5 Kasım 2022 Cumartesi

Balıklı Göl / Şanlı Urfa

 


Dandanakan Savaşı

Dandanakan Savaşı , Nedenleri, Sonuçları ve Tarihi 


Oğuzlar 10. Yüzyılda Altay dağlarının batı yamaçlarından Sibirya ormanlarının güneyindeki Aşağı Volga’ya kadar uzanan steplerde yaşıyorlardı. Bir taraftan Roma-Bizans’la, diğer taraftan Çinlilerle ilişki içindeydiler. İki-üç yüz yıl süredir de güneyden İslam dünyası ile temas halindeydiler. Oğuz boylarının belli başlı grupları İslamiyet’i kabul etmiş ve önce Samanilerin, sonra da Gaznelilerin egemen olduğu İran sınırlarına kadar yayılmışlardı.


Doğu Türklerinin ilk göç hareketi, Kıtayların ilk baskısı ile gerçekleşmişti. Bundan yarım asır sonra yine Kıtayların Moğolistan’dan Orta Asya’ya doğru istilaları ile ikinci Türk göçü başlamıştı. İbnü’l Esir, Çin’den çıkan bu Türk boylarının sayısını 300 bini aşkın çadır halkı olarak verir. Maveraünnehir’e ulaşmaları Oğuzları, Türkistan hakimiyeti üzerinde mücadele halinde bulunan Karahanlı – Gaznenilerle karşı karşıya getirecekti.


Dandanakan Savaşı’nın Sebepleri ve Nedenleri


Harem ülkesi 1017’de Gazneliler tarafından işgal edilmişti. Gazneliler, ellerini Azerbaycan’a kadar uzanan ilk Müslüman Türk devletiydi. Bu sırada Gazneli Mahmud’un izni ile Türkmenlerden bir zümre, Horasan’a geçerek yerleşmişti. Balkan Türkmenleri olup daha sonradan Irak Türkmenleri denilen bu Oğuzlar, Siriderya havzasından gelmişlerdi. Balkan üs olmak üzere İran içlerine akınlar yapıyorlardı. 1015-1038 senelerinde Yağmur, Kızıl ve Boğa Beylerin idaresi altında Amuderya ile Dicle arasındaki  ülkeleri; hatta Mükran, Sind ve Sistan taraflarını kasıp kavuran Irak Türkmen kuvvetleri, dört bin civarında, yani az sayıda ama zinde bir orduydu.


Bu sırada Selçukoğlu Çağrı Bey, kardeşi Tuğrul Bey’i Moyun Kum taraflarında bırakarak, Harezm ve Buhara arasında Horasan’a geçmişti. Önce bu Oğuz grubuna, daha sonra muhtemelen Gazneli ordusuna katılarak, onlarla birlikte Hazar’ın güney sahilinden Azerbaycan’a geçip orada bulunan Şeddadoğulları ile birleşmişti. Oradan Van’a ve Aras nehrini aşarak Nahçivan, Devin ve Nik taraflarına geçti. Sonra tekrar Maveraünnehir ve Sinderya taraflarına döndü. Bu gidiş ve dönüşü 1015-1021 seneleri arasında gerçekleştirdi.


Urfalı Meteos, bu Selçuklu akınları sırasında o güne kadar Türk süvarisi görmeyen ahalinin uzun saç örgülü, ok ve yay silahlı Türk süvarilerini hayretle seyrettiklerini anlatır. Çağrı Bey’in bu cesur hareketleri Selçuklular için bir nevi keşif seferiydi. Tecrübeli bir devlet adamı olan Gazneli Mahmud, Selçukoğulları’nın bu hareketlerini titizlikle takip ediyordu. 1025’lerde Selçuklu Arslan Yabgu, Gaznelilerin elinde esir iken kendi memleketinden, diğer bir deyişle Siriderya ve Amuderya arasındaki Oğuzlardan yüz bin kadar asker çıkarabileceğini söylüyordu. Selçukluların o taraflarda yaşayan oymakları yaklaşık yarım milyondu. Arslan Yabgu’nun bu kitle üzerinde etkisi vardı. Sultan Mahmud, Arslan Yabgu’yu yanına çağırıp rehin sıfatı ile alıkoymuş ve Hindistan hududunda Kalincer kalesine hapsetmişti. Bu durum Gaznelilerle Selçukluların arasını açmıştı.


Sultan Mahmud’un oğlu ve Irak-ı Acem valisi Mesud, Horosan’da kalan Türkmenlere vaatlerde bulunarak onları maiyetine almış, babasının ölümünden sonra onun yerine geçtiğinde de bu Türkmenlerden istifade etmişti. Bunlardan Yağmur, Sultan Mahmud’un oğlu Mesud’un Rey şehrine tayini ile birlikte kuvvetleriyle onun ordusuna katıldı. Boğa’nın komuta ettiği Oğuzlar, Rey’deki Oğuzlarla birleşip şehre saldırdılar. Mansur ve Göktaş’ın komutasındakiler ise, Hemedan’a gidip şehri kuşattılar. Bir süre sonra Türkmen beylerinden Yağmur Bey’in Rey havalisi kumandanı tarafından öldürülmesi ile yöredeki Türkmen oymakları harekete geçti. Boğa, Dana, Göktaş, Anasıoğlu ve Kızıl gibi liderlerinin maiyetindeki 10 binden fazla Türkmen, Sultan Mesud’un gönderdiği Gazneli kuvvetlerini bozguna uğrattı. 1036’da bir kısmı Irak-ı Acem’e dağıldıysa da önemli kısmı Azerbaycan’a yürüdü ve kendilerinden evvel oraya gelmiş olan soydaşları ile birleşip bölgenin çeşitli yerlerine yayıldı ve kışlaklar kurdular.


Selçukluların kazandıkları ilk zaferden sonra Gaznelilerin bölgedeki siyasi ve askeri durumu ciddi bir şekilde sarsıldı. Ama Karahanlı hanedanına mensup Böritekin’in, 1038’de Toharistan ve Huttalan taraflarına bir akın yapmasıyla, onunla Ali Tekin oğulları arasında başlayan gerginlik, Gaznelilerin işine yaramıştı. Sultan Mesud, Selçuklulara ve Harzemşah İsmail’e karşı Cend Emri Şah- Melik’i ittifakına aldı. Gönderdiği bir menşur ile de Harezm vilayetini ona havale etti. Bu tedbirleri aldıktan sonra 1038’de 60 savaş fili de dahil olmak üzere, 30 bin kişilik bir orduyla Gazne’den Belh’e hareket etti. Subaşı kumandasındaki bir orduyla Gazne’den Belh’e hareket etti. Subaşı kumandasındaki bir orduyu Herat’a, başka bir orduyu da Merv üzerine göndermişti.


Gazne ordusu, Oğuzları uzaktan takip ediyor, Oğuzlar uzaklaşınca takip sürüyor, fakat yakınlaşınca savaşa girmek istemedikleri için geri çekiliyorlardı. Görünen o ki, Gazne Devleti, Selçukluları ve Türkmenleri tamamıyla ezmek kararındaydı.


Sultan Mesud, Belh’e vardığı zaman, Çağrı Bey de süratle Talekan, Faryab ve Şapurgan taraflarını istila etti. Hatta 1039 Mart’ında gönderdiği akıncılar, bizzat Sultan’ın bulunduğu Belh civarını yağmalamış ve sultanın bir filine de el koymuştu. Çağrı Bey’in bu çevik hareketi ile tehlikenin kapıya geldiğini gören Mesud, artık daha fazla bekleyemezdi. Nisan ortalarında Sarahs’a doğru yürüyen ordu, 70 bin süvari ve 30 bin piyadeden oluşan, devrin en kuvvetli ve teçhizatlı savaş gücüydü. Bu sebeple ‘’ bütün Türkistan harekete geçse ‘’ bu orduyu durdurmanın imkansız olduğu düşüncesi hakim olmuştu. Bu durum karşısında Çağrı Bey de Sarash’a varmış, Yabgu 20 bin süvarisi ile Merv’den, Tuğrul Bey de Nişabur’dan gelerek, güçlerini birleştirmişti.


Selçuklular savaşa hazırlanmakla beraber, bu muazzam ordu karşısında endişeye de kapılmışlardı. Bundan dolayı Horasan’ı terk edip, Ciban bölgesine çekilmeyi düşünüyorlardı. Fakat Çağrı Bey, kımıldamanın ve başka bir yerde tutunmamın imkansız olduğu fikrini savunuyordu. Ayrıca Gazne ordusunun ağır, hareket kabiliyetinin zayıf, kendilerinin ise hafif ve hareketli olduğu ileri sürerek, Bey Toğalı ve Subaşı ordularını bu sayede bozguna uğrattıklarını hatırlattı. Askeri bilgisini gösteren bu fikir kabul edildi.


İki ordu 15 Mayıs 1039’da davul ve boru sesleri ile savaşa başladı. Gazne ordusu şiddetli bir hücuma geçince bozulan Selçuklular çöle çekilmişlerdi. Çöl harekatına alışık olmayan Gazne ordusu, Selçukluları takip edemedi. Selçuklular da düşmanı hırpalamak için sık sık çölden çıkıp Gazne ordusuna baskınlar yapıyor, su kuyularını tahrip edip tekrar çöle dönüyorlardı.


Kısmi bir başarı kazanan Sultan Mesud, sıcakları geçirmek için Herat’a çekilmek ve Selçukluları barışa zorlamak düşüncesindeydi. Birbirlerini oyalamak maksadıyla geçici bir anlaşmaya vardılar, fakat iki taraf da bir yandan hazırlıklarını sürdürüyordu. Türkistan’dan gelmekte olan Oğuz göçmenlerini de yardıma çağıran Selçuklular, gittikçe çoğalıyor ve kuvvetleniyorlardı. Bundan dolayı bu geçici anlaşma Selçukluların işine yaramıştı.


Sultan Mesud, 1039 Ağustos’unda ordusu ile birlikte Herat’a döndü. Fakat daha yolda iken Türkmenlerin takip ve hücumlarıyla kayıplara uğramış ama karşı saldırıyla onlara da kayıp verdirmişti. Sultan Mesud, Herat’ta hazırlık ile uğraşırken, Tuğrul ve Çağrı Beyler, tekrar Nişabur, Merv taraflarına hakim olmuşlardı. Harezmşah İsmail ile bağ kurarak, Ceyhun bendlerini açtırdılar. Selçukluların kazandığı iki zafer, Oğuzların Horasan’a geçişini hızlandırmıştı. Horasan’a öyle bir insan akını başlamıştı ki Gazneli tarihçi Beyhaki’ni yazdığına göre, Horasan hazinelerinin topraktan çıkarıldığını duyan ihtiyar ve topal bir kadının da bir hisse koparmak maksadı ile yola koyulduğuna dair hikayeler bile anlatılıyordu.


Dandanakan Savaşı’nın Önemi ve Sonuçları 


Sultan Mesud hazırlıklarını bitirmiş ve ordusunu çöl harekatına elverişli hale getirmişti. 1039’da harekete geçti ve Tuğrul Bey’i yakalamak üzere Nişabur’a girdi. Tuğrul Bey’in Şadyah’ta oturduğu eski sarayına yerleşip kışı burada geçirdi. Selçuklular endişe içindeydi. Uzun müddetten beri Tuğrul Bey’in zırhını ve çizmelerini çıkarmadan uyuduğuna dair haberler yayılıyordu. Tuğrul Bey’e kararını sordukları zaman, ‘’ Dehistan, Gurgan istikametine çekileceğiz ‘’ cevabı alınmıştı. Aynı zamanda Tuğrul Bey, Gazne ordusunun gelemeyeceği düşüncesiyle, Rey ve Cibal taraflarına göçmek ve oralardaki Türkmenler ile birleşmek niyetindeydi. Çağrı Bey ise buna karşı çıkıyordu. Gazne ordusunun çölden gelirken yorulacağını ve karşılaştıkları zaman Selçukluların daha iyi durumda olacaklarını söylüyordu: ‘’ Şimdi Gazne kuvvetleri atlarından inip endişesiz bir şekilde istirahata çekilmiştir. Takip edilmediklerinden de emindirler. Eğer hemen onların üzerine yürürsek belki de amacımıza ulaşırız. ‘’


Sonunda Selçuklular Çağrı Bey’in fikrini kabul edip, Balhar Dağı yönünde yola çıktılar. Çağrı Bey’in askeri görüşleri hakim olduğu için 1040 yılının Mayıs ayı ortalarında, Ramazan’ın ilk günlerinde çarpışmaya giriştiler. Selçuklular ağırlığı 2 bin atlı ile gerilere gönderdiler. Asıl ordu 16 bin atlıdan oluşuyordu. Börü Tekin ile Yınallıların öncü olarak gönderilmesi kararlaştırılmıştı. Yınallıların emrinde bin Türkmen atlısı, Börü Tekin’in emrinde ise 500 mülteci atlısı bulunuyordu. Çağrı Bey, hafif süvarilere süratle saldırıp çekilme hareketleri yaptırıyor, surları ve kuyuları tahrip ederek Gazne ordusunu susuz bırakıyordu.


Sultan Mesud ise, Merv ve Sarahs arasında, kum çölü kenarında, surları ve kuyuları bol Dandanakan hisarına doğru ilerleyip, ordunun susuzluğunu gidermek niyetindeydi. Fakat Gazne ordusu oraya varınca, bu kuyuların Selçuklular tarafından imha edilmiş olduğunu gördü. Kuyuların tamir etmektense, ilerdeki kuyulara yetişmek üzere harekete devam ederken, Selçuklu baskınları şiddetlenmişti. Bu andan itibaren Gazne ordusunun disiplini bozuldu.


Türk-İslam tarihinin dönüm noktalarından birini teşkil eden Dandanakan Meydan Muharebesi üç gün sürdü. Susuzluk yorgunluk, açlık ve nihayet fikir ayrılıkları içinde bitkin durumda bulunan Gazneliler, Çağrı Bey’in saldırışları ve bu esnada 370 Türk kölesinin Selçuklulara geçişi ile bozguna uğradı. Başta Beg-Toğdı olmak üzere, askerlerin firarı ile sağ-sol kanatlar çöktü. 30 Mayıs 1040 Cuma günü Gazne ordusu diye bir şey kalmamıştı ortada. Sultan Mesud, 100 süvari ile savaş meydanını terk ederek güçlükle kurtuldu. Selçuklular Gazne ordusunun bütün hazinelerini ele geçirdi. Çağrı Bey, bu ganimetleri kendine ayırmaksızın adamlarına paylaştırdı ve Mesud’un otağına inip tahtına oturdu.


Selçuklu askerleri, Mesud’un askerlerinin geri dönmesinden çekinerek üç gün boyunca at sırtından inmemişlerdi. Diğer yandan Sultan Mesud, bütün bir yılın vergisini affetmiş ve Gazne’ye çekilmişti. Tuğrul Bey, buradan Nişabur’a geçti. Çağrı Bey, Belh üzerine, Yabgu ise Herat üzerine yürüdü. Artık bu bölgede Selçukluların karşısına çıkacak ciddi bir kuvvet kalmamış tarihin bu bölgedeki akışı bu savaşla değişmişti. Selçuklular, Dandanakan’da kazandıkları zaferle güçlerini Gaznelilere kabul ettirdiler ve savaş sonunda İran yaylasının bütün yolları Selçuklulara açıldı.


1040 Dandanakan Savaşı ile Selçuklu Devleti bağımsız bir devlet halinde yükseldi. Anadolu seferlerine yönelmelerinin yolu bu zaferle açıldı. Tuğrul Bey 1043’te Kazvin’e geldiği zaman hakimiyeti altına girmeyi reddeden Oğuzlar, ertesi yıl yeni göçlerle kuvvetlenecekler ve büyük kitleler halinde Doğu Anadolu’ya gireceklerdi. Diğer Oğuz kitleleri Diyarbakır istikametinde ilerleyerek, Meyyafarikin ( Silvan ), Mardin ve Cizre’ye ulaştılar. Bizans İmparatoru II. Basilaios ( 976-1025) Doğu’da ilhak politikası izlemiş, İmparator Konstantinos Monomakhos ( 1042-1055) da Ermeni ve Gürcüleri baskı altında tutup, Türk akınlarını durdurmak üzere Ani ve Dovin şehirlerine ordu göndermişti. Sultan Tuğrul ise bu Bizans saldırısına karşın İbrahim Yınal, Kutalmış ve Hasan’ı büyük bir ordu ile Azerbaycan’a gönderdi ve bu sistemli Selçuklu seferinde, 1046’da, Gence önlerinde Bizans ordusu yenilgiye uğradı. Bu seferleri diğerleri takip etti ve Türkmenler değişik kollar halinde Erzurum, Ahlat, Muş, Malatya, Irfa, Şarki, Karahisar, Sivas ve Kızılırmak havzasına kadar ulaştı. Neticede Büyük Selçuklu Devleti’nin temelinin atılışı, Türkmen göçü ve Anadolu’nun Türkleşmesinin önemli odak noktası, Dandanakan Savaşı olmuştur.


Selçuklu Devleti’nin kuruluşundan Malazgirt’e kadar 30 yıl süren seferler bir yandan Türkmen göçüyle, diğer yandan  da Selçuklu ordularının himayesinde Anadolu’da yayılıyordu. Bizans İmparatorluğu’nun direnişi kırılarak Türklere yeni bir vatan hazırlanıyordu. 1044’te Halife’nin elçisi Maverdi’ye ‘’ Benim askerlerim çok kalabalıktır ve memleketler onlara kafi gelmiyor’’ diye Tuğrul Bey, Selçuklu Devleti’ni kurunca Türkistan’da sel halinde gelen Türkmen göçleri için engel kalmamış, bu bölgeler Türklere açılmıştı.

Alıntıdır.

ATOMU BİRARADA TUTAN PARÇALAR

  

Gözle görülmeyecek kadar küçük parçacıkların nasıl olup da bir boşlukta düzenlenerek atomu oluşturabildikleri önemli bir sorudur. Bu parçacıklar, atomu çok özel bir tasarım ile meydana getirmektedirler. Bu tasarımın en önemli özelliklerinden biri, parçaların birbirlerini itmelerini ve çekmelerini sağlayan temel kuvvetlerin varlığıdır. Bu temel kuvvetler, atmosfer basıncından dünyanın yörüngesine kadar evrendeki tüm hassas dengeleri kontrol altına aldıkları gibi, atomu oluşturan parçacıklar üzerinde de etkilidirler. Bu dört temel kuvvet; Güçlü Nükleer Kuvvet, Zayıf Nükleer Kuvvet, Yerçekimi Kuvveti ve Elektromanyetik Kuvvet'tir.

Bu kuvvetler öylesine hassas bir orana sahiptirler ki, bu orandaki en küçük bir değişiklik, canlılığın yok olmasına, gezegenlerin birbirleriyle çarpışıp birer toz bulutu haline gelmesine ve dolayısıyla evrenin silinip gitmesine neden olabilir. Örneğin Yerçekimi Kuvveti biraz farklı olsa, yıldızların sabit konumu etkilenecek, yıldızlar ya birbirlerinden uzaklaşarak uzay boşluğunda başıboş dolaşacaklar ya da birbirlerine gitgide yakınlaşarak çarpışacaklardır. Dört temel kuvvet, devasa boyutlar için olduğu kadar en güçlü mikroskoplar altında bile zorlukla görülebilen mikro alemler için de denge sağlayacak kusursuz oranlarla yaratılmışlardır.

 

Bu kuvvetlerden Güçlü Nükleer Kuvvet, atomun içinde son derece büyük ve önemli bir denge sağlar. Normal şartlarda atomun içinde protonların birbirlerini itmeleri ve mümkün olduğunca birbirlerinden uzaklaşmaları gerekmektedir. Çünkü protonlar artı yüklüdürler ve aynı yükler birbirlerini daima iterler. Ancak evrende var olan Güçlü Nükleer Kuvvet sayesinde protonlar, yüksüz olan nötronlarla birlikte çekirdekte birbirlerine kenetlenmiş haldedir. Bir başka deyişle Güçlü Nükleer Kuvvet, protonları birarada tutarak atomun merkezindeki çekirdeği oluşturur. Bu gücün şiddetini anlayabilmek için atom bombasının meydana getirdiği etkiyi düşünmek yeterlidir. Bu bomba, atom çekirdeğine bir parçacık -genellikle nötron-, fırlatılması ile çekirdeğin parçalanması sonucunda oluşmaktadır. Çekirdek parçalandığında, çekirdekteki proton ve nötronları birarada tutan kuvvet açığa çıkmakta, karşısına çıkan her canlıyı "kül" haline getiren ve radyoaktif etkisi yıllarca devam eden benzersiz bir güç oluşmaktadır. Bu, sadece, gözle görülmeyen bir atomun içine gizlenmiş olan ve karşısındaki insanları aciz ve savunmasız bırakan bir kuvvettir. Çekirdeğe etki eden söz konusu Güçlü Nükleer Kuvvet öylesine dengelidir ki, evrenin oluşumundan beri maddenin var olması ve aynı zamanda bir denge içinde varlığını sürdürmesi için en uygun değere sahiptir. Eğer söz konusu kuvvet biraz daha güçlü olsaydı proton ve nötronlar birbirlerinin içine geçerlerdi. Eğer biraz daha az olsaydı, bu parçacıklar birbirlerinden ayrılıp uzaklaşırlardı. Bu durumda canlı veya cansız varlıklardan, Dünya, Güneş veya evrenden kuşkusuz söz edilemezdi.

Atomları kararlı ve dengeli bir yapıda tutmaya yarayan bir diğer güç ise Zayıf Nükleer Kuvvet'tir. Özellikle içinde fazla sayıda nötron ve proton olan atomlar için önemli olan bu kuvvet, atomun içinde bir nötronun protona dönüşmesi gibi bir durumda atomun parçalanmasını engellemektedir. Bu son derece önemli bir önlemdir, çünkü hatırlanacağı gibi atomun parçalanmasının anlamı bir atom bombasının oluşmasına neden olan gücün açığa çıkmasıdır. Bazı atomlarda kontrolsüzce meydana gelebilecek bu durum büyük bir tehlikedir ve Zayıf Nükleer Kuvvet'in etkisi sonucunda ortadan kalkmaktadır.

Atomun içinde Güçlü ve Zayıf Nükleer Kuvvetler'in, proton veya nötron kadar etki etmediği bir parçacık vardır: Elektron. Elektronun diğer parçacıklar kadar etkilenmemesinin nedeni diğerlerine göre çok daha küçük olmasıdır. Elektronların, çekirdeğin çevresindeki yörüngelerinden ayrılmadan dönmelerinin nedeni, onlara etki eden Elektromanyetik Kuvvet'tir. Elektron, sahip olduğu eksi elektrik yükü nedeni ile, artı yüklü çekirdeğin çevresinde hiç durmadan döner. Dönüşü sırasında ortaya çıkan merkez kaç kuvveti, Elektromanyetik Kuvvet ile dengelenir ve böylece elektron yörüngede kalır. Elektromanyetik Kuvvet'in hassas değeri ise elektronların çekirdeğe yapışmalarını veya çekirdekten tamamen uzaklaşmalarını engellemektedir. İşte "atom"un yapısı bu şekilde oluşur.

Evrendeki dört temel kuvvetin şiddetleri birbirinden çok farklıdır ve bu fark çok ince bir dengeye dayanmaktadır. Örneğin Güçlü Nükleer Kuvvet, Yerçekimi Kuvveti'nin değerinden yaklaşık "milyar kere milyar kere milyar kere milyar kere milyar" kadar daha büyüktür. Güçlü Nükleer Kuvvet ile Elektromanyetik Kuvvet arasında ise "milyon kere milyon"dan daha büyük bir fark bulunmaktadır.

Eğer bu değerler biraz farklı olsalardı ne olurdu?

Protonlar çekirdekte birarada durmaz, elektronlar etrafa dağılır ve evrende tek bir tane bile atom olmazdı. Tüm evren, radyasyondan ibaret olurdu. Yıldızlar, gezegenler ve insanlar var olamazdı.

Örneğin şu anda eğer bedeninizi oluşturan atomların Güçlü Nükleer Kuvvet'i birazcık olsun zayıflasa, vücudunuz bir anda tuzla buz olur. Bunun için sadece "binde birlik" bir oynama bile fazlasıyla yeterlidir.

Ama bedeninizi ve diğer maddeleri oluşturan atomlar, dört temel kuvvetin hassas dengesi sayesinde hep istikrarlı olarak dururlar. Dört temel kuvvetin değerlerindeki bu hassasiyet, bilim adamlarını son derece şaşırtmıştır. Bu bilim adamlarından biri olan ünlü astrofizikçi Paul Davies, şu yorumu yapar:

Eğer biraz daha farklı sayısal değerler seçilmiş olsaydı, evren çok daha farklı bir yer olacaktı. Ve büyük olasılıkla onu görmek için biz burada olamayacaktık... İnsan kozmolojiyi araştırdıkça, inanılmazlık giderek daha belirgin hale gelir. Evrenin başlangıcı hakkındaki bu bulgular, evrenin, hayranlık uyandırıcı bir hassasiyetle düzenlenmiş olduğunu ortaya koymaktadır.

 

Atomun En Dış Sınırı: Elektronlar

 

Atomun içinde, -son dönemlerde keşfedilmiş daha küçük parçacıkları dikkate almazsak- temel parçacıkların en küçüğü elektronlardır. Elektronlar, proton ve nötronların neredeyse ikibinde biri kadardır. Elektronların enerjileri oldukça yoğundur. Elektronların, çekirdek çevresinde belirli yörüngeleri vardır. Sahip oldukları yoğun enerjinin ve kendilerine etki eden kuvvetlerin tesiri ile bu yörüngelerde hem kendi çevrelerinde hem de çekirdeğin çevresinde durmaksızın dönerler.

Elektronların sahip oldukları enerji ile son derece kusursuz bir denge meydana gelir. Bu dengeyi şöyle bir örnekle açıklayabiliriz: Uzun bir çubuğun ucunda geniş bir tabağı sabit tutmanız normal şartlarda imkansızdır. Ama eğer tabağı belli bir hızda döndürürseniz, tabak çubuğun ucunda durur. Tabak, hızını kaybettiğinde ise kaçınılmaz olarak düşüp kırılacaktır. Dolayısıyla böyle bir denge için gerekli olan tek şey uygun düzeyde enerjidir. İşte evrendeki başlıca dengelerin temelindeki sır budur. Gezegenleri Güneş'in, elektronları ise atom çekirdeğinin çevresinde tutan gücün kaynağı bu enerjidir. Elektronlar büyük bir hassaslıkla ayarlanmış bu enerji sayesinde çekirdeğin çevresinde hiç durmadan dönerler. Yüksek enerjileri nedeniyle yaptıkları bu dönüş hareketi onların çekirdeğin etrafından savrulup uzaklaşmalarını engellemektedir.

Elektronların dönüş hızı ise gerçekten hayret vericidir. Elektronlar, çekirdeğin çevresinde saniyede 1.000 km. gibi olağanüstü bir hızla dönerler.Bu yüksek hıza rağmen birbirleriyle asla çarpışmazlar. Bunun nedeninin elektronların eksi yüklü olması ve dolayısıyla birbirilerini itmeleri olduğu kabul edilir.

Çekirdeğin etrafında yedi farklı enerji düzeyi, yani yedi farklı yörünge vardır. Elektronlar sahip oldukları enerji seviyelerine göre bu yörüngelerden birine tutunurlar. Kütleleri ve hızları daima birbirinin aynı olan elektronların neden farklı enerji seviyelerine sahip oldukları ise dikkat edilmesi gereken bir noktadır. Evrende var olan sistemde, birbirinden farklı yörüngeleri, birbirlerinden farklı boyut ve hızdaki maddeler meydana getirirler. Buna verilebilecek en iyi örnek Güneş Sistemi'ndeki gezegenlerdir. Her biri birbirinden farklı kütlelere ve farklı hızlara sahip olan gezegenler, bunun doğal bir sonucu olarak birbirlerinden farklı yörüngelerde dönerler. Ancak elektronlar için bu kural geçerli değildir. Birbirlerinden herhangi bir farkları bulunmayan, kütleleri ve hızları daima aynı olan bu parçacıkların farklı enerji seviyelerine sahip olmaları için aslında hiçbir sebep yoktur. Ama moleküllerin oluşabilmeleri için birbirinden farklı olan bu yörüngelerin varlığı şarttır. Atomun içinde birbirinden farklı yörüngeler bulunması, bizleri ve tüm evreni oluşturan molekülleri meydana getirmektedir. Aynı zamanda renkleri de oluşturmaktadır çünkü çeşitli renklerin varlığının nedenlerinden biri, farklı yörüngelerdeki elektronların birbirlerinin yörüngelerine atlamalarıdır.

 

Alıntıdır.

Ayasofya Camii / İstanbul

 


Türk Soylu Halklarda Dünya Tasavvuru-1

 Yeryüzü


Kuzey Sibirya halklarından bahsederken, Georgi; “bu halkların dünya tasavvurlarının genel olarak kendi av alanlarının dışına pek çıkmadıklarını” belirtir. Aslında, bir tabiat insanının dünya hakkındaki tasavvurlarının sadece kendisi ve atalarının hayatları boyunca edindikleri tecrübenin algılarından ibaret olması anlaşılır bir durumdur. Yenisey nehrinin başlangıç mecralarında yaşayan halklar da, bu sebeple insanlarla meskun bulunan yeryüzünün kendilerinin Kuzeyine doğru uzanan bölgeden ibaret olmakla, Yenisey nehrinin Güneyden gelip, Kuzeyde Buz denizine döküldüğüne inanıyorlardı. Güney istikametine “yukarısı”, Kuzey istikametine ise “aşağısı” adını veriyorlardı. Bu tasavvura göre Güney önlerinde, Kuzey ise arkalarında kalıyordu. Bir çok Türk boyunun ana istikametleri Doğu ve Batıdan oluşu, Doğu’yu önlerine, Batıyı ise arkalarına almak esas kabûl ediliyordu. Bu tasavvurların çıkış noktası ise, tabii olarak güneşin doğuş ve batış istikametlerine işaret etmekteydi. Sözkonusu bu istikametlerin özellikle ibadet açısından çok daha önemli bir yanı vardı. Gökyüzüne ve yeryüzü üzerindeki varlıklara kurban verileceği zaman Doğuya dönülür, yer altındaki ruhlara, yâni ölülere kurban verileceği zaman ise, Batıya dönülerek ibadet edilir, Volga kıyılarında yaşayan Fin kökenli boylar da kurban verirken benzeri şekilde istikamet alırlardı.


Mahallî ilişkilerin şartları gereği kapalı bir hayat süren insanların coğrafî tasavvurlarını ne derece şekillendirebileceğine ilişkin bir örnek de Yakut inançlarında görmek mümkündür; Yakutlara göre bütün dünya Lena nehrinin etrafından ibarettir. Başlangıç noktası nehrin kaynağında yer almakta, denize döküldüğü yerde de ise dünya bitmektedir. Keza, Yenisey Ostyakları da benzeri bir tasavvurla, nehirlerinin bütün dünyanın ortasından aktığına ve dünyadaki bütün insanların Yenisey ve kollarının etrafında yaşadıklarına, bu nehrin gökten veya göklere kadar uzanan bir dağdan doğduğuna dair hikayeler anlatırlar. Aynı vadide yaşayan Samoyedlerin inançlarına göre Yenisey nehri, göğün altıncı katındaki büyük bir denizden doğmuştur.


Samoyedler, Kuzeye doğru akan Yenisey nehrinin Buz denizine taşıdığı devasa su kütlesini düşünerek, nehrin denize döküldüğü noktada, akan suları yutan ve asla dolmayan çok derin bir uçurum olduğuna inanırlar ki, burada aynı zamanda dünyadan göçenlerin ruhlarının yeraltına girdikleri bir de mağara bulunmaktadır. Ob nehrinin denize döküldüğü bölgedeki halkların dünya tasavvurlarında benzeri bir su altı uçurumu (girdabı) yeralır.


Bu tip mahallî tasavvurlar dışında, Orta ve Kuzey Asya’nın birbirlerinden uzak bölgelerinde yaşayan halklar arasında da çeşitli ortak inançlara rastlamak mümkündür. Ancak, Türk kökenli halklarda şümûllü, açık ve eksiksiz bir dünya görüşü aranacak olursa, bu konuda sıkıntıyla karşılaşılır. Araştırmacıların üzerinde çalıştığı bir halkın, aynı konularda muhtelif anlatılarında bile kimi zaman ciddi farklılıklar görülmekle, bu birbirinden bağımsız halk inançları ve tasavvurları arasında derin çelişkiler ve açıklığa kavuşmamış noktalar bulunmaktadır. Bu durum, kısmen zaman içerisinde halk inançlarında doğan yeni tasavvurların eskilerinin yerini alması veya eskileriyle birlikte yanyana devam etmeleri ile açıklanabilir. Mahallî (söz konusu halkın kendisine ait olan) inanç ve ritüellerin, diğer halklardan mülhem mitlerden daha eski ve halk tarafından daha önceden benimsenmiş olduğu da açıkça fark edilebilir. Yabancı dinler, bölgeye geldiklerinde yeryüzü ve dünya hakkında kendi anlayışlarını getirmişlerdir. Ancak, bu konuda gözlenebilecek benzerlik ve paralellikler, bu tasavvurların tanıdığımız bir başka dinden geldiği anlamı taşımaz. Zira, Altay ırkına mensup halklar, daha tarih öncesi devirlerden itibaren bir şekilde başka halklarla karışmış olmalarından dolayı, inanç tasavvurlarında rastlanan paralellikler, her zaman başka bir kültürel etkinin ispatı da sayılmaz.

İnsan gözünün algısı sebebiyle (optik yanılgı), ufuk çizgisi dünyanın etrafını dolaşıyormuş hissi uyandırdığından, dünyanın dış sınırlarının çember şeklinde olduğu inancı doğar. “Gökyüzünün dört köşesi” kavramı da, aynı şekilde yaygın olup, dört ana yön ile bağlantılıdır. Yakut efsanelerinde fırtına ve rüzgârların dünyanın “dört köşesi”nde oluştuğu ve gökyüzünün zirvesinde buluştukları anlatılır. Georgi, Tunguzların yeryüzünü tasvir etmek için dört köşeli bir demir levhayı kullandıklarını bahseder. Moğol yaradılış efsanelerinden birinde de bir varlığın demir bir çubuk ile “İlk deniz”i oluşturan sıvıyı uzun uzun karıştırdığı ve böylece bu ”İlk deniz”in üst yüzeyinin yoğunlaşıp, tabakalaştığı ve yeryüzünü oluştuğu anlatılır. Yeryüzünün dış sınırları, ilk başta çember şeklinde olup, daha sonra dört köşe hâlini almıştır. Ancak, nadiren de olsa yeryüzünün sekiz köşeli ve sekiz kenarlı olduğuna dair tasavvurlara da rastlandığı olur. Bu sekiz köşe fikri, sekiz yön ile de ilişkili olup, özellikle Yakut efsanelerinde “sekiz köşeli yeryüzü ana”nın bahsi geçer. Bütün bunlar içinde en sık rastlanan görüş, yeryüzünün çember şeklinde olduğuna dair olanıdır ki, Yakut şamanlarının çoğunun elbiselerinde yeryüzünü çember şeklinde tasvir eden figürler, bu inancın tezahürü olarak görülür.


Orta ve Kuzey Asya halklarının inançlarında yeryüzünün bir ekmek somunu şeklinde yuvarlak olarak tasavvur edildiğini görürüz. Bu somunun altında ve çevresinde uçsuz bucaksız bir deniz “Urmeer” (İlk deniz veya ezeli deniz) uzanmaktadır. Ancak bu inancın ilk olarak, deniz kenarında yaşayan halklar arasında çıkmış olması ihtimâl dahilindedir. Doğu halklarının dünya tasavvurlarında (ve aynı zamanda Kızılderili efsanelerinde) bu “İlk deniz-Urmeer” kavramının önemli bir yeri vardır. Eski Yunanlılardaki Okeanus buna tekabül eder ki, aynı şekilde Snorr’un Edda’sında “yeryüzü çember şeklinde ve dış kenarlarının ötesinde derin denizler vardır” şeklinde geçmektedir. Nitekim, yeryüzünün yaradılışına ilişkin efsaneler, yeryüzünün nasıl olupta bu uçsuz bucaksız bir denizin ortasında meydana geldiğini açıklamaya çalışılır. Türk soylu halklarda, “Urmeer-İlk deniz” kavramı, efsanelerde geçmesine karşılık, halk inançları arasında görülmez.


Vogulların (Wogulen) yaradılış efsanelerinde, ilk insanın deniz ortasında oradan oraya sürüklenen ve yerinde durmayan yeryüzünde korkarak, Gök Tanrı’dan yardım istediği anlatılır. Gök Tanrı’da ilk insana gümüş kaplı bir kemer vererek, yeryüzünün etrafını bu kemerle sarmasını söyler. İnsan, Tanrının bu emrini yerine getirmesiyle, yeryüzünün etrafını çevreleyen sıra dağlar meydana gelir. Vogul ve Ostyakların inançlarında bu dağlar, Ural dağlarıdır.


Ural dağlarının, yeryüzünün etrafını saran dağlar olduğuna dair tasavvur, sadece adı geçen bu iki halkla sınırlı değildir. Herberstein, daha 16.yy’da basılan eserinde, Rusların Petçora nehri ötesindeki dağları “Semnoi Poyas” (Rusça: zemnoj pojas; yeryüzünün kuşağı) olarak adlandırdıklarından bahisle, kendisi de bunu “cingulis mundi vel terrae: yeryüzünün kuşağı) olarak tercüme eder. Herberstein’ın hazırlamış olduğu haritada Ural dağları (Yeryüzünün kuşağı-cingulus mundi) adıyla geçmektedir. Keza, Guagnino’da “Ziemnoi Poias” adı altında bundan bahseder ki, kitabında bu dağlardan Rusça adı olan Camenoi Pojas (Rusça: kamennoj pojas: Taş kuşak) olarak bahseden Witsen de, Rusların bu dağların “yeryüzünün etrafını sardıklarını” düşündüklerini belirtir. Munkacsi, Rusların bu tasavvuru Vogullar veya Ostyaklardan aldıklarını ileri sürmesi, muhtemelen bu tasavvurun, bu sahada yaşayan diğer halklar arasında da mevcut olduğunu göstermektedir.


Güneyde ise, benzeri tasavvurlara Kafkas dağlarıyla ilgili olarak rastlanacaktır. Bu konudaki kaynaklarda, Arapça ve Türkçede Kafkasların “Kaf” ile yazıldığı ve bu kelimenin de çok geniş bir anlamı olduğu bilinmektedir. Zenker, İslâm inancına göre “Kaf” harfinin sadece Kafkasları değil, aynı zamanda bütün yeryüzünü çevreleyen bir dağ silsilesini ifade ettiğine işaret ederek; “Kaf’tan “Kaf’a” sözü, dünyanın bir ucundan diğer ucuna anlamına gelmektedir. Budagov da bu kelimenin geniş anlamından bahsederken; “Doğu ülkelerindeki halkların, dünyanın etrafını sardığına inandıkları dağları” ifade ettiğine vurgu yapar. “Yeryüzünün etrafını saran dağlar” silsilesi tasavvuruna Tatar efsanelerinde de rastlanmaktadır. Bu efsanelerde, dünyanın ucuna kadar giden ve orada yalçın dağlarla karşılaşan kahramandan bahsedilir. Moğollarda görülen “yeryüzünün etrafını saran demir dağlar” tasavvuru ise, muhtemelen Tibet kaynaklıdır. Altay halk şiirlerinde geçen, üç katmanlı dünyanın bir kuşak ile sarılmasından bahisle; orta katman ortadan, en alt katman aşağıdan ve en üst katmandan yukarıdan sarılmaktadır. Ugur dil ailesi halkları arasında (Fin-Ugur halkları) görülen “yeryüzü kuşağı” kavramının da kökeninin Türk halklarındaki mukabil inanç tasavvurları gibi doğu ülkelerinden geldiği anlaşılmaktadır.


Üzerinde insanların yaşadığı yeryüzünün üstündeki “gök kubbe” ve yeryüzünün altındaki “yer altı” da, yeryüzünün etrafını saran kuşak fikri gibi Sibirya halklarının hayâl dünyasını meşgûl etmiştir. Bu düşünceye göre dünya üç katmandan oluşmaktadır. Olsen, Sayotelerin inanç tasavvurlarından bahsederken Sayotelerin yeryüzü, gökyüzü ve yer altını üst üste yatan üç büyük katman olarak hayâl ettiklerini ve yeryüzünün bu katmanlardan ortada olan olduğunu anlatır. Bazı Altay Tatarları bu katmanları; “Yukarı Dünya” (Baş Tanrı Ülgen ve hizmetlileri (yardımcılarının) bulunduğu), Orta Dünya (insanların yaşadığı) ve Alt Dünya (Ölüler Ülkesi Beyi ve hizmetlilerin (yardımcılarının) yaşadığı yer olarak adlandırmaktadırlar. Yakutlarda, ”görülebilen” ve ”görülemeyen” dünyayı “üst”, “orta” ve “aşağı” olmak üzere üçe ayırırlar. Yakut efsanelerinde sık sık insanların yaşadığı yeryüzünün kastedildiği “orta dünya (orto doidu)” kavramı, geçer. Bilindiği üzere, İzlanda şiirinde de midgarỡr “orta avlu” kavramı insanların yaşadıkları alan için kullanılmaktadır. Bu isimlendirmelerin sebebi, insanların yaşadıkları yeryüzünü dünyanın orta yeri olarak tasavvur etmelerinden kaynaklandığıdır. Moğollar, daha dar bir çerçeve içinde, eğer kendi vatanlarından bahsettiklerinde, “merkez ülke”, Çinliler de “merkez imparatorluk” kavramını kullanmaktadırlar. Bu bakış açısı ile bir halk, kolaylıkla diğer halkları ve ülkeleri kendi etrafında kalmak kaydıyla, kendilerini de merkez olarak düşünebilmektedirler. Diğer taraftan, yüksek yaylalarda yaşayan Moğolların yaşadıkları ortamın tabii şartları gereği, kendi vatanlarını yeryüzünün en yüksek ve merkezî noktası olarak tasavvur etmelerinde görüldüğü gibi, Moğolların nazarında diğer bütün ülkeler alçaklarda ve kendilerinin çevresinde yeralmaktadırlar.


Yeryüzünün merkezilik fikri, başka şekillerde de insanlığın hayâl gücünü meşgûl etmiştir. Asya’nın bazı eski kültürlerinde dünyanın merkezi, dünyanın göbek deliği olarak nitelendirilmekte ve buna uygun olarak bazı Türk boylarında da aynı tanımlama kullanılmaktadır. Yakut efsanelerinde sık sık adı geçen “sessiz mekân, yeryüzünün göbeği” veya “sekiz köşeli yer ananın göbeği” veya “en merkezi yerin gümüş göbeği” ifadelerine rastlanır. Bu nokta aynı zamanda “yeryüzünde en zengin, verimli, bereketin fışkırıp taştığı yer” olarak da anlatılır. Eski zamanların bir çok halk da meselâ, eski Yunanlılar-benzeri şekilde düşünmüşler, hâtta “dünyanın göbeğinin” (omphalὸsgẽs) resimlerini yapmışlar ve bu resimleri kimi zaman bereket boynuzu olarak ifade etmişlerdir. Finlilerle akraba olan bazı Doğu bozkır halklarında da dünyanın göbeği-göbek deliği- kavramına rastlanır. Bu konuda Votyaklarda, hastalıklara karşı yapılan bir büyü de şöyle seslenilmektedir: ”Yeryüzünün merkezinde dünyanın göbek deliği bulunur. Eğer onu oradan çıkartmayı başarabilirsen, bu hastanın canını da, kanını da al” Buradan da anlaşılacağı üzere, bu deliğin asla yok edilemeyeceğine dair olan inancın hâkim unsur olmasıdır. Yaradılışa ilişkin Orta Asya efsanelerinde, yeryüzünün bu noktadan (göbek deliği) başlayarak meydana geldiği ve gittikçe büyüyerek şimdiki konumuna ulaşmış olduğu anlatılır. Benzeri düşünce biçimine, Yahudi efsanelerinde olduğu gibi, hiç şüphesiz diğer Önasya halkları arasında da rastlanmaktadır.


Yeraltı dünyasına ise bir delikten girilir; Altaylardaki Tatar kabileleri bu deliğe “yeryüzünün duman deliği” adını verirler. Şamanlar bu delik vasıtasıyla yer altı dünyasına gider ve yine oradan geçerek insanların dünyasına geri dönerler. Dolayısıyla yeryüzü ile ilgili çizimlerde bu delik resmedilmektedir. Yakut şamanları ise bundan mülhem olmak üzere, elbiselerine genelde yeryüzünü temsil eden yuvarlak bir metal levha iliştirirler ki, bu levhalarda duman deliği yeryüzünün ortasında yeralmaktadır.


Diğer Önasya kültürlerinde de yeraltına dünyasının göbek deliğindeki bir yarıktan geçerek seyahât edilebileceği düşüncesi yeralır.



Uno Harva'nın Altay Panteonu adlı kitabında alıntılanmıştır.


Çeviren: Erol Cihangir

4 Kasım 2022 Cuma

TÜRK TARİHİNİN TÜRKÇE YAZILMIŞ ANA KAYNAKLARI

 


Orhun (Kök-Türk) Yazıtları


Orhun Yazıtlarının Türk Tarihi Açısından Yeri Ve Önemi


İlim dünyası genelde Türklerin uzun tarihi süreçleri içerisinde kendilerine ait çok fazla eser vücuda getirmedikleri noktasında fikir birliği içerisindedir. Ancak burada dikkatlerden kaçan, Türklerin komşuları olan Hintliler ve Çinliler gibi sabit bir şekilde toprağa bağlanmayıp, çok geniş bir coğrafyaya yayıldıklarıdır. Belki batı anlayışındaki gibi surlarla çevrili şehirler kurmamışlardır ancak Hunlardan itibaren şehirler kurduklarını (ki bugün dahi Mogolistan’da varlığını devam ettiren İvolga şehri buna dair en güzel örnektir) ve geçtikleri coğrafyalarda bıraktıkları kurganlara, taşlara, kayalara ya da yazıtlara kültürlerinin en belirgin özelliklerini kazıyarak gelecek nesillere izler bırakmışlardır. Ne yazık ki bunların büyük bir kısmı zamanımıza kadar ulaşamamış, savaşlarda ve büyük göçlerde kaybolmuşlarsa da son dönemlerde bulunanlar bile önemli bilgiler elde edilmesine imkan sağlalmıştır. Nitekim son yıllarda yapılan kazılarda toprak altında kalan kurganlar ve şehirler gün yüzüne çıkarılmış ve bunlar sayesinde bir nebze de olsa Türk tarihinin ve kültürünün günümüze kadar ortaya çıkmayan sırları ortaya çıkarılmaya başlanmıştır.


İslâmiyet öncesi Türk tarihine ait ana kaynak niteliğindeki eserlerden sadece Doğu Türkistan’ın Turfan ilinde, Kırgızistan’ın Issık Göl kıyısında, Özbekistan’ın Fergana’sında bulunan bazı küçük parçalar ile Yenisey’in yukarı kıyısında bulunan ve 5. yüzyıla ait olan Yenisey Yazıtları ile bugünkü Moğolistan’ın Orhun Nehri kıyısında bulunan ve 7-9. yüzyıllara ait olan Kök-Türk ve Uygur yazıtları günümüze ulaşabilmiştir.


Tarihi kaynaklarda Orhun Yazıtlarından ilk defa 13. yüzyıl tarihçisi Alaaddin Ata Melik Cüveyni, Tarih-i Cihangüşa adlı eserinde söz etmiştir. Rus Çarı I.Petro’nun emriyle bu coğrafyanın bitki örtüsünü incelemek üzere görevlendirilen D.G. Messerschmidt ile kendisine yardımcı olmak üzere verilen ve aslen esir bir subay olan İsveçli Johan Von Strahlenberg, 1721 yılında Yenisey Irmağının yukarı mecrasında Kırgızlara ait oldukları düşünülen Yenisey Yazıtlarından bir tanesini bulmuşlardır. Strahlenberg daha sonra ülkesine dönünce 1730 yılında bu yazıtlardan bahseden bir kitap yayınlayarak ilim âleminin dikkatini çekmeyi başarmıştır.


Yazıtları araştırmak için ilk bilimsel heyet Finliler tarafından 1887 ile 1888 yılları arasında gönderilmiştir. 1889’da ise Rus Coğrafya Cemiyeti adına Moğolistan’da araştırmalar yapmak üzere gönderilen N.M.Yadrintsev, Urga (Ulan-Bator)’ya 400 km; Karakurum ve Karabalgasun harabelerinden ise 60 km. kadar uzakta, Orhon nehrinin kıyısı ile Koço-Tsaydam gölü civarında Köl Tigin ve Bilge Kağan Yazıtlarını bulmuştur. Bu gelişmeler üzerine Petersburg İlimler Akademisi 1891 yılında Radlov başkanlığında bir heyeti Orhon bölgesine göndermiştir. Radlov elde edilen bilgileri seri halinde yayımlamıştır. Yazıtların çözümü ilk kez, metinlerin Türkçe olduğunu düşünen Danimarkalı V.Thomsen (1842-1927) tarafından gerçekleştirilmiştir. Thomsen’in yazıtları 25 Kasım 1893 yılında bir saat içinde çözdüğü ifade edilmektedir. Thomsen yazıtları okuduğunu bir mektup ile Radlov’a bildirip, çözümlerini göndermiştir. Kök-Türk alfabesinin 11 harfini çözen Radlov, Thomsen’in gönderdiği alfabe yardımıyla metinleri okumayı başarmış ve 1895 yılında meşhur eserini yayımlamıştır. Bu çalışmalar devam ederken yeni yazıtlar da bulunmuştur. Botanikçi N.Z.Klements, Kuzey Moğolistan’ın bitki örtüsünü incelerken Ulan-Bator’a 66 km uzaklıkta Bain-Tsokto mevkiinde Tonyukuk yazıtını bulmuştur.

Türkiye’de Orhun Yazıtlarının yazıldığı Kök-Türk harfli metinler üzerine ilk çalışma Thomsen’in eserinden istifade edilerek, Şemseddin Sami tarafından yapılmış ancak yayımlanmamıştır. Necib Asım (Yazuksuz) 1897 yılında “En Eski Türk Yazısı” adı ile 35 sahifelik yayınında Kök-Türk harflerini tanıtmıştır. Daha sonra Ragıp Hulusi Özdem, ardından 1930’lu yıllarda Nihal Atsız, Hüseyin Namık Orkun, Orhun ve Yenisey Yazıtları üzerinde değerli çalışmalar ortaya koymuşlardır. Yakın dönemlerde Osman Nedim Tuna, Talat Tekin, Muharrem Ergin, Osman Fikri Sertkaya ve Cengiz Alyılmaz Yazıtlar hakkında yeni eserler yayımlamışlardır.


Yazıtların Türk tarihi açısından önemi;


Yazıtların en önemli özelliklerini kısaca sıralayacak olursak:


Türk milletinin isminin geçtiği ilk Türkçe metinlerdir; tarihte Türklerin bıraktığı en önemli bilgi hazinesi ve kaynağıdırlar; kağanlar kendi özeleştirilerini yapmakla beraber, devletle milletin karşılıklı vazifeleri üzerinde de durmaktadırlar; devletteki nizam, töre, medeniyet ve kültürün varlığının ispatıdırlar; Türk edebiyat tarihinin en büyük ve ilk vesikalarıdırlar; yazı dilinin, hitabet sanatının ve de üslubun mükemmel olduğu, bir boyu millet yapabilecek güçteki muhtevası ile de değerli bir hazine hükmündedirler; Türk hitabet sanatının erişilmez şaheseri konumundadırlar; Türk yazı dilinin başlangıcını miladın ilk yıllarına götüren bir delil niteliğindedirler; Türk ordusunun kuruluşunu asırlarca önceye götüren vesikalardır: Dünyanın en büyük meselelerinden biri olan Çin hakkında asırlarca önceden gelen Türk uyarılarının belgeleridir.


 Köl Tigin Yazıtı


Bugün Arhangay Aymag’ın Koçho Tsaydam bölgesinde bulunan Köl Tigin yazıtı, Köl Tigin’in 731 yılında ölümünden sonra 732 yılında ağabeyi Bilge Kağan tarafından diktirilmiştir. Dört cepheli yazıtın doğu yüzünde 40; güney ve kuzey yüzlerinde 13’er satır Kök-Türk harfli Türkçe metin vardır. Köl Tigin yazıtında Kök-Türk tarihine ait olaylar anlatılarak, Bilge Kağan’ın ağzından birlik ve beraberlik mesajları verilmektedir.


Yazarı Bilge Kağan olan Köl Tigin yazıtının doğu yüzünde kısaca; Çinlilerin hediyelerle ve güzel sözlerle insanları kandırarak fenalıklar yaptıkları belirtilerek, bunlara karşı uyanık olunması gerektiği üzerinde durulmaktadır. Doğu yüzünde: Bilge Kağan’ın Türk milletine tarihi uyarıları verilerek, sonraki nesillerin dahi istifade edebileceği önemli tavsiyelerde bulunmaktadır; batı yüzünde, dönemin T’ang İmparatorunun Köl Tigin’in ölümü dolayısıyla duyduğu üzüntü ile evrenin düzeninden, Köl Tigin’in saygın kişiliğinden, barışın öneminden bahseden Çince mesajına yer verilmiştir. Yazıtın doğu, kuzey ve güney yüzlerinin yazıcısı Bilge Kağan’ın yeğeni Yollug Tegin’dir. Batı yüzünün yazıcısı ise T’ang İmparatoru Hiuan Tsong’ın yeğeni Çang Sengün (General Çang)’dür.


Bilge Kağan Yazıtı


Bilge Kağan’ın ölümünden sonra, oğlu Tengri Kağan tarafından 735 yılında diktirilmiştir. Köl Tigin yazıtıyla şekil, yapı ve muhteva açısından büyük benzerlikler göstermektedir.


Kaplumbağa şeklinde bir kaide üzerine oturtulmuş olan yazıtın doğu yüzünde 41, kuzey ve güney yüzlerinde 15’er satır Gök-Türk harfli Türkçe metin bulunmaktadır. Batı yüzünde Çince bir metnin yanında, üst kısmın ortalarına da Türkçe manzum metin yazılmıştır. Yazıtta olayları nakleden, öğütler veren yine Bilge Kağan’dır. Yazıtın Gök-Türk harfli kısımlarının yazıcısı Yollug Tigin’dir.


Bilge Tonyukuk Yazıtları


Bilge Tonyukuk yazıtları Moğolistan’ın Bayn Tsokto (Bayn Çokto) bölgesinde bulunmaktadır. Bu yazıtın Orhun Irmağı civarında olmamasına rağmen Köl Tigin ve Bilge Kağan yazıtları ile birlikte Orhun yazıtları adı altında anılmasının sebebi, aynı döneme ait olması ve aynı konuları ihtiva etmesinden kaynaklanmaktadır.


Yazıtların dikiliş tarihi kesin olarak bilinememektedir. Araştırmacıların bir kısmı bu tarihi 720-725 olarak gösterirken, bir kısmı da 732-734 tarihini işaret etmektedirler. Bilge Tonyukuk yazıtında, tıpkı Köl Tigin ve Bilge Kağan yazıtlarında olduğu gibi Kök-Türk dönemine ait tarihi hadiseler bizzat Tonyukuk’un kendisi tarafından anlatılmaktadır. Tonyukuk tarihi hadiseleri naklederken birlik bütünlük mesajları vermekte; devletin başındakilerin bilge danışmanlara sahip olmaları ve onlarla uyum içinde çalışmaları halinde büyük işler başaracaklarını vurgulamaktadır.


Karabalgasun Yazıtları


Moğolistan’daki tarihi Uygur şehir ve kalıntıları, Türk Kültür ve Medeniyetinin en önemli tanıklarıdırlar. Arhangay Aymag’a bağlı Hotont Sum sınırları içinde kalan Karabalgasun, hem coğrafi konumu, hem yapı özellikleri hem de barındırdığı eserler açısından önem arz etmektedir. Orhun Yazıtlarının bulunduğu Koçho Tsaydam bölgesinin 28 km güneybatısında bulunan şehir, “Ordu Balık” ve “Han Balık” adlarıyla da anılmaktadır.

I. Karabalgasun Yazıtı: Karabalgasun’un bir kilometre güneyinde bulunan yazıt, Uygur Kağanlığı döneminde dikilmiş Kök-Türk harfli bengü (ebedi-sonsuz taş) taşlarımızdan birisidir. 5 satırdan oluşan yazıtın tepe kısmında ejder tasvirlerine yer verilmiştir. Yazıt parçalanmış durumdadır.

II. Karabalgasun Yazıtı: Arhangay Aymag’a bağlı Hotont Sum sınırları içinde kalan Jerentey Irmağı’nın sol tarafından (Karabalagsun’un 8 km kuzeyinden) 1976 yılında


Ulaanbaatar’daki Tarih Enstitüsü’nün bahçesine taşınan II. Karabalgasun yazıtı Uygur Kağanlığı döneminde dikilmiş Kök-Türk harfli bengü taşlardan biridir. 12 satırdan oluşan yazıt üzerinde yazıların dışında bir dağ keçisi bir de boy damgası bulunmaktadır.


III. Karabalgasun Yazıtı: Hotont Sum sınırları içinde kalan Uygur başkenti Karabalgasun’un bir kilometre güneyinde bulunmaktadır. 9 parçası tespit edilebilen ve aslı Kök-Türk harfli Türkçe satırlardan oluşan yazıtın farklı bölgelerinde Soğdça ve Çince satırlara de yer verilmiştir. Zamanla yazıta ait parçalar ve üzerindeki yazılar tahrip olmuştur.


Yukarıda saydığımız yazıtlar Türklere ait yazıtların en önemlileri olup diğer yazıtlar ise şu şekilde sıralanabilir:


Bugut Yazıtı, Çoyr Yazıtı, Köl İç Çor Yazıtı, Hoyd-Tamir Yazıtları, Taryat Yazıtı, Moyun Çor


Yazıtı, Açit Nuur Yazıtı, Hatuu Us Yazıtı (Sert Su Yazıtı).



Yenisey ve Talas Yazıtları


Yenisey (Güney Sibirya’da Hakasya ve Tuva Cumhuriyeti) Nehri havalisinde bulunan bu yazıtların tarihleri Orhun yazıtlarından daha eskidir. Bunlardan ilk keşif olunanı Uybat III yazıtıdır. İlim adamları Yenisey yazıtlarını bu sahalarda yaşayan Kırgızların meydana getirdiğini ifade etmektedirler. V. yüzyıla aittirler. Yazıtların hepsi aynı düzen içerisinde yazılmıştır. Yazıt sahibi kendi ağzından kendisi hakkında bilgi vermekte, akrabaları ve arkadaşlarına doyamadığından bahsetmektedir. Mübalağa ve övünme söz konusu değildir. Birkaç istisna dışında hepsi de mezar taşı hüviyetindedir. Şimdilik adını bilebildiğimiz 23 tane yazıt vardır. Ancak bunların dışında son dönemlerde yapılan araştırmalar neticesinde 130’a yakın yazıtın daha bulunduğu ifade edilmektedir.


Yenisey yazıtları şunlardır:


1-Uyvg-Tarlık yazıtı, 2-Uyug-Arhan yazıtı, 3-Uyug-Turan yazıtı, 4-Ulu-kem Ottok taş yazıtı, 5-Ulu-Kem Kulikem, 6-Ulu-kem yazıtı, 7-Barlık yazıtları, 8-Begre yazıtı, 9-Kemçik, Cirgak yazıtı, 10-Kemçik, Kaya başı yazıtı, 11-Minusinsk müzesindeki bir yazıt, 12-Altın köl yazıtları, 13-Çakul yazıtları, 14-Açura yazıtları, 15-Aybat yazıtları, 16-Oya yazıtları, 17-Oznaçennaya yazıtı, 18-Tuba yazıtları, 19-Taşeba yazıtı, 20-Elegeş yazıtı, 21-Ak-yüs yazıtı, 22-Kara-yüs yazıtı, 23-Ulu-Kem Karasu yazıtı.


Irk Bitig


Çin’in Kan-su vilayetine tabi Tang-Ho’nun batı tarafında yer alan Tun-huang’da bulunan bu el yazması eser, Kök-Türk yazılarıyla yazılmış eksiksiz ve en mükemmel eserdir. Küçük bir kitap halindedir ve 104 sayfadan oluşmaktadır. Eserin isminin “Fal kitabı” manasına geldiği ifade edilmektedir ki bu eserin Doğu Türkistan’da Uygurların hâkim olduğu dönemlere ait olması kuvvetle muhtemeldir. 65 paragraftan oluşan kitabın sayfalarında renkli ve siyah daireler vardır. Hüseyin Namık Orkun, zar atılmak suretiyle belirlenen numaralara göre bu esere bakıldığını belirtmiştir.


Altun Yaruk


Altun Yaruk, Budizm’in kutsal kitabının Uygurca çevirisidir. İslâmiyet öncesi Türk edebiyatının en önemli ve ünlü eserlerinden kabul edilen bu kitap, Uygurların dinî inançlarını, dil zenginliklerini ve milli özelliklerini göstermesi bakımından çok önemlidir. Altun Yaruk “Altın Işık” manasına gelmektedir. 10. yüzyılın ilk yarısında yazıldığı tahmin edilen Altun Yaruk'un tanınması


12.yüzyıldadır. Birkaç nüshası bulunan ve oldukça hacimli olan Altun Yaruk, Budizm’in esaslarını, felsefesini ve Buda’nın menkıbelerini anlatan bir eserdir. Budizm’e ait esaslar eserde geniş anlatımlarla ve oldukça akıcı bir üslupla anlatılmaktadır. Aslında düzyazı biçiminde yazılan Altun Yaruk’un içinde, pek çok manzum parça da bulunmaktadır.

Bu eser çeviri olmakla beraber o dönemde Uygurca dolayısı ile Türkçe’nin ne kadar geniş ve derin bir dini termilojiye sahip olduğunu göstermesi bakımından önemlidir.


İtil- Bulgar Yazıtları


İdil Bulgar Yazıtları üzerindeki araştırmalar Rus Çarı I. Petro’nun 1721 yılında Bulgar şehri harabelerine yaptığı bir ziyaret ile başlamıştır. Öncelikle bu yazıtların kopyası alınarak Rusça’ya tercüme ettirilmiştir. Daha sonra kaybolan bu kitabeler 1942 yılında Bulgar-Tatar Yazıtları Komisyonu’nun işçileri tarafından ortaya çıkarılmıştır. Bulundukları yerler İtil Bulgar Devletine ait (X-XIV. yy) topraklardır.


Bu yazıtlar XIII. ve XIV. yüzyıllara aittir ve tamamı mezar taşlarındaki yazıtlarından oluşmaktadır. Bunlar üç dilde yazılmışlardır: İtil Bulgarcası, Tatarca ve Arapça. Yazılar Bulgar kûfisi olup genellikle oyma, seyrek olarak da kabartma şeklindedir.



 

İtil Bulgar Yazıtları genel olarak 1-Açılış; 2-Giriş; 3-Künye; 4-Rahmet dileme; 5-Vefat bildirme; 6-Tarih: Ölüm tarihi; 7-Kapanış şeklinde bir yapıya sahiptirler.


Alıntıdır.


TÜRK MİTOLOJİSİ'NDE GEÇEN KİŞİLER, KAVRAMLAR VE TANRILAR - 37

 


KARAOĞLANLAR


Kötülük tanrıları. Erlik Han'ın oğullarıdırlar. Erlik'in sarayını veya yeraltının kapılarını bekledikleri için "Kapı Bekçileri" diye de anılırlar. Dokuz kat yeraltını simgeleyen dokuz kardeştirler ve bunlardan biri Sokor (Tek Gözlü) ve bir diğeri de Çolok'tur (Tek Elli). Moğolların "Dokuz Kana Susamış Tanrı"ları ile benzerlik gösterirler. İnsanlara kötülükler getiren kara fırtınalar estirir, kan yağmurları yağdırırlar. Kız kardeşleriyse Karakızlar olarak bilinirler. "Karaoğlan'' kelimesi Türk halk kültüründe gözü pek, korkusuz ve bazen de acımasız kimseleri tanımlamak için kullanılan bir tabirdir. Görünüş olarak kara yağız kimseler için de tercihen kullanılır. Gözü pekliği, cesareti mecazen ifade eder. Dolayısıyla kavram, bu tanrıların görünümleri ve korkusuz olmalarıyla alakalıdır. Yeraltının daima karanlık bir diyar olarak algılanması da yine belirleyicidir. Karaoğlanların adları şöyledir:

1. Temir Han: Demir Tanrısı.

2. Karaş Han: Karanlık Tanrısı.

3. Matır Han: Cesaret Tanrısı.

4. Şıngay Han: Kargaşa Tanrısı.

5. Kümür Han: Kömür Tanrısı.

6. Badış Han: Felaket Tanrısı.

7. Kerey Han: Ara Bozuculuk Tanrısı.

8. Yabaş Han: Bozgun Tanrısı.

9. Uçar Han: Haber Tanrısı.



KARÇANA


Kar güzeli. Ayaz Ata'nın (veya Şahta Baba/Noel Baba'nın) torunudur. ismin sonundaki Çana sözcüğü, çma (şma, şono) yani kurt manasını akla getirir. Ayrıca Kartoy (Kartuy/Kartay) denilen kış şenlikleriyle de alakalı görünmektedir. Tatareada Karçana sözcüğü "kar kızağı" manası taşır. Asya'da bu ve benzeri şenliklerde genç kızlar mavi giysilerle Karçana kılığına girip Ayaz Ata ile birlikte çocuklara armağanlar verirler. Rus kültüründeki Snegurochka/Snegurka (Kar Kız) motifinin de etkisi altında kalmıştır.



KARLUK


Duman tanrısı. Tanrı Ülgen'e kurbanların ruhlarını iletir. İnsanların yaşamlarını denetler, bir değişiklik olursa Ülgen'e bildirir. İşareti dumandır ve yakılan kurbanlardan çıkan duman onun geldiğini gösterir. Karluk'un hoşuna gitsin diye ocağa su serpilerek duman çıkarılır. Genelde Suyla Han'la birlikte görülür.

KARTAL ANA


Kartal tanrıça. Şamanları yeryüzüne o getirir. Bir inanışa göre Şaman  olacak bir çocuğun  ruhu bir kartal tarafından yutulur. Sonra bu kartal güneşli, aydınlık bir bölgeye göç eder. Güneş burada ruhu besleyen bir unsur olarak görülür. Bu çayırların ortasında bir kızılçarola "kara kayın'' vardır. Bu ağaçlar doğacak şamanın gücünü ve niteliklerini belirleyen birer semboldür. Kartal yumurtasını bu ağaçlardan birinin tepesine bırakır. Bir süre sonra yumurta çatlar ve içinden bir bebek çıkar. Dallara tutunmayı beceremeyen çocuk ağacın hemen altında bulunan bir beşiğe  düşer.  Kara kayındaki yumurtadan çıkan çocuk yeraltına yolculuklar yapabilen Kara-Kam olarak yeteneklerini kazanır.



KARTAL ATA


Kartal tanrı. Bir söylenceye göre Kartal Ata yeryüzüne inerek bir kadınla birleşir ve kadın ondan bir çocuk doğurur. Doğan çocuk yeryüzünün ilk ve en büyük Şamanı olur. Kartalın böyle yapmasının nedeni kendi dilini anlayacak bir insana sahip olmak istemesidir. Bu ilk şamanın kartalların dilini bildiği söylenir. Macar krallarının soyu da bir kartala (veya doğana) kadar uzanır. İlk Macar kralının annesi bir doğandan hamile kalmıştır. Bu kadının rüyasında gördüğü doğan etrafında uçarak dokuz defa dolanmış ve ardından rahmine girmiş. Bir süre sonra da hamile kaldığını anlamış. Çocuğun doğumundaysa sıra dışı olaylar yaşanmış. Bir Kırgız boyunun soy anası da yine gece rüyasında çadırına gelerek karnına giren bir doğandan hamile kalmıştır. Yurtas kabilesi beyaz bir kartaldan türemiştir. 



Bahattin Uslu’nun Türk Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak