7 Ağustos 2022 Pazar

DÎNİ SÖZLÜK “A”

  

 

 

ÂMİN:

 

Kabûl et mânâsına, duâ sonunda söylenen söz.

 

Her kim namazdan sonra imâm ile duâ edip, âmin derse, âmin kelimesinin harfleri dörttür, her harfine bin melek nâzil olur (iner). Bunlar tâ kıyâmet gününe kadar bu kimse için duâ ederler. (Hadîs-i şerîf-Miftâh-ül-Cenne)

 

Allah'ım! Bize, yeterli rızık, bedenimize sıhhat, ölümden önce tövbe etmek, ölürken rahatlık, ölümden sonra mağfiret (bağışlanmak) ve ateşten kurtuluş, Cennet'e girmek, dünyâ ve âhirette âfiyet nasîb eyle! Âmin. (Kitâb-üs-Salât)

 

Bir kimse elindeki kat'î (kesin) haram olan maldan sadaka verse ve sevâb umsa, alan fakir de haram olduğunu bilerek verene Allah râzı olsun dese, veren veya başka bir kimse âmin dese hepsi küfre girer. (Ahî Yûsuf Çelebi)

 

Cemâatle namaz kılarken imâm (Veled-dâllîn) deyince, imâm ve cemâatin ve yalnız kılanın, kendisi Fâtiha-i şerîfeyi bitirdikte, yavaşça (âmîn) demeleri sünnetdir. (Halebîy-i Sagîr)


AN'ANE:

 

Âdet, örf.

 

ANÂSIR-IERBE'A:

 

Dört temel unsur. Maddelerin asıllarını teşkil ettiği kabûl edilen dört unsur; toprak, su, hava, ateş.

 

Allahü teâlâ mahlûkları, anâsır-ı erbe'adan yarattı. (Abdullah bin Abbâs)

 

İnsan bedeni, anâsır-ı erbe'adan meydana gelmiştir. Onların herbirinin kendilerine has bir özelliği olup, insanların tabiatı ve mizâcı üzerinde tesirleri vardır. Meselâ ateş; isyân ve kibre; toprak, alçaklık ve tevâzuya; havâ, arzu ve isteğe yol açar. (İmâm-ı Rabbânî)

 

AND:

 

Allahü teâlânın ismini anarak söz verme, ahd.

 

ANGLİKANİZM:

 

İngiltere kralı Sekizinci Henry'nin kurduğu hıristiyanlık mezhebi.

 

Îsâ aleyhisselâmın bildirdiği Îsevîlik zamanla bozuldu. Hazret-i Îsâ'nın telkîn ettiği insanlık, merhamet, şefkat esasları tamâmen unutuldu. Bunun yerine; taassub, kin, nefret, düşmanlık ve zulüm hâkim oldu. Engizisyon mahkemeleri kurularak yüz binlerce insan haksız yere işkence ile öldürüldü. Nihâyet bu gidişe hıristiyanlar içinden isyân edenler çıktı. Luther ismindeki papas gibi İngiltere kralı Sekizinci Henry de papaya isyân ederek, Katolik kilisesiyle alâkasını kesip, protestanlık esâsına ugun anglikan kilisesini kurdu. Böylece Anglikanizm mezhebi meydana geldi ve İngiltere'nin resmî dîni oldu. Protestanlık mezhebinin temel inanışlarına bağlı olan Anglikanizm kilisesi, ilk zamanlar bilhassa katolikleri sindirmek için sert tedbirlere başvurduysa da son zamanlarda katolikler ve ortodokslarla diyalog kurulması fikrini benimsedi. (Herkese Lâzım Olan Îmân)

 

ANKEBÛT SÛRESİ:

 

Kur'ân-ı kerîmin yirmi dokuzuncu sûresi.

 

Ankebût sûresi, Mekke-i mükerremede nâzil oldu (indi). Altmış dokuz âyet-i kerîmedir. Sûrede; putlara ve diğer güçsüz varlıklara tapanların hâlleri, onların dünyâlık elde etmek için kurdukları tuzak ve gayretleri, ankebût denilen örümceklerin pek zayıf olan ağına benzetildiğinden, Ankebût kelimesi, bu sûreye isim olmuştur. Sûrede, mü'minlerin (inananların) Allah yolunda bâzı sıkıntılara uğrayacaklarına, bunun, kendileri için dünyâ ve âhirete âit fâidelere vesîle olacağına işâret olunmakta, bâzı peygamberlerin kıssaları kısaca anlatılarak, onların Allah yolundaki fedâkarlıkları ve netîcede muvaffak oldukları gözler önüne konulmakta, Kur'ân-ı kerîmin büyük bir mûcize olduğu ve insanlık için fazîlet vesîlesi olduğu beyân edilmekte, İslâmiyet'e cephe alanların acı sonları bildirilmekte, müslümanların, âhirette ebedî nîmetlere kavuşacakları müjdelenmekte, Allah yolunda çalışanların emeklerinin boşa gitmeyeceği, büyük mükâfatlara nâil olacakları ve daha başka hususlar bildirilmektedir.

 

Ankebût sûresindeki bâzı âyet-i kerîmelerde meâlen buyruldu ki:

 

(Habîbim) Namaz ı vaktinde şartlarını yerine getirerek kıl. Çünkü namaz insanı, aklın ve dînin beğenmediği ve yasaklanan her şeyden men eder, alıkor. (Âyet-45)

 

Müşrikler, ne olur rabbinden (Muhammed'e (aleyhisselâm) nübüvvetine delâlet eden Îsâ aleyhisselâmın sofrası, Mûsâ aleyhisselâmın asâsı gibi) mu'cizeler indirilmiş olsaydı dediler.(Ey Habîbim!) Sen onlara de ki, mu'cizeler, Allahü teâlânın kudreti ve irâdesi ile olur. (Ne zaman ve nasıl isterse öyle yaratır. Bunları yapmak benim elimde değildir.) Doğrusu ben ancak O'nun azâbını size tebliğ edici, haber vericiyim. Kur'ân gibi bir kitâbı sana indirmiş


olmamız, onlara (mu'cize olarak) yetmez mi?Bunda, inanan kavm için, rahmet ve nasîhat vardır. (Âyet: 50-51)

 

Her canlı, ölümün tadını tadacaktır. (Âyet: 57)

 

AR:

 

Utanma.

 

ARAB:

 

Güzel. Nûh aleyhisselâmın Sâm adlı oğlunun soyundan gelenler.

 

Allah katında en kıymetliniz, takvâsı çok olanınızdır. Arabın Arab olmayana bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvâ (Allahü teâlâdan korkup haramlardan sakınmak) iledir. (Hadîs-i şerîf-Buhârî, Müslim)

 

Arablar beyaz, buğday benizli olur. Bilhassa Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) sülâlesi beyaz ve çok güzeldi. Resûlullah'ın babası Abdullah'ın güzelliği Mısır'a kadar şöhret bulmuştu ve alnındaki nûrdan dolayı, iki yüze yakın kız evlenmek için Mekke'ye gelmişti. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

 

ARABÎ AYLAR:

 

Hicrî senenin on iki ayı. Hicrî takvimde kullanılan Arabî ayların adları sırasıyla şunlardır: 1. Muharrem, 2. Safer, 3. Rebî'ul-evvel, 4. Rebî'ul-âhir, 5. Cemâzil-evvel, 6. Cemâzil-âhir, 7. Receb, 8. Şa'bân, 9. Ramazan, 10. Şevvâl, 11. Zilka'de, 12. Zilhicce.

 

ARABÎ SENE:

 

Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'den Medîne'ye hicret ettiği mîlâdî 622 senesinden başlayan kamerî veya şemsî sene.

 

A'RÂF:

 

Cennet ile Cehennem arasında yer alan ve birinin te'sirinin diğerine geçmesine mâni olan sûrun (engelin) yüksek kısımları.

 

A'râf Eshâbı (Ehli):

 

A'râf denilen yerde bulunanlar.

 

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

 

A'râf üzerinde bir takım kimseler vardır ki, onlar Cennet ehlini (mü'minleri) yüzlerinin beyazlığı ile, Cehennem ehlini, yüzlerinin siyahlığı ile tanırlar. Henüz Cennete girmemişler fakat oraya girmeyi şiddetle arzu ederler. Cennet ehline selâmün aleyküm diye seslenirler. Gözleri Cehennemliklere çevrildiği zaman; "Ey Rabbimiz! Bizi zâlimler (kâfirler) ile berâber (Cehennem'e) koyma" derler. A'râf eshâbı (ehli), yüzlerinin (karalığından) tanıdıkları kâfirlerin ileri gelenlerine; "(Dünyâda iken malca ve evlatça ve yardımcılar bakımından) çokluğunuz (hak söze yâhut halka karşı yaptığınız) kibriniz (büyüklenmeniz) size fayda vermedi" (diye) seslenirler. (A'râf sûresi: 46-48)

 

A'râf ehlinin kimler olduğu hakkında değişik rivâyetler vardır. Bunlardan birisi şöyledir: A'râf ehli, sevâbları ile günâhları eşit olup, iyilikleri Cehennem'e girmelerine mâni olan, fakat Cennet'e girmelerine de yetmeyen mü'minlerdir. Sonra Allahü teâlânın ihsânı ile Cennet'e girerler. Cennet'e en son girecek olanlar bunlardır. (Senâullah Dehlevî)

 

A'râf Sûresi:

 

Kur'ân-ı kerîmin yedinci sûresi.

 

A'râf sûresi, Mekke-i mükerremede nâzil oldu (indi). 206 âyet-i kerîmedir. 46'dan 50'ye kadar olan âyet-i kerîmelerde A'râf'da bulunanlardan bahsedildiği için, sûre A'râf adını


almıştır. Sûrede, îtikâda ve diğer dînî hükümlere âit bir çok esas bildirilmekte, bâzı peygamberlerin kıssaları, ümmetlerinin halleri geniş olarak anlatılmaktadır. (Fahreddîn-i Râzî).

 

A'râf sûresinde meâlen buyruldu ki:

 

Allahü teâlâ rüzgârı, rahmeti olan yağmurdan önce müjdeci gönderir. Rüzgârlar, ağır olan bulutları sürükler. Bulutlardan ölü olan toprağa su yağdırırız. O yağmurla yerden meyveler çıkarırız. Ölüleri de mezârlarından böyle çıkaracağız. Umulur ki, düşünüp ibret alırsınız. (Âyet: 57)

 

Rabbinizden size indirilen (Kur'ân-ı kerîm)e uyun. O'ndan başkasını (insan ve cinden sizi doğru yoldan saptıracak kimseleri) dost edinmeyin. (Arâf: 3)

 

ARAFÂT:

 

Mekke-i mükerreme şehrinin yirmi beş kilometre güneydoğusunda bulunan ve haccın farzlarından biri olan vakfenin yapıldığı mübârek yerin adı.

 

Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:

 

(Hac mevsiminde ticâretle) Rabbinizden rızık istemenizde bir günâh yoktur. Arafât'tan (döndüğünüzde) Meş'ar-i Haram'ın yanında(tehlîl ve telbiye ile) Allah'ı zikredin, anın. O, size nasıl hidâyet ettiyse, siz de O'nu öylece anın... (Bekara sûresi: 198)

 

Arefe günü Allahü teâlâ Arafât'ta vakfe yapanlardan râzı olur. Sonra onlarla meleklere karşı iftihâr ederek; "Bunlar ne isterler ki işlerini bırakıp burada toplandılar" der. (Hadîs-i şerîf-Müslim)

 

Haccın farzlarından biri de arefe günü Arafât'ın (Vâdî-yi Ürene) denilen yerinden başka her hangi bir yerinde, öğle ve ikindi namazlarından sonra bir miktar vakfeye durmaktır. Arefe günü veya gecesi Arafât'ta bulunmayan veya Arafât'tan geçmeyen hacı olmaz. (İbn-i Âbidîn-Mevkûfât)

 

Sevgili Peygamberimiz vefâtına yakın meşhur vedâ hutbesini Arafat'ta okudu. Âdem aleyhisselâm ile Havva vâlidemiz Cennet'ten ayrılıp yeryüzüne indirilince Arafat'ta buluştular. Bir rivâyete göre buraya bu yüzden buluşup, tanışmak mânâsına Arafat denmiştir. (Zerkânî)

 

Arafât dağıdır bizim dağımız,

 

Orada kabûl olur duâlarımız.

Medîne'de yatar Peygamberimiz,

 

Yâ Muhammed cânım arzular seni.

 

(Yûnus Emre)

Silopi Barajı

 


6 Ağustos 2022 Cumartesi

TÜRK MİTOLOJİSİ'NDE GEÇEN KİŞİLER, KAVRAMLAR VE TANRILAR - 25

 



BOZKURT


"Gökkurt/Kökkurt" veya "Çalkurt/Çalkurd" olarak da anılır. Yakut metinlerinde "Bosko" olarak bahsedilir. Tüm Türk ve Moğol boyları, soylarının bu kutlu varlıktan  türediğine  inanırlar ve geçmişte "ongun'' sayarlardı. Bozkurt gökyüzünü temsil eder (Çoğu zaman soyun bir kolu Gökkurt'tan, diğer koluysa yeryüzünü simgeleyen Alageyik'den gelmektedir). Anadolu'da ve Asya'da kurt sürülerinin başında bulunan ve onları yöneten kurtlara da Gökkurt denilir. Bozkurt savaşçılığı ve savaş ruhunu, özgürlüğü, hızı, doğayı temsil eder. Türk ulusunun başına bir iş geldiğinde, bir tehdit belirdiğinde ortaya çıkar ve yol gösterir. Savaş ruhu kurt görünümüne bürünerek insanların arasına gelir. Başkurt rivayetlerine göre kurt onların atalarının önüne düşerek yol göstermiştir ve ulus  isimleri  de buradan türemiştir (Baş ve Kurt sözcüklerinin bileşimi). Erenler, evliyalar zaman zaman kurt kılığına girerler. Bozkurda "Gök Oğlu" da denir. Türeyiş Destanı'na göre Hung-nu hükümdarının çok güzel iki kızı vardır ve onları Tanrı'ya sunmaya karar verir. Çok yüksek bir kule inşa ettirir ve kızlarını oraya bırakarak Tanrı'ya eş olarak alması için yalvarır. Bir süre sonra bir kurt kulenin dibindeki mağaraya yerleşir. Kızlardan küçük olanı ablasının tüm itirazlarına rağmen kuleden iner ve kurdun karısı olup ondan gebe kalır. Bozkurt Destanı'ndaysa bir Türk kavmi komşu ülkenin askerleri tarafından yapılan bir baskında yok edilir. Geride yaşayan sadece bir çocuk kalır. Onun da ayaklarını (bazı rivayetlerde kollarını da) keserek bataklık bir bölgeye bırakarak ölüme terk ederler. O bölgede yaşayan bir dişi kurt çocuğu bulur ve mağarasına götürür ve etle besler.  Çocuk büyüdüğünde kurtla evlenir ve dişi kurt ondan hamile kalır.  Komşu  ülkenin kralı  düşmanının soyunun sürdüğünü, bir çocuğun yaşadığını öğrenince yeniden asker gönderir ve bu kez kurdu da öldürtmek ister. Kurt bir dağdaki inanılmaz genişlikte bir mağaranın içine sığınır. Burada uçsuz bucaksız çayırlarla kaplı bir ova bulur. Mağaranın içine saklanır ve bir süre sonra da on tane erkek çocuk doğurur. Bu çocuklar büyüyünce dışarıya çıkarlar. Çevrede yaşayan boylardan kız alıp evlenirler. Her birinin soyu yeniden çoğalır. Birkaç nesil geçtikten sonra mağaradan çıkarlar. Bu efsane dağların arasındaki yurda sığınma anlayışıyla Ergenekon Destanı'nı çağrıştırmaktadır. Vusun Kavmi'yle ilgili bir efsanedeyse bir karga ile dişi kurdun kimsesiz kalan bir çocuğu beslediği rivayet edilir. Ergenekon Destanı'nda, dağların arasından çıkan kabileye Börteçine adında bir kurt kılavuzluk eder. Kurtarıcıların ve önderlerin Türk geleneğinde daima bozkurtla ilişkilendirilmesi en çağdaş ve özgür yorumlarda bile kendisini belli eder. Örneğin Nazım Hikmet'in şu dizelerinde Atatürk anlatılmaktadır:

O, saati sordu. Paşalar "üç" dediler.

Sarışın bir kurda benziyordu.

Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı. Yürüdü uçurumun kenarına kadar...


BÖRTEÇİNE


Tarihi kayıtlara göre Türkleri Ergenekon'dan çıkaran kurdun adıdır. Kelime anlamına bakıldığında yol gösterici,  kılavuz kurda verilen başka bir isim olduğu veya en azından mecazen onu çağrıştırdığı anlaşılmaktadır.  Bazı tarihçilerin görüşlerine göre bu destanda dağları eriten demircinin,  kimilerine  göreyse  Ergenekon'dan  çıkarken için yol gösteren dişi kurdu takip eden başbuğun (önderin) adıdır.



BÖRÜ


Kurt tanrıça. "Gökbörü/Kökbörü" tabiri de kullanılır Hemen hemen tüm Türk boyları ortak bir inanış olarak dişi kurttan türediklerine inanırlar. Eski Türkçede büri sözcüğü ok başı demektir ve kurdun dişine benzer.



BUGA


Cennet tanrısı. Evreni, cenneti ve tanrısal nitelikleri kapsar. Her şeye gücü yeter ve tüm yaşamı kontrol eder.  Tunguz kökenlidir ancak Moğol ve Türk kavimlerinde de saygı duyulur.



BURLA


Savaşçı kadın motifini simgeler.  Yanında korkusuz kırk kız/kadın savaşçısı bulunur. "Boyu Uzun  Burla Hatun" ve "Saçı Uzun  Sırma Hatun" şeklindeki bir ifade içerisinde başka bir karakterle birlikte söylencelerde adı geçer. Korkut Ata öykülerinde Burla Hatun savaşçılığı, Sırma Hatun ise güzelliği simgeler.



BURŞUN


İkiz atlar. Ak Burşun ve Kök Burşun adlı uçabilen iki at. Tıpkı bu atların isimlerinde olduğu gibi Cengiz Han'ın devleti oğulları arasında ikiye bölerek Ak Orda ve Gök Orda adını vermesi, renklerin çağrışımı bakımından önemlidir. Bu tabirler asimetrik karşıtlık oluştururlar. Yani her ikisi de olumlu, fakat biri diğerine göre biraz daha baskındır.



BÜKE


Yılana benzer dev bir sürüngen biçimindeki  efsanevi  yaratık. Çoğu zaman kanatlı olarak tasvir edilir. Uçabilir.  Ağzından ateş saçar, dişlerinden asit akıtır. Derisi zırh gibi pullarla kaplıdır. Moğolların söylencelerinde Buka Noyan adlı varlık devlerin babasıdır ve dokuz oğlu vardır. Bunların hepsi  de Yelbüke'dir  (ejder görünümlü bir tür dev). Masallarda Bükeler  suyun  önünü  keser  ve  bırakmak için karşılığında kurban ister. Suyu kendi egemenliği altına alarak yaşama sahip  olacaktır.  Bazen  ejderhaların  ruhları  başka bir yerde ve genellikle bir balığın, ayının, kuşun veya  geyiğin  karnında saklıdır ya da altın veya gümüş bir sandığın içinde bulunur. Onları öldürebilmek için engelleri önce ruhlarını bulmak gerekir. Örneğin, Demirbüke adlı ejderhanın yedi canından biri yedi ırmağın ötesinde yer alan yedi ovanın ilerisindeki yedi dağın ardında bulunan yedi boynuzlu bir geyiktedir. "Subuka/Suvbuga" ise denizlerde veya göllerde yaşayan bir canavardır.


BÜKREK VE SANGAL


İyi ve kötü ejderhalar. Türk ve Altay Mitolojilerinde birbirleriyle çok vahşi ve acımasızca savaşan iki ejderha. Savaşırlarken görünümleri "Yin-Yang" sembolünü anımsatır. Devasa kertenkelelere benzerler. Kanatları yoktur, bu nedenle uçamazlar, uzun boyunları ve çok güçlü pençeleri vardır. Bükrek, dünyanın sonundaki tüm denizlerin birbirine bağlandığı büyük okyanusta yaşar. Sesinin  çok güzel olduğu ve dünyanın öbür ucundan bile duyulduğu söylenir. Onun sesini duyan kötü ejderhalar kaçacak yer ararlar.  Sangal adlı kötü ejderhayla yaptığı dokuz yıl süren savaşı kazanmıştır. Her bin yılda yeryüzüne iner. Sangal ise kötü güçleri temsil eder. Dünyanın sonundaki Oddenizde (ateş denizi) yaşadığı rivayet edilir.



BÜRKÜT


Kartal tanrı. Güneşin sembolüdür. Yeniden doğuşu, ebedi  yaşamı, ölümsüzlüğü, güneşin doğuşunu simgeler. Ateşi, sıcaklığı ve hasat  mevsimini  çağrıştırır.  Bu  kuş  o  kadar büyüktür ki,  ay onun sol kanadını, güneş de sağ kanadını ancak kapatır. Bürküt (Merküt) kuşu şamana kendinden geçerek yaptığı yolculukta eşlik eder. Yağmur yağdırabilme gücüne sahiptir. Bolluğu ve bereketi temsil eder. Kazakistan bayrağında  sırtında  güneş taşıyan bir kartal vardır.  Bu kuş türü aynı zamanda görünmez alemle olan bağlantıyı temsil eden bir ruh olarak da görülür. Şamanlar onun yardımına başvurur. Kartallar bazen yiğitleri bütün olarak yutar ve onlar da onun karnından tekrar sağ olarak çıkmanın bir yolunu bulurlar. İlk şamanları yeryüzüne Merküt getirmiştir. Şaman olacak bir çocuğun ruhu bir kartal tarafından yutulur.  Bu kartal çayırların  ortasında bulunan  kızılçamla kara kayın ağaçlarından birinin tepesine yumurtasını bırakır. Bir süre sonra yumurta çatlar ve içinden bir çocuk çıkar, ağacın hemen altında bulunan bir beşiğe düşer. İyi şamanlar kızılçamdaki kızıl yumurtadan, kötü olanlarsa  kara  kayındaki  kara  yumurtadan  çıkarlar. Bu kartal tüm ömrü boyunca o şamanı korur ve yardımcı olur. Sibirya inançlarına göre Tanrı insanlara yardım etmesi için kartalı yeryüzüne göndermiştir.  İnsanlar onun dilini anlamayınca da kartal bir ağacın altında uyuyan kadını gebe bırakır ve doğan çocuk şaman olur. Buryat kağanının karısının bir kartalla girdiği ilişki sonucu şaman  olduğu anlatılır.  Buryatların  ilk şamanı da Bürked  adını taşır. Bu şaman istediği zaman rahatlıkla öbür dünyaya atlayabilir. Merkit kabilesi kara bir kartaldan türemiştir.



Bahattin Uslu’nun Türk Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.

ISLIK ÇALAN OKLAR

 Yabgu Me-te ve Hun Devletinin Doğuşu


Yabgu Teoman’ın iki ayrı hanımından iki oğlu vardı. Teoman [T’u-man], tahtı daha fazla sevdiği küçük oğluna verebilmek için, Me-te’yi kurban etmeye karar verdi ve Yüeçiler’e rehin olarak gönderdi. Daha sonra da, Me-te’yi öldürtmek niyetiyle, tutup Yüeçiler’e saldırdı. Fakat azimli bir insan olan Me-te, Yüeçiler’den birinin atını ele geçirerek, kaçıp babasının yanına ulaşmayı başardı. Ama bu arada, babasının yaptığı kalleşliği öğrenmişti. Teoman, oğlunun yiğitliğini takdir ederek, öldürmek şöyle dursun, bir de 10 000 çadırlık tebayı onun emrine verdi. Hemen kendi süvarilerini askeri eğitime tabi tutan Mete, onlara, oku ıslık çaldırarak nasıl atacaklarını öğretti. Herkese, sadece kendisinin ıslak çalan okunun gittiği yere kadar ok atmasını emretti ve bu emri yerine getirmeyenlerin kellelerinin vurulmasını buyurdu. Savaşçılarının disiplinini ölçmek için, kendi küheylanına ıslık çalan bir ok attı ve bu çok değerli ata ok atmayanların kellelerinin kesilmesini emretti. Bir süre sonra Me-te, bu defa kendi güzel karısına ok attı. Yakın arkadaşlarından bazıları, müdafaasız genç bir kadına ok atamayacaklarını belirterek, yaylarını bir kenara fırlatınca, Me-te, bunların kellesini hemen kestirdi. Başka bir gün, av sırasında okunu babasının küheylanına çevirdi ve bütün savaşçılarının da aynı şeyi yaptığını gördü. Artık savaşçılarının mükemmelen hazır olduğunu gören Me-te, ava çıkan babasını takip ederek, okunu doğrudan ona fırlattı. Yabgu Teoman (T’u-man), aldığı ok darbeleriyle dünya hayatıyla vedalaştı. Çıkan karışıklıklardan faydalanan Me-te, onu bir baba katili ve tahtı gaspeden kişi olarak gördükleri için itaat etmek istemeyen üvey annesini, kardeşini ve beylerini öldürüp, kendini yabgu ilan etti. (M.Ö. 209). Fakat Hunlar’da bir kargaşa yaşandığını öğrenen Tung-hular, fırsattan faydalanarak, onların kutsal saydıkları çok değerli bir atla, Me-te’nin hanımının kendilerine verilmesini istediler. Beyler bu istekleri kesinlikle reddetmelerine rağmen, Me-te, “Komşu olarak yaşayan insanların birbirinden bir at veya bir kadın istemeleri nedir ki?” diyerek, Tung-hular’ın isteklerini yerine getirdi. Bu defa Tung-hular, Kalgan’ın güney batısında hayvancılığa ve yaşamaya elverişli olmayan bir çöl parçasını istediler. Esasen istenilen toprak, hiç kimseye ait değildi. Sınır karakolları bile onun uç kısımlarındaydı ve Hunlar’ın batısına, Tung-hular’ın doğusuna düşüyordu. Bu defa beyler, kimsenin bir işine yaramayan toprak parçası için “verilsin mi, verilmesin mi?” şeklinde bir münakaşa yapmanın dahi gereksiz olduğu şeklinde görüş bildirdiler. Fakat Me-te, “Toprak bir devletin temelidir, nasıl veriririz onu?!” diyerek, verilmesinden yana tavır takınanların hepsinin kellesini vurdurdu. Sonra da Tung- hular üzerine sefer açtı. Bir saldırı beklemeyen Tung-hular, yenildiler. Tabiî bütün toprakları, sürüleri ve malvarlıkları da galiplerin eline geçti. Tung-hular’dan kurtulmayı başaranlar, Wu-huan dağına çekildiler ve bundan sonraki tarihlerinde “Wu-huan”lar olarak bilindiler. Aşağı-yukarı Mançurya bozkırlarının tamamı Me-te’nin eline geçmişti. Tung-hular’la yaptığı savaştan dönünce ordusunu dağıtmayan Me-te, bu defa batıdaki Yü-eçiler’in üzerine yürüyerek, onları daha da batıya doğru sürdü. İşte bu tarihten itibaren, Hunlar’la Yüeçiler arasında uzun süreli çarpışmalar başladı. Bu savaşların detayları hakkında bilgilere sahip değiliz. 205-204 yılları civarında Me-te, Ordos’taki Lou-fang ve Bayan [Pa-yang] kabilelerini itaati altına alarak, Ch’in hanedanının henüz yıkıldığı ve ülkenin iç savaşlarla çalkanlandığı bir sırada, Çin’e ilk akınını gerçekleştirdi. Me-te’nin ordusu, 300 000 kişiye ulaşmıştı. Bir Hun Devleti’nin kurulduğunu gösteren bu tür detayları biz, Sih-ma Ch’ien’in eserinde buluyoruz. Diğer tarihi kaynaklardan da bir yığın bilgiler alıp, buraya eklemek mümkündür, ama kesin olan şudur ki, Me-te, 24 Hun boyunu birleştirerek, Çinliler’in Orta Çin İmparatorluklarıyla yaptıkları karşılaştırmaya nisbetle, biraz daha güçlü bir devlet kurmuştur.



İlk Hun-Han Savaşı


Me-te, 203-202 yılında kuzey bölgesine seferler düzenleyerek, şu kabileleri itaat altına almıştır: Hunlar’ın akrabaları olan Hun-yüler; Altay’ın kuzeyindeki Ting-ling kabilesi Yüeh-shieh yani Kıpçaklar; onların Yukarı Yenisey’den Angara’ya kadar Sayan eteklerinin kuzey kesimlerinde yaşayan doğulu komşuları Ting-lingler;


Kırgız-nor Gölü civarında, Batı Moğolistan topraklarını işgal eden Ko-k’un yani Kırgızlar ve kim olduğu bilinmeyen Ch’ai-li halkı. Böylece Me-te, arkasını sağlama aldıktan sonra, dikkatini Çin üzerine yöneltmiştir. 202’de Çin’de başlayan iç savaş, bu ülkenin tarihine Kao-tsu ismiyle geçen ve Han hanedanın kurucusu olan Liu Pang’ın zaferiyle sonuçlanmıştı. Ancak ülke yıkımlardan kurtulamadığı gibi, kuzeyden de Hunlar akın etmeye başlamışlardı. Hunlar Ma-i kalesini kuşatmışlar; kale kumandanı Prens Han Hsin, teslim olmaya mecbur kalmıştı. Çin geleneğine göre teslim olmak, hainlikle eşdeğerdeydi ve galip tarafın tebaalığını kabul etmek demekti. Hiç bir mazeret, teslim olan kişiyi masum gösteremezdi ve onun yapabileceği en iyi şey, intihar edip hayatına son vermekti. Han Hsin ise bunu yapmadığı gibi, ihanetini sürdürerek, bütün geri dönüş yolları tıkalı olduğu için, yeni efendisi olan Hunlar’ın sadık bir hizmetkarı haline geldi.  Alelacel güneye yönelen Hunlar, 200. yılın kış aylarında Ho-wu-chü sıradağlarına ulaşarak, Kuzey Shan-si’nin başkenti Chin-yang’a geldiler. Kao-tsu hemen onlara karşı ordu gönderdiyse de, savaşçıların uzun yol boyunca neredeyse üçte birinin elleri soğuktan dondu.

Me-te, alışılmış göçebe savaş taktiğini de değiştirdi:


Yalandan geri çekilerek, Çin ordusunun en vurucu güçlerini kuşatma altına aldı ve P’ing-ch’eng (Pinçeng okunur) şehrine yakın olan eski Pai-teng’de, (Baydın okunur) Çin öncü birliklerini imparatorla birlikte kuşattı. Daha da enteresanı, Me-te’nin, askerlerini dört küçük birliğe ayırması ve her birine farklı renkte doru atlar vermesidir: Karayağız, beyaz, kır ve al donlu. Çinliler, yedi gün boyunca, ardarda yapılan Hun saldırılarını durdurmak için yemeksiz ve uykusuz olarak direndiler. Sonunda Çinli casuslar, Me-te’nin hanımıyla temasa geçip, verdikleri değerli hediyelerle kocasını “dâhi bir insan olan” Kao-tsu (Gaozu okunur) ile anlaşmaya ikna etmeye razı ettiler. Me-te’nin hanımı, kocasına, Çin’i fethetse bile Hunlar’ın herhalükârda orada yaşamayacaklarını belirtti. Bu tür mülahazaların yanı sıra Prens Han Hsin’in o döneme göre henüz gerçekten güçlü olduğu konusundaki şüpheler, Mete’yi savaşı daha fazla sürdürme düşüncesinden vazgeçmeye zorladı ve Me-te, Kao-tsu’nun ordusunun çıkıp gitmesi için kuşatmanın kaldırılmasını emretti. Böylece Çin ordusu, Hunlar’ın açtığı, fakat oklarını düşman askerlerine çevirdikleri koridordan korku içinde çıkarak merkez kuvvetleriyle birleşti. Me-te de geri döndü. Bu, Hunlar’ın yaptıkları en büyük seferlerden biriydi, ama haritaya dikkatle göz atıldığında, Çin içlerine fazla ilerleyemedikleri görülecektir. Bütün harekat, Shan-si’yle sınırlı kalmıştı. Ma-i ve P’ing-ch’eng şehirleri, sınırdan 90 ve 40 km. içeride yer almaktaydı. Chin-yang (şimdiki T’ai-yü-an) ise 250 km. içerideydi. Bütün askerî harekat ve yığılma, P’ing-ch’eng üzerinden eski Pai-teng’de gerçekleşmişti. Diğer yandan Sih-ma Ch’ien, Çin ordusunu 320 bin savaşçı (bütün ordunun yarısından beşte dördüne kadar olan kısmını teşkil eden doğu ordularını da şamil geri hizmetlerini içine aldığı için bu, doğru bir rakamdır), Hun-lar’ı ise 400 bin süvari olarak göstermektedir ki, apaçık bir mübalağa vardır. Çünkü, eğer Hunlar’ın yedek atları olmadığı gözönüne alınacak olursa, her atlıya 30 m2 yer gerektiği noktasından hareketle, 400 bin atlı için 30x40 km. genişliğinde bir alan gerekir ki, buna Hun ordusunun ortasında kalan ve daha az yer kaplayan Çin askerleri için gerekli bir toprak parçasının da ilave edilmesi gerekir. Görüldüğü gibi, tam bir saçmalık söz konusudur ve muhtemelen Sih-ma Ch’ien, Hun ordusunun sayısını 10-20 kat fazla göstermiştir. Bu rakamın katsayıyla çarpılmış olduğunu düşünerek, Me-te’nin askerî gücünü 20-40 bin arası olarak kabul edersek, o zaman neden barışa razı olduğu anlaşılacaktır. Çünkü asıl Çin ordusu 600 km. uzaklıktaydı ve Me-te, Çinliler’in öncü güçlerini yoketmiş olsa bile, kalan kuvvetlerin kendisininkinden daha güçlü olduğu açıktır. Böylece Kao-tsu ve Me-te, bir “barış ve kardeşlik” (diplomatik dille bir tür kapitülasyon) anlaşması imzaladılar.

Varılan anlaşmaya göre Çin sarayı, prenseslerden birini yabancı bir hükümdarlığa [Hunlar’a] gönderecek ve ayrıca her yıl, anlaşmada belirlenen miktarda hediye verecekti. Esasen bu, üstü kapalı bir tür vergiydi. Me-te, prensesi ve vergiyi almasına rağmen, Han Hsin ve diğer sığınmacı âsileri desteklemeye devam etti. Bu yüzden savaş fiilen devam ediyordu. Han Hsin ve taraftarları, Çin’in kuzey bölgelerini yakıp yıktılar. 197’de Chao ve T’ai ülüşlerine ait orduların başkumandanı olan Ch’en-hsi, Han Hsin tarafına geçerek Hunlar’la bir ittifak anlaşması akdetti. Fakat İmparatoriçe Lü Hou, bir hile ile Han Hsin’i başkente getirterek, orada kellesini kestirdi.

Fang K’u-ai kumandasındaki Çin ordusu, iki yıllık bir mücadeleden sonra isyanı bastırdıysa da, Yang (Ho-pei vilayeti) Prensliği’nde çıkan yeni bir isyan sebebiyle, işini sonuna kadar götüremedi. Âsilerin lideri Liu Huang, Hunlar’a sığındı ve saldırılar Çin’in doğu bölgelerine kaydı. Çin ordusundaki kumandanlar, sık sık hainlik etmeye başladılar. Uğradığı başarısızlıkların verdiği azaba dayanamayan Kao-tsu, 195’de öldü. Çocuk yaştaki veliahtın naibeliğini, İmparatoriçe Lü Hou üzerine aldı ve onun günlerinde iç çatışmalar daha da arttı. 192’de Me-te, doğrudan imparatoriçeye evlilik teklif etti. O, imparatorluğun kocaya çeyiz olarak verileceği ve böylece bütün Çin’in hakimi olacağı ümidindeydi. Bu teklif karşısında öfkeden küplere binen imparatoriçe, önce elçileri öldürtüp savaş ilan etmeyi düşündüyse de, kendisine “barbarlar”a kızılmaması gerektiği, aksine gelin adayının yaşlanmış bir kişi olduğu şeklinde nazik bir cevap verilmesi tavsiye edildi. Çinli vezirlerin korkarak gönderdikleri cevap, nedense Hun yönetimi tarafından makul karşılandı ve bitip tükenme noktasına gelen zayıf Çinli isyancıları desteklemek için güçlü ordular gönderilmediyse de, Hun gruplarının küçük çaplı saldırıları devam etti. Çinliler’in söyledikleri şarkılarda, “P’-hin-ch’eng şehri boyunca kederden başka bir şey yoktu; yedi gün boyunca bir şey yemediler ve yayı gerecek takatları bile kalmadı” şeklinde mısralar yer alıyordu. Bu tarihten sonraki yedi yıl, hiç de sakin geçmedi. Genç imparatorluğun gücü dış düşmanların saldırılarını durdurmaya yeterli değildi, fakat Mete bunu bilmesine rağmen yeni bir savaş başlatmadı. Bunun sebebi, elbette onun barışseverliği değildi. Çünkü batı sınırlarında Yüeçiler’le (detayları tarihî kaynaklarda henüz açıklanmayan) amansız bir savaş başlamıştı. Me-te Han, Tung-hular’a ve Sayan-Altay kabilelerine karşı ne kadar kolay zaferler kazanmışsa, batı sınırlarındaki göçebelerle yaptığı savaşlarda o kadar zorlanmıştı.

Kuvvetlerini dağıtmak istemeyen Me-te, Çin’i rahat bıraktı. Böylece gelişerek güçlenme imkanı bulabilen Shang hanedanı, sınır boylarındaki âsi derebeyleriyle hesaplaşmaya başladı ve neticede âsilerin büyük kısmı çarpışmalarda hayatlarını kaybederken, bütün ümitlerini kaybedenleri de Kuzey-batı Kore’ye kaçtılar. Doğu ile barış halinde bulunmasının Hunlar için ne kadar önemli olduğu şu şekilde izah edilebilir: 177’de Hun sınır prenslerinden birisi, Çin’e saldırmıştı. İmparator Wen-ti, 85 bin kişilik süvari ve zırhlı savaş arabalarından müteşekkil ordusunu düşman üzerine göndermiş, fakat Hunlar savaşa girmeyerek geri çekilmişlerdi. Weng-ti, savaşı bozkırlara taşımak istemiş, fakat sınır voyvodalarından Hsin Kui’nin isyan etmesi onu bu âni saldırıdan vazgeçirmişti. Bu arada Hunlar, Çin’e elçi göndererek özür dilemişler ve saldırıyı yapan prensin sınırdan alınarak batıya gönderildiğini belirtmişlerdi. Aynı prens, orada Yüeçiler’e karşı bir zafer kazanarak hatasını telafi etmişti. Hunlar’ın gücünün boyutunu idrak eden Çin yönetimi, yapılan özür beyanını kabul etmiş ve bir süre sonra da Hunlar’la barış müzakerelerine geçmişti. Varılan anlaşmaya göre, Hun Devleti Çin İmparatorluğu’yla denk kabul edilmiş ve her iki ülkenin yöneticileri birbirlerini kardeş ilan etmişlerdi. Bu, Hunlar için büyük bir başarıydı. Çünkü o güne kadar hiçbir göçebe prensi Çin imparatoruna denk sayılmamıştı. Hun yabgusunun gönderdiği mektuptan, Hun ordusunun 177 yılında bütün gücüyle yüklenerek Yüeçiler’i mağlup ettiğini anlıyoruz.

Bu zaferin sonuçları muhteşem oldu: Hunlar, bütün Doğu Türkistan, Wu-sun prensliklerini ve Ch’iang topraklarını ele geçirdiler.


Lev Nikolayeviç Gumilev

Ruscadan Çeviren D. Ahsen BATUR


Anadolu'da Yaşam | Orman | TRT Belgesel

Göbekli Tepe / Şanlı Urfa

 


Hezil Çayı Irak Sınırı / Silopi

 


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak