7 Kasım 2022 Pazartesi

Balıklı Göl / Şanlı Urfa

 


Göbekli Tepe / Şanlı Urfa

 


Türk Soylu Halklarda Dünya Tasavvuru-2

 Yeryüzünün Taşıyıcıları


Doğu halklarının dünya tasavvurlarında, yeryüzü uçsuz  bucaksız bir denizin ortasında yer almakla, bu tasavvura bağlı olarak yeryüzünün batmasını engelleyen taşıyıcılar (veya askılar) bulunmaktadır.


Türk soylu halkların yaşadığı bölgelerde görülen bu tasavvur biçiminin ortak yönü, bu taşıyıcının bir hayvan olmasıdır.


Buryat efsanelerinde ”Bütün zamanların başlangıcında sadece sular ve bu suların içerisinde uyuyan dev bir kaplumbağa vardır. Tanrı, bu kaplumbağayı ters çevirerek, onun karnının üzerine yeryüzünü kurmuştur” diye anlatılır. Yaradılışa ilişkin bir başka Orta Asya efsanesine göre ise; Oçirvani (Budizmdeki Bodhisatva Vaira-pani) ve Tsagan Şukuti gökten inerler ve denizde yüzen bir kaplumbağa görürler. Sırtüstü yatan bu kaplumbağanın karnının üzerine toprak serperler ve bu suretle insanların yaşadığı yeryüzü meydana gelir. Dörbötlerin efsanelerinde de yeryüzünün yaratıcısı Mancişiri (Budizmdeki Bodhisatva Manjucri), kendini dev bir kaplumbağaya dönüştürüp, sırtüstü yatmış ve bu şekilde kendisinin meydana getirdiği yeryüzü deniz yüzeyinin üzerinde durmaktadır. Kaplumbağanın bir ayak parmağı bile oynayacak olsa, yeryüzünde depremler meydana gelir. Alarsk bölgesindeki Buryatların tasavvurlarında ise kaplumbağa, dünyayı sırtında taşımakta, yorulup titrediğinde yeryüzünde depremler olmaktadır. Baykal gölünün ötelerinde yaşayan Tunguzlarda da aynı inanç vardır. Sayotelerin inancına göre, yeryüzünü taşıyan kaplumbağa eğer hareket ederse, yeryüzü sel altında kalmakta,  Kalmuklarda, eğer güneşin ışığı artar ve her şeyi yakacak kadar ısınırsa, kaplumbağa da sıcaklıktan rahatsız olmaya başlayacak ve huzursuzlanıp, kıpırdandığında yeryüzü batacaktır. Moğol efsanelerinde de, dünyanın merkezindeki dağların taşıyıcısı bir “altın kaplumbağa”dır.


Bu Orta Asya tasavvurlarını aynı konudaki Tibet tasavvurları ile karşılaştırdığımızda birbirlerine şaşılacak derecede benzediklerini görürüz. Her iki inanışın da kökenin de Tanrı Vişnu’nun bir kaplumbağa görüntüsünde dünyayı sırtında taşıma tasavvurunun oluşu, daha sonraki dönemlerde kadim Tanrı Vişnu’nun yerini Budizmdeki Bodhisatvalardan biri alacaktır. “Yeryüzünün taşıyıcısı” kavramı, Moğolların dünya görüşüne Çinlilerle münasebetleri sebebiyle nispeten erken dönemlerde girmiş olsa gerektir.


İlginç bir şekilde, bazı Kuzey Amerika yerli kabilelerinden, Siyu Kızılderili efsanelerinde; “İlkdeniz-Urmeer” üzerinde yüzen bir su kuşu ve bir kaplumbağadan bahsedilir. Kaplumbağanın ağzında çamur, su kuşunun ağzında ise bir tutam ot vardır. Bunların bir araya gelmesiyle üzerinde bitki örtüsü olan toprak oluşmuş ve bu da kaplumbağanın sırtına serpilmiştir. Huron efsanelerinde ise, başlangıçta sonsuz bir denizden başka bir şeyin olmadığı, sonrasında derinlerden bir kaplumbağanın çıkıp geldiği anlatılır. Efsaneye göre kaplumbağa, muhtelif hayvanları toprak getirmeleri için deniz tabanına gönderir ama, ağzında bir parça çamur getiren kurbağa dışında hepsi başarısız olurlar. Kurbağanın getirdiği çamur, kaplumbağanın kabuğu üzerine sıvanır ve bu çamurdan karalar oluşur, kaplumbağa da hâlen bu karaları taşımaktadır.


Orta Asya’nın bazı bölgelerinde yeryüzünün taşıyıcısı olarak balık tasavvuruna rastlanır. Belagansk bölgesindeki Buryatlar, Dünya Denizi’nin ortasında yüzen dev bir balığın yeryüzünü taşıdığına inanırlar. Herhangi bir sebeple balık duruşunu değiştirdiği takdirde, deprem meydana gelir. Deprem esnasında yerden alınıp saklanacak olan bir parça toprağın, kadınların doğum sancılarını hafifleteceğine inanılır. Buryatlar hakkında nakledilen bir başka efsaneye göre, yeryüzü üzerindeki balık yan yatmış durumdadır. Yeryüzünün ağırlığının baskısı sebebiyle, balık diğer yana döndüğünde depremler oluşur. Altay Tatarları ise, yeryüzünü taşıyan üç ayrı balıktan bahsederler. Büyük Tanrı Ülgen yeryüzünü yaratıp, suların üzerine yerleştirdiğinde, yeryüzünün altına, birini ortaya, diğer ikisini yanlara olmak üzere üç tane balık yerleştirmiştir. Ortadaki balığın başı Kuzeye bakmakta olup, balık kafasını biraz eğecek olsa, Kuzeyde seller oluşur, eğer biraz daha fazla eğecek olsa, bütün yeryüzünü sular basar. Bu balığın solungaçları ucu gökyüzündeki üç tane kazığa uzanan bir iple bağlıdır. İp, bu kazıklara çözülüp bağlanarak balığın kafasını eğmesi veya kaldırması sağlanır. Bu işi de Tanrı’nın yardımcılarından Mangdişir (yukarıda da adı geçmiş olan Manjuçri) üstlenmiştir. Eğer ipi kazıklardan bir tanesinden çözecek olursa, yeryüzünün Kuzeyinde, eğer ikinci kazıktan da çözecek olursa, bütün yeryüzünü su altında bırakacak olan tufan meydana gelir.


Bu efsanede her ne kadar üç balıktan bahsedilirse de, önem daha ziyade ortadakine atfedilmektedir. Yeryüzünün taşıyıcısı olarak bir veya birkaç balığın varlığı, Rus yaradılış efsanelerinde de görülür. Votyaklarda, yeryüzünün altında bulunan ve hareketleri ile depreme sebep olan balık tasavvuru yeralır. Tambovin bölgesindeki Mordvinler de, görevi deniz üzerinde yüzen yeryüzünü taşımak olan dev bir balıktan bahsederler.


Bazı Doğu Asya halkları arasında yeryüzünü taşıyan balık inancı yeralır. Japonya’daki Aino halkı, depremlere dünyayı (yâni onların nazarında Japon adalarını) sırtında taşıyan balığın sebep olduğuna inanırlar. Japonlar da, aynı mantıktan hareketle, “deprem balığı”ndan söz ederler. Siyam halkı arasında da, yeryüzünün merkezi olan Zinnalon dağının altında benzeri dev bir balığın olduğuna inanılır. Sumatra’daki Batak halkı ise, yeryüzünü bir ejderhanın taşıdığına ve kimi zaman onun hareket etmesiyle depremler meydana geldiğine inanırlar.


Birbirlerine bu kadar yakın ve benzeri tasavvurların, bu kadar değişik bölgelerde bağımsız olarak kendi başlarına oluştuğunu kabûl etmek çok zor görünmektedir. Zira, Orta Asya halklarının yeryüzünü denizin ortasında tasavvur edip, onu bir deniz hayvanının taşıdığını hayâl etmeleri için bir sebepleri olmasa gerekir? Doğu Asya halklarında ise, birbirleriyle o kadar yakın ilişkilere girmiş olmaları, bu tip tasavvurların bir halktan diğerine kolayca nakledilmiş olabileceğini gösterir. Siyamlıların Zinnalon dağı, Hintlilerin Meru dağı ile aynıdır ve dağı taşıyan balık fikrinin kökeni Hindistan olabilir. Avrupa Rusyasına da balık tasavvuru büyük ihtimâlle yeryüzünün yaradılış efsaneleriyle gelip, girmiş olmalıdır.


İslâm inanç dairesine girmiş olan Türk-Tatar halkları arasında yeryüzünün taşıyıcısı olarak genelde dev bir boğa (öküz) yeralır. Bundan hareketle Kırgız efsanelerine göre, Dünya Denizi’nin üzeri çok yoğun bir sis tabakasıyla kaplıdır. Bu sisin üzerinde bir kaya, bu kayanın üzerinde de yeryüzünü boynuzlarının üzerinde taşıyan koyu gri bir boğa (öküz) bulunur. Kırım Tatarları, denizdeki dev balığın üzerinde bir boğanın olduğuna ve bu boğanın boynuzları üzerinde yeryüzünü taşıdığına inanırlar. Kırım Tatarlarına ilişkin bir başka efsanede ise, yeryüzünü bir mandanın taşıdığı, mandanın altında balığın, balığın altında suların, suların altında rüzgarın ve en altta da koyu karanlığın olduğu anlatılır. Manda yorulup, yeryüzünü boynuzunun birinden diğerine geçirdiğinde, depremler meydana geldiği ve mandanın hayatı boyunca alacağı nefes sayısının sınırlı olup, bu sayıya ulaşıldığında dünyanın sonunun geleceğine inanılır. Bu inanç, Doğu Avrupa Tatarlarından, Volga boylarındaki Fin kökenli halklara da geçmiştir. Bu sebeple, meselâ Votyaklar “yeryüzünü taşıyan siyah bir boğa”nın yeryüzünün sulara batmasını önlediğine, Sarapul bölgesinde, boğa hareket ettikçe depremler olduğuna, Birsk bölgesindeki Çeremisler’de boğanın, denizlerde yaşayan dev bir yengecin üzerinde olduğuna inanılır. Boğa başını oynattığında, yeryüzü sarsılır. Onların anlatımına ilâve olarak bir başka husus ise; ”yeryüzünün ağırlığı sebebiyle, boğanın boynuzlarından birisi zaten kırılmış olup, diğeri de kırıldığında yeryüzünün batacağıdır” Kafkas halklarından, Mısır’a kadar İslâm inancının hâkim olduğu hemen her yerde “yeryüzünü boynuzlarında taşıyan boğa” inancına rastlanır. Arap dünya görüşünün bir parçası olduğu için, masallarda- meselâ, Binbir Gece Masallarında- bahsi geçen boğanın, altında duran başka dayanaklar da bulunmakta, bunlar arasında en yaygın olanı, boğanın bir kayanın üzerinde


durduğu ve bu kayanın denizdeki dev bir balığın üzerinde olduğudur. Arap göçebelerinin eski zamanlarda sığır beslemedikleri dikkâte alındığında, bu tür bir inancın başka kaynaklardan Arap kültürüne ithal edildiği ortaya çıkar ki, muhtemelen de bu boğa tasavvuru İran menşelidir. Keza aynı şekilde Yahudi kültüründe geçen “üç başlı boğa” şeklinde tasvir edilen “Derinliklerin Bey”i de muhtemelen aynı menşeye dayanmaktadır.


Anohin, Altay Teleütleri arasında “Dünyanın sini biçiminde olup, gök kubbe bunun üzerinde olduğu, ufuk çizgisinin yeryüzünün sınırı olup, dört mavi boğa tarafından taşıdığı, boğalar tökezledikleri takdirde, deprem meydana geleceğine” dair bir tasavvurdan bahseder. Burada görülen “yeryüzünün dört taşıyıcısı” tasavvuru, Hind kökenli olup, Tibet’de de rastlanan “dünyayı taşıyan dört fil” tasavvurunu hatırlatmakla, dört taşıyıcının olması da muhtemelen dört ana yön ile ilgilidir.


Mahallî şartlara göre şekillenen bir başka inanç örneği de Çolim Tatarlar arasında görülür. Tatarlara göre Tanrı, yeryüzünün taşıyamayacağı ağırlıktaki büyük bir mamutu, yeryüzünü taşıması için yeryüzünün altına yerleştirmiştir. Bu Tatar boyu da Ostyaklar, Vogullar ve Yakutlar gibi mamutların suda yaşayan hayvanlar olduğuna inanmaktadırlar.


Araştırmacılar, yeryüzünü taşıyan ve arada sırada hareket eden veya sallanan bir hayvan ve cisim fikrinin kökeninin depremlerle ilgili olduğu kanaatindedirler. Altay halkları arasında görüleceği üzere, bir tabiat hadisesi, yeryüzünü sırtında taşıyan bir hayvana bağlanmaktadır. Lâkin, sözkonusu olan bu hayvanların hiç biri (buna Kuzey Sibiryadaki mamut efsanesi de dahil olmak üzere) bu rolleri başka kültürel tesirlere maruz kalmadan, kendi başlarına almamış olmalarıdır. Her ne kadar Tunguzlar ve bölgedeki bazı halklar arasında depremlere yer altındaki mamut veya benzeri korkunç yaratıkların hareketlerinin sebep olduğuna dair inançlar taşısalar da, bu yaratıklar yeryüzünün taşıyıcısı olarak geçmezler. Buna benzer bir başka örnek, Kamçadalların inanışlarında geçen efsanevî hayvan, köpektir. Buna göre, Tuila isimli Tanrının kızağına koşulmuş olan bu hayvan (köpek), yer altında koştururken, üzerindeki karları silkelediğinde yer sarsılmaktadır. Yeryüzünün taşıyıcıları tasavvuru, Türk soylu halkların inanışlarına hiç şüphesiz başka kültürlerden ve bu kültürlerin dünya görüşünün bir parçası olarak girmiş olduğudur.


Son olarak bu hususta Kuzey Sibirya Samoyedleri arasında anlatılan bir efsaneden de bahsetmek gerekir. Bu efsaneye göre yeryüzünü “Atlas”ı andıran bir kişi taşımaktadır. Dünyanın yaradılışı esnasında dünyada sadece iki kişi vardır; bunlardan birisi bir gün ava çıktığında yeryüzünde bir delik görüp, delikten içeri süzüldüğünde demirden yapılmış bir kulübeyle karşılaşır. Ava giden arkadaşını merak eden diğer kişi onu aramaya çıktığında, aynı delikten geçerek kulübeye vardığında, orada yeryüzünün yaşlı bilgesine rastlar. Yaşlı bilge bir yatakta oturmuş, insan kafası büyüklüğünde bir cismi elinde tutmaktadır. Adam, “Dede, elinde ne tutuyorsun” diye sorduğunda, ihtiyar; “Ne mi tutuyorum, bu bizim yeryüzümüzdür, eğer bunu ellerimde tutmasaydım, yeryüzü olmazdı” diye cevaplar. Kulübeye gelen kişiler yemek yeyip, yatağa uzanıp uykuya dalıp, ertesi sabah uyandıklarında, yeryüzünün yaşlı bilgesi, ikinci gelen adama “anlayacağın gibi ben bütün gece hiç uyumadım ve seni de bu yüzden çağırdım. Görüyorsun ki ellerim yoruldu, titriyor, bu sebeple dünyamız da sarsılıyor. Seni, yeryüzünün merkezine ağırlık, arkadaşını da yeryüzünün ayağı yapacağım ve benim ellerime destek olacaksınız” der. Böylece adamlardan biri, Ural dağlarının kutsal zirvesi, diğeri de “yeryüzünün ayağı” olur. Bir daha yeryüzüne dönemeyen bu iki kişi de, teselliyi ancak kendilerini insanlığa adamakta bulacaklardır.


Diğer Sibirya halkları arasında rastlanmayan bu efsanede, Ural dağları yeryüzünü yerinde sabitleme sebebiyle, daha önce görmüş olduğumuz “yeryüzü kuşağı” fikrine benzer önemde bir rol üstlenmektedir.



Uno Harva'nın Altay Panteonu adlı kitabında alıntılanmıştır.


Çeviren: Erol Cihangir

Britanya Adalarının Söylenceleri - 12 İngiltere/Fransa "Kral Arthur"

 Öndeyiş


(Brutus, yani Aeneas'ın torununun torunu, bir grup Troyalı sürgüne, Galya’nın (Fransa) kuzeyinde bir adada ikinci bir Troya kurmak üzere öncülük eder. Adaya, kendi adından yola çıkarak Britanya adını verir.)



Troya Savaşı'nın bitmesiyle Aeneas, babası, oğlu Ascanius ve halandan bir grup insanla ateşler içindeki Troya'dan kaçtı. Kaderi onu İtalya'ya götürdü, orada yeni bir halkın kurucusu oldu. Aeneas'ın Ölümünden sonra Ascanius kral oldu. Tiber Irmağı üstünde Alba kentini kurdu. Ascanius, Silvius'un, Silvius Brutus'un babası oldu. Kâhinler Brutus'un, ana babasının ölümüne neden olacağı, İtalya'dan sürüleceği, yurtsuz kalıp birçok ülkeyi dolaşacağı ve sonunda büyük onur kazanacağı Britanya'da yerleşeceği kehanetinde bulundular.


Kehanet doğru çıktı. Brutus'un annesi onu doğururken öldü. On beş yaşına geldiğinde bir av kazasında babasını öldürdü ve akrabaları onu İtalya topraklarından sürdüler.

önce Yunanistan'a sığındı. Bu halkın arasında Troya kralı Priamos'un soyundan gelenler de vardı. Brutus, cesaret ve aklıyla bu insanları Yunan yöneticinin tiranlığından kurtardı. Bir gece saldırısıyla Yunanları şaşırttı ve Troyalılar, kurtların uyuyan koyunlara saldırması gibi onlara saldırıp kestiler. Brütus, yendiği yerel kralın kızıyla evlendi ve Troyalılarla birlikte bir başka ülkeye yelken açtı.


Yıllardır boş olan bir adaya geldiler. Boş bir kenti gezerlerken, Brutus av tanrıçası Diana'nın tapınağını buldu ve ona kurbanlar sundu. "Ey güçlü tanrıça, yabani ormanların korku ve umudu, bana güven içinde nereye yerleşebileceğimizi ve bütün gelecek yıllarda sana nerede tapınabileceğimizi söyle" dedi.


O gece uyumak için yattığında, Diana Brutus'a göründü ve "Brutus, güneşin battığı yerin ötesinde, Galya'yı geçtikten sonra, denizde bir zamanlar devler ırkının yaşamış olduğu bir ada göreceksin. Bu ada sana ve halkına bütün gelecek yıllar için uygundur" dedi. "Burası senden sonra gelenler için ikinci bir Troya olacak. Senin kanından bir kral ırkı doğacak ve bütün dünya önlerinde diz çökecek."


Uyandığında, hafif bir rüzgâr esiyordu. Brutus bunu tanrıçanın bir başka işareti saydı ve halkıyla birlikte hemen yola çıktı. Afrika kıyısından yukarı yol aldılar, Akdeniz'in batı ucundaki Herakles Sütunları'nı {Cebelitarık Boğazı, ç.n.) geçtiler. Orada, gemilerini neredeyse batıran Sören adlı deniz canavarlarından zor kurtuldular.


Brutus ve yoldaşları bundan sonra başka bîr grup Troyalı sürgüne rastladılar. İki grup birleşmeye ve ortak bir geleceği paylaşmaya karar verdi. Şimdi korkulur hale gelen Troyalılar, savaşarak, büyük zenginlikler kazanarak Galya içinden yollarına devam ettiler. Sonunda sahile döndüler ve Diana'nın Brutus'a rüyasında bildirdiği adaya gitmek için yelken açtılar.


Troyalılar kıyıya çıktığında, birkaç dev dışında adanın boş olduğunu gördüler. Devleri öldürdüler. Toprağın verimli, ormanların yabani hayvanlarla dolu olduğunu, birçok ırmakta sayısız balığın yüzdüğünü görüp bu adada yerleşebileceklerine karar verdiler. Brutus'un yönlendirmesiyle toprağı bölüştüler, evler inşa ettiler ve çiftçilik yapmaya başladılar.


Brutus, adayı dolaşarak başkenti kurmak için en uygun yeri aradı. Kentini Thames Irmağı kıyısında kurmaya karar verdi ve ona Troia Nova {Yeni Troya) adını verdi. Adaya da kendi adını taktı: Britanya. Brutus ve yoldaşlarına Britonlar dendi. Brutus Troia Nova'yı halkına bağışladı ve birbirleriyle barış içinde yaşamalarına yardımcı olmak için hukuk kuralları koydu.


Ama Brutus'un ölümünden sonra, yıllar süren iç savaş ve işgaller yaşandı; hatta Britanya Romalılar tarafından istila edildi. MS 400 yıllarında Romalılar Roma'yı savunmak için geri çağrılınca, Britonlar barbalara karşı savunma yapabilmek için kendi cılız kaynaklarına dayanmak zorunda kaldılar. Daha fazla toprak peşinde olan Töton kabileleri Galya'ya girmiş ve Britonları adalarında yalıtılmış durumda bırakmışlardı. 5. Yüzyılın başlarında Saksonlar, Angıllar ve Jutlarla birlikte Britanya'yı işgal ve fethettiler. Kral Constantine onları yenmeyi başarabilen ilk kral oldu. Oğulları Aurelius Ambrosias ve Uther Pendragon, Saksonların baş düşmanlar olduğu dönemde Britanya krallığını yönettiler.



I. Bölüm


(Arthur on beş yaşında iken, Londra'da kilise bahçesinde taşa saplı bir kılıç mucize olarak ortaya çıkar. Taşta "Bu kılıcı taştan çekip çıkarmayı başaran kişi, Britanya'nın meşru kralı olarak doğmuştur" yazmaktadır. Yazının anlamından habersiz olan Arthur kılıcı çekip çıkarır ve kral olacağını öğrenir.)


Uther Pendragon'un ölümüyle Britanya krallığı, hem içeride hem dışarıda çok tehlikeli bir döneme girdi. Kendisine bağlı askeri bir gücün desteğine sahip her soylu Briton, sonraki kral olmak arzusuna kapıldı. Bu arada başka halklar da Britanya'yı işgal etmek ve zengin topraklarını ele geçirmek istiyorlardı. Güçlü bir önder çıkıp da bağımsız dükleri birleştirip topraklarını savunmak için seferber etmedikçe, Britanya'nın parça parça yabancıların eline geçeceği görülüyordu.


Büyük büyücü Merlin bu tehlikeyi gördü. Canterbury piskoposuna, bütün soyluları Noel'de Londra'ya çağırmasını ve Britanya'nın gerçek kralını dünyaya ilan etmesini salık verdi.

Bütün Britanya adalarından soylular ve sadık destekleyicileri Londra'da toplandılar, ilk ayine katıldılar. Katedralden çıktıklarında, kilise bahçesinde kare şeklinde kocaman bir mermer taşın mucize biçiminde ortaya çıktığını görüp şaşırdılar. Bu taştan demir bir örs çıkıyor ve örse saplı kınından çıkmamış güzel bir kılıç bulunuyordu. Soylular heyecanla kılıcın çevresinde toplandıklarında, altın harflerle şunların yazılı olduğunu gördüler: "Bu kılıcı taştan ve örsten çekip çıkarmayı başarabilen kişi bütün Britanya'nın meşru kralı olarak doğmuştur."

Birçok gururlu şövalye, hemen kılıcı çıkarmaya soyundu, fakat hiçbiri bunu başaramadı; kılıç taşın ve örsün içinde kıpırdamadan duruyordu.

Piskopos "Britanya'nın meşru kralı, anlaşılan aramızda değil" dedi, "fakat zamanı geldiğinde Tanrı'nın onu bize tanıtacağından kuşkunuz olmasın. Yılbaşında burada toplanalım ve krallığın bütün şövalyeleri at binip turnuvaya katılsınlar, kılıç ve mızrak becerilerini göstersinler. Sonra isteyen kılıcı taştan çıkarmayı yeniden deneyebilir."


Piskopos kılıcın saplandığı mermerin üstüne bir çadırın kurulmasını emretti. En onurlu on şövalyenin beşinin gündüz, beşinin gece kılıcı sürekli beklemesini istedi.

Yılbaşı günü Sör Ector, oğlu Sör Kay ve evlatlığı Arthur'la birlikte turnuvaya katılmaya hazırlandılar. Kay, yeni şövalye olmuştu ve Arthur on beş yaşında olduğundan onun seyisiydi.

Arthur, Sör Kay'ın turnuvada cesaret ve beceriyle dövüşmesini seyretti. Fakat aniden, bir şövalyenin güçlü darbesiyle Kay’ın kılıcı kırıldı. Kay, "Arthur bana yardım et, çadıra koşup başka bir kılıç getir" diye bağırdı, "acele et, yarışmadaki yerimi kaybetmek istemiyorum."


Arthur çadırın her yerine baktı, ama başka kılıç bulamadı. Kendi kendine, "Tamam, kilisenin bahçesine koşup taştaki kılıcı alacağım. Kay onunla devam etmek zorunda!" dedi.


Vardığında kilisenin avlusu boştu, çünkü kılıcı beklemesi gereken şövalyeler bile turnuvaya katılmaya gitmişlerdi. Arthur atından indi, taşa doğru yürüdü, sağ eliyle kılıcın kabzasını kavradı ve kolayca taştan çekip çıkardı.

Başardığı işi hiç düşünmeden kardeşinin yanına döndü, kılıcı ona uzatıp "Çadırda kılıç bulamadım, bunu kullan" dedi.


Sör Kay, mucize eseri kilisenin avlusunda görünen kılıcı hemen tanıdı. Arthur'dan daha büyük ve güçlü olduğu için, küçük kardeşinin yaptığını yapabileceğini düşündü. Arthur'a "Bu kılıcı bulduğunu kimseye söyleme, sana çok zengin olacağına söz veriyorum. Şimdi babamızın yanma gidelim" dedi.


"Baba!" diye bağırdı Kay, Sör Ector'a, "bak, kılıcı taştan çıkardım. Yani Britanya'nın meşru kralı ben olmalıyım."


Ector, "Olabilir Kay, ama sözlerinin boş bir gururdan ibaret olduğunu bil" dedi. "Kiliseye dönelim. Eğer doğruyu söylüyorsan, gerçekten de bu ülkenin meşru kralı sensin. Ama önce kılıcı taşa geri sokup tekrar çıkararak bunu kanıtlamalısın. Bir kez yapabildiysen, elbette yine yapabilirsin. Yapamazsan, Londra'daki bütün soylular önünde utanılır bir duruma düşeceksin. Senden kral olmayı hak ettiğini kanıtlamanı isteyecekler."


Sör Kay kilisenin avlusunda kılıcı yerine soktu, ama ne kadar uğraşırsa uğraşsın tekrar çıkaramadı. Sör Ector Kay'a katedralde "Elini Kutsal Kitap'ın üstüne koy ve bu kılıcı nasıl aldığın konusunda gerçeği anlatacağına yemin et" dedi.


"Sör, işin gerçeği bu kılıcı bana Arthur getirdi" diye yanıtladı Kay, gururu kırılarak.


"Evet" dedi Ector, "buna inanabilirim. Şimdi Arthur, bu kılıcı nasıl aldın?"


Arthur açıkladı: "Yarışlardan birinde, Kay'ın kılıcı kırıldı ve benden çadırdan başka kılıç getirmemi istedi. Çadıra gittiğimde ne kadar dikkatli aradıysam da kılıç bulamadım. Neyse ki taştaki kılıcı anımsadım. Kay'ın bir kılıcı olmasının ne kadar önemli olduğunu biliyordum, onun için hemen atıma binip buraya geldim ve bu kılıcı onun için aldım. Kolay oldu, elimi kabzaya koyunca kılıç hemen taştan çıktı."


Sör Ector, "Sen bunu yaparken burada şövalye yok muydu?" diye sordu.

"Kimse yoktu. Hepsi turnuvaya gitmiş olmalı."


"Arthur" dedi Ector, "ne yaptığını biliyor musun? Bana, Britanya'nın meşru kralının sen olduğunu söylüyorsun."


"Neden böyle bir şey söylüyorsun?" dedi Arthur. "Bunun anlamı yok, olacağı da yok!" 


Ector saygıyla evlatlığına açıkladı: "Sör, Britanya'nın meşru kralı sensin, çünkü Tanrı seni bu en büyük onur için seçti. Yalnızca bu ülkenin meşru kralı kılıcı taştan çıkarabilir. Şimdi kılıcı yerine saplayıp tekrar çıkarışını seyredeyim."


"Kolay iş" dedi Arthur, kılıcı taşa sapladı, tekrar çekip çıkardı ve Ector'a verdi.


Sör Ector da kılıcı çıkarmayı denedi. Ne kadar uğraşırsa uğraşsın kılıç kıpırdamadı. Mermer taşa sıkı sıkıya girmişti.


"Şimdi bir daha dene" diye Kay'a emretti Ector.


Sör Kay bütün gücüyle kılıcı çıkarmaya çalıştı, ama o da kıpırdatamadı.


Arthur kılıcı bir kez daha kolayca çekip çıkarınca, Sör Ector ve Sör Kay hemen önünde diz çöktüler.

"Hayır!" diye bağırdı Arthur; "sevgili babam ve kardeşim, benim önümde diz çökmeyin. Ben Britanya kralı değil, sizin oğlunuzum" dedi Sör Ector'a, "senin kardeşinim" dedi Kay'a.

"Hayır Arthur, ben senin baban değilim. Gerçekte senin akraban da değilim. Sen daha bebekken, ulu kâhin Merlin bir gece evimize geldi ve kollarında seni getirdi. Bana senin kimin çocuğu olduğunu hiçbir zaman söylemedi, ama seni oğlum gibi yetiştirmemi istedi, ben de öyle yaptım."


Bu sözler Arthur'u çok üzdü. Ector’a, "Birden beni yapayalnız bıraktın" dedi. "Babamı, annemi, kardeşimi yitirmiş gibi oldum! Benim ailem olarak bildiğim sizlersiniz. Dünyada en sevdiğim sizlersiniz. Nasıl Britanya kralı olurum bilemiyorum."


"Bizi kaybetmedin Arthur. Seni her zamanki gibi seveceğiz. Bunun yerine nasıl iyi kral olunur onu düşün. Merlin'in gelip sana öğüt vereceğine eminim ."


Ertesi sabah, Sör Ector Arthur'a zırh ve silah vererek onu şövalye yaptı. Sonra onu turnuvaya gönderdi. Arthur yarışmalarda bütün gün büyük cesaret ve beceri gösterip büyük onur ve övgü kazandı.


Ertesi gün Sör Ector piskoposa giderek, "Soylu, cesur ve iyi silah kullanan bir şövalye tanıyorum. Yasaya göre Britanya kralı o olacak, çünkü kilise avlusundaki kılıcı taçtan o çıkarabiliyor" dedi. 


Piskopos, "Onu buraya getir. Ben de bütün soyluları toplayacağım" dedi.

Herkes gelince, bütün soylular sırayla kılıcı çekmeyi denediler, ama hiçbiri kıpırdatamadı bile. Arthur'un kendilerinin onca güç harcamalarına karşın yapamadığını kolayca yaptığını görünce utandılar ve kızdılar. "Basit bir çocuğun hepimizi yönetme hakkı olması çok saçma" diye bağırdılar.


Piskopos gelecek bayrama kadar şövalyelik kararını ertelemeye karar verdi ve şövalyeler mermer taştaki kılıcı beklemeye devam ettiler. Bu arada başka dükler ve baronlar geldi, hepsine kılıcı çekme şansı tanındı. Yine yalnızca Arthur bunu başardı, ama şövalyeler hâlâ tatmin olmamıştı.


Paskalya geldi ve piskopos yarışmayı tekrarladı. Bir kez daha kılıcı çekmeyi Arthur başardı, ama şövalyeler yine tatmin olmadılar. Piskopos bir kez daha kararı ertelemeyi kabul etti. Sonraki bayramda tekrar herkese kılıcı çekme şansı verildi, ama hiç kimse kıpırdatamadı. Arthur bunu yine eskiden yapmış olduğu gibi kolayca yaptı.


Bu kez Arthur kılıcı eline aldığında halk ve soylular ayaklarının dibinde diz çöktüler ve bağırdılar: "Arthur kralımız olacak, çünkü bizi yöneten Tanrı'nın arzusu bu!" Ve birçoğu ekledi: "Arthur'un yönetimine karşı çıkanı kim olursa öldüreceğiz."


Arthur piskoposun Önünde diz çöktü. Kılıcı iki ucundan tutarak kollarını kaldırdı ve sunağa sundu. Krallık yemini etti, halka ve soylulara karşı adil olacağına ve yaşamı boyunca adaletten ayrılmayacağına ant içti. Sonra halkının şikâyetlerini dinledi ve malları ellerinden haksız alınanların mallarını geri verdirdi.


Halk katedrali terk ederken, taşın olduğu yerden geçti ve artık onun orada olmadığını gördü. Ortaya çıktığı gibi, mucizeyle gözden yok olmuştu.


Bir süre sonra Arthur, Galler'deki Caerleon kentinde büyük bir şölen düzenledi. Kuzey Britanya'nın, İskoçya, İrlanda ve Galler'in dükleri kendilerine bağlı şövalyelerle birlikte şölene katıldılar. Ama yeni kralın dostluk armağanlarını almayı kabul etmediler. Arthur'un uşaklarına, "Sakalsız bir çocuktan armağan alamayız! Kendi seçtiğimiz armağanları biz ona göndereceğiz" dediler. “Kılıçlarımızı yüreğine saplayacağız! Böyle soylu bir ülkenin sıradan bir çocuk tarafından yönetildiğini görmek utanç verici."


Arthur'un baronları ona, yaşamının ciddi bir tehlike içinde olduğunu söylediler. Arthur beş yüz asker seçti ve güçlü, iyi donanmış bir kaleye çekildi. Düşman soylular, kısa sürede bu kaleyi kuşattılar. Arthur ve adamları iki haftadır kuşatma altındayken Merlin, Caerleon'a geldi.


Soylular Merlin'i sevgiyle selamladılar ve "Bu çocuk niçin Britanya kralı yapıldı" diye sordular.


Merlin, "Sörler" diye yanıtladı, "onun kanı sizinkinden daha soyludur. Arthur, Kral Uther Pendradon'un, Cornvvall dükünün karısı lgraine'den doğan meşru oğludur."


"Öyleyse Arthur evlilik dışı" diye bağırdı hepsi.


"Hayır" dedi Merlin. "İgraine, Cornvvall dükü öldükten üç saat sonra, Kral Uther'le evlendikten sonra Arthur'a gebe kaldı. Arthur'un gayrimeşru olmadığının kanıtı budur. Gerçekten de Arthur uzun zaman Britanya'nın kralı olacak ve daha başka birçok ülkeyi yönetecek!"


Soyluların hiçbiri Merlin'in sözlerini ciddiye almadı. Bazıları alaylı biçimde güldüler, bazıları da ona büyücü dediler. Ama Arthur'a dışarı çıkıp konuşma izni verme konusunda anlaştılar.


Merlin şatoya girdi ve Arthur'a "dışarıda birçok soylu toplandı ve seninle konuşmak istiyorlar" dedi. "Korku duymadan onlarla konuşmaya çık. Reisleri ve kralları olarak onların sorularına yanıt ver. Çünkü sana nasıl zarar vermek isterlerse istesinler, hepsine hükmetmek senin kaderinde yazılı. Fakat onlarla yüzleşmeden önce sana annen, baban ve ülken hakkında bazı şeyler anlatayım. Bilgi, yüreğine cesaret verecektir."



Donna Rosenberg'in Dünya Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.

Ayasofya Camii / İstanbul

 


Sultanahmet Meydanı ve Türbesi / İstanbul

 



Sümer Mitolojisinde Büyü, Fal ve Kehanet

 Eskiçağ toplumlarında büyü, fal ve sihir gibi uygulamalar, dinin unsurları arasında sayılmış, bu uygulamalar çok yaygın bir şekilde gerçekleştirilmiştir. Hastalığın kaynağı konusundaki görüşlerden dolayı tıp ve büyü birbiriyle iç içe girmiştir. Fal, büyü ve kehanetin teolojideki öneminden dolayı tapınaklarda bu alanlarda görevli rahipler yer almıştır. Mezopotamya’da fal, büyü ve kehanet uygulamaları, birincisi “korkulardan emin olup zayıflıkları gidermek”, diğeri ise “başkalarına üstün olup onları hâkimiyet altına alabilmek” olmak üzere genel olarak iki amaç etrafında gerçekleştirilmiştir. Toplumunun etkileşime açık olması, tanrı, ifrit ve cinler gibi insanüstü varlıklar hakkındaki inanış ve düşünceler, bölgede bu uygulamaların artarak devam etmesine neden olmuştur.


Büyü, ak büyü ve kara büyü (bağı, kişpu) olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Toplum hayatında kasten kara büyü yapılması büyük bir kötülük olarak görülmüş ve hoş karşılanmamıştır. Bu büyüyü yaptırmanın cezasının ölüm olduğu anlaşılmaktadır. Kara büyüyü yapmak için kişiye ait bir eşya veya vücudundan saç teli, tırnak parçası gibi bir nesne gerekmekteydi. Ayrıca kişru şeklinde adlandırılan ip üzerine atılan düğümler yoluyla da kara büyü yapılmaktaydı. Bu düğümler kişinin başına gelecek olumlu gelişmeleri engelleme amacıyla atılmıştır. Fakat düğümlerle yapılan bu büyünün bazı ak büyülerde de gerçekleştirildiği anlaşılmaktadır. Kişiye yapılan kara büyünün, ancak rahiplerin denetimi altındaki kehanetlerle öğrenilebileceğine inanılmıştır. Yapılan kehanetler sonucunda kara büyünün varlığı tespit edilmişse bu büyüyü bozmak için ak büyü yapılmıştır. Bununla birlikte insanlar kara büyüden, kötü ifritlerin ve cinlerin saldırılarından korunmak için bazı büyü metinlerinin yazılı olduğu tabletleri taşıyıp, evlerinin belli noktalarına koymuşlardır. Ayrıca korunma amacıyla çeşitli tılsımların bulunduğu nesneler ve heykeller hastalara ve doğum yapan kadınların yanlarına konulmuştur. Büyü uygulamalarında kullanılan ifadelerde ritüeli gerçekleştiren kişinin kendisini soyutlayarak, ifadelerini ve uygulamaları tanrıyla ilişkilendirdiği anlaşılmaktadır. Bu büyülerde geçen Şiptu ul yattun şipat ifadesi “benim değil tanrının büyüsü” anlamına gelmektedir.


Sümerlere ait büyü metinleri genel olarak dört gruba ayrılabilir. Bunların ilkinde büyücü kötü ifritleri hedef aldıktan sonra kendisini ak büyüyle ilişkilendirilmiş tanrıların bir temsilcisi olduğunu belirtmiş ve “Gökyüzünün davetine kulak verin! Yer altı dünyasının davetine kulak verin!” cümleleriyle büyüyü bitirmiştir. İkinci gruba ait büyüler genel olarak insanları kötü ifritlerin saldırılarından korumak için yapılmıştır. Burada kötü cinler tasvir edilmiş ve hemen arkasından kovulmuştur. Üçüncü tür büyüler ise “Enki-Marduk büyüleri” diye geçmektedir. Bu büyülerde ilk önce ifritlerin yapmış olduğu kötülükler ayrıntılı bir şekilde anlatılmıştır. Bu tür büyü metinlerinde Marduk, kötülüğü yok etmek için babası Enki’nin öğütlerini istemekte, Enki ise “Bilmediğin ne var oğul, ben senin bilmediklerine ne ekleyebilirim ki? Benim bildiklerim senin bildiklerindir” şeklinde karşılık vermiştir. Bundan sonra ise Marduk’a yapılması gerekenleri ve söylenmesi lazım olan cümleleri öğretmiştir. Son büyü biçimi ise ak büyü tanrılarına yönelik olmayıp nesnelere yönelik cümlelerin bulunduğu büyülerdir. Burada kişiye yapılan büyüler basit bir nesneye aktarılmıştır. Sümerlerde, yapılan büyülerin ateşle yakılmasıyla etkisiz hale getirileceği inancı yer almıştır.


Büyü uygulamaları birçok nesne etrafında gerçekleştirilmiştir. Dinsel temizlik maksadıyla su, içki, çeşitli merhemler, asfalt, sedir çubuğu, tamarisk dalı, meşale, tütsü kabı, çeşitli müzik aletleri, bakır, büyü ipleri, muskalar, tanrı ve cin tasvirlerinin bulunduğu levhalar, insan ve hayvan figürlerinin yer aldığı amuletler, yoğun bir şekilde kullanılmıştır. Tedavi amaçlı yapılan büyülerde, hastanın bulunduğu evin kapısı asfalt ve alçı ile sıvanmış, hasta yatağının etrafına su serpilmiştir. Amuletler kötülüklerden korunmak için taşınmış veya evin herhangi bir yerine konulmuştur. Sümer inançlarında tanrıların bile büyü içerikli metinler taşıdığı düşünüldüğü için bu tip nesnelere büyük bir önem verildiği anlaşılmaktadır.


Sümerlere göre herhangi bir hastalığın pençesine yakalanmış kişinin bu hastalıktan kurtulması, tanrıları yardımına çağırması ve kötü cinleri kendinden uzaklaştırması için bir domuz kurban etmesi gerekmiştir. Domuz kesildikten sonra altı parçaya bölünmüş ve bu parçalar hastanın üzerine konulmuştur. Daha sonra hastalanan kişi kutsal Apsu suyuyla yıkanmıştır. Hastanın kapısının önüne külde pişirilmiş yedi ekmek konulmuş ve bu durum iki kez tekrarlanmıştır. Bütün bunlardan sonra domuzun uzuvları, insanın karşı uzuvlarına konulmuş ve bunlar cinlere takdim edilmiştir. Evlerin temizliği de hastalıklar karşısında bir tedbir unsuru olarak görülmüştür. Bu çerçevede büyüsel anlam barındıran çeşitli ifadeler de kullanılmıştır. “Evi hurma ağacının kuzeye bakan dallarından yapılmış süpürgeyle süpür. Çıkan çerçöpü nehre at” ifadeleri bu şekilde bir anlam barındırmaktadır.


Üzerinde büyü sözleri yazılı onlarca tablet gün yüzüne çıkartılmıştır. Her ne kadar büyüyle ilgili uygulamalar Mezopotamya’ya has bir durum olmasa da buradaki ilgi, diğer bölgelere nazaran oldukça fazla olmuştur. İlk dönemlerde tedavi, büyüyle ilişkilendirilmiş, bilimsel tıbba yönelen insanların bu adımları prestij kaybı olarak yorumlanmıştır. Büyü, Sümer inançlarına göre sadece insanlar tarafından uygulanmamıştır. Tanrılar da birbirleriyle ve evrenle alakalı konularda büyüye başvurabilmiştir. Nitekim Enki, büyünün efendisi sayılmış ve kendisiyle alakalı birçok metinde büyüsel uygulamalarından bahsedilmiştir. Ayrıca Enki’nin büyü konusundaki becerisi diğer konulardaki yeteneklerine göre daha çok ön plana çıkartılmıştır. Büyü alanında sahip olduğu derin bilgi nedeniyle ruhları kontrol altına alabilmiş, gizemli ifadeleri ve ritüelleri bu amaçla kullanabilmiştir. Bu yüzden ele geçirilen büyü metinlerinde Enki’nin adı sıklıkla geçmektedir. Nitekim cinler ve ifritler tarafından yakalanıp işkence çektirilen bir adam Marduk’a yalvarmış, oda babası Enki’nin yanına giderek bu kötü durumun yok edilmesini istemiştir.


Teolojik düşünceye göre gökte meydana gelen semavi olaylar, şehirlerde meydana gelecek olağanüstü durumları haber vermiştir. Bu yüzden astronominin, yeryüzündeki faaliyetlere tesiri oldukça büyük olarak görülmüştür. Sümerlere göre yıldızların konumu, hareketleri, zaman içerisinde takip ettikleri yollar, gündelik hayatta meydana gelen olaylarla yakın ilişki içerisinde olmuştur. Kehanetler, bu yıldızların hareketleri ve konumları sayesinde edinilen sonuçlara göre yapılmıştır. Bunun yanı sıra en büyük kehanet kaynağı gökyüzü olsa da, farklı yöntemlerle de kehanette bulunulmuş, fal için araç olarak kullanılmıştır. İnsan vücudunun yapısına ve şekline bakarak o kişinin kehanetini tespit etmenin mümkün olduğuna inanılmıştır. Günümüzde avuç içine bakılarak yapılan el falı bunun bir yansıması olarak görülmektedir. Sümerler, yağla suyun karıştırılmasıyla elde ettikleri şekillere göre çeşitli kehanetlerde bulunmuşlardır. Fakat kurban edilen hayvanın karaciğer ve bağırsakları vasıtasıyla yapılan kehanetler en fazla gerçekleştirilen uygulama olmuştur.


Karaciğer falı sadece Sümerlere ait fal bakma yöntemi değildir. Sonraki dönemlerde Hititler ve Estrüklerde de uygulandığı tespit edilmiştir. Hayvanların karaciğerleri hayat merkezi kabul edilmiş ve tanrıların amaç ve fikirlerini bir ayna gibi yansıttığı düşünülmüştür. Bu kehanette bulunabilmek için lekesiz bir hayvanı günün belirli vakitlerine göre farklılıklar arz eden ayin ve merasimlerle kurban ederek karaciğerini usulünce çıkarmak gerekmiştir. Genellikle koyunun seçildiği bu kurbanın karaciğeri çıkartıldıktan sonra tanrıyı tasvir eden heykelin önüne çeşitli sunular sunulmuş ve burada bulunan mangal rahip tarafından karıştırılarak, “Senin falan kulun, sabahın bu ilk vakitlerinde sana bu kurbanı takdim ediyor, o senin tanrısal huzurunda bulunuyor, azası tam, vücudu sağlam bu semiz koyun yüzünden sana hoş görünsün!...” denilmiştir. Daha sonra rahip karaciğeri önüne alarak, onda ki bazı lekelere göre kehanette bulunmuştur.



 




Saydığımız bütün kehanetlerin yanında benomensi adı verilen, tütsüden yükselen dumanın hareketine göre yapılan, doğan çocukların ve hayvanların görünümleri aracılığıyla yapılan ve nekromensi denilen ölü ruhlarını çağırma yöntemiyle yapılan çeşitli kehanet türleri de uygulanmıştır. Fakat nekromensi, Sümerler tarafından oldukça tehlikeli kabul edilmiştir.


Kehanette bulunma ve olacakları önceden bildirme konusunda Sümerler, rüyalara büyük bir önem vermiştir. Rüyalar, tanrıların iletişime geçtiği bir yol olarak kabul edilmiş ve görülen bu rüyalar tanrıların haberleri, uyarıları ve gelecekten haber veren kesin bilgiler olarak düşünülmüştür. Rüyalara verilen değerin en önemli göstergesi Gılgamış tabletlerinin hem Sümer hem de Akad versiyonlarında bulunan rüyalarla ilgili bölümlerdir. Burada Gılgamış’ın, Ummalıların Lagaş sitesinin üzerine yürümeleri üzerine tanrı Ningirsu’dan nasıl bir güzergâh takip etmesi gerektiğini öğrenmek amacıyla Eninnu tapınağında bulunan kutsal yatağa yattığı, rüyasında Ningirsu’nun başucuna gelerek güneş tanrısı Utu’nun kendisinin yanında olduğunu, Gılgamış’ı büyük bir zaferin beklediğini söylediği anlatılmıştır.


Krallar, rüyaları gelecekten haber veren önemli bilgi kaynağı olarak kabul etmiştir. Ayrıca bu rüyalar tanrıların kendilerine vermiş olduğu emirleri ileten birer araç olarak görülmüştür. Nitekim Gudea’nın, Eninnu tapınağının yapımına başlaması, tanrı Ningirsu’nun bir rüya vasıtasıyla bu emrini ona bildirmesiyle olmuştur. Gudea bu rüyasında başında tanrısal bir taç bulunan, imdugud adı verilen aslan başlı kartalın kanatları takılı, vücudunun altı büyük bir sel dalgası olan, her iki tarafında aslanların bulunduğu muazzam irilikte bir adamın, kendisi için bir tapınak inşa etmesini istediğini görür. Gudea bu sözleri kavrayamaz. Gün aydınlanır ve rüyasının bu kısmında altın bir kalemi tutup, gökyüzündeki yıldızların konumlarının çizildiği bir tableti inceleyen kadını görür. Daha sonra lacivert taşından bir tablette bulunan ev planını inceleyen bir kahraman ortaya çıkar. Gudea’nın önünde bulunan tuğla kalıbının içerisine ise tuğlalar yerleştirilir. Orada bulunan bir eşek ise sabırsızca yeri eşelemektedir. Gudea daha sonra tanrıça Nanşe’nin yanına giderek bu gördüklerinin tabirini öğrenir. Rüyasında ilk gördüğü devasa adam Ningirsu’dur, ışıyan güneş ise Gudea’nın kişsel tanrısı Ningişzida’dır. Kadın ise, kutsal yıldızlara göre Gudea’yı yönlendirecek olan tanrıça Nidaba’dır. Kahraman ise, tapınağın planını çizen mimar tanrı Nindub, tuğla kalıbı tapınağın tuğlaları ve sabırsızca yeri eşeleyen eşek te tapınağın yapımı konusunda sabırsızlanan Gudea’dır. Bu tabirden sonra Nanşe, Gudea’ya bazı nasihatlerde bulunur ve bu şekilde Gudea uykusundan uyanır. Tanrılara kurbanlar sunup, merasimler düzenleyerek Eninnu tapınağının yapımına başlar.


Mitolojik anlatıların, büyü, kehanet ve tedavi yöntemlerinin kaynağı olması noktasında önemli örnekler bulunmaktadır. Gün yüzüne çıkartılan büyü metinleri, genel olarak Enki ve Marduk arasındaki diyaloglardan oluşmaktadır. Metinlerde, büyünün efendisi kabul edilen Enki, Marduk’a büyü için nelerin gerekli olduğunu ve işlemlerin nasıl yapılacağını anlatmaktadır. Mitlerde, tanrıların kutsal yasaları olan “me”lerin Enki’ye teslim edildiği yer almaktadır. Ayrıca, evrenin sırlarını bildiği ifade edilmektedir. Enki’nin “bilme” ve “gizem”le ilişkilendirilmesi, büyülerin kaynağı olarak gösterilmesini sağlamıştır.


Tedavi yöntemleri ile ilgili uygulamaların kökeninde Enki ve Ninhursag isimli mit karşımıza çıkmaktadır. Burada Ninhursag’ın sekiz bitki yarattığı, Enki’nin de bu bitkilerin yazgısını belirlemek için yediği anlatılır. Bitkilerin yenilmesine oldukça sinirlenen Ninhursag, Enki’ye ölümcül bir lanette bulunur. Enki’nin artık iyileşemeyeceğini düşünen diğer tanrılar Ninhursag’ı ikna eder. Ninhursag, Enki’nin vücudunda ağrıyan sekiz bölge için sekiz sağaltıcı tanrı yaratır ve böylece Enki, sağlığına tekrar kavuşur. Daha önce belirttiğimiz tedavi örneğinde, domuzun altı parçaya bölünerek vücudun ağrıyan bölgelerine konulmasıyla, Enki ve Ninhursag mitinde anlatılanlar neredeyse aynıdır. Ayrıca aynı örnekte bu işlemden sonra hasta olan kişinin, kutsal Apsu suyuyla yıkanması gerekmektedir. Bu suyun, Enki’nin kült tapınağında bulunması da oldukça ilginçtir.


Tanrıların insanlara olacak olayları önceden söylemesi, mitlerde sıkça karşılaşılan bir durumdur. Tufan mitinde Enki, Ziusudra’ya panteonda insanların yok edilmesiyle ilgili kararı bildirmiş ve ona meydana gelecek tufan için bir gemi yapmasını tembihlemiştir. Yine Gılgamış’la ilgili mitlerde de güneş tanrısı Utu’nun gelecekten bazı bilgiler verdiği anlatılmaktadır. Göksel tanrıların (Nanna-Sin, Utu, İnanna), insanlara gelecekle ilgili bilgiler verdiği inanışı, astronomi, tarım ve takvimle ilgili gelişmelerin bir sonucu olabilir. Özellikle tarım faaliyetlerinin, güneşin konumuna göre gerçekleştirilmesi, Utu başta olmak üzere göksel tanrıların, yeryüzünde meydana gelecek olaylar hakkında bilgilerinin olduğu fikrini doğurmuştur.


Büyü, fal ve kehanet uygulamaları, siyasi ve dini temsilciler tarafından otoritenin muhafaza edilmesinde araç olarak kullanılmıştır. Bu uygulamalarda, ritüelin mistik boyutu, mitsel anlatımlarla ilişkilendirilmiş ve gerçekleşeceği düşünülen olaylar veya rüyalar vasıtasıyla otoritenin, tanrısal onay aldığı belirtilmiştir. Bu yüzden bir krala kendi rüyasında tanrılar tarafından tapınak yapımıyla ilgili bir emrin verilmesi, Gılgamış örneğinden hareket edilerek kralın bir kahraman haline gelmesini sağlamıştır. Yani siyasi otorite, kendi şahsi idaresiyle değil Gılgamış gibi tanrıların isteğiyle hareket ettiğini ifade etmiştir. Bu şekilde siyasi otorite, toplum nazarında tanrısal otoriteye dönüşmüştür. Tapınaklarda başrahiplerin haricinde baru adı verilen kehanet ve büyüyle ilgili ayrı bir rahip sınıfının bulunması oldukça önemlidir. Bu şekilde büyü, fal ve kehanet uygulamaları sadece ilgili rahiplerin bilgisinde olmuş, toplumu etkileyecek bu güç, dini otoritenin denetiminde kalmıştır. Barular tarafından yapılan uygulamalar, “kutsal” olanla iletişim aracı olarak görülmüş, mitler aracılığıyla meşrulaştırılmıştır.



Sümer Mitolojisi Bağlamında Otorite Tarafından Şekillendirilen İbadet ve Törenler Kitabından Alıntılanmıştır.


ABDULLAH ALTUNCU

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak