11 Kasım 2022 Cuma

Mardin

 


Çorlu / Tekirdağ

 






Türk Soylu Halklarda Dünya Tasavvuru-4

 Dünyanın Katmanları


Altay halklarının inanç tasavvurlarını oluşturan efsaneleri arasında, evreni oluşturan gökyüzü, yeryüzü ve yeraltı dışında, göğün katmanlardan oluştuğu fikri de yer alır. Özellikle efsanelerde, bazen üç, bazen yedi, bazen de dokuz katlı gökyüzünden bahsedilirken, şamanların göğe yolculuk ettikleri ayinlerde gökyüzünün yedi ve dokuz katlı olduğu varsayılır. Anohin’in belirttiğine göre Altay şamanları, ay ve güneşin üzerinde yaşayan baş Tanrının yanına ulaşabilmek için, bazı bölgelerde yedi, bazı bölgelerde ise dokuz “engeli” (pudak) aşmak zorundadırlar; bu engeller, anlaşılacağı üzere göğün katlarını ifade eder. Anohin’e göre bu yolculukta bir şaman en fazla beşinci “kata” ulaşabilir ki, orası da Kutup yıldızıdır.


Bir Altay büyücüsünün göğe olan yolculuğu anlatan bir elyazması eser, takriben 1840 yılından beri bölgedeki misyonda muhafaza edilmekte olup, Werbitsky ve Radloff çalışmalarında bu kaynaktan oldukça yararlanmışlardır. Bu elyazmasına göre, ayin için öncelikle özel bir çadır tahsis edilerek, çadırın kapısı doğuya dönük, çadırın ortasına bir kayın ağacı konarak, ağacın yeşil yapraklı tepesi çatıdaki bacadan dışarı çıkartılır. Kayının dalları kesilmiş gövdesine, basamak şeklinde dokuz derin çentik açılır, yapraklı üst kısmına da bayrağa benzer bir bez asılır. Açılan dokuz çentik (yâni basamak), şamanın göğe yapacağı yolculuk esnasında geçmek zorunda olduğu gökyüzünün dokuz katını temsil eder. Şaman, ayağını ilk basamağa koyduğunda, göğün ilk katına ulaşarak, bu şekilde daha da yükseklere çıkar.


Şamanların göğe yolculuk ayini için Buryatlar da tıpkı Altaylılar gibi özel bir çadır tahsis ederler ve içine kökleri ile sökülmüş bir kayın ağacı yerleştirirler. Ağacın kökleri toprağa gömülü, üst tarafı bacadan dışarı çıkartılır. Şamanın, üzerinde çadırın çatısına kadar yükseldiği bu ağaç, ayin sonrası yerinden sökülmeyip, olduğu yerde bırakılır. Kaynağımız, Buryatların kayın ağacı üzerine çentik açıp açmadıkları belirtmiyor.

Yakutlarda, dokuz çentikli ağaç kurban törenlerinde görülür. Kurban edilecek hayvan, şaman göğe çıkıp baş Tanrı “Ai-tajon” un yanına vardığı sırada ağaca bağlanır. Yakutlar, bu kutsal direği çadıra değil, açık alana dikerler.


Krotkov, İliskoi ve Tarbagatay havalisinde yaşayan ve Tunguzlarla akraba olan Sibo kabilesinin şaman ayinini anlatırken, Siboların ayin esnasında üzerinde basamaklar oyulu büyük bir ağaç kullandıklarından bahisle, bu basamakların göğün katlarını temsil ettiklerini ve şamanın bunlara basarak göğe yükseldiğini ve her büyücünün evinde, dokuz basamaklı daha küçük bir ağaç bulunduğunu anlatır.

Ostyakların törenlerinde kullandıkları buna tekabül eden direklerde yedi çentik bulunur. Çingala’daki şehir direği için de bu geçerlidir. Direğin üzerinde bu çentikler görünmemekle birlikte, dualarında şöyle seslenilir: ”eyy ulu kişi, babam, sen ki yedi çentiklisin, altı çentikli yüce bir kişisin. Seni “demir sütun babamızın” kutsal ağacının dibine, baş eti ile doldurduğumuz çanağa, göğüs eti ile doldurduğumuz çanağa çağırıyoruz”. Bu duada Gök Tanrı ile, direk arasında yakın bir bağ kuruludur. Duada geçen “altı çentikli” sözü ise, sadece orijinal dildeki şiiriyet için katılmış bir sözdür. Kayda geçirilmiş bir başka duada ise, Gök Tanrı sütunda “säŋke (ışık)” ismi ile çağırılır. “Yedi çentikli yüce kişi, säŋke, babam, üç tarafı koruyan kişi, babam, “Demir sütun adam” babamızın masum toprağına, kutsal toprağına ve onun dikmiş olduğu kutsal ağacımızın dibine, kurbanımın kanını sunuyorum“


Bu dualarda geçen “yedi çentikli” tanımlaması, bu sütunların yedi çentikli olarak tasavvur edilmiş olduklarına delâlet eder. Göründüğü kadarıyla Ostyaklarda, bu direkler gerçekten yedi çentiklidirler. Meselâ, Salym nehrinin yukarı mecralarında buz tutmuş bir gölün üzerinde bir kulaç kadar yükseklikte ladin ağacından bir direk dikmişlerdir. Bu direk, “Barşen gölünün yaşlı kişisi” adını taşıyan bir ruh için dikilmiş ve üzerine bıçakla “yedi yerine, yedi çentik” atılmış, direğin üst ucuna renkli bir bez bağlanıp, kenarına da sunulan yiyecekler bırakılmıştır. Dua ve tören esnasında kurban edilecek hayvan bu sütuna bağlanır. Hayvanın kesilmesi esnasında sıçrayan kan, direğin ucuna erişmelidir.


Yedi çentikli kutsal direk motifi, Samoyed ve Yenisey kabilelerinin kurban törenlerinde de önemli bir yer işgâl eder. Lehtisalo, bir zamanlar Tas ve Pur nehirlerinin denize döküldüğü yerlerde yaşayan, ancak şu anda soyu tükenmiş olan bir Samoyed kabilesine ait bir ibadet yerinde ucunda daha önce sözü edilen kuş figürü bulunan yedi çentikli bir direkten bahsederken, Schitkov ise, Jamalin yarımadasında aynı şekilde bu tip direkler bulunduğunu anlatır. Yeniseyler arasında artık hemen hemen hiç kullanılmamakla beraber, Krasnoyarsk müzesinde bizzat, takriben iki kulaç yüksekliğinde bu tip direkler görmüştüm ve bu direklerin yedi yerine, derin çentik açılmıştı.


Bu “çentikli direk” fikrinin birbirinden ayrı yaşayan halkların her birinin kendi tasavvuru olduğunu düşündürecek herhangi bir sebep görülmemektedir. Karjalainen, Ostyaklarda bu direklerin sadece belirli bir bölgede -ve özellikle de yabancı tesirlere açık olan bölgede-görüldüklerini belirtmesi, dolayısıyla bu direkleri araştırma sonuçlarıyla mukayese ederek değerlendirmeyi gerekli kılmakta, ancak, Ugurlar, Samoyedler ve Yeniseylerin bu çentikleri gök basamakları olarak tasavvur edip, etmedikleri bilinmemektedir. Vogul inanışlarında “göğe yedi basamaklı, gümüş kaplı merdivenle çıkıldığı” inancı belki de buna işaret etmektedir. Yukarıda mezkur halklar, Altay Tatarları, Buryatlar ve Yakutlar’da görüldüğü gibi, bu direklerin dibinde Gök Tanrıya kurban vermişlerdir. Bu yedi çentik, Güney-Batı Sibirya’da göğün katlarını ifade etmekte olup, “yedi kat gökyüzü” tasavvuru da zaten bu bölgede oldukça yaygın bir inançtır. Günümüzde Lebed Tatarları arasında hâlen görüldüğü gibi, Altay Tatarları da göğü “Yedi kat” olarak düşünmüş olsa gerektir, zira “Dokuz katlı gökyüzü” düşüncesi daha sonraki zamanlarda ortaya çıkmış gibi görünmektedir. Altay bölgesinin bazı yerlerinde zaman zaman 12, 16, hâtta 17 katlı gökten de bahsedilir. Teleütlerin önünde şamanın büyü ayinlerini yaptığı tören ağacında onaltı çentik, yâni 16 basamak vardır ve bunlar 16 gök katına tekabül etmektedir. Konu hakkındaki araştırmalarında Verbitskiy, Altay bölgesinde yeryüzü üzerinde 33 gök dairesi (katı) tasavvurundan bahsederken, Katanov da aynı sayıyı Soyoteler arasında duymuş olduğunu belirtir.


Bazı Orta Asya halkları arasında şamanın göğe yükselişi için kullandığı çadır, muhtemelen gök çadırını temsil etmektedir. Her ikisinin de bacası bulunur. Ostyak efsanelerinde, “altın bacalı gök evi” veya göğün katlarına karşılık gelen “yedi bacalı Gök Tanrı” dan bahsedilir ki, burada, Gök ve Gök Tanrı aynı anlamda kullanılmaktadır. Altay inanışlarında da, şamanların göğe yolculuklarında bir gök katından diğerine geçerken kullandıkları baca (veya aralık) sayısı gök katları ile eşittir. Araştırmacı Bogoras, Çukçeler’in gökteki bir açıklık (aralık) kanalıyla bir dünyadan, bir diğerine geçildiğine ve bu açıklığın da Kutup yıldızında olduğuna inandıklarını belirtirken, Çukçelerin dünya tasavvurlarının “üst üste duran birden fazla dünya olduğuna ve bu dünyaların da Kutup yıldızındaki bir açıklık (aralık) vasıtasıyla birbirine bağlandığına” inandıklarını yazar. Şamanlar ve ruhlar, bir dünyadan diğerine yolculukları esnasında bu açıklığı (aralık) kullanırlar. Bazı destanlarda da kahramanlar bir kartalın veya “fırtına kuşunun” sırtına binerek, bu aralıklardan öte tarafa geçerler. İlginç bir şekilde bu “gökteki aralık” tasavvuruna karşılık gelen fikrin, okyanusun diğer tarafında da rastlanmasıdır. Aleksander’in naklettiğine göre Karaayak Kızılderililerin inanışlarında; “Sabit duran yıldızın (Kutup yıldızı)” diğer yıldızlara göre farkı, hareketsiz olmaları ve diğer yıldızların onun etrafında dönmesidir. Bu yıldız, gökyüzündeki bir açıklık (aralık), Soatsaki (Karaayak efsanelerinde geçen bir yaratık) bu aralıktan göğe çekilmiş sonra da tekrar yeryüzüne geri gönderilmiştir“ Bu özel durumu (sabitliği) sebebiyle Kutup yıldızı, bu bakımdan da özel anlam kazanmıştır. Altay halkları çeşitli gök katları arasındaki geçiş yolunu, muhtemelen Çukçeler gibi tasavvur etmekteydiler. Anohin’in belirttiğine göre göğün en üst katına çıkış, Kutup yıldızı yoluyla olup, bütün bu katlara dik olarak yerleştirilmiş bir merdivenle çıkılabilir olması sebebiyle, bu aralıklar aynı hizada üst üste olarak tasavvur edilmektedir. Buryatlar, şamanlara göğe çıkış kapısını açmaları sebebiyle bu merdivene “Tanrı Kapısı”(udeṧi-burkhan) adı vermişlerdir.


Altay halklarının efsanelerinde aynı şekilde yeraltına inen bir başka aralığa “yeryüzünün bacası” olduğu ve bu aralığın dünyanın merkezinde olduğuna inanılır. Orta Asya efsanelerine göre bu aralık, Kuzeyde yer almakla, bu aralığın, göğün merkezinde yer alan aralığın yeryüzündeki karşılığı olduğu sonucu çıkartılabilir. Daha eski Asya kültürlerinde de buna benzer tasavvurlara rastlanır ki, Hind destanı Satpathabrahmana’da (8. Bölüm 7, 3, 19) yazılanlar bunu göstermektedir. “Bu dünyalara tabii ki bazı delikler (aralıklar) açılmıştır, bu dünyalar; “durgunluk/sükûnet yeri”, yeryüzü ve “hareket yeri”de gökyüzüdür. Yeryüzüne “durgunluk yeri” adı verilmesi, gökyüzünün aksine hareketsiz oluşudur. Daha önce bahsi geçen Hind Rig Veda metinlerine yapılan atıfta belirtildiği üzere yeryüzü ve gökyüzünün ortasındaki açıklık fikri, (alıntı yapılan bölümde) bir ucu yeryüzünde, bir ucu gökyüzünde olan “dünya direği” bir araba dingili ile kıyaslanmakta idi. Eflatun’un Devlet’inde de benzer biçimde (10. Bölüm, 614), özel bir bölgeden bahsedilir. Burada, yeryüzünde yanyana iki delik vardır ve bunlar gibi iki tane de yukarıda gökyüzünde bulunmakta, bu deliklerden ruhlar geçmektedir. Ön Asya kültürü halkları arasında da yer altına “dünyanın göbek deliğinde” bulunan aralıktan geçildiği gibi, aynı yerde yine göğe çıkan basamaklar bulunduğuna inanılır. Meselâ, Filistindeki Bethel, aynı zamanda hem “dünyanın göbek deliği” hem de “gök kapısı” olarak addedilmektedir.

Altay halkları ve Önasya kültürü halklarının ilkel inanç tasavvurlarında bu kadar çok ortak unsurun bulunması kolay açıklanabilir bir şey olmadığı gibi, “gökyüzü katları” için de aynı durum söz konusudur. Her ne kadar Kuzeydoğu Sibirya’nın ücra köşelerinde yaşayan Çukçeler veya bazı Kızılderili kabile efsanelerinde çok katlı gökyüzünden bahsediliyorsa da, Altay halklarının Güneyden gelen kültür akımları ile temas etmeden önce de çok katmanlı bir gökyüzü tasavvuruna sahip olup olmadıkları konusundan emin değiliz. Burada özellikle ilginç olan husus, Altay Tatarlarının güneş sistemimizdeki belirli bazı yıldızları göğün belli katları olarak tasavvur etmeleridir. Şaman, göğe yolculuğu esnasında altıncı katta ay, yedinci katta da güneşle karşılaşır. Teleüt efsanelerinde de ay ve güneş altıncı ve yedinci katlarda karşımıza çıkar. Yedi katlı ve dokuz katlı gökyüzü tasavvurunda, yukarıda işaret edildiği üzere dokuz katlı tasavvurun daha geç bir dönemde ortaya çıkmış bir inanç olduğu anlaşılmaktadır. Üstelik bu inanış tarzı, sadece Türk soylu halklara özgü değil, bütün Asya halkları için geçerlidir. Mitra inancının son dönem mensupları, daha İmparator Julians Apostata döneminden itibaren dokuz katlı gökyüzü fikrinden bahsetmekteydiler. 10. yy kaynaklarına göre, Sabilerin tapınak hiyerarşileri de dokuz yıldız çemberine göre düzenlenmiştir. Her biri bir başka madene tekabül eden ve Hind metinlerinden Yajnavalkya’da (1. Bölüm, 295) adları geçen dokuz gezegen, Bousset’ye göre geç dönem Pers inanç kökenlidir. Keza, Dante’nin gök tasavvurunda da, yedi gezegen çemberinin yukarısında sekizinci olarak sabit yıldızlar göğü (stellae fixae) ve dokuzuncu olarak da primum mobile bulunmaktadır. Dokuz katlı gökyüzü tasavvuru Ortaçağda Kuzey ülkelerine kadar yayılmış, hâtta Fin kültüründeki bazı sihir sözcüklerinde bile iz bırakmıştır.


Orta Asyadaki bazı halkların dinî tasavvur ve efsanelerinde önemli yeri olan “üç katlı gökyüzü” motifinin bir başka karşılığını eski İran dünya görüşünde rastlarız. Eski İran tasavvurunda gökyüzü, üç kattan oluşmakta ve bunların üzerinde cennet yeralmaktadır. Bu bağlamda Moğol ve Soyoteler arasında rastlanan 33 katlı gökyüzü de muhtemelen 33 Hind tanrısı ile ilgilidir. Bunun için Tatar boyları “Tengri” kelimesini kullanırlar ki, bu hem “gökyüzü” hem de “Tanrı” anlamına gelmektedir. 12, 16 ve 17 katlı gökyüzü tasavvurları ise, muhtemelen yedi katlı gökyüzü fikrinden türemiş olan, mahallî ve nispeten sonraki dönemlere ait tasavvurlardır. Bu her biri, bir diğerine çatı teşkil eden gök katları fikrinin kökeninde yatan ve anlamını bilmeyen bazı Sibirya halkları, bu katlara dünyevî bazı özellikler atfetmişlerdir. Meselâ, Truhansk bölgesindeki Samoyed tasavvurunda göğün ilk katında bir göl, ikinci katında düz bir arazi, üçüncü katında yan yana dizili volkanik tepeler, dördüncü katın çatısı buz sarkıtları ile kaplı, altıncı katta yine engin bir göl vardır; Yenisey ırmağı da bu gölden doğmuştur. Bu gök katlarının, yer altında da karşılıkları olduğu inancından hareketle Kargız, Karagas ve Soyote gibi bazı Tatar kabileleri, yer altında, gök yüzünde olduğu gibi üç katın olduğunu anlatırlar. Yedi veya dokuz katlı gökyüzü fikri daha yaygın olarak görülür. Yeniseyler, yerin altında dev bir mağaranın olduğunu, bu mağaranın alt alta uzanan yedi katmandan oluştuğuna ve yeryüzünün de bu mağaranın çatısı olduğuna inanırlar. Ugurlar da bu yedi katlı yer altı fikrine sahiptirler.


Aynı sayıda olmaları sebebiyle, yer altı katlarının gökyüzü katla-rının bir yansıması olduğu açıkça bellidir. Yer altı katları için sadece 3, 7 ve 9 sayılarının geçmesi, “gök katlarının yer altında karşılıklarının olduğunu, bunun olmadığı durumlarda, Türk kökenli halklarda tesadüfî olduğu” konusundaki varsayımımızı desteklemektedir. Gökteki katlar fikrinin olduğu gibi, yer altındaki katlar fikrinin de kökeninin başka yerlerden gelmiş olması muhtemeldir.

Aynı gökteki bacalar gibi, yer altı katları arasında da dikine aynı noktada bulunan bacalar kanalıyla, yeryüzünden yeraltına geçiş mümkündür. Vasyugan Ostyakları arasında görülen bu inanç şekli, bu konuda böylesi bir aydınlatıcı bilgi sunmaktadır: “Kurban götürmek için vecd hâline geçen şamanlar, yer altında yaşayan yaşlı kadını ziyarete giderken, önce yedi kurbanlı kurban direğine uğramak zorundadırlar. Burada yol yediye ayrılır. Bu yollardan sadece bir tanesi yedi yer altı katından geçerek yaşlı kadının evine gider” Ostyakların dünya görüşüne dışarıdan geldiği tahmin edilen bu tasavvur biçimi iki yönden ilginçtir; birincisi, “yedi kurbanlı, kurban direği” hiç şüphesiz ki her şeyin tam ortasındadır ve ikinci olarak da yer altına geçiş yeri bu direğin olduğu yerdedir. Bu kabile mensuplarının anlattıklarına göre kurban vermenin maksadı, yaşlı kadını bu geçit yolunu (baca) kapatmaya ikna etmektir, zira bu baca yoluyla hastalıklar insanların oturduğu yeryüzüne çıkmaktadır. Daha önce de bahsi geçmiş olduğu gibi, doğu halklarının kültürlerinde bu yer altı dünyasına geçiş deliği, dünyanın tam ortasında bulunmaktadır.



Uno Harva'nın Altay Panteonu adlı kitabında alıntılanmıştır.


Çeviren: Erol Cihangir

Silivri / İstanbul

 






Göbekli Tepe / Şanlı Urfa

 


Türk Tarihinin İslamiyetten Sonraki Ana Kaynakları

 Kutadgu Bilig


VIII. yüzyıldan itibaren İslâm dinini kabul eden Türklerin, bu medeniyete olan katkıları tartışılmaz derecede büyüktür. Teşkilatçı yapıları ve güçlü ordularının yanı sıra, yüksek seviyedeki ilmi şahsiyetlerin ortaya koydukları eserler, bu yeni medeniyetin gelişmesine, yükselmesine ve de yayılmasına katkı sağlamıştır. Yine Türklerin İslâm’a girişleri, siyasi, sosyal, edebi ve ilmi hayatlarında birçok değişikliğe sebep olmuştur. İslâm’ı kılıç zoruyla değil de rızaları ile kabullenen atalarımız, bu dini kendi muhayyilelerinde çok güzel yorumlamış ve büyük âlimler yetiştirmiştir.


Bu dönemde meydana getirilen en önemli eserlerin başında Yusuf Has Hacib’in kaleme aldığı Kutadgu Bilig adlı eser gelmektedir. Yusuf Has Hâcib’in 1069-1070 yılları arasında yazdığı meşhur eseri İslâmî devirdeki Türk dili ve edebiyatı açısından olduğu kadar, Türk siyasi ve kültür tarihi açsından da Türk-İslâm muhitinin çok önemli bir merhalesini teşkil etmektedir. Böyle olmasına rağmen, uzun müddet bir kenarda unutulup kalmıştır.


Yazarı hakkında eserde fazla bilgi bulunmamaktadır. Balasagun’lu Yusuf Has Hâcib, eserinde kendisine yalnızca bir yerde yer vermiştir. O asil bir aileye mensup olup, ilmi, faziletleri, zühd ve takvası ile cemiyet içinde hürmet görmüş birisidir. Eserinin bir beyitinde “Elli yaşım elini bana değdirdi. Şimdi de altmış bana gel diyor” sözü ile eserini 1069-1070 yılında tamamladığını varsayarsak o sıralar 52-54 yaşlarında olduğunu veya 1017-1018 yıllarında doğduğunu düşünebiliriz. 1077 tarihinde öldüğü bilinmektedir. Yusuf’un doğduğu Balasagun şehri, adı destanlara konu olmuş bir Türk şehridir ki bu şehir ayrıca Karahanlılar devrinin önemli medeniyet merkezlerinden biridir.


Türk- İslâm edebiyatının ilk yazarı ve şairi olarak da gösterilen Yusuf Has Hacip eserini Balasagun’da yazmaya başlamıştır. 1068 yılında memleketinden ayrılarak Doğu Karahanlı Devleti’nin merkezi olan Kaşgar’a gitmiş ve eserini 18 ay sonra, 1069 (Hicrî 462) yılında burada tamamlamıştır. Kitabını bitirince bunu, Karahanlı hükümdarı Tabgaç Buğra Han’a sunmuş, Han da eseri çok beğendiği için Yusuf’u, takdiren “Hâs Hâcib (Uluġ Hâcib)” tayin etmiştir. “Has Hacib (teşrifat nazırlığı)’lik o dönemin en yüksek devlet memuriyetlerinden birisidir.

“Kutadgu” kelimesi, “saadet, kut” manasındaki “kut” kelimesine isimden fiil yapma eki olan “+ad-” ekiyle, fiilden isim yapma eki olan “-gu” ekinin eklenmesi sonucu oluşmuştur ve “bilig”le beraber “saadet, mutluluk veren bilgi/ilim, devletli olma, devleti yönetme bilgisine sahip olma” gibi anlamları taşımaktadır.


Eserin tamamı 6645 beyitten oluşmaktadır. Bunun haricinde kitaba sonradan ilk ilâve edilen 77 beyitlik bir manzume vardır. Bu manzumenin önsözünde, eserin kendisi ve yazarı hakkında bilgi verilmektedir. Bu şekilde 88 bölümden oluşan eserde ayrıca 173 tane de dörtlük bulunmaktadır. Eserin sonuna eklenmiş olan parçalardan gençliğine acıyıp ihtiyarlığından bahseden 44 beyitlik bir kısım (beyit 6521-6564) de bulunmaktadır. Zamanın bozukluğundan ve dostların cefasından bahseden 40 beyitlik bir parça ile (beyit 6565-6604) Ulu Hâs Hâcib Yusuf’un kendi kendisine nasihat vermesinden bahseden 41 beyitlik parça da (6605-6645. beyitler) eserin sonunda yer almaktadır.

Diğer ülkelerde kitaba başka adlar da verilmiştir. Çinliler, Edebü’l-Mülûk, Maçinliler Enîsü’l-Memâlik, İranlılar Şehnâme demişlerdir.


Eser, insanlara dünyada tam anlamıyla kutlu olmak için gereken yolu göstermek amacıyla kaleme alınmıştır. Yusuf Hâs Hacib, eserinde aruz ölçüsünü kullanmıştır. Beyitler mesnevi tarzında kendi arasında kafiyelidir.


Kutadgu Bilig’in bugün bilinen üç nüshası vardır ve üç nüshasından biri Uygur harfleri ile yazılmıştır:

Herat Nüshası: Kutadgu Bilig’in ilk bilinen nüshasıdır. Arap harfleri ile yazılmış bir nüshadan Uygur harflerine çevrilmiştir. Hicri 4 Muharrem 843 tarihinde istinsah edilmiştir. Bu nüsha Fatih Sultan Mehmed Han devrinde, Uygur kâtiplerinden Abdürrezzak Bahşı için Fenârî oğlu Kadı Ali tarafından Tokat’tan İstanbul’a getirtilmiştir. Bu nüsha hakkındaki bilgimiz bunlarla sınırlıdır.


Fergana Nüshası: Kutadgu Bilig’in en önemli nüshasıdır. Nerede, ne zaman ve kim tarafından, kimin için istinsah edilmiş olduğu belli değildir.

Mısır Nüshası: Bu nüsha, Kahire’de, Hidiv kütüphanesinin o zamanki müdürü Alman Moritz tarafından 1896 yılında bulunmuştur.

Eser üzerinde, yerli ve yabancı pek çok araştırmacı çalışmıştır. Fakat en önemli çalışma, Reşit Rahmeti Arat tarafından yapılmıştır. Reşit Rahmeti Arat; üç nüshanın karşılaştırmalı metnini 1947’de, metnin tercümesini ise ölmeden önce 1959 yılında yayınlamıştır. Onun çalışmaları sırasında aldığı notlar ölümünden sonra Muharrem Ergin, Kemal Erarslan, Nuri Yüce ve O. F. Sertkaya’nın gayretleri ile bir araya getirilerek yayınlamıştır. Eserin 3. cildini meydana getiren bir indeks kısmı, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü tarafından 1979 yılında neşredilmiştir.


Yusuf Has Hacip eserine öncelikle Allah’ı överek, O’na şükrederek başlar, ardından Peygambere ve arkadaşlarına yani sahabelere övgü dolu sözler söyler. Sonra bahar mevsiminin tasviri ile Buğra Han’ın övgüsü yer alır. Sırasıyla, yedi yıldız ve oniki burç hakkında bilgi, akıl ile dilin erdem ve kusurları, kitabın yazılmasındaki amaç, iyilik etmenin faydaları, bilgi ve aklın erdemleri, kitabın adı ve kitapta adı geçenlerin kimliklerini belirtir. Akabinde asıl konuya geçer.


Yusuf eserin metin kısmında karşılıklı konuşma şeklini seçmiştir. Bu durum esere farklı bir özellik kazandırmıştır. Yazar eserinde; fikir ve düşüncelerini anlatabilmek için önemli dört kişiyi konuşturmuş ve bunların kendi aralarında geçen münazara ya da diyalogu bir sahne yazısı gibi kaleme almıştır.

Bu dört kişinin isimleri ve görevleri şu şekilde tespit edilmiştir:


1-Kün-Toğdı: Hükümdardır, adalet ve yasayı temsil eder


2-Ay-Toldı: Vezirdir, kutluluğu (saadet ve devleti) temsil eder.


3-Ögdülmiş: Vezir’in oğludur, aklı ve bilgiyi temsil eder.


4-Odgurmış: Zahit, vezirin akrabasıdır, kanaat ve akıbeti söyler.


Bunlardan başka Ay-toldı’nın Kün-toğdı ile buluşmasını temin eden Küsemiş, hizmet gören oğlan, haber getiren Yumuşçı ve zâhidin (Odgurmış) yanında çalışan Kumaru da şahıslar kadrosu içinde yer alırlar. İnsanların iki dünyada ele geçirmek istedikleri saadet (Aytoldı) ile kâinatın üzerine kurulduğu doğru kanun (Küntogdı) arasındaki karşılıklı konuşmalarda o devrin ferdî ve içtimaî ahlâk prensiplerine yer verilir. Küntogdı’nın akıl (Ögdülmiş) ile devam eden konuşmalarında ise cemiyet hayatının, bilgi nazariyesinin ve hayat görüşünün bütün meselelerine temas edilmektedir.


Kutadgu Bilig Karahanlı Devleti dönemindeki Türk aydınlarının genel kültürleri, din ve dünya görüşleri, sosyal yaşantıları hakkında bilgiler veren, birçok fikir ve öğütleri bugün de uyulacak kadar doğru ve gerçekçi olan, her bakımdan ibret verici önemli bir eserdir.


Divan-ü Lügat-İt Türk


Hicretin 466. yılında (1072-1073) yazılmış olan Divan-ü Lugat-it Türk, Türk dili, kültürü, medeniyeti ve sanatına ilişkin önemli bir bilgi kaynağıdır. Eser, Türk milletinin yüceliğini göstermek ve Araplara Türk dilini öğretmek amacıyla kaleme alınmıştır. Türkçe kelimeleri Arapça usullere göre sıralayıp anlamlarının anlatıldığı bir eserdir. Eser Bağdat’taki Abbasi halifesi Muktedir Biemrillah’ın oğlu Ebu’l Kasım Abdullah’a takdim edilmiştir. Bir nevi Türkçe-Arapça sözlük mahiyetindedir. El yazma nüshası 638 sayfadır ve yaklaşık 9000 Türkçe kelimenin oldukça ayrıntılı Arapça açıklamasını içermektedir. Eser kendi içinde 8 bölümden meydana gelmiştir. Ayrıca Türklerin tarihine, coğrafi yayılımına, boylarına, lehçelerine ve yaşam tarzlarına ilişkin kısa bir önsöz ve metin içine serpiştirilmiş bilgilere sahiptir.


Kaşgarlı Mahmud’un, eserinde geçen bir ifadeden hareketle, Kaşgar şehrinde doğduğu tespit edilmiştir. Babası Hüseyin ise Barsganlıdır. Eserini Irak’ta yazdığı ihtimaline binaen buraya Kaşgar’dan göç etmiş olmalıdır. Yine eserinin bir başka yerindeki ifadesinden atalarının Türkistan Beylerinden olduğunu söylemek mümkündür. O devirlerde Irak bölgesi İslâm dünyasında önemli konuma sahipti. Bu sebeple Irak, siyasal işlerle uğraşmak, ilim yapmak isteyenlerin geldiği önemli bir merkez idi.


Yine bu dönemde İslâm dünyasının hemen her yerinde Türklerin önemli bir ağırlığı vardı. Bağdat’taki Arap makamları, halifenin sarayı Türklerin nüfuzuna girmiş idi. Ayrıca siyasi ve pek çok sosyal yapının da Türklerin idaresinde olduğu bilinmektedir. Böyle bir ortamda Türkleri tanımak, onlarla beraber olmak, onların dilini öğrenmek insanlar arasında rağbet görmeye başlamıştı. Bu yüzden de Divan-ü Lügat-it Türk’ün yazılmasının bir ihtiyaçtan doğduğunu, Türkçe öğrenmek isteyenler için hazırlanmış bir eser olduğunu ifade edebiliriz.


Türkçe ve Arapça’yı çok iyi bilen Kaşgarlı Mahmud’un bu eseri sadece Türkçe öğrenmek isteyenler için değil, aynı zamanda Arapça öğrenmek isteyenler için de iyi bir kılavuz eserdir.


Eser yalnızca bir sözlük olmayıp Türkçe’nin 11. yüzyıldaki dil özelliklerini belirten, ses ve yapı bilgisine ışık tutan bir gramer kitabı; kişi, boy ve yer adları kaynağıdır. Türk tarihine, coğrafyasına, mitolojisine, folklor ve edebiyatına dair zengin bilgiler ihtiva eden, aynı zamanda dönemin tıbbi ve tedavi usulleri hakkında bilgi veren ansiklopedik bir eser niteliği taşımaktadır.


Eser ayrıca Türk kelimesinin “kuvvet, kudret, güç” manasına geldiğini bize bildiren ilk kaynaktır.

Sözlüğün elde bulunan tek yazma nüshası 1266’da Şam’da Şamlı Mehmet tarafından istinsah (kopya) edilmiş ve 1915’te İstanbul’da Ali Emiri Efendi (1857-1923) tarafından tesadüfen bulunmuştur (Ancak daha önceki yüzyıllarda Antepli Ayni ile Katip Çelebi de Divan'dan söz etmişlerdir). Ali Emiri yazması 1917’de Talat Paşa’nın (1874-1921) teşviki ile Kilisli Rıfat Bilge’nin (1873-1953) gözetiminde basılmış hemen bütün dünya Türkologlarının ilgisini çekmiştir. 1928 yılında Türkolog Carl Brockelmann, ayrıntılı notlarla sözlüğün Almanca çevirisini yayımlamıştır.


Eser, Türkiye Türkçesine Besim Atalay tarafından aktarılmış ve 1939-1940’ta Türk Dil Kurumu tarafından basılmıştır. Son yıllarda Dankov’un Divan-ü Lügat-it Türk çevirisi, yeni bilgiler ışığında önemli yorum değişikliklerine yol açmıştır.


Kaşgarlı Mahmud Divan-ü Lügat-it Türk’te Türklerle alâkâlı iki hadis rivayet ederek bunları Buharalı ve Nişaburlu bir imamdan aldığını belirtir. Fakat bu iki hadisin uydurma hadis olduğu yönünde İslâm âlimlerinin kanaati yüksektir. Bu hadisler şöyledir:


1- “Türk dilini öğreniniz, çünkü onların egemenlikleri uzun sürecektir.”


2- “Yüce Tanrı, benim Türk adlı ordum vardır, onları doğuda oturttum. Kızdığım ulusun üzerine onları saldırttım.” Demektedir.

Her ne kadar bu hadislerin uydurma olduğu belirtilse de Türk milletinin İslâm kültür ve medeniyetine olan katkısı, Orta çağ boyunca Haçlı seferlerine karşı koyması, genel itibari ile insanlık tarihinde eşine az rastlanır adaletli ve eşitlikten yana tavır alması, sömürüye karşı paylaşımcı tutumu, teşkilatlı ve ezilenlerin yanında yer alan konumu itibariyle böyle bir övgüyü hak etmiş olması muhtemeldir.



Sözlükler: Codex Cumanicus:


Kırım'da, 1303 yılında İtalyan misyonerler tarafından yazılan Codex Cumanicus adlı Latince-Farsça-Kumanca sözlük (Tek nüshası Venedik'te bulunmuş olup G.Kun tarafından 1880'de neşredilmiştir) Kırım çevrelerindeki Kuman/Kıpçak Türkçesi hakkında bilgiler vermektedir. İtalyan misyonerler Kuman/Kıpçaklar arasında dini propagandayı kolaylaştırmak ve ticarete yardımcı olmak üzere, günlük hayatta kullanılmak üzere 2500 kelimelik bir sözlük hazırlamışlardır. Sözlükte Kuman/Kıpçak Türkçesine ait bazı gramer kaideleriyle birlikte içinde İncil'den tercümeler, bazı katolik ilahileri ve ata sözlerinin Türkçe karşılıkları vardır.


Bu sözlüklerin yanısıra Kitabü'l-İdrak Li-Lisan'iI-Etrak; Kitalb-ı Mecmu u Tercüman-ı Türki ve Acemi ve Mogoli; E't- Tuhfetü'z-Zekiyye fi'l-Lügati't- Türkiye; Kitilbü Bulgatü'l-müştak fi Lügati't Türk ve'I-Kıfçak; Kavaninü'I-Külliye Li-Zabt'I-Lügati't- Türkiye; İbn-i Mühenna Lügati; Mukaddimetü'l-Edeb; Muhakemetü'I-Lügateyn ve Şeyh Süleyman Efendi Lügatini sayabiliriz.

Alıntıdır.


10 Kasım 2022 Perşembe

İngilizlerin Hindistan'ı İşgali

 Nadir Şah'ın Hindistan'ı işgali Mughal imparatorlarının zayıflığını ortaya koymuştu. imparatorların gücü gün geçtikçe yerel yöneticilerin eline geçiyordu. 1700'lerde ingiliz Doğu Hindistan  şirketi , bu ülkeyle  ilgilenmeye  başladı.  Madras, Bombay ve Kalküta' da önemli ticaret merkezleri kuruldu.

1700'lerin ortalarında Avrupa'da gelişen Fransız-ingiliz gerilimi, Hindistan'da   da   bu    iki   devlet    arasında    önemli    bir    rekabet yaşanmasına neden oldu. ingiliz general ve koloni yöneticisi Robert Clive "Hindistanlı Clive", Gçney Hindistan' da Fransızlara üstünlük sağlamayı başardı (Fransız güçleri Madras şehrini aldıktan sonra). 1757 yılında Kalküta'yı Nawaba  (Naip) Siraj  ud  Daula'dan  almayı başardı. Plassey'deki zaferi aynı yıl Bengal'i de kazanmalarını sağladı. Yaklaşık 20 milyon kişinin yaşadığı Hindistan'ın bu en zengin bölgesi Doğu Hindistan şirketi 'nin kontrolüne geçiyordu.

Sonraki birkaç on yıl boyunca ingilizler bölgedeki etkilerini sürekli arttırdılar. Karşılarında çok   güçlü   bir  Fransa  olmasına   rağmen başarılıydılar.  Böylece 1806 yılına gelindiğinde Hindistan'ın tamamı ya doğrudan doğruya ingiliz hakimiyetine ya da Doğu Hindistan şirketi'nin etkisine girmişti. Şirket Hindistan'ın kontrolüne olanak sağlayabilecek yaklaşık 300.000 kişilik bir ordu besliyordu (Bu ordu bölgede geniş çaplı çatışmalara girişecekti).

ingiltere 'de   Sanayi   Devrimi    yaşanırken,    Hindistan    işlenmiş mamullerden ziyade büyük ölçüde hammadde ihraç ediyordu (çivit, ham pamuk ya da çin'e ihraç edilen afyon gibi). Doğu Hindistan şirketi Hindistan'da bir koloni yönetimi gibi davranmaya başlamıştı. 1813 yılında   Hindistan'da ticaret   tekelini   kaybetti.   1857 yılında başlayan Hindistan isyanı sırasındaki olaylar, kontrolün  Doğu Hindistan şirketi'nin elinden çıkarak ingiliz devletine geçmesine  olanak verdi. 1876 yılında Kraliçe Victoria kendisini Hindistan imparatoriçesi olarak ilan etti.


Alıntıdır.


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak