25 Ağustos 2022 Perşembe

Hunlar

 


Yabgu


Hun Devleti’nin başında, “en büyük” anlamına gelen yabgu (shan-yü) vardı. Aynı mânâdan anlaşıldığı kadarıyla yabgu, elinin altında tebaaları bulunan bir hükümdar demek değildir. Fakat, sayısı 24 olan diğer beyler arasında en önde gelen kişidir. Yabgunun iktidarı büyüktür, ama mutlak değildir. Bu iktidar, boy aristokratları yani her biri 2 bin süvariden 10 bin süvariye kadar ulaşan silahlı güce sahip beyler tarafından sınırlanmıştır. İlk yabgular, muhtemelen seçim yoluyla işbaşına geliyorlardı. (Bu mümkündür; çünkü Çinliler Me-te’ye kadar olan yabguların silsilesini tesbitte zorlanmaktadırlar). Daha sonrakilerin seçiminde de tahta oturtma (kotarma) usulü uygulanmıştır. Bazıları ise, nadiren de olsa tahttan indirilmiştir. Mesela 102 yılında “.. oğlu küçük olduğu için, Hunlar, yabgunun küçük amcasını tahta geçirmişlerdir.” 85-60 yılları arasında ise, prensler yeni yabgu seçimi için kurultaylar topladıklarından, benzeri olaylar olagelmiştir. Fakat tahttan uzaklaştırma kurumu, ancak belli şartların mevcudiyeti halinde devreye girmiştir. Tahtın miras yoluyla bir sonrakine bırakılması usulü ise, çok daha sonraları uygulanmıştır. Gerçi, zaten yabgu tahtını genelde oğluna bırakıyorsa da, iktidarın bu şekilde devri yaygınlaşmıştı. Burada, seçim geleneğinin tamamen yabgunun hür iradesine bırakılması şeklinde tedricî bir gelenek değişikliğine şahit olmaktayız. Yabgu, başkumandan ve aynı zamanda diplomatik ilişkilerinde son sözü söyleyen kişi olmanın yanı sıra, dinî merasimlere de riaset ederdi. Yani yılda bir defa yabgunun otağı önünde yapılan kurban takdim merasimini yönettiği gibi, günde iki defa da güneşe veya aya karşı saygıyla eğilme vazifesini resmen icra ederdi.


Önemli Boylar


Me-te döneminde önemli boyların sayısı üçtü: Kuyan [Hu-yen], Lan ve Su-pu. Kuyan, Türkçe bir kelimedir ve “tavşan” anlamına gelir. Su-pu da Türkçedir ve “il, ülke, memleket” anlamındadır. Lan ise Çince bir kelimedir ve “orkide” demektir. (Eski dönemlerde Çin’in milli çiçeği). Bu boyların terkibinde, Hunlar’ın türeyişlerinin izlerine rastlıyoruz. Bu izler, Shung Wei’den Lan’a doğru uzanır. Ku-yan ve Su-pu ise, eski “Hu”ların torunları olarak karşımıza çıkıyorlar. Çinliler, Kuyan boyunun reisine prens (k’un) değil, hükümdar (wang) adını vermektedirler ki, bu boy temsilcileri, yabgunun akrabalarının en önemli kesimini teşkil ederler. Yabgunun mensup olduğu boya ise, Hsi Lü-an-ti denilmektedir. İktidar, yukarıda adı belirtilen ailelerin inhisarındaydı. Bunun yanında yabgunun hanımları, ancak bu boylardan olabileceği gibi, devletin üst düzey memurlukları da veraset yoluyla devrolunuyor, yani özellikle beylikler miras olarak bırakılıyordu. Mesela devlet hakimleri, devamlı olarak Su-pu boyundan seçilirdi. Bu gözde boyların dışında, tâli derecede öneme sahip boylar da vardı, ama bunların yönetimi de, yine o boylardan çıkan prenslerin elindeydi. Bunlara bey denilemezdi. Çünkü seçim yoluyla değil, miras yoluyla iktidara geliyorlardı. Bazan bağımsız hareket etme girişimleri de oluyordu, fakat oligarşi yönetimi bu tür separatist hareketleri başarıyla bastırıyordu. Bununla birlikte, her bir prens ve beyin emrinde, kendini merkez yönetime karşı koruyabilecek, ayrıca boyunun çıkarlarını savunabilecek yeterli sayıda silahlı kuvvet bulunduğu için, bu boylar yabgunun iktidar sahasını sınırlıyorlardı.


 


Memurî Hiyerarşi


Hunlar’da yönetim sistemi, oldukça geniş ve karmaşıktı. Doğulu ve batılı olmak üzere ikiye ayrılan devlet memurlarını veya daha doğru bir ifade ile devlet erkanını da birkaç gruba ayırabiliriz. Bir kere, “doğulu” [sol] ve “batılı” [sağ] tabiri “büyük” ve “küçük” anlamındadır. Birinci gruptakilere Chu-ki-prens denilirdi. Chu-ki [t’u-ki] kelimesi ise “bilge” anlamındadır. Veliahtlar, Doğu Chu-ki prens [sol bilge elig] lerden olmak zorundaydı. Ancak bu hak, sık sık ihlal edilirdi. İkinci grup Lu-li-prens [sağ bilge elig]; üçüncü grup ulu-şef; dördüncü grup ulu-t’u-yü ve beşinci grup ise ulu-tang-hu idi. Bu en yüksek dereceli memurlar, daima yabgunun mensup olduğu boyun fertleriydiler. Bunların miras yoluyla sahip oldukları ülüşleri yoktu, ama üstlendikleri önemli görevlerle birlikte ülüşler de edindiler. Rütbenin yükselmesi halinde, yabguyla birlikte boyun derecesi ve ülüşü de değişirdi. Yabgu soyundan türeyen prensler, istisnaî bir aristokrat rütbesiyle birlikte mevki sahibi olurlardı. Bu rütbe, her zaman kabiliyete ve yaşa göre verilmezdi. Bu yüzden, yabgu ailesinden gelen aristokratların yanında, yabgunun akrabalarından olmayan ve bey vazifesi gören kabiliyetli aristokratlar bulunurdu. Bunlara ku-tu-hou (Guduhav okunur) denilirdi. En üst düzey beylerin “yardımcıları”ydılar ve yönetimde bütün işleri onlar becerirlerdi. Üst düzey beyler gibi onlar da ayrı boylarla bağlantılı değil, aksine merkezî yönetim sistemine bağlıydılar. Bütün beylerin şahsî ordusu vardı ve bu ordular, en az birkaç bin, en çok onbin kişi olabilirdi. 24 beyden başka bir de boy beyleri vardı. Bunlar, boylarla yakınlığı bulunan ve bir tür klan reisi durumunda olan prenslerdi. Alashan eteklerinde göçebe olarak yaşayan Hü-chui ve Hun-shieh prensleri ile, doğu sınır boylarında yaşayan Hsi-ju (Siju okunur), Ku-hsi (Gusi okunur) vd. klan prensleri gibi. Me-te döneminde bunların bir önemi yoktu, fakat daha sonra merkezî iktidar çökünce, bunlar ön plana çıktılar. 


Şu halde, Hun aristokrasisini üç gruba ayırabiliriz: Doğuştan prensler, hizmet aristokratları ve boy beyleri. Yabgu, böylesine güçlü bir kesime hesap vermek zorunda olduğu gibi, onlar da onsuz bir şey yapamazlardı. Beyler ve kabile ileri gelenleri, sadece geleneklere değil, aynı zamanda sahip oldukları silahlı güçlere de güvenirlerdi ve yabgu da prenslerin arzusunun hilafına bir şey yapamazdı. Elbette bu durum, yönetimin çoğunlukla elini kolunu bağladığı gibi, yabguların iktidarını sınırlayarak, onların birer despota dönüşmesini de engellemekteydi. Mevcut belgelerden, Hun Devleti’nin esasen patriarkal yapı şartlarının ortaya çıkardığı oligarşik bir yönetim olduğu anlaşılmaktadır.


Lev Nikolayeviç Gumilev

Ruscadan Çeviren D. Ahsen BATUR


İznik Gölü / Bursa

 


23 Ağustos 2022 Salı

Safranbolu Evi

 


Gündelik Hayatımızda Temizlik - 2

 


Lavabo


Eskiden leğen ve ibrikle el yüz yıkanırdı. Fransızcada laver kökünden “yıkayacağım” anlamına gelen lavabo 1560’da el bezini anlatıyordu. 1801’de Journal des dames dergisinde tuvalet möblesi boy gösterdi. Tuvalet sözcüğünün geçirdiği evrime benzer biçimde, yatak odasına konulan bu silinme, temizlenme aracı, leğenin sosyetik biçimiydi. Orta sınıfların gelişmesi ve şehirlerin buna göre örgütlenmesi, su ve atık su sistemlerinin kurulması ile porselen, kumtaşı, emaye ve saçtan yapılan lavabolar mutfak ve banyolara yerleşti. Gerçekte lavaboyu suyla doldurup el yüzü akan suyla değil, aynı durgun ve gittikçe kirlenen suyla yıkamak söz konusu olduğundan, gövdenin temizliği açısından leğenden farkı yoktur, yalnız leğenden kolay temizlenir ve pis suyu ayrıca dökme zahmeti kalmaz. İngiltere’de ıvashbasin'lerin yerini lavabo aldığında, adına bu kolaylıktan, suyun süzülüp akıp gitmesinden dolayı sink denilmişti; sınk İngilizcede geriz, lağım, çukur, havza, batakhane, fiil olarak akıp gitme, sıvının döne döne boşalması demekti. Akan suda yıkanma âdeti olmadığı için de 1970’lerin ortalarına kadar sıcak soğuk su musluğu yaygınlaşmamıştı.

Bugünkü biçimiyle ve ‘s’ biçimli su gideri olan porselen lavabonun patentini 1852’de J. G. Jennings aldı.



Tuvalet


“Sevgili büyükanneciğim ve büyükbabacığım, dün sabah yatağıma sizden gelen bir paket getirdiklerinde ne kadar şaşırdığımı itiraf etmeliyim. Paketi sabırsızlıkla açtım, içine baktığımda bezelye ve bir tas gördüm. (...) heyecanla paketten çıkardım ve bir lazımlık olduğunu anladım. Ama öylesine güzel ve gösterişliydi ki, hizmetkârlarım onun sos kabı olarak bile kullanılabileceğini söylediler. Lazımlık gün boyunca ortada durdu ve görenlerin beğenisini kazandı.”


Madam du Deffand’ın 9 Mayıs 1768 günlü bu mektubu (N. Elias, Uygarlık Süreci, s. 234) Avrupa’nın üst sınıflarının 18. yüzyıla kadarki tuvalet terbiyesi ve donanımını özetliyor.


Mezopotamya, İndus, Girit Miken uygarlığında İsa’dan binlerce yıl önce modern tuvaletlerin benzeri, soğuk ve sıcak sulu tuvaletler yapıldığı gibi, şehirlerde kanalizasyon sistemleri de vardır.


Roma’da Eski Yunanlılarda olduğu gibi evlerde tuvalet kullanılmasının yanı sıra, su, kanalizasyon ve genel tuvalet donanımına da özen gösterilmişti. Çok lüks ve pahalı olanlarından en basitine kadar kamuya açık tuvaletler vardı. Ayrıca sokaklarda amfora dolaştıran seyyar tuvaletçiler vardı; çünkü topladıkları dışkı kumaş parlatmakta kullanılan ticari bir maldı. İmparator Vespasianus döneminde (İS 9-79) şehrin idrarı ihale ile parlatıcılara satılarak devlet için gelir kaynağı haline getirilmişti. İS 315’e gelindiğinde Roma’da genel tuvalet sayısı 140’ı aşmıştı. Roma tuvaletleri hamamları gibi toplumsal yaşamın parçası, toplanma ve sohbet alanlarıydı.


Barbar kabilelerde ise bazen üstü ağaç dalları ve hasır örgülerle çevrili kuyular kullanılmıştı. Ortaçağda şehirler büyüdükçe pislik arttı. Şehir sokaklarının ortasından akan pis sular ve pencerelerden boşaltılan lazımlıklar tipik bir manzaraydı. Londra’da Fleet Irmağı, dökülen dışkıdan durgunlaşmış, White Friars keşişleri yaktıkları tütsülere rağmen dayanılmaz duruma gelen koku nedeniyle Parlamentoya şikâyette bulunmak zorunda kalmışlardı. Kibar erkeklerin sokakta kadınların sol tarafında yürümesi âdeti de pencerelerden lazımlık boşaltma âdetinden kalmıştır. Şehir terbiyesi pencereden oturak boşaltırken “Gardez l’eau!” yani “Suya dikkat!” diye bağırmayı gerektiriyordu ki İngilizce argodaki tuvalet anlamında loo sözcüğü de buradan gelmektedir.

Rönesans’la birlikte lağım kanalının ihtiyaç olduğu görüşü, mahremiyet isteği, oturakların tahta perde içine alınması düşünceleri yaygınlaşmaya başladı. 1596’da Kraliçe Elisabeth’in torunu Sir John Harrington saraya oldukça gelişmiş bir klozet yaptırdı. Fakat Harrington kraliçenin tuvaletini alaya aldığı The Metamorphosis o f Ajax adlı kitabını yazınca ülkeden sürüldü ve tuvalet de tekrar tarihe karıştı. 17. yüzyılda Versailles sarayında 274 kutulu oturak vardı ve soyluların birçoğu saraya gelirken oturaklarını yanlarında getirtiyorlardı. Kral IV. Henry 1606’da Louvre Sarayı’nın pisliğine engel olabilmek için saray köşelerinde işemeyi yasakladı; sembolik de olsa para cezası koydu.


18. yüzyıl başında oturaklar dolap, küçük hücre, odacıklara konuldu 1739’da Paris’te bir partiden önce, bu oturakların konulduğu odacıkların üstüne ‘hanımlar’, ‘beyler’ yazılarak cinsler ayrıldı. 1530’lara tarihlenen ve etimolojik olarak küçük at anlamına gelen bidet (bide) de bu dönemde Paris’te ortaya çıktı. Bide, öteki Avrupalılara göre, Fransızların ahlaksızlığının bir ürünüydü.


1775’te matematikçi ve saat yapımcısı Alexander Cumming’in patentini aldığı klozet, pis su borusuna koyduğu eğimle, tuvalette temiz su kalan bir geçiş alanı yaratmış ve kokuları da engellemeyi başarmıştı. 1778’de Joseph Bramah’ın suyun çanakta burgu hareketi yaparak dönmesini sağlayan buluşundan sonra modern biçimiyle klozet yapılmış oldu ve Bramah da denizci olduğu için önce gemilerde yaygınlaştı. Kraliçe Victoria için altın işlemeli tuvaletin yapım yılı 1859’dur. Tuvaletin aristokrasi için halen eski alışkanlıkla gösteriş konusu olduğunu anlatan son olay, 1883'te Victoria için Thomas Turiferd tarafından ilk seramik tuvaletin yapılışıdır. Fakat seramik kullanımı, tuvalet tarihinde önemli bir dönüm noktası da olmuştur.


İngiliz buluşları Amerika’ya taşınmamış Amerikalılar kendi icatlarını yapmışlardı. J. G. Jennings’in lavabosundan esinlenen Thomas Twyford 1885’te, eski metal ve ahşap iki ayrı bölümden oluşan ve daima sızıntı ve koku yayma riski taşıyan klozetler yerine tek parça porselen klozeti geliştirerek bugünkü modelin esasını ortaya koydu. Buna rağmen 1850’den 1890’ların ortalarına kadar geliştirilen birçok ürün olduğu gibi, 1900-1932 yılları arasında da ABD Patent Bürosuna 350 klozet tasarımı sunulmuştu. Charles Neff ile Robert Frame’in sifonu geliştirmeleriyle bugünkü klozetlere ulaşılmış oldu ama oturaklar için süre kısaldıysa da ev dışı tuvaletlerin ortadan kalkması için yüz yıldan fazla zaman geçmesi gerekecekti.


Bedevilere Batı usûlü tuvalet yapıp, her şeyi yok eden çöle uyarlı tuvalet terbiyelerine aykırı bu ‘katkıyla, pislik ve haşeratla beraber hastalık tehlikesi de yaratan Batı kalıpları, temizlik kültüründeki farklı anlayışlar kadar iklim, altyapı donanımı gibi teknik özelliklere de uyarlanmak durumundadır. Örneğin, Afrika kabilelerine hep aynı yeri tuvalet olarak kullanmanın mantığını anlatmak zordur.


Türkçe tuvalet tarihinin suskunluğu nedeniyle fazla veri sahibi olmasak da, bunu mahremiyet anlayışının tarihselliği ile açıklamak mümkündür. Lazımlık ve oturağın çocuklara ait olması nedeniyle Avrupa soylularının 18. yüzyıla kadar süren tutumlarının maddi mirası da ortada yoktur. Bu konuda uyuşmazlık olduğu gibi, taharet anlayışı ve oturma yerine çömelme alışkanlığı söz konusudur. Osmanlıcada bulunan ve lağıma bağlı delikli taş anlamına gelen bellua sözcüğü bugünkü çözümün eskiliğine bir kanıt sayılabilir. Şehirler büyüyüp katlar arttıkça evin dışında tuvalet kalmamış, fakat bir yandan da alaturka alafranga ayrımı kendisini göstermiştir. Alafranga tuvaletlere takılan tuvalet musluğu ile bu ‘modern’ çözüm yerlileştirilmiştir.


Tuvalet kavramı ayıp kabul edildiğinden bütün dillerde olduğu gibi Türkçede de her zaman örtmece sözcükle ifade edilmiş, zaman içinde bir sözcük eskidikçe yerini yenisi almıştır. Örneğin, bugün kullanılması hoş olmayan kenef sözcüğü, Arapça taraf, yön demektir ve kibar bulunduğu için kullanılmıştı. Gene bir dönem rahatlıkla kullanılan hela sözcüğü de Arapça boş, ıssız anlamındaki halâ’dan gelir. Ayakyolu tuvaletlerin evin dışında olduğu dönemin sözcüğüdür. Abdesthane daha resmilerin, memişhane daha neşelilerin tercihidir.


Bu adlandırma tarihinde halen nötr niteliğini koruyan yüznumara, Fransızca numarasız (sans numero) sözcüğünden gelmektedir; otel tuvaletleri 00 olarak gösterilirken, çeviri, anlamlandırma hatasıyla bize yazı dilinde aynen, konuşma dilinde yüz olarak girmiştir. WC ise İngilizce ‘water closet’in kısaltmasıdır. Tuvalet (toilette) sözcüğü Latince teia’dan gelen Uıilc’nm küçültülmüş biçimidir; Fransızcada 14. yüzyılda masa üstünde bulunan sabah bakımı, özellikle saç bakımı donanımını anlatıyordu. 17. yüzyılda tuvalet masası feminen bir sözcük olarak Fransızcaya yerleşti. Bugün bu anlamıyla bizde de kullanılıyor. Genel tuvaletlerde bulunan pisuar ise Fransa’da 18.-19. yüzyıllarda genel tuvaletlere verilen ad olarak ortaya çıktı.


Dede Korkut’un “Usun Koca Oğlu Segrek Boyu”nda yer alan bir paragraf bu dönemde de kamusal tuvaletlerin bulunduğunu düşündürmektedir: “Bir gün yolı bir dirneğe uğradı. Kondılar, yimek içmek irdiler. Segrek mest oldı. Taşra ayak'yoluna çıkdı. Gördi kim öksüz oğlan bir kızanı çekişiir. Mere noldunuz diyii bir şapala birine bir şapala birine urdı. Eski tutun biti öksüz oğlanım dili acı olur. Biri aydur: Mere mizüm öksüzligümüz yetmez mi, bizi niye urursm, hünerin var ise kartaşun Alınca Kalasında esirdür, var anı kurtar didi.” Bu sahne yüz yüze ilişkilerin bulunduğu bir toplumsal yapı içinde, mahalle camisi, okul vb. tuvaletlerinde bugün de yaşanabilecek çok bildik bir davranış biçimini ortaya koymaktadır.


Milyarlık Hindistan’da bugün 600-900 milyon insanın tuvaletinin açıkta olduğu hesaplanmaktadır; şehirlerde % 30, kırsal kesimde % 3 oranında lağım sistemi vardır. Kamuya açık tuvaletin inşası Hindistan’da Cihangir zamanına, 1556 yılına gider, Delhi’den 120 km uzakta Alvar’da yüz aile için inşa edilmiştir. Paris’te ilk umumi tuvalet 1824’de açılmıştır. 1851 ’de George Jennings’in Dünya Fuarı’nda Kristal Saray’da sergilediği yenilikler umumi tuvaletin yaygınlaşmasında etkili olmuştur. 827.000 küsur kişi para ödeyerek bu yenilikleri görmek istemişti. Fransa’da belediyelerin umumi tuvalet işletmesini şirketlere vermesi 1872’de başlar. Yirmi yıllığına kiralanan tuvaletlerin ihalesi için şirketler birbiriyle yarışmıştır. Fransa’da 1959’da başlamak üzere umumi tuvaletler Avrupa’da artık yer altına alınmaktadır.

Gerçek şu ki, Türkiye’de kamuya açık tuvalet sektörü büyüklüğüne karşın, yirmi yıl öncesine kadar pek sağlıklı ortam üretememişti. 1913 yılında Mimar Mösyö Alfred Michel İstanbul Belediyesi’yle yap-işlet-devret sistemi ile “tahte’l-arz ve fevle’l-arz” 30 adet ‘tuvalet salonu’ yapmak için anlaşma yapmıştı. Mösyö Michel’in 30 yıl süreyle işleteceği tuvalet salonlarının “İstanbul’da kafilesi alaturka biçimde mermerden ve Beyoğlu cihetindekilerin her birindeki helaların nısfı alaturka ve nısfı alafranga ve diğerlerinin içinde birer tanesi alafranga olabilecek ve alaturkaların kaffesinde çömelmek itibariyle sağ tarafta muslukları olacak ve bir kutu derununda temiz pamuk bulundurulacak”tı. Mösyöye ilan asma, potin boyacısı, çiçek ve gazete satışı için de izin verilmişti. Ancak tuvalet salonlarının yalnız onu inşa edilebilmiş ve sözleşme koşulları yerine getirilmediğinden depozite akçası Belediye’ye irad kaydedilerek bu girişim başarısız kalmıştır. 1980’lerde turizm bakanlığının konu üstünde özenle durması ve modern tuvalet kredisi verilmesi anımsanacaktır. TSE, alafranga hela taşları (seramik) standardını 6 .7 .1982’de, alaturka hela taşları (seramik, dökme demir) standardını 11.1.1987’de belirlemişken, ‘halka ve müşterilere açık W C ’lerin sınıflandırılması ve özellikleri’ 12.4.1990’da saptanmıştır.



Tuvalet Kâğıdı

 


“Her Müslüman (...) söylemesi çok ayıp, kendini kirletmiş çocuk gibi önünü arkasını iyice yıkar. Bunun için abdest bozmaya gitmeden önce herkes beraberinde bir küçük ibrik içinde su götürür. Erkek olsun kadın olsun kıçlarını parmaklarıyla iyice temizlerler. Bu çok pis bir iş. (...) Türkler büyük abdestten sonra kâğıt kullanırlarsa peygamberlerine karşı büyük bir saygısızlıkta bulunmuş olurlar. Zira onlar nerede beyaz veya üzerine yazı yazılmış bir kâğıt görseler onu hemen kaldırıp bir yere saklarlar.” ...


“Çocuk misali kıçının her tarafını iyice yıkar. Bir de biz Hıristiyanlara karşı öğünürler!” Dernschwam 1553’te Osmanlı ülkesine yaptığı geziden sonra Türklerin tuvalet temizliklerini böyle garipsiyor ve Hıristiyanlara karşı öğünüldüğünü de haber vermiş oluyor.


Anadolu’da “Tedariksiz abdesthaneye giren domalı domalı taş arar” atasözünün de gösterdiği gibi taharet âdetleri Avrupalıdan farklıdır. Avrupa kültüründe tuvaletlerde halen su musluğu bulunmadığı gibi kâğıt kullanımı da tuvalet kâğıdının üretilmesinden daha eskiye gider ve anlaşılan daha önce yaygınlaşmamasının nedeni kâğıdın nadirliğindendir. ABD ’de mısır koçanının yaprağı, kırsal kesimde katalog sayfaları, kesilip hazırlanmış gazete kâğıdı uzun süre kullanılmıştır. Çin tuvaletlerinde kâğıdın daha önce kullanılmaya başlanması, kâğıt üretici bu kültür için olağan karşılanmalıdır. 589 yılında tuvaletlerde Beş Klasik kitabın ve üstlerinde bilgelerin adları olan kâğıtların kullanılmaması için ferman çıkarılmış, 1391 ’de saray için yılda 720.000 adet, imparator ailesi için daha kalın ama yumuşak 15.000 adet tuvalet kâğıdı tedarik edilmesi kararlaştırılmıştır.


1857’de ABD ’de Joseph Gayetty’nin ürettiği tuvalet kâğıdı satışa çıkarıldıysa da, bir süre sonra satılmadığı için piyasadan kalktı. 1879’da İngiltere’de Walter Alcock’un yırtılarak kullanılan tuvalet kâğıdı da başarılı olmadı. Aynı yıl Edward ve Clarence Scott ABD Philadelphia’da ticari başarıya ulaştı. Ancak tuvalet kâğıdının reklamı ayıp düşüncesiyle 1900’lü yıllara kadar yapılamadı. Tuvalet kâğıdı kanalizasyon sistemi yaygınlaştıkça otel ve lokantalardan başlayarak piyasada tutundu.


Tuvalet kâğıdı pahalı olduğundan Avrupa’nın çok yerindeki otellerde müşterilere sayıyla verilirdi. İlhan Selçuk 1970’li yıllarda yerini getirdikçe cici demokrasinin mutlu azınlık için tuvalet kâğıdı ithal etmesini eleştirirdi. Bugün ithal ikamesi sistemi terk edilip serbest ticaret tek yol sayıldığından, böyle tartışmalar yapılmıyor, fakat 2000 yılına gelindiğinde yalnız bir şirketin yaptığı son yatırımla ülkenin üretim kapasitesinin % 60’ını ifade eden miktarla üretimi dakikada 2 bin metreye, yılda 87 bin tona ulaşmış olsa da Türkiye tuvalet kâğıdı kullanımında dünya ortalamasının oldukça gerisinde görülüyor. Kişi başına Kuzey Amerika’da yılda 20, Batı Avrupa’da 10, Japonya’da 12 kilo tuvalet kâğıdı tüketilmekte ve dünya ortalaması 2,9 kilo iken, Türkiye’de kişi başına tuvalet kâğıdı tüketimi 0,95 kg’dır.



Kudret Emiroğlu’nun

GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ

kitabından alıntılanmıştır.

Niçin hıçkırırız?

 Akciğerlerimiz kaburgalarımızın içinde birer torba gibi dururlar. Nefes aldığımızda bu torbalar içerlerine alabildikleri kadar hava alarak şişerler. Göğsümüzü karnımızdan ayıran ve akciğerlerimizin altına bitişik büyük bir kas olan diyafram, büzüşerek ciğerlerimizin genişlemesini sağlar, nefes almamıza yardımcı olur.

Süratli yemek yenildiğinde, yutkunma neticesinde yemek ile birlikte bir miktar da hava alınır. Hıçkırık, yiyeceğin yüzeyine yapışarak sindirim sistemine giren bu havayı atmak için sistemin gösterdiği bir tepkidir. Diyafram süratle büzüşerek, çok ani ve hızlı nefes almamızı sağlar. Bu arada boğazımızın üst tarafında, ses tellerimizin bulunduğu kısımda bir kapanma olur ve buradan geçen hava bir an bloke edilir. Bu da "hıck" şeklinde bir sesin çıkmasına neden olur.

Midedeki bir olayla diyaframın ilişkisi, bu iki organdaki sinirlerin birbirine çok yakın hatta iç içe geçmiş olmalarındandır. Bu nedenle en çok yemekten sonra hıçkırırız. Sindirim işlemi bittikten sonra hıçkırık olmaz. Hıçkırığı önlemek için çok çeşitli öneriler vardır. Baş aşağı durmak, yavaş yavaş su içmek, kolları yukarıda tutmak, nefesi tutmak, ileride bir noktaya bakarak derin nefes almak, buzlu su içmek, nefesi tutarak üç kere yutkunmak, nane yutmak, parmağı kulağa bastırarak su içmek ve korkutmak gibi.

Bunlardan korkutarak insanı şok etmek, dolayısıyla sinir sistemini etkilemek, derin nefes almak ve de kandaki düşük karbondioksit seviyesinin hıçkırığın oluşumunu hızlandırdığı bilindiğinden nefesi tutmak en mantıklı önlemlerdir.

Aslında ise bu önlemlerin hiçbirine gerek yoktur. Hıçkırıklar yaklaşık beş saniyede bir olur ve genellikle bir dakikadan fazla sürmezler. Siz önlemlerle uğraşırken, o zaten kendi kendine kesilir. Hıçkırığı kesmek için kabul edilen genel görüş hiçbir önlemin hıçkırığı kesmediğidir. Ancak aylarca süren istisnai durumlarda, muhakkak tıbbi müdahale gerekir, hatta bu durumlarda sinirler üzerinde operasyon yapılması bile gündeme gelebilir.

Çok miktarda biber yemek gibi kimyasal yanmaların, enfeksiyonların ve ülser gibi hastalıkların da hıçkırığı meydana getirebilecekleri ileri sürülüyor. Hıçkırık süresince bir şey yememekte ve içmemekte fayda vardır, çünkü bu sırada tekrar fazla hava alınabilir.

Hıçkırığı önlemek için en iyisi yemeği yavaş yiyin, çok miktarda yemeyin, yemek yerken karbonatlı içki içmeyin, yemeğe konsantre olun, çok konuşmayın ve gülmeyin. Yemeğe saygınız ne kadar artarsa, hıçkırık o kadar azalır.


Alıntıdır.


İznik / Bursa

 


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak