15 Mayıs 2022 Pazar

Britanya Adalarının Söylenceleri - 4 İrlanda-İskoçya

 


İyi Dağda: Sunuş


İrlanda bereket ve yaratılış söylenceleri o denli birbirleriyle ilişkilidir ki, giriş bölümünde sözü edilen yaratılış söylencesi burada da geçerliliğini korur. Üç büyük istilacı topluluk İrlanda'yı bereketli kılar. Partholon ırkı İrlanda topraklarına vardığında bütünüyle kıraç bir toprak bulur. Yeni göller yaratır, sığırı getirir, toprağı işler ve adayı zengin bir tarım ülkesine dönüştürür. Nemed ırkı başka göller, bereketli ovalar yaratarak ve koyun yetiştirerek yaşamını sürdürür. Tüatha De Danann oldukça ayrıntılı anlatılır; onların bereket tanrısı aşağıdaki söylencenin konusudur.


İrlanda söylencelerinde ışığın gücü, bereket ve yaşam, her zaman karanlığın gücünün, kısırlığın ve ölümün karşısında olmalıdır. Bu iki güç sık sık İrlanda'nın yönetimi için birbirine karşı savaşır. Kimi zaman ışığın gücü (bu gücü Partholonlar, Nemedliler ve Tüatha De Danann temsil etmiştir) kazanır, kimi zaman da karanlığın gücü (Fomorianlar temsil etmiştir) kazanır.


İrlanda söylencelerinde ilginç olan yön, her iki gücün de toprağın bereketini sağlayabilmesine karşın, ışığın gücünün ayrıca insanları uygarlaştırıyor olmasıdır. Sonuç olarak, İrlanda bereket söylencesindeki çatışma, başka kültürlerin bereket söylencesindekinden oldukça farklıdır. Alışkın olduğumuz, yoksun ya da onuru kırılmış bereket tanrısı bu söylencede yoktur. Bunun yerine, bereket güçlerine sahip iki gücün toprağın yönetimi için birbiriyle savaşması vardır.


İyi Dağda


Dünyanın beşinci çağında, tanrısal ırk Tüatha De Danann büyük hareket gücüne sahipti. İyi Dağda, ırkın en büyük tanrılarından biriydi. İnsanlarını himaye ediyordu, çünkü bütün bilginin efendisiydi. Onları besliyordu, çünkü bolluğun efendisiydi; onları koruyordu, çünkü yaşam ile ölümün efendisiydi.

Dağda büyük büyüler yapabilirdi. Yeteneği, sahip olduğu muhteşem nesnelerden ve yaptıklarından belliydi. Havaya hükmedebilir ve bereketli bir hasat sağlayabilirdi. Arpını çalarak mevsimleri, her biri kendi sırasında getirirdi. Her insanı açlığını giderecek kadar yiyecekle besleyen bir bronz Bolluk Kazanı da vardı Dağda'nın. Ayrıca, meyveleri her zaman olgun olan bir bahçesi de vardı. Ve iki inanılmaz domuzu vardı; ne zaman biri yenilmek için pişirilse diğeri pişirilme sırasını bekleyerek canlı kalırdı.

Dağda'nın sekiz çatallı savaş sopası öylesine ağırdı ki, taşıyabilmek için sekiz güçlü adam gerekirdi. Sopasının bir ucuyla, bir vuruşta dokuz insanı öldürebilir, diğer ucuyla onları canlandırabilirdi. Bu sopayı Fomorianlara, Tüatha De Danann'ın düşmanı canavar dev ırkına karşı savaşta kullandı.

Dağda, emrindeki doğa kadar bereketli ve canlıydı. Yemek yemeyi severdi. Bir defasında Fomorianlar onun şaşılacak iştahına meydan okudular. Çok konukseverlermiş gibi görünerek, "Hoşgeldin Dağda. Çok aç olmalısın, biliyoruz. Senin için en sevdiğin yemeği, yulaf lapasını hazırlıyoruz" dediler.


Dağda, Fomorianların büyük bir kazana, beş devin yumruğu kadar büyük bir çömleğe un, yağ ve tütsülenmiş domuz etiyle birlikte seksen galon süt dökmelerini ilgiyle izledi. Bu karışıma bütün domuz, koyun ve keçi gövdelerini de eklediler. Karışımı, kaynayana kadar bir ateşin üstünde pişirdiler, daha sonra çömleği sacayağından indirdiler.


"Şimdi, Dağda" dediler, "canlı kalmak ve insanlarına dönmek istiyorsan bu lapayı yemen gerekiyor. Tüatha De Danann'a, Fomorianların konuksever olmadığını ve konuklarından yemek esirgediğini söylemeni kesinlikle istemiyoruz. Böyle bir yalan söylemene izin vermeden seni öldürürüz."


Dağda bu meydan okumadan yılmadı. Çanağına, iki insanın boylu boyunca kolayca uzanabileceği büyüklükte bir kaşığı daldırdı. Kaşıkla iri domuz parçalarını, tuzlu etleri kaldırdı. "Kesinlikle mükemmel kokuyor" diye haykırdı. Daha sonra bütün "yulafını" yemeye devam etti. Parmaklarını kullanarak çukurun dibini sıyırdı ve kum tanelerinin karıştığı son parçaları bile yedi.


Uzanmak için bir yer ararken Fomorianlar görünüşüne güldüler. Dağda'nın midesi yemekten öylesine şişmişti ki yalpalayarak yürüyordu. Büyük bir ailenin sahip olduğu en büyük kazandan daha büyüktü Dağda'nın midesi, rüzgâr yönünde giden geminin bir yelkeni gibi bedeninin önünde kabarmıştı.


Ama bu, Fomorianların son gülüşü oldu. Dağda'nın düşmanlarını ziyaretteki amacı, onların dikkatini yakındaki savaştan başka yöne çekmek ve savaşa hazırlanmaları için kendi insanlarına daha çok zaman kazandırmaktı.

Tüatha De Danann gibi Fomorianlar da bereket konusunda büyük büyülere sahiplerdi. Prensleri Breş, büyük savaşçı uzun kılıçlı Lug'a tutsak düşünce, Bres Lug'a kendisini öldürmemesi İçin yalvardı.


"Yaşamın için bana ne bedel ödeyeceksin?" diye sordu Lug


ona.

"İneklerinin her zaman süt vereceğine söz verebilirim" diye yanıtladı Bres.


"İnekleri daha uzun yaşatamazsan bu yeterli değil" dedi


Lug.


"Bunu yapamam" diye yanıt verdi Bres. "Ama Tüatha De' nin her yıl daha iyi buğday hasatı alacağına söz verebilirim."


"Bu da yeterli değil" diye yanıtladı Lug, "Zaten dört mevsime sahibiz. Toprağı sürmek ve ekmek için baharımız, ekin yetiştirmek için yazımız, hasat için güzümüz ve ekmeğimizi yemek için kışımız var. Ama tam olarak ne zaman sürüleceğini, ne zaman ekileceğini ve ne zaman hasat yapılacağını söyleyebilirsen canını sana bağışlayacağım."


"Bunu yapabilirim" dedi Bres. "Bu işlerin her birini her zaman bir Salı günü yapın."

Lug, Bres'in öğüdünü kabul etti ve Fomorianlara geri dönmesine izin verdi. 


Donna Rosenberg'in Dünya Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.


Mardin

 


Göbekli Tepe / Şanlı Urfa

 


MANEVÎ ve MİLLÎ DEĞER İFADESİ OLARAK RENKLER

 SARI - KIRMIZI –YEŞİL






Sarı, kırmızı ve yeşil rengin Türklerde beyler zümresinin bir sembolü olarak kullanıldığına dair şimdilik en eski bilgimiz Göktürkler dönemine ait bulunmaktadır. Bu cümleden olarak, 1935’ten itibaren Rus arkeologu S. V. Kiselev tarafından Altay ve Sayan dağları bölgesinde yapılan kazılarda, VII - VIII. yüzyıl Türk aristokrasi zümresine mensup beylere ait olduğu şüphesiz olan mezarlar bulunarak açılmıştır. Tuyahtı denilen yerde açılan kurgan (mezar hüyüğü)’daki mezar oldukça sağlam bulunmuştur. Soyguncular ancak atların bulunduğu kısma dokunmuşlardır (eski Türk inanış ve geleneklerine göre ölüler, hayatta iken kullandıkları eşyaları, silâhları ve atları ile birlikte gömülürlerdi) . Mezarda, başı kuzey-doğuya yönelmiş bir erkek iskeleti bulunmuş ve üzerindeki elbiselerin üç kat olduğu anlaşılmıştır. Üst kat koyu kırmızı ipekten; ortada yeşilimsi ipekten, iç elbisesi de altın sarısı renginde ipek kumaştan yapılmış olduğu, kalıntılardan açıkça görülmüştür.







Sarı, kırmızı ve yeşil üçlüsünün yan yana ve hükümranlık sembolü olarak sancaklarda kullanıldığına dair en eski bilgimiz ise Selçuklular dönemine ait bulunmaktadır. Bununla ilgili olarak, yukarıda işaret edildiği üzere, Şiî İslâmın büyük vaiz ve âlimlerinden İranlı Abdülcelil el-Kazvinî 1161-1165 yılları arasında yazdığı Kitabü’n-Nakz adlı eserinde, Hâce Nasibî adlı bir Sünnî alimin, kaleme aldığı Fadâihü’r-Ravâfız adlı kitabında; beyaz bayrak kullanmalarından dolayı Şia’yı râfızîlikle (mülhidlikle) itham edişine cevap verirken, bize şu bilgileri vermektedir: “- Şia beyaz bayrak sahibidir- şeklinde söylenen söz yalandır. Çünkü, halkın bayrağa sahip olmak âdeti yoktur. Şia hükümdarları yeşil, beyaz ve her renk bayrağa sahiptirler. (Ancak), Abbas’ın şiarı ve özel rengi olan siyah’ı kullanmazlar. Siyah’a Abbasî halifeleri sahip olunca, diğerleri zaten onlara benzeyemezlerdi. Görmüyor musun ki Selçuklu hükümdarları ve Sultanları eğer 100 bin kişi(lik bir ordu) toplasalar, o orduda siyah bayrak bulunmaz. Yeşil, sarı ve kırmızı bayrakları vardır ve onları kullanırlar. Tabiî bu, halife ile halife olmayanlar arasındaki fark belli olsun diyedir. Fakat şüphe yok ki Şia mezhebi Peygamber’in Beyaz, Siyah ve Yeşil bayrağı olduğuna kesin olarak inanır. (Peygamber) Siyah’ı Abbas’a verdi. O’nun çocukları babalarını takip ettiler. Yeşil’i Osman b. Affan’a verdi. Melikler ve Sultanlar onu takip ettiler. Beyaz’ı Sa’d İbn Abbâde-i Ensârî(ye vermiş iken, ondan)’den Mekke’nin fethedildiği gün geri aldı ve Emîrü’l-Mü’minîn’e (yani Hazret-i Ali’ye) verdi. O halde ey insafsız (Hâce Nasibî), eğer Osman’ın ve Abbas’ın yolunu takip etmeyi mülhidlik saymıyorsan; Şia’ nın Emîrü’l-Mü’minîn’in yolunu (Hz. Ali’nin yolunu) takip etmesi niçin mülhidlik olsun?... Hâce Nasibî bilsin ki beyaz bayrağa sahip olmak mülhidlik değildir”. İşte böylece, çok iyi bir şans eseri olarak biz, Abdülcelil el-Kazvinî’nin Hâce Nasibî’ye yazdığı cevaplar dolayısıyla Büyük Selçuklu (şüphesiz Anadolu Selçukluları da) hükümdarlarının, Abbasî geleneğine bağlı olarak kullandıkları siyah hükümdarlık bayrağından başka, bilhassa ordularında sarı, kırmızı ve yeşil bayraklar kullandıklarını öğrenme fırsatı bulmuş oluyoruz. 

Yine sarı, kırmızı ve yeşil renklerin gerek yan yana, gerekse iç içe olarak, Osmanlı döneminde, devletin sona erişine kadar çok yaygın bir biçimde kullanıldığını görüyoruz. Anlaşıldığına göre bu üç rengin Osmanlılarda ve aynı bayrak üzerinde birlikte kullanılışı, tespit edebildiğimize göre Orhan Gazi zamanına kadar gitmektedir. Bu cümleden olarak Miralay Ali Bey, bize şu bilgileri vermektedir: “Orhan Gazi Bursa gibi meşhur bir şehri zaptedip başşehir yaptıktan sonra, teşebbüs buyurulan ilk teşkilât-ı askeriye sırasında, eski kırmızı renkli harp bayrağının ortasına şekl-i beyzîde (oval biçimde) yeşil bir levha eklenmiş ve bu levha üzerine de yekdiğerinden ayrı ve ard arda sıralanmış üç sarı hilâl nakşı işlenmiştir”.





Aynı yazarın şu kaydı da dikkate şayandır: “Devlet-i Aliyye’de (Osmanlı Devleti’nde) ihdas buyurulan bayrakların kâffesi (tamamı) esas itibariyle beyaz, kırmızı, yeşil ve sırma rengi olan sarı renkten ibarettir ki: Beyaz, Ak Sancak’tan, sair renkler ise Orhan Gazi sancağından alınmıştır. Miralay Ali Bey’in incelemesinin bir başka yerinde kaydettiği, “Osmanlı sancak ve bayraklarında tarihî Beyaz renkten maada, kırmızı, yeşil sarı renkler pek çok kullanılmıştır” şeklindeki ifadesi de, bu konuda yeterince açık fikir vermektedir.



Buna uygun olarak, meşhur sadrazam Mahmud Şevket Paşa da, Osmanlı Teşkilât ve Kıyafet-i Askeriyesi adlı eserinde: “ Selçuklu Sultanı Alâaddin tarafından Sultan Osman Gazi Hazretlerine gönderilen a’lem (sancak) beyaz renkte olduğundan dolayı büyük Osmanlı sultanlarının önlerinde önceleri beyaz bayrak çekilmiş ise de sonradan büyük padişahlara mahsus olmak üzere: (Biri) yeşil bir zemin ortasında beyaz kılapdan ile işlenmiş üç hilâl bulunan; (diğeri ise) kırmızı bir zemin ortasında ve yeşile boyanmış oval bir zemin içinde sarı sırma ile işlenmiş ve birbirinin arkasında yer almış yine üç hilâli olan iki çeşit sancak da kullanılmıştır” demektedir. Mahmud Şevket Paşa, anılan kitabının renkli resimler kısmında ise her iki bayrağın şeklini renkli olarak vermiş ve her ikisini de “Zât-ı Hazret-i Padişâhîye Mahsus Sancak = Padişah Hazretlerinin şahsına mahsus sancak” olarak ifade etmek suretiyle bunların Osmanlılarda bir bakıma “padişahlık, yani Devlet Başkanlığı Forsu” olarak kullanıldığını belirtmiştir.









Burada, yeri gelmişken şu hususa da dikkat çekmekte fayda vardır. Pek çok örnekte olduğu gibi, “Devlet Başkanlığı Forsu” niteliğindeki bu iki sancağın renkleri toplamından, Osmanlıların, Osman Bey zamanından başlayarak sarı, kırmızı ve yeşil renklerin yanında BEYAZ rengi de en yaygın bir biçimde kullandıkları ve önem verdikleri dört rengin beyaz, sarı, kırmızı ve yeşil renkler olduğu, bir defa daha çok açık bir biçimde görülmektedir.


Yine aynı yazar, Yeniçeri (Ocak) Sancağı ile ilgili olarak da şu tanımlamayı yapmaktadır: “Yeniçeri sancağı yarısı yeşil ve yarısı kırmızı renkte olup, kenarları sarı sırma harçlı ve ortasında kezalik (aynı şekilde) sarı sırma ile işlenmiş bir zülfikârı havî idi”.







O, “Eyâlet askerinden Topraklı Süvarisi tesmiye olunan (adlandırılan) Tımarlı Sipahiler yarısı yeşil ve yarısı kırmızı ve ortasında sarı sırma ile işlenmiş bir zülfikâr ile dört hilâli havî ve uç tarafı yırtmaçlı bir bayrak çekerler idi” demek suretiyle, Sipahilerin de sarı, kırmızı ve yeşil renkli sancaklar kullandıklarını ifade etmektedir.

Sarı, kırmızı ve yeşil renkler Osmanlılarda sadece padişahların şahsına mahsus sancaklarda kullanılmakla kalmamış, “Osmanlı Devlet Arması” başta olmak üzere, pek çok sancak ve nişanda yaygın bir şekilde yer almıştır. Bu cümleden olarak Miralay Ali Bey, bir taraftan “Paşalara mahsus sancağın kenarları sarı sırma, onun içi yeşil, sonra sırma ile ayrılan uzun parça kırmızı ve kırmızının içi daire şeklinde sırma işlemeli daireler” derken; vezir sancağı ile ilgili olarak da, “Vezir sancağının ortası kırmızı renkli ipekten dokunmuştur. Bu kısmın kenarı ile ortasına yakın yerde, merkezleri bitişik üç daire vardır ve bunlar sırma ile işlenmiştir. Söz konusu kırmızı renkli kısım ile sancağın kenarı arasındaki kısım yeşil renkli ipekten olup, etrafı yine sırma işlenmiştir” demek suretiyle hem paşa hem de vezir sancaklarının sarı, kırmızı ve yeşil renklerden oluştuğuna işaret etmiş olmaktadır.


Anlaşıldığına göre, ilk muntazam süvarimiz olan Müsellemlerin bayrakları da, “Yeniçeri bayrağının aksi olarak nısf-ı balâsı (yukarı yarısı) yeşil ve nısf-ı diğeri (diğer yarısı) kırmızıdır ve ortasında sarı sırma ile işlenmiş zülfikâr ile dört hilâli havidir”.



Bütün bunlara ilâve olarak merhum Fuat Köprülü’nün, Kanunî devrinde Macaristan seferine çıkan orduya kumandan tayin edilen Sadrazam İbrahim Paşa’ya, beyazdan başka yeşil, sarı, kırmızı sancak ve bayraklar verildiğini bildirmiş olması, hem beyazın Osmanlı bayraklarındaki önemini, hem de sarı, kırmızı ve yeşil renklerin sancak ve bayrak renkleri olarak ne kadar yaygın bir biçimde kullanıldığını göstermektedir.


Osmanlı Sancak ve bayraklarından başka, bazı devlet memurlarının ve askerlerinin kıyafetlerinin de hemen tamamen sarı, kırmızı ve yeşil renklerden ibaret olduğu anlaşılmaktadır. Bu cümleden olarak Mahmut Şevket Paşa’nın eserinde yer alan vezir iç oğlan başçavuşu, vezir baş tebdili, vezir tatar ağası, kul başı, defter emîni, şâtır, saka, aşçı ustası gibi vazifelilerin kıyafetlerinin bu üç renkten müteşekkil olduğu görülmektedir.



Burada önemle işaret etmek istediğimiz bir başka husus da, bir tür devlet başkanlığı bandosu konumunda ki Mehter Takımı mensuplarının kıyafetlerinin de sarı, kırmızı ve yeşil oluşu hususudur. Bu durum önemle korunmalı, bazı mülâhazalarla, ülkenin çeşitli yerlerinde kurulmuş olan Mehter Takımlarının kıyafetlerinde gelişigüzel başka renklerden oluşan kıyafetlerin kullanılmasına fırsat verilmemelidir.


Osmanlılarda, devlete üstün hizmetlerde bulunanlar ile savaşlarda kahramanlık gösterenlere, padişah adına verilen madalyaların da, umumiyetle kırmızı ve yeşil renklerden oluşan şeridin ucuna asılan altın (sarı) madalya olduğu; yani Zât-ı Hazret-i Padişâhîye Mahsus (Padişah Hazretlerinin Şahsına Ait) sancağın bu üç renginin, O’nu temsilen verilen madalyalarda da yer aldığı pek çok örnekle bilinmektedir. Bu cümleden olarak:


Diğer taraftan sarı, kırmızı ve yeşil renklerin Osmanlılarda, devletin sonlarına kadar padişahın hâkimiyet renkleri olarak kullanılmaya devam edildiğinin en parlak örneklerini Atatürk’e verilmiş olan altın liyakat madalyası ile altın imtiyaz madalyasında da tespit ediyoruz.


Gerçekten de orijinalleri bugün Anıtkabir Müzesi’nde bulunan bu iki madalyadan “Altın Likayat Madalyası”, çifte kılıçlı olup şeridi de kırmızı zemin üzerinde iki yeşil çizgiden oluşmaktadır. Yani, altın sarısı, kırmızı ve yeşil renkler üçlüsü bu madalyada da bir araya gelmiş bulunmaktadır. Altın Liyakat Madalyası Atatürk’e Osmanlı Devleti tarafından 7 Ocak 1916 tarihinde, Çanakkale Savaşlarında gösterdiği kahramanlıkların ve memlekete yaptığı büyük hizmetlerin bir mükâfatı olarak verilmiştir. Liyakat Madalyası Osmanlılarda 1890 tarihinde ihdas edilmiş olup, devlete bağlılık ve kahramanlık gösterenlere verilirdi. Bunlardan çifte (çapraz) kılıçlı ve 1916 tarihli plâketi olanlar Çanakkale Savaşı’nda başarı gösterenlere verilmiştir.







Altın İmtiyaz Madalyası da çifte kılıçlı olup, şeridinin yarısı yeşil, yarısı da kırmızı renktedir. Altın sarısı, yeşil ve kırmızı renkler bir  arada bu madalyada da açıkça görülmektedir. Bugün pek çok kurum ve kuruluşlarımızda asılı olan Mareşal üniformalı Atatürk resminde görülen madalya budur. Bu madalya ise Atatürk’e 16. Kolordu Komutanı olarak 8 Ağustos 1916 tarihinde Doğu Cephesinde üstün Rus kuvvetlerine karşı kazandığı ve neticesi itibariyle Muş, Bitlis ve Tatvan’ın düşman işgalinden kurtuluşunu sağlayan büyük başarısı üzerine verilmiştir. İmtiyaz Madalyası, devlet ve memleket yararına üstün hizmetleri olan kimselere verilmek üzere 1885 yılında ihdas edilmiştir.

Diğer taraftan, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde 28 Kasım 1920 tarihinde kabul edilen İstiklâl Madalyası Kanunu’nun 5. maddesi de şöyle bir düzenleme getirmişti: “Madde 5 - Büyük Millet Meclisi üyelerine verilecek madalyanın şeridi yeşil ve cephede bulunanların kırmızı ve cephe gerisinde olanların beyaz olacak. Şu kadar ki, mebus olup da aynı zamanda cephede bilfiil hizmeti belgelenmiş ve birinci madde gereğince de madalya almaya hak kazanmış olanların şeridinin yarısı yeşil ve diğer yarısı da kırmızı olacaktır”.





Elbette bu şeritlerin renkleri tesadüfen belirlenmiş değildir ve kanaatımızca Osmanlı dönemi geleneğinin T. B. M. Meclisi’ne yansımış bir uzantısıdır. Dolayısıyla, söz konusu maddede ifade edilen “... şeridinin yarısı yeşil ve diğer yarısı da kırmızı olacaktır” hükmü gereğince madalya alanların, kırmızı-yeşil şerit ucuna takılı altın sarısı rengindeki madalyaları da bu üç rengi ihtiva eden başka bir örnek olarak mütalâa edilebilir.



Günümüz Türkiyesi’nden diğer bazı örneklere baktığımızda da, meselâ YARGITAY’ın ambleminin de sarı, kırmızı ve yeşil renklerden müteşekkil olduğu görülmektedir ki belki de Osmanlı dönemindeki kuruluşundan kaynaklanmaktadır.



Diğer taraftan, bugün Türkiye’nin muhtelif yörelerinde ve özellikle kadınların giyim-kuşamlarında sarı, kırmızı ve yeşil renklere olan düşkünlüğe çokça rastlanmaktadır. Belki de bunun bir ifadesi olarak Anadolu halkı arasında:


“Al yeşil üstüne sarıyı bağla


Ger yakışmaz ise gel öldür beni”


şeklindeki bir deyişin halk şairlerimizden bugüne devam edip geldiği ifade olunmaktadır.


Alıntıdır.


HİTİT DEVLET YAPISI

  

KRAL

Erken dönem Hitit devletindeki kralın konumu pek güven içinde olmamış görünmektedir. Hattuşa tarihinin ilk kaydedilmiş olaylarından biri asillerin (ya da yüksek rütbeli saray mensuplarının) I. Labarna'ya, ki babası halefi olarak onu tayin etmişti, karşı rakip bir kral adayı çıkarmalarıdır. Krallığın bundan sonraki tarihi, kralın akrabaları arasındaki taht kavgaları, isyanlar ve kralın ülkesindeki iç düzeni korumak için sürekli bir biçimde verdiği mücadelelerle doludur. En nihayetinde akıllı bir kral sağlığında halefini seçme yoluna giderek bu duruma müdahale edene kadar bir kralın ölümü genellikle yapısal bir krize neden olmuş görünmektedir. Bu olaylar, Hitit monarşisinin yasal olarak bir değeri olmasa da, tahminen varisin tayininin önce asiller meclisinin onayına sunulduğu, bir seçim sistemine dayandığını düşündürtmektedir. Bu teori, açıkçası, I. Hattuşili'nin konuşması (kraliyet tarafından "tahta varis tayin etmenin" kayıtlı olduğu mevcut yegâne belgedir) ile destek görmedi, çünkü bu metinde kralın halefini seçerken en ufak bir sınırlamayla karşılaştığına dair hiçbir ima yoktur. Erken dönemlerde monarşideki güvensizliğin, tahtta hak iddia eden asiller ile tahtın babadan oğula geçmesi ilkesini yerleştirmeye çalışan kral arasındaki çekişmeden kaynaklandığı şeklinde yorumlamak hâlâ mümkündür. Fakat Hitit krallarının eski anaerkil bir vekâlet sistemi ile çatıştığı daha akla yatkın bir önermedir.

Tahtın vekâleti, sonunda, aşağıdaki yasayı çıkaran Kral Telipinu tarafından bir düzene sokuldu:

Birinci sıradaki eşin oğlu olan prens kral olsun. Eğer birinci sıradan bir prens yoksa, ikinci sıradakinin oğlu kral olsun. Bununla birlikte eğer hiç prens yoksa, birinci sıradakinin bir kızının evlendirin ve kocası kral olsun.

Böyle bir kanun çıkarılması Hitit tarihinde bir dönüm noktası oldu. Bundan önce kraliyet bir dizi yinelenen krize maruz kaldı. Sonrasında ise, istikrarın bir güvencesi vardı ve kralın otoritesi bir daha asla hırslı asiller tarafından bir meydan okumayla sarsılmadı. Gerçekten öylesine başarılı oldu ki, iki yüz yıl kadar sonra Muvattali taht için yasal bir varis bırakmadan öldüğünde taht bir cariyenin oğlu olan Urhi-Teşup'a bir müdahale olmaksızın geçti ve ancak yedi yıl sonra bu genç kralın küstahlığı ve yetersizliği güçlü amcası Hattuşili'yi (iddiasına göre) bir hükümet darbesi yapmaya zorladı.

Eski Krallık döneminin kralları kendilerine "Büyük Kral, Tabarna" unvanını vermişlerdir. "Büyük Kral" unvanı diplomasi diline aittir ve daha küçük krallıklara egemen olan Hitit kralının o tarihlerin güçlü devletlerinden biri olduğu iddiasını ifade etmektedir. Tabarna unvanının orijini ve hahama ile olası ilişkisi belli değildir.

İmparatorluk dönemlerinde genellikle tabarna, "Güneşim"anlamına gelen bir başka unvan ile yer değiştirir. Doğrusu bu unvan, kralın tebaalarınca bir hitap olarak kullanılmış olmalı ve kuşkusuz her ikisinin de kraliyet sembolü kanatlı bir güneş olan dönemin Mitanni ve Mısır krallıklarından alınmıştı. Bir kralın insanüstü güçlerle donatılmış olduğu Doğu inancı da imparatorluk döneminde görülmektedir. Bu inanç kendini şu ifade de gösterir: "Kahraman, tanrının (ya da tanrıçanın) sevgilisi..." Bu ifade sonraki bütün kralların isimlerinin ardından gelir ve örneğin III. Hattuşili'nin otobiyografisinin bir pasajında şöyle yer almaktadır: "Tanrıça, kraliçem, daima benim elimden tuttu; tanrısal güçlere mazhar olduğum için tanrıların katında yürüdüm ve insan neslinin işlediği kötülüklerin hiçbirini işlemedim." Elimizde aynı döneme ait, çok sayıda tapınakta gözlemlenmiş ve kralı en ufak bir lekeden bile korumak için tasarlanmış ritüelleri anlatan metinler vardır.

Kral aynı zamanda ordunun başkumandanı, en yüksek adli merci ve başrahipti. Devletin başı olarak yabancı güçlerle olan diplomatik ilişkilerin hepsinden de, doğal ki, o sorumluydu. Sadece adli görevleri normal olarak alt kademedeki yetkililere devredilmiş görünmektedir. Askeri ve dini görevlerini bizzat kendisinin yapması gerekmekteydi ve eğer uzak askeri seferler nedeniyle kimi zaman dini görevini ihmal ederse bu, tanrının gazabını halkın üzerine çekecek bir günah olarak kabul edilirdi. Zaman zaman metinlerde, kralın bir festivalin kutlanması için acilen merkeze geri dönmesi gerektiğinde önemli askeri seferlerin generallere emanet edildiğine bile rastladık. Fakat normalde yaz aylarında, askeri seferlerde birliklerinin başında bulunacaktı ve kış aylarında ise merkezde festivallerin kutlanması ve diğer dini görevlerle meşgul olacaktı. Bunlar kralın bizzat krallıktaki her bir önemli kült merkezinde bulunmasını gerektirirdi ve kimi zaman kraliçe ile veliahtın da eşliğinde, yapmış olduğu kült merkezleri gezilerinin anlatıldığı metinler mevcuttur. Böylesi metinler aslında bu kentlerin bulunduğu yerler hakkında önemli bir bilgi kaynağıdır, çünkü bir yerden bir yere gitmek için gereken kesin süreyi bildirmektedir.

Kralın Dinsel Konumu

Hitit kralı hayatı boyunca hiçbir zaman tanrılaştırılmadı. Fakat ölmüş kralların ruhlarıyla ilgili ilgi çekici bir kült vardır, ki bir kralın ölümü her seferinde saygılı bir şekilde "o bir tanrı oldu" ifadesiyle dile getirilirdi.

Kral, gücünü dünyada kendisine devreden kutsal Baş İcra Görevlisi Fırtına Tanrısı'na karşı sorumluydu ve kendisini sık sık onun kölesi ya da hizmetçisi olarak adlandırırdı. Kral, böylece, yönetim hattı sıralamasında ikinci en yüksek basamağı işgal ederdi. Görevini kutsal yetkiden alırdı. Ancak "ülke sadece Fırtına Tanrısı'na aitti: Yer ve Gök orduyla birlikte sadece Fırtına Tanrısı'na aitti. Ve Tanrı, Labarna'yı kendi vekili yaptı ve bütün Hattuşaş ülkesini ona verdi." O sadece Fırtına Tanrısı'nın kahyası gibi hükümdarlık yaptı. Kutsal onay, krala çok büyük bir bağışta bulundu: "Fırtına tanrısı, kralın şahsına (kötü niyetle) yaklaşan herkesi mahvetsin"; bu metin devam eder. Onun dünyadaki vekili olarak, görevi, krala Fırtına Tanrısı'yla özel bir ilişki sağlardı. Ancak, yaygın bir kraliyet ünvanı olan (bütün) tanrıların gözdesi olduğu konusunda bizi bilgilendirdiğinden, yararlandığı kutsal himayenin kapsamının çok geniş olduğu anlaşılmaktadır. Kral, ayrıca onu yaşamı boyunca yetiştiren ve koruyan, çarpışmalarda ondan önce davranıp düşmanı yere seren özel ve kişisel bir koruyucu ilah olduğu iddasını da ileri sürebilirdi. Damga baskılarda ve kayaya yapılmış kabartmalarda, kral, bazen yardımcı ilahıyla birlikte yardımsever bir ilişki içinde resmedilir. Bu tasvirlerde, yardımcı ilah, koluyla kralın bedenine sarılmıştır ya da onun elini tutmaktadır. II. Murşili Arinna Güneş Tanrıçası'nın II. Muvattali'nin Şimşek Fırtına Tanrısı'nın, III. Hattuşili İştra'ın, IV. Tuthaliya da Hurri kutsal çifti Teşub ve Hepat'tan gelen Şarruma'nın en gözde kişisiydi.

Hitit kralının, kaya anıtlarda sıklıkla temsil edilmesinin nedeni ruhani görevinden dolayıdır. Kralı Alacahöyük'te, ellerini yukarı kaldırmış bir boğaya (Fırtına Tanrısı'nın sembolüdür) tapınırken (Levha 16), ya da Malatya'da Hatti'nin Fırtına Tanrısı'nın huzurunda kutsal suyu dökerken görmekteyiz. Bunlarda ve diğer bütün kaya anıtlarda ayak bileklerine kadar inen uzun bir elbiseden oluşan özel bir kostüm giymektedir ve bunun üzerinde bir kolunun üstünden diğerinin ise altından geçip vücudunun ön tarafında serbestçe aşağı sarkan bir şal vardır. Başında açıkça kafasına sıkıca oturan bir külah vardır ve elinde Romalıların Utuus'una benzer ucu eğri uzun bir değnek taşımaktadır. Bu Güneş Tanrısı'nın kostümüydü.

KRALİÇE

Hitit monarşine özgü bir başka özellik ise, kraliçenin güçlü bir biçimde bağımsız bir konuma sahip olmasıdır. Kraliçenin unvanı, Tavananna, ancak selefinin ölümünden sonra ona miras kalırdı. Yani, kralın annesi yaşadığı sürece, hüküm sürmekte olan kralın eşine sadece 'kralın eşi' unvanı verilebilirdi.

Hitit kraliçelerinin ağır başlı ama her zaman sempatik olmayan kişiliği tipik bir özellik gibi görünmektedir. Kral Şuppiluliuma'nın dul eşi özellikle üvey oğlu II. Murşili'ye o kadar zorluk çıkarmıştı ki, Şuppiluliuma kraliçeyi saraydan atmak zorunda kalmış ve ölümüne neden olmuştu -yarım yüzyıla yakın bir süre boyunca III. Hattuşili'nin bilincini meşgul ettiğini gördüğümüz ünlü dava. III. Hattuşili'nin eşi, kraliçe Puduhepa, devlet işlerinde belirgin bir rol oynadı. Devletle ilgili bütün dokümanlarda kocasıyla birlikte düzenli olarak yer alır. Hatta Mısır kraliçesi ile kişisel olarak yazışmıştır. Ferahettin'deki (Fraktin) kaya kabartmasında Puduhepa, Hititlerin büyük tanrıçasına kurban sunarken gösterilmiştir ve Mısır'la yapılan antlaşma metni Puduhepa'nın da kendisinin aynı tanrıçanın kucağında resmedildiği kendine ait resmi bir mührü olduğunun kanıtıdır.

SOSYAL SINIFLAR

Erken dönem Hitit krallarından biri, bilinen iki olay üzerine, önemli bir açıklamada bulunmak üzere vatandaşlarını topladı. Bunlardan biri, I. Murşili'yi tahta varis olarak kabul etmesi, diğeri ise, Telipinu'nun tahta varis tayin etme yasası ve adli sistemdeki reformuyla ilgili fermanının yürürlüğe konulması üzerinedir. Bu iki kraliyet konuşması bize ilk zamanlardaki Hitit ulusunun bileşimi hakkında değerli bilgiler sağlamaktadır.

"Büyük Aile" olarak adlandırılan kralın akrabalarının sürekli kötüye kullandıkları özel imtiyazlara sahip oldukları açıktır. Devletin en yüksek makamları genellikle onlar için tahsis edilmişti. Unvanları önemlidir: Muhafız başı, harem ağası, baş saki, haznedar, baş asa taşıyıcı, binbaşı, saray nazırı... Bu resmi görevlilerin çoğunun isimleri orijin olarak saraya mensup kişiler olduklarını göstermektedir ve bu tayinler yüksek bir askeri emir ile yapıldığı için Hititlerin uzun bir oturmuş divan geleneğine sahip oldukları ve askeri yayılımlarının ise oldukça yeni bir gelişme olduğu açıktır. Aslında pek çok Anadolu kentinde kralların ve sarayların Asur kolonileri döneminde bile zaten mevcut olduğunu biliyoruz ve erken dönem Hattuşa Krallığı'ndaki koşulların diğer yerlerde esas olarak aynı olduğu mümkün görünmektedir.

Bu yüksek rütbeli saray mensuplarının başında bulunduğu saray bölümleri kendi personeline sahipti, ancak metinde geçen her bir sınıfı ve başındaki ilgili memuru her zaman teşhis edemiyoruz. Bu alt kademedeki memurlar Kral Telipinu tarafından "dalkavuklar, muhafızlar, altın tımarcıları, sakiler, garsonlar, aşçılar, asa taşıyıcıları, binbaşılar ve mabeyinciler" olarak isimlendiriliyordu. Telipinu açıkça bu hizmetkârların bütünü için muhtemelen, bu bağlamda, "bütün topluluk" anlamına gelen pankus kelimesini kullanır. Hattuşili tarafından toplanan meclisin "pankusun savaşçıları, asilzadeler" ve daha sonraları da "savaşa katılanlar, hizmetkârlar, yüksek rütbeliler" olarak tarif edilişiyle karşılaştığımız için aynı sınıflara mensup insanların kastedildiği ve bu sınıfların devlet işleriyle ilgili olan topluluğun tamamını oluşturduğu açıktır.

Yine de Hattuşili'nin konuşmasının devamından, tesadüfen, ülke nüfusunun büyük bir kısmı bu topluluğun dışındakiler olarak kabul edildiğini öğreniyoruz. Çünkü oğluna hitap ederken "Hatti'nin yaşlıları seninle konuşmayacaktır ne de...lılar, ne Hemmuvalılar ne de Tamalkiyalılar, ne...Ular aslında ülkenin diğer insanlarının hiçbiri seninle konuşmayacaktır" diyerek düşüncesini belirtir. Bu kişilerin mecliste yer almadığı açıktır. Burada özellikle çarpıcı olan "yaşlılar"dan bahsedilmesidir, çünkü yaşlılar bir kentin yönetim birimi, yani bölgeden gelen yöneticilerle adli ve diğer işlerde işbirliği yapması gereken kasaba meclisiydi. Sonuç açıktır: Hitit Devleti, esas olarak her birinin bir yaşlılar birimi tarafından yönetildiği birçok bağımsız ilçenin gevşek bir biçimde örgütlendiği, ülkenin yerli halkının üstünde olan seçkin bir kast yapısındaydı. Bu sonuç Hint-Avrupalı göçmenlerin bir grubunun yerli bir halk olan Hattiler üzerinde egemen olduğuyla ilgili dilbilimsel delille de örtüşmektedir.

"Vatandaşların tamamı"ndan oluşan bu meclisin erken dönem Hitit Devleti'nde mahkeme gibi bir işleve sahip olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü Telipinu, pankusun önceki iki krala suikast düzenlemekten suçlu bulup ölüme mahkum ettiği üç alt rütbeli memurun ölüm cezalarının iptal edilmesi emrini verdiği bir olayda, pankusun böylesi bir işleve sahip olduğunu ima eder. Öyle görünüyor ki, bu adamlar daha önemli görevlerde bulunan kişilerin emri altında çalışmaktaydılar ve Telipinu soyluların gücünü kırma arzusuyla pankusun bundan sonra bir suçun kışkırtıcısının, en yüksek rütbedeki bir kişi ya da kralın kendisi bile olsa, bizzat cezalandırılması gerektiğini emretmişti. Bu, pankusun yetkilerinin kasıtlı olarak genişletilmesini mi temsil etmektedir, ya da kralın sadece, pankusu daima karar verdiği, ama çoğu zaman yerine getirmekten korktuğu görevlerini yapmaya mı davet ettiği açık değildir.

Telipinu'nun döneminden sonra artık bu meclisten bahsedilmemektedir. Telipinu'nun hükümdarlığını takip eden sonraki dönemlerde hiçbir metnin mevcut olmadığı doğrudur. Fakat, imparatorluğun son iki yüzyılında, elimizde bol miktarda doküman olmasına rağmen, pankustan söz edilmeyişi tesadüf olamaz. Belki de krallık daha istikrarlı hale geldikçe ve kent-devletten bir imparatorluğa doğru şekillendikçe pankusun faaliyet alanı, sonunda yürürlükten kalkıncaya kadar, gittikçe daraldı. Bu son derece kendine özgü Hitit kurumunun ortadan kalkmasıyla daha sonraki imparatorluğun kralın atadığı memurlar yoluyla yürüyen Doğuya özgü mutlak monarşilerin yönetim şekline daha fazla uyum gösterdi. Kesin olmamakla birlikte, atamayla gelen bu memurların oluşturduğu sınıfın zaman içinde en yetenekli kişiler arasından seçilemez hale gelmiş olması mümkündür. Soylular ise, sonuna kadar ayrı bir sınıf olarak kaldı. Bunların çoğu kral tarafından tımarlar olarak verilen büyük arazi sahibiydi. Hiç kuşkusuz, Hitit ordusunun gücünün büyük ölçüde dayandığı savaş arabalarını sağlayanlar bunlardı, çünkü böylesi pahalı bir araca ancak soyluların gücü yetebilirdi.

Sade vatandaşlar hakkında nispeten çok az bilgimiz var. Büyük çoğunluğunun tarlada çalışan köylüler olması gerek, fakat bir de çok iyi tarif edilmiş büyük ölçüde kasabalarda bulunan zanaatkarlar sınıfı vardı. İnşaat ustaları, dokumacılar, deri işçileri, çanak çömlekçiler ve demirciler özellikle bahsedilenlerdir. Bazı büyük malikânelerde ayrıntılı bir şekilde tutulmuş listelerde köylüler ile zanatkârlar toprağa bağlı köleler olarak geçmekteyse de böylesi durumlar muhtemelen istisnaydı. İşe koşulmak üzere herhangi bir zamanda çağrılmaları mümkün olmasına rağmen sade vatandaşlar özgürdü (Hititçesi luzzi) Zanaatkar sınıfı normal olarak en azından arazi sahibiydi ve diğer mülkleri de vardı.

Varlıklı ailelerin evlerinde çalışan hizmetçilerin durumu bütünüyle açık değildir. Klasik antikçağ toplumlarında ve Babil'de olduğu gibi köle taşınır mal, yani sahibinin malıydı ve diğer ticari mallar gibi satın alınabilir ve satılabilirdi. Hititli hizmetçilerin durumu iki ayrı pasajda ayrıntılı olarak anlatılmıştır ve insanla tanrı arasındaki ilişkiyi örneklemektedir:

İnsanların tutum ve davranışları ile tanrılarınki tamamen birbirinden farklı mıdır? Hayır! Bu meselede bile bir şekilde bir fark yok mudur? Hayır! Fakat tutum ve davranışları oldukça birbirine benzer. Bir hizmetçi sahibinin huzuruna çıkarken yıkanır ve temiz elbiselerini giyer ve sahibine yiyecek veya içecek bir şeyler sunar. Ve o, sahibi, bir şeyler yer ve içer, ruhen gevşer ve hizmetçisine karşı anlayışlı davranır (?). Bununla birlikte eğer o (hizmetçi) haddini bilmezse (?) ya da dikkatli değilse (?) ona karşı tutumu değişir. Ve eğer hizmetçi sahibini kızdırırsa, onlar ya onu öldürür ya da burnunu veya kulaklarını keser ya da gözlerini oyar. Veya erkek ya da kadın hizmetçi olmasına bakılmaksızın onu, hatta karısını, çocuklarını, erkek kardeşlerini, kız kardeşlerini, akrabalarını ve ailesini hesap vermeğe çağırır. Sonra halk huzurunda ona hakaret ederler ve hiç değeri yokmuş gibi muamele ederler. Eğer hizmetçi ölürse yalnız başına ölmez, ailesi de onunla beraber gömülür. Eğer sonra herhangi bir kimse bir tanrıyı kızdırırsa tanrı bunun için yalnızca onu mu cezalandırır? Bunun için karısını, çocuklarını, kendi sülâlesinden gelenleri, ailesini, erkek ve kadın kölelerini, sığırlarını, koyunlarını ve ekinlerini cezalandırmaz mı, ve onu top yekûn ortadan kaldırmaz mı?

İkinci olarak:

Eğer bir kölenin bir sıkıntısı varsa sahibine bir dilekçe ile başvurur. Sahibi onu dinler ve ona karşı [kibarca davranır] ve onu sıkıntı veren konuyu yoluna sokar. Veya, eğer hizmetçi herhangi bir nedenle hatalıysa ve hatasını sahibinin huzurunda itiraf ederse, o durumda, sahibi ona ne yapmak isterse yapar. Fakat sahibi huzurunda hatasını itiraf ettiği için, sahibi huzur bulur ve sahip hizmetçiden hesap sormayacaktır.

Bir hizmetçi sahibinin, yaşam ve ölüm hakkı da dahil hizmetçisi üzerinde neyi uygun bulursa onu uygulamak üzere sınırsız haklara sahip biri olarak kabul edildiği açıktır. Bu muamele tarzı pratikte muhakeme, vicdan ve ahlaki nedenlerle hafifletilebilse bile bu köleliktir.

Kanun kütüğünün hizmetçinin, hayatı ve vücut bütünlüğü korunan bir kişi olarak ele alındığı pek çok hüküm içermesi bu yüzden oldukça tuhaftır, fakat vücudunda meydana getirilen zararın tazmini açısından bir kölenin değeri tam olarak özgür bir insanınkinin yarısıdır. Bu hükümlerde, hizmetçi sahibinden hiç bahsedilmez. Muhakkak ki kendi köleleri söz konusu olduğunda bu yasalardan muaf sayılıyordu. Ama üçüncü bir şahıs tarafından köleye zarar verildiğinde köle sahibine mülküne zarar verildiği için tazminat ödeniyor olabilir. Öte yandan, suç işleyen köleler (hizmetçiler) için cezalar vardır -bir köleye verilecek ceza vücudu sakatlama şeklinde olabilmesine rağmen, genellikle özgür bir insanın suç işlediği zaman verilmesi gereken cezanın tam yarısıdır. Sadece iki olayda kölenin işlediği suçtan sahibinin de sorumlu olduğuna dair fikir ileri sürülmüştür. Sonuç tâ, Hititli bir kölenin açıkça hem hakları hem de görevleri vardı. Kölenin mülk sahibi olması normal karşılanırdı ve yasalar "hizmetçiler" ile özgür kadınlar arasındaki evlilikleri düzenleyen hükümler içerir. Öyle ki, böylesi bir evlilik sıklıkla gerçekleşirdi, çünkü yasalar evlenmek isteyen hizmetçinin düğün hediyeleri sunmasını sağlardı. Böylesi haklara sahip bir kişi bu açıdan bakıldığında normal olarak köle değildir, bu kişinin durumu daha çok Hammurabi zamanında Babilonya'daki Muskenu'larınkini (plebler) andırmaktadır. Bu belki de metinsel ya da Hitit Kanun Kütüğü kaynaklarıyla ilgili yazınsal bir problemdir. Elimizde bu konuya özel dökümanlar olmadığı için bu hizmetçilerin hangi vesilelerle elde edildiği, ya da orijinlerinin ne olduğu hakkında hiçbir şey bilmiyoruz. Aslında zenci kölelerle ilgili Mısır kralından gelen bir mektup elimizde mevcut, ama kuşkusuz bunlar bir istisnaydı.

YÖNETİM

Ülkenin geleneksel sivil örgütlenmesi esas itibarıyla sınırlı olup her birinin kendine ait "Yaşlılar" meclisi olan dağınık ilçeler ve vadi-topluluklarından oluşmaktaydı. Bunlar normal olarak yerel yönetimlerle ve özellikle de anlaşmazlıkların halledilmesiyle ilgilenirdi. Sadece büyük dini merkezlerin ayrı bir örgütlenme sistemi vardı. Strabo'nun Roma imparatoru Tiberius zamanında kutsal kent Komana hakkında anlattıklarından, yani hatırlanamayacak kadar eski zamanlardaki böylesi kentlerin nasıl tümüyle tapınağa bağımlı olduğunu ve Başrahibin aynı zamanda sivil yönetici olduğunu biliyoruz. Hitit metinlerinde bu kutsal kentler hakkında sadece dolaylı imalar vardır, ama bu türdeki kurumların orijinlerinin çok eski olduğundan emin olabiliriz.

Başlangıçta, Hattuşa kralları fethederek ele geçirdikleri yeni toprakların, yönetimini oğullarına bırakarak, doğrudan kontrolünü ellerinde tutmaktaydılar. Labarna'nın oğullarının nasıl, her yıl yapılan askeri seferler sonrasında kendilerine tahsis edilen eyaletlere yönetmek üzere gittiklerini biliyoruz. Sonra, benzer tayinlerin genellikle kralın akrabaları olan generaller arasında yapıldığını metinlerden okuyoruz. Bir eyaletin yönetimi yolların, hükümet binalarının ve tapınakların tamiri, rahip atamaları, dini törenlerin kutlanması ve adaletin sağlanması gibi konuları kapsıyordu. Böylesi yöneticilerin atamalarının geçici ve resmi olmadığı anlaşılmaktadır ve bu makamların özel bir unvan taşıması gerekli değildi.

Böylesi bir sistem hiç kuşkusuz imparatorluğun Kappadokia platosu sınırlarının ötesine genişlemesiyle işlemez hale geldi. Bu yayılma başlamadan önce bile farklı bir sistemin uygulamaya konulmaya başlandığını belki ilk metinlerden birinde Zalpa, Hupişna, Uşşa, Şugziya ve Neneşşa gibi kentlerin "Prensleri" olarak unvanlandırılan kral ailesine mensup prenslere özel gelir kaynakları yaratılmasından anlayabiliriz. Ama dağları aşmakta karşılaşılan zorluk, daha uzun süreli ve iktidar makamına ciddi, açık ve kesin sadakat yeminiyle bağlı bağımsız valilerin atanmasını gerektirdi. Dahası, gittikçe genişleyen Hitit imparatorluğu çevresindeki küçük ve zayıf krallıklar için kuvvetli bir mıknatıs niteliğindeydi. Özellikle Suriye'deki krallıklar hırslı Hatti ve Mısır imparatorlukları arasında sıkışmış bir konumdaydı ve tahtlarını korumanın yolunu hangi taraf daha güçlü görünürse onun tarafında yer aldıkları esnek bir politikayı izlemekte gördüler. Lübnan'daki Amori Krallığı olan Amurru ve Kilikya'daki Kizzuvatna, Hitit İmparatorluğu'nun yörüngesindeydiler ve Hitit krallarının askeri güç kullanarak ele geçirdikleri toprakların yanı başındaki vasal-krallıklar olarak sayılırlardı.

Bu şekilde elde edilmiş eyaletlerin konumları birçok faktöre bağlıydı. Aleppo, Karkamış ve Tarhuntaşşa gibi kilit noktalardaki önemli yerler krallığın bünyesi içine alınmış ve yönetimleri imparatorluğa candan bağlı vasallar olarak orada yönetimde bulunan prenslere ayrılmıştı. İşte bu duygusallığı çarpıcı bir şekilde ortaya koyan (Halep. prensi ile yapılan anlaşmadan) bir ifade: "Biz, Şuppiluliuma'nın oğulları, ve bizim bütün ailemiz birleşeceğiz." Birbirine karşılıklı yardımcı olma zorunluluğu geneldir ve açıkça ayrım gözetmemektedir; anlaşma yapılırken, görüldüğü gibi, kesin ve ayrıntılı şartlar ileri sürülmesi gereksiz addediliyordu.

Diğer uçta ise büyük oranda, kısa bir zaman evvel hayli prestij sahibi olmuş ve desteklerini kazanmak için en azından bağımsız bir devletmiş gibi hareket etmelerinin gerekli olduğu hissedilen "himaye altındaki"krallıklar durmaktadır. Bunun tipik bir örneği Kilikya Ovası'nı kontrol altında tutan Kizzuvatna Krallığı'dır: Mitanni Krallığı'na bağımlılığından vazgeçmesi bir kurtuluş hareketi olarak temsil edilir ve Kizzuvatna kralı tarafından üstlenilen hemen her taahhüt Hitit kralına karşı sorumlu olduğu benzer ödeviyle dikkatli bir şekilde dengelenir. Buna rağmen her yıl krala bağlılığını göstermek için Hattuşa'da bulunmasını gerektiren Hitit himayesi altındadır ve Hurri Krallığı ile bütün diplomatik ilişkilerden kaçınmakla yükümlüdür.

Hitit hükümdarlığına aynı biçimde gönüllü olarak boyun eğmiş Amurru hükümdarı Aziru'ya da benzer imtiyazlar verilmiş olabileceği akla gelebilir. Fakat Kizzuvatna'nın aksine, Amurru kısa bir zaman önce büyük bir güç haline gelmemişti ve hatta Aziru'ya kabul ettirilmiş olan şartlar Şuppiluliuma'ya meydan okumuş, ve bu yüzden de daha sert bir muamele görmüş olması mümkün görünen, bir Suriye prensliği olan Nuhaşşi'nin yüklendikleriyle aynıdır. Aynı biçimde, gönüllü olarak boyun eğmiş, Şeha Nehri Ülkesi'ne de Arzava bölgesindeki fethedilen krallıklara uygulanan aynı şartlar kabul ettirilmişti.

Bağımlı krallıkların çoğu ülkenin yerlisi olan vasallar tarafından yönetilirdi. Fakat bunlar doğrudan doğruya Hitit kralına bağlı olan ya mülteciler ya da Hitit yanlısı liderler olurlardı. Vasal kral kendi toprakları içinde hakim yöneticiydi. Ancak yabancı bir güçle ilişkiye geçmesi yasaktı ve kendi divanında yabancı bir elçi ağırlaması ciddi bir suçtu. Ne zaman güçlü bir devlete veya komşu bir devlete karşı askeri bir sefer düzenlenirse, genellikle ondan Hitit ordusuna askeri birlik vermesi beklenirdi. Hatti Ülkesi'nden kaçan mültecileri iade etmek zorundaydı, ama kendi topraklarından Hatti Ülkesi'ne iltica edenlerin iadesini isteyemezdi (Hititler bu mültecilerin, vasallarına karşı memnun olmadıklarında ne kadar faydalı olabileceğini çok iyi bilirlerdi). Hitit kralına ve onun haleflerine sonsuza dek sürecek bağlılık yemini ederdi. Kral da buna karşılık olarak genellikle vasalı düşmanlarına karşı korumayı garanti eder ve böylece tahtın varislerinin tahta geçmesini güven altına alırdı.

Vasal, sadakatini her yıl kralın huzuruna çıkarak ve haraç vererek gösterirdi. Sonra, görünüşe göre, haraç bir elçi ile gönderilirdi.

Bu şartlar hükümdarın asıl kazançlarını temsil eder ve vasal ile kendisi arasındaki iktidar ilişkisini yansıtır. Görevinin başına geçtiği anda sabık mülteci konumundan memnun olurdu. Kendilerinden önceki Sümerler ve Akadlar gibi Hititler de beşeri gücün güvenilmez bir yaptırım olduğunun, fırsatını bulduğunda isyan edeceğinin bilincindeydiler. Bu yüzden yemin edilerek antlaşmanın şahitleri ve koruyucuları olarak tanrıların yardımına başvurulan, Mezopotamya'nın ilk zamanlarından beri bilinen, bir gelenek gelişti. Mezopotomya'da antlaşmanın bozulma endişesini azaltmak için rehine alma yoluna başvurulurdu, ama bu gelenek Hititlere cazip gelmedi ve hiçbir zaman uygulanmadı. Hititler için ciddi dinsel yönleriyle yemin esastı ve açıkça güçlü bir yaptırım olarak kabul edildi. Her iki tarafın tanrıları genellikle yardıma çağrılırdı, çünkü o tarihlerde dinsel bakış açısı ulusaldı.

Fakat Hititler kalıcı bir ilişkinin kurulabilmesi için açıkça tanrı gazabı korkusunun bile yeterli olmayacağını düşünüyorlardı. Merkezi hanedanlığın çıkarları açısından vasalın kazanılmasında daha çok diplomatik evlilikler tercih edilirdi. Geçmişte Hitit kralının kendisine yaptığı büyük hizmetlerin anlatıldığı ve böylelikle antlaşma gereğince bir hak ve uygun şekilde yerine getirmesi gereken yükümlülüklerinin hatırlatıldığı uzun bir önsöz ile minnettarlık duyguları okşanarak düzenli bir şekilde vasaldan kuvvetli bir ricada da bulunulurdu.

Antlaşma genellikle değerli bir metal (gümüş, bronz ve demir olduğu açıktır) üzerine kazınırdı ve kraliyet mührüyle damgalanırdı. 1986'da Boğazköy kazılarında üzerinde bir antlaşma metninin yazılı olduğu çok iyi korunmuş bronzdan bir tablet bulunmuşsa da bu belgelerin çoğu kaybolmuştur. Ancak korunmuş olan kil tabletler saray arşivi için yazılmış kopyalardır ve hiçbiri kralın mührünü taşımaz. Bu, vasalın yetkisini gösteren resmi bir belgeydi ve kaybolması onun için ciddi bir meseleydi. Halep kralı ile yapılan antlaşma metninin korunduğu tapınaktan çalındığı ve bu yöneticinin Hitit hazine dairesinden yeni bir antlaşma örneği alabilmek için çok sıkıntı çektiği kayıtlıdır.

Böyle dikkatli bir şekilde kurulmuş olan sistem iyi meyve vermedi. Doğuda Asur saldırısı, batıda Arzava'nın entrikaları, Madduvatta ve Mitas gibi maceracıların istismarları uzak eyaletlerin kaybına yol açtı ve sınırlar ancak sürekli savaşmakla korunabildi.

DIŞ SİYASET

Erken dönem Hitit kralları ülke sınırlarının dışında sadece düşmanlarla karşılaştılar. Kizzuvatna ile Kral Telipinu arasında bir antlaşma yapılmasıyla yeni bir yaklaşım tarzının gelişip gelişmediğini söylemek mümkün değildir, çünkü bu antlaşma metni elimizde mevcut değildir. Şuppiluliuma'nın zamanında Batı Asya dünyası onunla birlikte kendini toparlamıştı ve üç Büyük Güç tarafından kontrol ediliyordu: Mısır (Misri, Kitabı Mukaddes'te Mizraim olarak geçer), Babil (bu dönemde Kar-Duniaş olarak adlandırılıyordu) ve Mitanni (Hint-İran kökenli bir aristokrasi tarafından yönetilmekte olan Hurri Krallığı). Bu güçler üçlü bir denge oluşturmuşlardı ve Tel el-Amarna'da bulunan diplomatik yazışmalar birbiriyle olan ilişkilerinin mükemmel koşullarda yürütülmekte olduğunu göstermektedir. Üç kral birbirine elçilerle özenli hediyeler gönderir ve kardeşler gibi hitap ederdi, ayrıca düzenli olarak dostluklarını diplomatik evliliklerle perçinlerlerdi. Şuppiluliuma'nın askeri seferleri Mitanni gücünün sonunu getirdi ve böylece Hatti ister istemez bu eski uluslar topluluğu içinde üç Büyük Güçten biri olarak kabul edildi.

İki "Büyük Kral" arasında bir antlaşma yapıldığında mutlak eşitlik ve mütekabiliyet esasına uyulurdu. Böylesi antlaşmaların günümüze kadar ulaşmış tek örneği III. Hattuşili ile II. Ramses arasında yapılan ve yaklaşık İÖ 1258'de sonuçlandırılan antlaşmadır, ama en azından bu tarihten önce Hatti ve Mısır arsında iki antlaşma daha olduğu bilinmektedir. Babilonia ve bu iki gücün arasındaki dostane ilişkilerin benzer bir anlaşma temeline dayandığından emin olabiliriz. Böylesi antlaşmaların temel noktası bir "kardeşlik" ilişkisinin kurulmasıdır. Bu, iki güç arasında bir savaşın olmasının imkânsızlığını ve hem savunma hem de saldırı için bir ittifakı belirtir. Bu temalar uzunca ayrıntılandırılır. Antlaşma yapan taraflar, taraflardan birinin ölümü halinde yasal varisin tahta çıkarılmasının diğer devlet tarafından güvence altına alınacağını da belirtirler. Bu mütekabiliyet esasına dayalı hanedanlığa özgü güvence, gördüğümüz gibi, vasallarla yapılan antlaşmalarda aynı derecede temel bir şart olarak yer alır, ki burada hanedanlık bir devlet olarak tanımlanır ve devrim kraliyetin kendisinin, uluslararası dünyadaki konumu ne olursa olsun, yıkılması demekti. Firarilerin iadesi de "kardeşlik antlaşmasına" mütekabiliyet esası üzerine dahil edilmişti. Böylece istedikleri bir üçüncü taraf ile istedikleri türden diplomatik ilişkiye girmek için özgür olan müttefiklerin egemenliği üzerinde başka bir sınırlandırma yoktur. Son olarak, hem her iki tarafın yükümlülüklerinin birbirinin aynı olmasını sağlamak için her bir şart kelimesi kelimesine tekrar edilir, hem de antlaşmanın tamamı her bir devlet tarafından ayrı ayrı kaleme alınır ve karşı tarafa onaylanması için gönderilirdi; bu nedenle, Ramses-Hattuşili antlaşmasının iki örneği vardır: Biri Mısır hiyeroglif yazısı ile Karnak Tapınağı'nın duvarlarına kazılıdır, diğeri ise Boğazköy'den çıkarılan Akad dilinde çiviyazılı bir tablettir. Bir kompliman olarak, aynı imtiyaz çoğunlukla bir vasala da sağlanırdı.

Politik manevralarında uluslar güçlü komşularını gücendirmemeye dikkat ederlerdi. Bu, Şuppiluliuma ve Kizzuvatna kralı arasındaki antlaşmayla örneklendirilebilir -Hititlerin yaptığı antlaşmaların en eskilerinden biridir. Kizzuvatna'nın tavrı bir kendi kaderini kendinin tayin etmesi olayı olarak gösterilmektedir ve Mitanni kralının da bu prensibi benimsemiş olduğu örnek gösterilerek doğrulanmaktadır.

İşuva halkı [der Şuppiluliuma] Majesteleri'nin karşısında duramadı ve Hurri Ülkesi'ne sığındı. Ben, Güneş, Hurrilere haber gönderdim: "Benim tebaam olanları bana iade edin!" Fakat Hurriler Majesteleri'ne şöyle cevap gönderdi: "Hayır! Şu kentliler daha önceleri... den Hurri Ülkesi'ne gelmişler ve yerleşmişlerdi. Daha sonraları Hatti Ülkesi'ne firariler olarak gittikleri doğrudur, ama artık sonunda sığırlar ahırlarını seçmiş, kesinlikle benim ülkeme gelmişlerdir." Böylece Hurrili, benim tebaamı bana iade etmedi... Ve ben, Güneş, Hurriliye şöyle haber gönderdim: "Eğer bir ülke seninle antlaşmasını bozsa ve Hatti Ülkesi'ne gitseydi, ne olacaktı?" Hurrili şöyle cevap gönderdi: "Tamamıyla aynısını." Şimdi Kizzuvatna halkı Hitit sığırıdır ve ahırını seçmiş, Hurriliyi terk etmiş ve Majesteleri'nin ülkesine gitmiştir ... Kizzuvatna Ülkesi kurtuluşundan çok sevinç duymaktadır.

Bu, İS 20. yüzyıldakine benzer havasıyla bir propaganda örneğidir. Fakat Hitit kralının kendi tavrını haklı gösterme gereğini hissettiği bir uluslararası divan fikrinin varlığını doğrulamaktadır.

 

Alıntıdır.

 

Sinop Tarihi cezaevi

 


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak