu denizden çıkan bir dağın olduğu anlatılır. Bu dağın zirvesinde, 33 tanrının (Tengri) yaşadığı bir tapınak vardır. Tengeri Sand, aşağıya fırlatınca yeryüzü oluşmuş ve iki Tanrı (bir erkek ve bir kadın) yeryüzünü kendi soylarından gelenlerle iskân etmek için aşağıya inerler. Bu efsanede geçen 33 tengeri, Sumeru’nun 33 tanrısına karşılık gelmektedir.


Uçsuz bucaksın denizlerin (İlk deniz) ortasında duran “merkez dağ” motifi, Hindistan’dan Orta Asya’ya geçmiş olan efsanede de yer almaktadır. Bu efsaneye göre Oçirvani (Hind mitolojisinde şimşek Tanrısı), kartal Garide’nin (Hind mitolojisinde Garuda) görünümüne bürünerek, “İlkdeniz” de yaşayan dev yılan Losun’a (İzlanda efsanelerinde geçen, ağzından zehir fışkırtan Midgar yılanı ile benzerlik gösterir) saldırır ve onu üç kere Sumer dağına dolayıp kafasını ezer. Yılan öylesine büyüktür ki, kafası dağın zirvesinde ve dağın çevresine üç defa sarılmış olmasına rağmen kuyruğu hâlen denizin içindedir. Benzeri yılan figürlerine eski Yunan sikkelerinde dev bir yılanın koni şeklinde bir cismin etrafın sarılmış olarak rastlanır ki, bu benzerlik, tesadüf olamayacak kadar dikkât çekicidir.


Kalmuk efsanelerinde ise, “Dünya dağı” yaradılışın bir parçası (nesnesi) olmaktan daha öte bir anlam ifade etmekte, dört kudretli Tanrı güçlerini birleştirip Sumer dağını ellerine alıp, onu “İlk deniz” içinde aynı bir Kalmuk kadının sütü karıştırdığı gibi karıştırmışlardır. (Bu efsanede Sumer dağı sütun şeklinde canlandırılmıştır.)

Böylesine kuvvetli bir şekilde karıştırılan denizden güneş, ay ve yıldızlar meydana gelmiştir. Aynı içerikli bir başka efsaneye Dörböt kültüründe rastlanır. Rivayete göre bir yaratık, 10.000 kulaç uzunluğunda bir çubukla “İlk denizi” karıştırmasıyla, bundan güneş ve ay doğar. Bir Moğol efsanesinde, göklerden gelen bir yaratık, demir bir çubukla “İlk denizi” karıştırmaya başlar ve bu şekilde suların bir bölümü yeryüzü hâlini alır.


Brahmanizmin dünya görüşünde de hemen hemen bütün bu tasavvurların karşılıkları bulunabilir. Brahman metinlerinde Tanrıların ve şeytanların nasıl efsanevî “Dünya dağını” çevirerek dünyayı yarattıkları anlatılır. Bunu tasvir eden Hind resimlerinde kaplumbağanın sırtındaki dağın, “İlk deniz” olan süt denizinin içinde dönüşünü görürüz. Efsanelerde geçen yılan “Vasuki”, dağın etrafına sarılmış, kafasının olduğu yerde şeytanlar, kuyruğunda da tanrılar vardır. Her iki grup da mütemadiyen yılanı kendilerine doğru çektikleri için, dağ mütemadiyen hareket hâlinde olup, bu hareket sonucunda mistik denizden dünyada görüldüğü gibi üzerindeki nesneler meydana gelmiştir.


Gök ekseninin düzenli hareketiyle, dünya oluşumu ve hayatın başlangıcını açıklamaya çalışmasıyla Hind tasavvuru bu yönden ilginç bir örnek teşkil eder. Güneş, ay ve yıldızların teşekkülünün bu dönmenin sonucu olarak görülmesi, bu cisimlerin “var olan her şeyin merkezinin” etrafında döndüğüne inanılıyor olması ile açıklanabilir. “Dünya sütununun” dönmesine sebep olan tanrılar ve şeytanlar da muhtemelen ışık ve karanlığın, yâni gece ve gündüzün dönüşümünü ifade etmektedirler.


Bu hususta en gelişmiş inanç şekli ise Lamaizm öğretileriyle beraber, Orta Asya’ya gelen ve merkezine “Sumer dağı”nı yerleştiren dünya görüşüdür. Kalmukların çizimlerinde görüldüğü kadarıyla, bu dünya görüşünde evrenin bütün boyutları tam olarak temsil edilmektedir. Okyanusların üzerinde duran “merkez dağının” yüksekliği 80.000 mil olup, denizin altında da bir o kadar yüksekliği vardır. Dağ, denizin derinliklerindeki bir kaplumbağanın sırtındaki altın tabakasının üzerinde durmaktadır. Sumeru dağının çevresinde çember biçiminde sıralanan yedi adet “altın” dağ sırası bulunmakta ve bu dağ sıraları birbirlerinden yedi deniz ile ayrılmaktadır. Pek tabii ki bu denizler de daire şeklindedir. Bu dağ sıraları, “merkez dağa” yaklaştıkça daha da yükselirler, bunların ilki 40.000, ikincisi 20.000, üçüncüsü 10.000, dördüncüsü 5.000, beşincisi 2.500, altıncısı 1250 ve yedincisi (ve sonuncusu) 625 mil yüksekliğindedir. Sadece yükseklik değil, dağ sıraları arasındaki mesafe de net olarak belirtilmiştir. Bu dağlar ne kadar yüksekseler, birbirlerinden uzaklıkları da o kadar artmaktadır. İlk dağ sırasının “merkez dağdan” uzaklığı, “merkez dağın” yüksekliği ile eşit; yâni 80.000 mildir. İkincisi ile, ilki arasındaki mesafe, ilkinin yüksekliğine eşit; yâni 40.000 mildir. Bu dağların arasındaki denizlerin suyu tatlıdır, ancak yedinci çemberdeki deniz, suyu tuzlu olan büyük bir okyanus ile çevrilidir. Bu okyanusu da yine 312,5 mil yüksekliğinde ”demirden” bir dağ sırası çevrelemektedir. Çevresi 3.602.625 mil olan ve en yakın sıra dağlardan 322.000 mil uzaklıkta olan bu “demir dağlar” dünyanın da dış sınırıdır.


Sumeru dağı, piramit şeklinde, çevresi deniz yüzeyinde 2000, zirvesinde ise 3, 5 mildir. Bu piramidin dört ana yöne bakan yan yüzeylerinin her biri kendine has ayrı bir renkte; Güney yüzü mavi, Batı yüzü kırmızı, Kuzey yüzü sarı ve Doğu yüzeyi de beyaz renktedir. Bu değişik renkler, o yüzeyin üzerindeki değerli taş veya metal kaplamalardan ileri gelmekte; Güney yüzey mavi parıltılı, Batı yüzeyi ise kırmızı parıltılı değerli taşlarla kaplı, Kuzeye bakan yüzey altın, Doğuya bakan yüzey ise gümüş kaplıdır. Bu dört renk aynı zamanda, temsil ettikleri yönlere renklerini verdiğinden, bu sebeple Güney mavi, Batı kırmızı, Kuzey sarı ve Doğu da beyaz yön olarak adlandırılmaktadırlar.


Tuzlu okyanusta, her yön için bir kara parçası bulunur ki, daha önce adı geçen bazı efsanelerde bundan bahsedilmiştir. Bu kara parçaları büyük adalar olarak tasavvur edilerek, bu adaların her iki tarafında birer tane daha küçük ada bulunur ki, böylece, dünyanın merkezini çevreleyen adaların toplam sayısı oniki olur. Coğrafî yönden her hangi ilmî gerçekle hiçbir alâkası olmayan bu tasavvur biçimi, hiç şüphesiz ki Doğu kozmolojisindeki burçlar kuşağının (Zodyak) on iki figürüne dayanır. Ön Asya halkları çok eski zamanlardan beri burçlar kuşağını “gökler ülkesi” olarak tasavvur ettikleri gibi, yeryüzünde de on iki ülke olduğunu tasavvur etmekteydiler.


Bu dört kara parçasında, yüz şekilleri itibari ile bir birlerinden farklı olan insanlar yaşamakta; Güney kara parçasında, yâni Hindistan ve daha sonraları diğer ülkeleri kapsayan kara parçasında yaşayanların yüzleri oval, Batılılar yuvarlak, Kuzeyliler dört köşe ve Doğudakiler yarım ay şeklinde yüz hatlarına sahiptiler. Söz konusu kara parçaları da benzeri şekle sahiptiler.

Tibet bölgesindeki bazı sapmalar haricinde, bütün Budist dünyada geçerli olan ve şaşırtıcı derecede ayrıntılı dünya tasavvuru biçimi, muhtemelen çeşitli alt tasavvurların bir potada eritilmesi ile meydana gelmiş olmalıdır.


İlginç olan, coğrafî yönlerle, çeşitli renklerin özdeşleştirilmesi sadece Asya’da değil, bazı Kuzey Amerika Kızılderilileri arasında da görülmesidir, ancak renkler, halklara göre farklılık göstermektedir. Çinliler, Doğuyu mavi, Güneyi kırmızı, Batıyı beyaz ve Kuzeyi de siyah ile ifade ederken, Hintlilerin Purana öğretisine göre, Doğu beyaz, Güney sarı, Batı siyah ve Kuzey de kırmızıdır. Kuzey Amerika Kızılderili kültüründe ise, ana yönlerin renkleri siyah, beyaz, sarı ve mavi veya siyah, beyaz, kırmızı, yeşil (mavi) olarak sıralanmaktadır. Bu renk tasavvurlarının Ön Asya’nın eski medeniyetlerinde de karşılıkları olması muhtemel görünmektedir. Sözün gelişi bir Yahudi efsanesinde anlatılanlara göre Tanrı, dünyanın merkezinde insanı yaratırken, dünyanın dört köşesinden değişik renkli; kırmızı, siyah, beyaz ve kahverengi toprak alarak yaratmıştır. Kalmuk kültüründe renkler, Hind kaynaklarındaki gibidir. Hindlilere göre; Mery dağının Güneyi safir mavisi, Batısı mercan kırmızısı, Kuzeyi altın ve Güneyi de gümüştür.


Kutup yıldızına kadar yükselen “Merkez dağının” etrafında kesin aralıklarla sıralan “yedi altın dağ çemberi” fikrini yukarıda görmüştük. Bu çemberler, Babillilerin tasavvur ettikleri gezegen haritasına karşılık gelmektedir. Belirtilmiş olan ara mesafelerin oranları, Pagodaların inşası esnasında Budist mimarlar tarafından titizlikle gözetilmiştir. Bu Pagodalarda Tanrıların yaşadıkları “merkez dağının” bir suretini oluşturmaya çalışılmıştır. Hâtta Hind kralları, yapay dağlar inşa ederek, kutsal Meru dağını şereflendirmek istemişler; Benares şehri yakınlarında 1027 yılından kalma böylesi bir yapay dağ yeralmaktadır.

Moğollarda da rastlanan bu tip ibadet yerleri, genelde suya yakın, yüksek ve mümbit topraklarda yeralır. İnşa şekli ve görünümünü Banzarov şu şekilde tarif eder: Önceden tesbit edilmiş olan tepecik üzerinde belli bir alan işaretlenerek, burası taş ve toprak taşınarak yükseltilip, bunun üzerine muhtelif eşyalar yerleştirilir. Bu eşyalar, miğfer, zırh, giyim eşyaları, hâtta yiyecek maddeleri, fıçılar, ipek kumaşlar veya ilaçlar olabilir. Yan taraflara süs eşyaları ve ziynetler konulur. Daha sonrasında yükseltinin üstüne ağaçlar dikilir ve “Garuda kuşu” tasvirleriyle, eski bir gelenek gereği kılıç, mızrak, ok ve yay yerleştirilir. Moğolların “obo” adını verdikleri bu kutsal mekânları taraça şeklinde olup, her taraçada o taraçaya has eşyalar, süsler, hayvan ve kuş figürleri, taşlar üzerine dualar yazılı yapraklar bulunur. Yükseltinin etrafına böyle oniki taraça yapılır, böylece tepeciğin kendisi ile beraber toplam sayı onüç olur ki, bu mekân, Budist inancındaki dünyayı temsil eder. Ortadaki tepecik Sumeru dağını, diğerleriyse oniki kara parçasını temsil eder.


Bu durum, Orta Asya kültürlerindeki ibadet yeri ”tapınak” inşa geleneğinin hangi dış tesirlerle başlamış olduğunu gösterir ki, bu gelenek Türk kökenli halkların kültürlerinde daha önceki zamanlardan kalma “dünya sütunu” geleneğinin üzerine yerleşmiştir. Her ne kadar bu geleneğin eski hâli bir sütunu, sonraki hâli bir dağı ifade ediyorsa da, aslında her ikisi de aynı maksada hizmet etmektedir. Ostyaklar nasıl kendi “demir sütun adamlarından” baba olarak bahsediyorlarsa, Orta Asya halkları da Sumer dağını “Baba” olarak isimlendirmekte ve kurban törenlerinde onu böyle şereflendirmektedirler. Her iki örnekte de yapılan canlandırma, aynı Veda inancındaki “dünyanın göbek deliği” tarzı bir kutsallığı ifade etmekte, dolayısıyla bunların önünde Tanrılara veya Tanrıçalara tapınılıp, dua edilmesi gayet tabiidir. Banzarov’un bir başka ilginç tespiti de, Moğolların bu “ibadet yerlerine” kurban olarak hayvan getirmeyip, sadece meyve, süt, damıtılmış içecek ve peynir gibi ürünler sunmalarıdır. Bu ibadet yerlerinde sadece bulundukları yerin ruhlarına değil, Budistler için önemli olan bölgelerin ve özellikle kendi ülkelerinin çeşitli yerlerindeki ruhlara da ibadet ederler. Bu ritüelin gayesi, “hayatta mutluluk, insanların refahı, hayvanlarının çoğalması, servetin artması, kötü ruhların uzaklaşması ve hastalıkların ortadan kalkmasıdır”. Kurban törenini takiben sığırlar kutsanmış su ile yıkandıktan sonra tören, at yarışları ve güreş gibi eğlencelerle devam edip, şölenle son bulur.


“Tapınakların” en iptidai şekli olan bu anıtlar, zaman içinde Hindistandaki şaşaalı Pagoda veya Mezopotamya medeniyetlerinden geride kalan harabelerdeki taraça formlu tapınaklara dönüşmüş halleriyle, dinî arkeoloji tetkikleri yönünden de son derece önemli unsurlar olduğunu belirtmek gerekir.



Uno Harva'nın Altay Panteonu adlı kitabında alıntılanmıştır.


Çeviren: Erol Cihangir

Mardin

 



Silivri / İstanbul

 





Sümerler ’de Ölüm ve Cenaze Törenleri

 Sümerlere göre kur adı verilen ölüler diyarı, sıkıntılı, mihnetli ve yaşanılması oldukça zor bir yerdir. Yeryüzündeki hayatlarında tanrıları memnun etmek için büyük gayretler gösteren ve kahramanlıklar sergileyen insanların bile ölüler diyarında sıkıntı ve çaresizlikler içerisinde kaldığına, bu yerin asla yeryüzüne denk olamayacağına inanılmıştır. Bu yüzden, ölen insanların yer altı dünyasında olabilecekleri en iyi duruma ulaşmaları için cenaze törenleri büyük bir özen ile düzenlenmiştir. Ölümden sonra, ölen kişinin ruhu (edimmu) ile bedeni arasındaki ilişkinin tam olarak kopmadığına inanılmıştır. Bundan dolayı, edimmunun ölüler diyarına gidebilmesi için defnedilmesi gerektiğini düşünmüşlerdir. Kent kalıntılarında mezarlıkların bulunması, yakarak, suya atarak veya ıssız yerlerde çürümeye bırakarak cesedi yok etme yönteminin, Sümerlerde olmadığını göstermektedir. Yalnızca ağır cezaya çarptırılan insanların cesetleri -ruhlarının büyük bir acı çekmesi için- defnedilmemiştir.


Yapılan araştırmalarda her yaş grubuna ve her cinsiyete ait mezarların bulunduğu görülmüştür. Fakat mezarların yapısı ve defin esnasında konulan malzemeler, kişinin sosyal statülerine göre farklılıklar gösterir. Evlerin katlarının altında o aileye mensup bireylerin mezarları bulunduğu gibi hipoje ve tholos mezarlarda yer almıştır. Sümer tabletlerinde ölen kişinin ihtiyaç duyabileceği her türlü nesnenin de kendisiyle beraber gömülmesi gerektiği belirtilmiştir. Mezarlara konulan bu nesneler ölen kişinin mesleği ve konumu hakkında da bilgiler vermektedir. Mesela askerler silahlarıyla, saraylı kadınlar mücevherleriyle, müzisyenler enstrüman aletleriyle defnedilmişlerdir.


Sıradan insanlar evlerin ve binaların altlarında yapılan (intramural) ve yerleşim yerlerinin dışında kurulan (extramural) mezarlarda gömülmüştür. Diğer mezar türlerine ise toplum içerisinde önemli mevkilere sahip, krallar, prensler, din adamları ve tüccarlar, kurban edilenler kıymetli eşyalarla birlikte gömülmüştür. Kralların ölümü sonrasında büyük törenler düzenlenmiştir. Hatta Ur kral mezarlarının birisinde, yetmiş dört kişilik maiyetiyle birlikte gömülen kral mezarı bile çıkartılmıştır. Sıradan insanların cenaze merasimleri daha basit ve sade yapılmıştır. Cenaze sırtı üstü ve yan biçimlerde defnedilmiştir. Zengin insanlar elbiseleriyle, daha alt seviyedeki sınıf ise basit dokuma veya sazlardan yapılan hasırlarla gömülmüştür.


Ölüm ve ölümden sonraki hayatla ilgili inanışlar, Sümerleri bir hayli korkuttuğu için ölen insanlara saygı gösterilmiş ve ölen kişinin ruhu teskin edilmeye çalışılmıştır. Bu yüzden ölen kişinin arkasından kurbanlar kesilerek ruhun bu şekilde rahatlayacağı düşünülmüştür. Böylece edimmunun insanları rahatsız etmeyeceğine inanılmıştır. Edimmular adına çeşitli adak ve kurbanların yapılmaması sonucunda ruhun, geride kalan insanlara rahatsızlık vereceğine inanılmıştır.


Ölen kişi adına, defin işlemlerinde olduğu gibi, definden sonra da ayda bir defa kurbanlar kesilmiştir. Daha sonra tanrılar, methiyeler ve dualarla takdis edilmiştir. Tanrılara sunulan takdimlerin ve bütün bu ritüellerin ölen kişiyi rahatlatacağına, sunulan bu yemeklerden ölen kimsenin de istifade edeceğine inanılmıştır. Bir kitabe de “cesedi savaş alanında yatan ölünün edimmusu bir yerde huzur bulmaz ve sükunete kavuşmaz. Kendisiyle alakadar olacak kimsesi olmayan cesedin edimmusu sokaklara atılmış artıklar ve süprüntülerle geçinir.” denilmiştir. Bu yüzden öldükten sonra bu ritüellerin gerçekleşmesini sağlamaları için çok çocuk sahibi olmaya önem verilmiştir. Mersiyeler genellikle ölen kişinin yokluğundan duyulan üzüntü ve defin işlemlerinden bahsetmiştir. Bu mersiyelerin bazılarında ölen kişinin defin töreni için ekmek, çeşitli meyveler, şarap, bal, süt gibi yiyecek ve içecekler ile soğuk ve sıcak suyun toprağa saçıldığı anlaşılmaktadır.


Sümerler, kilden yapmış oldukları bir boru vasıtasıyla toprağa sıvı dökme ayinleri yapmışlardır. Bu ayinle, yer altı dünyasında ki edimmuların susuzluklarının giderileceğini düşünmüşlerdir. Defin işlemleri sırasında uyulması gereken kurallara riayet edilmezse ölen kişinin ruhunun yeni yerinde rahatsız olacağına inanılmış, cenaze ve definle ilgili kural ve ritüellere büyük özen gösterilmiştir. Bazen ölen küçük çocukların da aile büyüklerinin mezarlarına gömüldüğü anlaşılmıştır. Gömütlerin yönü belirli bir nirengi noktasına göre düzenlenmiştir. Bazen ölen kişinin yaşı, cinsiyeti ve sosyal konumu da yönü belirlemede etkili olmuştur.


Ölüm hakkındaki mitsel anlatım, Gılgamış tabletlerinde yer almaktadır. Bireysel eskatoloji örneği olabilecek bu hikâyelerin birisinde Gılgamış ölümsüzlüğün sırrını aramış, Ziusudra’nın yanına gelerek bunun için yardım istemiştir. Ziusudra, Gılgamış’a insan olduğunu ve bunun mümkün olamayacağını çeşitli yollarla anlatmasına rağmen, Gılgamış ısrarını sürdürür. Ziusudra, ona sihirli bir bitkiden bahseder. Gılgamış ebedi hayat otunu bulmasına rağmen onu yiyemeden bir yılana kaptırır ve insan için ebedi hayatın mümkün olamayacağını anlar. Gılgamış, Enkidu ve Ölüler Diyarı isimli hikayede de, Enkidu’nun ölüler diyarına inmesi, Gılgamış’ın Enki’den yardım istemesiyle buradan kurtulması ve aralarında yapmış oldukları yer altı dünyası hakkındaki konuşma anlatılır. Ayrıca İnanna ve Dumuzi miti de yer altı dünyasıyla ilgili bilgi vermektedir. Bu mitler, ölüm ve ölüler diyarıyla ilgili inanışların ortaya çıkmasını sağlamış, uygulamalar bu inanışlar çerçevesinde şekillenmiştir. Mitlerde ölüler diyarı, karanlık ve hiçbir şeyin bulunmadığı bir yer olarak tasvir edilmemiş olsaydı, herhalde ölen kimseler kendi mesleklerine uygun eşyalarla defnedilmez, mezarlara kilden yaptıkları borularla sıvı dökme ritüelini gerçekleştirmez ve bu törenlerde yiyecek saçıp sunularda bulunmazlardı.


Tapınaklarda, halktan insanlar tarafından yaptırılmış heykellerin bulunması, ölümle ilgili inanışların dini otorite tarafından insanlara yansıtılmasının bir göstergesidir. İnsanların ibadet pozisyonu içerisindeki tasvirlerini gösteren bu heykeller, ölümün bir “son” olması karşısındaki çaresizliğe karşılık, dini otoritenin teveccühünü elde edebilme arzusunun dindarane bir göstergesinden başka bir şey değildi. Ölen kişinin ardından -çok sonraları bile- ritüel ve uygulamaların devam etmesi, dini otoritenin bu alanı başı boş bırakmadığının göstergesidir.



Sümer Mitolojisi Bağlamında Otorite Tarafından Şekillendirilen İbadet ve Törenler Kitabından Alıntılanmıştır.


ABDULLAH ALTUNCU

Çatalhöyük / Çumra / Konya

 


Habur Sınır Kapısı / Pamuk Tarlası ve Arkada Irak Zaho

 




Türk Boyları

 TÖLES BOYLARI


627’ye kadar Baykal Gölü’nün doğusundan Karadeniz’in kuzeyine kadar uzanan sahada Gök-Türk Devleti’ne bağlı diğer Türk boyları Töles ismiyle adlandırılıyordu. Tölesler, en fazla boy sayısına sahiptiler. Tölesler, IV. ve V. yüzyıllarda yaşayan Kanglıların devamıdır. Büyük Hun İmparatorluğu zamanında devlete bağlı, fakat batı bölgelerinde yaşayan boyların genel isminin Ting-ling olduğu bilinmektedir. Sonra Orta Asya’daki dağınık boylar Kanglı olarak adlandırılmıştır. VI. yüzyılın ortalarında, Gök-Türklerin büyük bir hızla yükseldiği sırada Orta Asya’da onlara bağlı dağınık Türk boylarının genel adı ise Töles’tir. Gök-Türkler, Töles boylarını yenip, onların 50 bin ailesini kendilerine bağladıktan sonra istiklâllerini elde etme yolunda büyük güven kazanmışlardı. Dolayısıyla Gök-Türk Devleti’nin kuruluşunda Töleslerin katkısı çok önemlidir.

Tölesler, Gök-Türkler gibi bir hayat tarzını sürdürüyorlardı. Belirli bir yerde ikamet etmedikleri, dağları ve vadileri takip ederek yaşadıkları bilinmektedir. Hareketli hayat tarzları sayesinde ağır ve vahşi hayat şartlarına karşı dayanıklıydılar. Orta Asya’da yaşamış bütün Türk topluluklarının ortak özelliği olan at üstünde ok atmada usta olmalarıyla tanınıyorlardı. Çin’in batı sınırlarına yakın olan Turfan civarında yaşayan Töles gruplarının bitki yetiştirme ve tarım gibi işlerle uğraşmalarından da Türklerin İslam’ı kabullerinden önce Orta Asya’da tarım yaptıkları anlaşılmaktadır. Bu boylar tarımla ve bahçecilikle uğraştıklarından, daha çok sığır yetiştiriyorlardı ve dolayısıyla ata ihtiyaçları azdı.


603 yılında Batı Gök-Türk kağanı Tardu’nun yenilgiye uğraması üzerine Altayların batısında Tanrı Dağları havalisinde yaşayan Töles boyları dağıldı. Töles boylarının tarihleri büyük çoklukla Batı Gök-Türkleri içinde gelişti. Ancak, Sir Tarduş, Bayırku ve benzeri boyların bunlara dâhil olmadığı anlaşılmaktadır. Doğuda kalanların hepsi 627 ve takip eden yıllarda birer müstakil siyasi güç olarak ortaya çıktılar.


Töles boylarının coğrafi dağılımı Orta Asya Türk tarihi açısından çok önemlidir. Moğolistan’da Tola Irmağı’nın kuzeyinde küçük Töles kabileleri yaşıyordu. Bir kısmı Hami’nin batısı, Karaşar’ın kuzeyi ve Ak Dağ (Tanrı Dağları) eteklerindeydiler. Töles boylarından bazıları biraz daha kuzeyde Altay Dağları’nın güney batısını yurt tutmuşlardı. Bazı Töles kümeleri Semerkand’ın kuzeyinde, Sır Derya’nın (Arıs ırmağı) yanında, diğer bazıları ise Hazar Denizi’nin doğusunda bulunuyordu. Ayrıca, Karadeniz’in kuzey doğusunda yaşayan Töles kabileleri de vardı.

 

 

Tölesler, Batı Gök-Türk Devleti’nin zayıflaması (603) üzerine tekrar siyasi sahnede rol oynamaya başladılar. Tardu’nun mağlubiyeti ile bir ara dağılan Töles boylarının orta grubu, yani Altay Dağları’nın güney-batısı ile Tanrı Dağları’nın kuzeyinde yaşayanlarının, Batı Gök-Türk kağanı Ch’u-lo tarafından itaate alındığını söylemek mümkündür. Töleslerin güçlenmelerinden endişelenen Ch’u-lo Kağan, ağır vergiler koymak suretiyle onların mallarını topladı. Arkasından Sir Tarduşlann kendisine itaatten vazgeçeceklerini zannederek onların kabile liderlerinden yüzden fazlasını ortadan kaldırdı.


Bu ağır baskılara dayanamayan Töles boyu Ch’i-piler, erkinleri Keleng liderliğinde Gök-Türkleri mağlup etmeyi başarabildiler. Diğer bir Töles boyu olan Sir Tarduşlar da erkinleri Ye-shih’yı “Küçük Kağan” unvanıyla tahta geçirdiler. Onun gücünden korkuya kapılan Hami, Koço ve Karaşar gibi küçük devletçikler de ona bağlandı. Ancak, Ch’i-piler ve Sir Tarduşlar bağımsızlıklarını uzun süre devam ettiremediler; Batı Gök-Türk Devleti yeniden kuvvetlenince ona bağlandılar.

Doğu Gök-Türk Devleti’nin yeniden güçlenmesiyle etkisiz bir duruma gelip ona bağlanan Töles boylarından Tola ve Kerulen ırmakları civarında oturanlar, 627 yılından sonra Çin’in desteği ile isyan ettiler. Doğu Gök-Türk Devleti, bu isyan neticesinde iyice zayıfladı ve arkasında da kıtlık çıkınca tamamen dağıldı. 627 tarihi Orta Asya’da yaşayan bütün Türk kökenli boylar için dönüm noktasıdır. Bu tarihten sonra bu boylar bağımsız yaşayacak kadar öz güvene sahip oldular. Bunların en güçlüleri Sir Tarduşlar, Bayırkular, Bugular ve Uygurlar idi. Onlar ilerleyen devirlerde önemli tarihî roller üstlendiler. Öncelikle Sir Tarduşlar, 646 yılına kadar bağımsız bir devlet kurdular. Töles adı bahsettiğimiz tarihte önemini yitirse de çeşitli Türk toplulukları içinde varlığını sürdürmüştür.



KIRGIZLAR (M.Ö. 202-M.S. 960)


Kırgızların anayurtları Kögmen (Sayan) Dağları’nın kuzeyi ve Yenisey nehrinin kollarında bulunan Kem havzası idi. Kırgız adının kır-gezmek’ten veya Kırk Oğuz’dan geldiği konusunda fikirler vardır. Çince metinlerde Kırgız ismi değişik şekillerde yazılmıştır. Kırgızlar, ilk defa Büyük Hun İmparatorluğu’nun hükümdarı Mo-tu (Mete) zamanında zikredilmişlerdir. M.Ö. 202 yılında Hunlara bağlanan Kırgızlardan bundan sonra bahis yoktur. Bu esnada Kırgızlar Altay Dağları’nın kuzeyinde Kem (Yenisey) Irmağı civarında yaşıyorlardı.


M.Ö. 99’da Çinli generaller Li Ling ve Wei Lü, Çin’deki Han hanedanından kaçıp Hunlara sığındıkları zaman, Hunlar, bu generallerden Wei Lü’yü Ting-lingler üzerine, Li Ling’i ise Kırgızlar üzerine idareci tayin ettiler. M.Ö. 46 yılında Hun hükümdar Chih-ch’i tarafından mağlup edilen Kırgızlar, bu hükümdara itaat etmek zorunda kaldılar; Altay Dağları’nın doğusu ve Sayan Dağlarının kuzeyine çekildiler. Kırgızların bu dönemde Wu-sun’ların yaşadığı Işık Göl’ün kuzeyine doğru yayıldıkları ve Chih-ch’i’ye yenilince tekrar eski yerlerine döndükleri anlaşılmaktadır.


Gök-Türk Devleti’nin kuruluşundan sonra Kırgızların tarihî metinlerde yeniden yer almaya başladığı görülmektedir. Aslında Gök-Türk Devleti kurulmadan önce de efsanelerde Kırgızların adlarına tesadüf edilmektedir. Gök-Türklerin ikinci köken efsanesinden Kırgızların 552 tarihinden önce Abakan nehri ile Yenisey nehri arasında yaşadıkları sonucunu çıkarmak mümkündür.


553 yılında Gök-Türklerin başına geçen Mukan Kağan, devletini hızla büyütmeye başlamıştı. 555’te doğudaki Kıtan kavminin yenilmesinden sonra, onların kuzeyindeki Kırgızlar Mukan’a itaat etmişlerdi. 572 yılında Mukan Kağan ölünce onun yas törenine katılan kavimler arasında Kırgızlar da vardı.


630’da Batı ve Doğu Gök-Türk devletleri yıkılarak Çin’deki T’ang hanedanına bağlandıklarında Türk boyları bağımsız bir şekilde hareket etmeye başladılar. 627’yi takip eden zaman sürecinde güç kazanan Sir Tarduşlara bağlandığı anlaşılan Kırgızlar, onlar tarafından gönderilen bir ilteber tarafından yönetiliyorlardı. Bu arada Gök-Türk beyi Ch’e-pi Tegin, Karluk ve Kırgız gibi Türk boylarını kendine bağlayarak kuvvetlendi. Gök-Türk beyi 648’de başarısız olup gücünü kaybedince Karluk, Sir Tarduş ve Bugu gibi Türk boyları Çin imparatoruna elçi gönderip hediyeler sundular. Kırgızlar da bu esnada elçi göndererek Çin imparatoruna kendi ülkelerinde yetişen mallardan hediyeler sundular.

650 yılını takiben Çinliler tarafından Gök-Türk ülkesi askerî valiliklere bölündüğü zaman Kırgız askerî valiliği de ihdas edildi. Kırgız reisi iltebere “askeri vali ve sol savunma generali” unvanı verildi. Kırgızlar 650-83 arasında, 708 yılında (ve 713-55 tarihleri arasında dört kez) Çin’e elçi göndererek hediyeler sundular.


Orhun Yazıtları’nda Kırgız adı defalarca kaydedilmiştir. îlteriş Kağan’ın 692 yılında ölümünden sonra yerine geçen kardeşi Kapgan Kağan devletini her alanda güçlendirmeye başlamıştı. Tonyukuk Yazıtı’ndan anladığımız kadarıyla Çinliler, On-ok ve Kırgızlarla anlaştılar; On-ok ve Kırgızlar Altay dağlarında oturacaklar, Çinlilerle anlaşıp Gök-Türk kağanı Kapgan’a saldıracaklardı. Ancak, Kapgan ve Tonyukuk yönetimindeki Gök-Türk ordusu 696-97 kışında Kögmen Dağları’nı aşarak, Yenisey kollarından Anı Irmağı kıyısında Kırgızları çok ağır bir bozguna uğrattı. Kırgız hanı da orada öldürüldü.

Kırgızlar, 708 yılında Çin’deki T’ang İmparatorluğu ile temasa geçtiler. Bunun neticesinde Gök-Türk Devleti’ne karşı isyan etmiş olmalılar ki, 710 yılında Bilge ve Kül Tegin kardeşler tarafından yeniden mağlup edildiler. 731 yılında Kül Tegin öldüğü zaman cenazesine Kırgızlardan Inançu Çor gelmişti.


Gök-Türk Devleti yıkılıp yerini Uygurlara bırakınca ilk kağan Bayan Çor devletin birliğini sağlamak maksadıyla Kırgızlarla savaştı. 779 yılından önce Bögü Kağan tarafından mağlup edilen Kırgızlar, onun yerine geçen Tun Baga Tarkan’dan da ağır bir darbe yediler. 800’lü yılların başında Kırgızların yine Uygurlarla savaşıp yenildiklerini görüyoruz. Uygurlardan Kutlug Bilge Kağan, Kırgızlar üzerine çıktığı seferde, onların reisini öldürdüğü gibi çok sayıda at ve sığır ele geçirdi. Ayrıca Kırgızların Orta Asya’daki diğer boy ve şehirlerle yaptığı demir ticareti Uygurların eline geçti.


Uygur hâkimiyeti döneminde Kırgız adı “sarı, kızıl yüzlü” şeklinde ifade edilmektedir. Bu esnada Kırgızlar, yine de Karluk, Tibet, Iran gibi boy ve devletlerle münasebetlerini devam ettirdiler. Uygurlar, onların reisi A-je’ya makam ve unvanlar vererek kendilerine bağlamışlardı. Uygur Devleti zayıfladığında A-je kağanlığını ilan etti. Bunun üzerine Uygurlar bazı kumandanlarını göndererek isyanı bastırmak istedilerse de Uygur kumandanları kuvvetli Kırgız ordusuyla baş edemediler. Bu sırada Uygur kumandanlarından Küllüg Baga, Kırgız kağanı A-je’ya rehberlik ederek kendi kağanının merkezini bastırttı. Yenilen Uygur kağanı Ho-sa öldürüldü (840). Diğer bütün Uygur kumandanları ve teginleri de mağlup oldu. Uygurların altın otağı ve Çin asıllı prensesleri Kırgızların eline geçti. Kırgız kağanı kendi hükümet merkezini Uygur kağanının merkezine on beş günlük mesafede bulunan Lao Dağı’nın güneyine nakletti.


Kırgızlar, elde ettikleri bu büyük zaferden bir yıl sonra on tarkandan oluşan bir elçi heyetini Çin’e gönderdiler. Uygurların elinden alınan Çin asıllı prensesi iade edeceklerdi. Ancak, Uygur kağanı Üge, Kırgız elçilik heyetini yolda bastı ve tarkanların hepsini öldürerek, Çin asıllı prensesi ele geçirdi. Kırgızlar, yaklaşık bir asır süren Büyük Uygur Kağanlığı’na son vererek Ötüken bölgesini ele geçirdikten sonra, 843 yılı başlarında Çin’e bir elçilik heyeti daha yollayarak yeni kurdukları devletin tanınmasını istediler.


844’te Çinliler, Kırgızlarla bir anlaşma yaparak Uygurlar ve Kara Arabalı kabilesini cezalandırmayı kararlaştırdılar. Kırgız elçisi Tirek İnanç iki beyaz atla ve mektupla Çin sarayına geldi. Elçiye son derece hürmetle davranılmış, şerefine eğlenceler düzenlenmişti. Aradan geçen zaman içinde Çinliler verdikleri sözü tutmayınca görüşmeler uzadı. Buna rağmen Kırgızlar kendi başbakanları Apa’yı 70 bin kişilik kuvvetle Shih-weilerin üzerine yolladılar. Shih-weiler yenildi ve Uygurlar, Kırgızlar tarafından alınıp Gobi Çölü’nün kuzey taraflarına götürüldüler. Dağlara ve ormanlara kaçan Uygurlar ise Doğu Türkistan istikametinde ilerleyip Kuca civarındaki Uygurları idare eden Menlig Tegin’e bağlandılar.


860-73 tarihleri arasında üç defa Çin’e elçi gönderen Kırgızlar, Budizm dinini öğreten klasik kitaplardan istemişler, ancak Çinliler onları oyalamıştır. 863’te gelen Alp İnanç adlı Kırgız devlet adamı: “Bize klasik kitaplar hediye etmenizi istiyoruz. Ayrıca her sene elçi göndererek Çin’i gezmek ve Çin takvimini öğrenmek isteriz. Bundan başka An-hsi bölgesinden itibaren bütün toprakları Çin hâkimiyetine döndürmek için Uygurlara taarruz ederek onları cezalandırmamızı kabul etmenizi dileriz” demiş, fakat imparator bunu kabul etmemişti.


İslam kaynaklarında Kırgızlar hakkında çok az malumat vardır. İki yılda bir Kırgız ülkesinden Maveraünnehr’e kervan geldiğinden bahsedilmektedir. Gelen mallar değerli kürkler, misk ve özellikle ok yapımında kullanılan ağaçlardı. Oradan Kırgız ülkesine başta dokuma ürünleri ve birçok ticaret malı giderdi. Kırgız kağanı, Kemcikeş adlı şehirde otururdu. Bundan başka şehirleri yoktu. Kırgızlar ölülerini yakan tek Türk kavmiydi. Çadırlarda ve keçeden kulübelerde oturur, ateşe taparlardı. Kürk, misk ve boynuz elde etmek için avlanırlardı. Dîvânu Lûgâti’t-Türkte Kırgızların Türklerden bir boy olduğu vurgulanmıştır.


Kırgızlar, Uygurlar üzerine başarılı seferler yapmış olmalarına rağmen Moğolistan’da fazla kalamadılar. 960’lardan sonra doğudan gelen Öngütlerin baskısıyla eski yurtlarına geri döndüler. Cengiz Han döneminde hızla yükselen Moğol İmparatorluğu’na bağlandılar ve Tanrı Dağları’na göç ettiler. Bir kısmı eski yurtları Hakasya’da kaldı.


Kırgızların kanunları çok sertti. Savaştan kaçanlar, memuriyetlerini iyi yapamayanlar, vatana ihanet edenler ve hırsızlık yapanlar başı uçurulmak suretiyle cezalandırılırdı.

Kırgızların en önemli eserleri, Kopen mezarları, Uybat kurganları, Kapçal ve Tuyuhtyansko gibi kurganlardan çıkarılmıştır. Bunlar altın ve gümüş kaplar, at koşum takımları, ok, yay, kılıç ve hançerler, miğfer, zırhlar ve keramikler gibi nesnelerden oluşmaktadır. Ayrıca ağaçtan yontulmuş hayvan figürlerine de rastlanmaktadır. Bozkır kuşağı sanatında olduğu gibi av sahneleri Kırgızlarda da yaygındı. Eski Türklerde en erken devirlerde bir kült olan av ile ilgili tasvirler bir eyer kaşı üzerinde yer aldığı gibi kayalar üzerine de çizilmiştir.



TÜRGİŞLER (634-766)


630 yılında Batı Gök-Türk ülkesinde T’ung Yabgu’nun öldürülmesi üzerine ülke iç karışıklığa sürüklenmişti. Başıboş kalan çeşitli boylar, 635 yılında kendi aralarında teşkilatlanarak Türgişler denilen halkı meydana getirmişlerdir. Buna rağmen başlarında daima Batı Gök-Türk hanedanından gelen beyler bulunmuştur. Aslında 634 yılında Batı Gök-Türk hanedanından Işbara ülkesini on boya bölmüş, her boya birer ok vermiş bundan sonra unvanları On Şad ve On Ok şeklinde söylenmeye başlamıştır. Türgişler bunlardan birinin adıdır. Yazılı belgelere göre ilk defa 651 yılında tarih sahnesinde görülen bu Türk boyu, Batı Gök-Türk Devleti’ni (581-659) meydana getiren On-Ok konfederasyonuna bağlı beş Tou-lu grubunun dördüncü boyu olarak Barotala nehri boylarında tarih sahnesinde yer alır. VII. yüzyılın ortalarında Türgişleri Ho-lo-shih Çor isimli bir başbuğ yönetmekteydi.


656 yılında Çin’deki T’ang împaratorluğu’nun üç kol hâlinde Batı Gök-Türk Devleti topraklarına saldırması, diğer Türk boylarını olduğu gibi, Türgiş boyunu da etkiledi. Bunun sonucunda Türgişler Işık Göl ile İli nehri taraflarına göç ettiler. Onlardan küçük bir grup da Beşbalık taraflarına göç etti.


Çinlilerin yaptığı bu sefer sonucunda, batı Türk kabileleri gibi Türgiş boyu da Çin egemenliği altına girdi. Türk oymaklarını yönetmek üzere T’ang İmparatorluğu tarafından devlet hizmetinde görevli Türk kökenli bir kağan gönderildi. Bu durum 690 yılına kadar devam etti. II. Gök-Türk Devleti’yle sık sık çatışan Türgişler, Bolçu savaşında mağlup oldular.


720 yılında, batıdan gelen Emevî ilerleyişi devam ediyordu. Maveraünnehir üzerinde Türklerin hak sahibi olduğunu düşünen Su-lu Kağan, Arap ordusunun ilerleyişine karşı buradaki mahalli şehir devletlerine elinden gelen yardımı yaptı. 737 senesinde bir kumandanının komplosuna kurban giden Su-lu Kağan’ın ölümü üzerine Türgiş Devleti birliğini koruyamadı. Çin İmparatorluğu bu durumdan yararlanmak  istedi. Çinliler, Türgişlere karşı bazı başarılar kazandılarsa da, Emevîlerle Karlukların işbirliği ile hareket ettiği Talas Savaşı’nı (751) kaybettiler ve bölgeden çekilmek zorunda kaldılar. Bir ara Uygur Devleti’nin baskısına maruz kalan (735-756) Türgişler, Sarı-kara kabileler arasındaki ihtilafın büyümesi yüzünden bir daha kendilerini toparlayamadılar ve Seyhun boylarına doğru göç etmeye başladılar. Onlardan boşalan topraklar üzerinde Karluk Devleti kuruldu (766).


Sarı Türgiş Devleti kurulmadan önce başbuğları Baga Tarkan unvanını taşıyordu. Onun iki devlet merkezi vardı. Birisi Tokmak’ın kuzey batısındaki Ordukent, diğeri önceleri İli nehri yakınındaki Kong-yue şehri, sonraları ise göçler sebebi ile taşınılan Kouna-şar (Eskişehir) idi. Sarı Türgiş kağanı bu şekilde iki büyük kabile grubunu rahat bir şekilde idare ediyordu.


II.Gök-Türk Devleti’nde devlet yönetiminde kağandan sonra iki şad yer alıyordu. Sarı Türgiş Devleti bu durumu kendine örnek almış görünmektedir. Burada Yabgu ve Şad, Tou-lo ve Nu-shih-pi adlı kabile gruplarını yönetmekle görevli idiler. Yabgu ve şaddan sonra beyler yer alıyordu. Burada beyler, büyük bir ihtimalle boy başkanları idiler. Sarı Türgiş Devleti’nde bir de buyruk (bakan, vezir) görülmektedir. Buyruk, idarede yabgu ve şaddan sonra, fakat beylerden önce gelirdi.

690’lı yıllarda Kara Türgiş Devleti’nin başında Çor unvanlı biri bulunuyordu. Halka sert davranan ve bölgeyi iyi idare edemeyen bu kağan, II. Gök-Türk Devleti’nin akınlarına karşı koyamayınca Çin’e kaçmak zorunda kaldı. Başsız kalan Türgişlerin başına Baga Tarkan geçti. Halkını iyi idare ettiği için sadece Türgişler değil, çevredeki bütün diğer Türk boylarının çoğu kendi arzularıyla ona bağlandılar. Böylece birliğine katılan diğer boylarla beraber çok güçlenen Baga Tarkan, II. Gök-Türk Devleti’ne karşı Çinlilerin yanında yer aldı. Onun ölümünden sonra yerine oğlu Suo-ke geçerek kağan unvanını aldı ve mensup olduğu Türgiş boylarının sıfatı (sarı) ile bir devlet kurdu.


Sarı Türgîş Devleti (690-712)


Baga Tarkan’ın kurduğu bu devlet kısa zamanda Türk boylarını bir araya getirdi. Turfan’dan Seyhun nehrine kadar uzanan geniş bir bölgeyi idare eden Sarı Türgiş kağanı 16 yıllık icraatının ilk sekiz yılını teşkilâtını tamamlamaya ve birliği sağlamaya harcadı. İkinci sekiz yılında ise II. Gök-Türk Devleti’nin kudretli kağanı Kapgan’ın ilerleyişini durdurmak istedi. Ancak Bolçu Savaşı’nı (698) kaybedince otoritesi sarsıldı. Yerine geçen oğlu So-ko ise (706-710) kısa süren saltanatında, tahtına göz diken kumandanı Külçor’la ve kardeşinin sebep olduğu ihtilâfları gidermekle uğraştı. Daha sonra Bars Bey, II. Gök-Türk Devleti’nin himayesinde “kağan” unvanı ile Türgiş tahtına çıkarıldı ise de, o da ülkede birlik ve beraberliği sağlayamadı.


Kara Türgiş Devletî (716-739)


716’da Kapgan Kağan’ın ölümünden sonra Su-lu kendisini “Kağan” ilân etti. Su-lu Kağan, takip ettiği dış politika ile takdir topladı. Tibet Krallığı ve II. Gök-Türk Devleti’nden bir prenses alan Su-lu Kağan Çin İmparatorluğu ile münasebetler kurdu. Su-lu’nun iki büyük kumandanı vardı. Biri Külçor unvanına sahipti. Onlar, iki büyük kabile konfederasyonunu idare ediyorlardı.

Beşbalık bölgesi Türgişlerinin teşkilât ve idaresinde orijinal özellikler görülür. Burada boy başkanları han unvanına sahiptiler. Bu unvan daha sonra Türgişlerden Karahanlılara geçmiştir. Kara Türgiş Devleti yıkıldıktan sonra Karaşar şehrinde ortaya çıkan Türgişlerin şefi yabgu unvanına sahipti. Burada yabgu bağımsız bir devlet başkanı görünümündedir.


Sarı Türgiş Devleti’nin ordu mevcudu yüz kırk bine ulaşıyordu. Kara Türgiş Devleti’nde Su-lu Kağan önceleri iki yüz bin kişilik bir orduya sahipti. II. Gök-Türk Devleti’ne tâbi boylardan bir kısmının da kendisine katılmasıyla bu sayı üç yüz bini buldu.


756 yılından sonra Türgişler zayıfladı. Sarı ve Kara kabileler kendi kağanlarını tahta geçirip karşılıklı savaştılar. 766 yılında Karluklar çok kuvvetlendiler. Batıya doğru hareket edip Tokmak civarını ele geçirdiler. Türgişler ise Seyhun boylarına doğru göç ettiler. Bir kısmı Tanrı Dağları’nın güneyindeki Karaşar civarına gitmişti. Türgiş boyları bir süre sonra Oğuzlar adıyla tarih sahnesinde yer aldılar.



KARLUKLAR (627-1212)


Karluklar, Gök-Türk hanedanına yakın boylar arasında gösterilmiştir. Altay Dağlarının güney etekleri Gök-Türklerin tarih sahnesine ilk çıktıkları yerdir. Zaten Karluklar, kaynaklarda Töles boyları arasında değil, Türgişler gibi Gök-Türk hanedanından gösterilirler. Dolayısıyla, Karlukların Gök-Türklerin bir kolu olduğunu söylemek mümkündür.


Tarih sahnesinde ilk göründükleri sırada Karluklar, Altay Dağları’nın batısında Pu-ku-chen Suyu kenarında gösterilmektedirler. Burası onların ilk yurtları olmayabilir. 

Ancak, 630 yılından önce Karlukların yaşadığı bölge konusunda bize fikir vermektedir. 627 yılını takiben Doğu Gök-Türk ülkesinde büyük bir boylar hareketi oldu. O sırada Batı Gök-Türk kağanı T’ung Yabgu’ya bağlı Sir Tarduşlar en kuvvetli boydu. T’ung Yabgu ile anlaşamayan Sir Tarduşlar, Doğu Gök-Türk ülkesine göç ederek İl Kağan’a itaat ettiler. Böylece Tanrı Dağları’nın kuzey doğusu boşalınca Altayların güney eteklerinde yaşayan Karluklar, bu geniş alana yayılarak güçlendiler.

Bu sırada Karluklar üç kabile halinde, Altayların güney batısı, Beşbalık’ın kuzey batısı ve Pu-ku-chen Suyu’nun kenarında yaşıyorlardı. Karluklar, 627 yılından sonra bağlı oldukları Batı Gök-Türk Devleti’nin hükümdarı T’ung Yabgu’ya isyan ettiler. Batı Gök-Türklerinin önemli boylarından biri olan Karlukların baş kaldırması, çok kuvvetli bir durumda olan T’ung Yabgu’nun gücünü sarsmıştır.


Bundan sonra 648 yılına kadar kaynaklarda Karluk adına rastlanmaz. Sir Tarduşların 646’ya kadar Doğu Gök-Türk ülkesine hâkim olmaları, Batı Gök-Türk ülkesinde hanedan soyundan gelen beylerin taht kavgası içine düşmeleri gibi olaylar sebebiyle Karluklar Çin’in dikkatinden kaçmış olmalıdır.


Doğu Gök-Türk Devleti 630 yılında yıkılınca Sir Tarduşlar, Çin tarafından tanınarak bağımsızlıklarını ilân etmişlerdi. Bir kısım Gök-Türk ahalisi de onlara bağlanmıştı. Ancak, Sır Tarduşlar hanedandan gelen Ch’e-pi adlı beyi kağan yaparak kendi başlarına geçirmek istediler. Ch’e-pi ise ortaya çıkan siyasi anlaşmazlıklara dayanamadı ve kaçarak Altay Dağlarının kuzeyinde üç tarafı sarp kayalarla çevrili bir yere sığındı. Sir Tarduşlar üç bin süvariyle onu takip ettilerse de yakalayamadılar. Ch’e-pi, bol otlu bu geniş yerde gücünü artırdı. Zaten burası onun eskiden idare ettiği saha idi. Askerlerinin sayısı otuz bine ulaştığında oradan çıkarak etrafa siyasi otoritesini yaymaya başladı. Batı taraflarındaki Karluklar ve Yenisey nehri kaynaklarındaki Kırgızlar kendisine tâbi oldular. Karluklar sıklıkla Sir Tarduşların sürülerini yağma ediyorlardı. Çinliler Orta Asya’da hiçbir gücün büyüyüp kendilerine rakip olmalarına izin vermek istemediklerinden harekete geçtiler. Ch’e-pi Çin’e bağlanmayı reddedince Çin elçisi Karlukları kendi tarafına çekerek onu ortadan kaldırmak istedi.


Kendisi için kurulan tuzağın farkına varan Ch’e-pi, oğlunu bir orduyla göndererek  Çinli elçileri ortadan kaldırdı. Çin imparatoru bu defa başka bir generalini Ch’e-pi’nin üzerine yolladı. Bu general önce Uygur ve Bugu gibi boylarla işbirliği yaptı; arkasından Karluklar da Ch’e-pi’yi terk ederek Çin ordusu tarafına geçtiler. Çin, Uygur, Bugu ve Karluklardan oluşan ordu A-hsi Dağı’na ulaştı. Rakiplerinden korkmayan Ch’e-pi, kendisine bağlı olan bütün halkı savaşa davet etti. Ancak, hiç kimse savaşmak istemeyince yanına hatununu ve birkaç yüz süvariyi alarak Altay Dağları’na kaçtı ise de, Çinliler onu yakalayıp Çin başkenti Ch’ang-an’a getirerek imparatora sundular; ancak öldürülmeyip hayatı bağışlandı.


Neticede T’ang hanedanı Doğu Gök-Türk ülkesinde Çin’e karşı başlatılan bir bağımsızlık hareketini daha bastırmış oldu. Çin İmparatorluğu, bu ülke coğrafyasında yaşayan bütün boylarla doğrudan temasa geçti. Boy idarecilerine Çince unvanlar verildi, boyların yaşadığı yerlerde askerî valilikler kuruldu. Karluklar da teşekkül halinde bulundukları üç boy ile birlikte Çin imparatoruna bağlandılar. Karluk boylarının reisleri askerî vali (Tu-tu) tayin edildiler. Daha sonra söz konusu kabilelerin üçü de güneye doğru hareket etti. Vardıkları yer muhtemelen Tanrı Dağları silsileleri idi. Epey kuvvetli hale gelmiş olmalılardı ki, onlar hakkında “Batı Gök-Türk ve diğer küçük devletler onlardan korkar hâle gelmişti” ifadesi kullanılmıştır.

Bundan sonra Karluklar “Üç Kabile Yabguluğu” unvanını aldılar. Bu unvan onların siyasî ve askerî bakımdan oldukça kuvvetlendiklerini göstermektedir. Her ne kadar Karluklar, Ch’e-pi’ye ihanet edip Çinlilerin tarafına geçtiler ve daha sonra onlardan unvanlar aldılarsa da bazı gruplarının ayrı hareket ettikleri görülmektedir. 

Şöyle ki, 650’den sonra Çin’e karşı isyan eden Batı Gök-Türk beyi A-shih-na Ho-lu’ya bağlı boylar arasında Karluklar da görülmektedir. Bazı Karluk boyları Batı Gök-Türk Devleti’nin doğu tarafında yer aldılar. A-shih-na Ho-lu, 652’de Karluk ve benzeri boylarla Turfan’ı işgal etti. Bu boylar 654 yılında Çin ordusu kumandanı Liang Chien-fang ve Uygurlar tarafından mağlup edildiler. 657 yılı Karlukların tam olarak Çin’e itaat ettiği tarihtir. En az dört ayrı kola bölündükten sonra artık bir daha birleşemediler.


Bu tarihten sonra çok uzun sayılabilecek bir süre Karlukların adına Çin kaynaklarında rastlanmaz. Ancak, 711 yılında Çin’e elçi gönderdiklerinden bahsedilir. Çünkü Kapgan’ın zalimce idaresine başkaldırmışlardı. Yaklaşık 46 yıllık devrede Karlukların nerede oldukları ve ne yaptıkları sorusuna, onların II. Gök-Türk Devleti’ne itaat ettikleri şeklinde cevap vermek mümkündür.


714 ve 715 yıllarında bazı Türgiş kabileleri (On Ok, On Kabile) ile birlikte Karluklar da Çin’e bağlılıklarını bildirmişlerdi. Arkasından üç Karluk kabilesi T’ang hanedanına sığındı. İmparator onları Türgişlerin üzerine yolladı. Ancak, Türgişler kendilerini başarıyla savundular. 715 yılında Karluk reisi Tamıg Iduk Baş, Gök-Türklere saldırdı. Kül Tegin’in üstün başarılar gösterdiği savaşta Karluklar ağır bir bozguna uğradılar ve Çin’e bağlanmak zorunda kaldılar. Karlukların, II. Gök-Türk Devleti’ne karşı ayaklanmaları durmak bilmiyordu. 716’da Kül Tegin bir defa daha Karagöl’de Karlukları mağlup etti.


720 yılında Çinlilerin tahrikleri neticesinde bazı isyanlar çıktı. Karluklarla Gök-Türkler arasında Çin’e yakın yerlerde çarpışmalar meydana geldiğinde Tudun Yamar’ın idare ettiği Gök-Türk ordusu Karlukları bir kez daha yendi. Bu hadiseden 742’ye kadar Gök-Türklerle Karluklar arasında bir çatışma olmadığı görülmektedir.


734’te Bilge Kağan’ın ölümünden sonra II. Gök-Türk Devleti gerilemeye yüz tuttu ve başa geçen kağanların yetersizliği sebebiyle devlet idaresi çatırdamaya başladı. Bu dönemde sayı ve nüfuz bakımından kuvvetli olan boylar hareketlenmeye başladılar. Bunlar Karluklar, Basmıllar ve Uygurlardı. Bu üç boy, devlet adamlarının birbiri ile mücadele ettiği II. Gök-Türk Devleti’ne karşı isyan edip Kutlug Kağan’ı öldürdüler. Zafer kazanıldıktan sonra ittifakla Basmılların reisini kağanlık makamına oturttular. Uygurlar, doğu (Sol) kanat yabguluğunu alırken, Karluklar (Sağ) batı yabgusu oldular.


Bu arada Uygurlar, Çinlilerle gizlice temasa geçmiş ve ardından Karluklarla birleşerek Basmıl kağanını öldürmüşlerdi. Neticede Karluklar Sol Yabguluğu, yani daha yüksek mertebe olan mevkii elde ettiler. Ayrıca, Uygur Devleti’nin öncü kuvvetini meydana getiriyorlardı.


Uygur-Karluk dostluğu fazla devam etmedi. Altaylarda oturan Karluk gurubu, Uygurlara saldırmaya niyetlenince 746-747 yılında mağlup edildiler ve batıda Türgişlerin bölgesine kaçtılar. 751 yılında Bolçu’da bir kere daha Uygurların hükümdarı Bayan Çor’un baskınına maruz kaldılar. Basmıllarla anlaşan Karluklar, yine Uygurlara savaş açtılarsa da netice alamadılar. Daha sonra Türgişler ve Karluklar tekrar hücuma kalktılarsa da, Bayan Çor Kağan, Basmılları ve Karlukları Yogra Yarış’ta yenmeyi başardı. Buna rağmen bazı kişiler kaçıp Karluklara sığınınca bir savaş daha olmuş, nihayet başsız kalanlar Türgişlere sığınmışlardı. Bunun sonrasında Uygurlarla Karluklar arasında son bir savaş daha olmuş, Karluklar bir daha onların karşısına çıkamamışlardı. Bu arada Karluklar Çinlilerle elçi teatisinde bulunuyorlar ve dış destek arıyorlardı.


Bundan sonra ancak, 791 yılında Çin kaynaklarında Karluklara ait bilgi vardır. Bu kayda göre Tibetlilerle ittifak yapan Karluklar, birlikte Kağan Stupa şehrini (Beşbalık’ın kuzeyi) aldılar. Zaten artık onların Çinlilerle komşuluğu kalmamıştı.

XI. ve XII. asırlarda Kuku Nor civarında görülen Karluk bakiyelerinin bunlar olduğu sanılmaktadır.


Taşkent’te Batı Gök-Türk hanedanından gelen ve Tudun unvanını taşıyan biri tarafından yönetilen devlet, kuzeyde Sır Derya kıyısındaki Kara Türgiş Devleti’yle çatışmaya başladığında (740’tan sonra) doğudaki Karlukları kendine müttefik yaptı ve böylelikle üstünlük sağladı. Yeni kurulan devlette Karluklar da görev almışlar ve Yabgu olmuşlardı. Ancak, çok geçmeden Taşkent şehir devletçiği Çin’e tâbi olmayı (vassallığı) kabul etti.

751 senesinde Orta Asya tarihinin akışını değiştirecek bir hadise meydana geldi. T’ang imparatoru adına Doğu Türkistan’ı idare eden Çinli vali, Taşkent tudununu hapse attı. Tudunun oğlu batıdaki diğer devletçiklere kaçarak durumu anlattı. Bu devletçikler, Doğu Türkistan’ı Çin elinden kurtarmak için Arap kuvvetlerini ikna ettiler. Çinli vali uzun bir yürüyüşten sonra Talas şehrine yaklaştı. Atlah denilen mevkide Arap ordularıyla Çin ordusu beş gün süren bir savaş yaptılar. İşte bu çarpışmaların şiddetli anında Isık Göl Karlukları Arapların tarafını tutarak Çin’e karşı cephe aldılar. Ön ve arka cepheden saldırıya maruz kalan Çin ordusu yenilip geri çekilmek zorunda kaldı.


Bundan sonra Karluk grupları Tanrı Dağları’nın kuzey silsileleri, Isık Göl tarafları ve Talas Irmağı boylarına doğru yayıldılar. Onların ağırlık merkezleri artık Batı Türkistan idi. Tokmak, Evliya-ata ve diğer şehirleri ele geçirdiler. 766’ya doğru bir Karluk Devleti kuruldu.


809 yılında Feyzabad yakınındaki Vascirt adlı yerde Karlukların yaşadıkları bilinmektedir. X. yüzyılda Ibn Rüsteh, Amu Derya’nın kollarından Vahşab civarında Karluklarının yaşadığını zikretmektedir. Hudûdü’l-Alem adlı eserde ise Karlukların Hilend ve Belh’e kadar yayıldıkları bildirilmektedir. XII. yüzyıldaki olaylarda Buhara Karluklarının adları geçer. Karluklar, Çağaniyan ile Tirmiz, Nahşab ve Kiş’de Batı Karahanlı hükümdarları ile savaştılar. Celaleddin Harezmşah Gazne’ye geldiğinde karşısında yine Karlukları bulmuştur. Onların reisi Seyfeddin Hasan kendisine itaat etmişti. O Moğollardan kaçarken topraklarının bir kısmını Karluk Seyfeddin Hasan’a bıraktı. Yüzyılın sonunda onların Belh ve Tirmiz’e doğru kaydıkları anlaşılmaktadır.


Çin’in Tanrı Dağları civarından elini çekmesi, bu havalide ve kuzeyde yaşayan boyların işine yaradı. Bundan sonra Tokmak (Suyab) ve Talas bölgesine gelen Karluklar, Türgişlerin Nu-shih-pi boyunun bulunduğu sahaları ve Batı Gök-Türklerinin eski merkezlerini ele geçirdiler ve Balasagun’u başkentleri yaptılar. Türgiş boyları onlara tâbi oldu. 766-775 yılları arasında Kaşgar’ı aldılar. Fergana’yı da Abbasîlerin elinden alıp, Oğuzlarla ittifak ederek Peçenekleri yendiler. Tibetlilerle işbirliği yaparak Beşbalık’ın kuzeyindeki Kağan Stupa şehrini işgal ettiler. Kısacası 766’yı takip eden yıllarda müstakil bir Karluk Devleti bulunmaktaydı.

 

Aslan İl Türgig, 780’li yıllarda Karluk hükümdarı idi ve Kaşgar, Yarkent ve Talas bölgelerini yönetiyordu. 791 yılında Karluklar Tibetlilerle işbirliği yaptılar ve Uygurlarla çarpıştılar. Karabalgasun Yazıtı’nın Çince kısmında Karlukların 791-812 tarihleri arasında Uygurlara mağlup oldukları bildirilmektedir.


840 yılındaki Kırgız baskını sonrasında Uygurlardan bir kısmı Karluklara sığındı. IX. yüzyılın ikinci yarısından sonra Tanrı Dağları’nın doğu kısmına gelen Uygurlar Karlukları tehdide başladılar. İli ve Isık Göl havalisindeki savaşlarda kesin netice elde eden taraf olmadı. Aynı devirde Kırgızlar da kuzeyden sürekli olarak Karlukları taciz ettiler ve Bancul kasabasını ele geçirdiler. 817-836 arasında bir Karluk elçisinin Tibet kralını ziyarete gittiği bilinmektedir.


Karluklar batı tarafında Abbasîlerle münasebet kurdular. Fergana’yı ele geçiren Karluklar bir süre sonra buraları kaybettiler. 775’te Halife Mehdi’nin üstünlüğünü tanıyanlar arasında Karluk yabgusu da vardı. Aynı yabgu 792-793’te Fergana’yı ele geçirince üzerine gelen Amr b. Cemil’i yenmeyi başarmış, ancak Yahya el-Berme-kî’yi durduramamıştı. Daha sonra patlak veren Rafi b. Leys isyanına Karluklar da katıldılar. Halife Memun zamanında bu tür mücadeleler devam etti. 816’da Otrar’da Karluklar, vezir Fadl b. Sahl karşısında ağır bir yenilgiye uğradılar. Karluk yabgusu Kimek ülkesine kaçtı. 822’de Fergana Karluklar tarafından bir kez daha işgal edildi ise de Horasan valisi tarafından geri alındı.


Karluklar IX. asrın ikinci yarısında zayıflamaya başladılar. Kendi içlerinde karışıklığa sürüklendikleri gibi doğudan gelen Uygurların hücumları da onları sarstı. Nihayet, Samanîlerden İsmail b. Ahmed’in 893 yılında Sır Derya’nın doğusuna yaptığı seferde 10 bin Karluk öldürmesi onlara ağır bir darbe vurdu ve Talas şehri Samanîler’in eline geçti.


893’ten sonra, Karluklara bir başka darbe de Oğuzlar tarafından geldi. Bu arada Oğuz yabgusunun dahi öldüğü savaşlar yapıldı. Kaşgar şehri tarafında da Yağmalarla savaş devam etmekte idi. 943’e doğru Kaşgar’dan hareket eden Karahanlılar Çu vadisine girerek Karluklara son verdiler.


Kaynaklarda Karluklara ait 15 yer ismi gösterilmiştir. Karluk ülkesinin doğusunda Tibet’in bazı kısımları, Yağma ve Dokuz Oğuz sınırları, güneyinde Yağmaların bazı kısımları ile Maveraünnehir ülkesi, batısında Oğuz sınırları, kuzeyinde Tuhsi, Çigil ve Dokuz Oğuz ülkeleri vardı. Burası bayındır ve ılıman iklimli bir yerdi. Karluk hükümdarları önceleri Cabguy veya Yabgu unvanını alıyorlardı. Onların bir kısmı avcı, bir kısmı çiftçi, bir kısmı çobandı. Zenginlikleri koyun, at ve çeşitli kürklerdi. Bu dönemde Karluk hükümdarları Atasagun unvanını taşıyordu.


Büyük Uygur Kağanlığı yıkılınca (840) Karlukların siyasi nüfuzu arttı ve bu bölgede kurulan Karahanlı Devleti’nin esas kütlesini meydana getirdiler. Pendnâme adlı eserde bildirdiğine göre Gazneli Devleti’nin kurucusu Sebük Tegin, bir Karluk şehri olan Barshan’dan çıkmıştır. Karluklar zamanla Karahanlı Devleti’ne cephe almışlardı. Bu durum doğudan gelen Karahıtayların işini kolaylaştırmıştır. Özellikle Katavan savaşında olumsuz etki yaptıkları ve 1137 yılından sonra Karahıtayların Horasan’a kadar sokulmalarına sebep oldukları bilinmektedir. Günümüzde Özbekistan’da ve Fergana vadisinde hâlâ Karluklar soyundan gelenler yaşamaktadır.



OĞUZLAR (766-1000)



Oğuz ismi, Gök-Türk Devleti’nin özellikle 630’da merkezî hâkimiyetinin çökmesiyle birlikte tarih sahnesine çıkmaya başlamıştır. Oğuz kelimesi kabileler anlamına geldiğinden dolayı farklı bölgelerdeki kabileler, Üç Oğuz, Dokuz Oğuz gibi kabile federasyonları şeklindeki adlarla anılmışlardır. Oğuz ismi gerek Türk gerekse Çin kaynaklarında sık sık geçmektedir. Oğuz ismi etnik bir boy değil, doğrudan Türk kabileleri anlamına gelmektedir. Bir başka ifade ile Oğuzlar, Gök-Türk devletlerinin halk kütlesini temsil etmektedir.


Oğuz adı üzerine çok çeşitli açıklamalar yapılmışsa da, artık kabileler anlamına geldiği, yani okuz olduğu kabul edilmektedir. Zaten Batı Gök-Türk Devleti’nde 634 yılını takip eden hadiselerde On Okların (On Kabile) ortaya çıkması ve Türgişlerin meydana gelmesi Oğuzlar konusundaki filolojik delilleri desteklemektedir. Gök-Türk tarihinin 627 yılına kadar olan kısmında hiç Oğuz adının geçmemesi, her şeyden önce Töleslerin Oğuz öncesi fonksiyonunu icra ettiklerini göstermektedir. Bir başka ifade ile 627 yılından sonra Töles adı önemini kaybetmiş, Orta Asya’da yeni boy dalgalanmaları ve yapılanmaları görülmüştür.


Tarihi süreç açısından bakıldığında, Türgişlerin devamı olarak Oğuzları görmek daha doğrudur. Bilindiği gibi 766 yılından sonra Uygurların baskısıyla Tanrı Dağları, Isık Göl, Yedisu, Çu ve Talas havalisine gelen Karlukların sıkıştırmasıyla Türgişler (Oğuzlar) daha da batıya, Sır Derya boylarına ve daha kuzey batıya doğru kaymışlardır. Zaten bu bölge eskiden beri Töles ve Türgiş bölgesi idi. Muhtemelen 603 dolaylarında kaynaklarda adları verilen Töles boyları daha sonra On Okları, yani Seyhun Oğuzlarını oluşturdular.

 

IX. yüzyıldan itibaren İslam kaynaklarında Oğuzların varlığı artık iyice belirginleşmektedir. Bundan sonra Isficab şehrinden Hazar Denizi’ne uzanan Mangışlak da içinde olmak üzere, geniş bir alan Oğuzların yurdu olarak ortaya çıkmaktadır. Mangışlak’ta güney sınır Gürgenç (Curcan) idi. Siyah-kuh (Karadağ) yarımadası tamamen Oğuzlar tarafından işgal edilmişti. Buradan doğuya doğru gidildikçe Aral Gölü’nün güneyindeki Baratekin kasabasına varılıyordu. Buhara’nın kuzey sınırlarına kadar yayılan Oğuzların esas ağırlık merkezi Seyhun boylarıydı. Karaçuk adıyla kaynaklarda geçen Karadağların (Karatav) kuzeyindeki Sozak, Oğuzların en doğudaki şehirleri olmalıdır. Kuzeyde ise sınırlar Cim-Emba ırmaklarının kuzeyine ulaşıyordu. Sır Derya (Seyhun) boylarındaki diğer Oğuz şehirleri Yenikent, Cend, Barçınlıgkend, Sıgnak, Karnak, Süt-kent, Savran (Sabran), Aşnas, Otrar (Farab), İkan, Özkend ve Sayram-İsficab belli başlı Oğuz şehirleri idi. Dede Korkut ve Oğuz Destanlarının konuları bu bölgede, Sır Derya boylarındaki Karadağlar’da geçmektedir.


Sonraki kaynaklar, 775-785 tarihleri arasında Oğuzların, Maveraünnehir’e geldiklerini bildirse de Abbasilerin Horasan valisi Abdullah b. Tahir zamanında (828-844) ilk hadiselerde Oğuzların adı geçer. 838-840 yıllarında Oğuzlar mağlup edilip bin kadar esir verirler. 860’larda Avrupa’ya göç eden Peçeneklerin bir kısmı Oğuzların yanında kalmıştır.

X. yüzyıl başlarında, Oğuzların Yeni-kent merkezli bir devlet kurdukları görülmektedir. Hükümdarının unvanı Yabgu olup, ona naip eden ise Kül Erkin idi. Orduya ise subaşı kumanda ediyordu. Yınal Tarkan gibi başka unvanlı devlet adamları da vardı. Yüzyılın ortalarına doğru Oğuzların Karaçuk, Sayram ve Savran şehirleri etrafında yoğunlaşmışlardı. İslam coğrafyacılarına göre Oğuzların sahası batıda Hazar Denizi’ne ulaşmış, Mangışlak (Binkışlak) ve Gürgenç şehrinin güneyine varmıştı. Dolayısıyla Karadağların eteğindeki Karaçuk şehrinden Hazar’a uzanan sahaya Oğuz Bozkırı deniliyordu.


Harezm’in yerli hanedanı Afrigiler, Oğuzların baskısı altına girmişlerdi. Karluklarla yaptıkları savaşların birinde Oğuz yabgusu (hükümdarı) hayatını kaybetmişti. Karahanlı Devleti’nin en büyük boylarından biri olan Çiğillerle Oğuzlar arasında düşmanlık vardı. Kuzeydeki Kimeklerle bazen dost, bazen düşman idiler. Bu arada, Oğuzlar İslam kaynaklarında Türkmen adıyla anılmaya başladılar.


Oğuzlar, doğuda Karluklar, kuzeyde Kimek, Kapçaklar ve Hazarlar, kuzey batıda Peçeneklerle sürekli mücadele halinde idiler. Bununla birlikte kesin tarih belli olmasa da 1000’li yıllarda Oğuz Yabgu Devleti’nin yıkıldığı anlaşılmaktadır. Selçuk Bey ve oğulları Selçuklu Devleti’ni yükseltmişler, böylece Anadolu’ya giden yol açılmıştır.


Oğuzlar, bu devirde Üç Oklar ve Boz Oklar olmak üzere ikili teşkilat halinde idiler. Boz Oklar, Kayı, Bayat, Alka Evli, Kara Evli, Yazır, Döğer, Dodurga, Yaparlı, Afşar, Kızık ve Beğdili, Karkın; Üç Oklar, Bayındır, Peçenek, Çavuldur, Çepni, Salur, Eymür, Alayuntlu, Yüreğir, İğdir, Büğdüz, Yıva ve Kınık adlarıyla yirmi dört alt boya ayrılmışlardı. Oğuz Yabgu Devleti yıkılınca, Oğuzlardan büyük bir grup Karadeniz’in kuzeyinden batıya doğru göç etmiş ve Uzlar diye bilinen boyu meydana getirmişlerdi.




Bunlardan başka, Maveraünnehir, Taşkent, Fergana, Huttal, Şuman ve Toharistan’da görülen Türk kökenli devletçikler olduğu görülmektedir. Huttal hâkimi Erkin unvanını taşıyor, Çin’e tarhan unvanlı elçiler yolluyordu. 720’de Buhara hâkimi Tuğ-Şad, Taşkent hâkimi ise Tegin adlarıyla tanınmaktaydı. Toharistan’da ise Yabgu unvanlı kişiler hüküm sürüyordu. Onların Gök-Türk A-shih-na sülalesinden geldiği bilinmektedir. Ayrıca, İrtiş Irmağı boyunda Kimekler, Aral Gölü’nün kuzeyinde Kanglılar, Kaşgar’m kuzeydoğusu Özkent, Çu ve Talas bölgelerinde Yagmalar yaşamaktaydı. Isık Göl’ün güneyinde oturan Çiğiller, Çu Irmağı boyunda Tohsılar, Toharistan taraflarında Kalaçlar (Halaç), Talas civarında Argu, Tanrı Dağları’nın doğu taraflarında Yabaku, Çomul, Iğrak, Çaruk, Ezgiş ve Kençek gibi Türk boyları bulunmaktaydı.


Alıntıdır.


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak