6 Kasım 2022 Pazar

DÎNİ SÖZLÜK “D”

 DÂVÛD ALEYHİSSELÂM:

 

Kur'ân-ı kerîmde adı geçen ve İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. Hem peygamber, hem sultân yâni hükümdâr idi. Soyu Yâkûb aleyhisselâmın Yehûda adlı oğluna ulaşır. Süleymân aleyhisselâmın babasıdır. Kudüs'te doğdu. Orada yaşadı ve orada vefât etti.

 

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

 

Dâvûd'a Zebûr'u verdik. (İsrâ sûresi: 55)

 

İnsanın yediklerinin en hayırlısı, iyisi, bileği ile kazanıp yediğidir. Allahü teâlânın peygamberi Dâvûd (aleyhisselâm), elinin emeği ile kazanıp yerdi. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)

 

Allahü teâlâ Mûsâ aleyhisselâmdan sonra, İsrâiloğullarına bir çok peygamber gönderdi. Bu peygamberler insanları Tevrât'ın hükümleriyle amel etmeye dâvet etti. Fakat zaman geçtikçe azgınlaşan İsrâiloğulları , Tevrât'ın hükümlerini değiştirdiler, peygamberlerini dinlemediler ve ahlâkları tamâmen bozuldu. Allahü teâlâ Amâlika kavmi hükümdârı Câlût'u onların başına belâ olarak gönderdi. Câlût İsrâiloğullarını vatanlarından sürüp çıkardı. Daha sonra, Tâlût isimli bir hükümdâr gelerek memleket işlerini ve orduyu düzene koydu. Câlût'un üzerine yürüdü. Tâlût'un ordusunda bulunan ve henüz genç yaşta olan Dâvûd aleyhisselâm Câlût'u öldürdü. Tâlût'un ölümünden sonra, İsrâiloğullarının hükümdârı oldu. Bir müddet sonra Allahü teâlâ onu İsrâiloğullarına peygamber olarak gönderdi. Kendisine İbrânî dilinde olan Zebûr kitâbı verildi. Hem peygamber, hem sultan yâni hükümdâr idi.

 

İnsanları Allahü teâlânın dînine dâvet etti ve adâletle hükmetti. Kudüs'te Mescid-i Aksâ adı ile Kur'ân-ı kerîmde bildirilen büyük bir mescidin inşâsını başlattı . Mescidin yapılıp bitirilmesi işini oğlu Süleymân aleyhisselâma vasiyyet ederek, yüz yaşında âhirete göçtü.

 

Allahü teâlâ dağları, taşları, kuşları onun emrine vermişti. Yanık sesiyle Zebûr'u okumaya başladığı zaman, kuşlar havâdan ağaçlara iner, hep birlikte, okunan Zebûr'u tekrar ederlerdi.

 

Allahü teâlâ Dâvûd aleyhisselâma, demiri ateşe sokmadan ve dövmeden istediği şekli verebilme mûcizesi vermişdi. Demirden zırh yapar elinin emeğiyle geçinir, devlet hazînesinden bir şey almazdı. Yırtıcı hayvanlar, hazret-i Dâvûd'un huzûruna gelip, ona tam bir bağlılıkla hizmet ederlerdi. Dâvûd aleyhisselâm her işinde Allahü teâlânın rızâsını gözetir, çok ağlar, çok ibâdet ederdi. Bir gün oruç tutar, bir gün iftâr ederdi. Gecenin ancak üçte bir kısmında uyur, geri kalan vakitlerini ibâdet ile geçirirdi. (Nişancızâde Muhammed Efendi, Taberî)

 

DÂYİN:

 

Borç veren, alacaklı.

 

DECCÂL:

 

Kıyâmetin büyük alâmetlerinden biri. Kıyâmete yakın çıkacağı bildirilen ve Îsâ aleyhisselâm ile hazret-i Mehdî tarafından öldürülecek olan zâlim.

 

Geçmiş peygamberler, şaşı , kör, yalancı olan Deccâl'in büyük fitne ve belâ olduğunu haber verip, ümmetlerini, onun şerrinden, zarârından korkuttular. (Hadîs-i şerîf-Huccetullahi Alel Âlemîn)

 

Deccâl'in, Mekke ve Medîne hâriç ayak basmadığı hiç bir memleket yoktur. (Hadîs-i şerîf-Huccetullahi Alel Âlemîn)

 

Deccâl, peygamber olduğunu iddiâ edecek, herkesin îmânını bozmaya uğraşacak ve kendisine inanmayanlara zarar verecektir. Eshâb-ı Kehf, hazret-i Mehdî'nin yardımcıları olacak ve Îsâ aleyhisselâm bunun zamânında gökten inecek ve Deccâl ile harb ederken hazret-i Mehdî onunla berâber olacaktır. (Yûsuf bin İsmâil Nebhânî)

 

DEDİKODU:

 

Bir müslümanın veya zımmînin (İslâm devletinin idâresi altında bulunan müslüman olmayan vatandaşın) ayıbını, onu kötülemek için arkasından söylemek.

 

Sözün kısası şudur ki, dedikodu sözlere inanılacak, dostluk bunlara göre olacaksa, söz taşıyanların ellerinden kurtuluş olamaz. Bunun için de sağlam dostluk kurulamaz. Dedikodulara kulak vermeyiniz ve geçmişleri unutunuz! Böylece dostluk yıkılmasın, eski sıkıntılar aradan kalksın. (İmâm-ı Rabbânî)

 

DEFN:

 

Cenâzenin yıkanıp kefenlendikten ve namazı kılındıktan sonra kabre konularak üzerinin toprakla örtülmesi.

 

Definden sonra cemâat dağılırken ölü bunların ayak sesini işitir. (Hadîs-i şerîf-Müslim)

 

Ölüyü defnetmek, cenâze namazı kılmak gibi ibâdettir. (İbn-i Âbidîn)

 

Meyyiti (ölüyü), sâlihlere ve evliyâya (Allahü teâlânın sevdiği kullarının kabirlerine)

 

yakın defnetmelidir. Rutûbetli yerlere defnetmek iyi değildir. (Tahtâvî)

 

DEHR:

 

Zaman, devir. Âlemin (varlıkların) varlığının başlangıcından son bulmasına kadar olan bütün zaman.

 

Dehr Sûresi:

 

Kur'ân-ı kerîmin yetmiş altıncı sûresi. İnsan sûresi ve Hel'etâ da denir.

 

Dehr sûresi, Medîne-i münevverede nâzil olmuştur (inmiştir). Mekke-i mükerremede nâzil olduğunu söyliyenler de vardır. Otuz bir âyet-i kerîmedir. Birinci âyet-i kerîmede geçen Dehr kelimesi sûreye isim olmuştur.

 

Sûrede; insanların ilk yaratılışı, kâfirlerin (inanmayanların) karşılaşacakları acı ve pek çetin azâblar, Allahü teâlânın sevdiği mü'min kulların ise kavuşacakları büyük nîmetler anlatılır. (Râzî, Kurtubî)

 

Dehr sûresindeki âyet-i kerîmelerde meâlen buyruldu ki:

 

Hakîkat biz, insanı (erkek ve dişi sularının) karışımından (meydana gelen) bir nutfeden yarattık. (Üzerine mükellefiyet yükleyerek) onu imtihan ediyoruz. Bu sebeble onu işitici, görücü yaptık. Gerçek biz ona (peygamber göndermek sûretiyle, doğru) yolu gösterdik. İster şükreden (mü'min) olsun, ister nankörlük eden(kâfir). (Âyet: 2,3)

 

Kim Hel'etâ sûresini okursa, Allahü teâlâ ona Cennet'i ihsân eder. (Hadîs-i şerîf-Envâr-üt-Tenzîl)

 

DEHRÎ:

 

Allahü teâlâya ve âhirete inanmayıp, dehr (zaman) sonsuzdur ve dünyânın başlangıcı ve sonu yoktur, böyle gelmiş böyle gider diyen dinsiz, ateist.

 

DELÂLET:

 

1. İşâret etmek, göstermek. Doğru yolu gösterme.

 

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

 

Ey îmân edenler! Sizi acı bir azâbdan kurtaracak bir ticâreti göstereyim mi? Allahü teâlâ ve Resûlüne îmân edin, inanın, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda savaşın. Eğer bilirseniz bu sizin için çok hayırlıdır. (Saf sûresi: 10-11)

 

Hayra delâlet eden, hayrı yapan gibidir. (Hadîs-i şerîf-Keşfül-Hafâ)

 

2. Bir lafzın (sözün) bir mânâyı (anlamı) ifâde etmesi, göstermesi.

 

Dînî bilgilerin delîlleri (kaynakları) dörttür: Birincisi sübûtu (varlığı) ve delâleti kat'î (kesin) olanlar. Açık anlaşılan âyetler ve tevâtür, söz birliği ile bildirilmiş açıkça anlaşılan hadîsler böyledir. İkincisi, sübûtu kat'î olup, delâleti zannî olanlar (kesin olmayanlar). Mânâsı açıkça anlaşılmayan âyetler böyledir. Üçüncüsü, sübûtu zannî, delâleti kat'î olanlar. Tek Sahâbînin (Peygamber efendimizin arkadaşının) bildirdiği açık ve anlaşılır hadîsler böyledir. Dördüncüsü, sübûtu da delâleti de zannîdir. Tek Sahâbînin bildirdiği açıkça anlaşılmayan hadîsler böyledir. Birincisi farz ile haramları, ikincisi ve üçüncüsü vâcib ile tahrîmen mekrûhu (harama yakın mekrûhu), dördüncüsü sünnet ile müstehâbı bildirir. (Molla Hüsrev-Serahsî-Hâdimî)

 

Delâlet-i Nass:

 

Nassın delâleti. Nass'da (Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfte) zikredilen şeyin hükmünün, müşterek (ortak) illet sebebiyle zikredilmeyen şey hakkında da sâbit olduğuna delâlet etmesi. Bâzı âlimler delâlet-i nass'a, kıyâs-ı celî(açık kıyâs) demişlerdir.

 

"Ana-babana öf (bile) deme" meâlindeki İsrâ sûresi yirmi üçüncü âyet-i kerîmesi, açıkça ana-babaya öf demenin haramlığını delâlet-i nass ile bildirmektedir. Öf demenin haram oluşunun illeti (sebebi), eziyet vermektir. Bu illet, ana-babayı dövmede ve sövmede fazlasıyle bulunduğundan, âyette açıkça bildirilmeyen ana-babayı dövmenin, onlara sövmenin de haramlığı ile hükmolunmuştur. (İbn-i Melek, Serâhsî)

 

DELİ:

 

Aklı olmayan.

 

DELÎL:

 

1. Kendisi bilinince başkası bilinen şey.

 

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

 

Rabbinin sun'una (işine) bir bakmadın mı? Gölgeyi nasıl uzatıp yaymıştır. O, eğer dileseydi, onu elbet sâkin kılardı. Sonra biz güneşi ona bir delîl yapmışızdır. (Çünkü güneş olmasaydı, gölge bulunmazdı. Nur olmasaydı, zulmet bilinmezdi. Zîrâ her şey zıddıyla bilinir.) (Furkan sûresi: 45)

2. Din bilgilerinin elde edildiği kaynak, vesîka.

 

Din bilgilerinin elde edildiği delîller dörttür: Bunlar; Kitâb (Kur'ân-ı kerîm), sünnet, icmâ ve kıyâstır. (Abdülganî Nablüsî)

 

Delîl, bir şeyin haram olması için aranır. Helâl olması için delîl aranmaz. (İbn-i Âbidîn)

 

Delîl-i Aslî:

 

Din bilgilerinin kaynakları olan Kitâb, sünnet, icmâ ve kıyâstan her biri. Aslî delîl.

 

Delîl-i Fer'î:

 

Aslî delîllere bağlı ve onlardan elde edilen ikinci derecede delîller. İstihsân, İstishâb, İstislâh, Örf ve âdet, Sahâbî (Peygamber efendimizin arkadaşlarının) kavli (sözü), fer'î delîllerden bâzısıdır.

 

Müctehid (dînî kaynaklardan, delîllerden hüküm çıkarabilen) bir âlim, bir mes'elenin hükmünü aslî delîllerde açıkça bulamazsa, fer'î delîllere mürâcât eder. (Molla Hüsrev, Serâhsî)

 

Delîl-i Kat'î:

 

Mânâsı açıkça anlaşılan âyet-i kerîme ve tevâtürle bildirilmiş olan hadîs-i şerîf. Bunlar, farzlar ile haramları bildirirler. Kesin delil.

 

Namazı inkâr eden kâfir olur, îmânı gider. Çünkü namazın farz oluşu, delîl-i kat'î ile sâbittir, bildirilmiştir. (İbn-i Âbidîn)

 

Delîl-i Şer'î:

 

Dînî bilgilerin elde edildiği delîl, kaynak.

 

Müctehîd (din ilimlerinde söz sâhibi) olmayanların sözleri, delîl-i şer'î olmaz. (Hâdimî)

 

Delîl-i Zannî:

 

Mânâsı açıkça anlaşılmayan, tek bir mânâya, delâlet etmeyen âyet-i kerîme ve tek bir Sahâbî tarafından bildirilen, mânâsı açık hadîs-i şerîf.

 

Delîl-i zannî vâcib ile tahrîmen mekruhu (harama yakın mekruhu) bildirir. Tek Sahâbînin bildirdiği mânâsı açıkça anlaşılmayan hadîs-i şerîfler ise, müstehâbları bildirir. Müstehâbları yapan sevâb kazanır, yapmayan günâhkâr olmaz, sevâbından mahrûm kalır. (Serâhsî)

 

DELK:

 

Oğmak.

 

Abdestte ve gusülde, yıkanan yerleri oğmak.

 

Delk, Hanefî mezhebinde abdestin sünnetlerindendir. (İbrâhim Halebî)

 

Mâlikî mezhebinde abdeste ve gusle başlarken niyet etmek, abdestte ve gusülde her uzvu delk ve muvâlât (uzuvları aralıksız yıkamak) ve gusülde saçı hilâllemek, parmakları saçların arasına sokup ıslatmak farzdır. (Abdurrahmân Cezîrî)

 

DELLÂL:

 

Alıcı ile satıcı arasında vâsıta (aracı) olan ücretli kimse, komisyoncu.

 

Dellâl, mal sâhibinin izni ile malı kendi sattığı zaman, komisyon ücretini mal sâhibinden alır. Müşteriden bir şey isteyemez. Eğer dellâl, mal sâhibi ile müşteri arasında aracılık yapıp, malı mal sâhibi satarsa, dellâl ücretini, âdete göre; mal sâhibi veya müşteri yâhut da her ikisi ortaklaşa verirler. (İbn-i Âbidîn)

 

Dellâl, işçi gibidir. Bunlar iş karşılığı değil, elindeki malı satarsa ücret alır. (İbn-i Âbidîn)

DENDÂN-I SEÂDET:

 

Peygamber efendimizin Uhud muhârebesinde şehîd olan, kırılan mübârek dişinin bir parçası.

 

Dendân-ı seâdet, Osmanlı pâdişâhlarından Sultan Mehmed Reşâd tarafından yaptırılan kıymetli taşlarla süslü altın bir muhâfazada Topkapı Sarayında saklanmaktadır. (Osmanlı Târihi Ansiklopedisi)

 

DEREZÎLER:

 

Anuştekin ed-Derezî adlı bir bâtınî dâî (propagandacı) tarafından ortaya çıkarılan bozuk yol. Bunlar; Bâtıniyyeden ayrılarak ortaya çıkan, Fâtımî hükümdârı Hâkim bi-emrillah'ın ilâh olduğuna ve onun vezîri Hamza'nın imamlığına inanırlar. Kelimenin doğrusu Derezî olup, yanlış olarak Dürzü denilmektedir.

 

Derezîler müslüman adını taşır. Fakat îmânları bozuktur. Ruhların bir bedenden bir bedene geçtiğine inanırlar. Şaraba, alkollü içkilere ve zinâya helâl derler. Öldükten sonra dirilmeğe, namaza, oruca, hacca inanmazlar. Ulûhiyyet yâni tanrılık insandan insana geçer derler. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem hakkında çirkin şeyler söylerler. İnanışları bozuk olduğu için, şehâdet kelimesini söylemekle müslüman sayılmazlar. İslâmiyet'e uymayan inanışlarından vazgeçmedikçe müslüman olmazlar. Bunlar kitablı ve kitabsız kâfirlerden daha zararlıdırlar. (İbn-i Âbidîn)

 

DERGÂH:

 

1. Makam, kapı girişi, eşik. Tasavvuf mektebi. Tasavvufta yetişmiş ve yetiştirebilen evliyâ zâtlar tarafından, talebelere, tasavvuf, İslâm ahlâkı ve diğer dînî ilimlerin ve zamânın fen ilimlerinin okutulduğu yer.

 

2. Cenâb-ı Hakk'ın rahmet kapısı.

 

Yâ Rabbî! Yüz bin günah işledim ise de, bu kara yüzüm ile, yüce dergâhına sığınıyorum. Senden affımı diliyorum. (Abdurrahman Sâmi Paşa)

 

Bir şehid dahî budur ki yüzünü Hak dergâhına tutup, Ey benim ma'budum! Ne ki, ömrüm olsa, bir şeye ümid bağlamadım. Ancak sana bağladım. Ve dahî kimseye boyun eğmedim. Dünyâya ve din düşmanlarına aldanmadım. Yâ Rabbî! Senden ümidim budur ki bütün ümmet-i Muhammedi afv ve mağfiret edesin diye duâ ede. Bu dahî şehiddir. (Kutbüddîn İznikî)

 

DERVÎŞ:

 

Allahü teâlâdan başka şeyleri kalbinden çıkarıp bütün âzâsıyla İslâm dîninin emir ve yasaklarına uyan, dünyâ malına gönül bağlamayan kimse.

 

Dervişlik, yalnız bir yere çekilip oturmak, gökte uçmak, dağda ve mağarada bulunmak değildir. Dervişlik, gönlü mâsivâdan yâni Allahü teâlâdan başka her şeyden çevirmektir. (Ubeydullah-ı Ahrâr)

 

Derviş dünyâ ve âhirette mes'ûddur. Dervişten dünyâda sultan vergi almaz. Âhirette de Allahü teâlâ hesap sormaz. (Ebû Bekr Verrâk)

 

Dervişlik didükleri hırkayıla tâc değül,

 

Gönlün derviş eyleyen hırkaya muhtâç değül.

 

(Yûnus Emre)

5 Kasım 2022 Cumartesi

HUNLAR VE ÇİN ARASINDA ÖLÜM KALIM SAVAŞI

 Başarısız Bir Komplo


Wu-ti’nin bütün gücünü güney, doğu ve batıdaki savaşlarda tükettiği bir sırada, Hun kumandanları yeni bir savaşa hazırlanmaktaydılar. Onlar, Çin imparatorunun ana hedefinin Hunlar’ın gücünü yoketmek olduğunu biliyorlardı. Kabiliyetli ve enerjik Yabgu Hü-li-hu, hiç umulmadık bir anda ölmüş ve taht, kendi halinde küçük bir çocuğa kalmış görünüyordu. Fakat zaman enerjik bir lider gerektiriyordu ve Hun devlet erkanı da eski seçim sistemine müracaat etmiş; 101’de doğuştan prens olan birisi, yani Doğu Ulu T’u-yü’nün küçük kardeşi Chü-t’e-hou [Chieh-t’e-hou] yabgu seçilmişti.


Chü-t’e-hou, (Küdihav okunur) yabgu olur olmaz, Wu-ti ile barış müzakerelerini sürdürmeye çalıştı. Önce, geri gönderilmesi istenilen tutuklu elçileri serbest bıraktı. Bunun üzerine Wu-ti, zengin hediyelerle bir elçi göndererek, yabguyu tebalığa kabul edeceğini bildirdi. Fakat Çin elçisi yabgunun otağına gelince, yapılan karşılama töreninde tebaalığı kabul etmekten söz bile açılmadığını gördü. Aksine yabgu, sadece “barış ve dostluk” anlaşması yapmak istiyordu. Müzakereler kesildi. Çin elçilik mensupları, müzakerelerin başarısızlığını yab-gu Chü-t’e-hou yönetiminin baş veziri olan Wei Liu’ya hamlettiler. Wei Liu, Çin’de yetişip, eğitim görmüş bir Hun’du. Daha önce Çin’den Hunlar’a gönderilen diplomatik heyetin bir üyesi olarak yabgunun huzuruna gelince kan bağı ağır basmış ve Çin’le ilişkilerini kopararak kendi halkına dönmüştü. Çin’i iyi tanıdığı ve diğer kabiledaşlarına nisbetle oldukça iyi bir eğitim gördüğü için, kısa zamanda otağda mevkii yükseldi ve ölünceğe kadar da Hun devletinin baş veziri olarak kaldı. Varılacak anlaşma hükümleri arasında Çin’den iltica edenlerin iadesi maddesinin de bulunması dolayısıyla, barış muahedesine razı olmadığı sanılmaktadır.


Böylece barış müzakerelerinde başarısız olan Çin elçilik heyeti, Hun beyleri arasında fesat çıkarmayı denedi. Plana göre, Wei Liu öldürülecek ve yabgunun hatunu kafakola alınarak, onun vasıtasıyla Çin’in şartlarının yabguya kabul ettirilmesi yönünde baskı yaptırılacaktı. Fakat komplo ortaya çıkarılınca, öfkeden küplere binen yabgu, doğrudan bu işe bulaşanların hepsinin kellesini vurdurdu. Çin elçilik heyetinde bulunan kişiler ise, Hun tebaalığına geçmek ve kendi istekleriyle Çin’le ilişkilerini kesmek şartıyla sağ bırakıldılar. Bu teklif, heyet başkanı olan Hsü Wu dışında diğerleri tarafından kabul edildi. Bu davranışından dolayı Wu’nun ismi daha sonraki yıllarda Çin literatürüne sadakat ve mertliğin nümûnesi olarak geçecektir. Ancak, Hunlar onu öldürmekten vazgeçip, Sibirya’nın ücra bir köşesine sürgün ettiler. Orada sefalet içinde 19 yıl geçiren Wu, kendisinin öldüğüne inanılan Çin’e herhangi bir haber de gönderemedi. Rivayete göre, bir kazın kanadına mesaj bağlayarak Çin’e doğru uçurdu ve bu ördek Çinli avcılar tarafından vuruldu. Mektup saraya ulaşınca, imparator, elçilerinin esir edildiğinden haberdar olabildi.


Elçilik heyetinin başarısızlığı, Wu-ti’yi öfkelendirdi ve böylece savaş yeniden başladı. 


Li Ling’in Kayıtsız Şartsız Teslimiyeti


99 yılında, General Li Huang-li, 30 bin kişilik süvari ordusuyla sefere çıktı. T’ien-shan’ın doğu eteklerinde, Bargöl Gölü civarında Batı Chu-ki-prensin otağına saldırarak yaşlı, kadın ve çocuklardan pekçok kişiyi esir aldı. Geri dönerken Hun ordusu tarafından kuşatılınca, çemberi yarıp çıkabilmek için aldığı bütün ganimetleri bırakmayı uygun buldu. Fakat meydana gelen çarpışmalarda 7 bin adamını kaybetti ve kendisi bile canını zar zor kurtardı. Huang-li’nin seferini başarılı addetmek mümkün değildir. Steplere gelen diğer bir general, Hun göçebelerine rastlayamadığı için eli boş döndü. Fakat bir üçüncüsü olan Li Ling, beş bin kişilik seçme piyade ordusuyla Sung-ki’ye kadar geldiyse de, kuşatma altına alındı. Bizzat yabgu, otuz bin kişilik okçu süvari ordusuyla Li Ling’in kampına saldırıya geçti. Göğüs göğüse yapılan çarpışmalarda, Li Ling’in “genç serkeşler”i hayli başarılı oldular ve Hunlar geri çekilmek zorunda kaldılar. Yabgu taze kuvvetlerle yeniden dönünce, Li Ling güneye çekilmeye başladı. Çinliler susuz bozkırlarda ilerlerken, Hun atlıları onlara yetişmeyi başardı. Islık çalan tüylü oklar, günışığı altında uçuşuyor ve kendilerine yeni kurbanlar buluyorlardı. Çinliler, Hunlar’ın attıkları okları toplayarak, dizistü çöküp yeniden düşmana karşı kullanınca, pekçok Hun atı steplerde boş eyerlerle gezinmeye başladı. Çarpışmalar birkaç gün devam etti; fakat bu arada Çinliler de kendilerine kurtuluşu sağlayacak olan Çin sınırlarına adım adım yaklaşıyorlardı.


Çinliler’in dişli çıktığını gören yabgu, tam düşmanlarının kendisini tuzağa düşürmek niyetinde oldukları kanaatine varırken yakalanan Çinli bir subay ona Li Ling’in birliğinin yalnız olduğunu itiraf etti. Bunun üzerine Hunlar tekrar saldırıya geçtiler. Çinliler’in okları tükenmişti. Artık karşı koyma imkanının kalmadığını gören Li Ling “herkes başının çaresine baksın” diye emir vererek Hunlar’a teslim oldu veya belki de Hunlar onu silahsız kaldığı için yakaladılar. 

Yabgu Chü-t’e-hou, sadece zekî bir politikacı ve cesur bir kumandan değil, aynı zamanda asil bir insan olduğunu da göstererek, Li Ling’i öldürmedi. Aksine, kızlarından birini ona vererek, belli bir bölgeyi ve Hakas kabilesini emrine tahsis edip, Batı Chu-ki prens ünvanıyla da ayrıca ödüllendirdi. Li Ling, yeni efendisine sadakat ve dürüstlükle hizmet etmeye başladı. Zaten ülkesinde kendisini ölüm bekliyordu ve esir düşmeyi hainlikle bir tutan Çin kanunlarına göre gıyaben idama mahkum edilmişti. Daha sonraki yıllarda, Li Ling’in ve Hun prensesinin torunları, nesiller boyu Hakaslar’ı yöneteceklerdir. O günden sonra Hakaslar arasında siyah saçlı ve kara gözlü insanlar türemeye başlayacak ve Hakaslar kendilerini Li Ling’in torunları olarak kabul edeceklerdir. Li Ling’in sarayı, arkeologlarımız tarafından Minusinsk şehrinde ortaya çıkarılmıştır. Bu, Çin mimarî stiline göre yapılmış küçük bir saraydır. İnce sanat süslemeleriyle müzeyyen kapı kolları üzerine şeytanın boynuzları nakşedilmiştir. 

Bu teslimiyet, Çin’de büyük üzüntü yaratmıştı. İmparator, olayın suçlularını aramaya ve onları cezalandırmaya karar verdi. Olayın bütün suçu başkumandan Erh-shih Li Huang-li’nin üzerine yıkılacak gibi görünüyordu; fakat Huang-li, sarayla olan iyi ilişkileri sayesinde, topu Li Ling’in annesinin üzerine atmayı başardı. Ancak üstad Sihma Ch’ien, yaşlı kadına arka çıkarak, oğlunun suçsuzluğunu ispat etmeye girişti. Ama kendisi zor durumda kalarak, Li Huang-li’ye iftira atmakla suçlanınca Sih-ma Ch’ien, savunmasını şu sözlerle yaptı: “Benim, Er-shih generalinin kariyerini tartışmak istediğim ve Li Ling’in şefaatçı aracısı olmaya çalıştığım kanaatine varan imparator cenâb-ı âlileri beni anlamadılar.. Neticede, beni mahkemeye verdiler.. ve imparatora yalan söylediğim kanaatine vardılar”. Sonuçta tarihçinin iğdiş edilip, hapse atılmasına karar verildi. Bu olay, 98 yılının Ocak ayında vukû bulmuştur.

Ne var ki Sih-ma Ch’ien, iki ay sonra serbest bırakılmakla kalmadı, aynı zamanda chung-shou-lin, yani istediği zaman doğrudan imparatora rapor sunma yetkisine sahip danışman olarak da atandı. Elbette bu, önemli bir terfi idi. Burada, Sih-ma Ch’ien’in serbest bırakılmasında, sadece onun sahip olduğu şahsî meziyetlerin rol oynadığını düşünmemelidir. Göründüğü kadarıyla, sarayda onun tarafını tutan ve Li Huang-li’ye düşmanlık besleyen bir grup vardı. Her sarayda, baskı unsuru meydana getirmek isteyen grupların mücadelesi olmuştur ve Çin sarayı da bundan istisna değildir. Durumu etraflıca mütalaa edince, şöyle bir kanaate varılabilir: Wu-ti’nin zâdegaânları arasında, Konfüçyüs taraftarları ile Lao-tse görüşlerini savunanların ideolojik çatışmalar vardı. Sih-ma Ch’ien de Konfüçyüs taraftarlarıyla etkin edebî bir mücadeleye girmişti. O, bazan, “Konfüçyanizm çok geniş bir öğreti; ama yeterince açık değil. Onu anlamak için hayli gayret sarfetseniz de, fazla bir şey elde edemezsiniz” diyor; bazan da Konfüçyanistlerin karşısına Lao-tse’nin görüşleriyle dikilerek, “Dao, bulanık mı bulanık, karanlık mı karanlıktır; ama yine de ışıklarıyla gök kubbe altındaki her şeyi aydınlatıyor. Ayrıca, her olaya da bir ad verilmesi gerekmez” yahut, “Onlarda (Daoistlerde-L.G.) hayatın her meselesiyle ilgili bir reçete yok; bir tek noktadan hareketle meseleleri izaha çalışıyorlar; ama olayların seyrine göre tavır takınıyorlar. Bu yüzden de fazla bir gayret sarfetmeden büyük başarılar elde ediyorlar” diyordu. Esasen, gerek Sih-ma Ch’ien taraftarları ve gerekse Li’nin düşmanları, büyük başarılar kazanmışlardı. T’ai-shan Dağı’nda gökyüzü tanrısına ve yeryüzü ruhuna kurban kesme merasimine katılan imparatora Sih-ma Ch’ien eşlik etmişti. İmparatora sunulan raporlar ve oradan çıkan fermanlar onun kontrolünden geçiyordu. Konfüçyüs taraftarları ise, sonuna kadar savaşmaya kararlı olduklarından, sadece yeni bir askerî seferin hazırlığını yapmakla meşguldüler. Bütün enerjilerini bu yöne teksif etmişlerdi; çünkü, ancak bir zafer onun yüzüne iktidar kapısını kapatabilir ve bu işin rövanşını gözleyip duran imparator üzerinde etkili olabilirdi. Ama aynı zafer, Sih-ma Ch’ien ve taraftarları için hezimet ve sürgün demekti.

Li’nin ailesi, yaşlı kadını savunan bütün Çin ve öfkeli üstad çok ağır bir fatura ödeyeceklerdir.


Hun Veliahtlık Sisteminde Yenilik


97 yılında, Li Huang-li, merkezî Hun göçebelerine bir darbe indirmek amacıyla Ordos’tan harekete geçerek, doğrudan doğruya kuzeye yöneldi. Yabgu, kadın ve çocukları arkaya göndererek, savaşçılarını toplamayı başarmıştı. Selenge Nehri sahillerindeki çarpışmalar, Çinliler’i durdurmuştu ve iki taraf da galip veya mağlup değildi; ama Çinliler geri çekilmeye başladılar. Hunlar, düşmanı Çin sınırına kadar takip ederek, öyle büyük zararlar verdiler ki, sonunda ordunun yeniden yapılandırılması gündeme geldi. Li Huang-li, kızkardeşi sarayda imparatorun gözde odalıklarından olması hasebiyle büyük bir desteğe sahip olmasına rağmen, rövanşa çıkmanın yollarını aramadı. Kendisinin en azılı düşmanları sarayda olduğundan, elde edilecek bir zafer, onun için iki defa daha elzemdi. Ümidi, yeniden silahlandırılan süvari birliklerindeydi. Yine de kanatlı atların tayları çoğalıp, düşmanı ezme imkanı sağlayacak hale gelinceğe kadar beklemeyi tercih ederek, aceleci hareket etmekten kaçındı. İmparotar da onun planını beğenmişti ve böylece savaş, yeni bir güçle tekrar başlatılmak üzere durdurulmuştu.

Bu arada, Li’nin düşmanları da boş durmuyorlardı: Hunlar, müttefiklerini toplamışlar; Konfüçyanizmin düşmanları ise daha etkili hale gelmişlerdi. Böylesi gergin ve sıkıntılı bir anda, yabgu Chü-t’e-hou öldü. İki oğlu vardı. Büyük olanı, Doğu Chu-ki-prensi ünvanına sahipti, yani veliaht idi. Küçüğü ise, sol cenah kuvvetlerinin kumandanıydı ki bu, memurî hiyerarşide beşinci sırada olmak demekti. Chu-ki prens, herhangi bir bahane ile cenaze merasimine katılmayınca, yabgunun dul hatunu ona kırıldı ve tahta küçük kardeşi getirdi. Küçük kardeş, yöneticilik yapamayacağı gibi, buna hakkı da olmadığı için, tahtı kanunî veliaht olan ve Yabgu Huluku adıyla iktidara geçen ağabeyine bıraktı. Böylece, kendisi de veliaht olarak ilan edildi ve Doğu Chu-ki prensi ünvanını aldı. Her halde bu iki kardeş, tıpkı çevrelerindeki insanlar gibi, halklarına yönelen tehlikeyi anlamışlar ve bir savaş halinde yok olacaklarını sezmişlerdi.

Küçük kardeş, büyüğünden daha önce öldü. Bu durum karşısında Huluku, kardeşlik vazifesini yerine getirmesi gerektiğini düşünerek, yeğenine memurî hiyerarşide en son derece olan Jih-chuo Prens titülünü verirken, kendi oğlunu da veliaht ilan etti. Göründüğü kadarıyla yeni hanedan, kendisini kadim kabilevî ilişkileri önemsemek zorunda hissetmemiş ve yeni bir taht tevarüs sistemi getirmişti. Kritik bir devirde oldukları için, kimse şimdilik bu olaya ses çıkarmamıştı; ama ileride hiç beklenmedik sonuçlar doğuracaktı bu yeni sistem.


Yen-jan Meydan Savaşı


Wu-ti, yedi yıl boyunca yeni savaşa hazırlanmış; yedi yıl boyunca da ağır askerî harcamalar için imparatorluğu inim inim inletmişti. Nihayet 90 yılında, yeniden teşkilatlanan ordu, sınır ötesine doğru yola çıktı. Ana ordu, Shuo-fang’dan (Ordos’tan) hareket ederek, göçebe Hun Devleti’nin merkezini vurmak amacıyla kuzeye yöneldi. Yetmiş bin atlı savaşçıdan meydana gelen bu ordu, yine Li Huang-li’nin kumandasına verilmişti. Ayrıca, 100 bin kişilik piyade kuvveti de onu takip ediyordu ve muhtemelen geri hizmetleri, ağırlıklar ve levazım birlikleri, yani fazla savaşçı özelliği olmayan kuvvetler de bu rakama dahildi. Büyük Seddin doğusunda yer alan Yai-men kalesinden de 30 bin süvari ile 10 bin piyade yola çıkmıştı. Chü-ch’üan bölgesinden (Ordos ile Lob-nor arasında kalan bir şehir) ise 40 bin süvari hareket ederek, T’ien-shan’a doğru yönelmişti. Bu, zaferin kimde kalacağını kesin olarak ortaya koyacak genel bir saldırıydı. Yabgu Huluku, casusları vasıtasıyla düşmanın hazırlıkları hakkında bilgi edinmişti. Kadın ve çocukları geriye göndererek, Sayan Dağları’ndan Baykal ötesi steplerine kadar yaşayan vassal kabilelelerden ölüm kalım savaşı için destek göndermelerini istemişti.


Yenisey Ting-Lingleri, -ağaç silahlı sarı sakallı devler- “en keskin” silahlarıyla birlikte çıkıp geldiler. Bunları, daha önceki Chü-t’e-hou yabgunun en yakın danışmanlarından olan Çinli mülteci Wei Liu kumanda ediyordu. Li Ling, dizlerinden başlarına kadar dövmeler yaptıran ve bu işaretleriyle herkesten ayrılan Hakaslar’ın başında çıkıp geldi. Baykal ötesinin sert bozkırlarından, Shil-k’i ve Arguni tepelerinden “Hunlarınkinden daha keskin silah ve daha hızlı atlara” sahip olan örme saçlı T’o-palar; Hingan [Kingan] eteklerinden ise uzun boynuz yayları ve süslü okları olan Siyenpi savaşçıları çıkıp geldiler. Batıda ise, bir süre öncesine kadar Shan-shanlı Çinliler’in saldırılarına karşı Hunlar tarafından korunan Ch’e-shih (Turfan) isyan bayrağı açmıştı. Şimdi, yeniden Batı uçlarından (Shan-shan, Halga-aman, Ça-gantungiye vd.) Çinli müttefikler Ch’e-shih’e karşı hücuma geçmişlerdi. Böylece, Doğu Asya iki kampa bölünmüş; sadece Wu-sunlar Çin taraftarlarıyla Hun taraftarlarının şiddetli bir kavgaya tutuştuğu bu savaşta taraf olmamıştı.

Topyekün bir seferberliğe rağmen, Hun ordusunun sayısı, Çin ordusundan azdı. Batıda 40 bin kişilik Çin ordusuna karşılık, Hun Hu-chi-prensi ve Yen-chü’nün ulu şefi, ancak 20 bin atlı ve 3750 Ch’e-shih piyadesi toplayabilmişlerdi. Doğu cephesinde 30 bin süvari ve 10 bin piyadeye karşı, Hun kumandanı, Li Ling’in yedek birlikleri de dahil, 30 bin savaşçı yığabilmişti. Merkez cephede durum daha da kötüydü. Erh-shih Li Huang-li’ye karşı Yabgu, topu topu 50 bin Hun ve Ting-ling savaşçısı çıkarabilmişti. Fakat sayıca az olan bu savaşçılar, yüce savaşçı göçebe ruhuna sahiptiler ve ne Çin ordusunun bünyesinde yer alan “genç serkeşler”, ne de savaşı ipek çadırlarından yöneten bürokrat beyleri onlarla boy ölçüşebilirlerdi. Çinli General Mang Tung, batıdan Cungarya’ya yönelmiş; fakat Hun ordusu savaşı kabul etmemişti. Uzak geride bulunan büyük kumandan Yen-chü ordusunu cepheye sürünce, Çin ordusunun darbesi boşa gitti. Bu arada Shanshanlılar ve diğer Çinli müttefikleri, Ch’e-shih’yi kuşatma altına almışlardı. Mang Tung, geri dönerek, Ch’e-shih’yi kuşatma altına alan müttefiklerle birleşti. Başta bulunan hükümdar, kayıtsız şartsız Çin’e teslim olup, onun tebaalığını kabul ettiği için, Ch’e-shih ümitsiz bir duruma düştü. Böylece, batı ordusu tesirsiz hale getirilmiş; ama alınan sonuç, yapılan masraflara bile değmemişti.


Doğu ordusu ise, bozkıra ve dağ aralarına çekilerek, “gözden kaybolmuştu.” İaşe tükenmiş; askerler sıkılmış ve böylece Çin ordusu geri dönüş yolunu tutmuştu. İşte tam bu sırada, Hunlar ve Hakaslar saldırıya geçtiler. Çinliler, neferlerini ve ağırlıklarını kaybetmelerine rağmen, dokuz gün boyunca, durup dinlenmeden, uyku uyumadan çarpıştılar. Nihayet, Pu-nu(?) Nehri sahillerinde, son Hun saldırısı da püskürtüldü; ama Hunlar da Çin’e dönmek için can atan bitkin vaziyetteki Çin ordusunu durdurmuşlardı. Bu defa da galip ve mağlup yoktu. Kaldı ki yan kanat hücumları, hiçbir zaman, bir savaşın kaderini belirlemek zorunda değillerdi ve böyle bir güçleri de yoktu.

Ana ordunun karşısına, yabgu, Batı Büyük T’u-yü’sünü ve Wei Liu’yu Ting-linglerden oluşan beş bin kişilik bir kuvvetle gönderdi. Çin sınır süvarileri, Ting-ling’leri mağlub ettiler ve Çin ordusu, düşmanı alelacele Selenge sahillerine kadar takip etti. Böylesine nazik bir anda, orduya, Li Huang-li’nin ailesinin büyücülük yaptığı iddiasıyla mahkemeye çıkarılmak üzere tutuklandığı haberi geldi. Li Hu-ang-li, bunun ne anlama geldiğini anlamıştı. Ordusunda sadece askerler değil, Çin mahkemesi adına hareket eden subaylar da vardı. Bunlardan biri, generale, şayet şimdi Çin’e dönerse, kuzey ülkelerini bir daha göremeyeceğini, yani Hunlar’a teslim olmaktan başka çare olmadığını belirtti.


General, subayın doğru söylediğini farketmişti; ama yine de ihaneti düşünmedi. Bazı kişileri parayla ayartarak sarayın merhametini satın alabileceği kanaatine varıp, boynu bükük bir vaziyette ileri yürüdü. Chi-chü (Tola?) Nehri’nde 20 bin kişilik bir Hun ordusuyla karşılaştı ve sayıca üstün olmanın verdiği avantajla onları püskürttü. Ancak, bütün ordu yönetimi, bunun geçici zafer olduğunu biliyordu. Çünkü yabgu takviye kuvvetleri aldığı halde, Çin ordusu bitkin bir durumdaydı. Bazı askerî konsey üyeleri, “generalin orduyu tehlikenin kucağına atmak istediğini” düşünerek, onu tutuklamak istediler. Olayın farkına varan Erh-shih, komplocuların kellesini kestirdi ve geri çekilmeye başladı. İşte tam o anda, bizzat yabgunun kumandasında bulunan 50 bin kişilik Hun ordusu, Hangay’daki Yen-jan dağı civarında Çin ordusunu kuşatma altına aldı. Gecenin karanlığından faydalanan Hunlar, Çin ordusunun bulunduğu cepheye kadar çukur kazıp, sabahleyin arkadan saldırıya geçtiler. Çinliler arasında panik çıktı ve ilk önce Li Huang-li teslim oldu. Bunu müteakiben bütün ordu kılıçtan geçirildi. Çin, aldığı bu darbeden sonra kıpırdayamaz hale gelmişti. Artık hiçbir yerden ordu da toplayamazdı. Çin’le olan hesabı kapatan Hunlar, yeniden Doğu Asya’nın hakimi oldular.

Yen-jan yenilgisi, Çinliler’in basiretini bir noktaya kadar dumura uğratmıştı. Nitekim büyük Çinli şair Li P’o, yıllar sonra yazdığı şiirinde, Çin’in 90 yılında uğradığı felaketin bugün için bir ibret olmasını dile getirecekti. Bu şiirin A.Ahmetova tarafından yapılan çevirisini kısmen düzelterek veriyorum:

Sınır Dağları Üzerindeki Ay

Ayın şavkı vurmuş Yin-shan üstüne

Kaplamış bulutlar her yanı. 

Sürüklemiş rüzgar binlerce li

Yü-men karakollarından buraya 

Gelen Çinliler gitti Po-teng’e 

Çukur kazıyor düşman Ch’ing-hai’da 

Ve kimse kalmadı savaş meydanlarında.

Kimse sağ dönmedi evine bir daha 

Asker dikmiş gözünü sınır boyuna 

Dönmek istiyor derhal yurduna 

Ağlıyor kadınlar o gece için

Ümit yok, nefes yok; sadece hüzün

Bu şiirle ilgili olarak yapılan yorum, hiç de şaşırtıcı değildir. Yorumcu, Altaylar’daki Poteng-ning-li (Bodıninli okunur) dağını M.Ö. 200’de Me-te’nin Liu Pang’ın öncü kuvvetlerini kuşatttığı Shan si’deki eski Pai-teng dağıyla karıştırmış. Yorumcu, ayrıca, Pai-teng’-den giden bütün askerlerin hiçbir kayıp vermeden geri döndüğünü ve savaş bittiği zaman savaşçıların evlerine dönebilecekleri gerçeğini de gözden kaçırmıştır. Diğer yandan Yü-men karakolları, M.Ö. 111’de, yani Hunlar Hohsi’den kuzeye sürüldükleri zaman kurulmuştur. Şiir yorumu da bundan 90 yıl sonra yapılmıştır...

Savaştan sonra Çin adeta felç olmuş ve bütün gücünü kaybetmişti. Ne kanatlı atlarının, ne de mızrak atan mancınıklarının bir faydası olmuştu. Çin sınırları Hun saldırılarına açıktı; fakat Hunlar, bu fırsattan faydalanmak istemediler. Huluku-yabgu, ne kadar iradeli ve iyi bir yönetici olduğunu ölüm-kalım savaşı sırasında ispat etmişti. Gerginliği daha da artıracak anlamsız saldırılar yerine, imparatora bir mektup göndererek, “sınırların daha faydalı hale getirilmesini,” yani serbest ticaret imkanları yaratılarak “dostluk ve barış” anlaşması yapılmasını önerdikten başka, prenseslerden birinin kendisine hanım olarak gönderilmesini; yılda 10 dan en kaliteli şarap, 50 bin hu pirinç ve 10 bin top ipekli kumaş verilmesini istedi.

İmparatorun ne cevap verdiği bilinmiyorsa da, yeni bir savaş da çıkmadı. Zaten ordusunun yarısı kırıldığı için, Çin, savaşacak durumda değildi. 87’de savaşın başlatıcısı olan İmparator Wu-ti öldü. Hunlar’a gelince; öyle bir kargaşanın ortasına düştüler ki, asil atalarının şanına yakışmayacak şekilde, birbirlerinin gırtlağını sıkmaya başladılar.



Lev Nikolayeviç Gumilev

Ruscadan Çeviren D. Ahsen BATUR

Balıklı Göl / Şanlı Urfa

 


Dandanakan Savaşı

Dandanakan Savaşı , Nedenleri, Sonuçları ve Tarihi 


Oğuzlar 10. Yüzyılda Altay dağlarının batı yamaçlarından Sibirya ormanlarının güneyindeki Aşağı Volga’ya kadar uzanan steplerde yaşıyorlardı. Bir taraftan Roma-Bizans’la, diğer taraftan Çinlilerle ilişki içindeydiler. İki-üç yüz yıl süredir de güneyden İslam dünyası ile temas halindeydiler. Oğuz boylarının belli başlı grupları İslamiyet’i kabul etmiş ve önce Samanilerin, sonra da Gaznelilerin egemen olduğu İran sınırlarına kadar yayılmışlardı.


Doğu Türklerinin ilk göç hareketi, Kıtayların ilk baskısı ile gerçekleşmişti. Bundan yarım asır sonra yine Kıtayların Moğolistan’dan Orta Asya’ya doğru istilaları ile ikinci Türk göçü başlamıştı. İbnü’l Esir, Çin’den çıkan bu Türk boylarının sayısını 300 bini aşkın çadır halkı olarak verir. Maveraünnehir’e ulaşmaları Oğuzları, Türkistan hakimiyeti üzerinde mücadele halinde bulunan Karahanlı – Gaznenilerle karşı karşıya getirecekti.


Dandanakan Savaşı’nın Sebepleri ve Nedenleri


Harem ülkesi 1017’de Gazneliler tarafından işgal edilmişti. Gazneliler, ellerini Azerbaycan’a kadar uzanan ilk Müslüman Türk devletiydi. Bu sırada Gazneli Mahmud’un izni ile Türkmenlerden bir zümre, Horasan’a geçerek yerleşmişti. Balkan Türkmenleri olup daha sonradan Irak Türkmenleri denilen bu Oğuzlar, Siriderya havzasından gelmişlerdi. Balkan üs olmak üzere İran içlerine akınlar yapıyorlardı. 1015-1038 senelerinde Yağmur, Kızıl ve Boğa Beylerin idaresi altında Amuderya ile Dicle arasındaki  ülkeleri; hatta Mükran, Sind ve Sistan taraflarını kasıp kavuran Irak Türkmen kuvvetleri, dört bin civarında, yani az sayıda ama zinde bir orduydu.


Bu sırada Selçukoğlu Çağrı Bey, kardeşi Tuğrul Bey’i Moyun Kum taraflarında bırakarak, Harezm ve Buhara arasında Horasan’a geçmişti. Önce bu Oğuz grubuna, daha sonra muhtemelen Gazneli ordusuna katılarak, onlarla birlikte Hazar’ın güney sahilinden Azerbaycan’a geçip orada bulunan Şeddadoğulları ile birleşmişti. Oradan Van’a ve Aras nehrini aşarak Nahçivan, Devin ve Nik taraflarına geçti. Sonra tekrar Maveraünnehir ve Sinderya taraflarına döndü. Bu gidiş ve dönüşü 1015-1021 seneleri arasında gerçekleştirdi.


Urfalı Meteos, bu Selçuklu akınları sırasında o güne kadar Türk süvarisi görmeyen ahalinin uzun saç örgülü, ok ve yay silahlı Türk süvarilerini hayretle seyrettiklerini anlatır. Çağrı Bey’in bu cesur hareketleri Selçuklular için bir nevi keşif seferiydi. Tecrübeli bir devlet adamı olan Gazneli Mahmud, Selçukoğulları’nın bu hareketlerini titizlikle takip ediyordu. 1025’lerde Selçuklu Arslan Yabgu, Gaznelilerin elinde esir iken kendi memleketinden, diğer bir deyişle Siriderya ve Amuderya arasındaki Oğuzlardan yüz bin kadar asker çıkarabileceğini söylüyordu. Selçukluların o taraflarda yaşayan oymakları yaklaşık yarım milyondu. Arslan Yabgu’nun bu kitle üzerinde etkisi vardı. Sultan Mahmud, Arslan Yabgu’yu yanına çağırıp rehin sıfatı ile alıkoymuş ve Hindistan hududunda Kalincer kalesine hapsetmişti. Bu durum Gaznelilerle Selçukluların arasını açmıştı.


Sultan Mahmud’un oğlu ve Irak-ı Acem valisi Mesud, Horosan’da kalan Türkmenlere vaatlerde bulunarak onları maiyetine almış, babasının ölümünden sonra onun yerine geçtiğinde de bu Türkmenlerden istifade etmişti. Bunlardan Yağmur, Sultan Mahmud’un oğlu Mesud’un Rey şehrine tayini ile birlikte kuvvetleriyle onun ordusuna katıldı. Boğa’nın komuta ettiği Oğuzlar, Rey’deki Oğuzlarla birleşip şehre saldırdılar. Mansur ve Göktaş’ın komutasındakiler ise, Hemedan’a gidip şehri kuşattılar. Bir süre sonra Türkmen beylerinden Yağmur Bey’in Rey havalisi kumandanı tarafından öldürülmesi ile yöredeki Türkmen oymakları harekete geçti. Boğa, Dana, Göktaş, Anasıoğlu ve Kızıl gibi liderlerinin maiyetindeki 10 binden fazla Türkmen, Sultan Mesud’un gönderdiği Gazneli kuvvetlerini bozguna uğrattı. 1036’da bir kısmı Irak-ı Acem’e dağıldıysa da önemli kısmı Azerbaycan’a yürüdü ve kendilerinden evvel oraya gelmiş olan soydaşları ile birleşip bölgenin çeşitli yerlerine yayıldı ve kışlaklar kurdular.


Selçukluların kazandıkları ilk zaferden sonra Gaznelilerin bölgedeki siyasi ve askeri durumu ciddi bir şekilde sarsıldı. Ama Karahanlı hanedanına mensup Böritekin’in, 1038’de Toharistan ve Huttalan taraflarına bir akın yapmasıyla, onunla Ali Tekin oğulları arasında başlayan gerginlik, Gaznelilerin işine yaramıştı. Sultan Mesud, Selçuklulara ve Harzemşah İsmail’e karşı Cend Emri Şah- Melik’i ittifakına aldı. Gönderdiği bir menşur ile de Harezm vilayetini ona havale etti. Bu tedbirleri aldıktan sonra 1038’de 60 savaş fili de dahil olmak üzere, 30 bin kişilik bir orduyla Gazne’den Belh’e hareket etti. Subaşı kumandasındaki bir orduyla Gazne’den Belh’e hareket etti. Subaşı kumandasındaki bir orduyu Herat’a, başka bir orduyu da Merv üzerine göndermişti.


Gazne ordusu, Oğuzları uzaktan takip ediyor, Oğuzlar uzaklaşınca takip sürüyor, fakat yakınlaşınca savaşa girmek istemedikleri için geri çekiliyorlardı. Görünen o ki, Gazne Devleti, Selçukluları ve Türkmenleri tamamıyla ezmek kararındaydı.


Sultan Mesud, Belh’e vardığı zaman, Çağrı Bey de süratle Talekan, Faryab ve Şapurgan taraflarını istila etti. Hatta 1039 Mart’ında gönderdiği akıncılar, bizzat Sultan’ın bulunduğu Belh civarını yağmalamış ve sultanın bir filine de el koymuştu. Çağrı Bey’in bu çevik hareketi ile tehlikenin kapıya geldiğini gören Mesud, artık daha fazla bekleyemezdi. Nisan ortalarında Sarahs’a doğru yürüyen ordu, 70 bin süvari ve 30 bin piyadeden oluşan, devrin en kuvvetli ve teçhizatlı savaş gücüydü. Bu sebeple ‘’ bütün Türkistan harekete geçse ‘’ bu orduyu durdurmanın imkansız olduğu düşüncesi hakim olmuştu. Bu durum karşısında Çağrı Bey de Sarash’a varmış, Yabgu 20 bin süvarisi ile Merv’den, Tuğrul Bey de Nişabur’dan gelerek, güçlerini birleştirmişti.


Selçuklular savaşa hazırlanmakla beraber, bu muazzam ordu karşısında endişeye de kapılmışlardı. Bundan dolayı Horasan’ı terk edip, Ciban bölgesine çekilmeyi düşünüyorlardı. Fakat Çağrı Bey, kımıldamanın ve başka bir yerde tutunmamın imkansız olduğu fikrini savunuyordu. Ayrıca Gazne ordusunun ağır, hareket kabiliyetinin zayıf, kendilerinin ise hafif ve hareketli olduğu ileri sürerek, Bey Toğalı ve Subaşı ordularını bu sayede bozguna uğrattıklarını hatırlattı. Askeri bilgisini gösteren bu fikir kabul edildi.


İki ordu 15 Mayıs 1039’da davul ve boru sesleri ile savaşa başladı. Gazne ordusu şiddetli bir hücuma geçince bozulan Selçuklular çöle çekilmişlerdi. Çöl harekatına alışık olmayan Gazne ordusu, Selçukluları takip edemedi. Selçuklular da düşmanı hırpalamak için sık sık çölden çıkıp Gazne ordusuna baskınlar yapıyor, su kuyularını tahrip edip tekrar çöle dönüyorlardı.


Kısmi bir başarı kazanan Sultan Mesud, sıcakları geçirmek için Herat’a çekilmek ve Selçukluları barışa zorlamak düşüncesindeydi. Birbirlerini oyalamak maksadıyla geçici bir anlaşmaya vardılar, fakat iki taraf da bir yandan hazırlıklarını sürdürüyordu. Türkistan’dan gelmekte olan Oğuz göçmenlerini de yardıma çağıran Selçuklular, gittikçe çoğalıyor ve kuvvetleniyorlardı. Bundan dolayı bu geçici anlaşma Selçukluların işine yaramıştı.


Sultan Mesud, 1039 Ağustos’unda ordusu ile birlikte Herat’a döndü. Fakat daha yolda iken Türkmenlerin takip ve hücumlarıyla kayıplara uğramış ama karşı saldırıyla onlara da kayıp verdirmişti. Sultan Mesud, Herat’ta hazırlık ile uğraşırken, Tuğrul ve Çağrı Beyler, tekrar Nişabur, Merv taraflarına hakim olmuşlardı. Harezmşah İsmail ile bağ kurarak, Ceyhun bendlerini açtırdılar. Selçukluların kazandığı iki zafer, Oğuzların Horasan’a geçişini hızlandırmıştı. Horasan’a öyle bir insan akını başlamıştı ki Gazneli tarihçi Beyhaki’ni yazdığına göre, Horasan hazinelerinin topraktan çıkarıldığını duyan ihtiyar ve topal bir kadının da bir hisse koparmak maksadı ile yola koyulduğuna dair hikayeler bile anlatılıyordu.


Dandanakan Savaşı’nın Önemi ve Sonuçları 


Sultan Mesud hazırlıklarını bitirmiş ve ordusunu çöl harekatına elverişli hale getirmişti. 1039’da harekete geçti ve Tuğrul Bey’i yakalamak üzere Nişabur’a girdi. Tuğrul Bey’in Şadyah’ta oturduğu eski sarayına yerleşip kışı burada geçirdi. Selçuklular endişe içindeydi. Uzun müddetten beri Tuğrul Bey’in zırhını ve çizmelerini çıkarmadan uyuduğuna dair haberler yayılıyordu. Tuğrul Bey’e kararını sordukları zaman, ‘’ Dehistan, Gurgan istikametine çekileceğiz ‘’ cevabı alınmıştı. Aynı zamanda Tuğrul Bey, Gazne ordusunun gelemeyeceği düşüncesiyle, Rey ve Cibal taraflarına göçmek ve oralardaki Türkmenler ile birleşmek niyetindeydi. Çağrı Bey ise buna karşı çıkıyordu. Gazne ordusunun çölden gelirken yorulacağını ve karşılaştıkları zaman Selçukluların daha iyi durumda olacaklarını söylüyordu: ‘’ Şimdi Gazne kuvvetleri atlarından inip endişesiz bir şekilde istirahata çekilmiştir. Takip edilmediklerinden de emindirler. Eğer hemen onların üzerine yürürsek belki de amacımıza ulaşırız. ‘’


Sonunda Selçuklular Çağrı Bey’in fikrini kabul edip, Balhar Dağı yönünde yola çıktılar. Çağrı Bey’in askeri görüşleri hakim olduğu için 1040 yılının Mayıs ayı ortalarında, Ramazan’ın ilk günlerinde çarpışmaya giriştiler. Selçuklular ağırlığı 2 bin atlı ile gerilere gönderdiler. Asıl ordu 16 bin atlıdan oluşuyordu. Börü Tekin ile Yınallıların öncü olarak gönderilmesi kararlaştırılmıştı. Yınallıların emrinde bin Türkmen atlısı, Börü Tekin’in emrinde ise 500 mülteci atlısı bulunuyordu. Çağrı Bey, hafif süvarilere süratle saldırıp çekilme hareketleri yaptırıyor, surları ve kuyuları tahrip ederek Gazne ordusunu susuz bırakıyordu.


Sultan Mesud ise, Merv ve Sarahs arasında, kum çölü kenarında, surları ve kuyuları bol Dandanakan hisarına doğru ilerleyip, ordunun susuzluğunu gidermek niyetindeydi. Fakat Gazne ordusu oraya varınca, bu kuyuların Selçuklular tarafından imha edilmiş olduğunu gördü. Kuyuların tamir etmektense, ilerdeki kuyulara yetişmek üzere harekete devam ederken, Selçuklu baskınları şiddetlenmişti. Bu andan itibaren Gazne ordusunun disiplini bozuldu.


Türk-İslam tarihinin dönüm noktalarından birini teşkil eden Dandanakan Meydan Muharebesi üç gün sürdü. Susuzluk yorgunluk, açlık ve nihayet fikir ayrılıkları içinde bitkin durumda bulunan Gazneliler, Çağrı Bey’in saldırışları ve bu esnada 370 Türk kölesinin Selçuklulara geçişi ile bozguna uğradı. Başta Beg-Toğdı olmak üzere, askerlerin firarı ile sağ-sol kanatlar çöktü. 30 Mayıs 1040 Cuma günü Gazne ordusu diye bir şey kalmamıştı ortada. Sultan Mesud, 100 süvari ile savaş meydanını terk ederek güçlükle kurtuldu. Selçuklular Gazne ordusunun bütün hazinelerini ele geçirdi. Çağrı Bey, bu ganimetleri kendine ayırmaksızın adamlarına paylaştırdı ve Mesud’un otağına inip tahtına oturdu.


Selçuklu askerleri, Mesud’un askerlerinin geri dönmesinden çekinerek üç gün boyunca at sırtından inmemişlerdi. Diğer yandan Sultan Mesud, bütün bir yılın vergisini affetmiş ve Gazne’ye çekilmişti. Tuğrul Bey, buradan Nişabur’a geçti. Çağrı Bey, Belh üzerine, Yabgu ise Herat üzerine yürüdü. Artık bu bölgede Selçukluların karşısına çıkacak ciddi bir kuvvet kalmamış tarihin bu bölgedeki akışı bu savaşla değişmişti. Selçuklular, Dandanakan’da kazandıkları zaferle güçlerini Gaznelilere kabul ettirdiler ve savaş sonunda İran yaylasının bütün yolları Selçuklulara açıldı.


1040 Dandanakan Savaşı ile Selçuklu Devleti bağımsız bir devlet halinde yükseldi. Anadolu seferlerine yönelmelerinin yolu bu zaferle açıldı. Tuğrul Bey 1043’te Kazvin’e geldiği zaman hakimiyeti altına girmeyi reddeden Oğuzlar, ertesi yıl yeni göçlerle kuvvetlenecekler ve büyük kitleler halinde Doğu Anadolu’ya gireceklerdi. Diğer Oğuz kitleleri Diyarbakır istikametinde ilerleyerek, Meyyafarikin ( Silvan ), Mardin ve Cizre’ye ulaştılar. Bizans İmparatoru II. Basilaios ( 976-1025) Doğu’da ilhak politikası izlemiş, İmparator Konstantinos Monomakhos ( 1042-1055) da Ermeni ve Gürcüleri baskı altında tutup, Türk akınlarını durdurmak üzere Ani ve Dovin şehirlerine ordu göndermişti. Sultan Tuğrul ise bu Bizans saldırısına karşın İbrahim Yınal, Kutalmış ve Hasan’ı büyük bir ordu ile Azerbaycan’a gönderdi ve bu sistemli Selçuklu seferinde, 1046’da, Gence önlerinde Bizans ordusu yenilgiye uğradı. Bu seferleri diğerleri takip etti ve Türkmenler değişik kollar halinde Erzurum, Ahlat, Muş, Malatya, Irfa, Şarki, Karahisar, Sivas ve Kızılırmak havzasına kadar ulaştı. Neticede Büyük Selçuklu Devleti’nin temelinin atılışı, Türkmen göçü ve Anadolu’nun Türkleşmesinin önemli odak noktası, Dandanakan Savaşı olmuştur.


Selçuklu Devleti’nin kuruluşundan Malazgirt’e kadar 30 yıl süren seferler bir yandan Türkmen göçüyle, diğer yandan  da Selçuklu ordularının himayesinde Anadolu’da yayılıyordu. Bizans İmparatorluğu’nun direnişi kırılarak Türklere yeni bir vatan hazırlanıyordu. 1044’te Halife’nin elçisi Maverdi’ye ‘’ Benim askerlerim çok kalabalıktır ve memleketler onlara kafi gelmiyor’’ diye Tuğrul Bey, Selçuklu Devleti’ni kurunca Türkistan’da sel halinde gelen Türkmen göçleri için engel kalmamış, bu bölgeler Türklere açılmıştı.

Alıntıdır.

ATOMU BİRARADA TUTAN PARÇALAR

  

Gözle görülmeyecek kadar küçük parçacıkların nasıl olup da bir boşlukta düzenlenerek atomu oluşturabildikleri önemli bir sorudur. Bu parçacıklar, atomu çok özel bir tasarım ile meydana getirmektedirler. Bu tasarımın en önemli özelliklerinden biri, parçaların birbirlerini itmelerini ve çekmelerini sağlayan temel kuvvetlerin varlığıdır. Bu temel kuvvetler, atmosfer basıncından dünyanın yörüngesine kadar evrendeki tüm hassas dengeleri kontrol altına aldıkları gibi, atomu oluşturan parçacıklar üzerinde de etkilidirler. Bu dört temel kuvvet; Güçlü Nükleer Kuvvet, Zayıf Nükleer Kuvvet, Yerçekimi Kuvveti ve Elektromanyetik Kuvvet'tir.

Bu kuvvetler öylesine hassas bir orana sahiptirler ki, bu orandaki en küçük bir değişiklik, canlılığın yok olmasına, gezegenlerin birbirleriyle çarpışıp birer toz bulutu haline gelmesine ve dolayısıyla evrenin silinip gitmesine neden olabilir. Örneğin Yerçekimi Kuvveti biraz farklı olsa, yıldızların sabit konumu etkilenecek, yıldızlar ya birbirlerinden uzaklaşarak uzay boşluğunda başıboş dolaşacaklar ya da birbirlerine gitgide yakınlaşarak çarpışacaklardır. Dört temel kuvvet, devasa boyutlar için olduğu kadar en güçlü mikroskoplar altında bile zorlukla görülebilen mikro alemler için de denge sağlayacak kusursuz oranlarla yaratılmışlardır.

 

Bu kuvvetlerden Güçlü Nükleer Kuvvet, atomun içinde son derece büyük ve önemli bir denge sağlar. Normal şartlarda atomun içinde protonların birbirlerini itmeleri ve mümkün olduğunca birbirlerinden uzaklaşmaları gerekmektedir. Çünkü protonlar artı yüklüdürler ve aynı yükler birbirlerini daima iterler. Ancak evrende var olan Güçlü Nükleer Kuvvet sayesinde protonlar, yüksüz olan nötronlarla birlikte çekirdekte birbirlerine kenetlenmiş haldedir. Bir başka deyişle Güçlü Nükleer Kuvvet, protonları birarada tutarak atomun merkezindeki çekirdeği oluşturur. Bu gücün şiddetini anlayabilmek için atom bombasının meydana getirdiği etkiyi düşünmek yeterlidir. Bu bomba, atom çekirdeğine bir parçacık -genellikle nötron-, fırlatılması ile çekirdeğin parçalanması sonucunda oluşmaktadır. Çekirdek parçalandığında, çekirdekteki proton ve nötronları birarada tutan kuvvet açığa çıkmakta, karşısına çıkan her canlıyı "kül" haline getiren ve radyoaktif etkisi yıllarca devam eden benzersiz bir güç oluşmaktadır. Bu, sadece, gözle görülmeyen bir atomun içine gizlenmiş olan ve karşısındaki insanları aciz ve savunmasız bırakan bir kuvvettir. Çekirdeğe etki eden söz konusu Güçlü Nükleer Kuvvet öylesine dengelidir ki, evrenin oluşumundan beri maddenin var olması ve aynı zamanda bir denge içinde varlığını sürdürmesi için en uygun değere sahiptir. Eğer söz konusu kuvvet biraz daha güçlü olsaydı proton ve nötronlar birbirlerinin içine geçerlerdi. Eğer biraz daha az olsaydı, bu parçacıklar birbirlerinden ayrılıp uzaklaşırlardı. Bu durumda canlı veya cansız varlıklardan, Dünya, Güneş veya evrenden kuşkusuz söz edilemezdi.

Atomları kararlı ve dengeli bir yapıda tutmaya yarayan bir diğer güç ise Zayıf Nükleer Kuvvet'tir. Özellikle içinde fazla sayıda nötron ve proton olan atomlar için önemli olan bu kuvvet, atomun içinde bir nötronun protona dönüşmesi gibi bir durumda atomun parçalanmasını engellemektedir. Bu son derece önemli bir önlemdir, çünkü hatırlanacağı gibi atomun parçalanmasının anlamı bir atom bombasının oluşmasına neden olan gücün açığa çıkmasıdır. Bazı atomlarda kontrolsüzce meydana gelebilecek bu durum büyük bir tehlikedir ve Zayıf Nükleer Kuvvet'in etkisi sonucunda ortadan kalkmaktadır.

Atomun içinde Güçlü ve Zayıf Nükleer Kuvvetler'in, proton veya nötron kadar etki etmediği bir parçacık vardır: Elektron. Elektronun diğer parçacıklar kadar etkilenmemesinin nedeni diğerlerine göre çok daha küçük olmasıdır. Elektronların, çekirdeğin çevresindeki yörüngelerinden ayrılmadan dönmelerinin nedeni, onlara etki eden Elektromanyetik Kuvvet'tir. Elektron, sahip olduğu eksi elektrik yükü nedeni ile, artı yüklü çekirdeğin çevresinde hiç durmadan döner. Dönüşü sırasında ortaya çıkan merkez kaç kuvveti, Elektromanyetik Kuvvet ile dengelenir ve böylece elektron yörüngede kalır. Elektromanyetik Kuvvet'in hassas değeri ise elektronların çekirdeğe yapışmalarını veya çekirdekten tamamen uzaklaşmalarını engellemektedir. İşte "atom"un yapısı bu şekilde oluşur.

Evrendeki dört temel kuvvetin şiddetleri birbirinden çok farklıdır ve bu fark çok ince bir dengeye dayanmaktadır. Örneğin Güçlü Nükleer Kuvvet, Yerçekimi Kuvveti'nin değerinden yaklaşık "milyar kere milyar kere milyar kere milyar kere milyar" kadar daha büyüktür. Güçlü Nükleer Kuvvet ile Elektromanyetik Kuvvet arasında ise "milyon kere milyon"dan daha büyük bir fark bulunmaktadır.

Eğer bu değerler biraz farklı olsalardı ne olurdu?

Protonlar çekirdekte birarada durmaz, elektronlar etrafa dağılır ve evrende tek bir tane bile atom olmazdı. Tüm evren, radyasyondan ibaret olurdu. Yıldızlar, gezegenler ve insanlar var olamazdı.

Örneğin şu anda eğer bedeninizi oluşturan atomların Güçlü Nükleer Kuvvet'i birazcık olsun zayıflasa, vücudunuz bir anda tuzla buz olur. Bunun için sadece "binde birlik" bir oynama bile fazlasıyla yeterlidir.

Ama bedeninizi ve diğer maddeleri oluşturan atomlar, dört temel kuvvetin hassas dengesi sayesinde hep istikrarlı olarak dururlar. Dört temel kuvvetin değerlerindeki bu hassasiyet, bilim adamlarını son derece şaşırtmıştır. Bu bilim adamlarından biri olan ünlü astrofizikçi Paul Davies, şu yorumu yapar:

Eğer biraz daha farklı sayısal değerler seçilmiş olsaydı, evren çok daha farklı bir yer olacaktı. Ve büyük olasılıkla onu görmek için biz burada olamayacaktık... İnsan kozmolojiyi araştırdıkça, inanılmazlık giderek daha belirgin hale gelir. Evrenin başlangıcı hakkındaki bu bulgular, evrenin, hayranlık uyandırıcı bir hassasiyetle düzenlenmiş olduğunu ortaya koymaktadır.

 

Atomun En Dış Sınırı: Elektronlar

 

Atomun içinde, -son dönemlerde keşfedilmiş daha küçük parçacıkları dikkate almazsak- temel parçacıkların en küçüğü elektronlardır. Elektronlar, proton ve nötronların neredeyse ikibinde biri kadardır. Elektronların enerjileri oldukça yoğundur. Elektronların, çekirdek çevresinde belirli yörüngeleri vardır. Sahip oldukları yoğun enerjinin ve kendilerine etki eden kuvvetlerin tesiri ile bu yörüngelerde hem kendi çevrelerinde hem de çekirdeğin çevresinde durmaksızın dönerler.

Elektronların sahip oldukları enerji ile son derece kusursuz bir denge meydana gelir. Bu dengeyi şöyle bir örnekle açıklayabiliriz: Uzun bir çubuğun ucunda geniş bir tabağı sabit tutmanız normal şartlarda imkansızdır. Ama eğer tabağı belli bir hızda döndürürseniz, tabak çubuğun ucunda durur. Tabak, hızını kaybettiğinde ise kaçınılmaz olarak düşüp kırılacaktır. Dolayısıyla böyle bir denge için gerekli olan tek şey uygun düzeyde enerjidir. İşte evrendeki başlıca dengelerin temelindeki sır budur. Gezegenleri Güneş'in, elektronları ise atom çekirdeğinin çevresinde tutan gücün kaynağı bu enerjidir. Elektronlar büyük bir hassaslıkla ayarlanmış bu enerji sayesinde çekirdeğin çevresinde hiç durmadan dönerler. Yüksek enerjileri nedeniyle yaptıkları bu dönüş hareketi onların çekirdeğin etrafından savrulup uzaklaşmalarını engellemektedir.

Elektronların dönüş hızı ise gerçekten hayret vericidir. Elektronlar, çekirdeğin çevresinde saniyede 1.000 km. gibi olağanüstü bir hızla dönerler.Bu yüksek hıza rağmen birbirleriyle asla çarpışmazlar. Bunun nedeninin elektronların eksi yüklü olması ve dolayısıyla birbirilerini itmeleri olduğu kabul edilir.

Çekirdeğin etrafında yedi farklı enerji düzeyi, yani yedi farklı yörünge vardır. Elektronlar sahip oldukları enerji seviyelerine göre bu yörüngelerden birine tutunurlar. Kütleleri ve hızları daima birbirinin aynı olan elektronların neden farklı enerji seviyelerine sahip oldukları ise dikkat edilmesi gereken bir noktadır. Evrende var olan sistemde, birbirinden farklı yörüngeleri, birbirlerinden farklı boyut ve hızdaki maddeler meydana getirirler. Buna verilebilecek en iyi örnek Güneş Sistemi'ndeki gezegenlerdir. Her biri birbirinden farklı kütlelere ve farklı hızlara sahip olan gezegenler, bunun doğal bir sonucu olarak birbirlerinden farklı yörüngelerde dönerler. Ancak elektronlar için bu kural geçerli değildir. Birbirlerinden herhangi bir farkları bulunmayan, kütleleri ve hızları daima aynı olan bu parçacıkların farklı enerji seviyelerine sahip olmaları için aslında hiçbir sebep yoktur. Ama moleküllerin oluşabilmeleri için birbirinden farklı olan bu yörüngelerin varlığı şarttır. Atomun içinde birbirinden farklı yörüngeler bulunması, bizleri ve tüm evreni oluşturan molekülleri meydana getirmektedir. Aynı zamanda renkleri de oluşturmaktadır çünkü çeşitli renklerin varlığının nedenlerinden biri, farklı yörüngelerdeki elektronların birbirlerinin yörüngelerine atlamalarıdır.

 

Alıntıdır.

Ayasofya Camii / İstanbul

 


Türk Soylu Halklarda Dünya Tasavvuru-1

 Yeryüzü


Kuzey Sibirya halklarından bahsederken, Georgi; “bu halkların dünya tasavvurlarının genel olarak kendi av alanlarının dışına pek çıkmadıklarını” belirtir. Aslında, bir tabiat insanının dünya hakkındaki tasavvurlarının sadece kendisi ve atalarının hayatları boyunca edindikleri tecrübenin algılarından ibaret olması anlaşılır bir durumdur. Yenisey nehrinin başlangıç mecralarında yaşayan halklar da, bu sebeple insanlarla meskun bulunan yeryüzünün kendilerinin Kuzeyine doğru uzanan bölgeden ibaret olmakla, Yenisey nehrinin Güneyden gelip, Kuzeyde Buz denizine döküldüğüne inanıyorlardı. Güney istikametine “yukarısı”, Kuzey istikametine ise “aşağısı” adını veriyorlardı. Bu tasavvura göre Güney önlerinde, Kuzey ise arkalarında kalıyordu. Bir çok Türk boyunun ana istikametleri Doğu ve Batıdan oluşu, Doğu’yu önlerine, Batıyı ise arkalarına almak esas kabûl ediliyordu. Bu tasavvurların çıkış noktası ise, tabii olarak güneşin doğuş ve batış istikametlerine işaret etmekteydi. Sözkonusu bu istikametlerin özellikle ibadet açısından çok daha önemli bir yanı vardı. Gökyüzüne ve yeryüzü üzerindeki varlıklara kurban verileceği zaman Doğuya dönülür, yer altındaki ruhlara, yâni ölülere kurban verileceği zaman ise, Batıya dönülerek ibadet edilir, Volga kıyılarında yaşayan Fin kökenli boylar da kurban verirken benzeri şekilde istikamet alırlardı.


Mahallî ilişkilerin şartları gereği kapalı bir hayat süren insanların coğrafî tasavvurlarını ne derece şekillendirebileceğine ilişkin bir örnek de Yakut inançlarında görmek mümkündür; Yakutlara göre bütün dünya Lena nehrinin etrafından ibarettir. Başlangıç noktası nehrin kaynağında yer almakta, denize döküldüğü yerde de ise dünya bitmektedir. Keza, Yenisey Ostyakları da benzeri bir tasavvurla, nehirlerinin bütün dünyanın ortasından aktığına ve dünyadaki bütün insanların Yenisey ve kollarının etrafında yaşadıklarına, bu nehrin gökten veya göklere kadar uzanan bir dağdan doğduğuna dair hikayeler anlatırlar. Aynı vadide yaşayan Samoyedlerin inançlarına göre Yenisey nehri, göğün altıncı katındaki büyük bir denizden doğmuştur.


Samoyedler, Kuzeye doğru akan Yenisey nehrinin Buz denizine taşıdığı devasa su kütlesini düşünerek, nehrin denize döküldüğü noktada, akan suları yutan ve asla dolmayan çok derin bir uçurum olduğuna inanırlar ki, burada aynı zamanda dünyadan göçenlerin ruhlarının yeraltına girdikleri bir de mağara bulunmaktadır. Ob nehrinin denize döküldüğü bölgedeki halkların dünya tasavvurlarında benzeri bir su altı uçurumu (girdabı) yeralır.


Bu tip mahallî tasavvurlar dışında, Orta ve Kuzey Asya’nın birbirlerinden uzak bölgelerinde yaşayan halklar arasında da çeşitli ortak inançlara rastlamak mümkündür. Ancak, Türk kökenli halklarda şümûllü, açık ve eksiksiz bir dünya görüşü aranacak olursa, bu konuda sıkıntıyla karşılaşılır. Araştırmacıların üzerinde çalıştığı bir halkın, aynı konularda muhtelif anlatılarında bile kimi zaman ciddi farklılıklar görülmekle, bu birbirinden bağımsız halk inançları ve tasavvurları arasında derin çelişkiler ve açıklığa kavuşmamış noktalar bulunmaktadır. Bu durum, kısmen zaman içerisinde halk inançlarında doğan yeni tasavvurların eskilerinin yerini alması veya eskileriyle birlikte yanyana devam etmeleri ile açıklanabilir. Mahallî (söz konusu halkın kendisine ait olan) inanç ve ritüellerin, diğer halklardan mülhem mitlerden daha eski ve halk tarafından daha önceden benimsenmiş olduğu da açıkça fark edilebilir. Yabancı dinler, bölgeye geldiklerinde yeryüzü ve dünya hakkında kendi anlayışlarını getirmişlerdir. Ancak, bu konuda gözlenebilecek benzerlik ve paralellikler, bu tasavvurların tanıdığımız bir başka dinden geldiği anlamı taşımaz. Zira, Altay ırkına mensup halklar, daha tarih öncesi devirlerden itibaren bir şekilde başka halklarla karışmış olmalarından dolayı, inanç tasavvurlarında rastlanan paralellikler, her zaman başka bir kültürel etkinin ispatı da sayılmaz.

İnsan gözünün algısı sebebiyle (optik yanılgı), ufuk çizgisi dünyanın etrafını dolaşıyormuş hissi uyandırdığından, dünyanın dış sınırlarının çember şeklinde olduğu inancı doğar. “Gökyüzünün dört köşesi” kavramı da, aynı şekilde yaygın olup, dört ana yön ile bağlantılıdır. Yakut efsanelerinde fırtına ve rüzgârların dünyanın “dört köşesi”nde oluştuğu ve gökyüzünün zirvesinde buluştukları anlatılır. Georgi, Tunguzların yeryüzünü tasvir etmek için dört köşeli bir demir levhayı kullandıklarını bahseder. Moğol yaradılış efsanelerinden birinde de bir varlığın demir bir çubuk ile “İlk deniz”i oluşturan sıvıyı uzun uzun karıştırdığı ve böylece bu ”İlk deniz”in üst yüzeyinin yoğunlaşıp, tabakalaştığı ve yeryüzünü oluştuğu anlatılır. Yeryüzünün dış sınırları, ilk başta çember şeklinde olup, daha sonra dört köşe hâlini almıştır. Ancak, nadiren de olsa yeryüzünün sekiz köşeli ve sekiz kenarlı olduğuna dair tasavvurlara da rastlandığı olur. Bu sekiz köşe fikri, sekiz yön ile de ilişkili olup, özellikle Yakut efsanelerinde “sekiz köşeli yeryüzü ana”nın bahsi geçer. Bütün bunlar içinde en sık rastlanan görüş, yeryüzünün çember şeklinde olduğuna dair olanıdır ki, Yakut şamanlarının çoğunun elbiselerinde yeryüzünü çember şeklinde tasvir eden figürler, bu inancın tezahürü olarak görülür.


Orta ve Kuzey Asya halklarının inançlarında yeryüzünün bir ekmek somunu şeklinde yuvarlak olarak tasavvur edildiğini görürüz. Bu somunun altında ve çevresinde uçsuz bucaksız bir deniz “Urmeer” (İlk deniz veya ezeli deniz) uzanmaktadır. Ancak bu inancın ilk olarak, deniz kenarında yaşayan halklar arasında çıkmış olması ihtimâl dahilindedir. Doğu halklarının dünya tasavvurlarında (ve aynı zamanda Kızılderili efsanelerinde) bu “İlk deniz-Urmeer” kavramının önemli bir yeri vardır. Eski Yunanlılardaki Okeanus buna tekabül eder ki, aynı şekilde Snorr’un Edda’sında “yeryüzü çember şeklinde ve dış kenarlarının ötesinde derin denizler vardır” şeklinde geçmektedir. Nitekim, yeryüzünün yaradılışına ilişkin efsaneler, yeryüzünün nasıl olupta bu uçsuz bucaksız bir denizin ortasında meydana geldiğini açıklamaya çalışılır. Türk soylu halklarda, “Urmeer-İlk deniz” kavramı, efsanelerde geçmesine karşılık, halk inançları arasında görülmez.


Vogulların (Wogulen) yaradılış efsanelerinde, ilk insanın deniz ortasında oradan oraya sürüklenen ve yerinde durmayan yeryüzünde korkarak, Gök Tanrı’dan yardım istediği anlatılır. Gök Tanrı’da ilk insana gümüş kaplı bir kemer vererek, yeryüzünün etrafını bu kemerle sarmasını söyler. İnsan, Tanrının bu emrini yerine getirmesiyle, yeryüzünün etrafını çevreleyen sıra dağlar meydana gelir. Vogul ve Ostyakların inançlarında bu dağlar, Ural dağlarıdır.


Ural dağlarının, yeryüzünün etrafını saran dağlar olduğuna dair tasavvur, sadece adı geçen bu iki halkla sınırlı değildir. Herberstein, daha 16.yy’da basılan eserinde, Rusların Petçora nehri ötesindeki dağları “Semnoi Poyas” (Rusça: zemnoj pojas; yeryüzünün kuşağı) olarak adlandırdıklarından bahisle, kendisi de bunu “cingulis mundi vel terrae: yeryüzünün kuşağı) olarak tercüme eder. Herberstein’ın hazırlamış olduğu haritada Ural dağları (Yeryüzünün kuşağı-cingulus mundi) adıyla geçmektedir. Keza, Guagnino’da “Ziemnoi Poias” adı altında bundan bahseder ki, kitabında bu dağlardan Rusça adı olan Camenoi Pojas (Rusça: kamennoj pojas: Taş kuşak) olarak bahseden Witsen de, Rusların bu dağların “yeryüzünün etrafını sardıklarını” düşündüklerini belirtir. Munkacsi, Rusların bu tasavvuru Vogullar veya Ostyaklardan aldıklarını ileri sürmesi, muhtemelen bu tasavvurun, bu sahada yaşayan diğer halklar arasında da mevcut olduğunu göstermektedir.


Güneyde ise, benzeri tasavvurlara Kafkas dağlarıyla ilgili olarak rastlanacaktır. Bu konudaki kaynaklarda, Arapça ve Türkçede Kafkasların “Kaf” ile yazıldığı ve bu kelimenin de çok geniş bir anlamı olduğu bilinmektedir. Zenker, İslâm inancına göre “Kaf” harfinin sadece Kafkasları değil, aynı zamanda bütün yeryüzünü çevreleyen bir dağ silsilesini ifade ettiğine işaret ederek; “Kaf’tan “Kaf’a” sözü, dünyanın bir ucundan diğer ucuna anlamına gelmektedir. Budagov da bu kelimenin geniş anlamından bahsederken; “Doğu ülkelerindeki halkların, dünyanın etrafını sardığına inandıkları dağları” ifade ettiğine vurgu yapar. “Yeryüzünün etrafını saran dağlar” silsilesi tasavvuruna Tatar efsanelerinde de rastlanmaktadır. Bu efsanelerde, dünyanın ucuna kadar giden ve orada yalçın dağlarla karşılaşan kahramandan bahsedilir. Moğollarda görülen “yeryüzünün etrafını saran demir dağlar” tasavvuru ise, muhtemelen Tibet kaynaklıdır. Altay halk şiirlerinde geçen, üç katmanlı dünyanın bir kuşak ile sarılmasından bahisle; orta katman ortadan, en alt katman aşağıdan ve en üst katmandan yukarıdan sarılmaktadır. Ugur dil ailesi halkları arasında (Fin-Ugur halkları) görülen “yeryüzü kuşağı” kavramının da kökeninin Türk halklarındaki mukabil inanç tasavvurları gibi doğu ülkelerinden geldiği anlaşılmaktadır.


Üzerinde insanların yaşadığı yeryüzünün üstündeki “gök kubbe” ve yeryüzünün altındaki “yer altı” da, yeryüzünün etrafını saran kuşak fikri gibi Sibirya halklarının hayâl dünyasını meşgûl etmiştir. Bu düşünceye göre dünya üç katmandan oluşmaktadır. Olsen, Sayotelerin inanç tasavvurlarından bahsederken Sayotelerin yeryüzü, gökyüzü ve yer altını üst üste yatan üç büyük katman olarak hayâl ettiklerini ve yeryüzünün bu katmanlardan ortada olan olduğunu anlatır. Bazı Altay Tatarları bu katmanları; “Yukarı Dünya” (Baş Tanrı Ülgen ve hizmetlileri (yardımcılarının) bulunduğu), Orta Dünya (insanların yaşadığı) ve Alt Dünya (Ölüler Ülkesi Beyi ve hizmetlilerin (yardımcılarının) yaşadığı yer olarak adlandırmaktadırlar. Yakutlarda, ”görülebilen” ve ”görülemeyen” dünyayı “üst”, “orta” ve “aşağı” olmak üzere üçe ayırırlar. Yakut efsanelerinde sık sık insanların yaşadığı yeryüzünün kastedildiği “orta dünya (orto doidu)” kavramı, geçer. Bilindiği üzere, İzlanda şiirinde de midgarỡr “orta avlu” kavramı insanların yaşadıkları alan için kullanılmaktadır. Bu isimlendirmelerin sebebi, insanların yaşadıkları yeryüzünü dünyanın orta yeri olarak tasavvur etmelerinden kaynaklandığıdır. Moğollar, daha dar bir çerçeve içinde, eğer kendi vatanlarından bahsettiklerinde, “merkez ülke”, Çinliler de “merkez imparatorluk” kavramını kullanmaktadırlar. Bu bakış açısı ile bir halk, kolaylıkla diğer halkları ve ülkeleri kendi etrafında kalmak kaydıyla, kendilerini de merkez olarak düşünebilmektedirler. Diğer taraftan, yüksek yaylalarda yaşayan Moğolların yaşadıkları ortamın tabii şartları gereği, kendi vatanlarını yeryüzünün en yüksek ve merkezî noktası olarak tasavvur etmelerinde görüldüğü gibi, Moğolların nazarında diğer bütün ülkeler alçaklarda ve kendilerinin çevresinde yeralmaktadırlar.


Yeryüzünün merkezilik fikri, başka şekillerde de insanlığın hayâl gücünü meşgûl etmiştir. Asya’nın bazı eski kültürlerinde dünyanın merkezi, dünyanın göbek deliği olarak nitelendirilmekte ve buna uygun olarak bazı Türk boylarında da aynı tanımlama kullanılmaktadır. Yakut efsanelerinde sık sık adı geçen “sessiz mekân, yeryüzünün göbeği” veya “sekiz köşeli yer ananın göbeği” veya “en merkezi yerin gümüş göbeği” ifadelerine rastlanır. Bu nokta aynı zamanda “yeryüzünde en zengin, verimli, bereketin fışkırıp taştığı yer” olarak da anlatılır. Eski zamanların bir çok halk da meselâ, eski Yunanlılar-benzeri şekilde düşünmüşler, hâtta “dünyanın göbeğinin” (omphalὸsgẽs) resimlerini yapmışlar ve bu resimleri kimi zaman bereket boynuzu olarak ifade etmişlerdir. Finlilerle akraba olan bazı Doğu bozkır halklarında da dünyanın göbeği-göbek deliği- kavramına rastlanır. Bu konuda Votyaklarda, hastalıklara karşı yapılan bir büyü de şöyle seslenilmektedir: ”Yeryüzünün merkezinde dünyanın göbek deliği bulunur. Eğer onu oradan çıkartmayı başarabilirsen, bu hastanın canını da, kanını da al” Buradan da anlaşılacağı üzere, bu deliğin asla yok edilemeyeceğine dair olan inancın hâkim unsur olmasıdır. Yaradılışa ilişkin Orta Asya efsanelerinde, yeryüzünün bu noktadan (göbek deliği) başlayarak meydana geldiği ve gittikçe büyüyerek şimdiki konumuna ulaşmış olduğu anlatılır. Benzeri düşünce biçimine, Yahudi efsanelerinde olduğu gibi, hiç şüphesiz diğer Önasya halkları arasında da rastlanmaktadır.


Yeraltı dünyasına ise bir delikten girilir; Altaylardaki Tatar kabileleri bu deliğe “yeryüzünün duman deliği” adını verirler. Şamanlar bu delik vasıtasıyla yer altı dünyasına gider ve yine oradan geçerek insanların dünyasına geri dönerler. Dolayısıyla yeryüzü ile ilgili çizimlerde bu delik resmedilmektedir. Yakut şamanları ise bundan mülhem olmak üzere, elbiselerine genelde yeryüzünü temsil eden yuvarlak bir metal levha iliştirirler ki, bu levhalarda duman deliği yeryüzünün ortasında yeralmaktadır.


Diğer Önasya kültürlerinde de yeraltına dünyasının göbek deliğindeki bir yarıktan geçerek seyahât edilebileceği düşüncesi yeralır.



Uno Harva'nın Altay Panteonu adlı kitabında alıntılanmıştır.


Çeviren: Erol Cihangir

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak