18 Mayıs 2022 Çarşamba

DEVLETİN KURULUŞUNDAN ÖNCE GÖK-TÜRKLER

 - Gök-Türklerin Tarih Sahnesine Çıktığı Sırada Orta Asya'nın Durumu


IV. asrın sonlarına doğru Moğolistan'ın doğusunda bir güç olarak ortaya çıkan Juan-juan'lar, bazı Hun bakiyesi kütleleri ve Hsien-pi kabilelerini kendilerine bağladılar. Yine Türk asıllı olup kuzey Çin'de hakim olan Tabgaç devletinin en büyük rakibi idiler. 551 yılına kadar Orta Asya'nın en büyük devleti olma özelliğini taşıdılar. Juan-juan'ların, GÖk-Türkler tarafından imha edilişinden XIII. yüzyılda Cengiz Han'ın ortaya çıkışına kadar Moğollar, bu bölgede devlet kuramamışlardır. Juan-juan'ların yıkılışı, tamamen Gök-Türk devletin kuruluşuyla bağlantılıdır .


386 yılında Türk asıllı boylar tarafından Çin'de tesis edilen Tabgaç(To - pa) devleti V. asrın ikinci yansında Budizm etkisiyle Türk bozkır kültürü hususiyetlerini kaybetti ve çinlileşerek Wei adını aldı. 534 yılında da doğu ve batı olmak üzere ikiye ayrıldı. Doğu kısmı Gök-Türk devleti kurulmadan iki yıl önce 550'de yıkıldı. Yerine Kuzey Ch'i devleti tesis edildi. Batı Wei devleti ise 557 yılında Chou hanedanı olarak değişip ortadan kalktı.


3501i yıllarda Juan-Juan'lardan ayrılarak, Maveraünnehir ve Semerkand havalisinde devlet kuran Akhun'lar, başta bu bölge olmak üzere, Iran ve Afganistan'da, hatta Anadolu'ya uzanan önemli tarihî akınlarda bulundular. Gök-Türk devleti kurulduğu sırada, onların güney-batı komşusu oluyorlardı . Gök-Türk devleti batıya yayılırken, ilk Önce onlara çarptı. Gök-Türk-Sasanî ortak hareketi neticesinde 557 yılında yıkıldılar.



- Gök-Türklerin Tarih Sahnesine Çıkışı


Gök-Türklerin henüz Juan-juan'ları bozguna uğratıp istiklâllerini kazanmalarından önceki durumlarını çok fazla olmamakla birlikte kaynaklardan öğrenmek  mümkündür . Tarihte Gök-Türklerin kesin olarak zuhur etmeleri 542 yılındadır. Kaynaklardaki hiç bir Gök-Türk bölümünün bahsetmediği bu bilgiyi sadece CS 273 ) 'de kayıdı bulunan Yü Wen-tse'nin biyografisinden öğrenebiliyoruz. Buradaki kayda göre, "Gök-Türkler, her yıl nehrin buzlarla kaplanmasından istifade ederek, kolayca güneye geçip yağmalar yapıyorlardı. Bu akınlar durdurulamadığı için buralarda yaşayan halk, kalelere sığınıyor ve bu şekilde hayatını koruyabiliyordu. Sui eyaletine Yü Wen-tse adlı devlet adamı tayin edildiğinde, bu şahıs eskisi, yani Gök-Türklerden önceki gibi bölgeyi yeniden emniyete almak İstedi. Önemli yollar üzerindeki bir kaç yüz noktaya kuru odun yığdırtırken, uzak noktalara da gözcüler gönderildi . Bu suretle onların hareketleri takip edilebilecekti. Bu yılın 12. ayında Gök-Türkler, Lien vadisinden(ku) işgale giriştiler, bir kaç onli ilerledikten sonra, Yü Wen-tse yığılmış olan odunları ateşe verdirtti. Bu durum karşısında Gök-Türkler büyük bir ordunun geldiğini zannederek, korkup geri çekilmeye başladılar. Panik içerisinde olduklarından birbirlerini eziyorlardı. Sürü hayvanlarını ve önemli ağırlıklarını bıraktılar. Yü Wen-tse, onların bıraktıklarını kendi halkına dağıttı. Bundan sonra bir daha gelmeye cesaret edemediler.




Yukarıda da söylediğimiz gibi bu olay Gök-Türklerİn tarihte kesin olarak ilk görünüşleridir. Dolayısıyla Türk adı (T'u-chüe) İlk defa burada kullanılmaktadır. Metindeki ifadelerden 542 yılından önce dahi bu bölgenin Gök-Türk akınlarına maruz kaldığı anlaşılmaktadır. Bununla birlikte Gök-Türklere karşı askerî kuvvet çıkarılmayıp, hile yoluna gidilmesi, onların epey fazla olduğu kanaatini uyandırmaktadır. Nihayet Gök-Türk akınları ancak bir hileyle durdurulabilmiştir. Diğer taraftan büyük ordu geliyor diye geri çekilmeleri de aslında fazla sayıda olmadıklarını göstermektedir . Bu akınlar sırasında reislerinin kim olduğu kaydedilmediği için diğer bilgilerle mukayese imkanı ortadan kalkmaktadır. Ancak, bu sırada reislerinin Bunun (T'u-men) olduğu kuvvede muhtemeldir. Neticede 542 yılı ve onun öncesinde, Gök-Türkler, Çin'in Sui eyaletine kış aylarında akınlarda bulunmakta idi. Gök-Türklerin bu ilk zuhur edişlerinden sonra 545 yılını takiben birden bire ortaya büyük bir güç olarak çıktığı müşahede edilmektedir. 545 yılı bir bakıma Gök-Türk tarihinin dönüm noktasıdır. Bu tarihten sonra her şey aydınlanmaya başlayacaktır. Kaynakların açıkça bildirdiği bu sırada Gök-Türklerin reisi Bunun (T'u-men)'dır . Bir bilgiye göre Bumin kuvvetlendikten sonra sık sık Batı Wei'in batı sınırlarına saldırırdı. Bu malumat ile 542 yılı hadiselerini bağlamak mümkündür . Dolayısıyla 542 yılı hadiselerinin başında Bumın'ın olduğu rahatça söylenebilir.





542 yılında kaynaklarda Gök-Türklerle ilgili olarak başlayan bilgiler, birden bire kesilir, 545'de tekrar başlar. Bu tarihten öncesine dair ifadelere göre önce Bumın'm boyu kuvvetlenmiş, sonra Çin'in dışındaki pazarlarda ipek alışverişine başlamıştı ki, bu sadece ipek satın almak şeklinde yorumlanabilir. Çin'in nazarında ipek alışverişi yapmak Orta Asya kavimleri hakkında kuvvetlenme emaresi olmalıdır. Çünkü ipek ticareti ile kuvvetlenme ve kalabalıklaşma birlikte zikredilmiştir.


Devamında ise Bumın'ın Çin ile ilişki kurmak istediğini görmekteyiz. Aslında onun bu isteği Orta Asya'da yeni bir siyasî güç olma niyetinde olduğunu göstermektedir. Batı Wei devletinin bu teklifi müsbet karşıladığı gelişen olaylardan anlaşılacaktır. Önce Chiu-ch'üan'li bir Soğd olan An-nuo-p'an-t'o, elçi olarak Gök-Türk ülkesine gönderilmiştir. Burada dikkat çekici bir nokta daha vardır; o da söz konusu elçiyi gönderenin imparator değil o zaman başbakan olan ve daha sonra Chou hanedanını kuracak Yü Wen-t'ai'ın olmasıdır'. Aynı sıralarda Batı Wei'in rakibi Doğu Wei'in Juan-juan'larla yakın ilişki içinde bulunması, Batı Wei başbakanını yeni büyüyen taze kuvvet Gök-Türklerle temasa geçmesini sağlayan en önemli sebeptir. Kısacası Gök-Türklerle münasebet kurmak, Batı Wei devletinin de menfaatlerine uygun idi. Gök-Türkler bu elçiyi sevinçle karşılamışlardı. Çünkü ilk defa başka bir devletle siyasî temasa geçiyorlar, resmen bir siyasî güç olarak başka devlet tarafından tanınıyorlardı. Zaten arkasından gelişecek olaylar da bunu tasdik etmektedir.



Ertesi yıl (546) Bunun mukabil elçi göndererek, Batı Wei'e kendi ülke mallarından hediye sundu. Artık, Bumin milletler arası münasebetlerde önemli adımlar atmıştı. Bütün bu faaliyetler sırasında Gök-Türkler Juan-juan'lara vassal idi. Efsanevi metinlerde geçen Şad ve Yabgu gibi unvanlar bir bakıma bağımsızlıklarını ilân etmeden önce Juan-juan'lara federatif bir şekilde bağlı olduklarını göstermektedir. Bumın'in elçisi Batı Wei'e kendi ülkesi mallarından hediye olarak götürdüklerine göre sadece demir istihsal etmiyorlar.Bozkırın gerektirdiği bütün işlerle uğraşıyorlardı. Gök-Türklerin bir devlet olmak yolunda attıkları en büyük adım hiç şüphesiz Töles boylarının elli bin ailesinin kendilerine bağlanmasıdır. O zaman Orta Asya'nın en büyük devleti olan Juan-juan'lara karşı saldırı hazırlığı içindeki Tölesler, büyük bir baskınla Bunun tarafından yenildiler. Elli bin aile Gök-Türklere teslim oldu. Böylece insan sayılarının birden bire çoğalması Gök-Türklerin gücünün birden çok fazla artmasına sebep oldu.


Ahmet Taşağıl'ın Göktürkler adlı kitabından alıntılanmıştır.


Safranbolu

 


17 Mayıs 2022 Salı

Kırmızı renk boğaları niçin kızdırır?

 Aslında kırmızı renk hiçbir boğayı kızdırmaz. Çünkü boğalar renk körüdür ve kırmızıyı diğer renklerden ayırt edemezler. Boğa güreşinde matador boğayı eline aldığı şapkasını şalını sallayarak kızdırır. Boğanın kırmızı şala saldırdığı inancı yanlıştır.

İspanya'da boğaların kırmızı renge saldırdığı inancı, matadorların kırmızı başlık kullanmaları nedeni ile yaygınlaşmıştır. Halbuki başlıklarda bu renk boğayı kızdırmak için değil, seyircilere hoş görüntü verebilmek için seçilmişti.

Kırmızı renk aslında insanları etkiler. Yapılan deneylerde bu rengin insanlarda kan basıncını yükseltip, kalp atışını hızlandırdığı saptanmıştır. Bunun nedeninin de kırmızının, kanın rengi olduğu sanılmaktadır.

Boğalar arenada kırmızı rengi görünce asabileşmezler. Kendinizi boğanın yerine koyun. Etrafınızdaki çığlık atan binlerce insanın ortasında, tozlu, gürültülü ve çok sıcak bir ortamda, sırtınıza saplanmış onca kılıcın acısı içinde, bir de şapkasını şalını sallaya sallaya üstünüze gelen bir adam varsa, yani kızmak için bu kadar sebep varken, sırf rengi kırmızı diye bir bez parçasına kızar mıydınız?

Boğa güreşi hakkında bilinen yanlışlar sadece bu kadar değil. Aslında boğa güreşi geleneği İspanya'dan doğmuş değildir. İlk çağlardan itibaren boğa, kuvvetin, dayanıklılığın ve verimliliğin simgesi olmuştur. Boğa güreşinin ilk versiyonu antik Yunan, Roma, Mısır ve hatta Kore ve Çin medeniyetlerinde görülür.

Boğaya Persliler taparlar, Afrika Zuluları ise öldürüp safrasını içerlerdi. Tüm bu geleneklerin temelinde, hayvanın gücü yatmaktadır. Bu geleneğin bir şekilde İspanya'ya geldiği, Avrupa ülkeleri içinde feodal düzeni en son terk eden bu ülkede de kalıcı olduğu sanılmaktadır.


Alıntıdır.


Gündelik Hayatımızda Ev ve Çevresi - 11

 Kameriye, Veranda, Sundurma


İstanbul’da Osmanlıların son döneminde yaygınlaşan bahçe köşeleri veya bahçe köşkleri. Sütunlu ve sütunları süslü parmaklıklarla birbirine bağlı, üstü sarmaşık, asmayla kafes örtülü, dörtgen veya çokgen bu köşeler, ay (Arapçasıyla kamer) seyredilme yeri diye bu adı almışlardı.


Veranda, Farsça baramadah, Hintçe varandah, sütunlu giriş, revak demektir. Veranda İngiltere ve Fransa’ya Hindistandan girdi. 1870’lerde Sanskritçe çalışmaları gündemde olduğunda sözcüğün Sanskritçe baranda’dan geldiği iddia edildi. Ancak Hintçede yeni olan bu sözcük ülkeye Portekiz ve Ispanyollar tarafından getirilmişti. Latin dillerinde vara biçimiyle, Latince varus çarpık sözcüğünden türetilmişti ve parmaklık anlamıyla 14,15. yüzyıllarda yaygınlaşmıştı. İngilizceye 1711 yılında ve bu dilden Fransızcaya 1758’de girdiği saptandı. 1891 tarihli Ant. B. Tinghir ve K. Sinapian’ın Dictionnaire Français-Turc des termes techniques des Sciences, des lettres et des arts adlı sözlüklerinde veranda karşılığı olarak “Hind ve Amerikaya mahsus bir nev’ köşk ve balkon şahnişini” açıklaması yapılmaktadır.


Sundurma, kapı ve pencerelerin üst tarafında yapılan eğimli geniş siperdir. Adı, Türkçe ileri doğru uzatmak anlamında sundurmak, daha bilinen biçimiyle sündürmek’ten gelir.



Balkon


Japoncadaki barukoni biçimiyle balkon dünyanın en yaygın sözcüklerinden biri, ama giremediği diller de var (Macarca erkely, Fince parveke, Svahilice roşani gibi). Italyancada 1348’den beri bilinen sözcük (balcone) yapı iskelesi ve loca anlamlarında kullanılıyor. Roma’da pencere önlerindeki çiçek yetiştirilen çıkmalar balkon denilecek kadar genişlemiş fakat Plinius’un şikâyet ettiği gibi onun zamanında, İÖ 1. yüzyılda, soygunların artmasıyla parmaklık takılması zorunlu hale gelmişti. Balkon sözcüğünün Fransızcaya girişi 1440’da (balcon). 1880’lerde sözcüğün Türkistan’daki evlerin çıkma katma verilen Farsça ad bâdâ-hane'den (yukarı ev) geldiğini ileri sürenler de çıkmış.


Minyatürlerde özellikle şenlikleri seyreden padişah ve devlet büyüklerinin balkon gibi yerlerde oturdukları görülmektedir, fakat buraların ne kadar locamsı yerler olduğu, ne kadar minyatür mantığı ile gerçeğin değil, işlevselliğin göz önüne alınarak yapılmış çizimden kaynaklandığını ayırt etmek zordur; bu yapılara ne ad verildiğine dair bilgimiz de yoktur. Ahmet Vefik Paşa Lehçe-i Osmanî’de (1876) “açık şehnişîn, cumba” açıklamasını yaparken, Şemseddin Sami (1886) hem şahnişin demekte hem de balkon sözcüğünü kullanmaktadır.


Şehirlerin modernleştirilmesi tutkusu başlayıp sokaklar genişletilmeye çalışılırken, yöneticilerde çıkma ve şahnişinlerin küçültülüp daraltılması eğilimi başlamış, “bundan böyle sokak yüzlerine çıkma yapılması” yasaklanırken, 1860’lardan itibaren belediye ve ebniye (binalar) ile ilgili yasal düzenlemelerde artık balkonlara da yer verilmeye başlanmıştır.

Direktör Ali Bey Lehçet’ül-Hakayık (1897) adlı mizah sözlüğüne ‘B ’ ile başlayan otuz madde almıştır, bunlardan biri de balkondur ve ona göre “âşık tüneği”dir. Halit Fahri Ozansoy da şiir kitabının adını Balkondu Saatler (1931) koymuştur. Balkonun eskilerce duygu çemberi içinde görüldüğü anlaşılıyor. Balkonda ocak yaptırmak da kırlarda piknik ihtiyat mı eve taşıma gayreti değil mi? 


Asansör


İstanbul’un eski binalarındaki süslü demirli, parlak mobilyalı, renkli camlı, çifte kapılı asansörleri korumayı düşünen var mı bilmiyoruz ama İstanbul’un bilinen en eski asansörü İstanbul’a birçok yeniliği getirmiş olan Mısır Hıdiv ailesinden Abbas Hilmi Paşa’nın inşaatı 1907’de bittiği tahmin edilen Çubuklu Kasrı’ndadır.


İnsan ya da hayvan gücüyle mekanik araçlarla üst katlara ulaşım sağlanmasının tarihi çok eskidir. Romalı mimar Vitruvius IO 1. yüzyılda yazdığı kitabında bu düzenekleri anlatmıştır. İngilizler 1800’lerde buhar gücüyle çalışan asansörü geliştirdiler. ABD ’de Henry Waterman ve George H. Fox asansör üretip satmaya başladı. Anglosakson dünyanın elevator adını verdiği bu asansörlerin halatları kenevirden yapılıp güvenilir bulunmadıklarından 1850’lere dek yük taşımacılığında kullanıldı. 1853’te Elisha Graves Otis’in geliştirdiği ve New York Crystal Palace sergisinde tanıtılan asansörün, halatların gevşemesi durumunda kabinin hareket ettiği rayları kavrayan mengeneleri vardı. 1857’de New York’da ilk yolcu asansörü hizmete girdi. 1867’de Fransız mühendis Edoux uluslararası sergi için yaptığı hidrolik aygıta asansör (ascenseur) adını veren kişi oldu. 1869’da Eiffel Kulesi’ne tepeye yedi dakikada çıkan ve saatte 2350 kişi taşıyabilen asansör yerleştirildi. Elektriğin kullanıma girmesi ile asansör teknolojisi gelişti ve 1889’da ilk elektrikli ticari asansör yapıldı. 1894’te düğmeli kumanda sistemi geliştirildi, 1895’te İngiltere’de taşıma kuvveti asansör boşluğunun tepesine yerleştirildi.


1893 Chicago Sergisi’ne katılan Ubeydullah Efendi de bu ilk asansörlere binmiştir: “En büyük caddenin ortasında içi yirmi beş otuz kişi istiabına kafi bir asansör vardı. Bu asansör elektrik kuvvetiyle hareket ediyor ve binenleri binanın zirvesine çıkararak sakfın üstünden sergiyi temaşa ettiriyordu. Bu asansörle sû’d ve nüzûl için yarım dolar ücret alınıyordu. Bir gün saat iki, bugünkü hesap ile saat ondört raddelerinde sıkı sıkı yine kadın-erkek dolu olarak bu asansör benim de içlerinde hazır olduğum birçok temaşâgirler önünde hareket etti. Yolun beşte üçünü katettikten sonra durdu. Bre aman! Gitmez. Ne ileri, ne geri. Çabala bre çabala. İmkânı yok. (...) Yukarıda bir feryattır başladı. Biz aşağıdan seyrediyoruz. Bre aman, imdat yahu! Ne mümkün? Aşağıdan seyredenler için ne latif, ne gülünç manzara?” (Ubeydullah Efendi’nin Amerika Hatıraları, haz. Ahmet Turan Alkan.)


Gökdelen döneminin başlamasıyla asansörler bu gösteriş abidelerinin vazgeçilmez parçası oldular. 1931’de yapılan Empire State Binasının asansörü dakikada 365 m. katediyordu. 

1950’den sonra kapıların otomatik kapanması, birden çok asansörün hareketini düzenleyen otomasyon sistemlerinin geliştirilmesi güvenliği daha da artırdı, insan, yük ve servis asansörleri yaygınlaşırken, büyük iş merkezlerinde ‘paternoster’ denilen sürekli asansörlerle birlikte özellikle hastanelerde sedye taşıyabilen asansörler ihtiyaç haline geldi. İlki Eiffel Kulesi’nde kurulan bina dışına yerleştirilmiş saydam seyir asansörleri de 1980’lerden sonra tekrar moda oldu.


Kudret Emiroğlu’nun

GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ

kitabından alıntılanmıştır.


Mardin

 


TÜRK MİTOLOJİSİ'NDE GEÇEN KİŞİLER, KAVRAMLAR VE TANRILAR - 15

 ALPAMIŞ


Bilinmeyen diyarlara yolculuklar yapmıştır. Masal yaratıklarıyla savaşmıştır. Anasının karnında 12 ay kalmıştır. Yedi günde yedi yaşına gelmiştir. Atının adı Şubaröır (Bayşubar). Ulu bir ağacın tepesindeki dev kuşun yavrularını ejderhadan (veya yılandan) kurtarır. Aya gidip gelir. Ateş kendisini yakmaz. Demir Ev'de hapis kalır. Kendisini hapseden hakanın kızı tarafından kurtarılır. Döndüğünde  nişanlısının evlendirildiğini görüp çoban kılığına girer ve yanına yaklaşarak gerçeği öğrenir. Sonunda nişanlısına kavuşur. Türk masal motiflerinin pek çoğunu bünyesinde barındıran bir öykünün kahramanıdır. Alpamış kuyuda (hapishanede) yedi yıl (bazı efsanelerde dokuz yıl) kalır. Kuyuya yaralı bir kuş (kaz veya güvercin) düşer. Kuşu tedavi ederek kanadına yazdığı mektubu bağlar ve gönderir.



ALPKIZ


Savaşçı kadın. Öykülerdeki  ve  anlatılardaki  Alpkızların,  daha eski çağlarda Anadolu'da yaşamış olan Amazon adlı kadın savaşçılar olduğu söylenir. Dede Korkut Öyküleri'nde de Alpkız tabirine rastlanmaktadır. Türk söylencelerindeki  Alpkızlar  motifı  incelendiğinde Amazonlarla birebir aynı özellikleri taşımasalar bile, kesin olan, Türk kültüründe savaşçı kadın unsurunun sıklıkla rastlanan bir durum olduğudur. Örneğin Oğuz Han'ın annesinin veya Dede Korkut öykülerinde Buda  Hatunun  Alpkızları vardır.  Onlar da tıpkı erkekler gibi savaşçıdırlar. Ayrıca tarihi İskit- Turan bölgesinde, mezarlarda ve Urallar'ın güneyindeki yapılan kazılarda bulunan höyüklerde tunçtan ok başları, demir  hançerler ve  kılıçlarla birlikte  gömülmüş 40 tane kadın cesedi ortaya çıkarılmıştır.



ALTAN


Altın tanrısı. Altın Dağ'ın sahibi ve koruyucusudur. Altından bir giysi giyer. Altın, Türk kültüründe hakanlık simgesidir. Altın çukalı (zırhı) ve tolgası (miğferi) vardır.  Kargısı ve yayı altındandır. Altın Dağ erişilmez bir uzaklıktadır ve zirvesi görünemeyecek kadar yüksektir. Altan Han yerle göğü birbirine bağlayan bu dağdan sorumludur ve zirvesinde oturur. Zenginliği, ihtişamı, değerli madenleri temsil eder. Çünkü altın bütün insanlık tarihinde zenginliğin en çok bilinen  simgesidir ve pek çok büyük uygarlık altın para uygulamasını tarih içinde zenginliği biriktirmek için kullanmıştır.  Kazakistan'daki Isık Kurganı'nda bulunan altın zırhlı, altın giysili tekin (prens) bu anlayışın somut bir dışavurumudur. Atı için altından koşum takımı bulunan 18 yaşında olduğu tahmin edilen genç bir prense (tekin/ tigin) ait cesedin üzerindeki altın zırh bile bir sanat eseridir. Kurganda bulunan "Han uya üç otuzı yok boltı,  Utugsi  tozıltı"  şeklindeki bir yazıyı bazı araştırmacılar "Han oğlu 23'ünde öldü, halkı sağ olsun'' şeklinde çevirdiler. Bu müthiş giysiden ve altın eşyalardan da anlaşılmaktadır ki, altın nesneler yalnızca gösteriş amaçlı değil Altan Han'a duyulan bir saygının sonucu olarak bu kurgana koyulmuştur. Belki de böylece Altay Han'ın gönlü alınarak genç prensin cennete gitmesi sağlanacağı düşünülmüştür. Macarlardaysa Arany Atyacska (Altın Ata) adlı bir karakter vardır. Ural-Altay kültürlerinin ortak bir motifıdir. 


Bahattin Uslu’nun Türk Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.


Göbekli Tepe / Şanlı Urfa

 


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak