9 Eylül 2022 Cuma

TÜRK MİTOLOJİSİ'NDE GEÇEN KİŞİLER, KAVRAMLAR VE TANRILAR - 32

 HADUR


Macar savaş tanrısı. Macarların eski inanışlarında bir savaş tanrısı olduğu kadar, ateş tanrısı olarak da bilinir. Macar Mitolojisi'nde Aran Ata (Arany Atya/Altın Baba) ve Hajnal Ana (Hajnal Anya/Şafak Anne) adlı tanrı ve tanrıçaların üçüncü oğludur. Nap Kiraly (Güneş Kralı) ve Szel Kiraly (Yel Kralı) adlı kardeşleri vardır. Cennette, Yaşam Ağacı'nın üstünde Arany Atya'nın bir kalesi vardır. Onun altında (gökyüzünde) NapA Kralı'nın "Altın Orman"ı ve daha aşağıda da (yeryüzünde) Yel Kralı'nın "Gümüş Orman'ı bulunurdu. Hadur ise en alttaki (yeraltında) "Bakır Orman"ın sahibidir. O tanrıların demir reisi olarak görülürdü. Uzun saçları ve üzerine giydiği bakırdan bir zırhı bulunur. Bakır Macar kültüründe kutlu bir metal olduğundan, saf bakırdan yapılmış silahları vardır. Onun kendi yapmış olduğu "Tanrı'nın Kılıcı" adı verilen efsanevi silah Attila tarafından bulundu ve onun iktidarı, fetihlerdeki başarıları böylece güvence altına alınmış oldu. Eski Macarlarda savaşlardan önce Hadur için beyaz aygır kurban etme alışkanlığı vardı.



HADUR'UN KILICI


Savaş tanrısı Hadur'un kendi yaptığı "Tanrı'nın Kılıcı" adı verilen efsanevi silah. Bir insanın kullanamayacağı kadar büyük olduğu söylenir. Hadur'un Kılıcı (bazen Mars'ın Kılıcı) Attila tarafından bulunarak yanında taşıdığı efsanevi silahtır. Tarihçiler Priscus ve Jordanes üzerinden aktarılan hikayeye göre bir çoban sürüsünden bir ineğin aksadığını fark etmiş ve hayvanın ayağını neyin kestiğini anlamak istemiştir. Çoban kan izlerini takip ederek, toprağa gömülü kılıcı bulur.  Kılıcın  çok eski olduğu rahatlıkla  anlaşılabildiği  halde tek bir pas lekesi bile yoktur ve çoban durumu Attila'ya bildirerek bulunduğu yerden çıkarmasına vesile olur. Başka bir rivayete göreyse çoban kendisi çıkararak Attila'ya hediye etmiştir. Romalılar bu kılıcın kendi savaş tanrıları Mars'a ait olduğunu düşünmekteydiler. Ancak motif Türk (Ural-Altay)  kökenlidir  çünkü  ineğin  ayağını kesebilmesi için kılıcın yere tersine saplanmış  olması gerekir ki bu tamamen Asya kökenli bir anlayıştır. Diğer kültürlerde kılıç yere normal olarak kabzası yukarda olacak biçimde saplanmış olarak bulunur. Anlatılanlara göre kılıç Attila'yla birlikte gömülmüştür. Kimilerine göreyse Katalanya Düzlüğü Savaşı'nda, Aetius ile çarpışırken kılıcın kırıldığı rivayet edilir. Bu olaydan sonra Attila duygusal bir çöküntü yaşar ve belki de sonraki yıl bu yüzden papayla anlaşarak Macaristan'a geri döner.



HAL ATA


Kötülük tanrısı. "Hal Dede" olarak da bilinir. Kızıl renkli giysileri olan, kızıl gözlü bir adamdır. İnsanları kandıran bir varlık olarak görünür. Sözcük kökeni itibariyle bakıldığında Moğolca "gal"le (ateş) bağlantılıdır. Kızıl giysiler giyer. Kızıl renkli ve ateş yalımına benzeyen sakalları vardır.  Al Ana'nın eril karşılığı olarak da düşünülebilir. Al inancından kaynaklanan kötü bir ruhtur.



HARA


Ay tanrısı. Oğuz Han'ın soyunun Hara'ya kadar gittiği anlatılır. Göğün altıncı katında oturur. Gerçekte Oğuz Han'ın babasının  adı Kara Han'ken bazı kaynaklarda ''Ay" olarak gösterilmesi bu kelime benzeşimi nedeniyledir. Yani Oğuz Destanı Buryat-Moğol kültürüne geçerken Türkçe "Kara" kelimesi Buryatça "Hara" (gırtlaksı "H" ile Xara, Khara) olarak algılanarak bu dildeki ''Ay" manasında düşünülmüştür. Urartu mitolojisinde özellikleri tam olarak tespit edilememiş olan "Hara" adlı bir tanrı vardır.


HARSA


Kuduz cini. Kuduz köpekleri ve saldırgan inekleri vardır. Kendisinin ve sahip olduğu bu hayvanların gözleri kurumuştur. Harsalar hayvanlarda kuduza neden olurlar. Yaşadıkları yerler çok soğuktur. İnsana baktıklarında onu gören kişiler soğuk su dökmüş gibi titretirler. Yeni doğmuş bebekleri yerler ve beşikleri bozarlar. Çok çirkindirler.



HARKIT


Baca cini. Bacadan torba sarkıtarak çocukları kaçırdığı söylenir. Genellikle çocukların bazı tehlikeli davranışlardan kaçınmalarını sağlamak için başvurulan ve hakkındaki anlatılardan bu yönde yararlanılan bir varlıktır. Halk ağzında kullanılan bir tekerleme, "Harkıt! Bacadan tarhanı sarkıt Çocukları al da kaçırt.. ." şeklindedir. Bu torbanın içerisinde bazen çocukları kandırmak için şeker ve hediyeler yer alır. Bu bağlamda Ayaz Ata (Noel Baba) kişiliğinin olumsuz yansıması olarak görülebilir. Bazen çocuklara hediyeler getiren iyi niyetli bir varlık olarak anlatılsa da, genellikle bu hediyeleri bacadan aşağı sarkıtan ve içine giren çocukları torbasına alıp kaçıran gizemli bir varlıktır.


HIBILIK


Boğucu cin. Kötücül bir varlıktır, genellikle yalnız bir kadın kılığına girer ama kadın erkek ayırmadan herkesi rahatsız eder. İnsanların göğsüne çöker ve soluğu kesilene kadar boğazını sıkar. Uykudayken üzerine bastığı kişi yerinden kıpırdayamaz, dili tutulur. Kedi şeklinde görünür. Karanlıkta sessizce kaybolup gider. Bazen ölümlere neden olur. Yakalanacak olursa kurtulmak için yakalayan kişiye bolca altın verir. Başında sihirli bir börk vardır. O börkü ele geçiren kişinin zengin olacağına inanılır.



Bahattin Uslu’nun Türk Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.

FOTOSENTEZ MAKİNASI

  

Bilindiği gibi fotosentez, bitkilerin, kimi zaman da bazı bakteri ve tek hücreli canlıların, karbondioksit ve sudan, şeker (karbonhidrat) üretmek için güneş ışınıyla gelen enerjiyi kullanmalarıdır. Bu reaksiyon sonucunda güneş ışınındaki enerji, üretilen şeker molekülünün içine depolanmış olur. Kullanılamayan güneş enerjisinin kullanılabilir kimyasal enerjiye dönüşme işleminde ise yeşil bir pigment olan klorofil önemli rol oynar. (Pigment ışığı emebilen maddelere verilen addır.)

Bütün reaksiyon aşağıdaki formülde özetlenir:

                                                            

6H2O + 6CO2 ---FOTOSENTEZ---> C6H12O6+ 6O2

 

Kimya diline yabancı olanlar için, bu kimyasal formül şu şekilde tercüme edilebilir:

 

6 su molekülü + 6 karbondioksit molekülü         -FOTOSENTEZ SONUCUNDA- 1 şeker molekülü + 6 oksijen molekülüne dönüşür.

 

Fotosentezin genel şeması oldukça basit gözükmektedir. Fakat bu şema yalnızca başlangıçta reaksiyona giren ve reaksiyon sonucunda elde edilen maddeleri göstermektedir. Bu nihai ürünlerin elde edilmesi ise yaprakta meydana gelen ve hayranlık uyandıracak derecede kompleks işlem ve mekanizmalar sonucunda gerçekleşir.

Karbondioksit ve su kullanarak, günlük hayatta şeker dediğimiz karbonhidrat moleküllerinin oluşturulması için son derecede hassas ve kompleks ölçülerin ve işlemlerin gerçekleştirilmesi gerekir. Bu işlemler atomlar, hatta atomların çevresinde dönen elektronlar düzeyinde işleyen çok kompleks sistemleri içerir.

Sistem içinde farklı pigmentler, çeşitli tuzlar, mineraller, kalıntı elemanlar (ferredoksin, adenosin trifosfat gibi), alt-katalizörler, çeşitli görevler üstlenen maddeler ve diğer kimyasal etkenlerden oluşan kalabalık bir ekip vardır. Sadece "sakaroz" gibi basit bir şeker molekülünü üretmek için bile bitkilerin 30 adet farklı proteine ihtiyaçları olduğunu düşünürsek, bu işlemin genelinin ne kadar kompleks olduğu daha iyi anlaşılır.

 

 

Fotosentez İşleminde Yer Alan Parçalar

 

- Kloroplast: Bitki hücresiyle hayvan hücresi genel olarak aynı özellikleri taşımaktadır. Bu iki canlı türünün hücreleri arasındaki en önemli fark, bitki hücresinde artı olarak, içinde fotosentezin gerçekleştiği yeşil bir deponun (plastid) yani kloroplastın bulunmasıdır. Seyyar bir enerji santrali gibi güneş ışığını emen klorofilleri saklayan bu organizmalar bütün sistemin kalbidir. Kloroplastlar, iç içe geçmiş balonlara benzeyen yapılarıyla, doğanın yeşil rengini verirler.

Bitki hücresinde, fotosentez işlemi kloroplastlarda meydana gelir. Kloroplast 2-10 mikrometre kalınlığında (mikrometre metrenin milyonda biridir), 0,003 milimetre (milimetrenin binde üçü) çapında mercimek şeklinde küçük disklerden oluşmuştur. Bir hücrede 40'a yakın kloroplast vardır. Bu ilginç birimler bu kadar küçük olmalarına rağmen bulundukları ortamdan iki zarla ayrılmışlardır. Bu zarların kalınlığı ise akıl almayacak kadar incedir: 60 angström, yani 0,000006 milimetre. (milimetrenin yaklaşık yüzbinde biri)

Kloroplastın içinde "tilakoid" adı verilen yassılaşmış çuval şeklinde yapılar vardır. Bunlar fotosentezin kimyevi birimleri olan klorofilleri muhafaza eder ve daha ince zarlarla korunurlar. Bu tilakoidler, "grana" adı verilen 0,0003 milimetre büyüklüğünde ve madeni para şeklinde üst üste yığılmış diskler olarak dizilmişlerdir. Bir kloroplast içinde bu granalardan 40-60 adet bulunur. Bütün bu karmaşık yapılar, protein ve yağların belirli bir amaç için biraraya gelmeleriyle oluşur. Bunlar da belirli oranlarda bulunurlar. Örneğin tilakoid zarı %50 protein, %38 yağ ve %12 pigmentten oluşmuştur.

- Tilakoid: Kloroplastın içindeki ikinci aşama tilakoid adı verilen torbalardır.  Bunlar çuvala benzeyen ve içinde klorofil molekülünü saklayan zarlardır. Bu torbaların içinde güneş ışığını emen yeşil pigment olan klorofil bulunur.

- Grana: Tilakoidler biraraya gelerek granaları oluştururlar.

- Klorofil: Kloroplastın içinde bulunan ve güneş ışığını emen yeşil pigmenttir. Klorofil olmasaydı, ne oksijen, ne besin, ne de doğanın rengi olurdu. 

- Stroma lamella: Kloroplast içinde granaları bağlayan boru şeklindeki zar.

-        Stroma: Kloroplastın içindeki jele benzeyen sıvı.

 

 

Fotosentez Ve Işık

 

Atmosfer, gerek fonksiyonları gerekse kimyasal bileşimiyle yaşam için zorunlu, mükemmel bir örtüdür. Güneş, çok farklı dalga boylarında ışığı yayar. Ancak bu dalga boylarından sadece çok dar bir aralık yaşam için gerekli olan ışığı içerir. Ve bu noktada önemli bir mucize görülür; atmosfer öyle bir yapıya sahiptir ki, sadece yaşam için gerekli olan aralıktaki ışığın geçmesine izin verirken, yaşam için zararlı olan X ışınlarını, gama ışınlarını ve diğer zararlı tüm ışınları emer ya da geri yansıtır. Yaşam için son derece önemli olan bu seçilimden sorumlu olan atmosfer tabakası ise, kimyasal formülü O3 olan "ozon tabakası"dır. Ozon tabakasının evrendeki diğer 1025 adet farklı dalga boyuna sahip ışın cinsi arasından, yalnızca yaşam için gerekli 4500 - 7500 A0 aralığındaki görünür ışığı geçirmesi bizim için özel tasarlanmış bir mucize olduğunun göstergesidir. Eğer atmosfer bu aralıkta bulunan ışığı geçirmeseydi veya bu ışıkla birlikte farklı dalga boylarındaki ışıkları da geçirseydi, yeryüzünde canlılık kesinlikle oluşamazdı. Bu, canlılığın oluşması için gereken yüzbinlerce koşuldan sadece bir tanesidir ve bu koşulların tamamının eksiksiz olarak oluşması, canlılığın tesadüfen meydana gelmesinin kesinlikle imkansız olduğunu gösterir.


Farklı dalga boyundaki ışıklar farklı renkler demektir

 

Gördüğümüz bütün renkler belirli bir dalga boyuna ve frekansa sahiptir. Örneğin kırmızının dalga boyu mordan uzundur. Bizim renkleri görebilmemizin sebebi ise gözlerimizin bu hassas dalga boylarını algılayacak ve beynimizin de bunları yorumlayacak şekilde yaratılmasından kaynaklanır.

Işığın dalga boyu "nanometre" adı verilen bir birimle tanımlanır. Bir nanometre ise metrenin milyarda birine eşittir. Örneğin kırmızının dalga boyu 770, koyu morun ise 390 nanometredir. Ancak bu o kadar küçük bir birimdir ki, insanın gözünde canlandırabilmesi kesinlikle imkansızdır. Bu ışıkların bir de frekansları vardır. Bu frekans "hertz" veya saniyedeki devir sayısıyla ölçülür. Bir devir ise dalganın en üst ve en alt noktası arasındaki mesafedir. Işık saniyede 300.000 km yol alır. Eğer dalga boyu daha küçük ise fotonlar aynı sürede daha fazla mesafe kat etmek zorunda kalırlar.

Buraya kadar anlatılan özelliklerden anlaşılacağı gibi bitkinin kullandığı ışık çok özel bir yapıya sahiptir. Bu ışık, hem atmosferde hassas bir elekten geçirilerek süzülür, hem bizim algılayamayacağımız kadar küçük bir mesafe aralığında hareket eder, hem de bilinen en büyük hıza sahiptir. Ayrıca hem dalga olarak hem de foton denilen tanecikler şeklinde hareket ettiği için maddeleri oluşturan atomlara çarparak kimyasal reaksiyonlara sebep olma özelliğine de sahiptir.

Bu kadar kompleks bir yapıya sahip olan ışık büyük mesafeler katedip bitkiye ulaştığında, özel bir anten sistemi tarafından algılanır. Bitkide bulunan bu anten sistemi o kadar hassas bir yapıya sahiptir ki, sadece bu çok küçük bir dalga aralığında bulunan ışığı yakalayacak ve bu ışığı işleyecek sistemleri başlatacak şekilde yaratılmıştır. Eğer ışık herhangi başka bir değere, hıza veya frekansa sahip olsaydı, pigment (bitkinin anteni) bu ışığı göremeyecek ve işlem daha başlamadan sona erecekti.

 

 

Renkli bir dünyada yaşamamızı sağlayan mucize!

 

Işığı emen bütün maddelere pigment adı verilir. Pigmentlerin renkleri, yansıtılan ışığın dalga boyundan, başka bir deyişle madde tarafından emilmeyen ışıktan kaynaklanır. Bütün fotosentetik hücrelerde bulunan ve bir tür pigment olan klorofil, yeşil dışında, görünen ışığın bütün dalga boylarını emer. Yaprakların yeşil olmasının sebebi yansıtılan bu ışıktır. Siyah pigmentler kendilerine çarpan ışığın bütün dalga boylarını emerler. Beyaz pigmentler ise kendilerine çarpan ışığın neredeyse bütün dalga boylarını yansıtırlar.

Örneğin bitkilerdeki klorofil ismi verilen pigmentler hem yeşil rengin oluşmasını sağlayan, hem de fotosentezin gerçekleştiği yerlerdir. Pigment, karbon, hidrojen, magnezyum, nitrojen gibi atomların biraraya gelerek oluşturdukları moleküllerin gerçekleştirdikleri bir yapıdır. İşte bu tür bir pigment olan klorofil hayatın devamında çok önemli bir role sahip olan fotosentezi, hiç durmaksızın gerçekleştirir. Klorofil pigmentinin boyutlarını düşündüğümüzde konunun ne kadar ince ve hassas hesaplar üzerine kurulu olduğu daha iyi  anlaşılacaktır.

250-400 kadar klorofil molekülü gruplar şeklinde organize olarak, "fotosistem" adı verilen ve çok hayati işlemler gerçekleştiren bir yapı oluştururlar. Bir fotosistem içindeki bütün klorofil molekülleri, ışığı emme özelliğine sahiptirler; ama her fotosistemde sadece bir klorofil molekülü gerçekten ışıktan elde edilen kimyasal enerjiyi kullanır. Enerjiyi kullanan molekül, fotosistemin ortasına yerleşerek, sistemin reaksiyon merkezini tespit eder. Diğer klorofil molekülleri "anten pigmentler" olarak adlandırılırlar. Klorofil a olarak adlandırılan reaksiyon merkezinin çevresinde anten benzeri bir ağ oluşturarak reaksiyon merkezi (yani klorofil a) için ışık toplarlar. Reaksiyon merkezi 250'den fazla anten molekülünün birinden enerji aldığında, elektronlarından biri daha yüksek bir enerji seviyesine çıkarak bir alıcı moleküle transfer olur. Yani klorofil a'ya ait olan bir elektron, etrafta dizilmiş bulunan diğer klorofil moleküllerine geçer. Bu sayede zincirleme bir reaksiyon ve elektron akışı dolayısıyla fotosentez de başlamış olur. Bu yüzden pigment dediğimiz organlar fotosentez işlevi içinde hayati bir rol oynamaktadırlar. Bu çok özel yapılı moleküller aynı zamanda çevremizdeki yeşil bitki dünyasını oluşturmaktadırlar.

 

 

Alıntıdır.

Balıklı Göl / Şanlı Urfa

 


8 Eylül 2022 Perşembe

Hunlar

 


Kanunlar


Aristokratik Hun toplumu, Çinliler’in “karmaşık kanunları yoktu ve kullanımı kolaydı” sözüyle belirttikleri gibi, kendine özgü bir sisteme sahipti. Ağır suçlar ve silahlı yaralamalar, ölümle cezalandırılır; hırsızlık halinde, sadece hırsızın malvarlığı değil, ailenin çalarak elde ettiği bütün eşyası da müsadere edilirdi. Ufak suçlar için suçlunun yüzüne çizik atılırdı. Mahkeme, en çok on gün sürer; gözaltına alınan kişilerin sayısı, aynı anda birkaç onu geçemezdi. Alışılmış hukukun yanı sıra, Me-te döneminden itibaren savaş disiplinini bozan ve askerî emirlere itaat etmeyenlere karşı ölüm cezası getiren bazı devlet hukuku da konuldu. Bu özel kanunlar, hem Hunlar’ın konsolidasyonunda önemli bir rol oynadı, hem de onların Asya’nın en güçlü devleti haline gelmelerini sağladı.

Hun kamu hukukunda, diğer göçebe sistemlerin çoğunda rastladığımız mülkiyet hukukunu buluyoruz: “Herbiri belli bir toprağa sahiptir ve su, mera durumuna göre bir yerden başka bir yere göçedebilir.” Ancak, metnin muhtevasından toprak sahibinin herhangi bir prense veya aileye bağlı bir boy olduğu şeklinde kesin bir hüküm çıkaramayız. İkinci bir varsayımda, VI-VII. Yüzyıllarda Türkler’de uygulanan analojik bir formülden bahsediliyor. Metinde şöyle denilmekte: “Bu ülkelerde (Türkler’in yaşadıkları topraklarda.-L.G.) .. geniş meralar, bol sulu topraklar vardı.


Neden Türkîler kavgalar ederek dağıldılar?” Ancak, Hunlar zamanında, 24 boydan her birinin kendine ait bir toprak parçasına sahip olması istisnaî bir olasılık değildir ki, zaten bu görüşü teyid eden bazı deliller de vardır. M.S. I. Yüzyılın ortalarına kadar çıkan bütün iç savaşlarda boyların ana rolü oynaması, çarpışmaların onların mera topraklarına sahip olmasından kaynaklandığını gösteren dolaylı delillerden sayılabilir. Dağlık ormanların mülkiyeti, muhtemelen ortaktı. Çünkü Çin sınırı boyundaki ormanla kaplı sıradağların elde tutulması meselesi yabguyu daima tasalandırmış, ama buralardan faydalananlar “tâli dereceli prensler” yani onlara bağlı boylar olmuştur. Çöllerin ve kullanışsız toprakların mülkiyeti ise, bütün Hun halkına aittir. “Toprak, devletin temelidir” demişti Me-te. Bu söz, bundan sonraki bütün Hun tarihi boyunca devletin temel prensibi olmuştur. Kölelik, Hunlar’da da vardı, fakat bu, uzun süreli boyunduruk altında tutma şeklinde değildi. Bu durum, daha ziyade Yakın Doğu için geçerliydi. Genelde savaş esir ve esireleri köle olarak kullanılıyor, ama bunlar da bilindiği kadarıyla üretim işlerinde istihdam ediliyorlardı. Hunlar’ın köleye çok ihtiyaçları bulunmasına ve hatta Çin’e yapılan savaşlar sonunda pekçok insanı beraberlerinde bozkırlara getirmelerine rağmen, bütün Hun tarihi boyunca köle ticaretinin varolduğunu gösteren herhangi bir belirti bulamıyoruz.



Savaşlar


Me-te’nin yaptığı reformlar sayesinde, patriarkal kabileler olan Hunlar, savaşçı bir Hun Devleti haline dönüşmüştür. Her Hun, bir savaşçıdır; başında bir kumandanı vardır ve onun emirlerine sıkı sıkıya uymak zorundadır. Ancak, eski boy sistemi bozulmamıştı ve her savaş birliğinin başında, daha sonraki devirlerde Çingis-han dönemindeki Moğollar’da olduğu gibi, alt tabakalardan çıkan kumandanlar değil, sadece yabguyla akraba olan prensler ve boy beyleri bulunmuştur. İktidarın yabgularla beyler arasındaki taksimi, şu veya bu kişilerin tahta ortak olmalarına imkan vermemiştir. Me-te’nin yaptığı ıslahatlar arasında, savaşlarda kumandana mutlak itaatı tamamiyle askeri bir mecburiyet olarak getirmesi ve memurî hiyerarşiyi tesis etmesi gösterilebilir. Ancak, bundan daha önemlisi, toprağın devletin temeli olarak görülmesidir ki bu durum, devletin asırlarca muhafazısını temin etmiş olması bakımından, boy yapısının bozulmasını engellemiş ve kabilelerin konsolidasyonunu sağlamıştır.


Savaşçı olarak doğan sıradan bir Hun, sadece savaşçı olmak zorundaydı. Bu durum, bazı ikbalperestleri rahatsız ediyorsa da, savaşçı, boyu kendisini yüzüstü bırakamayacağı için, durumunun zayıflamasını engelleyecek bir takım garantiler elde etmişti. Ganimetler, kendisinden istirdat edilemeyecek özel mülkü sayıldığından, onun tek servet edinme vasıtasıydı. Sıradan bir Hun, barış döneminde oradan oraya göçetmekle (yılda 2-4 defa), savaş talimleri yapmakla ve ilkbahar ve sonbaharda keyfince dinlenmekle meşgul olurdu. Çinli bakanın, sınır boylarındaki kölelerin anlattıklarına istinaden, Hun savaşçılarının “rahat yaşadıkları” yolundaki sözleri tesadüfî değildi. Ve bu yüzden de Çinliler, sık sık kaçıp Hunlar’a sığınıyorlardı.


Ordu


Çinliler, bütün Hun ordu sayısını 300 bin kişi olarak göstermekteydiler. Bu, biraz abartılı bir rakam gibi görünüyor. Bütün erkeklerin savaşçı olduklarını kabul etsek bile, (halbuki savaşçıların, genel nüfusun ancak % 20’sini teşkil ettiğini biliyoruz), bu durumda Moğolistan topraklarında o dönemde 1,5 milyon insan yaşıyor olması gerekirdi ki, bu rakam bugünkünün dahi iki mislidir. Büyük bir ihtimalle burada, eski Çin kroniklerinin alışılmış bir mübalağası söz konusudur.


Hun hafif süvari birliklerinin en başta gelen silahı oktu. Bu süvari, ne piyade ile, ne de ağır silahlarla mücehhez atlı savaşçıyla kucak kucağa mücadeleye giremezdi; fakat seyyar hareket halinde onlardan üstündü.


Hunlar’ın taktiği, düşmanı yıpratmaktan ibaretti. Örneğin, şehir açıklarında Hunlar, Çin öncü birliklerini kuşatma altına almışlardı. Hun birliklerinin sayısı, Çinlilerinkinden fazlaydı. Çin askerleri, güneyli insanların alışık olmadığı soğuklarda donup kalmışlar ve ağırlıklarından uzak düştükleri için de orduda açlık başgöstermişti. Buna rağmen Hunlar, saldırıya geçmediler. Elbette bunun sebebi, korkaklıkları veya çok dikkatli olmaları değildi. Aksine Hunlar’ın kucak kucağa bir dövüşe ihtiyaçları yoktu. Onlar, düşmanın içinde bulunduğu tinimsiz alarm durumundan faydalanarak, onları yorup, tamamen işlerini bitirmek niyetindeydiler. Çünkü bu bitkinlik ve alarm hali, düşmanın elinden silahı düşürecek ve düşman karşı koymayı değil, sadece kaçıp canını kurtarmayı düşünecekti.


Hunlar, daha önceki küçük çarpışmalarda fazla ustalık gerektirmeyen bu tür manevraları başarıyla uygulamışlardı. Yalandan geri çekilmek suretiyle düşmanı pusuya düşürmüşler ve kendine güvenen yavlarını kuşatma altına almışlardı. Ancak yav kararlı bir şekilde saldırıya geçerse, Hun süvarileri tekrar toplanıp, yeni hücumlar geliştirmek amacıyla “kuş sürüsü gibi” dağılırlardı. Hunlar’ı dağıtmak kolay; mağlup etmek zor, yoketmek ise imkansızdı.


Askerlik, her Hun için bir mecburiyetti, ama ona kesinlikle bir ödül vaadilmezdi. Yavını öldüren bir savaşçı, “bir kupa şarapla ve ele geçirdiği olcanın tamamı kendisine verilmek suretiyle” ödüllendirilirdi. Savaşsız ele geçirilen ganimetler, yabgunun payı da ayrılmak suretiyle taksim (duvan) edilirdi. Öbür türlü, yapılan alıntıyı açıklamak zordur. Savaşlar, Hunlar’a hiç de az gelir bırakmıyordu ve aynı zamanda meşakkatsiz bir ganimetti. Çünkü Hun savaşçısının yaptığı tek şey, belli bir mesafeden düşmana ok atmak, korkudan ödünü patlatıncağa kadar işkence etmek; sonra elini kolunu bağlayıp, evine bir köle gibi alıp getirmekti.


Hunlar, göçebe bir halktır. Hayvan mahsulatı boldu, ama toprak mahsullerine ve kumaşa aşırı ihtiyaçları vardı. Çinliler ve Soğdlular, sınır ticaretiyle bu işte fazla mahir olmayan göçebeleri aldatıyorlardı. Fakat göçebeler, yaptıkları akınlarla bu zararlarını telafi ediyorlar ve böylece hak yerini buluyordu. Hunlar’ın savaşlarda elde ettikleri başarılar, göçebe hayvancılığının gelişmesine zemin hazırlıyordu. Diğer yandan kabilelerin birleşmesi iç çatışmaları azaltıyor; kendi başına buyruk kabilelerin sürekli yağmalarda bulunmasının önünü alıyordu.


Gelirler


Yabgu ve beyler ayakta durabilmek için, halktan toplanamayan gelirlere sahip olmalıydılar. Patriarkal bir toplum, salık (vergi) kavramına yabancıdır; hür savaşçı ise yapacağı bir ödemenin hürriyetini gölgelediğine inandığından, kimseye bir şey vermeye yanaşmazdı. Şu halde salık, hür olmayanlardan yani itaat altına alınmış kabilelerden vergi adıyla, düşmandan ise savaş olcası (ganimet) adı altında toplanmalıydı. Mağlup Tung-hular salıklarını öküzle, at ve koyun derisiyle ödüyorlardı. En çok vergiyi ise Doğu Türkistan’ın zengin vadilerinin çiftçi zenginleri ödüyorlardı. Jo-ch’iang ve Lou-lan (Shan-shan) prensliklerinde Lob-nor Gölü civarında yaşayan mağrur Tankutlar’ın hazırladığı demir silahlar da Hunlar’a oradan geliyordu. Kürk ise muhtemelen kuzey sınırlarında yaşayan Kıpçak, Ting-ling ve Hakaslar’dan geliyordu. Bununla birlikte yabgunun en önemli gelir kaynağı, Çin’de boysundurulmuş olan kabilelerdendi. Gerçi Çinliler, gururlarına yediremediklerinden, güya doğrudan vergi ödemiyorlar, verdiklerini bir tür savga (hediye) olarak kabul ediyorlardı, ama esasen bu savgalar üstü kapalı bir vergi durumundaydı. Örneğin 176 yılında Me-te, Çin’e gönderdiği elçiyle birlikte mütevazi bir hediye, bir deve, iki küheylan ve dörder adetten oluşan iki grup at göndermiş; buna karşılık, gönderilen karşı elçiyle birlikte kendisine şu hediyeler takdim edilmişti: Astarlı ve süslemeli bir kaftan, bir adet uzun simli kaftan, altından yapılmış bir taç, altın işlemeli bir kemer, gergedan boynuzundan yapılmış bir kemer tokası, on top koyu kırmızı ve yeşil renkli işlemeli ipek kumaş.  


Hun Toplum Yapısı


Barbarlığın en üst basamağında, kabile beyleri, genelde savaş kumandanlarından ayrılırlar. Birbirine karışmayan iki kurumun mevcut olduğu İroquois (İrokez)larda böyle idi. Savaş kumandanları ger-sorların (düklerin), büyük halk göçlerinin ardından, boy beyleri ko-nungerleri kovduğu Alamanlar’da da böyleydi. İsparta sitesinde de benzeri bir mücadeleye şahit oluyoruz. Orada kumandan-krallar, ihtiyarlar meclisine, fakat her ikisi de ayrıca halk toplantılarında alınan kararlara bağlıydılar. Atina’da ise halk meclislerinin ihtiyarlar meclisinin-arhontların üzerinde olduğunu, bazilevlerin yani kral-başkumandanların her yerde ilga edildiklerini görüyoruz. Demek ki farklı boy yapısı şekilleri, güçlü savaşçı devlet bünyesiyle karışmaktadır. Acaba, Hunlar bu konuyu nasıl halletmişlerdi? Me-te zamanında, Hun kabilesi, patriarkaldı. Yani çocuklar, annenin değil, babanın soyuna mensuptular. Büyük kardeşin dul hanımı, kendi sevgili hanımı kadar, ona karşı da saygılı olmak zorunda bulunan küçük kardeşe kalırdı. Boy mensuplarına sağlanan dairesel güvenlik, mutlaka bazı mecburiyetleri gerektiriyordu. Aile fertlerinden herhangi birinin işlediği suçun bütün aile bireylerinin ortak sorumluluğu olarak görülmesi de bunu gösterir. Bu genel çizgiler, boyun sağlam bir yapıya sahip olduğunu ve hiçbir şekilde parçalanmadığını ispat etmektedir. Ataerkil boylarda ekzogam ilişkiler daima vardır. Kadın, istisnaî olarak yabancı boylardan alınabildiği ve özellikle yabgunun bu tür evlilikler yaptığı düşünülecek olursa, böyle bir şeyin Hunlar’da da olduğu kendiliğinden anlaşılır.

Gerçekte kimlerin boy prensleri olduğu şeklindeki konuyu aydınlığa kavuşturmak için, etnoğrafik bir çalıştırma yapmaya yönelmek zorundayız. Patriarkal yönetime sahip büyük ailelerdeki ortak yaşam şekli, XIX. Yüzyıla kadar Güney Slavyanlar’ında (Zadura) muhafaza edilmiştir. Ailenin yönetimi, “yaşlı olması şartı kesinlikle aranmayan” domaçin tarafından icra edilir. Roma patriarkal ailelerinde “familia” kavramı, bir kişiye ait olan bütün köleler, yani bütün malvarlığı anlamına gelirdi. Benzeri bir aile yapısı, patriarkal Yahudi toplumunda, örneğin Avraam’ın “Hayat” kitabında da tasvir edilmektedir. Bütün bu şekiller, Hun boy yapısında tamamıyla müşahede edilmemektedir, ama Hunlar’daki boy yapısı, çok daha gelişmiş olmakla birlikte, bunun alp çizgisinin hakim olduğu bir şekil olarak düşünülmesi mümkün değildir. Hunlar’daki boy prensi, boyunun çıkarlarını gözeten, buna karşılık boyun tam desteğini sağlayan kişidir. Daha sonraki dönemlerde, böyle bir sisteme Moğollar’da da rastlıyoruz, fakat bu, sadece, boy bağlarını parçalayan ve onun yerine savaş hiyerarşisini yerleştiren Çingis-han’ın harp reformlarından etkilenmeyen boylarda geçerlidir. Buradan yabgu boyunun, büyük bir devlette mutlak iktidardan ne ölçüde faydalandığını tesbit edebiliriz. Bu iktidar, toplum hukukunun ihlali üzerine kurulmamış, aksine boy büyüklüğünün sağladığı ilkel otorite üzerine bina edilmişti. İtaat altına alınan halklara karşı takınılacak tavır konusunda, yabgu, az veya çok katı davranma hakkına sahipti, fakat ata tarafından olan kendi halkına karşı bir şekilde lütufkar davranmak zorundaydı.

Hunlar’daki boy yapısının mevcudiyetini tesbit ettikten sonra, artık askerî kumandanların ne gibi bir oruna sahip oldukları konusu üzerinde durmamız şart oldu. Her şeyden önce şunu belirtmeliyiz ki, Hunlar’da kumandanların orunu, boy sistemine göre tesbit edilmezdi.Onlar, neseplerine göre değil, özelliklerine göre seçilirlerdi.

Bunlara “ku-tu-hou”[tümgeneral] denilirdi. En alt askerî hiyerarşiden başlayarak, boy beylerine bağlıydılar. A.N. Berchtam, Oçerki is-torii gunnov (Hun Tarihi Üzerine Tedkikler) isimli eserinde, yabgunun boyların hakkını Gaspettiğini ileri sürerse de, bu görüşün tarihî kaynakların dikkatlice incelenmemesinden kaynaklandığı görülmektedir. Bir kere, gerek yabgu ve gerekse yüksek orunlu beyler, boyun üyeleri oldukları için, onun temsilcisidirler. Tıpkı bir aile reisinin, kendi şahsında bütün aileyi temsil edip, onun namına konuşması gibi. Me-te ve haleflerinin ortaya koydukları yapı, boy bağları sistemini koruduğu gibi, alp-tokrasi yani boy içindeki büyüklerin iktidarını temsil etmekteydi. Denilebilir ki boy sisteminin gelişimi sırasında, yeni doğan bir çocuğun yaşlı ileri gelenler arasında “büyük” kabul edilebildiği müstekar bir sistemde, şahsî yükselmeye yer verilmezdi. Bütün iktidarı ele geçiren boy beyi, halk kengeşlerine boy prenslerini temsilen katılırdı. Halbuki boy prenslerinin ve beylerin yılda iki defa muntazam olarak yığıldıkları gözönüne alınırsa, Hun tarihinde halk kengeşlerinin hiçbir zaman yapılmadığı görülür. Hun Devleti’ni bir çeşit kabile imparatorluğu olarak gösterme hakkına sahip olmakla birlikte, boy beylerinin konsolidasyonunun fazla üst düzeyde gerçekleşmediği görülüyor. Ancak, böyle sağlam ve orijinal bir sistemi kurmak kolay değildi; çünkü bu sistemin kurucusunun üst düzey bir aileden geliyor olmasının yanı sıra, fevkalade savaşçı bir kabiliyete sahip olması da gerekiyordu. Eski savaş disiplinine saygı duymakla birlikte, gücünü geliştirerek urukdaşları arasındaki yavlarını bertaraf edebilen Me-te, bütün bu özellikleri bünyesinde toplamıştı. Yukarıda da gördüğümüz gibi, yönetimi henüz ele aldığı dönemde, babasının ve kardeşinin kuvvetlerini ancak urukdaşlarının kendi tarafında yer aldığına kanaat getirdikten sonra bertaraf etmeye girişmişti. Yine yukarıda gördüğümüz gibi, disiplini bozanlar ve halkın yöneticisine muhalefet etmeye çalışanlarla mücadeleye girdiğinde, ilk yaptığı iş, hoşnut olmayanların kellesini vurdurmak olmuştu. Göründüğü kadarıyla, ilk temel ders, saygıydı; çünkü, ancak ondan sonra herhangi bir disiplin bozma girişimine rastlanmamaktadır.

M.Ö. 209 yılı, bütün Hun ulusunun kaderinin tayin edildiği meş’um bir yıldı. Çünkü, eğer Me-te’nin zeka ve enerjisi olmasaydı, Hunlar da tıpkı Keltler gibi, kabile savaşlarında yahut Germenler ve Samnitler gibi, paralı askerlerin çarpışmalarında, yahut Skandinavlar ve İrokezler gibi, komşulara karşı girişilen yağma ve tenkil savaşlarında bütün güçlerini harcamış olacaklardı. Her halükârda onlar, kanunları ihlal eden ve kendi kendini yoketme basiretsizliğini gösteren yarı vahşi göçebe kabileler arasında gösterilemezlerdi. Fakat göçebe kabilelerin genel tarihî gelişim seyrine baktığımız zaman, anlıyoruz ki bu olayların seyri bozulamazdı. Tarihten silinen Hunlar’ın yerini, bazan doğulu Moğol-Tung-hular, bazan güneyli Tibetliler yani Ch’ianglar, bazan batılı Ariler yani Yüeçiler ve bazan da Nenetzler’in ataları kuzeyli Ugorlar almışlardır. Olayların seyrindeki değişiklik, sadece kültürel gelişim ve etnik yapılarda olmuştur. Ne var ki bütün bu tâli dönemlerde, Hunlar’ın ağır bir hayatı olmamıştır. Bu yüzden Me-te’nin getirdiği reformlar, onlar için büyük öneme sahipti. Sadece insanlığın genel gelişim kanunları değil, onların kendileri de, gerçek geçmişin haritasını yeniden çizen tarihçiler için önemlidirler.

Me-te’nin hiç yoktan bir devlet kurduğu söylenebilir. Çarvacılık (hayvancılık) endüstrisinin gelişimine bağlı olarak, göçebe kabilelerin konsolidasyonu, bütün tarihî süreçlerde müşahede edilmiştir. Bununla birlikte, Me-te’nin faaliyet ve kabiliyetleri, ancak dikkatli bir araştırmayla tesbit edilebilir. Onun ıslık çalan oklarının ardından sadece usta avcılar değil, kumandanlarına güvenen ve verilen görevin şuuruna vararak itaat eden savaşçıları da gitmişlerdir. Me-te, hayatının başlangıcında, kendisinin de hayal etmediği büyük bir mevkiye ulaşarak, 174 yılında hayata gözlerini yummuştur. Torunlarından hiçbiri, kabiliyet yönünden ona denk olmamış olsa da, kurduğu devlet 300 yıl ayakta kalabilmiştir.



Lev Nikolayeviç Gumilev

Ruscadan Çeviren D. Ahsen BATUR


Göbekli Tepe / Şanlı Urfa

 


DÎNİ SÖZLÜK “B”

 BERR:

 

1. Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). İhsân eden, iyilik eden, yâni her iyilik kendisinden olan, îmân edip, iyi ameller yapmayı nasîb edip, bunlara karşılık

 âhirette sevâb ve dünyâda sıhhat, kuvvet, mal, makam, evlâd ve yardımcılar veren.

 

2.    Îtikâdı doğru, amelleri ibâdetleri iyi, ahlâkı güzel, ihlâslı sâlih müslüman. Çoğulu Ebrârdır.

 

BERZÂH ÂLEMİ:

 

Dünyâ ile âhiret arasındaki âlem; kabir âlemi.

 

Berzâh âleminde ölülerin hâli, dirilerin hâli gibi değildir. Dünyâ hayâtında hem his (duygu), hem de irâde (istek) ile hareket vardır. Berzâh hayâtında ise, hareket etmek lâzım değildir, elem (acı) ve azâb duymaları için yalnız hissetmeleri yetişir. (Ahmed Fârûkî)

 

2. Tasavvufta âlem-i misâle verilen ad.

 

Berzâh âlemi, âlem-i ervâh (ruhlar âlemi) ile âlem-i ecsâd (madde âlemi) arasında yer alır. Ayna gibidir. Diğer iki âlemdeki hakîkî varlıklar ve mânâlar bu âlemde latîf şekillerde görünürler. Çünkü iki âlemdeki her hakîkate ve her mânâya uygun birer şekil, heyet, görünüş bu âlemde bulunur. Bu âlemde kendiliğinden hiçbir hakîkat, hiçbir madde ve mânâ yoktur. Buradaki şekiller, heyetler, öteki âlemlerden aks eden görüntülerdir. Aynada hiçbir şekil ve sûret yoktur. Aynada bir şekil görünürse, başka yerden gelen görünüştür. Âlem-i misâl de böyledir.

 

Berzâh-ı Kübrâ:

 

Kabirden kalkıp, mahşer yerinde hesâbın görülüp Cennet veya Cehenneme gidilinceye kadar geçen zaman.

 

Berzâh-ı kübrâda, insanların dağılmış, çürümüş, erimiş parça ve kemikleri bir araya getirilir. (Muhammed Ma'sûm)

 

Berzâh-ı Sugrâ:

 

Kabre konduktan kıyâmet kopup kabirden kalkıncaya kadar olan zaman.

 

Ervâh (rûhlar) ve berzâh-ı sugrâ, fazla düşünmeye ve üzerinde inceleme yapmaya gelmez. Bu konuda zan ve tahmin ileri sürmek doğru değildir. Nasslar (âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfler) ile sâbit olanlara (bildirilenlere) kısaca îmân etmek lâzımdır. Onun etrâflı olarak bilinmesini Allahü teâlânın ilmine havâle etmelidir, bırakmalıdır. (Ahmed Fârûkî)

 

BESMELE:

 

Bismillâhirrahmânirrahîm sözü.

 

Kur'ân-ı kerîme saygı göstermek, E'ûzü okuyarak başlamakla olur ve Kur'ân-ı kerîmin anahtarı Besmeledir. (Hadîs-i şerîf-Tefsîr-i Yâkûb-i Çerhî))

 

Hoca çocuğa, Besmele okur, çocuk da söyleyince, Allahü teâlâ, çocuğun anasının, babasının ve hocasının Cehennem'e girmemesi için senet yazdırır. (Hadîs-i şerîf-Tefsîr-i Dürr-ül-Mensûr)

 

Cehennem'de azâb yapan on dokuz melekten kurtulmak isteyen Besmele okusun! Besmele on dokuz harftir. (Abdullah ibni Mes'ûd)

 

Besmelenin mânâsı: «Her var olana, onu yaratmakla iyilik etmiş ve varlıkta durdurmakla, yok olmaktan korumakla iyilik etmiş olan Allahü teâlânın yardımı ile bu işi yapabiliyorum. Ârifler (evliyâ), O'nu ilâh olarak tanıdı. Âlemler, O'nun merhâmeti ile rızık buldu. Günah işliyenler, O'nun rahmeti ile Cehennem'den kurtuldu» demektir. (Yâkûb-ı Çerhî)

 

Besmele öyle bir sözdür ki ağzı temizler, kalbden gamı ve sıkıntıyı giderir. (Abdülkâdir Geylânî)

 

Abdest  almağa,  yemeğe,  içmeğe  ve  her  mübârek  işe  başlarken  Besmele  çekmek Peygamber efendimizin âdet-i şerîflerinden olup sünnettir. (İbn-i Âbidîn)

 

Besmeleyle başlıyalım kitâba

 

Allah adı en iyi bir sığnakdır

Nîmetleri sığmaz ölçü hisâba

 

Çok acıyan, afvı seven bir Rab'dır.

 

(Seâdet-i Ebediyye)

 

BEŞER:

 

İnsan, âdemoğlu.

 

BEŞÎR:

 

1. Müjdeleyici mânâsına Peygamber efendimizin isimlerinden.

 

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:

 

(Ey Muhammed!) Biz seni; mü'minleri, inananları beşîr, kâfirleri de azâb ile korkutucu, uyarıcı olarak gönderdik. (Bekara sûresi: 119)

 

2. Kabirde mü'minlere suâl soran melekler.

 

Kabirlerde kâfirlere ve âsî müslümanlara azâb edecek melekler ve kabirde suâl soracak melekler vardır. Suâl meleklerine münker ve nekir denir. Mü'minlere soranlara ise mübeşşir ve beşir denir. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

 

 

BETÛL:

 

Peygamber efendimizin mübârek kızı hazret-i Fâtımâ'nın lakabı.

 

İlimde ve ictihâdda hazret-i Âişe, zühd (dünyâya rağbet etmemekte) ve dünyâdan kesilmekte, uzak durmakta ise, hazret-i Fâtıma daha ileridir. Bunun içindir ki, hazret-i Fâtımâ'ya Betûl denilmiştir. (Abdülkâdir-i Geylânî)

 

BEVÂDİH:

 

Tasavvufta, insan kalbine gayb âleminden âniden gelen şeyler.

 

Bevâdih kalbe gelen ferahlık ve sevinçtir. Sâhibini güldürür. Yâhut hüzün ve kederdir; sâhibini ağlatır. Bâyezîd-i Bistâmî hazretlerinin; "Bir zaman güldüm, bir zaman ağladım. Ve şimdi ne gülüyor ne ağlıyorum." buyurması bevâdih hâline işârettir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

 

BEY':

 

Satmak, satış yapmak, alış-veriş. İki kişinin mallarını gönül rızâsı ile değişmeleri.

 

Âyet-i kerîmede meâlen buyruldu ki:

 

Allahü teâlâ bey'i, helâl ve fâizi haram kıldı. (Bekara sûresi: 275)

 

Bey' ve şirâ (alış-veriş) bilgilerini öğrenmeden ticâret yapmak helâl olmaz. Her tâcirin bir fıkıh âlimi bulup, işlerini buna danışarak yapması, böylece fâizden ve fâsid (bozuk) alışverişten kurtulması lâzımdır. (Ebü'l-Kâsım Semerkandî)

 

Bir kimse İmâm -ı a'zam Ebû Hanîfe hazretlerinden sordu ki: "Vakitlerimi ibâdet ile geçirmek istiyorum. Bana bir şey yaz da, hep onu yapayım?" İmâm-ı a'zam rahmetullahi aleyh, bey' ve şirâ bilgilerini yazıp verince; "Bu tüccarlara lâzım olur. Ben evimde oturup ibâdet ile meşgûl olacağım" dedi. Cevâbında; "Yiyecek ve giyecek lâzım olmayan kimse var mı? İslâmiyet'in alış-veriş kısmını bilmeyen, haram lokmadan kurtulamaz ve ibâdetlerinin sevâbını bulamaz. Zahmetleri boşa gider ve azâba yakalanır ve çok pişman olur" buyurdu.(Kerderî, M.Rebhâmî)

 

Bey'-i Bâtıl:

 

Sahih olmayan, yâni dînen bulunması lâzım gelen şartların hepsi veyâ bir kısmı bulunmayan alış veriş.

 

Bey'-i bil Vefâ (Vefâ ile Satış):

 

Alıcı ve satıcının, satıştan vazgeçmek hakkına sâhip olduğu alış-veriş.

 

Bey'-i Fâsid:

 

Aslı İslâmiyet'e uygun, fakat sıfatı uygun olmayan satış.

 

Bir kimse satın aldığı bir malın bedeli olan paranın yarısını peşin verip, yarısını da yolcum gelince vereyim dese, bu alış-veriş Bey'-i fâsid olur. Çünkü yolcunun geleceği târih yâni paranın kalan kısmının ödeneceği târih belli değildir. Bu durum ise, satışın sıfatı bakımından uygun olmaması demektir. (Zeylaî)

 

Bey'-i fâsid, câiz değildir ve haramdır. Büyük günâhtır. Fâsid satışla alınan mal, müşteri teslim alınca, kendi mülkü olursa da, yemesi, giymesi haramdır. Alanın ve satanın bu satışı bozması , geri vermesi vâcibdir. Geri çevirmezlerse, vâcibi terk ettikleri için günâha girerler. (Hamzâ Efendi)

 

Bey'-i Mekrûh:

 

Aslı ve sıfatı İslâmiyet'e uygun ise de kendisine dînin yasak etmiş olduğu bir şey karışmış olan satış.

 

Satın almıyacağı bir malın fiyatını, başka müşteriler arasında yükseltmek, iki kişi bir malın fiyatında uyuşmuş iken bu malı, daha yüksek fiyatla satın almak istemek Bey'-i mekrûhdur.

 

Bey'-i Mevkûf:

 

Aslı ve sıfatı sahîh ise de başkasının hakkı karışan alış-veriş.

 

Bey'-i Sahîh:

 

Aslı ve sıfatı İslâmiyet'e uygun olan satış; doğru ve sıhhatli alış-veriş.

 

Bey'i sahîhin geçerli olması için, alıcı ve satıcının aynı kimse olmaması, yâni bir kimsenin hem satıcıya, hem alıcıya vekil olarak kendi kendine satış yapmaması, satanın ve alanın akıllı olmaları, akd yapılması yâni birinin îcâb (teklif) edip karşısındakinin, onu; ayrılmadan önce kabûl etmesi yâni söz kesilmesi, mebî'in (satılan malın) ve semenin (bedelin) mütekavvim (kıymetli, kullanılması mübâh ve mümkün olan) mal olmaları lâzımdır. Satılan malın felsin îtibârî kıymetinin yâni (piyasadaki yarım gram altının kuruş cinsinden değerinin on beşte birinden aşağı olmaması lâzımdır. (İbn-i Nüceym)

 

BEYÂN:

 

Açık olmak, açıklamak, bildirmek. Konuşma, yazma, anlama, anlatma, ifâde etme.

 

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

 

(Allahü teâlâ) insanı yarattı. Ona beyânı öğretti. (Rahmân sûresi: 3-4)

 

Beyânın öylesi vardır ki büyüleyici bir tesire sâhiptir. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)

 

Beyândan bilmediklerimizle bizleri nîmetlendiren Allahü teâlâya hamd olsun. (Ahmed Mekkî Efendi)

 

Beyân İlmi:

 

Düzgün ve yerinde söz söyleme yolunu öğreten belâgat ilminin teşbîh (benzetme), mecâz, kinâye gibi konularını anlatan ilim.

 

 

BEYT-İ MA'MÛR:

 

Meleklerin kıblesi. Göklerde meleklerin devâmlı tavâf ettikleri yer, makam.

 

Beyt-ül-ma'mûrda her gün yetmiş bin melek namaz kılar. Bir kere namaz kılana bir daha sıra gelmez. Meleklerin büyüklerinden Kerûbîyân melekleri gece ve gündüz tesbih ederler, hiç usanmaz ve yorulmazlar. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Münzir)

 

Beyt-i ma'mûr üçüncü, altıncı veya yedinci kat semâdadır. Onun gökyüzündeki kıymeti, Kâbe-i Muazzamanın yeryüzünde kıymeti gibidir. (Sa'lebî)

 

Beyt-i ma'mûr, Beyt-i Harâm'ın (Kâbe'nin) üst tarafına düşmektedir. Yere düşecek olsa, onun üstüne düşer. Orayı her gün daha önce hiç görmemiş yetmiş bin melek ziyâret eder. (Ezrâkî)

 

BEYTÜ'L-MUKADDES (Beyt-ül-Makdis):

 

Kudüs'deki Mescid-i Aksâ.

 

BEYTULLAH:

 

1. Mekke-i mükerremede Mescid-i harâmın ortasında bulunan mukaddes binâ. Kâbe-i muazzama; müslümanların kıblesi; Fazîlet ve kıymetini bildirmek için Beytullah buyurulmuştur.

 

Rivâyet edildiğine göre, Allahü teâlâ Âdem aleyhisselâma buyurdu ki:

 

Ey Âdem! Sen sağ oldukça Beytullah'ı tâmir et. Senden sonra gelecek peygamberler ve ümmetler de zaman zaman onu tâmir edecekler. En son peygambere kadar bu böyle sürüp gidecek. (Ezrâkî)

 

2. Câmi, mescid.

 

Beytullah olan câmi ve mescidlerde ibâdet etmeyip, dünyâ kelâmı ile meşgul olmak tahrîmen mekruhtur. Yâni harama yakın günahtır. Ateş odunu yiyip bitirdiği gibi câmide dünyâ kelâmı konuşmak da, insanın sevâblarını giderir. (Tahtâvî)

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak