3 Kasım 2022 Perşembe

Britanya Adalarının Söylenceleri - 11 - İngiltere/Fransa

 Kral Arthur: Sunuş


Tarihsel Arkaplan


Britanya'nın efsanevi büyük kahramanı Kral Arthur'un öyküleri, sekiz yüz yıldan uzun bir süredir bilinmektedir, ama bilim adamları gerçek Arthur hakkında çok az şey öğrenebilmişlerdir, çünkü savaşlarını gösteren çağdaş hiçbir kanıt bulunamamıştır. Bazı bilim adamları, gerçek Arthur'un muhtemelen, MS 500-517 arasında Saksonya'nın işgali için düzenlenen on iki başarılı saldırıyı yönetmiş Artorius adlı Galli bir süvari generali olduğunu ileri sürmektedir.


Ancak 1985'te, tanınmış Arthur uzmanı Geoffrey Ashe, Kral Arthur'un tarihsel kimliği hakkındaki bilinen görüşlere meydan okuyan kanıtlar yayımlamıştır. Ashe, tezini, Jordanes'ın (6. yüzyıl), William'ın (11. yüzyıl) Monmouth'lu Geoffrey'in (12. yüzyıl) eserlerine ve bir Romalı soylunun, daha sonra Galya’ya (Fransa) geçen Riothamus (Yüce Kral) adlı, 5, yüzyılda yaşamış bir Britanya kralına yazdığı mektuba dayandırmaktadır. Ashe, Arthur ile Riothamus'un aynı kişi olduğu noktasından hareketle, Arthur'un krallık dönemini de, 460'larda Galya'ya yönelik Britanya harekâtının da yaşandığı 450-470 yılları arasına yerleştirir. Monmouth'lu Goeffrey'in, Arthur'un Galya'ya yönelik askeri başarısını tanımlayışı genellikle hayal ürünü kabul edilir, ama Riothamus, Burgundi'de Gothlara karşı cesaretle savaşıp başarılı olamadığı saldırıda, Galya'ya gerçekten on iki bin askerle girmiştir, Hatta Arthur gibi Riothamus da dostlarından birinin ihanetine uğramış ve muhtemelen, bugün bile Avallon adını taşıyan bir Fransız kasabası üzerinden geri çekilmiştir.


Başarılarının ölçüsü ne olursa olsun, gerçek Arthur yaşadığı dönemde de, sonrasında da ilgi çeken bir sözlü Gal folklorü geleneğinin, adıyla özdeşleştiği bir kişiliktir. Arthur adına ilk atıfa, Nennius'un Histerin Brittonum’v nda (yaklaşık MS 800) ve Malmesbury'li William'ın Gesta Regum Angforum (yaklaşık 1125) adlı eserinde rastlanmıştır.


Arthur, edebiyatta ilk olarak, Monmouthlu Geoffrey'in MS 1136'da Latince yazılmış Historia Regum Britanniae (Britanya Kralları Tarihi) kitabında görülmektedir. Geoffrey, Britanya tarihi üzerine bir kitaba gereksinim duyulduğunu düşündüğünde, Arthur zaten Gal ülkesinin sözlü geleneğinde yaygın bir konudur. MÖ 1200 yılından MS 689 yılına kadar, 1900 yılı kapsayan tarih kitabında Geoffrey, Arthur'u baş karakter yapmayı seçmiştir.


Geoffrey'in topladığı malzemeler için kaynak belirtmesine karşın, bilim adamları onun o günkü geleneği izlediğine ve folklor ile kendi düş gücünü birlikte kullandığını örtmek için hayali kaynaklar yarattığına inanırlar. Bundan ötürü onun çalışması, tarihten çok edebiyat olarak anlaşılmalıdır.


Bütün Britanya adaları ve Avrupa'nın birçok kısmını ele geçiren Büyük Britanya Kralı Arthur'un yaratılışını Geoffrey'e borçluyuz. Geoffrey'in yorumunda Arthur, yokluğunda krallığı ele geçiren yeğeniyle savaşması için yurduna çağrılmasaydı Roma'yı da ele geçirebilirdi. Geoffrey, Arthur'un olağandışı doğumunu ve ölümünü; güzel ama vefasız karısı Guinevere'yi; büyücü Merlin'i ve şövalyelik kavramını dünyaya tanıtır. Geoffrey, Arthur'un daha çok askeri önder yönünü ele almıştır.

Ama başka yazarların daha derinden ilgilenmeleri için esin kaynağı olabilecek konulara da {Merlin, Guinevere, büyü ve şövalyelik kavramı) kitabında yeteri kadar yer vermiştir.

Geoffrey'in tarihi öylesine iyi yazılmıştır ki, yalnızca kendi döneminde değil sonraki kuşaklarda da ilgi çekmeyi sürdürmüştür. 20. Yüzyıl yazarları için hâlâ ana kaynaklardandır. Şair Robert Wace, MS 1155 yılında Geoffrey'in tarihini serbest bir biçimde Norman-Fransız diline çevirmiştir. Kitapta Arthur'un geçtiği bölümleri çoğaltmış, yeni kaynaklar kullanmış ve çalışmaya daha saraylı bir tat katmıştır. Yuvarlak Masa'ya ilk kez değinen Wace'tir.


Wace'in şiirinin ortaya çıkmasından sonra Chretien de Troyes, Kral Arthur'un sarayında geçen beş roman yazmıştır. Fransız olan Chretien, Kral Arthur'un Britanya ulusal kahramanı ya da istilalar kralı olmasıyla fazla ilgilenmez. Bunun yerine âşıkların ve şövalyelerin bulunduğu ve Arthur'un yönettiği şövalyelik dünyasını dile getirir. Chretien, kadının erkeğe üstün olduğu ve âşığın sevgilisinin isteklerine bütünüyle uyduğu saraylı aşk düşüncesini tanıtır. Lancelot'da, Lancelot ve Guinevere arasındaki aşk ilk kez görülür. Chretien öylesine iyi bir Öykü yazarıdır ki, romanları geniş çevrelerde okunmuş ve taklitleri yazılmıştır.


Kral Arthur, son olarak İngiliz dilinde MS 1205 yılında şair Layamon'un Wace'in şiirlerini orta dönem İngilizcesi denen dönemin başlarında, serbest bir biçimde çevirdiği zaman görülmüştür. Layamon, Wace'in öyküsüne daha çok ayrıntı ekler ve Arthur'un cesaretinin ve serüven tutkusunun vurgulanmasıyla öyküye belirgin bir İngiliz çeşni katar. Monmouthlu Geoffrey gibi Layamon da bir yurtseverdir, bunun için Chretien'in Arthur öyküsünün romantik yorumunu göz ardı etmeyi yeğler.


Kral  Arthur öyküsünün  başka bir anlatımı daha  vardır:


14. yüzyılın ortalarında İngilizce olarak yazılmış olan Mortc Arthure. Konu yine Arthur'un kişiliğinde ulusal kahramanlıktır; mağrur savaşçı kral büyük bir kahraman olarak sunulur. Yazar aşk, şövalyelik ya da şövalyeler sarayına hiç ilgi göstermemiştir. öyküde, Sör Gavvain, Arthur'un baş şövalyesidir ve Lancelot küçük bir role sahiptir. Bu sunuş Fransız destanı Chatıson de Rolcınd ve Anglosakson destanı Beuwolf a benzemektedir.


Uzun yıllar sonra, 1485'te, Sör Thomas Malory, Kral Arthur öyküsünün son biçimi olan Lc Morte D'Arthıtr'u yazmıştır. Malory, Monmoutlu Geoffrey'in İngiliz geleneğiyle Chretien de Troyes'nin Fransız geleneğini birleştirir. Malory'nin anlatımında, Kral Arthur, Büyük İskender gibi dünyanın en büyük hükümdarlarından biridir. Roma'da krallık tacı giyene dek İngiltere'ye geri dönmez. Malory, Mordred'in ihanetini ve Guinevere' nin sadakatsizliğini Geoffrey'den aktarır, ama bunu Guinevere ve Lancelot arasındaki aşk ilişkisiyle birleştirir. Ayrıca, Arthur'un baş şövalyelerinin birçok öyküsünü katarak Arthur'un sarayının resmini genişletir. İngiliz tarihinin bu romantik anlatımında, Yuvarlak Masa'nın dağılması, birçok yaşamı trajediyle yüzleştirir ve altın bir çağı noktalar.



Çekiciliği ve Değeri


Kral Arthur'ıın öyküsü yüzlerce yıldır yazarların ve okuyucuların ilgisini çekmektedir. Bunun nedeni öykünün içeriğinin oldukça karmaşık olması ve öyküde hemen hemen herkesin İlgisini çekebilecek bir çeşitlilik bulunmasıdır. Büyük destanların birçoğunun tersine, Öykü geniş bir rol dağılımını içerir. Okuyucu ister macera, büyü, soyluluk, gerçek aşk gibi konularla, İsterse büyük ve trajik bir aşk öyküsüyle ilgilensin, Le M orte D 'Arthur okunması gereken bir kitaptır.


Kral Arthur'un temel klasik biçimine aşina olan okuyucular birçok çağdaş versiyonuna da büyük ilgi göstereceklerdir, çünkü her birinin yoğunlaştığı nokta ayrıdır. 19. Yüzyıldan kalan Sör Walter Scott'un hmnhoe ve Alfred Lord Tennyson' un ldytk o ffhc King adlı eserleri elimizdedir. 20. Yüzyıl Arthur efsanesiyle büyülenmiş olmayı sürdürmektedir. John Steinbeck, T.H White ve Mary Stewart da bu geleneği taşıyan yazarlar arasındadır. Hemen hemen her yıl, gerçekten yazarının Arthur öyküsüne kendi damgasını vurduğu yeni bir roman ortaya çıkmaktadır. Kral Arthur, Lancelot, Guinevere, Mordred ya da Merlin gibi baş karakterlerden birinin gözünden olayları anlatmak büyüleyici bir öykü yaratmaya yeter. Çağdaş anlatımların kimi tarihsel, kimi mizahi ve kimi de feminist bir noktadan yazılmıştır.


Bireyin kişisel istekleriyle başkalarına karşı sorumlulukları arasındaki çatışma, İlyada'daki kadar eski ve şimdi kendi yaşamlarımızda vermek zorunda olduğumuz kararlar kadar günceldir. Toplumumuz Malory'nin betimlediği toplumla çok az benzeşmesine rağmen Arthur, Lancelot ve Guinevere'nin karşılaştığı çelişkileri anlayabilir ve paylaşabiliriz.


Arthur Kahramanları


Le Mor te D'Arthur'da temel karakterler, kahraman aristokratlardır, O toplumda yalnızca soylu doğan biri şövalye olabilir. Daha yeni yetme bir oğlan çocuğuyken kadınlara nasıl eşlik edeceğini öğrenir, genç bir şövalye olduğunda gerekli savaş becerilerini kazanır, yirmisine geldiğinde artık şövalyelik yolunda olgunlaşmıştır.


Bir erkek şövalye olduğunda, kendini belirli değerlere göre yaşamakla yükümlü kılan bir and içer. Krala, yakınlarına ve arkadaşlarına, sevdiği kadına sadık olması beklenir. Özellikle de kadınların yanında nazik ve kibar olması gerekir. Ayrıca, bir savaşta efendisi için çarpışırken, bir yarışma ya da turnuvaya katıldığında ya da zordaki arkadaşlarına ya da kadınlara yardım ederken her zaman cesur olması, son olarak da onurlu bir insan olması beklenir; öyle yaşamalıdır ki, diğer soylular ona saygı göstersin. Sorun, bu farklı değerleri en az atışmayla dengelemektir.


Saraylı aşkın, genellikle evlilik dışı aşk olduğunu belirtmek gerekir. Chretien ve Malory'nin edebiyatta dile getirdiği toplumda ve gerçek dünyada, soylular arasındaki evlilikler, genç çiftlerin aileleri ya da yöneten kişi tarafından siyasal, toplumsal ya da ekonomik nedenlerden ötürü düzenlenmiştir. Evlenen kişilerin duyguları göz önüne alınmaz ve boşanma yoktur. Bu nedenle evli bir insan için, aşkı evlilik dışı ilişkide bulmak rastlanmadık bir durum değildir. 

Başlıca Karakterler


Brutus: Aeneas'ın büyük torunu; Troya sürgünlerini Britanya'ya götürür ve krallık kurar.


Auretiııs Ambrosias: Kral Constantıne'in oğlu; Uther Pendragon'un ağabeyi; Britanya kralı; Stonehenge yaratıcısı.


Uther Pendragon: Kral Konstantın'in oğlu; Aurelius Ambrosias'ın küçük kardeşi; Britanya kralı; İgraine'in kocası; Arthur' un babası.


İgraine: Cornwall dükünün karısı; daha sonra Uther Pendragon'un karısı ve Britanya Kraliçesi; Arthur ve Margawse'in annesi.


Arthur: Kral Uther Pendragon ve Kraliçe İgraine'in oğlu; Guinevere'in kocası; Mordred'in babası; Britanya kralı; Yuvarlak Masa Şövalyelerinin kurucusu.


Ector: Arthur'un babalığı.


Kay: Ector'un oğlu; Arthur'un kardeşliği; Yuvarlak Masa şövalyesi.


Guinevere: Kral Leodegrance'ın kızı; Kral Arthur'un karısı; Britanya kraliçesi.

Merlin: Büyük büyücü ve kâhin; üç Britanya kralının, Aurelius Ambrosias, Uther Pendragon ve Arthur'un danışmanı.


Lucius Hiberius: Arthur söylencesinde, Arthur onu yenip yerine geçene kadar Roma imparatoru.


Margaıpse: Kral Uther Pendragon ve Kraliçe İgraine'in kızı; Kral Arthur'un kızkardeşi; Orkneyli Kral Lot'un karısı; Kral Arthur'dan Mordred'in, Kral Lot'tan Gawain, Agravain, Gaheris ve Gareth'in annesi.


Mordred: Kral Arthur ve kızkardeşi Kraliçe Margavvse'in oğlu; Gavvain ve Agravain'in üvey kardeşi; Yuvarlak Masa şövalyesi.


Gamım: Kral Arthur'un yeğeni ve en sevdiği şövalyelerden biri; Kraliçe Margavvse ile Orkneyli Kral Lot'un oğlu; Agravain, Gaheris ve Gareth'in kardeşi; Mordred'in üvey kardeşi; Yuvarlak Masa'nın ikinci büyük kralı.


Agravain: Kraliçe Margavvse ile Kral Lot'un oğlu; Gawain'in kardeşi; Mordred'in üvey kardeşi ve arkadaşı; Yuvarlak Masa şövalyesi. 


Gaheris: Kraliçe Margavvse ve Kral Lot'un oğlu; Gavvain ve Agravain'in küçük kardeşi; Yuvarlak Masa şövalyesi.

Gareth: Kraliçe Margavvse ve Kral Lot'un oğlu; Gavvain ve Agravain'in küçük kardeşi; Yuvarlak Masa şövalyesi.

Lancelot: Benvvickli Kral Ban'ın oğlu; Yuvarlak Masa'nın en büyük şövalyesi; Kral Arthur'un en sevdiği iki şövalyeden biri; Kraliçe Guinevere'in en sevdiği şövalye ve taraftarı.

Bors: Galyalı Kral Bors'un oğlu; Lancelot'un yeğeni; Yuvarlak Masa şövalyesi.


Pellinor: Yuvarlak Masa'nın büyük şövalyelerinden.


Bedivere: Yuvarlak Masa şövalyesi; Kral Arthur'u canlı gören son şövalye.



Donna Rosenberg'in Dünya Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.

Pers Ülkesi'nde Nadir Şah Hakimiyeti

 Kimi zaman "Perslerin Napolyon'u" denilen Nadir Şah 1736'dan 1747 yılına kadar Pers Ülkesi'ni yönetmiştir. Günümüz Irak, iran, Afganistan, Umman, Orta Asya'nın kimi bölgeleri ve Kafkasları kapsayan bir imparatorluk kurabilmek için başarılı bir askeri faaliyet yürütmüştür.

Türk kökenli olan Nadir Şah, Safevi Hanedanlığı'nın son döneminde Kuzey Pers Ülkesi'nde büyümüştü. Zayıf Safevi Hükümdarı Şah Sultan Hüseyin, Hotaki Afganları tarafından tahttan indirildikten ve Osmanlılarla Rusların ülkeyi işgalinden sonra kendini göstererek herkesin dikkatini çekmeye başlamıştır. Nadir, Hüseyin'in oğlu II. Şah Tahmasp'a yardım etmek için 5000 kişilik bir ordu topladı. Osmanlı ve Rusları ülkeden çıkardı, onların elindeki bölgeleri geri aldı. 1736 yılında Nadir tahta çıktı ve kendisini Şah ilan etti.

Nadir sonraları komşu devletlerin üzerine seferler düzenledi. Afganistan'ı fethetti. Hindistan'daki Mughal imparatorluğu'nun topraklarını işgal etti. Kabul, Lahor ve Peşavar'ı ele geçirdi. 1739 yılında Delhi'yi yağmaladı. Bu saldırıda yaklaşık 30.000 kişi öldü. Hazineler talan edildi. Bunların arasında Mughal'ın efsanevi tavus kuşu ve Koh-i-noor elması da vardı (Daha sonra ingiliz kraliyet mücevherlerinin bir parçası olacaktı).

Daha sonraları Nadir'in sağlığı bozulmaya başladı. Giderek daha despotik bir yönetim izliyordu.  1747 yılında kendi korumalarından biri tarafından öldürüldü. İmparatorluk hızla dağılma sürecine girdi. Generallerinden biri olan Ahmet Şah onun ele geçirdiği bölgeleri ve Kuzeybatı Hindistan' da fethedilen yerleri 1773 yılında ölene dek elinde tutmayı başardı.


Alıntıdır.


Sultanahmet Meydanı / İstanbul

 


KANATLI ATLAR

 Çin’in Batıya Yönelişi


Gerek güneyde (Hindiçini) ve gerekse doğuda (Kore) elde edilen askerî başarılara rağmen, Wu-ti, asıl problemi olan Hun meselesinin asla hallolmadığını kabul etmek zorundaydı. Çok büyük kaynaklar aktarılarak sahra ordusu kurulmuş; bu ordu, zaferler kazanmış, esirler almış, topraklar fethetmiş, ama Hun devleti bir türlü yokedilememişti. Üstelik bu devlet, her an bir karşı saldırı başlatabilirdi. Bu başarısızlığın farklı sebepleri vardı ve bunlardan birincisi de bizzat Çin ordusunun kullandığı askerî teknolojiden kaynaklanıyordu. Wu-ti arazi savaşları için büyük bir süvari ordusu teşkil etmişti; ama kısa boylu, güçsüz, hızlı koşamayan ve yüke fazla dayanıklılığı olmayan Çin atları, dayanıklı Hun atlarıyla kıyas bile edilemezdi.


M.Ö. I. Yüzyılda kulanılan savaş taktiğinde gerçek bir devrim yaşanmıştı. Batıda Parthlar ve Sarmatlar, zırhlı süvariler kullanıyorlardı. Süvari ve atın gövdesi pul zırhla örtülüyor; başı ise yüksek, ucu sivri miğferlerle korunuyordu. Süvari, silah olarak ağır ve uzun bir mızrak ile çift kabzalı kılıç kullanıyordu. İşte bu şekilde silahlanmış olan savaşçılar, saflar halinde, hafif silahlarla mücehhez düşman arasına dalmaktaydılar. Sarmatlar, Karadeniz bozkırlarında İskitler’le kolayca hesaplaşmışlar; Parthlar ise Roma lejyonlarını Tigros’dan Fırat’a sürerek, düşmanın ilerlemesini durdurmuşlardı. Bu çapta bir savaşçı orduya sahip olabilmek için, her şeyden önce, ihtiyaçlara cevap verebilen atlar gerekliydi.


Chang Ch’ien, İmparator Wu-ti’ye Davan (Fergana)’da “kanatlı atlardan türemiş olan ve kan terleyen asil atlar (argamak)” bulunduğundan söz etmişti. Bu atların türeyişleri konusunda şöyle bir hikaye anlatılır: “Davan ülkesinde yüksek dağlar vardır. Bu dağlarda yakalanması imkansız atlar dolaşır. Bu yüzden, benekli kısrakları seçerek, dağ atlarıyla çiftleşmeleri için dağın eteklerine salarlar. Bu kısraklardan kan terleyen taylar doğar. İşte bu atlara da kanatlı at soyundan gelen aygır adı verilir.” Wu-ti, bu hikayeyi dinledikten sonra, ne pahasına olursa olsun, Fergana aygırlarından temin edilmesini ve “kanatlı atların” Çin’e getirilmesini emretti.


Fakat Davanlılar da argamaklara çok değer veriyorlar ve onları, kendisinden korkmaları için hiçbir sebep bulunmayan Çin’e vermek istemiyorlardı. Çin’in Batı ucu ülkelerine aşırı ilgi göstermesi, şüphelerini celbediyordu. Çin’in ilk gönderdiği elçilik heyeti, yüksek rütbeli devlet memurlarından teşekkül etmişti; fakat daha sonra pahalı hediyeler sunan “sıradan insanlar” gönderilmeye başlandı. Ne var ki bu insanlar, yerli ahali tarafından hiç de dostça karşılanmadı. Hun akıncı birlikleri, sık sık elçilik heyetine saldırmışlar ve Çin, çok ihtiyacı olan prestijini kaybetmişti. 

 


Chang Ch’ien, imparatora, Hunlar’a karşı verilecek mücadeleyle ilgili çok akıllıca bir plan sundu. Buna göre, Wu-sunlar Çin tarafına çekilecek ve onlara dayanılarak “Baktria ve batıdaki diğer ülkeler teba olmaya zorlanacak” ve bunlarla “Hunlar’ın sağ kolu kesilecekti.” Gerçi Wu-sunlar Hunlar’a meyyaldiler, fakat Soğdiyana yöneticileri, Hun elçisini Çinlilerinkinden daha iyi karşılamıştı. Bunlara baskı yapabilmek için Çin’in gücünü göstermek gerekiyordu, ama bunun için de Davan’ın “kanatlı atları”na sahip olmak gerekiyordu. Fasid bir daire şekillenmişti.

105’de Çin elçisi Ch’e Ling, altın ve gümüş karşılığında birkaç aygır almayı denedi, fakat talebi reddedildi. Öfkelenen elçi, Davan ileri gelenlerine küfredip, “altın atı bırakarak” çekip gitti. Davanlılar, hakarete uğramışlığın verdiği öfkeyle, Çin elçisinin kervanına saldırarak, elçiyi parça parça ettiler ve kervanda bulunan mallara el koydular. Bu durum karşısında Wu-ti, meseleyi kesin bir şekilde bitirme kararı aldı.


Hun-shieh prensin gitmesinden sonra Ordos’la Lob-nor arasındaki bozkırlar boş kalmıştı. Her ne kadar hâkimiyet Çinliler’in eline geçmişse de, onlar, bölgeyi elde tutacak imkana sahip değillerdi ve bu yüzden Tankutlar’ın orada söz sahibi olmalarına seslerini çıkarmadılar. Tankutlar, bölgede Hunlar’a karşı yarı bağımsız olarak, Lob-nor Gölü’nün güneydoğu sahillerinden çok uzakta bulunmayan Shan-shan Prensliği’ne sahiptiler. Shan-shan küçük bir devletti. Topu topu 14.100 insan yaşardı ve bunun da 2912 tanesi savaşçıydı. Bununla birlikte bölge halkı, kervanları vurmayı tabiî bir gelir kaynağı olarak görürdü. Çin elsi Wang K’ai, Shan-shanlılarca yağmalanınca, Wu-ti onlara karşı ciddi tedbirler almak zorunda kalmıştı. 108’de Çinli General Po-nu, kendilerine bağlı hükümdarlığın süvarileriyle birlikte K’u-shih (Ch’e-shih)lere karşı savaşmaya giderken, 700 hafif süvariyle Shan-shan’a uğramış ve prensliği fethetmişti. Shan-shan prensi, Çin yönetimini protesto etmiş, ama oğlunu rehin bırakarak vergi ödemeyi de kabullenmişti. Hunlar durumu öğrenince Shan-shan’a bir garnizon kurarak, prensin diğer bir oğlunu rehin olarak götürdüler. Wu-ti, öfkeli prensi bir açıklama yapması için huzuruna çağırdı. Prens, imparatora şöyle dedi:”İki güçlü düşman arasına sıkışıp kalan küçük bir devlet, iki tarafla da iyi geçinmezse, huzur bulamaz.” Wu-ti, bu cevap karşısında güldü ve Shan-shan’ın fethedilmeye bile değmeyeceği kanaatine vararak, prensi serbest bıraktı.


K’u-shih Prensliği, verimli bir vadide kurulmuştu ve Hunlar’la sıkı ekonomik ilişkileri vardı. Hunlar, buradan kendilerine gerekli olan sanat mahsulatıyla, ziraat ürünleri alıyorlar ve K’u-shih’yi Sinki-ang’daki en güvenilir destek noktası olarak görüyorlardı. K’u-shih’nin talan edilmesinden sonra General Po-nu, ülkenin ismini Ch’e-shih olarak değiştirmişti. Herhalde bu, aynı zamanda ülke başında yönetimde bulunan hanedanın da değiştirilmesi anlamına geliyordu. Ne var ki Çinliler, fethettikleri bu toprakları ellerinde tutamazlardı. Çünkü bir tek gayeleri vardı: Prestijlerini yükseltmek ve Wu-sun ve Davan’a gözdağı vermek. Wu-ti, yapılan askerî barış müzakerelerinden sonra, diplomatik atağa geçmiş ve yaşlı tilki Chang Ch’ien’i Wu-sun-lar’a elçi olarak göndermişti. İmparator, elçiyle yolladığı mesajda k’un-mo’ya (Wu-sun hükümdarının titülü) Çinli bir prensesle evlenmesini, buna karşılık Hunlar’a dirsek çevirerek ülkesini Çin’in vassalı olarak ilan etmesini iletti. K’un-mo, prensesle evlenmeyi kabul etti fakat yemyeşil T’ien-shan’ı terkederek şallak Alashan bozkırına göçetmeyi prensip olarak reddetti. Chang Ch’ien Wu-sunlar’a gelince, beyler arasında bir birlik ve disiplin olmadığını farketti. K’un-mo’nun ortanca oğlu T’a-lü, yeğeni ve veliaht olan kişiden nefret ediyordu. Yaşlı k’un-mo ise her birine 10 bin süvariden oluşan bir ülüş vermişti. Tabii bu durum, ülkede dirliği bozmuştu, ama yaşlı k’un-mo sağ olduğu için bir iç savaşa başlamamışlardı.

Wu-sun ülkesi, hem Çinliler, hem de Hunlar için stratejik yönden önemliydi. 107’de Çin elçisi, zırhlı savaş arabaları, tuvalet takımları, haremağaları, üst düzey memurlar ve halayıklarla birlikte âtifi olarak prenses ünvanı verilen Çinli bir kızı alıp k’un-mo’ya getirdi. Aynı günlerde Hun yabgusunun kızı da otağlar, koyun sürüleri, halayıklar ve nedimeleriyle birlikte Wu-sunlar’a gönderilmişti. Wu-sun k’un-mosu, gönderilenlerin hepsini kabul ederek, Hun yabgusunun kızını büyük hanım, Çinli prensesi de küçük hanım olarak aldı. Çinli prenses, kocasını üç ayda bir defa görmüştü. Çünkü k’un-mo, prensesin verdiği şölene katılmış, hediyeleri kabul etmiş, fakat kendisiyle ilgilenmemişti. Sonunda onu torununa hanım olarak vermişti. Prenses, öfkeden küplere binmişti, ama Çin’den kendisine gönderilen mesajda bulunduğu ülkenin âdetlerine saygı göstermesi gerektiği bildirildi. Prenses, bilahere yeni kocasına bir erkek çocuk doğurduktan sonra vatan hasretinin verdiği üzüntüler yüzünden hayata veda etti. Ne var ki ülkede Çin taraftarı bir grup oluşmuştu ve bu grup, Wu-ti’nin batı politikasını destekliyordu. İyi niyet gösterisi olarak da (Büyük Seddin Batı ucunda)Yü-men Huan isminde bir kale yapılmıştı.


Yabgu Wu-shih-lü


105’de tahta geçen Yabgu Wu-shih-lu, “gençti ama çılgınlık derecesinde savaş tutkunuydu.” Wu-ti, bir yandan babasının ölümünden dolayı taziyelerini bildirmek için yeni yabguya elçi gönderirken, bir yandan da Hun prensleri arasında “nifak çıkartmak amacıyla” başka bir elçiyi batıdaki chu-ki prense gönderdi. Fakat genç yabgu, ikinci elçinin nifak çıkarmak amacıyla hareket ettiğini öğrenince, öfkeden küplere binerek, elçileri tutuklattı. Onun bu hareketi esasen bir savaş sebebiydi, ama Çinliler batı ile meşgul idiler ve Hunlar da şiddetli kış sebebiyle güçten düşmüşler ve atların tırnakları donmuştu. Çin’le müttefik olma taraflısı bazı beyler, elçilerin tutuklanması olayından faydalanmak niyetiyle, Çin’in lüks eşyalarına karşı zaafları olduğundan, yağmalanan malların taksim edilmesi gerektiğinden, Çin şarabı, tatlısı ve güzel kokularına hasret kaldıklarından dem vurmaya başladılar.

Çin taraftarı grubun başında Doğu Ulu T’u-yü’sü bulunuyordu. Ulu T’u-yü, Çin’e bir casus göndererek, yabguyu öldürmek ve Çin tarafına geçmek istediğini; ancak, bu işin üstesinden gelmek için kendisine yardımcı kuvvet gönderilmesi gerektiğini bildirdi.

Wu-ti, bu plan kafasına yatınca, vakit geçirmeden bozkırda She-wu-hsiang-ch’eng isminde bir kale kurdurdu. Maksadı, bu kaleyi, hazırlanan plan için üs olarak kullanmaktı.103’de General Po-nu, 20 bin kişilik bir orduyla Ordos’tan hareket ederek, Doğu Ulu T’u-yü’süyle buluşmak üzere geze-eylene Pei-shan (Beyşan okunur) civarındaki Hsün-k’i dağına geldi. Fakat geç kalmıştı. İhanet planı öğrenilmiş ve T’u-yü’nün kellesi vurulmuştu. Hunlar, Çin taburunu kuşatma altına aldılar. Gece su aramak için kamptan ayrılan General Po-nu, Hun devriyeleri tarafından yakalandı. Hunlar, morali bozulan ve başsız kalan Çin ordusuna saldırarak teslim olmak zorunda bıraktılar. Daha sonra Yabgu Wu-shih-lü, bir karşı saldırı başlattı. Ordusunun bir kısmı She-wu-hsiang-ch’eng’i kuşattıysa da, kaleyi alamayınca hemen muhasarayı kaldırdı. Ordunun başka bir kanadı Çin’in sınır bölgelerine saldırarak, yağmaladıktan sonra elini kolunu sallayarak geri döndü. Mete ve Lao-Shang’ın günleri geri gelmiş gibiydi. Wu-shih-lü, She-wu-hsiang-ch’eng kalesini yeniden kuşatıp ele geçirmeye hazırlandığı bir sırada aniden hastalandı ve geride küçük bir oğul bırakarak öldü. Bu durum karşısında Hunlar Wu-shih-lü’nun yeğenleri gibi aşırı Çin düşmanı olan amcası Hü-li-hu’yu yabgu olarak seçtiler.


Davan’a İlk Sefer


Wu-ti, inatçı biriydi. Hunlar’ın yayılma faaliyetlerini sürdürdüğü dönemlerde bile Batı ucu ve Soğdiyana meseleleriyle uğraşmaktan vazgeçmedi. Elçisinin öldürülmesi karşılıksız kalmamalıydı ve kanatlı atlara da mutlaka sahip olmalıydı. Çinliler’e göre, Soğdiyanalıların savaş gücü son derece düşüktü. Daha önce oraya elçi olarak gönderilenlerden birinin imparatora sunduğu raporda, “otomatik mızrak mancınıklarıyla mücehhez üç bin kişilik bir Çin ordusu gönderilmesi halinde, Davan’ın fethedilebileceği” kaydedilmişti. 

Düşmanın güçsüz olduğuna iyice inanılmış bulunduğundan, savaş hazırlıkları bile üstünkörü yapılmıştı. Hazırlanan ordunun başına, imparatorun en güvendiği akrabalarından Li Huang-li isimli biri tayin edildi. Bütün ordu, çeşitli kabilelerden toplanmış 6 bin kişilik atlı sınır muhafızından ve birkaç onbin Çinli “genç serkeşler”den ibaretti. Ordunun bir kısmı, herhangi bir savaş eğitimi almamış, askerî sefer tecrübesi olmayan suçlulardan seçilmişti. “Genç Serkeşler”in kendi yiyeceklerini kendilerinin bulabileceğine inanıldığından, ordunun iaşesi meselesi bile ciddiye alınmamıştı. Hedef, Fergana vadisindeki Erh-shih (Oratepe)nin ele geçirilerek, oradaki argamakların ganimet olarak alınmasıydı. Şanssızlık, daha sınırdan hareket sırasında başlamıştı. Çünkü 104. yılın ilkbahar aylarında ortaya çıkan bir çekirge sürüsü, Shan-si’den Tun-huang’a kadar uzanan arazinin yeşil bitki örtüsünü mahvetmişti. Hayvanlara yem bulma ümidi kalmamıştı ve atlar, daha yolun başında açlıktan kırılmaya başlamıştı.


Bu durum karşısında Çin ordusu bağımsız şehirlerin sınırlarına daldı. Fakat bu şehirlerin sakinleri kale kapılarını kapatarak, ellerindeki buğday stoklarını ve üzümlerini “genç serkeşler”in beslenmesi için vermeye yanaşmadılar. Açlıktan kıvranan Çin ordusu, bu şehirleri birbiri ardınca yakıp yıktıysa da, gıda ambarlarını ele geçirmek için yerli halkın öfkeli direnişini kırmak zorundaydı. Henüz şehirleri zaptolunmamış bulunan halk, düşmanın yaklaştığını öğrenince dağlara kaçışmış, düşmana ise bomboş mazankiler bırakmıştı. Hastalık ve açlık, Çin ordusunun saflarını seyreltmişti. Li Huang-li, daha önce Çin elçisinin öldürülmüş olduğu Yü (Özgen) şehrine ulaştığında elinde savaşabilecek ancak birkaç bin asker kalmıştı. Gerçi saldırı üzerine saldırı tertipleyerek ve halkın büyük kısmını kılıçtan geçirerek Yü şehrini ele geçirmişlerdi, ama daha öteye ilerleme imkanı kalmamıştı ve hatta böyle bir şey, kumandanın aklından bile geçmiyordu. Geri dönüş de pek öyle kolay olmadı ve Tun-huang vadisine ulaşıldığında, ordunun ancak beşte biri hayattaydı, ama o da yorgunluk ve açlıktan bitkin bir haldeydi. Bu yürüyüş, iki yıl (M.Ö. 104-103) sürmüştü.


Davan’a İkinci Sefer


Batı seferinin başarısız geçmesi, Wu-ti’yi öfkeden kudurtmuştu. Yü-men’e (yani Çin sınırlarına) dönmeye cesaret eden her askerin kellesinin vurulmasını emretti. Vezirler, Davan seferinin bir yana bırakılıp, bütün imkanların Hunlar’a karşı kullanılması yolunda tavsiyelerde bulunmalarına rağmen Wu-ti, meseleyi bir prestij konusu haline getirerek, yeni bir sefere hazırlanılmasını istedi.


Önce, geri dönmüş olan ve kale surlarının altında verilecek yeni emirleri bekleyen askerleri affederek, seferden vazgeçilmesi tavsiyesinde bulunan vezirlerini mahkemeye verdi. Daha sonra da atlı sınır birliklerini ve “genç serkeşler”i Tun-huang’a gönderdi. Bir yıl sonra, 60 bin kişilik bir ordu hareket etmişti. Ama bu defa, ordunun iaşesi mükemmelen hazırlanmış ve iyi silahlandırılmıştı. Yedek olarak, 100 bin öküz, 30 bin at ve 10 bin eşek alınmıştı. Bundan başka orduya kuşatma işlerinde tecrübeli ustalar ve aygırlara bakacak seyisler de alınmıştı. Orduyu Hun akıncılarının saldırılarına karşı korumak amacıyla iki kale kurulmuş ve buraya yerleştirilen garnizonlar, Ordos’la Lob-nor arasındaki steplerde mekik dokumaya başlamıştı. Böylece 180 bin kişilik bir ordu, Hunlar’a karşı faaliyet göstermiş ve onları hareketsiz hale getirmişti.

Yabgu Hü-li-hu, Çin imparatorunun o güne kadar Hun hâkimiyet alanı içinde bulunan Soğdiyana’yı ele geçirme denemelerinden elbette haberdardı. Olaya seyirci kalamazdı ve ikinci Batı ucu seferini engellemek için kolları sıvamıştı. Wu-ti de düşmanının ne gibi planlar hazırladığını tahmin ettiğinden, zaman içinde hazırlıklarını yapmıştı. Sarayın fermanına binaen, steplerde bin li (yaklaşık 500 km.) uzunluğunda bir emniyet şeridi teşkil edilmişti. Bu şerit, kaleler ve ön karakollarla takviye edilmiş toprak tabyalardan ibaretti ve ayrıca, sinyal ateşleri yakmaya mahsus kuleler kurulmuştu.

Ama bütün bu tedbirlere rağmen Hunlar, 101. yılın sonbaharında Çin sınırından içeri dalıp yağmalarda bulunarak, önlerine çıkan şehirleri yakıp yıktılar. Binlerce esir aldıktan başka, dönüş sırasında Çinliler tarafından kurulmuş bulunan bütün kaleleri ve bekçi kulübelerini yerle bir ettiler. Böylece Çin’in yaptığı onca masraf boşa gitmişti, ama Hunlar da emniyet şeridini ortadan kaldırmakla meşgul oldukları için, imparatorluğun Batı yürüyüşünü engelleme imkanından mahrum kalmışlardı. Kış aylarında tekrar saldırıya geçerek She-wu-hsiang-ch’eng’i kuşattıkları bir sırada, Yabgu Hü-li-hu hastalanıp ölünce, Hun ordusu başsız kaldı.


Kui-shan’ın Kuşatılması


Davan hâkimi Mu-kuo ve çevresindekiler de Çin’in güç ve enerjisini küçümsüyorlardı. “Çin bizden uzakta”- diye konuşuyorlardı kendi aralarında.- Üstelik kuzeyde Hunlar’ın saldırılarını defetmekle uğraşıyorlar; güneyde ise, yeterince otlak ve su yok. Dahası, yol boyunca çok az insan yaşadığı için iaşe sıkıntısı çekecekler. Daha önce Çin elçisi birkaç yüz kişilik mevkebiyle bile yollarda açlık sıkıntısı çekmişken, böyle büyük bir ordu haydi haydi açlıktan kırılır. Böyle büyük bir ordu buraya nasıl ulaşacak ki?” Daha önceki seferden dolayı tecrübe edinmiş olan Li Huang-li, ordusunu, kuzey ve güney yolundan ilerlemek üzere ikiye ayırdı. Güney yolu, Lob-nor Gölü üzerinden Hoten ve Yarkend’e, oradan da Fergana’ya uzanıyordu. Fakat bu yol oldukça meşakkatliydi: Sol tarafı Altın-tag’ın uzantılarıyla kesiliyor, sağ tarafında ise Takla-Makan Çölü’nün kumlu arazileri uzanıyordu. Yol boyunca çok az köy vardı ve üstelik ot da fazlasıyla azdı. Ama Hunlar oralara kadar uzanamadıkları için tehlikesizdi. Kuzey yolu ise, Hami’den geçerek Karaşar ve Kuça üzerinden T’ien-shan’ın güney eteklerini takiple Kaşkar’a uzanıyordu. Burada vadiler zengindi ve sekene sayısı fazlaydı; ancak, Hun saldırı tehlikesi her zaman vardı.

Orduların güzergahları üzerinde bulunan kimera prenslikler öyle bir sarsıntı geçirdiler ki, bunlar savaşmayı göze alamayarak Çin ordusunun iaşe ihtiyacını karşılamayı  kabullenmek zorunda kaldılar. Sadece Lun-tu, (Karaşar’ın 680 li batısındaki Bügür) direnmeye kalkıştı. Fakat o da bir hamle ile fethedilerek, bütün ahali kılıçtan geçirildi.


Bu olaydan sonra Çin ordusu, Davan’a kadar elini kolunu sallayarak vardı. Çin ordusuyla savaşı kabul eden Davanlılar yenilerek, Çinliler’in Kui-shan (Kuşan) adını verdikleri başkentin surları arkasına çekildiler. Li Huang-li, hemen şehri kuşatma altına aldı. Çinli mühendisler su yolunu kesince, Soğdiyanalılar susuzluktan kırılmaya başladılar. Kırk günlük bir kuşatmadan sonra Çinliler, dış surları yıkarak şehre girdiler. Davanlı kumandanların çoğu çarpışmalar sırasında öldüler veya esir edildiler. Mu-kuo da esir edilenler arasındaydı. Kalanları kaleye kapanarak Çinliler’le müzakereye başladılar. Çinliler’in çekip gitmesi şartıyla argamakları vermeyi ve Çin ordusunun iaşe ihtiyacını karşılamayı teklif ederek, aksi halde argamakları öldüreceklerini ve K’ang-chü’den gelecek yardımı bekleyip, ölümüne çarpışmaları göze alacaklarını bildirdiler.

Gerçekten de K’ang-chü öncü birlikleri, artık Çin askerî kamplarının çevresinde dolaşmaya başlamışlardı ve bu durumda işi inada bindirmek akıllıca bir şey değildi. Üstelik Li Huang-li, şehirde kuyu açmayı becerebilecek Ta-chin’li (Roma ve Gresyalı) mühendislerin bulunduğunu haber almıştı. Bütün bu durumları gözönüne alan Çinliler, karşı tarafın şartlarını kabul ettiler ve birkaç on argamakla 300 kısrağı aldıktan başka, Mo-ch’ai isimli bir beyi Davan hâkimi olarak tayin edip, geri döndüler.


İkinci ordu, daha az başarılı olmuştu. Çinlilerin eskiden beri kuyruk acıları bulunan Yü şehrine gelen Binbaşı Wang Shen-sheng, haber göndererek şehrin şartsız teslim edilmesini istedi. Sabahın alacakaranlığında Çinliler’e karşı saldırıya geçen şehir halkı, bütün birlikleri kılıçtan geçirdi. Katliamdan kurtulabilen birkaç kişi, Li Huang-li’ye sığındı. Li, hemen tenkil müfrezelerini oraya göndererek Yü şehrini ele geçirdi. Şehir hâkimi, K’ang-chü’ye kaçtıysa da Çinliler’e teslim edildi ve kellesi vuruldu. K’ang-chü, çatışmalara girmekten kaçınmıştı ve böylece Çin ordusunun prestiji yeniden yerine gelmişti. Çin ordusunun güzergahı üzerinde bulunan bütün küçük prensliklerin hâkimleri rehin olarak Çin’e götürüldü. Wu-sun k’un-mosu, ikibin kişilik bir süvari ordusu hazırlamasına rağmen, savaşa girmeye cesaret edemedi. Çin, kazandığı zaferi kutluyordu ve bu zaferi dünyaya duyurmak için on adet elçilik heyeti dört bir yana doğru yola çıkarılmıştı. Prenslik mertebesine yükseltilen Li Huang-li’ye ayrıca “Erh-shih Generali” ünvanı da verildi ve yürüyüş M.Ö. 101 yılında sona erdi. Entresan olanı, 101 yılında daha önce birbiriyle temasları olan Hellas ve Çin’in ilk defa karşı karşıya gelmiş olmasıydı. Ku-shan kuşatması sırasında kuyular kazan Ta-chin’li mühendislerin kimler olduğunu bilmiyoruz. Büyük bir ihtimalle bunlar, Çinliler’le Batı dünyasından uzak bir yerde burun buruna gelen ve her yere burnunu sokan Yunanlı vatandaşlardı.


Savaşın Getirdiği Külfet


Davan seferi, Çin’e çok pahalıya malolmuştu. 102 yılında sefere katılan 60 bin kişilik ordudan, 101’de ancak 10 bini geri dönebilmiş; otuz bin attan ise geriye sadece bin tanesi sağ kalmıştı. Yine de ordunun iaşesi mükemmelen sağlanmış ve çarpışmalarda çok büyük kayıplar verilmemişti. Kumandanlar ve devlet erkanı orduya hiç acımamış; yürüyüş sırasında insanlar gözlerinin önünde ölürken oralı bile olmamışlardı. Bürokratların halkı ezmeleri, rüşvet ve haraç almaları, Han hanedanının kuyusunu kazmaya başlamıştı. Yönetimin hovardaca yaptığı onca masrafa rağmen, savaş sonunda elde edilen başarı, son derece mütevaziydi. Çin ordusu Davan’dan ayrılır ayrılmaz, onun ikame ettiği Mo-ch’ai, “alınan toplu karara binaen” öldürülmüş, yerine de öldürülen Mu-kuo’nun kardeşi Ch’ang Feng getirilmişti. Çinliler, bu yeni hakimle anlaşmayı ve onu resmen tanımayı kabul etmişlerdi. Li Huang-li’nin askerî seferi sırasında gözü korkmuş olan Batı ucu hâkimleri, Çin’in vassallığını kabul etmişler; Çinli kumandan ve devlet memurları Bügür ve Kui-li’ye gönderilmiş, ama yine de kuzey yolu kontrol altına alınamamıştı. Çünkü Hunlar, onları kısa zamanda sıkıp çıkarmışlar, Çinliler’in elinde ise kimsenin uğramadığı güney yolu kalmıştı.

Çin’in tek kazancı, stratejik yönde olmuştu. Çünkü teşkil edilen güvenlik şeridi, Hunlar’la Ch’ianglar’ın ve Küçük Yüeçi’nin irtibatını koparmıştı. Yine de elde edilen netice, uğranılan kayıplar karşısında hiçbir şeydi. Hunlar, hâlâ Çin’in en büyük düşmanıydılar. Çin’in açık alan orduları, Hunlar’ı hezimete uğratmış ve sınır bölgelerinden uzaklaştırmış ise de, düşman hâlâ büyük bir güce sahipti ve ölümcül darbeler indiren hücumları kesilmemişti. Diğer yandan, Çin içinde de huzursuzluk vardı. Orduya yapılan büyük harcamalar yüzünden, halka yüklenen yükümlülükler ve vergiler alabildiğince artmıştı. Savaşın bütün yükü köylülerin sırtına yükletilmişti. Köylüler ise öfkeden bağırıp çağırmaya başlamışlar; işlenen suç oranında büyük artışlar olmuştu. “Bunu, kıtlık yılları takip etmiş; çeteler türemiş ve yollar emniyetsiz hale gelmişti.” Daha önce belirtildiği gibi, ordu safları suçlularla doldurulmuş; bu durum orduda disiplini bozmuş, ayrıca savaş kapasitesini de düşürmüştü. Çinli siyasiler, harcanan bunca güce rağmen, imparatorluğun nihâî zaferler kazanamadığını ve kısır savaşlara son veremediği noktasından hareketle, Wu-ti’yi başarısızlıkla suçlamaya başlamışlardı. Tabii bu arada Hunlar yeniden güçlenmiş ve karşı bir darbe indirme hazırlığına başlamışlardı.



Lev Nikolayeviç Gumilev

Ruscadan Çeviren D. Ahsen BATUR

Çorlu / Tekirdağ

 


TABGAÇ DEVLETİ (385-550)

 Hunların yıkılmasından sonra Çin’e giden Türklerin kurduğu devletlerden biri de Tabgaç Devleti’dir. Tabgaçlar, 250’li yıllardan sonra Çin Seddi’nin kuzeyinden, güneye indiler. IV. yüzyıl başında Tai (P’ing-ch’eng) şehri merkez olmak üzere siyasi bir güç haline geldiler. Tabgaç hükümdarı Kuei (386-409) Hsien-pilerin bir kabilesi olan Mu-jungları mağlup ederek büyük miktarda toprak ele geçirdi. Bu sıralarda kuzeyde Juan-juan Devleti oldukça güçlenmişti. Tabgaçlar, onlarla yaptıkları 150 yıl kadar süren mücadeleden galip çıktılar ve bugünkü İç Moğolistan’a da hâkim oldular. Batıya doğru genişleyerek Hunların eski komşusu Wu-sun Devleti başta olmak üzere Yüeh-pan, Kaşgar, Kuça ve Turfan gibi merkezleri kendilerine bağladılar.


460 yılına kadar hâkimiyet sahasını genişleten ve Güney Çin’de de bazı bölgelere hâkim olan Tabgaç Devleti, bir yandan Çinlilerin gittikçe daha fazla miktarda devlet memuriyetlerine getirilmesi, diğer yandan Budizm ve Konfüçyanizmin etkisi ile çinlileşmeye başlamıştır. Tabgaç Devleti’nin idari kadrosunun gittikçe çinlileşmesi sonucunda millî varlığını korumak isteyen halk içinde birçok isyanlar ortaya çıkmış, bu isyanlar bir yandan şiddetle bastırılırken öbür yandan da ileride daha şiddetli bir bozulmayı getiren kararlar alınmıştır. İsyan ve iç karışıklıklar sonucunda Tabgaç Devleti, 534 yılında ikiye ayrılmıştır. Doğudaki topraklarda daha sonra çinlileşen Kuzey Ch’i sülâlesi (550-577), millî benliğini korumak isteyen batıdaki topraklarda da Chou sülâlesi (557-581) kurulmuştur.


Tabgaçların örf âdet ve geleneklerinin çoğu, kendilerinden önceki ve sonraki Türk boylarının kültürü ile benzer özellikler gösterir. Dinî inançları hakkında verilen bilgilere göre Tabgaçlarda mağara, dağ ve orman kültleri bulunuyordu. Diğer Türk boylarında olduğu gibi kurttan türeme ve göç efsaneleri, Tabgaçlar arasında da anlatılıyordu. İbadetlerini taştan binalar içinde gerçekleştiriyorlardı. Ataları, hakanlarının soyu, Gök ve Yer’in kutsal ruhları için kurban keserler ve kutsal saydıkları kayın ağaçlarını dikerlerdi. Bu kayın ağaçları büyüdüğünde kutsal ormanlar meydana geleceğine inanırlardı. Budistleşme ile birlikte bu gelenekler unutulmuştur.


Alıntıdır.


Türk Tarihinin Bizans Kaynakları

 Bizans kaynakları özellikle Doğu Avrupa Türk tarihinin en önemli kaynakları arasında ilk sırada gelmektedirler. Bu eserler doğu kaynaklarının yani Arap, Çin ve Rus kaynaklarının verdiği bilgileri tamamlamaları veya düzeltmeleri bakımından da ayrı bir değere sahiptirler. III-XIII. yüzyılları arasında Avrupa, Balkanlar ve Karadeniz’in kuzeyinde kurulan Türk devletlerine ait ilk bilgileri bu eserlerden öğrenebilmekteyiz. Bizim için çok kıymetli olan bu eserlerin büyük kısmı maalesef Türkçe ’ye kazandırılamamıştır.


Türk tarihi hakkında en eski bilgileri Herodot’un İskitya’dan bahseden bölümünde bulabilmekteyiz. Sonrasında Pomponius Mela, Strabon ve Plinius’un eserlerinde muhtemelen Türklere ait olduğu düşünülen bilgiler mevcuttur. Milattan sonraki ikinci yüzyılda Ptolemaios ve Dionysios Periegetes Hazar Denizi çevresine yayılan Hunlar hakkında bilgi vermektedirler. Bizans kaynaklarından bazıları hakkında kısaca bilgi vermeye çalışalım:


Ammianus Marcellinus


Ammianus Marcellinus (IV. asır), Grek Antiocheia (Antakya) bölgesinden Orontes’li Roma tarihçisidir. Doğum tarihi tam olarak bilinmemektedir. 322-400 yılları arasında yaşadığı tahmin edilmektedir. Döneminin birçok savaşlarına yüksek rütbeli subay olarak katılmış, yaşadıklarını ve gözlemlerini kaleme almıştır. Res Gestae adlı 31 kitaptan oluşan, Lâtince olarak kaleme aldığı Roma Tarihi mevcuttur. Eser, Tacitus’un eserinin devamı olup, İmparator Nerva’nın ölümünden (98) İmparator Valens’in ölümüne (378) kadar olan hadiseleri ihtiva etmektedir. Fakat yazdıklarının çoğu günümüze intikal etmemiştir. Yalnız 353 yılından sonraki tarihin kayıtlı olduğu 18 kitap (XIV-XXXI. kitaplar) bulunmaktadır. Ammianus Marcellinus’un Res Gestae adlı tarihi eseri Türk Tarihi bakımından oldukça ehemmiyetlidir. Hunların Avrupa önlerinde görüldükleri ilk devirlerine dair malûmat veren ilk Roma kaynağıdır. Hunların Alanları hâkimiyet altına alarak Tın (Don) Nehri üzerinden Avrupa içlerine ilerlemeleri, Gotları mağlup etmeleri; kültürleri, âdetleri ve sosyal hayatlarına dair enteresan bilgiler ihtiva etmektedir.


Jordanes


Romalı bir tarihçi olan Jordanes, VI. yüzyılda iki tarihi eser kaleme almıştır. Birisi Got Tarihi diğeri ise bir dünya kroniği’dir. Got Tarihi adını taşıyan eser hem Hunlar hakkında çok geniş bilgiler vermekte hem de dönemin en önemli kaynaklarından biri olarak kabul edilmektedir.

 Prokopios


Kaisareia’lı (Filistin) tarihçidir. Hitabet öğrenimi gören fakat daha sonra İstanbul’da hukukçu ve devlet memuru olarak kariyer yaparken; hükümdar Justinianos’un (527-565) generali Belisarios’un tavsiyesi ile Perslere, Vandallara ve Doğu Gotlarına karşı yapılan savaşları ele alan 8 kitaplık bir eser yazmıştır. Bu eserde kavimler göçü dönemi ile Hun-Türk tarihine ait pek çok değerli bilgiye rastlamak mümkündür. Özellikle Attila’nın faaliyetleri ve Hun adı altında Bulgarlar, Ak Hunlar, Sabirler ve Utigur gibi diğer Türk boylarına dair verdiği bilgiler dikkat çekicidir.

Agathias


530’lu yıllarda Anadolu’da Myrina şehrinde doğduğu tahmin edilmektedir. 554 yılında İstanbul’a gelmiş ve avukatlık yapmaya başlamıştır. 582 yılında ölen Agathias’ın yazdığı eser 552- 558 yılları arasında meydana gelen olayları kapsamakta ve Prokopios’un eserinin devamı niteliğini taşımaktadır. Eftalitlerin Perslere karşı savaşları, 555-556 yılında Sabirlerin Bizanslılarla beraber Perslere karşı savaşları, 552 yılındaki İtalya-Got savaşında tatbik edilen savaş taktiğinin Hun taktiği şeklinde olduğuna dair bilgiler ile Utrigur ve Kutrigurlara ait önemli detayları da yine bu kaynaktan edinmek mümkündür.


Menandros Protektor


VI. Yüzyılın en önemli tarihçilerinden olan Menander vea Menandros, İstanbullu olup hukuk eğitimi görmüştür. Tarihi eseri Agathias’ın bıraktığı yerden devam etmektedir. Bu eserin en önemli özelliği Avar Hakanlığı ve Türklerin yayılmaları ile ilgili çok detaylı bilgileri aktarmasıdır. Avarların Tuna havzasına yerleşmeleri, mücadeleleri, Gepidler ve Langobardlarla olan ilişkileri, Bizans’a karşı izlenen politikalar eserde detaylı bir şekilde ortaya konmaktadır.


Maurice- Strategicon


Bizans imparatoru Maurice (582-602) tarafından kaleme alınan eser, askeri stratejilerin anlatıldığı önemli bir kaynaktır. On iki kısımdan oluşan eser, ordunun teşekkülü, savaş yöntemleri ve hileler ile lojistik destekler hakkında bilgiler sunmaktadır. Ayrıca Avarların askeri disiplin ve taktikleri konusunda da ayrıntılar yer almaktadır.


Theophylact Simocatta


VII. yüzyılın ilk müellifidir ve Mısır’da doğmuştur. İmparator Herakleios zamanında (610-...)


Menander’in kitabının devamı mahiyetinde olan ve 8 kitaptan oluşan eserin sahibidir. Simocatta kendisinden önceki kaynaklar ve saraydaki arşivleri de incelemek suretiyle eserini ortaya koymuştur. Özellikle Avarların tarihi bakımından son derece mühimdir. Müellif İmparator Tiberios’un ölümünden sonraki olayları anlatmaktadır. Bununla beraber Avarların Singidonum, Viminacium ve diğer şehirlerin işgalini, Trakya seferini, elçilik heyetlerinin gidiş gelişlerini de eserde bulmak mümkündür.

Theophanes


IX. yüzyıldaki en önemli tarihi kaynaklardan biridir. 284 yılından başlayarak 813 yılına kadar geçen dönemi ihtiva eden bir eserdir. Bu eser verdiği bilgiler açısından Hun, Bulgar, Avar, Sabir ve Hazarlara dair en değerli eserlerden biridir.


Nikephoros


Nikephoros, hükümdarın kâtibidir ve daha sonra rahiplik yaparak İstanbul patrikliği görevinde bulunmuştur. Tarihle ilgili iki eseri vardır. Türk tarihi için önemli olan eseri Brevarium adı ile bilinmekte ve 602 ile 796 yılları arasını kapsayan dönemdeki olayları anlatmaktadır. Eserde 619 yılında Hristiyanlığı kabul eden Hun hükümdarından, Avar-Bizans mücadelelerinden ve Hazar-Bizans münasebetlerinden bahsedilmektedir.


Türkler Hakkında Bilgi Veren Diğer Bizans Kaynaklarından Bazıları


Olympiodoros (V. Yy. Hunlar)


Zosimos (V. Yy. Hunlar)


Sozomenos (V. Yy. Hunlar)


Sokrates (V. Yy. Hunlar)


Theodoretos (V. Yy. Hunlar)


Mytilene Psikoposu Zacharias (VI. Yy. Hunlar)


Josua Stylitzes (VI. Yy. Hunlar)


Ioannes Malalas (VI. Yy. Hunlar, Avarlar)


Eugarios (VI. Yy. Hunlar, Avarlar)


Georgios Pisides (VI. Yy. Avarlar)


Theodoros Synkellos (VII. Yy. Avarlar)


Chronicon Paschale (VII. Yy. Avarlar)


Ermeni Psikoposu Sebeos (VII. Yy. Türkler, Hazarlar, Eftalitler)


Antiochia Patriki Michael (VII. Yy. Hunlar, Avarlar)


Epitome (IX. Yy. Avarlar, Bulgarlar, Hazarlar)


Georgios Kedrenos (XI.yy. Hun, Avarlar, Hazarlar, Peçenekler)


VI.Leon’un Savaş Taktiği kitabı (X. Yy. Türk, Frank, Langobard Savaş Usulleri)


VII.Konstantinos Porphyrogennetos (X. Yy. Peçenekler, Oğuzlar, Hazarlar, Alanlar,



İoannes Skylitzes (XI.yy. Hunlar, Uzlar, Peçenekler, Macarlar)


Anna Komnena (XII.yy. Peçenekler, Uzlar, Kuman/Kıpçaklar, Selçuklu Türkleri)


İoannes Zonaras (XII.yy- Hunlar, Macarlar, Peçenekler, Uzlar, Kuman/Kıpçaklar)


Michael Glykas (XII.yy- Avarlar, Hazarlar, Bulgarlar, Peçenekler, Uzlar, Kuman/Kıpçaklar)

İoannes Kinnamos (XII.yy- Selçuklular, Peçenekler, Macarlar)


Georgios Akropolites (XIII.yy- Bulgarlar, Tatarlar, Kuman/Kıpçaklar)


Georgios Pachymeres (XIV.yy- Kuman/Kıpçaklar, Tatarlar, Moğollar)


VI. İoannes Kantakuzenos (XIV.yy- Kuman/Kıpçaklar, Tatarlar, Osmanlılar)


Bizans kaynaklarının bazıları Türkçe’ye tercüme edilmiştir.


Alıntıdır.


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak